19 Haziran 2023 Pazartesi

Resmi büyüterek bakınız - Turgay Develi / soL

 'Resmi büyüterek' bakabilirsek eğer, 2010 yılında CHP'ye kurulan tuzak ile şimdi partiyi parçalamaya dönük olarak başlatılan alevilik tartışmaları boşa çıkarılabilecektir.

Zihnimde birbiriyle bağlantılı olabileceğini düşündüğüm birçok sorunun olası yanıtlarını aradığım bu yazının başlığı, 24. dönemde TBMM'de birlikte görev yaptığım arkadaşım Giresun eski Milletvekili Selahattin Karaahmetoğlu'na ait. Ortak grubumuza attığı bir resmin altındaki 'resmi büyüterek bakınız' mesajı hem bu yazıya, hem de başlığına ilham verdi.

2010 yılında toplanacak kurultay için başlatılan kongre takvimi, ondan öncekilerde olduğu gibi yine CHP Genel Sekreteri Önder Sav'ın kuyumcu titizliğinde başarıyla tamamlanmıştı. Her bir kurultay delegesi tek tek Deniz Baykal'ı yeniden genel başkan seçmek için 'çakılmıştı'. (Tıpkı şimdi Kılıçdaroğlu için yapıldığı ve kendisi vazgeçmediği sürece bundan sonraki her kurultayda tekrarlanarak Genel Başkanlık koltuğunda istediği kadar oturmasının sağlanacağı gibi.) Kurultaya bir hafta kalmışken yayınlanan kaset Baykal'ın salona bile gelmeye cüret edememesine sebep olunca, Baykal için Önder Sav tarafından belirlenen kurultay delegeleri Kılıçdaroğlu'nu Genel Başkan koltuğuna oturttu. O kaset niye çekildi sorusuna yanıt arayanların Baykal'ın bu konudaki zaafına takılı kalmamalarını önermekle birlikte, zihinlerinde oluşan sorulara bu kasetin değiştirdiği CHP'nin bahsettiğim kurultaydan sonra geçirdiği dönüşüme ve aslında bundan sonra da gelecekte yaşanacaklar üzerine odaklanmaları gerektiğini düşünüyorum. Burada her defasında yeniden sorulması gereken soru ve asla bir milim uzaklaşılmaması gereken konu, o kasetin neden kurultaya bir hafta kala piyasaya sürüldüğüdür?

Eğer kaseti çekenler ve yayınlayanların amacı Baykal'ın ahlaki zaafını sergilemek olsaydı, kasetin yayınlanmadan yıllar önce çekildiğini göz önünde bulundurarak, bunun için o güne kadar kullanabilecekleri yeteri kadar zamanları olduğunu düşünmek gerekir. Öyle anlaşılıyor ki kaseti çeken ve kurultay tarihine bir hafta kala yayınlayanların amacının Baykal'ın ahlaki zaafiyetini sergilemek değil, bilakis bunun üzerinden CHP'ye ve asıl olarak siyasete müdahale etmek olduğunu düşünebiliriz. Eğer böyle olduğunu varsayarsak da, sadece kasetin yayınlanmasının yeterli olmayabileceğini hesaplayarak bunun kurultayda pratiğe dökülmesi için işbirliği yapacak ilişkiler de tesis etmiş olmalılar diye düşünebiliriz. Kasetin çekilmesi ve yayınlanması için CHP kurultayına bir hafta kala bir günün seçilmesi ile hedeflenen ve bununla murad edilen her neyse, bu kişilerin kiminle, hangi konu ve amaçta işbirliği aradıkları ve hedefledikleri sonuca ulaşıp ulaşamadıkları sorularının yanıtlanması gerekiyor.

İki uzun sayılabilecek paragrafla aktardığım bu konuya yazının ilerleyen bölümlerinde soracağımız sorularla yanıt aramaya devam edeceğimizi belirtip, günümüze dönerek devam edelim.

Önder Sav'ın genel başkanlık koltuğuna oturttuğu Kılıçdaroğlu'nun göreve geldikten sonra girdiği her seçimi kaybetmesi ve sonrasında girdiği her kurultayda da neredeyse tüm Parti Meclisi ve MYK'sını birkaç istisna dışında değiştirdikten sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi koltukta oturmaya devam etmiş olmasında şaşırılacak bir durum yok.

Şaşılması ve sorgulanması gereken konu, seçimlere ramak kalmış ve siyasi gündemde de böyle bir talep oluşmamışken 'Ben aleviyim' diye açıklama yapması ve seçime günler kala hem partisini hem de genel kamuoyunu ikiye bölmesi... Bir kısım bunun zaten bilinen bir şey olduğunu ve açıkça konuşulmasının iyi olduğunu düşünürken diğer kısım seçimin ekseninin din/mezhep tartışmasından çıkarılması gerektiğini, mezhepler üzerinden siyaset, tarikat ve cemaatlar üzerinden de toplum mühendisliği yapanların genel olarak sağ, özel olarak da AKP iktidarının kötülüklerini perdeleyip görünmez hale getirdiğini savunur ve her iki tarafın da haklı olduğu noktalar varken tüm gündem bu konuya odaklandı ve gerçek problemler bir kez daha gözden uzaklaştı. Her yenilgi sonrası parti içinde süren tartışmalar genellikle isimlere odaklanır ve post paylaşıldıktan sonra sönümlenirken, bu seçim sonrası tartışmaların odağını bu açıklama oluşturuyor. Tartışma, seçimler neden kaybedildi, nerede hata yaptık merkezli değil, 'Ben aleviyim' diye açıklama yapan Genel Başkan başarısız olduğu için bırakmalı diyenler ile 'Kılıçdaroğlu alevi olduğu için seçilemedi' ve 'Kılıçdaroğlu'na yapılan eleştiriler aslında alevilere yapılıyor' hattına taşındı. Tartışmanın merkezinin değişmesine bakınca, Kılıçdaroğlu'nun yaptığı açıklama seçim öncesinde yapıldığı için ilk etapta seçmenlere dönük olarak değerlendirilmiş olsa da, şimdi yenilgi sonrası parti içinde yapılan tartışmalara bakınca, acaba bu açıklamanın hedefi yenilgi sonrası yapılacak tartışmalara dönük müydü sorusunu akıllara getirebilir.

Seçimlerin kaybedilmesinin esas nedeninin savunulan politikalar olduğu ortadayken ve bu politik tercihi yapan parti yöneticilerinin, demokrasinin gereği olarak hesap vermek üzere derhal kurultayı toplaması gerekirken bunun yerine koltukta oturmaya devam etmek istemeleri, tartışmayı olması gereken zeminden koparma amacı taşıyor olabilir. Eğer aklı selim devreye girip bu tartışmanın tarafları bu çıkmaz yoldan bir an önce çıkmaz, çıkamazlar ise nihayetinde bu durum CHP'yi bir bütün olarak sarabilir, içine çekileceği din, mezhep ve etnisite tartışması hem parti, hem de ülkemiz açısından gerçek bir felaketin kapısını açma tehlikesi barındırıyor olabilir.

Meseleyi abartıyor olabileceğimi düşünenlere, daha Kılıçdaroğlu'nun CHP'ye Genel Başkan olduğu ilk zamanlarda yazdığım yazılarla bu tehlikeye işaret ettiğimi hatırlatmak isterim. Bu yazılarımda Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanlığında başarılı olmasını istediğimi, benim de üyesi bulunduğum partimin ülkeyi AKP ve lideri Erdoğan'dan daha iyi yöneteceğine inandığımı, ancak başarısızlık halinde başlayacak, başlatılacak tartışmalarla şimdiye kadar Cumhuriyete, laikliğe ve dolayısıyla da CHP'ye sahip çıkan ülkemizin çimentosu olan ilerici ve yurtsever yurttaşlarımızın CHP ile kurdukları akıl bağının, 'Bir alevi genel başkan CHP'de barındırılmadı.' tartışması sonucu partiyle gönül bağlarının kopartılmaya çalışılabileceği riskinin de bulunduğuna işaret etmiştim. Bu tartışmanın altına odun atanların niyetleri farklı olsa da yangının ne kadar büyüyeceği ve nerelere kadar sıçrayabileceğine ilişkin işaret arayanlara, PKK'nın Kandil mukimlerinden Murat Karayılan'ın seçimlerin 2. turu da sonuçlandıktan sonra sarf ettiği 'Kılıçdaroğlu Kürt ve alevi olduğu için seçilemedi. Türkiye'nin sosyolojisi bu.' sözlerini iyi analiz etmelerini öneririm.

Bu açıdan CHP'yi, seçim sonuçlarını ve Kılıçdaroğlu'nu etnik ve mezhep kimliğinden arındırarak tartışmak gerektiği kanaatindeyim. 'Resmi büyüterek' bakabilirsek eğer, 2010 yılında CHP'ye kurulan tuzak ile şimdi partiyi parçalamaya dönük olarak başlatılan alevilik tartışmaları boşa çıkarılabilecektir.

Bununla beraber, seçimleri Kılıçdaroğlu'nun yaptığı ya da yapmadığı şeyler üzerinden anlamaya ve değerlendirmeye çalışmak, onun başarı ya da başarısızlığı üzerinden tartışmak ve parti içinde o giderse önce CHP, sonra da ülke açısından her şeyin çok güzel olacağına yönelik mesajlar vermek, bizleri seçimler öncesi yapılan ve Erdoğan giderse her şeyin çok güzel olacağını vaat eden hatalı söylemin tuzağına düşürür. Dün iddia edildiği üzere Erdoğan gitseydi her şey çok güzel olmayacağı gibi, bugün seçim yenilgisinin tek sebebi de Kılıçdaroğlu değil. Kişilerin etkisi olsa da tüm sonuçları kişilere bağlamak, aslında ne olduğu sorusuna verilecek doğru yanıtı oluşturmaya yetmiyor.

Kılıçdaroğlu'nun, 'Artık sağ-sol kalmadı.' demesi, Halil İbrahim sofraları kurup helalleşme seremonileri ile Alparslan Türkeş'in evine, Adnan Menderes'in mezarına gitmesi, her ölüm yıldönümünde işçi emekçi düşmanı Çankaya şişmanı Turgut Özal'ı anması, geçmişi halka karşı suçla dolu paramiliter örgütlerin yöneticileri Muhsin Yazıcıoğlu veya onun takipçileri olan Sinan Ateş ve benzerlerini kendi seçmeni önünde hemen her gün kutsayarak onlara değer atfetmesi, laiklik prensibi kuruluş gerekçelerinden olan partinin dilini dinci, mezhepçi bir retoriğe evriltmesi, bağımsızlıkçı dış politikasını NATO'culuğa, ekonomi politikalarını neoliberal eksene oturtması ve bunlara benzer daha onlarca örnek hata sonucu parti içinden eleştiri alsa da Kemal Bey açısından bu eleştiriler bir değer taşımıyor olmalı ki değişen bir şey yok.

Nihayetinde bazı aykırı sesler çıksa ve onları parti örgütü içerisinde örgütleri belediye başkanlarına zimmetleterek, kurultay delegelerini partili olma kriterine, liyakata göre değil kendine oy verecek şekilde birisinin eşi, diğerinin çocuğu, annesi, babası kontenjanına göre yazdırıp, kendisine oy vermesini sağlayacak şekilde usulüne uygun şekilde sönümletebiliyor. Herhalde bunun için en iyi örneklerden birisi İlhan Cihaner'in başına gelen/getirilenler. Hukuku ve adaleti savunduğu için Erzincan Başsavcısıyken makamında derdest edilmesi ile CHP kurultayında Genel Başkan adayı olmak için topladığı imzaların, Kılıçdaroğlu'nun karşısına çıkamaması için geri çektirilmesi daha dün gibi hafızalarda. Dolayısıyla Kemal Kılıçdaroğlu'nun oturduğu koltuğa oturtuluş süreci ve sonrasında parti içi otoritesini yanına yerleştirdiği oligarklarca oluşturulan mekanizmayla koruyarak koltuğunda kalış süreci ortada olduğu halde hala demokrat dede profilini kendine uygun görürken, o koltukta aldığı kararları tartışmak ne kadar anlamlı olabilir ki?

Kemal Bey'in, CHP'nin kurduğu Cumhuriyet ve bu Cumhuriyetin kolonlarını oluşturan demokrasinin tahrip edilerek dinci, mezhepçi bir sığlık limanına dönüşen ülkemizi bu karanlıktan çıkaracak bir ekonomi politik hat oluşturmak, ya da en azından partinin bunu savunacak kodlarını yok etmemek için mücadele etmesi gerekirken tam aksine, CHP'nin kuruluşundan bu yana mücadele ettiği bir yola sapmasına, seçmen sosyolojisini, toplumun bir bütün olarak değer yargılarını, yaşam biçimini, kültürel kodlarını değiştiren ve ülkenin geleceğini karartacak menzille örtüşen bu rotaya girmesine şaşanlara şaşırıyorum. Tüm bunların, yani Kılıçdaroğlu ve çevresindeki oligarkların yönetimindeki CHP'nin ekonomi politik hattı değerlendirilip analiz edilmeden, yani olayları, yaşananları Kılıçdaroğlu'nun ve arkadaşlarının yönetim beceriksizliği olarak değerlendirip partinin bu yola sokulmasının nedenleri analiz edilmez ise, giriş paragrafında Karayılan'ın tespitinin ne anlama geldiği anlaşılamaz.

Dolayısıyla Kılıçdaroğlu'nun ne yaptığını, kaptan köşkünde oturduğu geminin rotasını, menzilini ve CHP içinde yaptıklarını unutmadan, aslında Türkiye'nin geleceğinde CHP'yi nereye konumlandırdığına bakmak gerekir diye düşünüyorum. Bunu yapabilmek için ise sadece son seçimler üzerinden bir değerlendirme yapıp, olmuyor, olamıyor diye feveran etmek yerine, göreve geldiği 13 yıldan bu yana ısrarla sürdürdüğü çizgisinin tartışılması, mümkünse parti içinde ideolojik bir tartışma hattı açılması ve yine eğer mümkünse Kılıçdaroğlu'nun (Genel Başkanlığı istemediği sürece bırakmayacağını bilerek) bu hattın oluşmasına katkıda bulunması, bulunabilmesi için yaşanan tartışmaları kişiler üzerinden değil ideolojik bir zemine oturtup parti örgütünü teşvik ederek parti içinde farklı kümelere nefes alacak alan açılması için zorlamak daha rasyonel olabilir.

Eğer, bu parti örgütü ve seçmen üzerinden oluşturulamaz ise işte o zaman Karayılan'ın ifade ettiği ve aslında bir gelecek tasarımına dayanak oluşturan bu sözlerin sadece CHP içindeki işleyişine değil, tüm Türkiye ve hatta tüm dünyada enine boyuna tartışılmasını sağlamak gerekiyor. Çünkü bu sadece CHP ile sınırlı bir tasarım ol(a)mayacak kadar kapsamlı olabilir.

Bağlayacak olursak; Kılıçdaroğlu'nun seçime ramak kala 'aleviyim' demesi, sonrasında hem parti içinde başlayan ve kamuoyunca da tartışılan alevilik meselesi ile Karayılan'ın sözleri yerli yerine oturtulacaksa; yukarıda özetlediğim bazı karar ve sonuçların yaşanmasına yol açan 2010 kurultayına ilişkin soruların ve hem kurultaya gidilirken, Önder Sav'ın o tercihi neden yaptığı ve hem de günümüzdeki parti içi tartışmalara konu olan meseleleri bütünlüklü olarak değerlendirebilmek gerektiği kanaatindeyim. Resmi büyüterek bakmaz isek, isimlerde düğümlenen sonuçsuz ve meselenin özünü ıskalayan tartışmalarla hem CHP'nin hem de Türkiye demokrasisinin daha da mevzi kaybetmesi işten bile olmayacaktır...

Turgay Develi / soL

Ölüm taciri Dörtlü Çete’den sahte ‘kanun ve nizam’ kampanyası - I - MERYEM VİTNİ / soL-Özel

 Yazı dizimizin bugünkü bölümünde, Dörtlü Çete adını taktığımız JTI, PMI, BAT ve ve Imperial Tobacco’yu tanımaya çalışacak ve küresel tütün tarımını nasıl biçimlendirdiklerine bakacağız. 


14 Haziran 2023 günü, Japon Tütün (JTI), Philip Morris (PMI), British American Tobacco (BAT) ve Imperial Tobacco’nun üst düzey yöneticilerinden oluşan dörtlü bir heyet tütün sanayicileri adına yasadışı tütün ticaretinin önlenmesi için bir kampanya başlattıklarını duyurdu. Bu yazı dizisinde, medyada geniş yer verilen dörtlü çete görüntüsünü, söylemini, tarım ve yasadışı ticaret üzerindeki etkisini masaya yatıracağız. 

Bugünkü bölümde, Dörtlü Çete adını taktığımız bu şirketleri tanımaya çalışacak ve küresel tütün tarımını nasıl biçimlendirdiklerine bakacağız. 

Dörtlü Çete taammüden insan öldürür

Tütün tüketiminin hastalık yapıcı, sakat bırakıcı ve ölümcül etkilerini kanıtlarıyla birlikte bildikleri halde, ulusötesi sigara şirketleri yüzyılı aşkın süredir, agresif pazarlama yöntemleriyle başta sigara olmak üzere tütün ürünü üretip satıyor. DSÖ verilerine göre, tütün kullanımı kalp-damar ve solunum hastalıklarının ve 20’den fazla kanser türünün başlıca risk faktörü. 2020’de kullanım sıklığı erkeklerde % 36,7, kadınlarda % 7,8, genelde % 22,3 olan dünyamızda her yıl 8 milyon kişi tütünden ölüyor. Bunların 1,2 milyonu tütün kullanmayan, ancak tütün dumanına maruz kalmış kişiler. Bu gidişle, yüzyıl sonunda tütünden ölenlerin sayısı yüzyıl içinde 1 milyar kişiyi bulacak. Gelişmiş kapitalist toplumlarda tüketim inişe geçince,  Dörtlü Çete üretim ve tüketimi Küresel Güney’e kaydırdı. Bugün, dünyadaki toplam 1,3 milyar tütün kullanıcının % 80’inden fazlası Küresel Güney’de yaşıyor, orada hastalanıyor, orada ölüyor. 

Dörtlü Çete’nin küresel güç konsolidasyonu

Günümüzde, Çin haricinde, dev ulusötesi şirketler küresel tütün piyasasına tam hakim konumda. Dünyada ve Türkiye’de karşımızda aynı 3,5 şirketten oluşan tipik bir oligopol, yani bir tür tekel var. Aslında 3,5 demek daha doğru, ama biz basın toplantısında verilen görüntüden esinlenerek bu yazıda alegorik bir ad takalım, Dörtlü Çete diyelim. Son 40 yıl içinde, neoliberal kapitalizm projesinin estirdiği serbestleştirme, özelleştirme ve finansallaşma rüzgarları sayesinde, Dörtlü Çete muazzam bir güç elde etti. Bunu, bir yandan, finansallaşmanın sağladığı olanaklarla, tütün alanında faaliyet gösteren devlet tekellerini ve ulusal ölçekli şirketleri bünyesine katarak, diğer yandan serbestleştirme sonucu ticari imtiyazlarla yeni piyasalara girerek elde etti. Önce Latin Amerika fethedildi, onu Doğu Avrupa, Orta Doğu, Güney ve Güneydoğu Asya izledi. Bugün tarladan perakendeye kadar, üretim ve ticaretin her aşamasında tam hakimiyet kurmuş durumda. 

Euromonitor verisiyle, 2020 yılı itibariyle, dünyadaki yıllık kayıtlı sigara tüketimi 5.2 trilyon adet. Sigaraya diğer geleneksel ve yeni nesil tütün ürünlerini de eklediğimizde, sektörde toplam yıllık hasılat 2020’de 852,9 milyar USD olarak hesaplanıyor. Türkiye’nin yıllık GSMH’sı da bu civarda. Zaten, Dünya Bankası’nın nominal GSMH sıralamasına dahil edildiğinde, Dörtlü Çete, en büyük hasılata sahip 18. ülke konumunda listeye dahil oluyor; yani ilk 20’ye giriyor. 

Dörtlü Çete’ye giriş izni vermeyen, tütün piyasasını devlet tekeli eliyle yöneten Çin’i dışarda tutarsak, Dörtlü Çete’yi oluşturan şirketlerin 2020 itibariyle küresel sigara piyasası payları Euromonitor verisiyle şöyle: PMI ve Altria % 25,9, BAT % 24,0, JTI % 8,1, Imperial Tobacco % 3,5, KT&G % 1,3. Bunların birçoğu, geçen yüzyılın başlarındaki kuruluşlarından beri, ulusötesi nitelikler ve içinden doğdukları emperyalist sistemin uzantısı olma özellikleri sergiliyor. 

Dörtlü Çete’yi küresel sermaye denetim ve etki ağının bütünleşik bir unsuru olarak ele almak gerek. Her bir şirket, hem ağdaki diğer şirketlerle, hem de hissedarları ve dünyanın dört bir yanındaki yüzü aşkın iştirakiyle yoğun, yönetim, denetim, iyelik, kredi ve ticaret ilişkileri içinde. Günümüzde dünya borsalarında işlem gören hisselerinin ezici çoğunluğu küresel finans sermayenin iyeliği, dolayısıyla kontrolü altında. Bu anlamda aslında Dörtlü Çete, küresel finans sermayenin taşeronu  olarak faaliyet gösteriyor dünya arenasında. Şirketlerin faaliyet raporlarına baktığımızda da, yaptıkları iş tütün ürünü üretip satmaktan çok, parayı, dövizi, borcu, nakdi döndürmek üzerine kurulu. Ayrıca, BAT’ın % 9 hissesi Birleşik Krallık Hazinesi’ne, JTI’nin % 33 hissesi Japon Maliye Bakanlığı’na ait. 

Dörtlü Çete ne iş yapar?

Dörtlü Çete, ürünlerini birer nikotin zerk aracı olarak tasarlar. Adeta, eczacılığa öykünen bir yaklaşımla, 600’den fazla katkı maddesi kullanılarak, ürünün tadının yumuşatılması, içiminin kolaylaştırılması ve bağımlılık yapıcı özelliğinin ayarı yapılır. İster sigara gibi geleneksel ürünler olsun, ister zarar azaltım iddiasıyla pazarlanan yeni nesil ürünler, amaç hep aynıdır: Pazarlama hedefleri doğrultusunda ürünü cazip kılmak ve bağımlılık yapıcı özelliğini, yani nikotin zerkini, farklı biçimlerde yeniden düzenlemek. Bunun ARGE’si için büyük kaynaklar, yüzlerce bilimcinin aklı, emeği heba edilir. 

Ürün tasarımı, doğrudan pazarlama stratejisine hizmet eder. Öldüren bir ürünün pazarlanmasından söz ediyoruz. Hiç de kolay değil! Ürünü bir haz ve arzu nesnesi olarak benimsetmek, ona ihtiyacımız olduğunu hissettirmek için benliğimizin en derinlerine sirayet edebilen son derece agresif bir pazarlama.

Dörtlü Çete sistematik olarak, ticari çıkarları doğrultusunda siyasi süreçlere müdahale eder. Bunun için ayrı departmanları, yetişmiş elemanları vardır. Sadece kapalı kapılar ardında ve yolsuzluk-rüşvet yoluyla değil, kurumsal sosyal sorumluluk, halkla ilişkiler, medya ilişkileri, lobicilik, odalarda, birliklerde, siyasi karar mekanizmalarında temsil gibi mecralarda yapar bunu.

Dörtlü Çete’nin alameti farikası: süper-süper kârlar

Tütün ürünü imalatı günümüzde tam otomatize. Şirketlerin iddia ettiğinin aksine, sektörde doğrudan istihdam hiç de yüksek değil ve çalışanların büyük bölümü esnek çalışmaya dayalı satış ve pazarlama alanında görevlendiriliyor. Dörtlü Çete’nin süreğen süper kârının temel kaynağı, dünyanın dört bir yanındaki tütün çiftçilerinin ucuzlatılmış emek gücünün aşırı sömürüsü. Tütün yetiştirmek, kurutmak, işlemek yılın tamamına yayılan son derece emek yoğun bir uğraş. Dörtlü Çete buradaki artık değere el koyduğu gibi, buna tekel rantı ve emperyalist rant da ekleyerek süper-süper kârlarla faaliyet gösteriyor.

Hedeflediği kâr ve hasılat düzeyine erişmek için, Dörtlü Çete, diğer küresel oligopoller gibi, dünyayı kendi küresel köyü haline getirmiş durumda. İmalat ve tüketimin Küresel Güney’e kaydırılmasında olduğu gibi, tütün tarımı da, geleneksel tütün yetiştiren bölgelerden Küresel Güney’in gitgide daha yoksul ülkelerine, bölgelerine kaydırıldı, oralarda yaygınlaştırıldı. Bu coğrafi kaydırma ve yayılma sayesinde, dünya tütün yaprağı üretimi 1990’larda 9 milyon ton ile doruğa ulaştı. Üretimdeki artış sonucu, sonraki yıllarda fiyatlar hızla düştü, tütün çiftçisinin geliri daraldı, ihracatçı ülkelerin ihracat gelirleri düştü. 

Dörtlü Çete lobisi hükümetlerden tarımsal desteklere ve alımlara son vermelerini ve yerine sözleşmeli tarım düzeni getirmelerini talep etti. Dünyanın dört bir yanında neredeyse eşzamanlı sözleşmeli tarıma geçildi. Sözleşmeli tarım altında, tütün çiftçisi aileler kendi toprakları üzerinde ulusötesi şirketlerin taşeronu haline geldiler, işçileştiler. Şirketler koşullarını ve fiyatını kendilerinin belirlediği bu sözleşmelerden süper kârlar elde ederken, tütün çiftçileri tarımsal üretimin bütün risklerini sırtlamak zorunda kaldı, geçim koşulları gitgide kötüleşti. 

Dörtlü Çete lobisi hükümetlerden tütün ticareti önündeki engelleri kaldırmasını talep etti ve bunda da başarılı oldu. Günümüzde, her ülkede kurulu iştirakleri arasında serbestçe alım-satım yapabiliyor, küresel ölçekte en ucuz tütünlere erişebiliyor, üretim maliyetlerini istediği gibi ucuzlatabiliyor. 

Geçim koşullarının zorlaşması sonucunda, dünyanın dört bir yanındaki tütün çiftçileri, alternatif üretim olanaklarının ve teşviklerin yokluğunda, tarımsal üretimi bırakarak mülksüzleşti, kente göçtü, üretime devam edenler ise gitgide daha fazla ücretsiz aile işçiliğini devreye soktu. Tütün yetiştirilen bölgelerde çocuk işçiliğinin de, kırsal yoksulluğun da artmasının en baş sorumlusu Dörtlü Çete’dir.

Sözleşmeli tarımın ve ticaret serbestisinin kazanan ve kaybeden tarafları

Dörtlü Çete’nin son 30 yılda dünyada tütün tarımını nasıl altüst ettiğini aşağıdaki grafikten izlemek olası. Dünya genelinde % 17,5 daralma yaşanırken, geleneksel tütün tarımının yapıldığı ülkelerde büyük kayıplar gözlemleniyor. Üretim hacmi % 75 oranında azalan Türkiye en kötü etkilenen ülkeler arasında. Komşu Bulgaristan ve Yunanistan’da durum daha da vahim. Ancak, Brezilya, Pakistan ve Tanzanya gibi ülkelerde tam tersi bir durum var; oralarda üretim patlaması yaşanmış. Bu grafiğin ortaya koyduğu tablo, piyasaların veya hükümetlerin işi değil; doğrudan ucuz emek gücü peşinde küresel tarımı tahakkümü altında tutan Dörtlü Çete’nin marifeti. Burada tek kazanan taraf Dörtlü Çete. Türkiye, Brezilya, Tanzanya ve hatta ABD’deki tütün çiftçilerinin hepsi kaybeden taraf.

Yazının yarın yayınlanacak ikinci bölümde Dörtlü Çete’nin Türkiye’de tütün tarımını nasıl çökerttiğine ve önemli boyutta bir pazar payını kaptırdıkları yerli üretime dayalı yasadışı tütün ticaretinin asıl müsebbibinin bizzat kendileri olduğunu göstereceğiz. Üçüncü bölümde, yasadışı ticaretle mücadele neferi rolüne bürünen, halk sağlığı şarlatanlığı yapan Dörtlü Çete’nin söz konusu kampanyasının reklam, tanıtım mahiyetine dikkat çekerek, suç isnadında bulunacağız.

MERYEM VİTNİ / soL-Özel


YHT Ankara-Sivas hattında faciadan dönüldü + TCDD'den yağmurdan etkilenen demiryolu hatlarına ilişkin açıklama (BİRGÜN)

 


YHT Ankara-Sivas hattında faciadan dönüldü 

CHP Sivas Milletvekili Ulaş Karasu, Ankara- Sivas Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattında yoğun yağışın demiryolu hattına zarar verdiğini ve yol kontrolü yapan kılavuz lokomotifin heyelan nedeniyle raydan çıktığını duyurdu. Karasu, “6 yılda biteceği açıklanan, 15 yılda bitirilmeyen ama seçim öncesinde acele açılan Yüksek Hızlı Tren Ankara Sivas hattında bugün bir faciadan dönüldü. Hattın güvenliğiyle ilgili şüphelerimizi defalarca dile getirdik, ama duyan çıkmadı! Facia olması için ölen canların mı sayılması lazım AK Parti” dedi.

CHP Sivas Milletvekili Ulaş Karasu, Ankara- Sivas Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattında yoğun yağışın demiryolu hattına zarar verdiğini ve yol kontrolü yapan kılavuz lokomotifin heyelan nedeniyle raydan çıktığını duyurdu. Karasu, “6 yılda biteceği açıklanan, 15 yılda bitirilmeyen ama seçim öncesinde acele açılan Yüksek Hızlı Tren Ankara Sivas hattında bugün bir faciadan dönüldü. Hattın güvenliğiyle ilgili şüphelerimizi defalarca dile getirdik, ama duyan çıkmadı! Facia olması için ölen canların mı sayılması lazım AK Parti” dedi.

CHP Sivas Milletvekili Ulaş Karasu, 14 Mayıs seçimleri öncesinde hizmete alınan Ankara-Sivas YHT hattının Yozgat yakınlarındaki bölümünde yoğun yağış nedeniyle hasar meydana geldiğini ve kılavuz lokomotifin heyelan sonucu raydan çıktığını açıkladı. YHT hattında yaşananlarla ilgili Twitter hesabından açıklama yapan Karasu, paylaşımına demiryolu hattında yaşanan heyelan görüntülerine de ekledi. Karası şunları söyledi:

“Yazıklar olsun! Çorlu’daki tren kazasından ders almayan Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı bugün yine sınıfta kaldı. 6 yılda biteceği açıklanan, 15 yılda bitirilmeyen ama seçim öncesinde acele açılan Yüksek Hızlı Tren Ankara Sivas hattında bugün bir faciadan dönüldü.

Yoğun yağış, Yozgat yakınlarında demiryolu hattına zarar verdi. Yol kontrolü yapan kılavuz lokomotif heyelan ile raydan çıktı. Hattın güvenliğiyle ilgili şüphelerimizi defalarca dile getirdik, ama duyan çıkmadı! Facia olması için ölen canların mı sayılması lazım AK Parti?”

                                                                  /././

TCDD'den yağmurdan etkilenen demiryolu hatlarına ilişkin açıklama 

TCDD tarafından, Sivas - Yozgat arasında yoğun yağmur yağışı nedeniyle demiryolu altyapısının etkilenmesine ilişkin yapılan açıklamada, "Trenlerin seyrine herhangi bir engel bulunmamaktadır" denildi. CHP Sivas Milletvekili Ulaş Karasu, Ankara- Sivas Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattında yoğun yağışın demiryolu hattına zarar verdiğini ve yol kontrolü yapan kılavuz lokomotifin heyelan nedeniyle raydan çıktığını duyurmuştu.

CHP Sivas Milletvekili Ulaş Karasu'nun Ankara- Sivas Yüksek Hızlı Tren (YHT) hattında yoğun yağışın demiryolu hattına zarar verdiğini ve yol kontrolü yapan kılavuz lokomotifin heyelan nedeniyle raydan çıktığını duyurmasına, TCDD'den yanıt geldi.

Yapılan açıklamada, "Trenlerin seyrine herhangi bir engel bulunmamaktadır" denildi.

TCDD tarafından yapılan yazılı açıklamada, Ankara-Sivas Hızlı Tren Hattı hakkındaki haberlerin gerçeği yansıtmadığı belirtildi.

Sivas - Yozgat arasında yoğun yağmur yağışı nedeniyle selden etkilenen hat üzerinde gerekli çalışmaların tamamlanarak, seferlerin normal seyrinde devam ettiği kaydedildi.

TCDD açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

"Hali hazırda 2 bin 32 km hattımızda hızlı tren işletmeciliği yapılmaktadır. Hızlı tren işletmeciliğinde alınan tüm emniyet tedbirlerine ek olarak uygulanan en önemli tedbirlerden birisi de tarifeli ilk trenden önce hattın kontrolü için kılavuz trenlerin hat üzerine gönderilmesi uygulamasıdır.

18.06.2023 tarihinde de Ankara-Sivas hızlı tren hattında her zamanki uygulama yapılmış ve tarifeli trenden önce kılavuz tren hatta gönderilmiştir. Son dönemde ülkemizi etkisi altına alan bölgesel ve ani yağmur geçişlerinden, demiryolu hatlarımız da etkilenmektedir. Sivas - Yozgat arasında yoğun yağmur yağışı nedeniyle söz konusu kılavuz tren, bölgesel ve etkili yağışa bağlı olarak kısmı bir alanda demiryolu altyapısının etkilenmesi nedeni ile saat 06.40'ta deray (Her durumda trenin en az bir tekerleğinin rayları terk etmesi) etmiştir.

Deray ve selden etkilenen bölgenin bakım onarımlarının yapılabilmesi için hızlı tren hattımız belirli bir süre tren trafiğine kapatılmıştır. Saat 16:40'ta yürütülen çalışmalar tamamlanarak normal tren işletmeciliğine geçilmiştir. Trenlerin seyrine herhangi bir engel bulunmamaktadır. Olay saatinden sonraki tüm YHT trenleri Ankara-Sivas-Ankara arasında normal saatlerinde seyretmişlerdir. Kamuoyuna saygı ile duyurulur." 

BİRGÜN


Seçimden sonra (III) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Seçim sonucu karışık değil, berraktır. Yirmi yıldan sonra, yanıltmayan ipuçlarını ancak sermaye sınıfına bakarak elde edebiliriz. Çünkü Türkiye, son 20 yılda gitgide yerleştiği bir sermaye rejimini yaşıyor. Türkiye için “reel kapitalizm” de diyebilirsiniz.

KRİZLER, ŞOKLAR

Kırk yılı geçti, sermaye sınıfı iktidar olabilmek için dünya sermayesine (ve “ağa devlet”e) tabi olmayı tek, zorunlu koşul saydı ve bunun ana kurallarını kabul etti. Bir ayağı ekonomik modeldir. Buna “emerging market” (dünyanın yeni yetme piyasası olmak) denildi. Öteki ayağı jeopolitiktir. Sykes-Picot (1915) coğrafyasında bir Ortadoğu devleti olmaya çekilmek, denilebilir. İki ayak iç içe, eşzamanlı düzenlendi, son 20 yıl uygulamaya geçildi. Modelde siyaset topluluğu bu ikisinin türevidir. Birikim ve ekonomik kriz modelin sermaye sınıfına ait kısmından, gövdesinden okunur. Oradan kaynaklanır. Emekçiler kısmından değil.

Modelin (sermayenin) ekonomik krizleri, dünya sermayesiyle göbek bağından ötürü, döviz kuru ve faiz üzerinden konuşulur. Sermaye içi çıkarlar (pay) tablosunun “balans ayarı” bunların kırmızı/yeşil ışıklarıyla yapılır. Birikim ve kriz önce oradan okunur. Modelin iktisatçıları hep, öncelikle bunları konuşurlar. Emekçiler kısmı ise sermaye sınıfının kararları ile şekillenen “bölüşüm şokları”na tabidir (Korkut Boratav, 16 Haziran). Orada iktisatçılar öncelikle emeğin payındaki daralmaları konuşurlar. Model “dolar”la işler. En yüksek fiyat hep kıt kalan dövizin fiyatıdır (“kur”). “Dolar”la dile getirilir. Daima yükselir. En düşük fiyat hep bol olan emeğin fiyatı, “ücret”tir. TL ile dile getirilir. Daima düşer. Tüm fiyatlar bu ikisinin arasında, bu makasın özelliğine göre oluşur, kâr ve rant yaratırlar. Model son 20 yılda kendi sermaye katmanlarını yaratmış, bunun “kritik halka”sı olarak kendi “orta sınıf”ını şekillendirmiştir. Onun işlevi ekonomi ve siyasetin üst katları ile modelin tabanı “razı olan insan” kitlesi arasında irtibattır. Son seçim kalın çizgilerle tümünü berraklaştırıyor.


KİM YÖNETİYOR, YÖNETECEK?

İngiliz tarihi kapitalizmi öğretir, anlatır. Oradan şunu görebilirsiniz: Kapitalizmin bir başlangıcı vardır. “Sermayenin ilkel birikimi” zamanı. Çünkü “tulumbanın ilk suyu” olan o “birikim” kapitalist üretim tarzının sonucu değil, başlangıç noktasıdır. Kitap (Kısım VIII) öyle yazıyor. 

Orada (Tudor’larla başlayıp) 300 yıldan uzun sürmüş. Toplum mülkiyetine zorla el koyup özel mülkiyete çevirmek, insanları çaresiz (bedava emek) kılmak ve ticareti özel ihalelerle “âbât” edip şirketleştirerek dünyaya “açılmak” ve coğrafyalara el koymak. Böyle yaratılan ilk birikim ve gücü. Siyasal dokusu mutlakiyettir. Sarayla sermaye sınıfları arasında örülen bir dokudur. Entrika ve savaşla pekişir.

Şimdi bize gelelim. Gerçekçi olalım. Türkiye kapitalizminde ciddi ölçekte ve hızda “sermayenin ilkel birikimi zamanı” son 20 yıldır. Evet, bizde sermayenin sınıf olarak en az yüzyıllık geçmişi var. Ama “İşte benim rejimimdir!” diyebileceği bir kapitalizm için önünü açacak çapta bir “ilkel birikim”e hiç kavuşamamıştı. Son 20 yıl dünya sermayesinin “Haydi!” demesi bunu getirdi. “İlkel birikim” İngiliz tarihinin kendi ürünüydü. Bizde dünya sermayesinin “sezaryen”i ile doğdu. Doğal kaynaklara, tüm coğrafyaya, Cumhuriyetin kurduğu tüm tesislere, kısacası toplumun mülkiyet alanına kısa süre içinde el koydu. Kendi mülkiyet ve güç alanını genişletti. Bir hızlı çekim oldu. Orada 300 yıl, burada 20 yılda yaşandı! Ve bu birikim sermaye sınıfına kısa sürede yeni katmanlar ekledi, onu irileştirdi. 

ATAR DAMARLAR

Dünya sermayesiyle bütünleşmeyi ticaret sermayesi üstlendi; finanstan destek aldı. Dünya kapitalizminin önde koşan atları da finans ve ticaretti. Ticaret burada sermayenin tüm damarlarını düzenleyen, “emerging” modelinin garantörü “amir” rolüne sahip oldu. Sanayiyi bu modele göre “marke” etti. Ticaret dünya sermayesine göbekten bağlıydı, sanayi de ticarete bağımlı oldu. Ticaret ve finans birlikte sanayiyi ithalata yönlendirdiler. “Dışa açılma”nın atardamarı ithalat oldu. Sanayi ithalatsız üretim yapamaz bir yapıya dönüştü. Böylece, sanayi hızlandıkça ekonominin dış açığı hep arttı. Hep artan açık hep yeni borç getirdi, bunun alışkanlıklarını bünyeye yerleştirdi. Döviz getiremeyen sanayi yapısı (5 Haziran’da yazdım) bu “emerging” modelinin dokusuna yerleşen “dolar kıtlığı”nı hep karnında taşıdı, ekonomiye yaydı. Sermayeye özgü krizlerin göbeğine bu kıtlık yerleşti. 

Siyasetin yorumuna girmeyelim. Ancak şunu gözden kaçırmayalım: Son 20 yılda siyaset topluluğu bu modele aykırı düşmemeye özen ve uyum gösteren bir eleme (seleksiyon) geçirdi. Dili değişti. Tarihin hangi zamanında yaşadığını kestirememişçesine, geçmiş yüzyılların “ilkel birikim” zamanına özgü üslup edinip “kul hakkı” ile konuşmaya, eski zamanların mezheplerinden medet ummaya başladı. Bu vurguları gitgide arttı ve modelin başta işaret ettiğim iki ayağı ile tam bağdaştı. Dünya sermayesi ve “ağa devlet” nezdinde modelin tümüyle istikrarlı zemine oturduğu güvencesini yarattı. Yirmi yılda, “tüm iktidar sermayeye” iddiası böylece ekonomiden siyasete, oradan topluma yayıldı.

BAĞDAŞMALAR, BAĞDAŞMAZLIKLAR

ANAKRONİZM

“İlkel birikim” ve “dünya ile bütünleşme” özdeşleşti mi? İki süreç tarihin farklı zamanlarına ait. Gerçi bunlar burada birlikte işliyor ve yapısında ilginç çelişkiler taşıyan bir “burjuvazi”nin yükselen sınıf olduğunu herkes görebiliyor. Ve bu kapitalizmde bu “anakronizm” (farklı zamanları bir arada, aynı anda yaşama tuhaflığı) gitgide keskinleşiyor. Dünya kapitalizmi “son aşaması”na erişerek kendine modern kurumlar ve kurallar yapmış ve siz yüzyıllarca gecikmiş “ilkel birikiminiz”le onun bağrında yer almaya çalışıyorsunuz! Buradan doğan bağdaşmazlıklar (çelişkiler) üzerinde durmayalım. Dünya sermayesi de bunu umursamıyor. Seçim sonuna bakalım.

Seçim takvimi boyunca ve sonunda sermaye sınıfından “çıt” çıkmadı. Siyasetin özellikle 2018’den sonra resmileşen, mutlakiyetin baskın olduğu yönetimine itirazları yoktu. Gitgide siyasallaşan, beslenen karşıdevrim damarına da karşı çıkmadılar. Sermayede, karşısında siyasal enerji birikimine sahip bir toplumsal, sınıfsal güç kalmamış olmasının rahatlığı, konforu vardı. Sermaye sınıfının mutlakiyet anlayışıyla siyasal uyumu, bağdaşması tamdı. Ancak, son iki yıl ekonomide, sınıf içi çıkarlar tablosunda “damar tıkanıklığı” belirtileri getirdi. Şimdi oradayız.

SİYASET İLE EKONOMİ

Dünya sermayesi (ve “ağa devlet”) için bu modelde ekonomi ve siyaset eş ağırlığa sahiptir. Ayrışmamalıdır. Oysa iktidarın anlayışında, siyaset ana eksendir; ekonomi buna göre şekillenebilmelidir. Bu çizgiden sapılırsa iktidar “ilkel birikim”le başlayıp artan yaşamsal desteklerinden yoksun kalır. Siyasetteki desteklerin özü ve “güvence”si, iktidarın, başından itibaren ülkeye bir “büyük gayrimenkul” olarak bakışı ile somutluk kazanıyor. Bunu kaybedemez. Bunun pratikte yarattığı ve yaratacağı nimetleri kendi, yükselen sermaye sınıfı ile sonsuzlaştırabilmelidir. Yapabildikçe gücünü tahkim edecektir. Yarattığı orta sınıf ve denetimindeki taban bu çizgiye bağlıdır, sadıktır. Son 20 yılda böyle olmuştur ve olmalıdır. Ekonomide bu çizgiden ve bununla bütünleşen “sosyal yardımlar” gibi “al-ver”lerden vazgeçemez. Çünkü mesele elde edeceği güçle yeni rejimi inşa edebilmesidir. Herhangi bir iktisat politikası ile olmaz, olamaz. Seçime kadar böyle gelindi. Ancak sermaye ile iktidarın 20 yıllık bütünlüğüne gölge düşmeye başladı.

Şunu görebiliriz: 2018’den sonra iş çatallaşıyor. Özellikle 2009’dan başlayarak, döviz getirecek/getirmeyecek her “muhataba” döviz kredisi yolu açıldıktan sonra sermaye kendi içindeki “dolarlaşma” yarışını hızlandırdı ama bir çatala doğru ilerledi. 2018’e gelince sermaye sınıfının “kol kırılır, yen içinde kalır” krizleri başlıyor. Sermayenin iç uyumu zorlaşıyor. Niçin? Temel nedeni var mı? Herhalde bunu öncelikle kapitalizmin “ilahi” özelliğinde, yani, bir sürekli birikim ve servet yaratma güdüsünü damarlarında taşımasında aramak doğru olur. O güdü “kutu”dan çıktı mı, zapt edilemiyor. Hele, son 20 yılın “reel kapitalizm” Türkiye’sinde sermayenin her “damarı”nın birbiriyle yarışırcasına mülkiyete ve servete hücumunu durdurmak, olsa olsa masum bakışlı iktisatçıların uykusunu kaçıracak, gerçekdışı bir niyettir. 2018 tarihi “Dolar kıtlaşacak, haberiniz olsun”un sessiz duyurusu ile yaşandı. Sonrasını biliyoruz. 2021’de, “artık dolar yok, KKM verelim, TL verelim”le başlayan “ucuz para=enflasyon” senaryosu düzenlendi. Seçime, sermayenin her katmanına ve hatta emekçilere bile TL dağıtarak erişildi. Ve böylece sermaye 2000’in dönemecinde başladığı yeni tarihinde 2018’den sonra 2023’de daha ciddi bir çatala geldi. 

ASOSYAL PAKT

Bu çatalda sermayenin temel sorunu “emerging” (ekonomi) modeli ile Ortadoğu devleti şekillenmesi (jeopolitik) arasında bağdaşmazlık çıkmamasını sağlamak olacak. “Dünya” bunu isteyecek. Bunu biliyor. Buna halel gelmemesinin kendisi için önemini bilecektir. Sermayenin “damarları” arasında son beş yılda giderek artmış olan uyumsuzluk çıplak gözle görülebiliyor. Uyumsuzluğu giderme görevi yine ticaret ve finans sermaye “damarları”nın maharetine bağlı olacak. Modelin masum iktisatçıları bunu bir “döviz/faiz” düzeyinin sağlayacağına inanarak gecelerini gündüzlerine katabilirler. Ama tarih 2002 değil. 2023 çatalı gösteriyor ki, buradan çıkış için mutat olarak emekçilere bir ağır fatura yüklemek yetmeyecektir. Bu “reel kapitalizm”, yapısıyla sınırlarına dayanmış görünüyor. Şairin söylemini biraz değiştirirsek “İlginç günler göreceğiz, çocuklar!”

Biliyoruz, emekçileri “bölüşüm şokları”ndan koruyacak anayasal, kurumsal, siyasal, sendikal “barikatlar” kalmadı. 

Okuyucu soracaktır: Kalmamışsa biz de sermayenin iç bağdaşmazlık krizlerine çare aramakla mı uğraşalım? Bir “asosyal kontrat”a katkı için seferber mi olalım? 

Ne dersiniz?

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet 

18 Haziran 2023 Pazar

Çivilerden, metallerden devrimci heykeller ve Kuzgun Acar - FİDE LALE DURAK / soL-Kültür

 'Çivilerden, metallerden devrimci heykeller yapan ustanın bize bıraktığı miras o kadar çok ki…'

Birkaç gün önce, 15-16 Haziran 1970’de yaşanan büyük işçi ayaklanmasının yıldönümüydü. İşyerlerinden kalkıp şehir merkezlerine yürüyüşe geçen işçilerin, kitlesel biçimde eyleme geçtiklerinde neler yapabileceklerini çok güzel gösterdikleri bu iki gün, sadece işçi ayaklanmasının yaygınlığı ve gücü nedeniyle değil, aynı zamanda 70’ler boyunca belirleyici olacak ayaklanmanın siyasi temsiliyeti açısından da önemliydi. Öyle ki, işçi sınıfı mücadelesiyle buluşmayanın aydın ya da sanatçı sayılmadığı bir meşruluk oluşacaktı. Bugünden baktığımızda doğal bir akışın parçası gibi gördüğümüz, sanatçıların işçi sınıfının partisiyle hareket etmesi daha derinden bakmayı hak ediyor. 

Sanat ile siyaset arasındaki diyalektik herhalde şöyle özetlenebilir; bir sanatçının işlerindeki politik etki ne sadece sanatçının bireysel devrimciliği ile sınanabilir ne de Türkiye’nin siyasi çoraklığı bahane edilerek içerikten yoksun işler iyi sanat eseri sayılabilir. Sonuçta sanatçı bir öznedir, her özne gibi nesnesine doğru etki eder ve kendi nesnesinden etkilenir. Bugün “işçi sınıfı mı var ki devrimci sanatçı olsun?” sözünün doğru ya da yanlış olmasının sonuca etkisi olmadığı gibi, herhangi bir özneye yüklenemeyecek kahramanlık ya da aşkın değiştirme gücünün sanatçı için de söylenemeyeceğini hatırlamak gerekir. Ancak, arayış içerisinde olmak, sürekli kendi nesnesine doğru etki etmek ve bu etkinin yarattığı karşılıklılık içinde devinmek bir sanatçı için olmazsa olmazdır. Ne şanslıyız ki böyle sanatçılarımız var. Bu diyalektikle hareket etmiş, düşünmüş, üretmiş ve daha 48 yaşındayken gökyüzünün en parlak yıldızları arasına karışarak aramızdan ayrılmış olan Kuzgun Acar’ı bu vesileyle hatırlayalım.

Kuzgun Acar, tam adı Abdulâhet Kuzgun Çetin Acar, 1928 yılında Etiyopya (bazı kaynaklarda Libya) kökenli Ayşe Zehra ile Nazmi Acar’ın çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Hali vakti yerinde babası, uzun süre Kuzgun’u kabul etmez. Bu yüzden Kuzgun Acar, çocukluğunun neredeyse tamamını annesiyle fakirlik içinde geçirir. İşçi olan annesi türlü işlerde çalışarak ikisinin geçimini sağlamaya çalışır ve bu zorlu hayatın içinde yaş aldıkça alkole sığınır hale gelir. Annesi bir süre tedavi görse de erken yaşta ölür. Babası, amcasının ısrarıyla Kuzgun’u 12 yaşında nüfusuna geçirir ama oğlunu hiçbir zaman sevmez, dışlar.

Kuzgun Acar’ın çocukluğu çalışarak geçer. Otomobil ve halı yıkamacıda çalışır, tekstilde ustabaşılık yapar. Hırçın olan tarafının işçilikle geçen çocukluğuna dayandığını düşünür. İlkokul ve ortaokulu nerede bitirdiği bilinmez. Lisede ise Ticaret Lisesi’ne gönderilir. Liseyi bitirdikten sonra babasının ayakkabı bağı fabrikasında çalışmaya başlar. Babasının işleri iyi gitmez, fabrika kapanır. Kuzgun Acar ise o sıralarda sadece sevdiği ve özel uğraş olarak yapabileceğini düşündüğü için İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolur. O sırada henüz bilmediği, bu attığı adımın hayatını değiştireceğidir. Ona göre heykeltıraşlık, Michelangelolar’ın dünyasında, hayallerinin dahi ulaşamayacağı bir yerdedir. Cumhuriyet’in kalkınmacı politikalarının yoksul çocukların elinden tutabildiği o günlerde, iki usta Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu Akademi’de hocadır. Kuzgun Acar, ilk yıl Rudolf Belling’in öğrencisi olur, daha sonra “iki koca yürekli insan” diyeceği ustalarının atölyesine geçecektir. Aynı yıllarda Bedri Rahmi’nin renklerinden ve ışığından etkilenir ve onun atölyesini de takip etmeye başlar. 1953’de Akademi’den mezun olur.

                           Kuzgun Acar, 1962, Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde ödül alan heykeli

 Kuzgun Acar, öğrencilik yıllarından itibaren soyut heykelle ilgilenir ve hep üretkendir. Henüz üçüncü sınıf öğrencisiyken ilk sergisini açar, mezun olduktan sonra da sanat çevrelerinden kopmaz. Akademili olmasına rağmen kendisini bu dünyadan ayrı konumlandırır ve bağımsız sanatçı olarak var olmaya çalışır. 1961-62 yılları arasında 6. Sao Paulo ve Venedik Bienalleri başta olmak üzere çeşitli sergi ve yarışmalara katılır. Venedik’ten mansiyon, 23. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nden ise birincilik ödülü alır. Adını asıl duyuran ise 1962’de iki heykeliyle katıldığı Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde, Alberto Giacometti’nin de jürisinde olduğu yarışmadan aldığı birincilik ödülüdür. Böylece hem yurtdışı bursu kazanır hem de heykelleri müzeler tarafından alınmaya başlar. 

Acar, Paris’te yaşadığı yıllarda yarışmalara ve sergilere katılmaya devam eder. Ancak, bir süre sonra geçim sıkıntısı yaşamaya başlar ve 1964’de Türkiye’ye döner. Çeşitli siparişler alır. Bunların içinde en bilinenini, İMÇ (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) için yapacaktır. İMÇ’nin yapımı sırasında, çarşının plastik estetiğinin sanatla iç içe olması planlanır ve bu amaçla birçok sanatçıya teklif yapılır. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Füreyya Korel, Sadi Diren, Nedim Günsür ve daha pek çok sanatçının işlerinin bulunduğu İMÇ için Kuzgun Acar, “Kuşlar” heykelini yapar.

                                Kuzgun Acar, 1966-67, “Kuşlar”, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı

“Kuşlar”, Acar’ın heykellerini anlamak için iyi bir örnektir. Figüratif heykelden başından beri uzak duran Acar’a göre, soyut heykel onun karakterine daha uygundur. Ama, onun asıl meselesi pahalı olmayan çivi, metal gibi gündelik malzemeleri kullanarak dinamik işler çıkarmaktır. Soyut dışavurumculuk içerisinde değerlendirilebilecek heykelleri, gelenekten beslenir ama ona eklemlenmez. Zamanının sanatsal biçimleriyle diyalog kuran ve seyirciyi de dışlamayan bir tarzı yaratma peşindedir. “Kuşlar”da, bir kuşun gerçekçi bir heykelini değil, kuşların hareketleri sırasında oluşan görüntüsünün soyutlamasını yapar. 

Kuzgun Acar, kuruluşu ile birlikte Türkiye İşçi Parti’sine katılır. Beykoz örgütündedir. Partinin eylemlerinde omuz omuza sınıfıyla ve sanatçı dostlarıyla birliktedir. DİSK’in sanatçılara yaptığı çağrılarda mutlaka heykelleriyle yer alır. Kanlı 1 Mayıs olarak tarihe geçen 1978 1 Mayıs’ında da olayları belgeleyen 8 mm’lik bir film çekmeyi başarmıştır. Bu politik tercihi nedeniyle, zamanla heykelleri asıldıkları yerlerden kaldırılacak, parçalanacak, satılacak ya da izleri kaybolacaktır. 

                                                     Kuzgun Acar, 1966, “Türkiye”

1966 yılında Ankara Kızılay, Emek İşhanı’nın duvarına Türkiye topraklarının çoraklaşmasını anlattığı soyut heykeli yapar. Ancak 1974 yılında kaldırılır ve daha sonra parçalanarak hurda olarak satılır. 1973 yılında Gülhane Parkı’na, içine çocukların oturabildiği, insanların eşyalarını asabildiği, işlevselliği de olan bir heykel yapar. Ancak bu heykel de kaldırılır ve akabinde kaybolur. 1974 yılında DİSK’e bağlı Maden İş Sendikası’nın Gönen’deki tesislerine “Yürüyen İşçiler” heykelini yapar. Metal atıkları kullanarak yaptığı duvara yerleştirme heykeli de 12 Eylül 80 darbesiyle birlikte sökülür. Neyse ki bu defa saklanmıştır. 1996-97 yıllarında eksik parçalar tamamlanarak tekrar yerine yerleştirilir.  

                               Kuzgun Acar, 1974, “Yürüyen İşçiler”, Gönen Maden-İş Tesisleri

1960’lı yılların sonunda sinemaya merak salar. Kısa metraj filmler ve belgeseller çeker. Tiyatrolar için tasarımlar yapar. Mehmet Ulusoy’un Paris’te kurduğu Özgürlük Tiyatrosu’nda sahnelediği, Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” oyunu için kostümler, masklar tasarlar. Oyun için Paris’te üç ay kalır. Sahilden topladığı deniz kaplumbağası kabuklarını kullanarak, oyundaki egemen güçlerin kostümlerini; bit pazarında bulduğu savaş döneminden kalma eski çelik tencere, tava, kaşık, çatal gibi malzemeleri kullanarak da maskları tasarlar. Kuzgun Acar malzemelerine sevgiyle yaklaşır. Ona göre önemli olan bu yaklaşımdır ve heykel her malzemeden olabilir. 

                                   Kafkas Tebeşir Dairesi oyunu için yaptığı masklardan

Acar’ın, heykeldeki yenilikçi tavrı devrimciliğinden geliyordu. Bu yaklaşımını en iyi kendisi anlatır: “Önce kendi işimde devrimci olmaya uğraşıyorum. Kaçınılmaz bir şey bu. Ben kendi heykelimde bir şey beceremiyorsam, bir yeni tad, bir yeni koku, bir yeni inanç koyamıyorsam kime ne söyleyeceğim ki…”

Kuzgun Acar, daha yapacağı heykeller, omuz omuza yürüyeceği yollar varken, 1976 yılında atölyesinde bir rölyef üzerinde çalışırken düşer ve beyin kanaması nedeniyle ölür. Dostları en çok nazikliğinden, yaratıcılığından ve eğlenceli halinden bahseder. Ressam Orhan Taylan bir gazetede yayımlanan röportajında şöyle der: “Lastik İş Sendikası bir kutlama gecesi için ‘bizim şu salonu şenlikli hale getirir misiniz’ diye sordular. Biz de kabul ettik. (…) Kuzgun’un nereden aklına geldiyse, lateks denilen balon yapımında da kullanılan esnek bir madde kullanmıştı bahsettiğim etkinlik için. Bir iskeletin üzerine bu lateks malzemeyi dökerek bir insan dokusu haline getirmişti, bu iskeletin yanağından makas alabilirdiniz, yanak uzuyordu çünkü. Bunun gibi komik, eğlenceli şeyler yaratırdı. Böyle şeyleri nereden aklına getirir, nereden bulur bu kadar malzemeyi diye hep şaşırmışımdır”.

Çivilerden, metallerden devrimci heykeller yapan ustanın bize bıraktığı miras o kadar çok ki… Hayatın tüm zorluklarına rağmen özne olabilmek, değiştirmek için tüm uğraşını, yaratıcılığını, vaktini vermek. Ama, sıkılmadan, söylenmeden, dostlarla birlikte olmanın güzelliğine her an vararak. Bize düşen bu umutlu mücadeleyi sürdürmek…

FİDE LALE DURAK / soL-Kültür

Düşen bir yaprak gibi: Seher Şeniz (I+II) - Hayatın acımasız davrandığı kadın: Feri Cansel (I+II) / Mesut Kara-Evrensel

 


Düşen bir yaprak gibi: Seher Şeniz (I+II)

Yaşadığı sevgi yoksunluğu, babaya ve aileye özlemin mutsuzluğuyla savrulan, hayatı boyunca sonbaharı yaşayan, sonunda da sararmış bir yaprak gibi dalından kopup düşen Seher Şeniz çevresine “Avrupa’ya gidiyorum" dedikten sonra evinde ölmeye yatarak, intihar ederek ayrılmıştı aramızdan.

Bir yürek sızısı olarak anılarımızda iz bırakan Seher Şeniz, tan vakti doğduğunda adını Seher koyanlar büyük umutlarla, güzel bir gelecek beklentisiyle kesmişlerdir göbek bağını. Bu anneden ilk kopuş, sonraki kopuşların da başlangıcıdır.

Seher Şeniz’in yaşam öyküsü Seher Başdaş olarak 1948 tarihinde, İzmir, Narlıdere’de başlar. Serpilip gelişip yaş aldıkça “İzmir’in kızları güzel olur” diyenleri doğrulayan Seher, güzelliğiyle dikkat çeken bir genç kız olur.

Ailesini terk edip giden babasını, hiç göremez. Anne, ağabey, abla ve Seher’den oluşan küçük aile İstanbul’a yerleşir. Seher ortaokul 2. sınıfa kadar okuyabilir.

Beyazperdede izlediği filmler, film yıldızlarının magazin dünyasına yansıyan haberleri onu da etkiler, o yıllarda yaşayan birçok genç gibi Seher de artist olmayı düşler. 1965 yılında Artist dergisinin düzenlediği yarışmaya Seher Şeniz adıyla fotoğraf gönderir. Elemeleri geçip dergide fotoğrafı yayımlansa da yarışmanın performans bölümlerine katılamadığından bir sonuç alamaz.  

O yıllarda birçok ilde, ilçede “plaj güzeli”, “kiraz güzeli” gibi yarışmalar düzenleniyordur. Bu yarışmalardan biri de Leyla Sayar dahil birçok sinema oyuncusunun katılıp dereceye girdiği ‘Caddebostan ‘Plaj Güzellik Yarışması’dır. Seher de 1965 yılında girdiği bu yarışmada ‘plaj güzeli’ seçilir. Aynı yarışmada sonraki yıllarda sinema ve müzik dünyasında ünlenen Seyyal Taner de 3. olmuştur.

Güzelliğine güvenen ve bu yolla bir çıkış yapabilme yolu arayan Seher şansını denemeyi, zorlamayı sürdürür. 1966 yılında katıldığı Türkiye Güzellik Yarışması'nda 2. seçilir fakat bu sonucu kabullenmez, itiraz eder, protestolu tepki gösterir. İkincilik kurdelesini jüriye fırlatır ve armağanı almayı da reddeder. Yarışmada Sevtap Eti, birinci seçilmiştir. Seher’e göreyse birincilik kendi hakkıdır. Sonuçtan memnun olmayan seyirci de uzun süre, ‘Seher… Seher...’ diye bağırıp açıklanan sonucu protesto eder, Seher Şeniz’e, destek verir. Güzel fiziğiyle dikkat çeken Seher tavrı ve protestosuyla da magazin basınının, menajerlerin, organizatörlerin dikkatini çekmiştir.

1962 yılında henüz 14 yaşındayken Cevat Okçugil’in yazıp yönettiği, “Kelle Koltukta” adlı filmde Muhterem Nur, Yılmaz Duru, Ahmet Tarık Tekçe, Vahi Öz, Zuhal Tan, Cevat Kurtuluş’la birlikte Seher Şeniz de küçük bir rolde yer alır.

Bir tanıdığının “akıl vermesi” ve önerisiyle sınırlayıcı aile hayatından kurtulup “özgür bir hayat” sürebileceği düşüncesiyle16 yaşında bir evlilik yapar. 1964 yılında yaşadığı bu evliliği bir ay sonra boşanmayla sonuçlanır. Sonrasında “Evlendiğim zaman bir erkek ile kadın arasındaki biyolojik farkı bile tam olarak bilmiyordum. Çok utanıyordum, ilk gecem tam bir felaketti. 2,5 saat boyunca banyodan çıkamadım” diye anlatır o günlerini Seher Şeniz.

1963-64 yıllarında avantür filmlerde horlanan dışlanan, dayak yiyen vamp kadın rolleriyle sürer sinema yolculuğu. 1965 yılında yönetmenliğini Hasan Kazankaya’nın yaptığı “Tehlikeli Adam” filminde Yılmaz Güney ve Selma Güneri ile birlikte öncesine göre biraz daha büyük ve iyi bir rolle yer alır kadroda. Seher Şeniz, 1985 yılına kadar yer aldığı 23 film içinde en çok 1971 yapımı Mehmet Aslan’ın yönettiği Kartal Tibet ve Eva Bender’in başrollerde olduğu “Tarkan: Viking Kanı” filmiyle, oradaki rolüyle tanınıp, ünlenir.

1975-76 yıllarında Seher Şeniz de ‘piyasa koşullarına’, yok sayılma ve parasız kalma korkusuna yenik düşerek erotik filmlerde yer alır. Bu iki yıllık sürecin mutsuz ettiği ve sinemada aradığını bulamayan Seher Şeniz, gece kulüplerinde, müzikhollerde sahneye çıkıp ‘striptiz’ yapmaya başlar.

GAZİNO SANHELERİ STRİPTİZ VE ORYANTAL

Fiziki güzelliğiyle ve onu sergileyerek dans edebileceğini düşünüp sahneye çıktığında kısa sürede şöhrete ve paraya ulaşır. Dönemin en ünlü, en görkemli müzikhollerinden Parizyen’de sahneye çıktığında “yabancı personel arasında tek Türk” Seher Şeniz’dir ve “Zora” adını kullanır.

Dönemin efsane isimlerinden müzisyen, yönetmen ve hiciv ustası, Seher Şeniz’in "ağabey" olarak görüp tavsiyelerini dikkate aldığı Celal Şahin de Parizyen’in müdavimlerindendir. Bir gece Celal Şahin, “gazinocular kralı” Fahrettin Aslan’la gelir, birlikte Şeniz’in şovunu izlerler. Celal Şahin’in o gece Seher Şeniz’e “Hayatını soyunarak, striptiz yaparak sürdüremezsin, dansözlük yapsana” dediği Fahrettin Aslan’ın da bu öneriyi destekleyerek önerilerde, tekliflerde bulunduğu söylenir.

Seher Şeniz yaptığı işi de dansözlüğü de içine sindiremeyip “Kötü, ayıp iş yaptığını” düşünse de öneriyi dikkate alıp kabullenir.

Dönemin tanınan önemli dans hocaları tutulur. Uzun, yoğun bir çalışma sonrası sahneye hazırlanan Seher Şeniz’in adı 1971’in sonunda Fahrettin Aslan’ın ‘Maksim Gazinosu’nun neonlarına dönemin ünlü isimleriyle birlikte ışıl ışıl yazılır. Dansöz olarak ülkenin en ünlü ve önemli birkaç isminden biri olacağı yolun ilk adımıdır bu.

(II)

Sinemada aradığını bulamayan bedeninin meta olarak kullanılmasından, “Cinsel obje olarak sömürülmesinden” rahatsız olan Seher Şeniz’i bu yeni seçimi, yeni ‘mesleği’ dansözlük de mutlu etmeyecektir. Kendi deyimiyle “iğrenerek”, utanarak yapar dansözlüğü. Fakat dans ederken bedenini kullanmakta oldukça yetenekli ve başarılıdır ve bu becerisi onu kısa sürede zirveye taşır.

Şöhret olmadan, henüz erkek bedenini bile tanımıyorken yaptığı ve kısa süren ilk evliliğinin sonrasında yolu ticaretin “kralları”yla kesişir, birliktelikler, evlilikler yaşasa da aradığı sevgiyi, mutluluğu, aile sıcaklığını bulamaz. ‘Gazinocular Kralı’ Fahrettin Aslan’ın oğlu Sacit Aslan’la birliktelik, nişanlılık yaşar. İkinci evliliğini Amerikalı Anthony Wilkins’le üçüncü evliliğini de Teknur Kiraz’la yapan Seher Şeniz’in traktör sektörünün krallarından olan Osman Hattat ve “elmas kralı” olarak söz edilen Jan Have Tosunyan’la da aşk dedikodularına karışır adı.

Röportajlarında utangaç olduğunu söyleyen Seher Şeniz sinemada soyunmaktan da sahnede dans etmekten de hoşnut değildir. O böyle hissediyor olsa da yaptığı işte çok başarılıdır. Ümit Bayazoğlu “Oryantal dansın 1960 gelenekleriyle yetişmiş en önemli dansözlerinden biri olduğunu” söyler.(*) ’70’li yıllarda Tülay Karaca ve Nesrin Topkapı ile birlikte en ünlü, önemli ve en aranılan üç dansözden biri olur.

Biraz nefes almak, yaptığı işlerden ve ortamlardan uzaklaşmak için eşi Teknur Kiraz’la birlikte Paris’e giderler, 1984’ten 1989’a kadar orada yaşarlar. Paris’in tanınmış striptiz kulüplerinde ve ünlü Moulin Rouge’da çalışır. Bu dönemde Playboy dergisinde fotoğrafları yayımlanan Seher Şeniz Playboy’ a soyunan “ilk Türk kadın” olarak kayıtlara geçer.

Evlilik ve “yuva sıcaklığı”, sevgi arayan biri olsa da onunla birlikte olmak isteyen erkekler onun sinemada ve dansözlüğüyle yarattığı imajının peşindedir. Bedeni ve şovlarıyla seks sembolü olarak görülüyordur.

Magazin dünyası, medyası ve toplumsal riya o gün de çok farklı değildir, akbabalıktan besleniyordur. Gerçek dışı haberlerle, yorumlarla insan harcamayı, insanların hayatları üzerinde tepinmeyi gazetecilik sananlar ve bugünün tabiriyle “Reyting alsın, çok okunup çok satsın da kim mutsuz oluyorsa olsun, kimin hayatı kararıyorsa kararsın” anlayışı o gün de geçerliydi toplumda ve medyada. Karda iz yoksa da “Yürüyordur ama iz bırakmıyordur” haberi yaparsanız olur biter, inananı, alıcısı çok olur nasıl olsa. O yollarda yürümediğini ispatlamakla da ‘haber mağduru’ uğraşsın artık. Bu ‘durumu’ birçok ünlü kadın gibi Seher Şeniz de yaşar. Örneğin dönemin gazetelerinden birinde olduğu gibi “Seher Şeniz iz bırakmıyor” başlığı ve “Üstelik rahibe de değil” alt başlığıyla içinde hiçbir somut bilginin yer almadığı “yorumlu-haber” benzeri haberler yapılır. Tam bir “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu” haberidir bunlar.

HAYATTAN KENDİ İRADESİYLE AYRILMA İSTEĞİ

Seher Şeniz çelişkili, çatışmalı, sevemediği, alışamadığı işlerin ortamların içinde sürdürmek zorunda kaldığı, mutsuz olduğu hayatından “Kendi iradesiyle kurtulmak” ister ve intiharı tek kurtuluş olarak görüyor gibi bunaldığı kendini yenik düşmüş gibi gördüğü bir gün (29 Haziran 1984 tarihinde) intihara kalkışır, içtiği ilaçlar sonrası ölümle yüz yüze gelse de uzun uğraşlar sonucu kurtarılır.

Ümit Bayazoğlu “Seher Şeniz’le ilgili yazısında bu ilk girişimi şöyle anlatır: “… (Mogadon’un bir kutusu kafa yapardı, bunu alkolle ‘çakan’ pembe pembe köpürür ve her şeye gülerdi. Reçetesizdi. Foyası meydana çıkınca piyasadan çekildi.) Dört kutu Mogadon’u deviren Seher Şeniz ertesi gün gazetecilere evinde randevu verdiğini unutup ölmeye yattı. Genellikle randevularına çok lakayt olan gazeteciler Seher Şeniz’e gelince çok dakiktiler. Bu sayede kurtuldu. Alelacele Amerikan Hastanesine kaldırıldı. Ancak 12 saat sonra yaşamda olduğunun işaretlerini vermeye başladı. Gözünü açar açmaz nerede olduğunu sordu. Sonra ‘Ölmek istiyorum’ diyerek başını Öteye çevirmişti.(**)

SİNEMA SERÜVENİ

Yer aldığı 1962 yapımı ilk filmi “Kelle Koltukta”dan Aram Gülyüz’ün yönettiği 1985 “Uyanıklar Dünyası” adlı son filmine kadar 23 filmde yer alan Seher Şeniz az sayıdaki filminde benzer rollerde oynar. 1976’da uzaklaştığı sinemada Paris dönüşü kendine yer bulamaz. Türkiye’de hiçbir şey bıraktığı gibi değildir. Seks filmleri furyasından uzak kalsa da birkaç filmin afişlerinde seks filmi çağrışımı yapar türden çıplak ya da yarı çıplak görüntüleri kullanılır.

“Dünyanın en romantik insanlarından biriyim. Sevişmektense, saatlerce el ele tutuşup oturmayı severim” diyen Seher Şeniz’in çığlığı boşlukta yankılanır. Bedeniyle var olmanın ve yaşadığı ilişkilerin verdiği mutsuzluk, huzursuzluk, yorgunluk onu atlatamayacağı bir bunalıma sürükler. Komşularına ve ağabeyine “Avrupa’ya gidiyorum” diyerek eve kapanır. Günler sonra komşuların polise ve ağabeyi Turhan Başdaş’a haber vermesi üzerine, eve giren ağabeyi başucunda bir mektupla kardeşi Seher Şeniz’in cansız bedeniyle karşılaşır. Tarih 14 Mayıs 1992’yi gösteriyordur, bir kez daha çok sayıda hap içerek evinde ölmeye yatmış ve bu kez “Ölmeyi başarmıştır” Seher Şeniz.

Arkasında bıraktığı mektubunda şunları yazmıştır: “Nihayet bu iğrenç dünyadan gitmeyi başardım. Ölmenin, ölmeye çalışmanın bu kadar zor olduğunu söyleselerdi alay ederdim. 15 yaşında anladım insanların ne mal olduğunu. Ben fahişe olmak için yaratılmamışım, hassas ve duygusalım. Öldüğümü kimse bilmesin. Peruklarımı yakıp, küllerimi savurun. Müslüman geleneklerine göre gömülmek istemiyorum. Beni beyaz bir bornoza sarıp her yerimi kapatın o kadar.”

“Onun dansı, yasak olanla olmayan tüm fiiller arasında gidip gelen bir danstı. Karıştırmayı, öğütmeyi, soğurmayı içeriyordu. Kalçalarından kıvılcımlar saçardı. Baldırlarını titreterek çömelir, omuzlarını titreterek yerden kalkardı. Büyülü liriği insanda hoş bir uyuşukluğa neden olurdu. Onun dansı söğüt dallarının rüzgarda salınması gibiydi. Ateşin yavaşça sönen ışığında şallara bürünmüş, gülücükler saçan bir dansöz geldi, karanlığı altına çevirip bu alemden çekip gitti”(***)

Yararlandığım kaynaklar:
- (*), (**), (***) Ümit Bayazoğlu; Hatırda kalmaz satırda kalır/58 Portre. Aras Yayıncılık, 2013
- https://www.biyografi.info/kisi/seher-seniz

- youtube kanalı: MegaSinn 

                                                                                  /././


Hayatın acımasız davrandığı kadın: Feri Cansel (I+II)

Adı her zaman kendisinden önce gelen insanlardan biri de Feri Cansel’di. Büyük seyirci kitlelerini peşinden sürükleyen bir yıldız olmasa da döneminde sinema ve sahne hayatıyla hep gündemde oldu. Hatırı sayılır bir hayran kitlesi vardı. Güzeldi, sempatikti, kameranın sevdiği yüzlerdendi. Tırnaklarıyla kazıyarak yükseldiği sinemada da geçimini sağlamak, hayatını sürdürmek için çıktığı sahnede de kendi çabalarıyla var olma mücadelesi verdi ve adından söz ettirmeyi başardı.

Erkek egemen bir ülkede kadın olarak var olmak zordu ne yazık ki. Güzel Oyuncu Feri Cansel de erkek şiddetine maruz kalarak canından oldu. Oysa sadece sevmek ve sevilmek, mutlu olmak istiyordu. Trajik bir saldırı sonrası acı bir sonla aramızdan alınırken, arkasında 141 sinema filmi, sahne hayatından anılar, annesinin uğradığı saldırıya tanık olan acılı bir kız çocuğu bırakıyordu.

Güzel bakan güzel gözleri, güzel yüzü, sempatikliği ve fiziğiyle dikkat çeken Feri Cansel, yapmacıksız, sade oyunculuğuyla, doğallığıyla da kendini göstermeyi, beğenilmeyi başarmıştı oynadığı filmlerde. 

7 Temmuz 1944 yılında Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da doğan Feriha, Londra’da kafe işleten ve İngiliz vatandaşı olan babasından dolayı İngiliz vatandaşıdır. Hem Kıbrıs’la hem de İngiltere’yle bağlantısı olduğundan çok kültürlü bir ortamda yaşar çocukluğunu, gençliğini. Lefkoşa’da Atatürk Ortaokulunda okur. Okulu bitirdiğinde İngiltere’ye gider ve orada Hairdressing School ‘u bitirerek bir kuaförde manikür ve pedikür yaparak çalışır.

O yıllarda henüz gençliğini yaşayamadan kendisinden 15 yaş büyük bir erkekle evlendirilen Feriha böylece ilk travmasını yaşar, hayatın acımasız, adaletsiz, sevgisiz yüzüyle tanışır. Henüz 19 yaşındayken anne olur ve kızına Zümrüt adını verir. Turist vizesiyle, Türkiye’ye gelir fakat çalışma ve oturma izni olmadığından en fazla 6 ay kalabilecektir. İstanbul’da dansözlük yapan Kıbrıslı bir arkadaşıyla bir ev tutar. 1964 yılında Taksim’deki Parisien Kulüp’te ‘servis hostesi’ olarak iş bularak kaçak çalışmaya başlar. Kısa bir süre sonra fiziğiyle dikkat çeken Feriha, Parisien’de striptiz yıldızlığına kadar yükselir. Her geçen gün yeni insanlar tanıyan, giderek çevresi genişleyen ve İstanbul’da tanınmaya başlayan Feriha Yeşilçam çevrelerinde de dikkat çeker.

Aldığı teklif sonrası 1964 yılında Nedim Otyam’ın çektiği “Kan ve Gurur” filminde Ahmet Mekin’le birlikte kameraların karşısına geçer. 1967- 68 yıllarında arka arkaya gelen filmlerde küçük rollerde yer alır ve sinemadaki adı Feri Cansel olarak yazılır afişlere, jeneriklere: Daha sonra da sinema tarihine.

1969 yılında arka arkaya oynadığı 21 filmden biri de Yılmaz Güney’in oynayıp yönettiği “Bir Çirkin Adam” filmiyle başrole geçer. Bu filmle ve Yılmaz Güney’le tanışmasıyla bir süreliğine de olsa mutluluğun, huzurun ve etkisinde kalacağı bir aşkın, dostluğun kapısı açılır Feri Cansel için. Yılmaz Güney’in kanatlarının altına aldığı Feri Cansel, Yılmaz Güney’e aşık olmuştur, evlilik hayalleri kurmaktadır.

Yılmaz Güney’in fırtına gibi estiği sinemasıyla da özel hayatıyla adından söz ettirdiği, başının devletle, polisle sık sık derde girdiği hızlı zamanlarıdır. O da Feri Cansel’in iyi kalpli, cesur, açık sözlü oluşundan etkilenmiştir. Bir sorun yaşayıp adliyelere düştüğünde, tutuklandığında Feri Cansel hep yanında durur. Yılmaz Güney askere alındığında Feri Cansel

Muğla’ya gidiyor, birliğinde ziyaret ediyordur. Ne yazık ki Feri Cansel’i çok mutlu eden bu aşk çok uzun sürmez, Yılmaz Güney Feri Cansel’den ayrılır. Bu ayrılık ve terk edilme sonrası uzun süre acı çeken Feri Cansel birliktelikleri süresince Yılmaz Güney’den hep övgüyle söz eder, nasıl mutlu olduğunu anlatır çevresine ve basına.

Aşık olduğunu, sevdiğini söylediği Yılmaz Güney için şöyle diyordu; “Adama ‘Çirkin Kral’ diyorlar. Ama neresi çirkin? İçi de dışı da sinemanın en güzeli. Hele o gizemli bir tebessümle kıvrılan dudakları ve insanın içine işleyen o derin bakışları başka kimde var Allah aşkına!”

Vatandaşlık almayan, göçer konumda olan sanatçılar için de serbest çalışmak zordur, oturma ve çalışma izinleri yoksa 6 ayda bir yurt dışına çıkmaları gerekiyordur. Sinema dünyasından İngiliz vatandaşı Kıbrıslı Feri Cansel de İranlı Oyuncu Cihangir Gaffari de “kaçak olarak çalışıyor” konumundaydılar. Dönemin Emniyet müdürü bu iki oyuncu için “Cihangir Gaffari ile Feri Cansel 5682 sayılı Kanun hükümleri dahilinde Türkiye’de icrayı sanat etmektedirler. Çalışma müsaadeleri yenilenmezse, zararlı faaliyetlerde bulundukları tespit edilirse, bu şekilde hareket eden diğer yabancılar gibi her ikisi de yurt dışına çıkarılırlar ve tahmin ederim bir daha Türkiye’ye kolay kolay dönemezler.”(*)

Feri Cansel’i çaresiz ve zor durumda bırakan oldukça sert bir açıklamadır bu. Kıbrıs’a gidip dönen Feri Cansel “Türk vatandaşı kimliğini alabilmek”, iş bulup çalışabilmek için para karşılığı bir apartman görevlisi ile anlaşarak formalite evliliği yapar.

(*) https://www.youtube.com/watch?v=ODogP03f-J8&t=13s

(II)

İzinsiz, kaçak çalışması gittikçe zorlaşan, sınır dışı edilme riskiyle yaşamaktan yorulan Kıbrıslı Feriha, yurttaşlık hakkını elde edebilmek için bir apartman görevlisiyle para karşılığı formalite evliliği yapar. Bir yandan1964 yılında “Kan ve Gurur” filmiyle başladığı sinema oyunculuğunu sürdüren Feri Cansel 1973 yılına kadar ses getirmeyen, iz bırakmayan türden olsa da çok sayıda filmde yer almıştır. Fantastik avantür, aksiyon filmlerinde canlandırdığı erkeksi, matrak, argo konuşan rollerle ilgi çekip, beğeni toplamış, sevilmişti.

Fakat ülkede ekonomik ve siyasi kriz dönemi başlamış, kendi krizini, açmazını çözemeyen sinema seyircisini kaybetmiş, seyirci salonlardan çekilip eve kapanmıştır. Bu koşullarda farklı çözüm arayışlarına giren, yeni yönelimlere savrulan Yeşilçam, kendi tükenişine, yıllarca zorlu koşullarda özveriyle ‘Sektör olamayan sektöre’ emek veren oyuncusundan senaristine, yönetmenine çok sayıda ‘yetişmiş’ insanın sinemadan kopmasına neden olan yeni bir furyanın içine düşer.

Başlayan bu yeni furya ‘erotik filmler’ furyasıdır. Yıllarca sürecek olan bu furya döneminde açılan kapıdan geçen onlarca insanın, özellikle kadın oyuncuların sonraki hayatlarında yıllarca sürecek ağır izler, acılar, yaralar bırakan, mutsuzluklar yaşatan kabus gibi bir dönemdir bu. Erotik komedi filmlerle başlayan gittikçe tamamen kadın bedeninin, ruhunun ağır, acımasız sömürüsüyle, topluma yönelik cinsel sömürüyle süren bu furya döneminde damgalanan, dışlanan, ötekileştirilen kadın oyuncular bu dönemde de sonrasında da ağır bedeller ödemek zorunda kalırlar. İzlerini kaybettirip kayıplara karışırlar. Adlarını ve yaşadıklarını unutturmaya çalıştıkları bu süreçte hiçbiri yaşadıklarını, yaşatılanları unutamaz.

 Tedavisi ve telafisi zor yaralarla çıktıkları büyük yangın sonrası binbir güçlükle yokluklar içinde kurmaya çalıştıkları ‘yeni hayatlarında’ kimi yeni bir yuvaya sığınıp çoluk çocuğa, toruna kavuşup yeni sevgilerde mutluluğu aramış, kimi farklı sektörlerde şansını denemiş var olmaya çabalamıştır.

Aynı dönemden birçok ‘benzeri’, yol arkadaşı, dostu gibi, Arzu Okay, Mine Mutlu. Seher Şeniz gibi ve daha birçok aynı dönemi, benzer acıları, bunalımları yaşamış kadın oyuncu gibi Feri Cansel de açılan o yeni kapıdan geçer, erotik filmlerin “seks yıldızı” olarak anılan oyuncusu olur. Mutsuzluğun, şanssızlığın peşini bırakmayacağı kabus gibi günlerin de kapısı aralanmıştır.

Feri Cansel 1974 yılında furyanın ilk erkek oyuncusu Sermet Sendengeçti ve benzer acılar, mutsuzluklar yaşayan, aynı damgalanmalarla dışlanıp günah keçileri ilan edilen, dönemin önemli iki ismi Arzu Okay ve Mine Mutlu’yla birlikte yer aldığı “Ah Deme Oh De” adlı filmle furyaya katılır ve türün yıldızlarından olur. 1967-1979 yılları arasında oynadığı 140 film içinde acı ki 1974-79 arasında yer aldığı 20’ye yakın erotik komedi filmiyle ve “seks yıldızı” olarak anılır.

Burada bir not düşmek istiyorum; yine dışlanan, ötekileştirilen, benzerleriyle aynı acıları, benzer mutsuzlukları yaşayan “seks yıldızı” olarak damgalanan, furyanın kadın oyuncularından Karaca Kaan’ın söyledikleri: “200 film çevirdim, 60’ında başrol oynadım. Her yaptığımızın adı ‘seks filmi’ oldu. Çok zor yıllardı, özgürlüğümüz elden gitmişti, paraya ihtiyacımız vardı, gidip bir yere sıfırdan başlayamazdık, adımız vardı. 100 -150 bin lira kazanıyorduk en fazla, para yoktu yani. Bu işin kaymağını yapımcılar yedi. Tek başıma yürüyemiyordum. Aaa, bak seks filmi artisti, sinema oyuncusu değil, seks yıldızı. İtibarsızlık ve aşağılama, sanki külotsuz dolaşıyormuşum gibi bakışlar.”

Dönelim Feri Cansel’in yaşam öyküsüne; 3 yıl uzak kaldığı, filmlerde yer almadığı sinemaya, oyunculuğa 1982 yılında Kartal Tibet’in yönettiği “Gözüm Gibi Sevdim” filmiyle bir kez daha döner. Filmin başrolünde Dönemin Popüler Şarkıcısı, Besteci, Oyuncu, yönetmen Gökhan Güney vardır.

Feri Cansel sinema dışında ve ekonomik sıkıntı yaşadığı günlerde şarkıcı olarak gazinolarda sahneye çıkar. İş Adamı Yusuf Tereyağoğlu’yla yaptığı uzun sürmeyen evliliğinde de aradığı mutluluğu, huzuru bulamaz. 1979 yılında sahneye çıktığı İzmir’de tanıştığı Melih Ük’e aşık olur. Ticaretle uğraşan Melih Ük İstanbul’a yerleşir ve birlikte yaşamaya başlarlar. Birlikte Kadıköy Moda’da Zümrüt adıyla bir market açarlar. Birbirlerini çok seviyorlardır ve Feri Cansel aradığı aşkı bulduğuna inanır.

’80’li yıllarda gazinolarda sahneye çıkıp şarkı söylemeyi sürdürüyordur Feri Cansel. Bursa Köşk Gazinosuyla anlaştığı, gitmek için hazırlıklar yaptığı günlerde Melih Ük’le de aralarında sorunlar, tartışmalar yaşanıyordur. Bursa’ya gideceği sabahın akşamında aralarında Dursun Seyfioğlu’nun da olduğu arkadaşlarıyla evde oturuyorlarken Melih Ük gelir; içkilidir. İkilinin arasında tartışma yaşanır. Feri Cansel’in kızı Zümrüt de evde, odasındadır, tartışma sesleriyle odasından çıktığında annesinin ağladığını, Melih Ük’ün elinde silah olduğunu görür. Kızı Zümrüt’ün ve Feri Cansel’i tanıyan, seven insanların acısını, travmasını tazelememek için cinayetin ayrıntılarına girmiyorum.

O gece Melih Ük Feri Cansel’e kızı Zümrüt’ün ve evdekilerin gözleri önünde defalarca ve acımasızca ateş eder. Taksim İlkyardım Hastanesine kaldırılan Feri Cansel kurtarılamaz.

 Ölüm tarihi kayıtlara 2 Eylül 1983 olarak geçer. 6 Eylül 1983’de Şişli Camii’nde yapılan cenaze törenine Feri Cansel’in ‘az sayıda’ acılı arkadaşı katılır. Yakınlarının topladığı parayla Kıbrıs’a, doğduğu topraklara gönderilen cenazesi yine az sayıda tanıdığının katılımıyla Lefkoşa Mezarlığında toprağa verilir.

Hayat, insanlar, sektör, sevgililer Feri Cansel’e çok acımasız davranmıştır; acılı, mutsuz, kırgın ayrılır bu dünyadan.

Mesut Kara-Evrensel