5 Eylül 2023 Salı

Türkiye’de ilk ve tek: 'Kütahya'nın kalbi'nde 3 bin 700 yıllık keşif - YENİÇAĞ

 Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinde kalp figürlü höyükteki kazıda, Tunç Çağı'nda 3 bin 700 yıl önce yıkılan evlerinden kaçamayıp ölen iki insana ait olduğu belirtilen iskeletlerden birinde karbonize olarak korunmuş beyin ve deri kalıntıları bulundu.

Havadan yapılan çekimlerde kalp şeklinde görüldüğü için ‘Kütahya'nın Kalbi’ olarak anılan höyükte kazı, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Erkan Fidan başkanlığında sürüyor.

Prof. Dr. Fidan ile kazının başkan yardımcısı olan Nişantaşı Üniversitesinden Dr. Öğr. Üyesi Nihan Naiboğlu'nun hazırladığı sunumda, 8 bin yıllık tarihiyle Kütahya'nın en eski yerleşmesi ve 45 hektarlık yayılım alanıyla Batı Anadolu'nun en büyük Tunç Çağı yerleşmelerinden Tavşanlı Höyük'ün muhtemelen bölgenin başkenti olduğu, milattan önce 1700'lü yıllarda büyük bir saldırıya uğradığı ve şehrin tamamının yakılıp yıkıldığı, Kuzey İrlanda'da yapılan toplantıda katılımcılara anlatıldı. Bildiride, bu büyük yıkımdan sonra bölgenin harabeye döndüğü ve 300 yıl boyunca yerleşilmediği belirtildi.

İSKELETLER İKİ ERKEĞE AİT

Birçok ülkeden gelen bilim insanları, evlerin yıkılmış molozlarının altında kalarak can veren iki insana ait iskeletin bulunmasına ilişkin detayları heyecanla takip etti. Çöken oda içinde ahşap raftan düştüğü anlaşılan kapların ve ev molozunun altında 15-18 yaşlarında erkek ile 40-45 yaşlarında 130 santimetre boyunda bir erkeğe ait kalıntılar olduğu da toplantıda açıklandı.

Yaşça büyük olan bireyin odanın ortasında bir yere kaçamadığı, gencin kapıdan çıkmak üzereyken yıkılan molozun altında kaldığının değerlendirildiği ifade edilen sunumda, yerleşim yerine yapılan muhtemelen ani bir saldırı sonucu yıkılan şehrin, saldırıya çok açık olan kuzeydoğu kenarındaki bu yapıda insanların evden kaçamadıklarının anlaşıldığı bilgisi paylaşıldı.

Kazılarda bugüne kadar bulunan hançer, mızrak ucu ve ok ocu gibi tüm silahların da bu yıkım tabakasından gelmesinden dolayı bildiride başka büyük bir gücün şehri kuşatma altına alarak yıktığına değinildi.

"TÜRKİYE'DE İLK VE TEK ÖRNEK"

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal ise sunumunda, kazısını yaptığı ve incelediği iskeletlerin çok yüksek ısıya ve şiddetli ateşe maruz kaldığını, bundan dolayı gencin iskeletinde kafatasının içindeki beynin karbonize olarak korunarak bugünlere kadar ulaştığını bildirdi.

Bildirideki başka bir çarpıcı bilginin ise genç bireyin göğüs ve karnı arasında karbonize olan kendisine ait deri parçalarının bulunması olduğu belirtildi.

Bugüne kadar Anadolu'da yapılan kazılarda çok az sayıda da olsa beyin kalıntısı bulunduğu ancak karbonize insan derisinin "Türkiye'de arkeolojik dönemlerde bulunan ilk ve tek örnek" olması açısından çok önemli olduğu vurgusu yapıldı.

Sunumun sonunda Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünün yanı sıra kazının ana sponsoru Tavşanlı Belediyesi ile çalışmalara katkı sunan Türk Tarih Kurumu, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörlüğü ve Farika Porselen firmasına teşekkür edildi.

Kazı Başkanı Prof. Dr. Erkan Fidan, son buluntularla, "Koloni Çağı" olarak adlandırdıkları dönemin sonlarında büyük bir saldırıya uğrayan şehrin tamamının yakılıp yıkıldığını belirlediklerini söyledi.

Bundan sonraki süreçte bu büyük saldırının nedenlerine ve kimler tarafından gerçekleştirildiğine dair izler arayacaklarını belirten Fidan, "Bu büyük yangın tabakasına ait bir yapıdaki kazılarda, yapının kerpiç ve ahşap molozunun altında, onlarca pişmiş toprak kabın odanın ortasına düştüğünü anladık. İki insan kalıntısı bulduk. 40-45 yaşlarında erkeğin üzerinde odanın ortasında raf devrilmiş, diğeri 15-18 yaşlarında genç olan erkek birey ise kapıdan çıkmasına iki adım kala ne yazık ki yıkılan molozun altında kalmış" diye konuştu.

Fidan, bu buluntuların kendileri için çok önemli bilimsel veriler olduğunu, Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal tarafından kazı ve değerlendirmenin yapıldığını dile getirdi. Karbonize olarak korunmuş ve günümüze kadar ulaşmış durumda, çok yüksek ısıya ve şiddetli ateşe maruz kaldığı anlaşılan insan kalıntılarından birinde kafatasının içindeki beyini belirleyerek hemen koruma altına aldıklarını aktaran Fidan, "Bu önemli çünkü bu Anadolu'da sadece 4-5 örnekle biliniyor" dedi.

Fidan, diğer iskelete göre gencin iskeletinin çok daha yüksek ısıya maruz kaldığını, kemiklerin yüksek ısıdan beyazlaşmış durumda açığa çıkarıldığını ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü: "Ancak bu durum çok nadir görülebilecek önemli bir duruma neden oldu. İskeletin karın ve göğüs arasındaki kısmında yumuşak doku yani 'insanın derisi' karbonize olarak korunmuş bir vaziyette belgelendi. Bu kalıntı, mumyalama işlemi dışında çok alışık olmadığımız çok önemli bir durum olarak karşımıza çıkıyor. İskelet üzerinde karbonize olarak kalan insan derisi örneği bugüne kadar Anadolu'dan bilinmemekte olup ilk örnek olması açısından oldukça önemlidir."

Prof. Dr. Fidan, 2021'de başlatılan kazının en az 30 yıl daha sürmesini planladıklarını sözlerine ekledi.

    (Yeniçağ)




4 Eylül 2023 Pazartesi

"Türkiye Yüzyılı’ndan yoksulluk manzaraları" - Hilal Tok / EVRENSEL

 

Sanayi merkezlerinden biri olan Tuzla-Pendik bölgesinde yaşayan iki aile benzer yaşamlar sürdürüyor: Fatura ödenemediği için karanlık geçen geceler, okuyamayan çocuklar...

                                                                                         Fotoğraf: Hilal Tok/Evrensel

Engels, 19. yüzyılın İngiltere’sinde ‘emekçi sınıfların durumu’ üzerine gözlemlerini ve araştırmalarını aktardığı ilk yapıtında İngiliz sanayisinin merkezi olan Manchester’da işçilerin başlarını soktuğu mahallelerde onların yoksulluk ve sefaletini kendi gözleriyle gördü. Raporlara yansıyan ıslahevlerindeki durumu aktardığı ve bodrum katlarında tek odalı yaşamlara mahkum olan İngiliz yoksullarının yaşamından gözlemlerine yer verdiği yapıtta şu örnekler dikkat çekiyordu: “Kentlerin en kötü mahallelerindeki en kötü evler; genelde uzun bir sıra üzerine dizilmiş, tek ya da iki katlı, kiminin konut olarak kullanılan bodrumu da bulunan, çoğunca kural-dışı yapılmış kulübelerdir. Üç-dört oda bir mutfak olan bu evler, Londra’nın bazı kesimleri hariç, tüm İngiltere’de bir baştan öteki uca işçi sınıfı evidir. Sokaklarda pazar kurulur; içi doğal olarak çürümüş ve kullanılamayacak kadar kötü sebze ve meyvelerle dolu küfeler… Evler bodrum katından tavan arasına kadar işgal edilmiştir; içi-dışı pistir; görünüşleri öyledir ki, hiçbir insan onların içinde yaşamayı istemez. Camı olan bir pencere bulmak kolay değildir; duvarlar dökülmektedir; kapı-pencere çerçeveleri sağlam değildir, kırıktır; tahtaları eski olan kapılar birbirine çivilenmiştir. Yataklarda fareler cirit atar ve tabak-çanak gibi şeyler çöp kovasında yıkanır… En doğal ve sıradan gereksinimleri karşılama fırsatı olmayınca oradaki insanlar nasıl temiz olabilirdi?”

Bugün; Nazife ve Sibel’in yaşamı 19. yüzyıl İngiltere’sinde Engels’in; “Yoksulluk çoğu zaman zenginlerin saraylarına yakın arka sokaklarda oturur; ama genelde, ona ayrı bir toprak parçası ayrılmıştır; orada o, mutlu sınıfların gözünden uzakta, yapabildiği ölçüde ayakta kalmaya çabalar durur” sözlerine karşılık geliyor.

BİR HANEDE 11 KİŞİ

Sanayi merkezlerinden biri olan, bir tarafında zenginlerin yaşadığı Tuzla-Pendik bölgesinde, işçi sınıfının ‘üst üste yığıldığı’ birçok kenar mahalle var. Nazife de onlardan birinde Esenyalı Mahallesi’nde yaşıyor.

Nazife, duvar sıvaları dökülmüş, rutubetli, yıkım kararı çıkmış üç katlı bir binanın giriş katında, 10 torunuyla oturuyor. Biri intihar eden, biri cezaevinde olan iki çocuğunun çocuklarına bakıyor. 63 yaşındaki bu kadın, yıllardır KOAH hastasıyken, üç aydır akciğer kanseri hastası. Tedavi göremiyor, “Bir ilacım 1000 lira, hem hastaneye yatsam bu çocuklara kim bakar?” diyor. Zor nefes alarak konuşan, sürekli öksürük krizine tutulan, bastonsuz yürüyemeyen Nazife’nin 2 bin lira tutarında olan ev kirası bir yıla yakındır ödenemiyor. Biriken ve kesilen faturalar geçtiğimiz ay muhtarlığın aracı olduğu bir yardımla ödenmiş. Evde fareler, kertenkeleler, böcekler cirit atıyor. Evin neredeyse tüm eşyaları kırık dökük. Televizyon bozuk olduğu için çocuklar sıkılıyor.

11 KİŞİYE 1900 LİRA

Yaşamını şöyle anlatıyor: “10 senedir KOAH hastasıyım. İlaçlarımı bile alamıyorum. Bir ilacım 1000 lira. Hiçbir gelirim yok, sadece yardımlar… Bu ev yıkılacakmış. Evler çok pahalı, nasıl gideceğiz başka bir yere? Evde fareler var, kertenkeleler var. Çocuklar korka korka, üst üste yatıyorlar. Konu komşu yardım ediyor bazen. Ben çocukların yiyeceğini, deterjanını bile alamıyorum. Bu halimle gidip pazardan çürükleri topluyorum. Bazen ona bile kızıyorlar, ‘Ne yapıyorsun’ diye. Ne yapayım, çürük de mi parayla? Benimle beraber 11 kişiyiz bu evde. Devletten 6 bin lira yardım alıyorduk, kestiler. Niye kestiler bilmiyorum. Şimdi 1900 lira destek alıyorum sosyal hizmetten. 11 kişiye 1900 lira… Fırında askıdan ekmek alıyordum, çok uğraştım sonunda devletten ekmek yardımı almaya başladım. Belediyeden günlük yemek yardımı ile karnımızı doyurmaya çalışıyoruz. Ne yapayım ben, bilmiyorum? Memleketten bir akrabamız bize ücretsiz ev ayarladı burası yıkılacağı için, oraya gitmek istiyorum torunlarımla. Ama nakliye, yol… Bir bilet alacak paramız bile yok.”

Bir umutla yardım istiyor Nazife, devlete sesleniyor: “Ben memlekete gitmek istiyorum, yolu nakliyeyi devlet karşılarsa, orada daha düzenli yaşamımız olur, en azından kira derdimiz olmaz. Belki çocuklar düzenli okula gidebilir, ben tedavime başlayabilirim…”

10 ÇOCUĞUN 4’Ü OKULA GİTMİYOR

Evdeki 10 çocuğun en büyüğü 17 yaşında, en küçüğü 7. 10 çocuktan 4’ü okula gidemiyor. Çocuklarla konuşmaya başlıyoruz. “Sıkılıyoruz, televizyon yok” diyorlar. Okulu çok özlediklerini, öğretmenlerini çok sevdiklerini, okula gitmeyi çok istediklerini anlatıyorlar. “Okul” deyince gözleri parlayan çocukların neredeyse hepsi okuldan geri kalmış. 8 yaşındaki Leyla, “Ben çok seviyorum okulu, resim yapmayı özledim. Okuma yazma da biliyorum” diyor büyük bir övgüyle. Büyüyünce öğretmen olmak istiyor. Diğer çocuklar da ya öğretmen ya avukat olmak istiyorlar. “Herkesi kurtarmak için avukat olmak istiyoruz” diyorlar.

Konuyu birden farelere getiriyorlar, “Dün gece böyle geçti yanımızdan, biz çok korkuyoruz farelerden. Çığlık atıp uyuyoruz” diyorlar gülüşerek. Çocuklar sırasıyla kaç yaşında olduklarını ve kaçıncı sınıfa gittiklerini söylerken, eğitimin zorunlu olduğu ülkede çocukların neredeyse hepsinin eğitimden geri kaldığı ortaya çıkıyor: “Ben 13 yaşındayım 2’ye gidiyorum. Babamlar cezaevinde olduğu için okula geç başladım”, “Ben 11 yaşındayım, 3’e gideceğim”, “Ben 12 yaşındayım, 2’ye geçtim...” Okula vaktinde başlayan tek bir çocuk var…

KİRASI ÖDENEMEYEN 4 BİN LİRALIK PİRELİ EV!

                                                                                 Fotoğraf: Hilal Tok/Evrensel
Ahmet Yesevi Mahallesi’nde yaşayan Sibel ise 33 yaşında, dört çocuk annesi bekar bir kadın. Evine misafir olduğumuz gün karanlık çökmesine rağmen lambalarını yakmıyor. Nedenini ise elektrik faturasının olabildiğince az gelmesi için. Genelde karanlıkta oturduklarını söylüyor. Beş aydır faturalarını ödeyemediği elektrik, su, doğal gaz, borçları nedeniyle kapatılmış, şu an kaçak kullanıyor. Beş aydır ödeyemediği evin kirası ise 4 bin lira. Dört katlı bir binanın bodrum katında, mutfağı bile olmayan, güneş görmeyen bir evde oturuyor. Evdeki dolaplar, yatak, eşyalar kırık dökük. Yardımla gelen bu eşyalar, önceki sahiplerinde ömürlerini çoktan doldurmuş. Çocukların kollarındaki ısırık izlerini gösteriyor Sibel: “Bu koltukları sağ olsun biri verdi ama, ne kadar temizleyip silsem de pire dolu içi. Çocukların kollarını ısırdılar hep, bakın. Gücüme gidiyor başkasından almak, başkasının eskileriyle yaşamak. Ama başka bir şansımız da yok...”

DÖRT ÇOCUKLA HAYATTA KALMA MÜCADELESİ…

Sibel, ilkokulu bitirince ailesi tarafından okuldan alınarak, tekstil atölyesine gönderiliyor. 17 yaşına kadar çalıştığı atölyeden zorla evlendiği ‘koca evine’ gidiyor. Bir kızı oluyor, sürekli şiddet gördüğü bu evden 23 yaşında kaçıyor. Tekrar evlenen Sibel’in üç çocuğu daha oluyor, ancak ‘boşanmış bir kadın’ olduğu için eşinin ailesi tarafından şiddet görüyor. “Dul kadınım diye sürekli şiddet gösterdi eşimin ailesi yıllarca. Artık dayanamadım çıktım” diyor. Şimdi kendi ayakları üstünde durmaya çalışıyor, ancak bodrum katında, pireli bir evde, karanlık odalarda hayatta kalmaya çalışıyorlar yardımlarla. “Çocukları bırakacak yer bulsam, gider çalışırım. İlerideki okul bir temizlikçi arıyormuş mesela, çok istiyorum gideyim çalışayım. Çocuklarıma ‘Bakın bunu size ben alabildim’ diyeyim. Hiçbir gelirimiz yok, sadece aldığımız süt yardımı, belediyeden gıda yardımı, muhtarlıktan ve Esenyalı Kadın Dayanışma Derneğinden aldığım yardımlarla hayatta kalmaya çalışıyoruz. Ben akşama kadar hiçbir şey yemiyorum, sadece akşam yemeği yiyorum. Çocuklarım doysun yeter. Aldığımız süt yardımı ancak iki ayda bir, o da bir şey ama yetmiyor. BAĞ-KUR’lu görünüyormuşum, oysa aldığım hiçbir maaş yok. Halimi, yaşantımı devlet biliyor, sosyal hizmetler biliyor, ama yardım alamıyorum. Kimseye de muhtaç yaşamak istemiyorum ama…” diyor.

ÇOCUKLARI OKUTMAK NEDEN BU KADAR ZOR?

Sibel’in 15 yaşındaki kızı babasıyla kaldığı dönem okuldan alınmış. Şimdi yeniden okula kaydını yaptırmaya çalışıyor. İkinci sınıfa giden kızı ve ana sınıfına giden oğlu var. Eğitim çağındaki çocukların okul masrafı Sibel’i korkutuyor: “Geçen sene okul açılana kadar ikinci sınıftaki kızıma forma alamadım, bir forma olmuş 700-800 lira. Nasıl alalım? Onu da yardımla aldık. Bu sene çantası yok. Nasıl alacağız? Ben çocuğumun beslenmesine muz aldığımda, ucundan kardeşlerine de tattırıyorum, öyle koyuyorum. Çünkü diğerlerine alamıyorum. Bu sene büyük kızım okula yeniden kabul edilirse nasıl forma alacağız? Adalet yok ki, adalet olsa benim çocuklarım, biz, böyle yaşamazdık. Birilerinin eskilerini kullanmazdım, çocuklarımı bırakabileceğim, benim gidip çalışabileceğim bir yer olurdu. En küçük çocuğum 1.5 yaşında, nereye, kime bırakayım da gidip çalışayım?”

Şiddetten kaçarak yeni bir yaşam kurmaya çalışan Sibel, karşısına çıkan eğitim masrafı, barınma sorunu, gıda sorunu karşısında devletin kendilerine sahip çıkmamasına da tepki gösteriyor: “Ben çocuklarıma pazardan çürük, çıkma sebze meyve topluyorum. Ağrıma gidiyor. Hangi anne çocuklarına bunu yaşatmak ister? Hangi çocuklarını her gün ısıran pireler karşısında çaresiz olmak ister? Ben çocuklarım okusun, benim gibi olmasın, ayaklarımızın üzerinde durabilelim istiyorum. Çocuklarımı okutmak, yaşatmak neden bu kadar zor?”

Sibel, evde genelde makarna ve çorba pişirdiğini, en lüks yemeğin ise fırında makarna olduğunu söylüyor. Mutfağı olmayan evde, küçük bir tüp üzerinde pişiriyor çorbasını, makarnasını. Bulaşıkları tuvaletin lavabosunda yıkamak zorunda kalıyor. Mama alamadığı için en küçük çocuğunu pirinç unuyla besliyor. “Boşanmış ve müşkül durumda bir kadın” olduğu için bugüne kadar erkekler tarafından çok rahatsız edildiğini söylerken hayatı çok çekinerek yaşadığı görülüyor.

Bu görüşmelerin ardından haberin tam da yapım aşamasında, 30 Ağustos Zafer Bayramı konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, şu sözleri sarf ediyordu: “Allah’a şükür mahcup olmadık. Eğitimiyle, sağlığıyla, güvenliğiyle, adaletiyle, ulaşımıyla, enerjisiyle, sanayisiyle, ticaretiyle, tarımıyla, sporuyla, sosyal destekleri ile Cumhuriyetimizin 100’üncü yılına yakışır bir altyapı kurduk. Bugün ‘Türkiye Yüzyılı’ diyoruz...”

Hilal Tok / EVRENSEL


Kentlerde yaşayan yeni bir Yörük boyu keşfedildi: Sarıyağlıklı Yörükleri! - Yusuf Yavuz / soL

 AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden İYİ Partisi’ne hemen her siyasi parti Yörüklerle yatıp Yörüklerle kalkıyor, dağlarda çobanlara akıl almaz cezalar yazıldığı dönemde kentlerde Yörükçülük oynanıyordu..

Son iki yıldır da Batı Anadolu’da neredeyse “Yörük Göçü Canlandırması” yapmayan il ve ilçe, kasaba neredeyse kalmadı. Hemen her yerde afişleri işyerlerine, plastik ve çakma Yörük çadırlarına, gözleme-ayran-kola temasına indirgenen alanlara asılan Oğuzların 24 boyuna sanki yeni bir boy daha ekleniyordu. Türkiye tarihinde belki de en çok sarı yağlığın üretildiği bir dönemde, boyunlarına yılın belli dönemlerinde sarı yağlık bağlayan ve daha çok kentlerde yaşayan “Sarıyağlıklı Yörükleri”, artık 25. boy olarak sahnede yerini alıyordu.

Bir üretim ve yaşam biçimi olan Yörüklük, aslında Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır sürüp gelen konar-göçer üretim biçimini tarif eder. Daha doğrusu Cebelitarık’tan Kızıldeniz’e, İran Platosundan, Alplerin güneyine Akdeniz coğrafyasının ve Ön Asya topraklarının hemen her bölgesinde iklimin, otun, suyun ve yaşamın özetidir. Çünkü coğrafya zorunlu olarak göçebe hayvancılar için yılın her dönemi için başka seçenekler sunar ve kimi durumda hayvancılık ve yaşamak için elverişli koşullara erişmek için yüzlerce kilometre yatay ve dikey göçler yapmak gerekir.

Konar-göçerden Trans-humans'a

Türkiye’de Yörükler, İran’da Kaşkaylar, Şahsevenler ve Bahtiyariler, İtalya, Yunanistan, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerde ise son zamanların terminolojisinde moda olan ve konar-göçer anlamında kullanılan deyimle “Trans-humans” hayvan yetiştiricileri doğanın takvimine ve ot ile suyun akışına göre oradan oraya göç edip dururlar. Avrupa Akdeniz’ini çevreleyen ülkelerin nerdeyse birçoğunda coğrafyanın koşullarının belirlediği bu zorunlu üretim ve yaşam biçimi devletler ve sivil toplum kuruluşları eliyle koruma altına alındı. Birçok ülke bu konuda ortak çalışmalar yürütüyor. Çünkü bazı kültürler halklardan çok, coğrafyanın ortak değeridir ve ancak birlikte korunduğu zaman geleceğe sağlıklı biçimde taşınabilir. Alplerden Himalayalara, Toroslar’dan Zagroslara, Karpatlardan Elbruz dağlarına binlerce yıldır varlığını sürdüren konar-göçer üretim biçimi sanıldığı gibi geri ve romantik bir pastoral yaşam değil; bilakis doğanın sunduğu olanakları en sağlıklı biçimde kullanarak varlığını sürdürürken aynı zamanda incelikli bir yaşam kültürü oluşturan insanların ortak birikimidir.

Halep ve Rakka düzlüklerinden Erciyes yaylalarına göç yolu

Bugün adı Suriye olarak anılan topraklarda, Halep, Rakka gibi bölgelerde yaşayan Türkmenler, 20. Yüzyılın başlarına kadar yazı geçirmek için Çukurova’yı ve Torosları aşarak yüzlerce kilometre uzaklıktaki, Maraş, Kayseri ve Sivas yaylalarına kadar kona göçe gidip geliyordu. 1. Paylaşım Savaşının ardından cetvelle çizilen haritalar ve oluşturulan yeni ve güdümlü devletler, üretim ve yaşam biçiminin sınırlarını da belirledi. 11. Yüzyılda Maveraünnehir’den akan kollar gibi gelip ele geçirdikleri yeni topraklarda yaşam sürmeye başlayan Suriye ve Irak Türkmenleri’nin bir kısmının kışın ılık, yazın ise kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü bu bölgelerden Anadolu yaylalarına yönelmesi bugün de haritaların çizdiği sınırlara sığmayan bir kültürel miras bırakmıştır. Anadolu’da halen yayla sahil göçü sürdüren susuzluğa dayanıklı hecin develeri, kara kıl çadırlar, türküler ve söylenceler… 

Yörük-Türkmenlerin üzerine fırkateyn yollayan Osmanlı

Özelikle 19. Yüzyılın ikinci yarısında batıdaki gelişmelerin etkisinde kalan Osmanlı idaresinin, biraz da bölgede oluşan asayiş sorununu çözmek Çukurova bölgesi ve dağlarında yaşayan Yörük-Türkmenler’in üzerine savaş gemilerini ve binlerce kişilik askeri güç yollayacak kadar ileri gitmesini haklı bulan Türk aydınları olmuştur. Mehmet Fuat, bu dönemde otoriteye karşı direnen Yörük-Türkmenlerin sesi-soluğu, ozanı olarak ortaya çıkan ve bugün halen şiirleri dillerde söylenen Dadaloğlu’nun mücadelesini, daha ileri bir yaşam için geri ve ilkel bir yaşamı savunduğu görüşünü savunur. Mehmet Fuat gibi düşünen aydınların sayısı az değildir.

Asıl geri ve ilken olan coğrafyayı doğru okuyamamaktır

Ancak yalnızca modernleşmeci bakış ve söylemin etkisiyle dışlanan, horlanan, geri ve ilkel görülen bu yaşam biçiminin bugün örneğin Fransa’nın ve İtalya’nın ünlü peynirlerinin kaynağı olduğu unutulur. Ağzını yaya yaya adını andığı İtalyan peynirlerini rendeleyerek ekranlarda makarna pişiren zevatın kendi coğrafyasında 300’ün üzerinde peynir üretildiğini, keçiden koyuna, inekten mandaya, dağdan ovaya neredeyse her kasabanın ayrı bir lezzet sunduğunu bilmemesinin temelinde bu coğrafyanın köklü üretim kültürüne yabancılaşma ve küçük görme dürtüsü yatar. Çok geç kalındığı için toplumun geneline sirayet etmiş, tedavi edilmesi gereken en önemli toplumsal hastalıklarımızdan biri budur. Çünkü asıl geri ve ilkel olan, coğrafyayı doğru okuyamamaktır. Neredeyse 12 bin yıllık bir üretim kültürünün yarattığı birikimi yok saymaktır.

Savaşta baştacı, üretimde yabancı

Selçuklulardan bugüne konar-göçer Türkmenler hep bir sorun olarak görüldü. Horasan topraklarında, 1040’da Dandanakan’da, Gazne ordusunu mağlup edinceye kadar Selçuk’un ardılları da benzer şekilde görülüyordu. Gaznelilerin, yok edilmesi ya da kontrol altında tutulması gereken bir topluluk olarak gördükleri Türkmenler çoğunlukla koyun çobanlığı yapıyor ve sırası geldiğinde savaşıyorlardı. Birlikte savaşarak ele geçirilen topraklarda kurulan devletler ve imparatorlukların yüksek bürokrasisi ise kısa sürede kurucu unsur olan bu Türkmenleri ezilmesi gereken bir unsur olarak görmeleri çok uzun sürmüyordu.

Babai isyanı, Bedreddin, Celali isyanları

Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in, devlet bürokrasisinin Oğuzların üzerine ağır vergiler yüklemesi ve adaletsiz muamele etmesi sonucu 1153’de Oğuz Türkmenleri tarafından esir edilmesi ve 2 yıl boyunca esaret altında tutulmasından yaklaşık bir asır sonra Anadolu Selçukluları döneminde 1239-40 döneminde yaşanan Babai İsyanı da benzer özellikler taşır. Osmanlı döneminde 15. Yüzyılda Şeyh Bedreddin, 16 yüzyılda Şahkulu ve Kalender Şah isyanlarıyla sonraki dönemlerde adı Celali ayaklanmaları olarak geçen Türkmen isyanlarının temelinde yine iktidar otoritesiyle toprağı işleyen, keçiyi koyunu güden, sütü ve ekmeği mayalayan, savaşta asker, barışta çiftçi olan halkın yaşadığı baskı ve haksızlıklara karşı ayağa kalkmasından kaynaklıdır. Elbette bir ülkede iç huzur bozulduğunda, halk memnuniyetsiz hale geldiğinde her zaman başka ülke ve devletlerin bundan çıkar elde etme çabaları olmuştur. Ancak bunların olması, temelde ülke içindeki haksızlığı ve zulmü haklı çıkarmaya yetmez. “Dış güçler” paranoyasını her zaman içerideki memnuniyetsizliği ve zulmü mazur göstermek için kullanan iktidarlar oldu, bugün de benzer bir yolun izleniyor oluşu; egemenlerin de, ezilenlerin de kodlarının sürekliliğinin işareti gibidir. İçerideki nimetin de külfetin de adil şekilde bölüşüldüğü hiçbir ülkede dış güçlerin etkisi olmaz. Ancak liyakatsizlik, kayırmacılık, adaletsizlik ve zulüm arttıkça halk her zaman bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar ve bu ihtiyacın yoğunlaştığı zamanlarda her türlü etkiye açık hale gelebilir.

İktidarlar zora düştükçe 'kökler'e sarıldı

İktidarlar, başı sıkıştığında ve halkın memnuniyetsizliği arttığında ya da başarısızlıklar, ekonomik krizler, toprak ve güç kayıpları arttığında hamasete sığınırlar. Osmanlı’nın son döneminde Sultan II. Abdülhamid’in yerli ve milli söyleminin bir benzeri olacak şekilde kurucu köklere geri dönerek Söğüt’teki Ertuğrul Gazi türbesine özel bir önem verdiği görülür. Eskişehir-Bilecik bölgesinde yaşayan Karakeçili Yörükleri, her yıl Söğüt’teki Ertuğrul Gazi türbesine taşıdığı sancağı, bu kez saltanatın gölgesi altında taşırlar. İstanbul boğazını süsleyen Barok saraylarda Avrupa’daki şatafatın özentisi içinde hüküm süren Osmanlı sultanları, devlet çatırdarken birden kurucu unsuru hatırlar. II. Abdülhamid döneminde onarılan Ertuğrul Gazi türbesinin yanı başına bir karakol ve ziyaretçiler için mekân inşa edilir. Söğüt’teki buluşma bugün de çoğunlukla devletin zirvesinin de katılımıyla sürüyor.

Siyasilerin keşfettiği yayla şenlikleri kentlere taşındı

1997’de Alparslan Türkeş’in ölümünün ardından MHP’nin başına geçen Devlet Bahçeli, Söğüt dışında da bazı bölgelerde Yörük-Türkmen buluşmaları olduğunu keşfetti ve bu etkinliklerde boy göstermeye başladı. Aslında yukarıda özetlenen dağ-ova, yayla-sahil arasında sürüp gelen üretim kültürünün bir parçası olan ve genelde bahar ya da hasat sonu, yayla dönüşü yapılan şenlik, buluşma, panayır ve pazarlar Yörüklerin buluşup görüştüğü, konuşup anlaştığı resmi olmayan etkinliklerdi. 1990’ların sonlarından itibaren Antalya Korkuteli yaylalarında, Burdur’da, Isparta’da, Konya’da, Mersin ve Adana yaylalarındaki bu Yörük buluşmalarında yavaş yavaş siyasiler de boy göstermeye başladı. Partilerin genel başkanlarını, ana muhalefet liderleri ve başbakanlar izledi. Devletin televizyonunda gösterilen tarihi dizilerde çarpıtılan “ecdat” ve tarihi gerçeklik, bugünün siyasilerinin elinde bir yönetme aracı olarak benzersiz olanaklar sunuyordu.

                          Geçtiğimiz hafta Isparta'da yapılan bir Yörük göçü etkinliğinden bir kare...

Gerçeği yok olurken sahte göçlerin dekoru olan kültür

Giderek yaylalardan kentlere inen bu buluşmalar önce şenlik, ardından da festival adını alarak giderek Batı Anadolu’daki kentlere yayılırken, etkinliklerin bağlamından koparak kasaba festivaline dönmesini tetikleyen, beraberinde yozlaşmayı da getiren bilinçsiz bir süreç başladı. En acısı da her kasabada, kentte sergilenen “Yörük göçü canlandırılması” oluyordu. Dağlarında binlerce mermer ocağı, madencilik yıkımı; ormanlarında enerji şirketlerinin yağması olan, ovaları ipotekli, toprakları zehirlenmiş, koyunu-keçisi elinden alınmış, üretim alanları yağmalanmış, tohumları yasaklanmış, yaşam alanları daraltılmış ve sıkış tepiş doluşturuldukları kentlerde ekonomik krizin kıskacında kıvranan Yörükler gerçekte yok olurken bu sahte göçlerle bir tür faşing havası yaratılıyordu. Bir üretim ve yaşam biçimi sona erdiğinde, onun canlandırılmasıyla oluşturulan kültürü dolaşıma giriyordu. Tıpkı Japonların Samurayları, Anadolu’nun Yeniçerileri, Mevlevileri gibi. Kendisi yok olan yaşam biçimi ve kültür, estetize edilerek özlem duyulan bir nesneye dönüştürülüyordu.

‘Evet, şimdi de Yörük göçünü canlandırıyoruz'

AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden İYİ Partisi’ne hemen her siyasi parti Yörüklerle yatıp Yörüklerle kalkıyor; dağlardaki çobanlara akıl almaz para cezaları yazıldığı bir dönemde kentlerde Yörükçülük oynanıyordu. Anadolu coğrafyası belki de hiçbir zaman bu dönemde olduğu kadar yağlık, puşi, körüklü çizme, cepken, yelek üretimi görmedi. Yırtık pırtık çul çaputla, delik deşik çarıklarla, jandarma dipçiği ile tahsildar korkusu arasında yüzlerce yıldır Torosları yayla sahil arşınlayan Yörükler, Karaman’ın, Mersin’in, Ermenek’in, Taşeli’nin yaylalarında atalarını kılıçtan geçiren Osmanlı’nın Mehteran takımının ardına düşüp, “Evet, şimdi de Yörük göçünü canlandırıyoruz” anonsları eşliğinde Traktörle devenin, Rus Motoruyla keçinin art arda sıralandığı bir karnavalın parçası oluyorlardı.

                                  Antalya Kumluca'dan bir Yörük göçü canlandırması...

‘Ben de bir Yörük çocuğuyum’ söylemi slogana dönüşünce

Yıllardır ötelenen, dışlanan, hor görülen; yüzlerce yıldır zorla iskân edilmeye çalışılan Yörükler sonunda üretim alanlarından koparılmış kentlerdeki kafeslere sokulmuştu. Artık onlar da gönülleri okşanacak, oy devşirilecek ve aidiyet bağları kurularak “ben de bir Yörük çocuğuyum, çadırda doğdum” cümleleri kuran iktidarın, siyasilerin, belediye başkanlarının ve kanaat önderlerinin arka bahçesi haline getirilecekti. Yaklaşık 10 yıl önce kentlerin kenar mahallelerine sıkışmış, birbirine tutunarak kentli olmaya çalışan daha dar bir çevrenin katılımıyla gerçekleşen bu tür etkinlikler bugün iktidarından muhalefetine bütün belediyelerin rol kapma alanına dönüştü. Son iki yıldır da Batı Anadolu’da neredeyse “Yörük Göçü Canlandırması” yapmayan il ve ilçe, kasaba neredeyse kalmadı.

Kentlerde yaşayan yeni bir boy: Sarıyağlıklı Yörükleri!

Hemen her yerde afişleri işyerlerine, plastik ve çakma Yörük çadırlarına, gözleme-ayran-kola temasına indirgenen alanlara asılan Oğuzların 24 boyuna sanki yeni bir boy daha ekleniyordu. Türkiye tarihinde belki de en çok sarı yağlığın üretildiği bir dönemde, boyunlarına yılın belli dönemlerinde sarı yağlık bağlayan ve daha çok kentlerde yaşayan ve benim benzetmemle “Sarıyağlıklı Yörükleri”, artık 25. boy olarak sahnede yerini alıyordu. Yaklaşık 900 yüz yıl önce ataları Sultan Sencer’in atının eyerini tutup 2 yıl esir ederek kötü yönetimin hesabını soran Oğuzların torunları, bugün bırakın bir Sultan’dan hesap sormayı, neredeyse adım adım kasaba siyasetçilerinin bile esareti altına girdiğini görmekten uzaktı. Görenler ise bozguncu ya da “muhalif” ilan edilerek dışlanıyordu. 

Bu ilgi kuşkusuz çok güzel, yakınlarda bir belediye başkan yardımcısının da söylediği gibi, “neden kentteki Yörüklerimiz de bu göçü görmesin” motivasyonu da anlaşılabilir bir şey elbette. Ancak gerçeklikle bağı tümden kopmuş olan bir toplumu ancak bu tür avunmalarla ayakta tutmaya çalışmak bizi büyük bir yanılgıya götürüyor. Arlarında dağları-ormanları oyan, Yörüklerin yaşam alanlarını yok eden, Türkülere, destanlara konu olmuş bir coğrafyayı elbirliği ile tarumar eden Yörük ağaları ve beylerinin de olduğu bu tiyatro ancak egemenlerin işine yarıyor. Zorluğun omuzuna yüklendiği insanlar, nimetin bölüşülmesi sırasında ancak sahte göçlerle, içi boş ve yozlaştırıcı şölenlerle avutuluyorlar.

Sahi biz neyi kutluyoruz, bunlar neyin şenliği?

Bu konuda yaklaşık 15-20 yıldır yazıp çizen, televizyon programları, belgeseller yapan, gelişmeleri ve dönüşümü yakından takip eden biri olarak yerel yönetimlere ve siyasilere her zaman uyarıcı nitelikte bir tavır içinde oldum. Bu tür festivaller, şenlikler, etkinlikler elbette çok önemli ama gerçeklikle olan bağımızı asla koparmadan olduğu sürece bir kıymeti var. “Torosların yaylaları, suları, ormanları tehdit altındayken; kırmızı etin, sütün, peynirin üreticiye de tüketiciye de zulüm edercesine kötü yönetildiği bir dönemden geçerken; çobanların cezalandırılıp madencilerin önünün açıldığı bir ormancılık politikası izlenirken bu neyin şenliği? 

Biz milyonlar harcayarak neyi kutluyoruz?” sorusuna sahici bir yanıt veremiyorsak; ancak sürüye yeni kurtlar dadandırmaktan başka bir işe yaramıyor demektir tüm bu yapılanlar.

Yusuf Yavuz / soL



3 Eylül 2023 Pazar

İyi bir roman: Atadam (YUNUS EMRE BOZDOĞAN*-soL/Kültür) + Hasip Akgül ile son romanı 'Atadam'a dair (ÖZKAN ÖZTAŞ- soL)

 İyi bir roman: Atadam

Bir kitap okudum hayata bakış açım değişti…Bunu söyleyebildiğiniz az sayıda kitap vardır ve bu roman onlardan biri.

Bir kitap okudum hayata bakış açım değişti…

Bunu söyleyebildiğiniz az sayıda kitap vardır ve bu roman onlardan biri. Hasip Akgül’ün “Atadam” romanını raflarda gördüğümde, daha önce aynı yazardan okuduğum “Görme Kılavuzu” ve “Albayım” kitaplarından edindiğim ‘yazara güven’ duygusuyla seçtim bu romanı. Okuyunca da etkilendiğim için yazma gereği hissettim.

Bu arada yayınevini de kutlamak lazım, bu kağıt pahalılığında iyi bir baskı ve kaliteli tasarımıyla kitabı bize ulaştırabildiği için.

Mitolojinin, din kitaplarının, söylencelerin ve edebiyatın tüm güzelliklerini içinde barındıran ve övülmeyi hak eden bir roman. Son derece özgün ve sade olmasına rağmen oldukça görkemli bir hayal gücüyle donatılmış. Kitabın 11. Bölümünün başına düşülmüş Alain Fornier’in sözü, romanlardaki olağandışı ile gerçeğin dengesinin formülünü vermiş.

"Çünkü roman bir belgesel değil, akademik bir tez çalışması ya da makale değil. Bize farklı bakış açıları sağlayan, dünyayı, ezber bozarak yeniden şekillendirmemize yol gösteren bir portal. Tıpkı müzik gibi."

Yazar bölüm başına koyduğuna göre belli ki bu formülü benimsemiş; “Ben olağandışıyı ancak gerçekle sıkı sıkıya sarıldığında severim; onu geçersiz kıldığında ya da aştığında değil.” (Sayfa 99) (Aktaran, John Fowles, Zaman Tüneli) Çünkü roman bir belgesel değil, akademik bir tez çalışması ya da makale değil. Bize farklı bakış açıları sağlayan, dünyayı, ezber bozarak yeniden şekillendirmemize yol gösteren bir portal. Tıpkı müzik gibi. Bu portal gerçekle hayal gücü, olağanla olağandışı arasında gezinmemizi sağlıyor.

Atadam romanında, Jose Saramago’nun olağanüstü şeyleri bile inandırıcı bir dille anlatımındaki ustalık yer yer kendini hissettiriyor. Aynı zamanda Yaşar Kemal’in büyük efsaneleri anlattığı sade ve mütevazı diline yakın bir anlatım söz konusu. Hermann Hesse’nin doğu felsefesinin izini sürdüğü yazım dilindeki ustalığına yakın bir ölçü yakalamış. Sanki bir dengbêjin söylediği kılam gibi yazılmış. İnsan olmanın değerlerini bize yavaş yavaş ve tatlı tatlı anımsatan, doğanın erdemini yeniden fark etmemizi sağlayan, gösterişsiz ama çarpıcı bir yapıt.

İlk bölümde Atadam’ın efsanevi varoluşu mitolojik bir dille anlatılıyor. İnsan başı ve at gövdesinin bir araya geldiği ve tek vücut olduğu bu hayali varlık, yaşamı farklı kavrayışların uyumunu anlatan bir simge. İkinci bölümse tamamen gerçek temellere dayandırılmış bir izlek sunuyor bize. Ulusalcı ve ilk Türk kadın Binbaşı Asena karakterini tanıtıyor. Bu bölüm adeta uçağın havalanmadan önce hız aldığı pistten yani gerçeklerden yola çıkarak kurgudaki izleğin temel taşını oluşturuyor. Sonradan değişime uğrayacağı için baş kahraman olarak tanımlayabileceğimiz Asena’yı kendi ağzından tanıyoruz.

Aslında askeri veteriner olan Binbaşı Asena, Atadam’la ilgili söylenceleri doğuda araştırmakla görevlendiriliyor. İşte hikayemiz böyle başlıyor ve sonrasında ayrıntılarıyla çizilmiş diğer önemli karakterleri tanıyoruz. Bu karakterlerin içinde Reşo adında bir de katır var.

Türklüğü yüceltmek için görevlendirilen Asena’yla, Türk-Kürt barışı konusunda simgeleştirilmek istenen Katır Reşo karşılaşıyor. Özel güçlere sahip duyarlı bir katır olan Reşo,’yu önce kaçakçılar sınırdan geçerken mayın bulmakta kullanıyor, sonra Kürt gerillalar onu ele geçirerek aynı yeteneğinden yararlanıyor, daha sonra da aynı amaçla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet veriyor ve emekliye ayrılıyor. Bir kara-mizah olarak karşımıza çıkan Katır Reşo’nun acıklı hikayesi bizi bu dünyada cinsiyetsiz bir katır olmanın değerine, ırk, din, cins ve dil ayrımının anlamsızlığına, dünyayı ve doğayı çıplaklığıyla anlamanın büyüsüne itiyor.

Hasene karakteri de bu düşünceyi güçlendiren önemli bir örnek. Hasene, kadın ve erkek ruhunu içinde taşıyan, toplumdan dışlanmış olsa da yer yer kendini kabul ettirebilmiş özel biri. Onu, anlatma becerisi yüksek bir dengbêj ya da bir şaman olarak nitelendirmek yerinde olur.

Atadam’ın Nuh’un gemisine kabul edilmeyişi mitolojik bir öykü gibi anlatılmış. Gemiye alınmama nedenleri bize yaşamı yeniden sorgulatacak değerde. “…Yerleşik insanların dizgin diye bir şeyi keşfetmesiyle kendisine benzemeyen varlıkları yok etme eğilimi giderek belirginleşmişti….” “…Bu yüzden tarih boyunca dizgini reddetmiş atadamlar, hem ahlak hem dünya dışıydılar…” (Sayfa 48)

Hatırlamak, geçmişe karşı bir zafer. Ölüm girdiği her yeri boşaltıp üzerine kara bir şal örterken, hatırlamak bunları birden çeker atar"

Babası Türk ve köy öğretmeni, annesi Kürt olan Bekes karakterini 7. bölümde yine kendi ağzından tanıyoruz. En sevdiği arkadaşı Hasene nehirde boğulduğu anda doğduğu için Katır Reşo’yu onun yerine koyuyor. O artık Katır Reşo’dan sorumlu ve onun dilinden anlayan tek kişi. Aradan yıllar geçtikten sonra Bekes hatırladıkça anlatıyor ve böylece Katır Reşo’yla Bekes’in iletişimlerine, yaşamı algılama şekillerine tanık oluyoruz. “…Hatırlamak, geçmişe karşı bir zafer. Ölüm girdiği her yeri boşaltıp üzerine kara bir şal örterken, hatırlamak bunları birden çeker atar…”(Sayfa 66)

10. bölüm, hikayeyi bir de Katır Reşo’nun ağzından dinlediğimiz çarpıcı bir bölüm. Duyarlı Katır Reşo sözlerden değil de duyularından yola çıkarak algıladığı dünyayı bize anlatıyor. Yıllar sonra Bekes’le karşı karşıya getirilen Katır Reşo onu dokunuşundan tanıyor ve şunları söylüyor; “…Dokunuşlar da insanlardaki parmak izi gibi değişmiyor demek ki…” (Sayfa 97) Her zümrenin kendi tarafına çektiği bu iki karakter bize yaşadıkları hayatla işaret ediyor ki “…Hep birbirine ters şeylerin yan yana geldiği bir dünyada hangisinin daha iyi olduğuna karar vermemek en iyisiydi…” (Sayfa 144) “Doğa, karşısında korku ile titreyerek verimli olunabilecek bir yer değildi. Onun karşısında ancak kaygılardan soyunulduğunda aşka ulaşılabilirdi…” (Sayfa 156)

"Güzellik her zaman farklılardan ürüyor"

Romandan son bir alıntı daha yapmak isterim; “…Karnındaki canlı bizden çok farklı olursa sakın korkma, bunun güzel bir şey olduğuna emin ol! Güzellik her zaman farklılardan ürüyor…” (Sayfa 160)

Roman, zamanın akışını kesebilen ve an’ı yavaşlatan, bazen çok hızlandırabilen en önemli oluşlardan biri. Romanın en temel en evrensel varlık nedenlerinden biri de belki budur denilebilir. Yeni bir zaman algısı yaratmak, olağandışı durumlardan yola çıkarak olanı görebilmenin belki de en güvenli yolu. Kavrayamadığımız ve anlayamadığımız yaşamın tüm hallerine hurafe uydurmak yerine olanın tüm gerçekliğiyle önümüze serildiği bir mecra belki bu zaman algısıyla oynamayla kazanılabiliyor.

Sabırla yazılmış, bilgiyle güçlendirilmiş, hayal gücüyle dokunulmaz hale gelmiş bir efsane. 2022’nin başında Ocak ayında basılmış olan bu kitap yolculuğuna yeni başlamış. Belli ki “Atadam” okundukça şekillenecek, anlaşıldıkça yerini bulacak ve edebiyatın şaşmaz terazisinden geçerek, gerçek değerine ulaşacak. Fikrine ve yüreğine sağlık Hasip Akgül.

YUNUS EMRE BOZDOĞAN* -soL/Kültür


*Yunus Emre Bozdoğan: Yazar ve Devlet Tiyatrolarında Rejisör

                                                                        /././

Hasip Akgül ile son romanı 'Atadam'a dair - 27/02/2022

Hasip Akgül’le geçtiğimiz günlerde Yazılama Yayınevi’nden çıkan kitabı Atadam üzerine konuştuk.

Hasip Akgül’ün künyesinde Dokuz Eylül Üniversitesi, Tiyatro-Yazarlık Bölümü mezunu olduğu bilgisi yer alır. Birçok çalışmasında, konuları ele alışında ve aktarımında bu eğitiminin yansımalarının olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sanata dair tartışmalarda, denemelerinde hem sahnedekini hem de seyirciyi aynı terazide tartabilen, değişimleri oluş anında kavrayan bir bakışı olduğunu söyleyebiliriz. 

Kendisinin “Oğuz Atay’ın Yaşam Oyunu” isimli monografisi ve “Türkiye Büyülü Hapishanem” isimli derlemesini de hatırlatarak, en akılda kalan çalışmasının ise “Görme Kılavuzu” olduğunu söyleyebiliriz. Görsel ve plastik sanatlara dair ayrıntılarla zenginleştirdiği çalışmasının “hızla bozulan görme algımız ve üzerimize boca edilen görsel şiddet üzerine” olduğunu ifade eder.

Toplumsal Kurtuluş ve Yeni İnsan dergilerindeki üretimleriyle hatırladığımız , en son 2016’da “Albayım” romanıyla gündeme gelen Akgül, yeni çıkan Atadam romanı üzerine sorularımızı yanıtladı:

Atadam romanında "ben anlatıcılardan" birinin insan olmaması cesur bir adım bence. Özellikle tarih yazımının insan merkezli olmaktan kurtarılması son yıllarda akademilerde de kendini var eden bir örnek, buradan başlayabilir miyiz?

Çoğu zaman doğamızın bir yanını bastırırken “hayvani doğamızdan” söz ederiz. Roman için inkâr edilmiş duygular önemli malzemelerdir. Örneğin Kafka inkâr etmez, tam tersine sabah uyandığımızda kendimizi hayvan olarak buluşumuzu inandırıcı ve çarpıcı şekilde anlatır.

Yani romancılar bunun nasıl bir sonuç yaratacağını düşünürler?

Hayvanlarla ortak bir geçmişten geldiğimiz, onlarla aynı doğayı paylaşan canlılar olduğumuz duygusu çok uzun zaman önce unuttuğumuz bir duygudur. İnsanı evrimin tepe noktası, yaşayan her şeyin haklı sahibi olarak gören bu inanca akademisyenler “antroposantrizm” adını koymuşlar. Bu kaçınamadığımız bir olgudur ama aynı zamanda insanlık olarak içimizde gizli utanç duygusu yaratmış bir olgudur. Kurduğumuz uygarlığın temel elementlerinden biri bu utanç duygusundan kaçıştır.


Siz bu romanı yazarken temelde neyi düşündünüz?

Uzun süre önce insanla hayvanın aynı doğanın ortakları olmaktan çıkarılmasıyla bugün (üretim ve tüketim süreçlerinde) ekonomik “değer” yaratamadığı için yaşam dışı sayılan milyarlarca insan arasında benzer bir ilişki olmalı diye düşündüm. Tekelci ekonomistler, günlük olarak 1 doların altında geliri olan insanlara gereksiz bir kitle gözüyle bakıyorlar. Hem üretimde hem tüketimde gereksinim duymadıkları ve “alt tür” olarak yaklaştıkları bu kitleyi ilerde alimallah organik gıda diye yemeleri bile söz konusu olabilir. 

Biraz açmak adına bu alanda başka örnekler neler var edebiyatta? Sizin kahramanınız neden at?

MobyDick herhalde herkesin kabul edeceği bir başyapıttır ve Kaptan Ahap ile balina arasındaki çatışma sözünü ettiğimiz insanın doğaya hükmetme teması ile ilgilidir. Beyaz Diş okunan ve konusu yaygın olarak bilinen bir klasiktir.

Bir dönem çok okunmuş şimdilerde unutulmuş Upton Sincler’in Şikago Mezbahaları da bu konuda çok iyi bir romandır. Burada artık geçen yüzyılın başında sanayisi kurulmuş et tüketimine dayalı yapıyı buluruz. Banta bir tarafından canlı olarak alınan inek öte ucundan işlenmiş olarak çıkmaktadır. Sincler, bu buluşun dehşetli sonuçlarını sezmiş bir romancıdır. Ama aynı yıllarda ve aynı tesisleri gezerken başka sonuçlar ve buluşlara varmış kişiler de vardır.

Bunlardan biri olarak Hanry Ford, otomobillerini kitlesel tüketime sunabilecek bant üzerinden akan seri üretim teknolojisini bulmuştur. Yalnız Ford, “tersine bir mühendislik” izleyerek ineklerin parçalanarak çıkışı ile parçalarının toplanarak otomobil olmasının yerlerini değiştirmiştir. Kapitalistler gerçekten zekidir ve hem mantıkları hem servetleri “gerçekleri” alt üst etmeye dayalıdır. Otomobilin bu türde bant tekniği üretimi büyük buluştur ve kapitalizmin halen bu tür bir otomobil teknolojisine yaslandığını biliyoruz.

At ve otomobil arasındaki ilişkiyi söylemeye gerek var mı? 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla şehirler ahırlarla doluydu ve milyonlarca at vardı. Evrim bir canlıyı bu kadar hızla ortadan kaldıramayacağına göre bu kadar at bir anda nereye gitmiş olabilir? Atlarla günümüz ezilenleri birbirlerine benziyorlar. Muhtemelen mezbahaların keşfi bu zorunlulukla ilgiliydi. 

Atadam romanında bir yanadan mitolojik göndermeler var bir yandan da güncel siyasal gündemler var. Bir yandan buzulların erimesi, tufan mitosu, tarıma geçiş ve neolitik sancılar, göçebeler anlatılırken romanın başka bir nehir kolunda AKP'nin ülkede yaşattığı yıkım, siyasal islamın ülkede açtığı yara ile uğraşan ve bununla ilgili yeni bir strateji geliştirmeye çalışan askerler var. Bu denge romandaki öykü için şaşırtıcı bir çeşitlilik değil mi? Dengeyi ve şaşırtıcı bağları nasıl tutturmaya gayret gösterdiniz?

Romanın kendisi ve konusundan bahsetmeden, nasıl düşündüğümü anlatmaya çalışabilirim ve. Yoksa yukarıdaki gibi kötü bir özetle yetinirsek konu çok saçma görünecektir. Romanda anlatabileceğimi burada anlatabilmem mümkün olsa sanırım dört yıl çalışmama gerek olmazdı. Yine de şöyle anlatabilirim, romanlarda bir “yarık” vardır, örneğin Atadam da kültür ve doğa arasındaki o yarıktan çıkar. Bu yarığa romanın gizli merkezi de diyebiliriz.

MobyDick’i, balina avı, macera, tayfalar, hırslı kaptanlar olarak özetleyebilir miyiz? Bunları anlatırken asıl gizli merkez ya da yarık bütün bir varoluş mücadelesidir, hayatın saçma yanıdır, bastırdıklarımızdır, hep beraber gözümüzü kapadığımız gerçeklerdir. Romanlarda dolaylı olarak sorun anlatılır. Romanı asıl roman yapan büyüsüdür. Büyüyü de özetleyemezsiniz. Ama bu yarığa girmek mümkün olursa ürpermeye, anlatılanlara inanmaya başlarız.

Ama gazeteciler büyü istemezler pek, enformasyonu tercih ederler. Peki, daha açık söyleyeyim: Ben kitabımda atadamdan, katır reşolardan bahsederken ezilenlerden, altta kalanlardan, yok sayılan, inkâr edilen halklardan bahsediyorum. Atadam’da güncel ve mitolojik iki anlatı var ve bunlar sürpriz bir şekilde birleşiyor. Ama şunu da ilave edeyim enformasyon haberdir episteme gibi bir bilgi türü değildir. İyi romanların oturduğu epistemolojik bir zemin mutlaka vardır.

                                Hasip Akgül, Atadam romanını yazarken çizdiği resimlerden biriyle birlikteyken

İsim tercihlerinde özel bir neden var mı? Sonat-Başat, Hasan-Hesene, Bekes ve diğerleri...

Yine romanın konusunu anlatmaya zorlayan bir soru. Sonat ve Başat Atadam’ın ikili organel yapılanması, atın gövdesi ve başı. İstersen romanda atadamın kendini anlattığı yerden alıntı yapalım:


“Doğada böyle bir hayvan yoktu. İnsan türünden temel farkı, başın yatay bir eksende vücuda eşlik etmesiydi. Bu, hem hız hem de yokuş çıkmada onu insanlara üstün kılıyordu. Ama bu beden formunun daha derinde sakladığı başka bir şey vardı ki o da insanda olmayan eşitlikçi bakışın kaynağını oluşturuyordu. Kafa ve gövde yatay bir örgütlenme içinde olunca zihin de hiçbir şeyi kendi altına ya da üstüne koymuyordu. 


Bu, insan türünde görülmeyen bir özellikti. İnsan dikey örgütlenmeyi tercih etmişti. Ancak insan, kendi bedeninde bazı organlarının üstte bazılarının altta oluşunun yarattığı duyguyu kısa süre sonra bir üstünlük, yani “altlı-üstlü” olma hali olarak algılamaya başladı. Bu durum insanların arasında bir bölünme yarattı. Üstte olduğunu düşünen varlıklıların bir kısmı, altta kalanlara karşı yaptırım hakkını(!) keşfettiler. Ondan sonra aşağıdakiler-yukarıdakiler durumu, dünyanın bir kuruluş yasası, değiştirilemez bir yazgısı oldu. İnsan içinde böyle düşünen bu varlıklı kesim her şeye hâkim oldu ve bu işi, kendini tüm canlıların üst türü olarak ilan etmeye dek götürdü. Biyolojik bir şans, kültür denilen bir mercekle çarpıtılarak abartıldı.”

Bu ikili organel yapı imge olarak çok değerli benim için. Çünkü bu mitolojik hikâyenin yanında güncel bir sorunun anlatıldığı bir başka öykü daha var romanda ve orada da yine bu ikili yapı üzerine düşünen askerler, savaşan gerillalar var.

Hasan da hermoafrodit bir karakter, bir dengbej adayı, arkadaşları onu seviyor ama ona Hasene demeden de yapamıyorlar… Yani roman sanatı hep ikilemler bulma işidir ve bu ikilemlerin içine okuru yaratıcı olabileceği bir evren kurmaya davet etme uğraşısıdır.

Bekes de bir itirafçıdır. Babası doğuda öğretmenken Kürt topraklarında doğmuş. Kürt mü? Türk mü? Gerilla mı? Asker mi? Bekes, öksüz, yetim anlamına gelen Kürtçe bir sözcük..

Ben anlatıcı sürekli değişiyor: Bazen bir mitolojik canlı, bazen bir köylü, bazen kentli bir asker ve kadın. Bu sizi zorladı mı? Tercih nedeni neydi? O kimliğe bürünmek zor oldu mu?

Bu kurgu ile ilgili. Klasik iki mit var romanda. Biri atadam; diğeri de geçtiğimiz on yıl içinde devlet mekanizmasını baştanbaşa değiştiren ünlü operasyon: Ergenekon miti. Romanın önemli karakterlerinden biri ülkücü olduğunu anladığımız Veteriner-Binbaşı Asena. Bir başka karakter önce kaçakçılara çalışmış, sonra gerillalara ve ardından yakalanınca Bekes gibi itirafçı olarak devlet hizmetine girmiş Katır Reşo. Katır Reşo, gerçekte var olan bir canlıdır. Yani Youtube’da ismi yazıldığında erişilebilir birçok bilgi var hakkında. Bu da çağdaş bir mit, heykeli bile var. Hepsi ayrı ayrı öykülerini konuşarak aynı konuyu anlatıyorlar.

Sonuçta bir toplumu inkâra zorlayan, kendi sınıfsal yapısının onunla yakınlığının üzerini de örtmeye dayalı, katı önyargılardan oluşturulmuş bir konuya şaşırarak yeniden bakma imkânı buluyoruz. Kurgu bu işe yarar: yeni bir zaman algısı ve önyargısızlık.

Metinde sürekli bir müzik var. "Atadamın" karlara saplanan adımlarında, Katır Reşo'nun sınır boylarında mayınları saptayan adımlarında mesela. Ritim hissediliyor.

Bunu duyduğuma çok sevindim, teşekkür ederim. Romanda yarı fantastik büyülü mekanizma Reşo’dur. Atadam ise Reşo var olduğu için yerini bulan tamamen fantastik bir karakterdir. Buna karşın her ikisi de çok gerçekçi yazılmışlardır. Ama Türk Silahlı Kuvvetleri gibi makine tarzı çok soğuk, ciddi bir kurum da romanda ironik ve fantastik bir yer halinde anlatılır. Onların Reşo’yu psikolojik harp dairesinde de bir unsur olarak kullanma çabasıdır buna neden olan.

İşte tüm bunların diziliş ve işleyişinde bir müziği hedeflemiştim, bunun duyuluyor olmasına sevindim. Bu müzik, dediğiniz gibi bazen ritmik, bazen aksak, bazen de yerel ezgileri getiriyor kulağa. Kör önyargı düğümlerini yalnızca sözcükleri yan yana getirerek çözemezsiniz, roman kılıç kullanamadığından, ne yapsın, bazen müziği bazen görselliği dener. Ama iyi ki de dener, çünkü bunlar duyuların açılması konusunda daha etkili olur.

Dili ve kurgusu romanın konusuyla yan yana geldiğinde ilginç bir mizahla da karşılaşıyoruz. Romanınızın türü için ne denilebilir?

Mizah, gücün bilmediği yeni bir dil bulmadıkça etkisizdir. Türü için illa bir isim koymak gerekir mi bilmiyorum. Ama son olarak eklemek istediğim yazdığım şeyin eni sonu ironi ve mizaha yaslanan bir roman olduğudur. Ve burada peşinde olunan güncel politikadan çok genel anlamda güç kullanıcılarını ters getirmeye çalışan bir dil ve kurgu arayışıdır.

ÖZKAN ÖZTAŞ- soL


Komünizmi dövemeyen liberal hainini över: Nâzım, Kundera’ya katık edilebilir mi? - Orhan Gökdemir / soL-Polemik

 Liberal karargah T24 Gorbaçov, Kundera, Orwell, Soljenitsin övdü bugün. Üstelik Nâzım’ı da bu hainleri katık etmeye kalkıştı. Komünizmi dövemeyen liberal, hainini över...

T24 Türkiye liberalizminin karargâhıdır. Eski “merkez medya” artıkları ve Engin Aydın-Oya Baydar dostlarından oluşur toplamı. Tamamı derinlemesine antikomünisttir, nefret ederler, saklamazlar. Bir yer liberalizmin karargâhı ise aynı zamanda düzenin çöplüğüdür. Affedin, bugün çöplükte dolaşıyoruz, üzerimize pislik bulaşıyor haliyle, mecburiyettendir. 

O karargâhta, bugün, görünüşe göre durup dururken, iki antikomünist yazı yayımlandı. Birinde açık bir Gorbaçov övgüsü var. Diğeri Gorbaçov’un edebiyattaki karşılıklarının tozunu alıyor, parlatıyor. Baktım bugün Komünizme saldırmak için özel bir sebep var mı diye. Yok. Dün, 30 Ağustos vesilesiyle cumhuriyete, laikliğe ve kurucusuna yeterince sövememiş olmalılar. Şişkinlik yapar, akla Komünizme saldırmayı getirir. Normal liberal fizyolojisidir. 

T24’te yazar Hakan Aksay’ın yazısının başlığı geri kalanın amacını açıklıyor; “Merhumu nasıl bilirdiniz? İyi bilirdim ve severdim.” Demek bir imamın karşısında, cenaze namazındayız. Merhum kim? Mihail Gorbaçov…

Sovyetler Birliği’nin başına geçtiğinde gençmiş, güler yüzlüymüş, eski kalıpları yıkıyormuş, sık sık halkın arasına giriyormuş, insanların fikrini soruyormuş. Dünya barışı için çok şey yapmış. Bir melek değilmiş ama iyi bir insan ve olumlu düşünceleri, aydınlık hayalleri olan bir lidermiş. Merhum badem gözlüymüş, anlattığı bu. Bunları biliyoruz, antikomünistseniz Gorbaçov’a “iyi bilirdik” demekten başka çareniz yoktur. Ama Hakan Aksay, imamlığı daha ileri götürüyor, “O bir sosyalistti, komünistti. Stalinizme karşıydı, kendince bir ‘güler yüzlü sosyalizm’ yaratma peşindeydi” diyor. Tek bir cümlede Gorbaçov övmüşsün, Stalin taşlamışsın, güler yüzlü sosyalizm parlatmışsın. Herhalde antikomünizme giriş dersi yapsak ilk dersin ilk cümlesi bu olurdu. Eksik, ancak anlamak için yeterli bir tariftir. 

Hepsini anladık da ne Komünisti? Pizza Hut veya Louis Vuitton reklamlarında oynayan Komünist olur mu? Bu şarlatan, Sovyetler Birliği’ni çökerttikten çok sonra 91 yaşında öldü. Hakan Aksay da teslim ediyor, dünya onu seviyor ama kendi halkı nefret ediyor. Halksız kahraman olur mu? Biliyoruz, dünya dediği de kapitalist-emperyalist dünyadır. Buna uygun öldü, ABD hayranı, reklamlarda yancılık yapan bir sevimli şarlatan ve alnındaki koca lekeyle halkının haini olarak gömüldü. 

T24 sağ olsun, yazılarının altına yazarı için “kimdir” notu da düşüyor. Hakan Aksay’ınki şöyle başlıyor; 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı. Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Harika bir biyografi. Peki şimdi ne yapıyor? T24’te yazar. Bir ara Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmeni. Bir de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyormuş. Belediye neden bir Rusya-Ukrayna danışmanı çalıştırıyor bilemedim, cahilliğime verin. Eski TKP’lilik verimli bir meslektir, bu kadarı bizim için yeterli.

T24’te ikinci antikomünist yazı “Kundera, Orwell, Soljenitsin, Nâzım...” başlığını taşıyor. Hakan Aksay haini ölüm yıldönümü vesilesiyle anıyor ya, burada da bir yıldönümü mü var diye bakındım. Hayır, Kundera Temmuz’da ölmüş. Yazarı Necmiye Alpay “Sıra Çek büyükelçilikleri nezdinde Kundera enstitülerinin kurulmasına gelmiş olabilir mi?” diye soruyor. Sadece bir engel varmış bunun için, erotizmi devlet ciddiyeti karşısında fazla bulunmazsa olurmuş tabii, neden olmasın?

Necmiye Alpay Hakan Aksay kadar çiğ bir antikomünizm yapmaz biliyoruz. Yazısı şöyle başlıyor; “Çek yazar Milan Kundera, 11 Temmuz 2023 günü 94 yaşında öldü. Reel sosyalizmin büyük hatalarından biriydi.” Yalnız, tabii, reel sosyalizm için hata olan, insanlık için de hatadır. Bunun, çoğunlukla doğru olduğunu biliyoruz. Örnek, Gorbaçov sosyalizm için hata ise insanlık için de hatadır. Sosyalizmin hatalarından insanlık için iyi ve güzel devşiremeyiz.

Çok hoş, Kundera Necmiye Alpay’ın ilgi alanına 1984’te girmiş. Okumaya başladıktan kısa bir süre sonra, kitabı çevirmek arzusuna kapılmış, Mamak Cezaevi’ndeki arkadaşlardan birine yazdığı mektupta da “Çağımızın Dostoyevski’si” filan demiş. Kitabın “ortalarına” gelince ne görsün; Çağımızın Dostoyevski’si Çekoslovakya’nın sosyalist yönetimine ilişkin olumsuz tavır içinde. Necmiye Hanım, bu tavrı “birkaç cümle”den ibaret sayıyor ki henüz kitabı bitirmediğini, “ortalarında” takılıp kaldığını anlıyoruz. Kundera, sadece kendi ülkesindeki yönetime değil, sosyalizme düşmandır zira. Yalnız, henüz ortalarında olduğu bir kitabın yazarından nasıl çağımıza bir Dostoyevski ürettiğini anlatırsa aydınlanırız. Uzatmayalım, bu birkaç cümle yüzünden Kundera çevirmekten vazgeçmiş. Şöyle bağlıyor; “Kundera’nın romanı o birkaç cümle dışında kalburüstü bir yapıttı ama, çevirmeni ben olamazdım.” Yalnız, tabii, reel sosyalizm için hata olan, insanlık için de hatadır. Bu tiplerin eninde sonunda “erotizme”, biz pornografi biliyoruz, sapmaları bir hata halidir. Sadece devlet ciddiyetine değil, insanlık haline de aykırıdır. Pornografi, insanın acıklı hallerindendir.

Peki bunca tutarsız “tez” ne için? Necmiye Alpay gibi bir dilci, bu kadar birbiriyle çelişik cümleyi neden kuruyor? Şunun için; “Kundera tıpkı kendisinden on yıl kadar önce doğmuş olan Soljenitsin, çeyrek yüzyıl önce doğmuş olan Orwell ve yirmi sekiz yıl önce doğmuş olan Nâzım gibi, gerçekte sosyalizme değil, onun reel, baskıcı türüne karşıdır. Eleştirisi Marksist ideallerle bağdaştıramadığı bürokrasist demir perde uygulamalarına, yani Stalinizme yönelmiştir.” Doğrusunu isterseniz bu benim için bile inanılmaz bir son. Sosyalizme değil reel sosyalizme karşılarmış. Demirperde ve Stalinizmi eleştiriyorlarmış. Bu dil antikomünizmin dilidir, üstelik en pespayesidir. Nâzım’ı ayırıyoruz, buraya iliştirilmesi bir suikast girişimidir. Soljenitsin, Orwell, tabii Kundera edebiyatın Gorbaçovlarıdır. Haindirler, demek istiyorum. Gorbaçov’un lekesi açıktaydı, bunlarınkini açığa çıkarmak için bir çaba gerek, durum bundan ibarettir.

Necmiye Alpay’ın anlattıkları bizim bilgilerimizle uyumludur. 1980’li yıllarda Kundera övmek, çevirmek solda duran biri için utanç vesilesi olurdu. İmkânsız bir işti demek istiyorum. Sonra imkân buldular, övdüler, yücelttiler. Yalçın Küçük, Kundera'yı övenleri utandırmayı kendisine görev belirlemişti. “Estetik Hesaplaşma” bu görevin ürünüydü. Pornografi, o zamanlar, antikomünizmin dışavurumlarından biriydi. Geriye kalan ise “felsefe artıklarından sebze çorbası”ydı. Şöyle diyordu; 
“1980 başında iktidara gelen Reagan'ın Yeni Soğuk Savaş politikaları etkisini göstermiştir. Soljenitzin furyası geçmiş ve Soljenitzin, ClA'nin bile kontrol edemediği bir eksantrik durumuna düşmüştür. Kundera'yı, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da iktisat politikasında Friedmanizm adı verilen, insanın ekonomiyi yönetebileceği düşüncesini reddeden, insanları tekellerin acımasızlığına bırakan ekonomi politikacılarının uygulanmasından, uluslararası politikada Reaganizm olarak da nitelenen gerginlik düzenlerinden ayrı düşünmek mümkün olmamalıdır; anti-sosyalizm ve erotizm, böyle bir dünyada hem destekleniyor ve hem de alıcı bulabiliyor.”

Ne Dostoyevski’si? Aklı karışık, ülkesine ve halkına düşman, insanlığa sırtını dönmüş bir “dejenere yazıcı”dan söz ediyoruz. “Kundera denilen dejenere yazıcının herhangi bir felsefeciyi anlaması mümkün değil; öyle bir niyeti de yok.” 

Neden peki? 
Birincisi; insanın kendi yazgısını eline alabileceğine, ilerleme kavramına inanmayan, insanlığın sürekli yükselme olduğunu görmeyen, yükselmeyi baş dönmesi sayan bir yazıcı için güzellik yalnızca bir yanlışlığın sonucu olmalıdır; Kundera'da böyle oluyor.

İkincisi; Avrupa'yı, Çekoslovakya'ya indirgediği, Çekoslovakya da o anda planlı bir ülke olduğu için, Avrupa kentlerini sevmemesi ve New York'a hayran olması gerektiğini düşünüyor; plansızlığın güzellik olduğunu yazmayı görev biliyor. Haliyle geriye pornografi ve felsefe artıklarından sebze çorbası yapmak kalıyor. Yalçın Küçük'ten aktardım. Antikomünizm aklı ve ahlakı siler, geriye bir insanlık posası kalır. Posadan kahraman yaratamazsınız, dediğimiz bu.

Haini bol bir tarihimiz var. Sebeplerinden biri hainimize hain demekte tereddüt etmemiz, ayak sürümemiz. Halbuki haine hain demek en acil işlerimizden biri. Ne zaman biri hainlerimizi övse, asıl hedef Komünizmdir çünkü. 

Hakan Aksay’ı tanımam, Necmiye Alpay’la tanışıklığımız var. Yazısının altındaki “kimdir” bölümüne bakmazdım normal şartlarda. Ama bu yazısından sonra “kimmiş bakayım” dedim. TKP geçmişinden, nedense, söz etmemiş biyografisinde. Halbuki onun TKP’liliği Hakan Aksay’ınkinden yüksektir. Demek ki silmek istemiş, hainlerimiz övmesinden belli. İsterler, teşebbüs ederler. Biz ise hiçbir şekilde silinmesine izin vermeyiz.

Orhan Gökdemir / soL-Polemik

2 Eylül 2023 Cumartesi

Tarihin üstüne beton döktüler - Gökay BAŞCAN / BİRGÜN

 

Bin 800’lü yıllardan kalma Ayvalık Akademisi’nin tarihi kalıntılarının ortaya çıktığı yere beton döküldü. Yapılmak istenen Ayvalık İlçe Polis Merkezi’nin ruhsatı olmadığını belirten bölge halkı tepki gösterdi.

         Tarihi kalıntıların üzerine beton dökülmesine bölge halkı tepki gösterdi. (Fotoğraf: BirGün)

Geçmişi 1800’lü yıllara uzanan Ayvalık Akademisi’nin bulunduğu yere yapılmak istenen Ayvalık İlçe Polis Merkezi’ne tepkiler sürüyor. Kalıntıların olduğu yere beton döküldüğünü gören Ayvalık Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Girişimi üyeleri müdahale etti. İnşaatın ruhsatsız olduğuna dikkat çeken Girişim Sözcüsü Avukat Fulya Çalık Kantekin yetkililere tepki göstererek “Betonu benim üzerime dökün dedi. Girişim üyeleri, yaşanan tartışmanın ardından savcılığa suç duyurusunda bulunmak için bölgeden ayrıldılar.

İTİRAZ ÜZERİNE POLİS MÜDAHALESİ

Bölge için mühim öneme sahip Ayvalık Akademisi 1821 yılında çıkan yangında yok oldu. Daha sonra tekrar inşa edilen bina, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ilkokul olarak kullanıldı. 2021’de yıkılan Cumhuriyet İlkokulu’nun yerine Ayvalık İlçe Polis Merkezi yapılmasına karar verildi. Ruhsatsız şekilde başlanan inşaatta tarihi parçalara rastlandı. Bunun üzerine Ayvalık Tabiat Platformu Ayvalık Kaymakamlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Balıkesir Kuvayı Milliye Müze Müdürlüğü ve Balıkesir Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü’ne dilekçe verdi. Buna rağmen dün inşaat çalışmalarına başlandı.

İnşaatın durması için tepki gösteren Ayvalık Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Girişimi Sözcüsü Avukat Fulya Çalık Kantekin, “Tüm itirazlara ve başvurulara rağmen inşaat ruhsatı olmayan yere beton dökmeye çalışıyorlar. Duyar duymaz bölgeye gittik ve durdurduk. Ardından polis geldi ve bizi dışarı çıkardılar” dedi.

YUNAN TARİHİ İÇİN ÇOK ÖNEMLİ

Girişim üyelerinden Hasan Cengiz Yazar, Ayvalık Akademisi’nin önemine dikkat çekti. Bölgedeki kalıntıların incelenerek Akademi’nin ruhuna uygun bir yapının inşa edilmesi gerektiğini belirten Yazar, “Yeni ortaya çıkan kalıntılarla birlikte yeniden bir inceleme yapılması gerekiyor. Bölgeye hakim ve incelemelerde bulunan hocalarımız bu inşaata tepki gösteriyor. Eski akademinin yerine bir polis merkezi değil, geçmişteki ruhuna uygun de bir eğitim merkezi yapılması daha doğru olacağını söylüyorlar. Bu akademi hem Ayvalık hem de Yunan tarihi için çok önemli. Romancılar, ressamlar, felsefeciler, devlet adamları yetiştirmiş bir akademi. Acilen Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’nda bir inceleme yapması ve projeyi değerlendirmesi gerekiyor” ifadelerini kullandı.

Gökay BAŞCAN / BİRGÜN