İyi bir roman: Atadam
Bir kitap okudum hayata bakış açım değişti…Bunu söyleyebildiğiniz az sayıda kitap vardır ve bu roman onlardan biri.
Bir kitap okudum hayata bakış açım değişti…
Bunu söyleyebildiğiniz az sayıda kitap vardır ve bu roman onlardan biri. Hasip Akgül’ün “Atadam” romanını raflarda gördüğümde, daha önce aynı yazardan okuduğum “Görme Kılavuzu” ve “Albayım” kitaplarından edindiğim ‘yazara güven’ duygusuyla seçtim bu romanı. Okuyunca da etkilendiğim için yazma gereği hissettim.
Bu arada yayınevini de kutlamak lazım, bu kağıt pahalılığında iyi bir baskı ve kaliteli tasarımıyla kitabı bize ulaştırabildiği için.
Mitolojinin, din kitaplarının, söylencelerin ve edebiyatın tüm güzelliklerini içinde barındıran ve övülmeyi hak eden bir roman. Son derece özgün ve sade olmasına rağmen oldukça görkemli bir hayal gücüyle donatılmış. Kitabın 11. Bölümünün başına düşülmüş Alain Fornier’in sözü, romanlardaki olağandışı ile gerçeğin dengesinin formülünü vermiş.
"Çünkü roman bir belgesel değil, akademik bir tez çalışması ya da makale değil. Bize farklı bakış açıları sağlayan, dünyayı, ezber bozarak yeniden şekillendirmemize yol gösteren bir portal. Tıpkı müzik gibi."
Yazar bölüm başına koyduğuna göre belli ki bu formülü benimsemiş; “Ben olağandışıyı ancak gerçekle sıkı sıkıya sarıldığında severim; onu geçersiz kıldığında ya da aştığında değil.” (Sayfa 99) (Aktaran, John Fowles, Zaman Tüneli) Çünkü roman bir belgesel değil, akademik bir tez çalışması ya da makale değil. Bize farklı bakış açıları sağlayan, dünyayı, ezber bozarak yeniden şekillendirmemize yol gösteren bir portal. Tıpkı müzik gibi. Bu portal gerçekle hayal gücü, olağanla olağandışı arasında gezinmemizi sağlıyor.
Atadam romanında, Jose Saramago’nun olağanüstü şeyleri bile inandırıcı bir dille anlatımındaki ustalık yer yer kendini hissettiriyor. Aynı zamanda Yaşar Kemal’in büyük efsaneleri anlattığı sade ve mütevazı diline yakın bir anlatım söz konusu. Hermann Hesse’nin doğu felsefesinin izini sürdüğü yazım dilindeki ustalığına yakın bir ölçü yakalamış. Sanki bir dengbêjin söylediği kılam gibi yazılmış. İnsan olmanın değerlerini bize yavaş yavaş ve tatlı tatlı anımsatan, doğanın erdemini yeniden fark etmemizi sağlayan, gösterişsiz ama çarpıcı bir yapıt.
İlk bölümde Atadam’ın efsanevi varoluşu mitolojik bir dille anlatılıyor. İnsan başı ve at gövdesinin bir araya geldiği ve tek vücut olduğu bu hayali varlık, yaşamı farklı kavrayışların uyumunu anlatan bir simge. İkinci bölümse tamamen gerçek temellere dayandırılmış bir izlek sunuyor bize. Ulusalcı ve ilk Türk kadın Binbaşı Asena karakterini tanıtıyor. Bu bölüm adeta uçağın havalanmadan önce hız aldığı pistten yani gerçeklerden yola çıkarak kurgudaki izleğin temel taşını oluşturuyor. Sonradan değişime uğrayacağı için baş kahraman olarak tanımlayabileceğimiz Asena’yı kendi ağzından tanıyoruz.
Aslında askeri veteriner olan Binbaşı Asena, Atadam’la ilgili söylenceleri doğuda araştırmakla görevlendiriliyor. İşte hikayemiz böyle başlıyor ve sonrasında ayrıntılarıyla çizilmiş diğer önemli karakterleri tanıyoruz. Bu karakterlerin içinde Reşo adında bir de katır var.
Türklüğü yüceltmek için görevlendirilen Asena’yla, Türk-Kürt barışı konusunda simgeleştirilmek istenen Katır Reşo karşılaşıyor. Özel güçlere sahip duyarlı bir katır olan Reşo,’yu önce kaçakçılar sınırdan geçerken mayın bulmakta kullanıyor, sonra Kürt gerillalar onu ele geçirerek aynı yeteneğinden yararlanıyor, daha sonra da aynı amaçla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet veriyor ve emekliye ayrılıyor. Bir kara-mizah olarak karşımıza çıkan Katır Reşo’nun acıklı hikayesi bizi bu dünyada cinsiyetsiz bir katır olmanın değerine, ırk, din, cins ve dil ayrımının anlamsızlığına, dünyayı ve doğayı çıplaklığıyla anlamanın büyüsüne itiyor.
Hasene karakteri de bu düşünceyi güçlendiren önemli bir örnek. Hasene, kadın ve erkek ruhunu içinde taşıyan, toplumdan dışlanmış olsa da yer yer kendini kabul ettirebilmiş özel biri. Onu, anlatma becerisi yüksek bir dengbêj ya da bir şaman olarak nitelendirmek yerinde olur.
Atadam’ın Nuh’un gemisine kabul edilmeyişi mitolojik bir öykü gibi anlatılmış. Gemiye alınmama nedenleri bize yaşamı yeniden sorgulatacak değerde. “…Yerleşik insanların dizgin diye bir şeyi keşfetmesiyle kendisine benzemeyen varlıkları yok etme eğilimi giderek belirginleşmişti….” “…Bu yüzden tarih boyunca dizgini reddetmiş atadamlar, hem ahlak hem dünya dışıydılar…” (Sayfa 48)
Hatırlamak, geçmişe karşı bir zafer. Ölüm girdiği her yeri boşaltıp üzerine kara bir şal örterken, hatırlamak bunları birden çeker atar"
Babası Türk ve köy öğretmeni, annesi Kürt olan Bekes karakterini 7. bölümde yine kendi ağzından tanıyoruz. En sevdiği arkadaşı Hasene nehirde boğulduğu anda doğduğu için Katır Reşo’yu onun yerine koyuyor. O artık Katır Reşo’dan sorumlu ve onun dilinden anlayan tek kişi. Aradan yıllar geçtikten sonra Bekes hatırladıkça anlatıyor ve böylece Katır Reşo’yla Bekes’in iletişimlerine, yaşamı algılama şekillerine tanık oluyoruz. “…Hatırlamak, geçmişe karşı bir zafer. Ölüm girdiği her yeri boşaltıp üzerine kara bir şal örterken, hatırlamak bunları birden çeker atar…”(Sayfa 66)
10. bölüm, hikayeyi bir de Katır Reşo’nun ağzından dinlediğimiz çarpıcı bir bölüm. Duyarlı Katır Reşo sözlerden değil de duyularından yola çıkarak algıladığı dünyayı bize anlatıyor. Yıllar sonra Bekes’le karşı karşıya getirilen Katır Reşo onu dokunuşundan tanıyor ve şunları söylüyor; “…Dokunuşlar da insanlardaki parmak izi gibi değişmiyor demek ki…” (Sayfa 97) Her zümrenin kendi tarafına çektiği bu iki karakter bize yaşadıkları hayatla işaret ediyor ki “…Hep birbirine ters şeylerin yan yana geldiği bir dünyada hangisinin daha iyi olduğuna karar vermemek en iyisiydi…” (Sayfa 144) “Doğa, karşısında korku ile titreyerek verimli olunabilecek bir yer değildi. Onun karşısında ancak kaygılardan soyunulduğunda aşka ulaşılabilirdi…” (Sayfa 156)
"Güzellik her zaman farklılardan ürüyor"
Romandan son bir alıntı daha yapmak isterim; “…Karnındaki canlı bizden çok farklı olursa sakın korkma, bunun güzel bir şey olduğuna emin ol! Güzellik her zaman farklılardan ürüyor…” (Sayfa 160)
Roman, zamanın akışını kesebilen ve an’ı yavaşlatan, bazen çok hızlandırabilen en önemli oluşlardan biri. Romanın en temel en evrensel varlık nedenlerinden biri de belki budur denilebilir. Yeni bir zaman algısı yaratmak, olağandışı durumlardan yola çıkarak olanı görebilmenin belki de en güvenli yolu. Kavrayamadığımız ve anlayamadığımız yaşamın tüm hallerine hurafe uydurmak yerine olanın tüm gerçekliğiyle önümüze serildiği bir mecra belki bu zaman algısıyla oynamayla kazanılabiliyor.
Sabırla yazılmış, bilgiyle güçlendirilmiş, hayal gücüyle dokunulmaz hale gelmiş bir efsane. 2022’nin başında Ocak ayında basılmış olan bu kitap yolculuğuna yeni başlamış. Belli ki “Atadam” okundukça şekillenecek, anlaşıldıkça yerini bulacak ve edebiyatın şaşmaz terazisinden geçerek, gerçek değerine ulaşacak. Fikrine ve yüreğine sağlık Hasip Akgül.
YUNUS EMRE BOZDOĞAN* -soL/Kültür
*Yunus Emre Bozdoğan: Yazar ve Devlet Tiyatrolarında Rejisör
/././
Hasip Akgül ile son romanı 'Atadam'a dair - 27/02/2022
Hasip Akgül’le geçtiğimiz günlerde Yazılama Yayınevi’nden çıkan kitabı Atadam üzerine konuştuk.
Hasip Akgül’ün künyesinde Dokuz Eylül Üniversitesi, Tiyatro-Yazarlık Bölümü mezunu olduğu bilgisi yer alır. Birçok çalışmasında, konuları ele alışında ve aktarımında bu eğitiminin yansımalarının olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sanata dair tartışmalarda, denemelerinde hem sahnedekini hem de seyirciyi aynı terazide tartabilen, değişimleri oluş anında kavrayan bir bakışı olduğunu söyleyebiliriz.
Kendisinin “Oğuz Atay’ın Yaşam Oyunu” isimli monografisi ve “Türkiye Büyülü Hapishanem” isimli derlemesini de hatırlatarak, en akılda kalan çalışmasının ise “Görme Kılavuzu” olduğunu söyleyebiliriz. Görsel ve plastik sanatlara dair ayrıntılarla zenginleştirdiği çalışmasının “hızla bozulan görme algımız ve üzerimize boca edilen görsel şiddet üzerine” olduğunu ifade eder.
Toplumsal Kurtuluş ve Yeni İnsan dergilerindeki üretimleriyle hatırladığımız , en son 2016’da “Albayım” romanıyla gündeme gelen Akgül, yeni çıkan Atadam romanı üzerine sorularımızı yanıtladı:
Atadam romanında "ben anlatıcılardan" birinin insan olmaması cesur bir adım bence. Özellikle tarih yazımının insan merkezli olmaktan kurtarılması son yıllarda akademilerde de kendini var eden bir örnek, buradan başlayabilir miyiz?
Çoğu zaman doğamızın bir yanını bastırırken “hayvani doğamızdan” söz ederiz. Roman için inkâr edilmiş duygular önemli malzemelerdir. Örneğin Kafka inkâr etmez, tam tersine sabah uyandığımızda kendimizi hayvan olarak buluşumuzu inandırıcı ve çarpıcı şekilde anlatır.
Yani romancılar bunun nasıl bir sonuç yaratacağını düşünürler?
Hayvanlarla ortak bir geçmişten geldiğimiz, onlarla aynı doğayı paylaşan canlılar olduğumuz duygusu çok uzun zaman önce unuttuğumuz bir duygudur. İnsanı evrimin tepe noktası, yaşayan her şeyin haklı sahibi olarak gören bu inanca akademisyenler “antroposantrizm” adını koymuşlar. Bu kaçınamadığımız bir olgudur ama aynı zamanda insanlık olarak içimizde gizli utanç duygusu yaratmış bir olgudur. Kurduğumuz uygarlığın temel elementlerinden biri bu utanç duygusundan kaçıştır.
Siz bu romanı yazarken temelde neyi düşündünüz?
Uzun süre önce insanla hayvanın aynı doğanın ortakları olmaktan çıkarılmasıyla bugün (üretim ve tüketim süreçlerinde) ekonomik “değer” yaratamadığı için yaşam dışı sayılan milyarlarca insan arasında benzer bir ilişki olmalı diye düşündüm. Tekelci ekonomistler, günlük olarak 1 doların altında geliri olan insanlara gereksiz bir kitle gözüyle bakıyorlar. Hem üretimde hem tüketimde gereksinim duymadıkları ve “alt tür” olarak yaklaştıkları bu kitleyi ilerde alimallah organik gıda diye yemeleri bile söz konusu olabilir.
Biraz açmak adına bu alanda başka örnekler neler var edebiyatta? Sizin kahramanınız neden at?
MobyDick herhalde herkesin kabul edeceği bir başyapıttır ve Kaptan Ahap ile balina arasındaki çatışma sözünü ettiğimiz insanın doğaya hükmetme teması ile ilgilidir. Beyaz Diş okunan ve konusu yaygın olarak bilinen bir klasiktir.
Bir dönem çok okunmuş şimdilerde unutulmuş Upton Sincler’in Şikago Mezbahaları da bu konuda çok iyi bir romandır. Burada artık geçen yüzyılın başında sanayisi kurulmuş et tüketimine dayalı yapıyı buluruz. Banta bir tarafından canlı olarak alınan inek öte ucundan işlenmiş olarak çıkmaktadır. Sincler, bu buluşun dehşetli sonuçlarını sezmiş bir romancıdır. Ama aynı yıllarda ve aynı tesisleri gezerken başka sonuçlar ve buluşlara varmış kişiler de vardır.
Bunlardan biri olarak Hanry Ford, otomobillerini kitlesel tüketime sunabilecek bant üzerinden akan seri üretim teknolojisini bulmuştur. Yalnız Ford, “tersine bir mühendislik” izleyerek ineklerin parçalanarak çıkışı ile parçalarının toplanarak otomobil olmasının yerlerini değiştirmiştir. Kapitalistler gerçekten zekidir ve hem mantıkları hem servetleri “gerçekleri” alt üst etmeye dayalıdır. Otomobilin bu türde bant tekniği üretimi büyük buluştur ve kapitalizmin halen bu tür bir otomobil teknolojisine yaslandığını biliyoruz.
At ve otomobil arasındaki ilişkiyi söylemeye gerek var mı? 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla şehirler ahırlarla doluydu ve milyonlarca at vardı. Evrim bir canlıyı bu kadar hızla ortadan kaldıramayacağına göre bu kadar at bir anda nereye gitmiş olabilir? Atlarla günümüz ezilenleri birbirlerine benziyorlar. Muhtemelen mezbahaların keşfi bu zorunlulukla ilgiliydi.
Atadam romanında bir yanadan mitolojik göndermeler var bir yandan da güncel siyasal gündemler var. Bir yandan buzulların erimesi, tufan mitosu, tarıma geçiş ve neolitik sancılar, göçebeler anlatılırken romanın başka bir nehir kolunda AKP'nin ülkede yaşattığı yıkım, siyasal islamın ülkede açtığı yara ile uğraşan ve bununla ilgili yeni bir strateji geliştirmeye çalışan askerler var. Bu denge romandaki öykü için şaşırtıcı bir çeşitlilik değil mi? Dengeyi ve şaşırtıcı bağları nasıl tutturmaya gayret gösterdiniz?
Romanın kendisi ve konusundan bahsetmeden, nasıl düşündüğümü anlatmaya çalışabilirim ve. Yoksa yukarıdaki gibi kötü bir özetle yetinirsek konu çok saçma görünecektir. Romanda anlatabileceğimi burada anlatabilmem mümkün olsa sanırım dört yıl çalışmama gerek olmazdı. Yine de şöyle anlatabilirim, romanlarda bir “yarık” vardır, örneğin Atadam da kültür ve doğa arasındaki o yarıktan çıkar. Bu yarığa romanın gizli merkezi de diyebiliriz.
MobyDick’i, balina avı, macera, tayfalar, hırslı kaptanlar olarak özetleyebilir miyiz? Bunları anlatırken asıl gizli merkez ya da yarık bütün bir varoluş mücadelesidir, hayatın saçma yanıdır, bastırdıklarımızdır, hep beraber gözümüzü kapadığımız gerçeklerdir. Romanlarda dolaylı olarak sorun anlatılır. Romanı asıl roman yapan büyüsüdür. Büyüyü de özetleyemezsiniz. Ama bu yarığa girmek mümkün olursa ürpermeye, anlatılanlara inanmaya başlarız.
Ama gazeteciler büyü istemezler pek, enformasyonu tercih ederler. Peki, daha açık söyleyeyim: Ben kitabımda atadamdan, katır reşolardan bahsederken ezilenlerden, altta kalanlardan, yok sayılan, inkâr edilen halklardan bahsediyorum. Atadam’da güncel ve mitolojik iki anlatı var ve bunlar sürpriz bir şekilde birleşiyor. Ama şunu da ilave edeyim enformasyon haberdir episteme gibi bir bilgi türü değildir. İyi romanların oturduğu epistemolojik bir zemin mutlaka vardır.
Hasip Akgül, Atadam romanını yazarken çizdiği resimlerden biriyle birlikteykenİsim tercihlerinde özel bir neden var mı? Sonat-Başat, Hasan-Hesene, Bekes ve diğerleri...
Yine romanın konusunu anlatmaya zorlayan bir soru. Sonat ve Başat Atadam’ın ikili organel yapılanması, atın gövdesi ve başı. İstersen romanda atadamın kendini anlattığı yerden alıntı yapalım:
“Doğada böyle bir hayvan yoktu. İnsan türünden temel farkı, başın yatay bir eksende vücuda eşlik etmesiydi. Bu, hem hız hem de yokuş çıkmada onu insanlara üstün kılıyordu. Ama bu beden formunun daha derinde sakladığı başka bir şey vardı ki o da insanda olmayan eşitlikçi bakışın kaynağını oluşturuyordu. Kafa ve gövde yatay bir örgütlenme içinde olunca zihin de hiçbir şeyi kendi altına ya da üstüne koymuyordu.
Bu, insan türünde görülmeyen bir özellikti. İnsan dikey örgütlenmeyi tercih etmişti. Ancak insan, kendi bedeninde bazı organlarının üstte bazılarının altta oluşunun yarattığı duyguyu kısa süre sonra bir üstünlük, yani “altlı-üstlü” olma hali olarak algılamaya başladı. Bu durum insanların arasında bir bölünme yarattı. Üstte olduğunu düşünen varlıklıların bir kısmı, altta kalanlara karşı yaptırım hakkını(!) keşfettiler. Ondan sonra aşağıdakiler-yukarıdakiler durumu, dünyanın bir kuruluş yasası, değiştirilemez bir yazgısı oldu. İnsan içinde böyle düşünen bu varlıklı kesim her şeye hâkim oldu ve bu işi, kendini tüm canlıların üst türü olarak ilan etmeye dek götürdü. Biyolojik bir şans, kültür denilen bir mercekle çarpıtılarak abartıldı.”
Bu ikili organel yapı imge olarak çok değerli benim için. Çünkü bu mitolojik hikâyenin yanında güncel bir sorunun anlatıldığı bir başka öykü daha var romanda ve orada da yine bu ikili yapı üzerine düşünen askerler, savaşan gerillalar var.
Hasan da hermoafrodit bir karakter, bir dengbej adayı, arkadaşları onu seviyor ama ona Hasene demeden de yapamıyorlar… Yani roman sanatı hep ikilemler bulma işidir ve bu ikilemlerin içine okuru yaratıcı olabileceği bir evren kurmaya davet etme uğraşısıdır.
Bekes de bir itirafçıdır. Babası doğuda öğretmenken Kürt topraklarında doğmuş. Kürt mü? Türk mü? Gerilla mı? Asker mi? Bekes, öksüz, yetim anlamına gelen Kürtçe bir sözcük..
Ben anlatıcı sürekli değişiyor: Bazen bir mitolojik canlı, bazen bir köylü, bazen kentli bir asker ve kadın. Bu sizi zorladı mı? Tercih nedeni neydi? O kimliğe bürünmek zor oldu mu?
Bu kurgu ile ilgili. Klasik iki mit var romanda. Biri atadam; diğeri de geçtiğimiz on yıl içinde devlet mekanizmasını baştanbaşa değiştiren ünlü operasyon: Ergenekon miti. Romanın önemli karakterlerinden biri ülkücü olduğunu anladığımız Veteriner-Binbaşı Asena. Bir başka karakter önce kaçakçılara çalışmış, sonra gerillalara ve ardından yakalanınca Bekes gibi itirafçı olarak devlet hizmetine girmiş Katır Reşo. Katır Reşo, gerçekte var olan bir canlıdır. Yani Youtube’da ismi yazıldığında erişilebilir birçok bilgi var hakkında. Bu da çağdaş bir mit, heykeli bile var. Hepsi ayrı ayrı öykülerini konuşarak aynı konuyu anlatıyorlar.
Sonuçta bir toplumu inkâra zorlayan, kendi sınıfsal yapısının onunla yakınlığının üzerini de örtmeye dayalı, katı önyargılardan oluşturulmuş bir konuya şaşırarak yeniden bakma imkânı buluyoruz. Kurgu bu işe yarar: yeni bir zaman algısı ve önyargısızlık.
Metinde sürekli bir müzik var. "Atadamın" karlara saplanan adımlarında, Katır Reşo'nun sınır boylarında mayınları saptayan adımlarında mesela. Ritim hissediliyor.
Bunu duyduğuma çok sevindim, teşekkür ederim. Romanda yarı fantastik büyülü mekanizma Reşo’dur. Atadam ise Reşo var olduğu için yerini bulan tamamen fantastik bir karakterdir. Buna karşın her ikisi de çok gerçekçi yazılmışlardır. Ama Türk Silahlı Kuvvetleri gibi makine tarzı çok soğuk, ciddi bir kurum da romanda ironik ve fantastik bir yer halinde anlatılır. Onların Reşo’yu psikolojik harp dairesinde de bir unsur olarak kullanma çabasıdır buna neden olan.
İşte tüm bunların diziliş ve işleyişinde bir müziği hedeflemiştim, bunun duyuluyor olmasına sevindim. Bu müzik, dediğiniz gibi bazen ritmik, bazen aksak, bazen de yerel ezgileri getiriyor kulağa. Kör önyargı düğümlerini yalnızca sözcükleri yan yana getirerek çözemezsiniz, roman kılıç kullanamadığından, ne yapsın, bazen müziği bazen görselliği dener. Ama iyi ki de dener, çünkü bunlar duyuların açılması konusunda daha etkili olur.
Dili ve kurgusu romanın konusuyla yan yana geldiğinde ilginç bir mizahla da karşılaşıyoruz. Romanınızın türü için ne denilebilir?
Mizah, gücün bilmediği yeni bir dil bulmadıkça etkisizdir. Türü için illa bir isim koymak gerekir mi bilmiyorum. Ama son olarak eklemek istediğim yazdığım şeyin eni sonu ironi ve mizaha yaslanan bir roman olduğudur. Ve burada peşinde olunan güncel politikadan çok genel anlamda güç kullanıcılarını ters getirmeye çalışan bir dil ve kurgu arayışıdır.
ÖZKAN ÖZTAŞ- soL