3 Aralık 2023 Pazar

Asgari ücret tartışmaları büyük sermaye saldırısının habercisi - BURCU GÜNÜŞEN / soL-Özel

 Sermaye asgari ücret komisyonu daha toplanmadan “hedef enflasyon", “yılda bir kez zam”, “vergiyi tabana yayma” hedeflerini ilan etti. İşçileri 2024’ün ikinci yarısında daha büyük bir saldırı bekliyor.

Türkiye’de işçilerin yarısından fazlasının geçinmeye mahkum edildiği açlık sınırının altındaki asgari ücrete yapılacak zam yıl sonuna kadar belli olacak. Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun ilk toplantısını 11 Aralık’ta yapacağını duyurdu.

Masa daha kurulmadan AKP’den ve sermaye çevrelerinden ücretlerin belirlenmesinde hedef enflasyonun dikkate alınması, Temmuz’da asgari ücrete yeniden zam yapılmaması dillendirilmeye başlandı. Dahası Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “verginin tabana yayılması için çok ciddi adımlar” atacaklarını söyledi.

Komisyonda işçileri temsilen Türk-İş yer alırken, patronları aynı zamanda Koç Holding yöneticisi olan TİSK Başkanı Özgür Burak Akkol temsil edecek. Yani ilk üç çeyrekte net kârını yüzde 83 artıran Koç Holding asgari ücretin belirlenmesinde büyük rol oynuyor.

Asgari ücreti ve yeni yılda Türkiye’de işçi sınıfını neyin beklediğini çalışma ekonomisi profesörü Aziz Çelik, Patronların Ensesindeyiz Genel Koordinatörü Neslihan Eroğlu, Birleşik Metal-İş Genel Sekreteri Özkan Atar, metal işçisi Aydener Aktaş’la konuştuk.

Aziz Çelik’e göre “hedef enflasyon” ücretleri bastırmak için gündeme getirilen bir tuzak. Yerel seçimlerin ardından “sert bir sermaye programı” uygulanacağını öngören Çelik’e göre, hedef enflasyon asıl o zaman gündeme gelecek. Çelik iktidarın yıllık zamda ısrarcı olacağı kanısında.

PE Genel Koordinatörü Eroğlu da 2024’ün ikinci yarısında emek yaşamını derinden etkileyecek bir sermaye saldırganlığının başlayacağını öngörüyor. Eroğlu bu ay işten çıkarmaların yaşanabileceğine de dikkat çekiyor.

Birleşik Metal-İş Genel Sekreteri Atar ise konunun birebir tarafı olan milyonları da harekete geçirecek bir mücadele hattının izlenmesi gerektiği görüşünde.

Metal işçisi Aktaş ise asgari ücret 30 bin lira dahi olsa dolaylı vergiler ve enflasyonla işçinin cebinden bu paranın alınacağını belirterek topyekün bir mücadele verilmesi gerektiğine işaret ediyor.

Çelik: Hükümet 16 binin biraz üzerine çıkıp başarı diye sunacak

Çalışma ekonomisi profesörü Aziz Çelik’e göre zaman zaman bu yönde açıklamalar olsa da asgari ücretin hedef enflasyona göre belirlenmesi, seçim koşulları nedeniyle mümkün değil. Çelik, bunun yerine son 6 ayın enflasyonunun esas alınacağını ve bunun biraz üzerinde bir zam yapacaklarını düşünüyor: “İşverenler 16 bini telaffuz etti zaten. Hükümet bunun biraz üzerine çıkacak ve bunu bir başarı olarak sunmaya çalışacaktır.”

Hedef enflasyonun işçilerin alım gücünün düşmesi ve ücretlerin yaşanan enflasyondan düşük olmasına yol açacağını belirten Çelik hedef enflasyonun siyasi bir hedef olduğunu, yaşanan enflasyon bile hatalı ve eksik ölçülüyorken hiçbir gerçekliği olmadığını vurguluyor.

Hedef enflasyon ücretleri ve emek gelirlerini bastırmak için gündeme getirilen bir tuzak” diyen Çelik, bunun geçmişte yüksek enflasyon dönemlerinde zaman zaman gündeme geldiğini ve reel ücretlerin düşmesine yol açtığını belirtiyor.

Çelik “Seçim öncesinde gündeme gelmesini gerçekçi görmüyorum ama seçim sonrası sert bir neoliberal politika uygulanacak ve o zaman hedef enflasyon gündeme gelecek. Yıllık zamda ısrarcı olacaklar. Ama ben asgari ücret zammının son 6 aylık enflasyonun biraz üzerinde olacağını düşünüyorum. 16-17 bin civarında bir miktar olacaktır. Bunun çok üzerine çıkacaklarını sanmıyorum” diyor.

‘Seçimden sonra sert bir sermaye programı uygulanacak’

Dün TÜİK’in açıkladığı GSYH verisinde emeğin payına ilişkin bir yanılsama olduğuna da dikkati çeken Çelik “Bir önceki çeyreğe göre 2 puan düşüş ama bir önceki yıla göre artış görünüyor. Ancak EYT kapsamındaki kıdem tazminatı ve emekli aylıkları ödemeleri nedeniyle emeğin payında bu yıla özgü bir artış oldu. Oysa 2016-2022 verisinde yüzde 36’dan yüzde 26’ya düşüş var. Tablo resmi veriden daha kötü” diyor. 

Bakan Şimşek’in “verginin tabana yayılması” açıklamasına ilişkin Çelik bu sözü “tam bir demagoji” diye niteliyor. Çelik’e göre tabandan kasıt vatandaş ve halksa vergi zaten tabana yayılmış durumda: “Vergi gelirlerinin yüzde 65-70’li dolaylı vergiler, tüketimden alınan vergiler. Bunları zaten dar gelirliler, emekçiler, halk ödüyor. Öte yandan ücretliler vergi tarife dilimleri nedeniyle yıl içinde giderek artan oranda vergi ödüyor. Servetten alınan vergiler yok mertebesinde. Ücret dışı kazanç ve kurumlar vergisi oldukça sınırlı. Şimşek’in söylemin aksine vergi tavandan, yüksek gelirli sınıflardan, ranttan ve servetten alınmalı.”

Yerel seçimlerin ardından “tam anlamıyla bir neoliberal programla” yüz yüze kalacağımızı söyleyen Çelik, “Ücret gelirlerinin bastırılması, talebin kısılması, kemerlerin sıkılması. Faiz artışları ve talebin kısılması bir yandan da işsizliği artırabilir. Seçimden sonra sert bir sermaye programı uygulanacak” diyor.

Eroğlu: İşçi ücretlerinin enflasyona sebep olduğu yalanını söylüyorlar

Patronların Ensesindeyiz Ağı Genel Koordinatörü Neslihan Eroğlu TCMB raporu ve hükümet cephesinde yürütülen tartışmalara göre 2024 yılı son çeyreğinde hedeflenen enflasyon oranının yüzde 36 olduğunu hatırlatıyor. 

Eroğlu’na göre asgari ücretin reel enflasyon yerine hedef enflasyon üzerinden tartışılmasının istenmesinin en temel sonuçlarından biri sermayenin emek yaşamına saldırganlığı: “Çünkü bu konuda 'işçi ücretlerinin enflasyona sebep olduğu’ yalanını söylemekteler.

Eroğlu “Bizim öngörümüz, 2024’ün ikinci yarısında emek yaşamını derinden etkileyecek bir sermaye saldırganlığının başlayacak olmasıdır. Seçim öncesindeki asgari ücret zammını düşük tutmakta zorluk çekebilecekleri için yılın ikinci yarısındaki zammı ya yapmamaları ya da çok düşük bir oranda yapmaları mümkün olabilir” diyor.

Yılbaşında yapılacak zam maliyetlerinden kaçmak için bu yılın Aralık ayında görülebilecek işten çıkarmalara dikkat çeken Eroğlu, özellikle yoğun emek sömürüsünün olduğu iş kollarında bu konuda bazı hareketliliklerin yaşanabileceğini belirtiyor.

Atar: Böyle bir temsiliyet kesinlikle olamaz

Birleşik Metal-İş Genel Sekreteri Özkan Atar komisyonun bugün toplanacağının daha önce hem Türk-İş Başkanı hem de Çalışma Bakanı tarafından basın vasıtasıyla kamuoyuna duyurulduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Ama şimdi görüyoruz ki komisyon bugün toplanmamış. Yani çalışanların yüzde 50’sinden fazlasının yaşam koşullarını bire bir ilgilendiren bir konuda, hele ki insanların alım gücünün net bir şekilde düştüğü böyle bir dönemde böyle gayri ciddi bir davranış son derece yanlış."

Türk-İş’in süreç başlamadan önce diğer işçi konfederasyonlarının görüşlerini alması ve taleplerini kamuoyuna duyurması gerektiğini söyleyen Atar “ ‘Biz görüşlerimizi aktardık, sayın Cumhurbaşkanın takdirlerine bırakıyoruz’.. Böyle bir temsiliyet kesinlikle olamaz. Bu gelir dağılımda düşmüş olduğumuz durumun en önemli sebeplerinden bir tanesi” ifadeleriyle Türk-İş’in tutumunu eleştiriyor.

TÜİK’in bile yüzde 70-75’lerde olacağını söylediği enflasyonun yılın ortalarına doğru çok daha yükseleceği bir dönemde, asgari ücrete değil yılda 2 zam, yılda 4 zam yapılması gerektiğini belirten Atar, Ocak ayında yoksulluk sınırının 50 bin lirayı geçebileceğine işaret ediyor: “Dört kişilik bir ailede iki kişinin çalıştığı varsayılırsa asgari ücretin 30 bin liraya yakın bir net rakam olarak talep edilmeli. Türk-İş bugün bir rakam ortaya koymuyor, tartışmaya girmiyor. Bu tutumun hızlıca terk edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.”

DİSK’in bugün yaptığı açıklamaya değinen Atar asgari ücretin “insanca yaşanabilecek bir ücret” seviyesine gelmesi için işyerlerinde fiili bir mücadele içinde olacaklarını belirterek “Konunun birebir tarafı olan milyonları da harekete geçirecek bir mücadele hattı izlenmeli” diyor.

Atar “Asgari ücret sonrası ilk vergi dilimine uygulanacak oranın da yüzde 10’a indirilmesini ve burada sabitlenmesini talep ediyoruz. İşverenlere sağlanan sosyal güvenlik primi desteğinin işçilere de sağlanmasını, 5 puanlık indirim yapılmasını istiyoruz” diye ekliyor.

Aktaş: Bu düzenin hayatı kendisine zindan ettiği insanlar artık yeter demeli

Gebze’de Sarkuysan’da çalışan ve Birleşik Metal-İş üyesi metal işçisi Aydener Aktaş’a göre önce asgari ücret kavramının kendisi sorgulanmalı. Aktaş “Yaşamın asgarisi olmaz. İnsan insanca yaşayabileceği bir ücret almalı” diyor.

Asgari ücretin belirlenmesinde Koç Holding’in etkisine işaret eden Atar “Komisyonda TİSK ve MESS’in başkanı, Koç grubunun yöneticisi Özgür Burak Akkol var. Dolayısıyla Koç grubu, sermaye grubu belirliyor ücreti. Çok ciddi miktarlarda kazanıyorlar, işçiye gelince asgari yaşayabilirsin diyorlar. Bir defa buna karşı çıkılmalı” ifadelerini kullanıyor.

17 yıllık metal işçisi Aktaş 15 bin 600 lira ücret alıyor. Bulunduğu bölgedeyse 10 bin liradan aşağı ev kirası olmadığını dile getiriyor: “Asgari ücretin 18 bin lira olacağı gibi dedikodular var şu anda. 18 bin lira olsa dahi 10 bin lira kira veren bir aile nasıl geçinsin, nasıl yaşasın? Yani yaşamak demek sadece nefes alıp vermek değil!

Patronlar devasa kârlar elde ederken işçiye gelince bunu vermek istemediklerini belirten Aktaş’a göre sendikal mücadele yeterli değil, işçilerin sınıfın öncü partileriyle birlikte mücadele etmesi gerekiyor.

Metal iş kolundaki toplu sözleşme sürecinde arabulucu aşamasında olunduğunu hatırlatan Aktaş “Haftaya arabulucu atanacağı söyleniyor. Arabulucu neyin arasını bulacak? Bizim talebimiz yüzde 143 zam. 30 bin olsa ne olacak ücretimiz? Hayat pahalılığıyla bize verdiklerini geri alacaklar. Dolaylı vergilerle, enflasyonla geri alacaklar cebimizden. Buna karşı bir sınıfsal uyanış gerekiyor. İşçilerin sınıfın öncü partilerinin, sosyalist, komünist partilerin yanında birikmesi gerekiyor. Ülkemizde çok ciddi bir sol siyaset boşluğu var. Burayı dolduracak olanlar zaten emeğiyle geçinen insanlar. Çalışanların bu düzenin hayatı kendisine zindan ettiği insanların artık yeter demesi, ibreyi şöyle bayağı bir sola kırmaları gerekiyor, başka çaremiz yok.”

BURCU GÜNÜŞEN / soL-Özel

Türkiye'den çekip gitmek - III : Tutunamayanlar, geri dönenler-Özkan Öztaş / soL-Özel

 "Evet, bir masallar diyarında yaşıyorduk. İnsanlar seküler, ortam çok iyi. Ama biz bu masalın konusu değil konuğuyduk. Bu masallardaki köleleri sahneliyorduk. Geri döndüm. Yapamadım. Olmadı."

Türkiye'den yurtdışına göç edenlerin bir kısmı zorlu yolculuklardan geçerken bir kısmı da gittiklerdeki ülkelerde zorluklara göğüs germeye çalışıyor. Anlatılanlar ile yaşananlar arasındaki farklar ve hayatın dünyanın hemen hemen her yerinde emekçiler açısında bir cehenneme dönüşmüş olması zorlukların başında geliyor. 

Türkiye'den çekip gitmek yazı dizimizin ilk iki yazısında gidiş yolculuğunu ve varılan yerde yaşanan düş kırıklıklarını ele aldık. Dizinin son yazısında memlekete, Türkiye'ye geri dönenlerle konuşuyoruz.

Iğdır'dan Bilal, Konya'dan Barış, Mersin'den Mehtap geri dönenler arasında ve hayata bir kez daha yeniden başlayacakları bir süreci inşa etmeye çalışıyorlar. 

'Hiçbir zaman onlar gibi olamayacağımı fark ettiğimde...'

Aralarında en genci Bilal. Bilal inşaatta çalışmak için Fransa'ya gittiğini söylüyor. Lens'te çalışmış uzunca bir süre. Kaçak yollardan gitmiş, Lens'teki akrabalarına sığınmış. 

Bilal, Fransa'ya en çok gidenler arasında Erzurum ve kendisi gibi Iğdırlılar olduğunu söylüyor.

"Fransa büyük bir serhat şehri gibiydi. Eyfel Kulesi önünde fotoğraf çektirirken hemşerilere denk gelmek diye bir espri vardı kendi aramızda. Lens Paris'e uzak tabii. Belçika sınırında bir şehir Lens. Orada kaldım iki yıl. 3 ay önce de döndüm."

Avrupa, sermayesinin muhtaç olduğu işleri yerine getirecek işleri asırlardır dışarıdan sağladığı emekle yürütüyor. Uzun süre sömürgeler buna yaradı. Yavaş yavaş, fabrikalar da üç kuruşa çalışacak kitlelere sahip yoksul ülkelere taşındı. Kıtadaki ihtiyaca yanıt, göçmenler oldu. Bilal, bunlardan biriydi. İnşaatlarda çalışmaya başladı. "Yalan yok, bir ara iyi de kazandım" diyor. Sonra, işin gereği, fıtık oldu. 

"Avrupa'da birçok şey çok iyi belki ama sağlık sistemi çok kötü. Ben kaçak çalışıyordum, o yüzden hastane süreçleri çok zorlu oldu. Ameliyat olmam gerekti uzun süre, olamadım, kaçak olduğum için. Sonra hukuki süreçleri falan başlattım. 

"İnşaat zor iş. Bende de vasıf yok abi, yalan söylemeyeyim. Burada hayvancılık yapıyordum. Malları satıp Fransa'ya gidince orada inşaatlarda kaba işlerde çalıştım. Sonra da dayanamadım rahtsızlandım zaten. 

"Sonra şu yabancılık hissi... Bunun gün geçtikçe azalmadığını ve arttığını fark ettim. Önce bunu içimdeki memleket özlemiyle, aile hasretiyle karıştırmışım. Öyle gibi düşünmüşüm. Ama değil. Bir fark ettim ki bizim göçmenler dışında kimseyle görüşmüyor, kimseyle sohbet etmiyorum. Mesela şantiyede çalışıyoruz, aramızda Fransa doğumlu göçmenler vardı. Onlar bile bize kötü gözle bakıyor. Bir usta vardı mesela, ismi Ali'ydi. Cezayirli, müslüman biriydi. Adam bize yan gözle bakıyor, güvenmiyor ve dışlıyordu. Şantiyede yemek arası verildiğinde masamıza dahi oturmuyordu. Benim geri dönüş nedenim biraz buydu. Asla onlar gibi olmayacağımı fark ettim. Dayanamadım. Hastalık da eklenince geri döndüm."

'Kimse yaşadığını paylaşmıyor sosyal medyada. Herkes kıskandıracağı şeyi paylaşıyor'

Barış, Konyalı. Normalde çiftçilik yapıyormuş. Kendilerine ait bir tarla varmış ama daha çok başka tarlarlarda çalışıyormuş. "Ekim dikim işleri pahalıydı. Başkasına işçi olarak çalışmak daha kârlı. Ufak toprakla çiftçilik olmuyor artık" sözleriyle açıklıyor durumunu. Kış aylarında da uzun yol şoförlüğü yapıyormuş Türkiye'deyken.

Barış Belçika'ya gitmiş. "Akrabalarım oradaydı, 'burada iş buluruz' dediler" diyor. 

"Gelir gelmez burada bir kargo firmasında şoförlüğe başladım. Yanına yerleştiğim akrabalarım iş bulduğumda hafif mırın kırın ettiler 'artık eve çıksan iyi olur' falan diye. Haklılar tabii, herkesin bir düzeni var. Ama kiralar çok pahalıydı. Sonra benim gibi Türkiye'den gelenlerle bekar evi gibi bir şey tuttuk. Ev meselesi mali olarak böyle çözüldü ama bu sefer de çamaşır, bulaşık derken başka rezilliklerle yaşadık. 8 kişiydik evde, her odada ve salonda ikişer kişi kalıyorduk. 

"Sonra elime geçen ilk birikmiş parayla araba aldım. 6 bin avroya. 'Ulan ne kadar ucuz' diye de düşündüm. Sonra arabaya herhalde bir o kadar daha masraf yaptım. Şimdi yalan yok. Türkiye'de sahip olamayacağın şeylere ya da çok zor şartlarda sahip olacağın şeylere hızlıca sahip olabiliyorsun. En başta da teknolojik ürünler ve araba geliyor.

"Neyse sonra ben de TikTok'ta falan sürekli kendi arabamı paylaşmaya başladım. Mesajlar geliyor işte köydekilerden falan, 'helal sana, hemen araba yaptın' falan diyorlar. Sonra fark ettim ki benim bu arabayla paylaştığım fotoğraflar dışında bir hayatım kalmamış. Günde 10 saat resmi, gayri resmi 12 saat kargo şirketinde şoförlük yapıyorum, arabanın tüm fotoğraflarını da gece paylaşıyorum. Çünkü gündüz araba göremiyordum bile.

"Sosyal medyada büyük bir yalan var. Yani kimse yaşadığını paylaşmıyor sosyal medyada. Herkes başkasının seveceği, beğeneceği, yorum atacağı paylaşımları yapıyor. Ama burada kocaman, sersefil bir yalnızlığın içindeyiz.

"Sonra bir izin vakti memlekete ziyarete gelince kızımın üniversite sınavlarına hazırlandığını fark ettim. Benden uzakta büyüyorlardı. Ben de eşe dosta mahcup olmayacak şekilde elimdeki avucumdakini satıp, parayı alıp Türkiye'deki birikmiş borcumu silecek şekilde geri döndüm. Burada pancarda çalışmaya devam. Kışın da yine uzun yol şoförlüğü yapmaya devam edebilirim. Birikmiş borcumu silmek, biraz da köşeye para koymak dışında bir şeye yaramadı Belçika yılları."

'Bir gün kendimi 'burada ölürsem cenazem nasıl gidecek' diye araştırırken buldum'

Mehtap aslen Diyarbakırlı. Uzun yıllar Mersin'de yaşamış. Sonra hemşire olarak İngiltere'ye gitmiş. İngiltere'de Norwich şehrinde özel bir yaşlı bakım merkezinde hemşire olarak çalışıyormuş. "Beni en çok etkileyen şey seküler yaşam, görece konforlu hayat oldu" diyor. Geçtiğimiz yıl Mersin'e geri dönmüş. Ve önemli bir ayrımdan bahsediyor. "Kimse geri dönerim diye gitmiyor ama hiçbirimiz de 'İngiltere'de ölürüm, orada biter bu hikayem' demiyor. Yani kimse kendine aslında gerçekleri itiraf etmiyor" diyor. 

Mehtap bu ayrımı şu sözlerle anlatıyor: "İngiltere'ye gidince tabii Türkiye'ye göre çok daha rahat bir ortam. Ben mesela bu kadar göçmen, özellikle de Hintli olduğunu tahmin etmemiştim. İkinci sınıf muamele kısmını geçiyorum, bu en bilinen mevzu. Az çok tahmin ederek gidiyor herkes. Ben de bu sağlıkta göç başlayınca giden arkadaşlarımdan dinledim. Özellikle doktorlar için Almanya, hemşireler için de İngiltere öne çıkıyordu. 

"Şimdi kimse giderken tatile gider gibi gitmiyor. Mesela ben burada evimi dağıttım, eşyalarımı sattım. Tüm koltukları, kanepeyi, beyaz eşyaları elden çıkardım. Sonra buradaki tüm arkadaşlarımla veda partileri yaptık. Akşamları eğlendik. Uğurlamalar oldu. Bu fotoğraflar paylaşıldı tabii 'Mehtap'ı İngiltere'ye yolluyoruz' falan. Sonra da gittik. İki, üç yıl kaldım. Üçüncü yılın içinde de döndüm. 

"Şimdi mevzu şu. Kimse 'olmadı geri dönerim' diye gitmiyor. Tatil değil bu sonuçta. Bir kopuş var. Ama hiç kimse de 'burada öleceğim, mezarım burada olacak' diye bakmıyor. Bir gün kendimi cenaze masrafları ve uçakla cenaze nasıl götürülüyor diye araştırma yaparken buldum. Yaşlı bakım merkezinde çalışıyordum ve her 2-3 ayda bir kişi vefat ediyordu çalıştığım yerde. Alzheimer ya da demans hastaları vardı genelde. Ölüm sürekli hissettiğim bir duyguydu.

"Sonra ne yapıyorum burada diye daha çok düşünmeye başladım. Evet, bir masallar diyarında yaşıyorduk. İnsanlar seküler, ortam çok iyi. Ama biz bu masalın konusu değil konuğuyduk. Bu masallardaki köleleri sahneliyorduk. Geri döndüm. Yapamadım. Olmadı. Belki daha önce göç etseydim olurdu. Eskiler görece daha rahat. Hayat daha rahatmış eskiden. Ama pandemiden sonra tüm dünya değişti. Sizin televizyonda gülüp eğlendiğiniz, saçmalıklarına hayret ettiğiniz dünya liderleri yönetiyor bu ülkeleri. Çok önemli bir çoğunluğu sağcı ve göçmen düşmanı. Taraftarları da haliyle öyle. Akşama kadar birlikte çalıştığım iş arkadaşım, iş çıkışında 'göçmenler geri dönsün' yürüyüşlerine katılıp fotoğraf paylaşıyor. Sonra da aynı iş yerinde çalışmaya devam ediyoruz."

'Borcunu bitiren kaçıp dönüyor'

Görüştüğümüz kişilerin ortaklaştığı konu, geri dönüp yeniden başlamanın zorluğu. Buradaki en büyük sorun, gidenlerin önemli bir çoğunluğunun, aslında yurtdışına çıkmak için ihtiyaç duydukları parayı zaten elde etmek için varını yoğunu satmaları ya da borç bularak gitmeleri.

Barış bunu anlatırken "Zaten giderken yaptığın borcu ya da gitmek zorunda kaldığın borcu bitiren kaçıp dönüyor hemen memleketine. Eskiden böyle ev yapayım, iş kurayım falan gerçekmiş. Ama artık değil. Bazı mühendisler ya da doktorlar belki kazanıyordur, bilmiyorum. Ama işçi için artık neredeyse mümkün değil. O yüzden de eskiden ev almak ve ev yapmak için çalışanlar, Türkiye'deki borcunu kapatırsa kendini şanslı sayıyor ve kaçıp dönüyor" diyor. 

'Rakı reklamındaki çaresizlik'

Mehtap bu konuyu anlatırken bir firmanın internette dolaşıma soktuğu bir rakı reklamını anlatıyor. 

"Reklamı izlerken gördüm. Böyle beyaz yakalı, memleketten hoşnut olmayanlar kaçmış gelmişler. Tam hatırlamıyorum şimdi, epey oldu videoyu izleyeli. Merak eden bakar internette. Youtube'da var sanırım. Almanya'ydı sanırım reklam, bir grup beyaz yakalı buluşmuş rakı içerken bir memleket hasreti doluyor ortama. 

"Bu videoda dikkatimi çeken şey neydi biliyor musunuz? İran nostaljisi. Bayağı bayağı buradaki İranlı arkadaşlar da böyle hasretle bakıyor eski İran görüntülerine. İngiltere'de İranlı mülteci çoktur. Bir kısmı da Azerice bildiği için yakın dostlar edindim aralarından. Hepsi 1979 öncesi İran'ı anlatır dururdu. Şimdi videoya baktım. Resmen AKP öncesi hayatla İran benzerliği fark ettim.

"Evet, birçok şey geriye gitti memlekette. Seküler insanlar için hayat zorlaştı. Ben fiili islamcılık diyorum buna. Ama şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Ortam bir İran değil. Tutup da Almanya'da rakı içip nerde o eski günler diyecek halim yok benim dedim. Annem hastalanınca yeter dedim, döndüm. Gider kendi anneme bakarım dedim. Mersin'e döndüm. Ben giderken de pişman değildim ama dönünce de pişman olmadım. İyi bir deneyim oldu birçok açıdan ama insanın ayaklarının yere basması güzel şey" diyor. 

Bilal, genç bir gülümsemeyle "Abi benim ömrüm uzun ya. Daha yıllarım var önümde" diyor ve gülerek anlatıyor "Burada hayvancılık yaparım diye düşündüm. Yeniden başladım. Ailem tembellik ettiğimi düşünüyor Fransa'da. Ama öyle değil. Zor yani. Fransa'da ortam çok güzel de yaşayamıyorsun, inşaatlardasın. Burada ortam yok ama serbestsin sonuçta. Bilmiyorum, burası ağır bastı" diyor. 

Geri dönenler pişman değil ama kendi ifadeleriyle yorgunlar. Yurtdışı deneyimi çok yormuş. Her biri de bir sosyal sorumluluk projesi gibi "gitmeyin" telkinleri yapıyor yakınlarına. Barış ise bir ek yapıyor "Yurtdışı son çare. Ama bizimkiler ilk çare olarak bakıyor. İlk çareyi gitmekte bulanlar ilk dönenler zaten. Son çaresi olanlarsa her yerde perişan. Yaşadığı perişanlığın ülkesi değişiyor sadece."

Özkan Öztaş / soL-Özel

Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu- I + Üfürükbilimin Sonu II – Martin Wolf’un kutsal cehaleti (Serdal Bahçe-soL)

 

Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu- I (Birgün-28/10/2018)

Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor.
Justin Kruger ve David Dunning daha sonra Dunning-Kruger sendromu diye adlandırılacak kişilik sapmasını tespit ettikleri için 2000 yılında psikolojinin Nobel’i sayılan ödülü alan iki psikologdur. Daha önce ülkemizde de pek çok yazar tarafından (örneğin Emre Kongar, Cumhuriyet, 27 Eylül, 2015) dikkat çekilen bu sendrom kendisini kısaca cehalet ve bilgisizliğin çekingenlik yerine abartılı bir özgüven yaratması olarak dışa vurmaktadır. Onları ünlü yapan makale prestijli Journal of Personality and Social Psychology (Kişilik ve Sosyal Psikoloji Dergisi) dergisinin 1999 yılına ait 77.

Cildi içindeki 6. Sayıda yayınlanmıştır. Yazının başında bir soygun olayı üzerinden insanların başarı ve stratejileri konusunda üç belirlemede bulunurlar. Olay ise şudur; soyguncu güpegündüz kentin en işlek bankalarından birine girerek, hem de yüzünde maske yok iken soygun yapar. Pek tabi ki polis çok gecikmeden soyguncuyu yakalar. Sonra bankanın kamera görüntülerini suçluya izlettiklerinde suçlu şaşkınlık içinde bunun olamayacağını çünkü yüzüne limon suyu sürdüğünü ve limon suyunun onu görünmez kıldığını belirtir. Bunun üzerinden üç belirleme gelir. Birincisi, hayatın pek çok alanında başarı ve doyum bilgiye, akla ve hangi kurala uyulup hangi yoldan gidilmesi gerektiğinin bilinmesine bağlıdır. İkincisi, hayatın bu alanlarında kullanılan bilgi düzeyi ve stratejiler konusunda insanlar ciddi farklılıklar gösterirler. Kruger ve Dunning bu ilk iki noktanın zaten bilinen gerçekler olduklarını ve bunlara itiraz gelmeyeceğini belirterek asıl araştırma konusu olan üçüncü belirlemeye geçerler. Buna göre başarıya ulaşma konusunda yanlış strateji seçen, ya da yeterince bilgili olmayan insanlar iki maliyetle karşılaşmaya mahkûmdur; sadece yanlış ve bahtsız tercihler ya da öngörüler yapmakla kalmazlar, aynı zamanda yanlış bir öngörüde bulunduklarının da bilincinde olmazlar. Kruger ve Dunning denekler üzerinde araştırmalar yaparlar ve şu sonuca ulaşırlar: ne kadar az bilgi ve derinlik, o kadar boş ve sahte bir özgüven. Ya da halkımızın deyimiyle “cahil cesareti”…

Artık sıradan burjuva entelektüeli cahildir, cehaletin cesarete dönüşümünün cezalandırılmadığı bu dünyada atmakta, tutmakta ve fakat hiçbir zaman tutturamamaktadır: “Eğer Donald Trump 2016 Kasım’ında başkan seçilmemiş olsaydı, bu kitap yazılmayacaktı. Pek çok Amerikalı gibi ben de sonuç karşısında şaşkınlığa uğradım ve Birleşik Devletler ve tüm dünya için bunun yaratacağı etkiler konusunda kaygılandım…Trump uluslararası politikada popülist milliyetçilik olarak adlandırılan yönelimi temsi etmektedir.” Bu satırlar Fukuyama’nın 2018 tarihli “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” [Kimlik: Saygınlık Talebi ve Dargınlık Siyaseti] başlıklı kitabının önsözündendir. Bizde solcu web sitelerinde çevirisi yayınlanan ve tartışma yaratan söyleşi de bu kitap üzerindedir. Oysa aynı Fukuyama 26 yıl önce fırtınalar yaratan kitabı “The End of History and the Last Man”nın önsözünde şunları vaaz etmişti: “Bu kitap yakın dönem dünya olaylarından haberdar olmasına rağmen, konusu itibarıyla kadim bir soruya dönmektedir: Yirminci yüzyılın sonunda insanlığın büyük bir bölümünü liberal demokrasiye götürecek tutarlı ve yönünü bilen bir insanlık tarihinden söz etmek mümkün müdür? Ulaştığım cevap, iki birbirinden bağımsız nedenden dolayı “evet”dir”. Şimdi 26 yıl sonra yanıldığını anlamış, en azından röportajda öyle demektedir. 26 yıl önce tarihin sonundan kast ettiği şeyin aslında Hegel ve Marx’ın bekledikleri gibi tarihsel gelişimin bitmesiydi, ancak ne Hegel’in ne de Marx’ın öngördüğü tarzda bir bitiş değildi. Terminal nokta yüksek özgürlük vaat eden, liberal değerleri küresel ülküler haline getiren liberal demokrasiydi. Böylece Fukuyama 26 yıl önce hem Hegel’i hem de Marx’ı tarihin çöplüğüne attığını ilan etmişti. Bugün ise Marx’ın bazı konularda haklı olabileceğini belitmiş. Bu konuya sonra geleceğiz. Fukuyama’ya ve kendinde güvenine ne oldu acaba?

26 yıl önce liberal demokrasilerin Trump’ı ve diğer otoriteryen popülist liderlere izin vermeyecek kadar olgun ve sağlam olduğunu belirtti, şimdi ise liberal demokrasinin ne Trump’ı ne de Putin’i engellemeye gücünün yetmediğini belirtmektedir. Ne zaman doğruyu söyledi? Şimdi mi? 26 yıl önce mi? Bir kere daha vurgulayalım artık sıradan burjuva liberali ya da düşünürü cehaletin cesaretiyle konuşmakta ve yazmaktadır. Gerçek hayat onu yalanladıkça ve öngörüleri boşa çıktıkça suçu başka yerde aramaktadır, ve minareye kılıf bulayım derken daha da saçmalamaktadır.

Uzunca bir süredir, özellikle de Sovyet Sosyalizminin çözülüşünden beri çeşitli disiplinlerden burjuva sosyal bilimciler küresel trendler konusunda iyimser ya da kötümser öngörüler içeren mega anlatılar içeren kitaplar yazmaktalar.

Fukuyama bu akımın öncülerinden birisi; bir tür üfürük astrolojiye dönüşen bu akıma “Tarihin Sonu” metaforu ile oldukça büyük katkıda bulunmuştu. Ancak yalnız değildir. Bir zamanlar Özallı yıllarda, Özal’ın okuduğu ender eserlerden biri olan Megatrends 2000 diye bir kitap vardı, Özal okudu diye meşhur olmuştu. Kitabın yazarı 10 yılda bir Megatrends 2000 diye bir kitap yazıp takip eden 10 yıl içinde dünya nereye gidecek sorusunun cevabını arıyordu. İddiasına göre de bayağı iyi tutturuyordu. Sonra Alvin Toeffler diye biri çıktı, küresel astrolog idi. Ülkemizin derinliksizliğinin ve kültürsüzlüğünün ortasına bir bomba gibi düştü, sadece bizde değil dünyanın her tarafında aklı fukaralaştırılan toplumlara “gelecek bilimci” diye yutturuldu. Türkçeye çevrilmedik kitabı kalmadı. Şimdi birileri “Ama Fukuyama gibi ciddi bir siyaset bilimciyi üfürük bilimcilerle bir mi tutuyorsun?” diyecektir. Haşaa! Fukyama’nın özgeçmişi onun çok farklı bir kökenden, daha ciddi bir eğitimden ve daha önemli pozisyonlardan geldiğini misliyle kanıtlamaktadır. Doktorası Harvard’dan Siyaset Bilimi üstünedir. RAND Şirketi’nde yıllardır danışmanlık yapmaktadır. Gerçi RAND CİA’nın yan kuruluşudur, ancak bunun konumuzla zerre kadar bile ilgisi yoktur. ABD Dışişleri Bakanlığı’nda meşhur Paul Wolfowitz’in emri altında çalışmıştır, o sıralar şahin neoconlara yakındır. Bu şanlı geçmiş pek tabi ki Fukuyama’yı daha farklı değerlendirmemiz için yeterli olacak gibi görünmektedir. Ancak…Ancak “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabında apaçık üfürükbilim yapmaktadır. Hegel’i ve Marx’ı tarihin çöplüğüne atacağını düşündüğü tarihin sonu bir türlü gelmemiştir; o gelmemiştir ama Trump gelmiştir. Şimdi Fukuyama son kitabında “tarihin sonu”nda beni yanlış anladılar demektedir.

Güya oradaki son bölümde liberal demokrasinin yoluna döşenmiş mayınlardan da bahsetmiş, ve hatta bu konuda insanlığı uyarmış, ancak mayınlar birden patlayıvermiş. Demesi şudur; ben doğruyu gördüm ancak insanlık yanlış tercih yaptı.
Şimdi Fukuyama’nın 1992’deki kitapta o kadim soruya neden “evet” cevabını verdiğine gelelim, alıntı yapılan önsöz bölümünde iki nedenle evet dediğini belirtmiştir. İki nedenden ilki ekonomidir, ikincisi ise temsil kavgası diyerek kavramsallaştırdığı süreçtir. İkinciyi boş verelim, konumuzla asıl ilgisi olan birinciye dönelim. Ona göre liberal demokrasi ekonomik gelişmelerden dolayı küresel bir ortak değere dönüşecekti. Ekonomi özellikle sosyalizm lanetinden kurtulduktan sonra refah ve ödül dağıtarak ilerledikçe bu ödüllere ulaşmanın en kestirme yolunun liberal demokrasi olduğunu birden fark eden insan toplumları barışçıl bir şekilde liberal demokrasiyi özümseyeceklerdi. Bu tespit, ki aslında tespitten öte bir temenniydi, Fukuyama kendisini meşhur eden kitabını yazdığında pek çokları tarafından yapılmaktaydı. Kapitalizm bu temenniler yapılırken özüne dönmekteydi, özü ise insan nüfusunun küçük bir kısmını kayırıp kollarken, geride kalan koca bir kitleyi sefilleştiren dinamiklerin kontrolsüz bir şekilde işlemesine izin vermekteydi. Ancak Fukuyama özünü bilmiyordu, bu konuda cahildi. Bir zamanlar ciddi siyaset bilimciler boş konuşmasınlar diye biraz iktisat öğrenseler iyi olacak diye düşünürdüm. Tam böyle düşünürken iktisatçılar Stiglitz’in, Piketty’nin ve Daron Acemoğlu’nun çok satar mega anlatıları ortalara döküldü. Şimdi artık siyaset bilimcilere “aman kesinlikle iktisat öğrenmeyin” diyorum. Ortaya çıkan mega anlatılar ve öngörüler konusunda siyaset bilimci az bilirlerin iktisatçı az bilirlerden daha başarılı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ancak eninde sonunda hepsi üfürükbilim yapmaktadırlar. Daha da önemlisi Fukuyama da dahil, hepsi birden Dunning-Kruger sendromu sergilemekteler. Bilmiyorlar, dahası bilmediklerini de bilmiyorlar. Böylece muazzam bir özgüvenle yazıyorlar, atıyorlar, tutuyorlar; üfürüyorlar.

Bilmediğini; ekonomik gelişmeyi algılayamamasından, yargılayamamasından anlıyoruz. Kapitalizmin üstündeki kısıtlardan, ayağındaki zincirlerden kurtularak ilerlemesinin liberal demokrasinin küresel ve toplumsal tabanının güçlendireceği yönündeki boş inancını ve kör imanını tevdi etmesinden 26 yıl sonra bugün Trump’ı ve diğer otokratları yaratan dinamiklerin en önemlisi olarak ekonomik bozulmayı gördüğünü beyan etmiş. Tartışmayı açan mülakatında işçi sınıfının pazarlık gücünün, sendikal örgütlerin zayıflamasının ve zengin oligarşik sınıfın yükselişinin her yerde orantısız bir siyasal güç kullanımına yol açtığını belirtmiş. Finansal sektörün düzenlemeye tabi kılınması gerektiğini çünkü bir finansal çöküntünün maliyetinin herkes tarafından ödendiğini de eklemiş. 26 yıllık arada bir yerde sosyo ekonomik sistem radikal bir şekilde dönüştü de biz mi farkında değiliz? Fukuyama insanlığı bekleyen kapitalist liberal cennet lehine tarihi sahnenin dışına iterken bu sonuçları yaratacak dinamikler zaten işlemiyor muydu? İşliyordu ancak Fukuyma bilmiyordu. Fukuyama kapitalizmi ve dinamiklerini bilmiyordu ancak yazıyordu, hem de yersiz bir özgüvenle. Dunning-Kruger sendromu işliyordu.

Fukuyama Marx’a kısmi bir iade-i itibarda bulunmuş. Hazretleri Marx’ın bazı belirlemelerinin gerçekten ortaya çıktığını belirtmiş. Örneğin aşırı üretim krizi diye de vurgulamış. Sonra da işçiler aşırı yoksullaştırıldıkları için yetersiz talebin varlığını da teşhis etmiş. Ortaya çıkmaktadır ki Marx’ı da bilmiyor. Şimdi bilmiyor, 26 yıl önce de bilmiyordu. Bilmiyor ama özgüvenle yazıyor. Bir defa aşırı üretim krizi eksik tüketim anlamına gelmez. Tersine işçiler zenginleşse bile aşırı üretim krizi patlayabilir. Dunning-Kruger sendromu depreşiyor, bilmiyor ama söylüyor.

Mülakatın en vurucu yeri ise sosyalizm ile ilgili yorumlarıdır. Mülakatı yapan Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler’de sosyalist solun yeniden yükselişi hakkında ne düşündüğünü sormuş. Yazık, röportajı yapan da pek bilmiyor. Fukuyama bu sorunun cevabının sosyalizmden ne anlaşıldığına bağlı olduğunu belirtmiş. Fukuyma’ya göre, eğer sosyalizm üretim araçlarının kolektif mülkiyeti anlamına geliyorsa, bu türden bir sosyalizm işlemeyecektir. Ancak eğer sosyalizm gelir ve servet eşitsizliklerini bir nebze giderecek yeniden dağıtım programları anlamına geliyor ise gelebilir, hatta gelmelidir diye ekliyor. Fukuyma farkında değil, işlemez dediği gerçek sosyalizmdir, diğerine ise sadece Obama’nın güdük sağlık reformlarına bile karşı çıkan Oklahomalı veya Wyomingli Cumhuriyetçiler sosyalizm diyorlar. Fukuyama’nın zihin düzeyi oradadır. Fukuyama vicdan rahatlatıcı bir reformizm ile sosyalizm arasındaki farkı bile bilmiyor; bilmiyor ama insanlığın geleceği hakkında koca koca laflar ediyor. Kapitalizmi bilmiyor, yaratacağı güzel geleceğe inanıyor. Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor. Dunning-Kruger sendromunun bedenleşmiş hali olarak konuşuyor; üfürüyor.

Üfürükbilimin Sonu II – Martin Wolf’un kutsal cehaleti (soL-3/12/2023)
Liberal toplumsal bakış açısı çok uzunca bir süredir bir üfürükbilimdir. Sovyetler çöktüğünde o coşkuyla üfürükbilimin en güzide ve en çapsız eserleri ortaya dökülmüştü.

Yazıya neden böyle bir başlık koydun diye sorulabilir, çünkü başlığa göre bu bir yazı dizisinin ikinci bölümü. İlk bölümünü daha önce Birgün gazetesi için yazmıştım ve o yazı üfürükbilimcilerin en hası, tarihin sonu kehaneti aptallığının ardındaki esas isim, ve son zamanların umutsuz liberali Francis Fukuyama’nın “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” [Kimlik: Saygınlık Talebi ve Dargınlık Siyaseti]  başlıklı kitabı üzerineydi.1 Kitapta Fukuyama açık bir umutsuzluğu ifade ediyordu ve gizliden günah çıkarıyordu. SSCB ve sosyalist blok yıkıldığında malum sevinç çığlıkları atmış ve tarihi hesaplaşmanın bittiğini ve “iyi” ve “güzel” olanın, kapitalizmin kazandığını ilan etmişti. Böylece tarih Marx’ın beklediği gibi değil, onun beklentisinin tam tersi olacak şekilde bitmişti. Bu ilanla birlikte iş dünyası, akademi dünyası ve liberal entelejensiya onun şahsında kendi Aziz Paul’ünü bulmuştu. Ancak 2018 yılında basılan kitapta arz-ı endam eden Tarsuslu aziz değil, hüngür hüngür ağlayan ve günah çıkarmaya çalışan bir zavallıydı. Dediği şuydu; neler hayal ettik ne bulduk? Öyle ya piyasa kapitalizmi evrensel mutluluk ve refah getirecek, küresel olarak demokratik değerleri ve kurumları güçlendirecek, ve dahi evrensel bir barışın yollarını döşeyecekti. Ancak döşenen cehennemin yolları oldu; ki Fukuyama bunu geç de olsa anlamıştı; yani herhalde anlamıştı. Kitap Trump’ın, Putin’in ve diğer onlara benzerlerin döneminde yazılmıştı ve demokratik siyasetteki bu aşınma zavallı Fukuyama’yı şok etmişti. Bu demokratik gerilemenin ve ekonomik çürümenin köklerini arıyordu.

İyi ama kendisi değil miydi kapitalizmin zaferinde kutlu geleceğin garantisini gören? O da farkındaydı ki tüm kitapta “benim dediklerim neden çıkmadı?” sorusunun cevabını arıyor ve kılıf uydurmaya çalışıyordu. Apoloji deniyor, minareye kılıf uydurmak anlamına gelir. Fukuyama bahsi geçen kitapta her şey iyiye giderken, iyiye götüren yolda bubi tuzaklarının varlığına dikkat çektiğini ancak bunların dikkate alınmadığını iddia ediyordu. Kendince sorunların kökenlerini de teşhis etmekteydi. Ona göre en temel sorun ekonomik çürümeydi. Kontrolsüz finansallaşma ve gelir dağılımının katlanılabilirin ötesinde bozulması popülist otokratları yaratmış ve canım burjuva demokrasisini bozmuştu. Hatta Marx’a da iade-i itibar yapıyordu; ona göre Marx’ın iktisadi öngörüleri tutuyordu, ancak siyasi beklentileri ve programı bir fecaatti. Sağ olsun Marx’ı da kurtarmış olmuştu.

Bu arada bir ara verelim. Son yıllarda liberallerde ve sağcılarda Marx’ı iyi bir bilim adamı olarak, ancak kötü bir siyasetin ve kötücül beklentilerin kaynağı gibi görme hastalığı başladı. Ortaya iki Marx çıkıyordu onlara göre; bilim adamı Marx ve Komünist Marx. Eğer ikincisini kesip atarsanız dünyayı anlama yolunda vazgeçilmez bir bilim adamına ulaşırsınız; buna gerçekten inanıyorlar. Tam bir alıklıktır; Marx’ın gelecekle ilgili kestirimleri, proletaryaya biçtiği tarihsel devrimci rol, sistem ve sistemin yalakalarının eleştirisi; aslında tüm bunlar tam da bir bilim olarak onun kurduğu Marksizmden kaynaklanır. Bu bilim bir tarafıyla sünnet ya da iğdiş edilecek bir bilim değildir. Öyle bir tarafını atarak sterilize edilecek, şirin ve uyumlu bir hale getirilecek bir bilim de değildir. Marksizm devrimci ve yıkıcı bir bilimdir, hem de bir bütün olarak.

Fukuyama’yla devam edelim. Fukuyama halis bir üyesi olduğu üfürükbilimin çuvalladığını itiraf etmişti o kitapta. Liberal toplumsal bakış açısı çok uzunca bir süredir bir üfürükbilimdir. Sovyetler çöktüğünde o coşkuyla üfürükbilimin en güzide ve en çapsız eserleri ortaya dökülmüştü. Üfürükbilimci liberaller (o yazıda iddia ettiği üzere) Dunning-Kruger sendromundan mustariptirler. Türkçesiyle cahil cesaretine sahiptirler. Bilmezler, bilmediklerini de bilmezler. Peki neyi bilirler? Sosyalizm çöktüğünde o yüksek eforiyle ve cahil cesaretiyle bir sürü mesnetsiz iddiada bulundular, 30 yıl geçti iddialarının tamamının mesnetsiz ve köksüz uydurmalar, üfürmeler olduğu ortaya çıktı. Şimdi kendi üfürükbilimlerinin sonunu yine nevi şahıslarına münhasır cehaletleriyle ilan ediyorlar. O yazıyı şöyle bitirmiştik efendim: “Fukuyama vicdan rahatlatıcı bir reformizm ile sosyalizm arasındaki farkı bile bilmiyor; bilmiyor ama insanlığın geleceği hakkında koca koca laflar ediyor. Kapitalizmi bilmiyor, yaratacağı güzel geleceğe inanıyor. Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor. Dunning-Kruger sendromunun bedenleşmiş hali olarak konuşuyor; üfürüyor”. Hemen şaşırmayın, onun gelmesi gerektiğine inandığı sosyalizm sizin sandığınız sosyalizm değil. Ona göre sosyalizm genel kamusal bir sağlık sistemi ve kapsayıcı bir sosyal güvenlik sisteminden öte bir şey değil. Dedik ya, katıksız bir cahildir.

Fukuyama’yı bir kenara bırakabiliriz. Şimdi o vakitlerin başka bir üfürükçüsüne dönelim, Martin Wolf’a. Martin Wolf küresel sermayenin en önde gelen borazanlarından biri olan Financial Times’ın en önde gelen yazarlarından biridir. Financial Times konuşunca küresel sermaye konuşmaktadır, bilin. İşte Martin Wolf da en büyük çığırtkanlardan birdir. Bir küresel finansal trendler ve finansal sermaye uzmanı (kendini öyle tanımlamış herhalde); gerçekten çok yerinde bir uzmanlık alanına sahip. Öyle bir uzmanlık ki üfürükbilime gollük pas atıyor. O da her şey iyi gider gibi görünürken üfürükbilime önemli katkılarda bulundu. Örneğin 2004 yılında yayınlanan Why Globalization Works adlı kitabında kapitalist küreselleşmenin işlediğini ve tüm insanlığa barış, huzur, mutluluk getireceğini ilan etmişti. Üfürükbilim böyledir ilan eder, daha doğrusu boş temennilerde bulunur. Neyse, ancak daha 4 yıl geçmeden, sanki bilerek Martin Wolf’u yalanlamak istercesine,  küresel finansal kriz patlayınca Martin Wolf’un gür üfürükbilimci sesi birden kısıldı. Yeni bir kitap kaleme aldı, bu kitabın başlığı ise Fixing Global Finance [Küresel Finansı Tamir Etmek] idi. Bu defa Wolf, cehaletine rağmen bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı galiba. Anlayışı bile zamanla gelişmiş olacak ki, aynı mevzuda daha fazla uyarıyı içeren The Shifts and the Shocks: What We’ve Learned—and Have Still to Learn—from the Financial Crisis [Türkçeye Ekonomide Eksen Kaymaları ve Şoklar diye çevrilmiş] başlıklı kitabı 2014 yılında yayınlandı. Bu arada atlamayalım Wolf’un tüm bu kitapları ününden dolayı çok satar oldular. Ancak bizim bugün üzerinde duracağımız kitabı Crisis of Democratic Capitalism [Demokratik Kapitalizmin Krizi] gerçekten endişelendiğini göstermektedir.

Burjuva demokrasisinin ve kapitalist dünya düzeninin geleceğiyle ilgili üfürükbilimcilerden gelen karamsar kitapların en son halkasıdır. Sayıları giderek artmaktadır. Örneğin 2018’de Clinton’ın dışişleri bakanı, büyük liberal ve büyük üfürükbilimci, Irak üzerindeki katliamcı ambargodan sorumlu Madeline Albright Fascism: A Warning [Faşizm: Bir Uyarı] adlı bir kitap yayınladı. Aynı teraneler anlatıldı bu kitapta da; otokratik popülizm faşizme giden yolu döşemekteymiş, dünyada yükselen bir faşizm tehlikesi varmış. Hadi canım, gerçekten mi? Wolf’un kitabı da aynı meşrepte.

Şimdi biraz detaylara bakalım. Aslında kitap çok uzun, Wolf da önce kapitalizm ve burjuva demokrasisine yönelik güzellemelerde bulunmuş ve uzun bir tarihçe vermiş. Güzellemeler ve tarihçe pek çok ciddi tarihsel hata içermektedir. Liberal üfürükbilmcilerin ortak özelliklerinden biri de savundukları sistemin tarihiyle ilgili derin, giderilemez cehaletleridir. Bir cehalet midir bilinmez ama en azından kapitalizmin karanlık tarihini bir mitolojik söylemin arkasına gizlemektedirler. Wolf da istisna değildir. Şimdi bu belirleme ve güzellemelere biraz bakalım.

Önce üfürükbilim bölümüne bakalım, yani aslında piyasa ekonomisiyle demokrasinin içiçeliğini ve zorunlu birlikteliğini anlatan birinci bölüme. Daha birinci bölümün ilk cümlesinde Wolf bilindik liberal safsatayı tekrarlıyor: Demokrasi ile piyasa arasında ortak bir temel varmış; o da statü eşitliği fikriymiş. Demokraside kamusal sorunlarda herkesin söz söyleme hakkı varmış, piyasada ise herkesin alma ve satma hakkı; pek tabi ki alacak gücü ve satacak bir şeyi var ise. Her ikisi de zırva. Yozlaşan burjuva demokrasisinde bütün eşitlik masallarına rağmen siyasal güç ekonomik güce tahvil edilmiştir. Herkesin fikri değil zenginlerin, plütokratların, oligarkların fikri önemlidir. Piyasa ekonomisinde ise satma ve alma konusundaki eşitlik mavalı tam aklı kıtlara yöneliktir. Örneğin emek gücünü satan işçi ile onu satın alan işveren aynı güç ve statüde midir? Üfürükbilim işte.

Uzun vadede piyasa ekonomisi demokrasi olmadan, demokrasi de piyasa ekonomisi olmadan yaşayamazmış. Wolf bilmelidir ki kapitalist gelişmenin erken örneklerinin çoğu süreci Wolf’un anladığı anlamda demokrasinin namevcut olduğu bir ortamda kotardılar. Hem İngiliz Sanayi Devrimi, hem de Alman, Japon ve hatta bir yere kadar Amerikan gelişmesi demokrasinin olmadığı ya da güdük kaldığı tarihsel bir çerçeve içinde gerçekleşti. Şimdi bunu Wolf’a nasıl anlatsak ki? Üfürmüş işte. Dahası özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde temel ilkelerine uyulması anlamında burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu dönem Keynesyen refah dönemidir, yani piyasa ekonomisinin kısıtlandığı, gemlendiği bir dönemdir. Bilmiyor ki; dahası bilmediğini de bilmiyor.

Saçmaladım mı acaba diye hiç sormamış, Dunning-Kruger sendromu bu işte. Bakın ne diyor: 2022 yılında piyasa ekonomisi 7,9 milyar insanı besler hale gelmiştir. Oysa endüstri devriminin şafağında bu sayı yaklaşık 1 milyarmış, ve hatta 10 bin yıl önce, yani neolitik devrimin şafağında sadece 4 milyon imiş adem nüfusu. Geldiğimiz noktada şempanzelerin nüfusu sadece 300 bin, gorillerin nüfusu 200 bin ve orangutanların nüfusu ise sadece 70 binde kalmış durumdaymış. Gördünüz mü piyasa ekonomisi nelere kadir. Aşk olsun şempanze, goril ve orangutan dostlarımıza; bir piyasa ekonomisini keşfedememişler.  Acaba nüfusları doğayı büyük bir iştahla araçsallaştıran ve işgal eden kapitalizmin yaşam alanlarını giderek daraltmasından mütevellit düşük kalmış olabilir mi? Boş verin şimdi, Wolf’a zor sorular sormayalım.

Detaylara takılmayalım diyoruz ama Wolf sürekli yumurtluyor. Bir yerde örneğin yine piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin melekelerini vurgulamak için şöyle spekülatif bir soru soruyor. Eğer I. Dünya Savaşı çıkmasaydı, piyasa ekonomisini geliştiren Alman İmparatorluğu otokratik bir monarşiden demokratik bir yapıya doğru evrilir miydi? Kendi zekice sorusuna zeki bir şekilde evet cevabını veriyor. Oysa savaşın hemen ertesinde genç Weimar Cumhuriyeti ekonomiyi tam da Wolf’un takdir edeceği ilkeler üzerinden dünya kapitalizmine açmak zorunda kaldı, ama burjuva demokrasisinin gelişmesi bir yana, insanlık tarihindeki en kanlı faşizm doğdu. Neden acaba? Bir kere daha tekrar edelim, üfürükbilimci liberaller tarih bilmiyorlar, ve ne yazık ki bilmediklerini de bilmiyorlar.

Wolf’u tutabilene aşk olsun. Yukarıdaki belirlemenin peşine hemen ekliyor. Örneğin diyor Tayvan ve Güney Kore diktatörlükle yola çıktılar ancak piyasa ekonomisini öyle bir geliştirdiler ki şimdi geldikleri noktada oldukça gelişkin bir demokrasiye sahip oldular. Külliyen yalan, uyduruyor. Her ikisi de hala yoz yarı-askeri faşizan diktatörlüktür. Her ikisinde de işçilerin örgütlenme hakları yoktur, dahası burjuva muhalefetinin bile örgütlenme hakkı çok kısıtlıdır.

Hemen bunun peşi sıra yine ekliyor. Oysa diyor Çin’de komünist partinin tek parti diktatörlüğüne rağmen gelişen piyasa ekonomisi eninde sonunda yatırımcıları ve sermayedarları siyasi yapının dönüşümü yönünde baskı yapmaya itecektir. Öyle mi? Demokratizasyon yönünde baskı yapmaları beklenen kapitalistler tam da işçilere zorla yüksek sömürüyü dayatan siyasi ortam var diye gittiler Çin’e. Şimdi onların demokratikleşme yönünde baskı yapmalarını beklemek mamutların piyano çalmasını beklemek gibi bir şey değil mi? Wolf üfürüyor yine.

Bu arada Wolf’un kitabını en azından Fukuyama’nınkinden farklı kılan ağır bir Çin ve Rusya düşmanlığı. Ona göre Çin ve Rusya küresel sistemde ve demokraside geriye gidişin bayraktarlığını yapmaktalar. Hatta Trump gibi, Boris Johnson gibi, Orban gibileri de onlardan feyz almaktalar. Kısacası ABD ve İngiltere’de popülist demokrasi karşıtlığı yükseliyorsa esas sorumlular Rusya ve Çin. Peki Rusya ve Çin’deki kaba sermaye diktatörlüklerinin suçlusu kim? Artık Wolf da dahil herhangi bir üfürükbilimci liberale böyle zor sorular sormaktan vazgeçtim; cevaplama kapasiteleri yok.

Çin mi? Sonuna kadar kapitalisttir. Üstelik bol ve ucuz emek gücü, düşük üretim maliyetleri ve sosyalizmden kalma sağlam bir altyapı üzerinden sağladığı birikim ve üretim küresel reel ücretler üzerinde deflasyonist bir etki yaratmaktadır. Daha da açığı Çin ucuza üretip zengin kapitalistlere ve kapitalist aleme ucuza sattıkça reel ücretlerin artışlarının önüne geçilmesine yardım etmiş olmaktadır. Böylece gırla sömürülen Çinli emekçiler aslında küresel kapitalizmin genelinde emek gücünün değerinin yükselmesini ya da aşırı yükselmesini engellemiş olmaktadırlar. Bunu bazıları China Effect (Çin Etkisi) olarak adlandırmaktadır. Ancak Wolf sahip olduğu bakış açısıyla şu gerçeği idrak etmekten uzaktır.

Wolf’un bozulmayla ilgili tespitleri ve bu bozulmanın önlenmesine yönelik önerileri haftaya…

(Serdal Bahçe-soL)

  • 1.Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu (birgun.net)


2 Aralık 2023 Cumartesi

Emekçi halk kendi programı etrafında örgütlenmedikçe emperyalist tahakkümden kurtuluş yok: Arjantin örneği-Erhan Nalçacı / soL

 Oysa emekçi sınıfların programı; bu borcun emekçilere ait olmadığını söylüyor. Kim yediyse o ödesin!

Geçen hafta Arjantin’in bir kez daha içine yuvarlandığı mali krize çözüm bulacağını söyleyen ABD yanlısı nitelikli bir dolandırıcının devlet başkanı seçilmesine değinmiştik.

Bilmiyorum geçen haftadan bu yana Fernando Solanas’ın ünlü filmi Yağma Anıları’nı seyretme fırsatı buldunuz mu? Solanas devlete ait petrol şirketinin özelleştirmesine karşı çıktığı için bacağına yediği 6 kurşunla topallayarak ve el kamerası ile çeker bu filmi. 2001 halk ayaklanması esnasında çekilen film neden ülkenin bu hale düştüğünü sorgular ve 11 yıl geriye gidilir. 

1989’da yönetime halkçı iddialarla gelen ve olağanüstü kirli bir siyasetçi olan Carlos Menem yönetiminin Arjantin’in borçlarını ödemek için her şeyi özelleştirdiği bir dönemdir. Tıpkı Türkiye’de 1990’lardan 2020’ye yaşanan sürece çok benzer. Devlete ait dev petrol ve gaz işletmeleri, fabrikalar, limanlar, havayolları, telekomünikasyon ne derseniz kâr getirip getirmediğine bakılmaksızın bedelinin çok altında satılır. Ülkenin bağımsızlığının garantisi olan her şey sermayeye devredilir. Siyasiler bu yağmadan komisyon alarak zenginleşirler.

Türkiye’de yaşanan sürece o kadar benzer ki yağma düzenini oluşturmak için helikopter kazası şeklinde suikast bile gerçekleşir. Özel televizyon kanallarının kurulması ile başlayan ahlaksızlık propagandası halkın amansız bir şekilde yoksullaşması ile gider. Sendika liderleri satın alınır, devlet fabrikalarında çalışan işçiler sokağa atılır.

Sadece kendi ülkenizin yakın tarihini incelerseniz yaşananları o ülkeye özgü sanabilirsiniz, oysa karşılaştırmalı tarih çalışması bize süreçleri soyutlama şansı verir. Emperyalist düzenin dalaverelerini, kurduğu tuzakları, ajanlarını, hainlerini ve taktiklerini daha iyi kavrarsınız.

Bu karşılaştırma hakkı verilirse kitap boyutunda olur, bu yüzden burada çok genel hatlarına değinebileceğiz.

Arjantin 1816’da İspanyollara karşı bağımsızlığını kazanır, 1853’de Anayasası kabul edilir. Yani Arjantin 19. yüzyılın başında bağımsızlığını kazanmış, burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmiş bir ülkedir. O tarihten bu yana sömürge haline hiç gelmemiştir. Üstelik dünyadaki başlıca verimli geniş topraklara sahiptir, ülke hızla zenginleşir, 1900’lerin başında dünya ekonomisinin önde gelen ülkelerinden biri olur.

Ancak Lenin 1916’da yazdığı Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm kitabında Arjantin’i örnek olarak kullanır. Çünkü 1900’lerin başında dünyanın büyük bir kısmı Avrupalı devletler tarafından sömürgeleştirilmiş veya yarı-sömürge durumuna düşürülmüşlerdi. Bu ülkeler açıkça sömürge valileri tarafından yönetiliyordu. Kapitalizme dönüşse de feodal imparatorlukların fetih artığı gibiydi bu ülkeler.

Oysa Lenin emperyalizmin kaba sömürgeci mekanizmalardan başka yöntemleri kullandığını veya kullanacağını söylüyor, buna örnek olarak Arjantin’i veriyordu. İngiltere Arjantin’i sermaye ihracatı ile el altından yönetmeye başlamıştı. Kitaptan alıntı yaparsak: “Arjantin mali açıdan Londra’ya o kadar bağımlıdır ki, neredeyse bir İngiliz ticari sömürgesi olarak tanımlanması gerekir.

Emperyalizmin en önemli taktiklerinden biri ülkeyi borç sarmalına dolamaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu zehirli para IMF ve Dünya Bankası tarafından alçakça kullanılmıştır.

Bu kısa yazıda bu ibret verici süreci anlatmak mümkün değil. Bu yüzden süreci özetleyen aşağıdaki grafiğe bakalım.

Grafik 1990’ların başından günümüze kadar Arjantin’in dış borcunu gösteriyor. Düşey eksen borcun ulusal gelire oranını veriyor. IMF’nin borç tuzakları 2001, 2018 ve 2022’de grafikte izlenebiliyor.

Grafikte görüldüğü gibi emperyalizm Arjantin’i teslim almak için defalarca borç tuzağı tezgâhlamıştır. Her tuzağa yakalanış, emekçi halkın uluslararası mali sermaye tarafından soyulmasıyla gitmiş, yüksek faiz uygulaması gibi ülkeyi sağan mekanizmalar üretmiştir.

2001’de büyük halk ayaklanmasına yaslanan Kirchner yönetiminin düzen içinde kalarak borçları ödemeyi reddetmesi ve ulusal ekonomiyi kısmen emperyalizmden koruduğu dönem de grafikten izlenebilmektedir.

Arjantin’de iki farklı burjuva siyaseti gidip gelmektedir. Daha ulusalcı olan Peronistler yerli burjuvaziyi kalkındırmayı ve hatta Latin Amerika’nın ABD’den bağımsızlaşarak bütünleşmesini savunurlarken, liberaller ABD ile bütünleşmeyi, özelleştirmeleri, yüksek faiz politikasını ve sosyal kazanımların tırpanlanmasını savunmaktadırlar.

Ancak düzen değişmediği için Arjantin her seferinde tekrar tuzağa tutulmaktadır.

Bunun çok önemli bir nedeni, işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız bir programın altında örgütlenememesidir. Arjantin işçi sınıfı ve solunun 1970 ve 80 askeri darbelerinde ezildiği ve ağır kayıplar verdiğini biliyoruz. Bu yanı da Türkiye’ye çok benziyor.

Oysa emekçi sınıfların programı; bu borcun emekçilere ait olmadığını söylüyor. Kim yediyse o ödesin! Örneğin, Türkiye’nin 476 milyar Dolar civarındaki borcu emekçi sınıfların yönetiminde ödenmeyecektir.

Arjantin’de Merkez Bankasının bağımsızlığını yitirmesini son noktaya vardıran, yani ABD’ye bağlanmasını öngören birinin devlet başkanı seçildiği söylemiştik. Bugün Türkiye’de uygulanan yüksek faiz politikası da emperyalizme ve mali sermayeye bağımlılığın bir sonucudur.

Türkiye emekçi sınıfları merkez bankasının ve tüm bankaların yönetimini eline almayı tartışmalıdır.

Halka yüklenen vergiler, enflasyon, sosyal hakların kısıtlanması adice bir emperyalist mekanizmadır. Türkiye sermaye sınıfının işbirlikçi karakterini yansıtmaktadır aynı zamanda. 

Türkiye emekçi halkı sosyal hakların kısıtlanmadığı, aksine geliştiği bir programı tartışmalıdır.

Tam da bu tartışmaların sermayeden bağımsız olarak yürütülmesi gereken bir süreçten geçerken Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin kuruluşunu selamlıyoruz.

Erhan Nalçacı / soL

1 Aralık 2023 Cuma

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLAR - 1 ARALIK 2023 -

 

Venezuela, Guyana’nın 3'te 2'sini ilhak etmek için referanduma gidiyor (Birgün)

Guyana'nın 3’te 2’sinin kendi toprağı olduğunu iddia eden Venezuela, Yunanistan büyüklüğündeki bölgenin ilhakı için 3 Aralık’ta referanduma gidecek. Petrol zengini bölgenin ilhakı için yapılacak referandum nedeniyle Latin Amerika’da gerilim yüksek.(https://www.birgun.net/haber/venezuela-guyananin-3-te-2-sini-ilhak-etmek-icin-referanduma-gidiyor-487636)

İstanbul Park için tahliye kararı (Birgün)

İstanbul Tuzla’da bulunan ve daha önce birçok kez Formula 1’e ev sahipliği yapan İstanbul Park Pisti için tahliye kararı verildi.(https://www.birgun.net/haber/istanbul-park-icin-tahliye-karari-487613)

İstanbul'un kasım ayı enflasyonu belli oldu (Birgün)
İTO’nun verilerine göre, İstanbul'da kasımda bir önceki aya göre perakende fiyatlar yüzde 3,79, toptan fiyatlar yüzde 2,94 arttı. Yıllık bazda artış oranının perakendede yüzde 73,89, toptan fiyatlarda yüzde 65,01 olarak gerçekleşti.(https://www.birgun.net/haber/istanbul-un-kasim-ayi-enflasyonu-belli-oldu-487572)

MEB bütçesi şov için döküldü (Mustafa Bildircin-Birgün)
Eğitim alanındaki sorunları ödenek yetersizliği gerekçesiyle çözemeyen MEB, 24 Kasım organizasyonları kapsamında para saçtı. Öğretmenler Günü organizasyonlarına 12 milyon 508 bin TL harcandığı ortaya çıktı.(https://www.birgun.net/haber/meb-butcesi-sov-icin-dokuldu-487451)

İlahiyatçı akademisyenin 'ateizm' paylaşımları: 'O....u çocukluğu, p.çlik, onursuzluk...' (Cumhuriyet)

Selçuk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Hüseyin Gökalp, ateistleri hedef aldığı sosyal medya paylaşımında sinkaflı küfürler etmekten geri durmadı. İşte Gökalp'in o paylaşımları: 

 (10 KASIM'DA DA DURMAMIŞTI) Hüseyin Gökalp, Ulu Önder'in bütün ülkede anıldığı gün yaptığı paylaşımda "Doğ ey güneş erit taştan adamı ve kurut taşları diken elleri" ifadelerini kullanmıştı.

Sedat Peker'in iddialarıyla gündem olmuştu: Selman Öğüt'ün rektör olduğu Esenyurt Üniversitesi'nde Soylu izi (Cumhuriyet)

Prof. Dr. Selman Öğüt’ün rektör atandığı Esenyurt Üniversitesi’nin sahipleri olan Özyurt kardeşler, önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 'gizli ortağı' olarak gündeme gelmişti.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/sedat-pekerin-iddialariyla-gundem-olmustu-selman-ogutun-rektor-2147009)

TTB Merkez Konseyi üyeleri görevden alındı; şimdi ne olacak? (Meltem Akyol-Evrensel)

TTB Merkez Konseyi üyelerinin görevden alınmasının ardından süreç nasıl işleyecek? Avukat Songül Beydilli 5 soruda anlattı.(https://www.evrensel.net/haber/504744)

Emek ve meslek örgütleri: Hekimler susmaz, TTB susturulamaz (Evrensel)

Emek ve meslek örgütlerinin açıklamasında "TTB, tarihinin her döneminde olduğu gibi bugün de hekimler için hekimlerle birlikte mücadelesine devam edecektir" denildi.(https://www.evrensel.net/haber/504771)

İşte büyük tuzağın hesabı: Şu an asgari ücret 3.477 lira olacaktı! (soL)
İktidar ve sermaye asgari ücreti "hedef enflasyon"a göre yılda bir kez belirlemek istiyor. Son 2 yılda eğer buna göre hesaplama yapılsaydı, şimdi asgari ücret 3 bin 477 lira olacaktı.

2024 yılı asgari ücreti için görüşmeler başlamadan AKP iktidarı ve sermaye temsilcileri ücretlerin "hedef enflasyon"a göre belirlenmesi ve asgari ücrete yılda sadece bir kez zam yapılmasına ilişkin açıklamalar yaptılar.

Asgari ücretin tahmini enflasyona göre belirlenmesi ve yılda yalnızca bir kez artırılması durumunda işçilerin nasıl bir durumla karşılaşacağını anlamak için "Son 2 yılda ücretler bu şekilde belirlenseydi ne olurdu?" diye sorduk.

Birleşik Metal-İş Toplu Sözleşme Uzmanı Ozan Yılmaz'ın hesaplamasına göre 2021 yılından itibaren asgari ücret, bir sonraki yılın tahmini enflasyon oranına göre artsaydı, bu yıl asgari ücretlinin eline geçen net ücret 3 bin 477 lira 40 kuruş olacaktı. 2024 yılının sonuna kadarsa asgari ücretliler net 4 bin 729 lira 25 kuruş ücret alacaklardı.

Ozan Yılmaz'ın hesaplaması şöyle:

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tahminlerine göre 2024 yılı sonunda tahmini enflasyon oranı yüzde 36 olarak gerçekleşecek. 2023 yılı için yüzde 22,30, 2021 yılında için ise enflasyonu yüzde 9,40 olarak tahmin etmişlerdi.

Enflasyon Kasım ayında yüzde 4, Aralık ayında ise yüzde 3 olarak gerçekleşecek olursa yıl sonu enflasyonu yüzde 66,04 oranında gerçekleşecek. 

2021 yılından itibaren asgari ücret, bir sonraki yılın tahmini enflasyon oranına göre artsaydı; 2023 yılı boyunca asgari ücretli bir işçinin eline net 3.477,40 TL geçecekti. 2024 yılının sonuna kadar ise asgari ücretliler net 4.729,25 ücret alacaklardı. 

Bugünden sonra bu hesap uygulanırsa: Şu anda net asgari ücret 11.402,32 TL. Eğer 2024 yılı asgari ücreti, 2024 yılı tahmini enflasyonuna göre artarsa net 15.507,16 TL olacak. 

'Fenomen' tarikatçı öğretmene gerici müfredat da yetmedi: Tüm derslerde Kuran kursu ve din eğitimi veriyor (Serkan Düz/soL-Özel)

AKP'nin dindar nesil hedefli uygulamaları tarikatçıları cesaretlendirdi. 'Fenomen' gerici öğretmen Aytaç Demir, müfredatı yok sayıp Kuran kursu ve din eğitimi vermeye başladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/fenomen-tarikatci-ogretmene-gerici-mufredat-da-yetmedi-tum-derslerde-kuran-kursu-ve-din)

Türkiye'nin Sudan'da tarım yapma macerası bitti: Şirket tasfiye edildi (soL)
Erdoğan imzası ile bugünkü Resmi Gazete’de yayınlanan karar ile Sudan ile Türkiye arasında kurulan ortak şirketin tasfiyesine karar verildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/turkiyenin-sudanda-tarim-yapma-macerasi-bitti-sirket-tasfiye-edildi-387260)

MHP’li belediyede 22 araç 'kaybolmuş'(soL)
MHP'li Kastamonu Belediyesi'ne yönelik Sayıştay tarafından hazırlanan denetim raporunda, 22 aracın akıbetinin belli olmadığı tespit edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/mhpli-belediyede-22-arac-kaybolmus-387256)

(derleyen: mstfkrc)