19 Ocak 2024 Cuma

O güzel insanlar buz atlarına binip gittiler…- Yusuf Yavuz / soL

 


Coğrafya sadece bir arsa değil, paylaşılan ortak ruhun adı. O ruh bölündükçe, o güzel insanlar birer birer buz atlarına binip sisli suların üzerinde sessizce kaybolup gidiyor…

Türkiye’nin en büyük göllerinden biri olan tatlı su kaynağı Eğirdir Gölü, aynı zamanda Göller Bölgesi olarak anılan ve irili ufaklı onlarca gölün bulunduğu coğrafyanın kalbinde yer alıyor. Bu bölgenin su kaynakları, hem yüzeyde hem de yeraltında kuzeyden güneye akarak alt havzaları ve Akdeniz’i besliyor.

Akdeniz'in soylu sularının önünde diz çöküp bekleyen dağlar

Beyşehir Gölü Manavgat çayı başta olmak üzere bölgedeki su kaynaklarını beslerken, Eğirdir Gölü de Aksu Çayı havzasını besliyor. Bir başka deyişle Isparta-Afyon sınırını oluşturan Sultandağları’na düşen kar tanesi ulaştığı alt havzadaki kurda kuşa, insana balığa can oluyor. Dedegöl Dağına, Kartoz’a, Dumanlı’ya düşen yağmur damlası, Manavgat’a, Serik ovalarına, Akdeniz’in canlarına yaşam ve bereket taşıyor. Levant’ın denizanaları, dalgalarla süzüle süzüle gelip bahar yağmurlarının taşıdığı bereketle şenlenen Boğazkent kıyılarında organik madde karnavalı düzenliyor. Bu yüzden gözü de gönlü de hep dağlardadır denizin. Bu yüzden koynunda hep dağları barındırır Akdeniz. Antalya Körfezi’nin batısını çevreleyen Beydağları, Akdeniz’in soylu sularının önünde diz çökmüş bir âşık gibi milyon yıldır bekler durur ak köpüklü, mavi patiskalı sevdiğini…

İç sular kimi yerde denizdir, beyler kimi zaman sultandır

İç sular da kimi yerde denizdir. Van Gölü’nden ‘Van Denizi’ diye söz edilmesi yalnızca büyüklükle açıklanacak bir şey değildir. Ortaçağ’da heybetli Anadolu beylikleri de geçmişin sultanlarından çaldıkları rolle egemenlikleri altına aldıkları topraklardaki gölleri de birer ummana benzetmiştir. Anadolu Selçuklu devletinin 1243’te Moğollara karşı aldığı Kösedağ yenilgisinin ardından dağılmaya başlayınca 13. yüzyılın sonlarında Eğirdir merkezli bir beylik olarak tarih sahnesine çıkan Hamitoğulları da kıyısında medreseler, kervansaraylar kurdukları gölü ummana benzetmişlerdir. Bu yüzden kendilerini iki denizin sultanı olarak görürler. İki denizden kasıt, kuşkusuz beyliğin egemenlik alanı içindeki Eğirdir ve Burdur gölleridir.

Hız çağında silinip giden geçmişin izleri

Nazım ustanın dediği gibi dörtnala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin insanları, her nerede olursa olsun yaşadıkları coğrafyayla bütünleşmeyi bilmişlerdir. Ellerinde ve zihinlerinde tozlu yollardan taşıyıp geldikleri birikimle, Anadolu coğrafyasında bulduklarını harmanlayıp yeni bir yaşam kültürü inşa edenlerin izleri ne yazık ki günümüzün hız çağında birer birer silinip gidiyor.

Eğirdir Gölü'nün 916 rakımlı sularında koşturan buz atları

Yaşamak için her türlü zorluğa karşı çözüm üretmek zorunda kalan bu coğrafyanın insanının yaratıcılığını gösteren Buzatı da anılarda kalan bir yaşam kültürü. Deniz seviyesinden 916 metre yükseklikte bir tatlı su gölü olan Eğirdir Gölü kış aylarında buz tutunca, ilçe halkı buz üzerinde kızak gibi kullanılan bir tür ulaşım aracı yaratmış ve adına “Buzatı” denmiş.

Donmuş göl üzerinde kolektif yaşamın fotoğrafları

Geçmişin anılarının arasından çıkıp gelen fotoğraflara bakınca, gerçekten de bu adı tamamlayan bir yanı var buz atlarının. Donmuş gölün üzerinde buz atları üzerinde poz veren Eğirdirliler, sanki bir süvari birliğinin erleri gibi duruyor. Kolektif yaşamın insanları birbirine yakın tutan koşulları, yaşamın yükünü ortaklaşa sırtlanmayı doğurduğu gibi, çocuklar gibi eğlenmenin koşullarını da yaratıyor.

Buz atları Eğirdir'de 1970'lere kadar kullanılmış

Eğirdir Gölü’nün üzerinde hem ulaşım aracı hem de gölün karşı kıyılarından yakacak odun getirmek için kullanılan bir taşıma aracı olan buz atlarının 1970’lere kadar kullanıldığını söylüyor ilçenin yaşlıları. Geçmişte ilçe merkezi ile Yeşilada arasındaki bağlantıyı sağlayan yol yokken, yazın kayıklarla sağlanan ulaşım, kış aylarında göl buz tutunca buz atlarıyla sağlanmış.

En iyi buzatı köpek kemiğinden yapalanı

Altında daha iyi kayması için kemik kullanılan buz atları, Eğidir’in tarihinin de bir parçası olmuş. Eğirdir Ansiklopedisi’nin yazarı Nuri Güngör, “Göl kalın donduğu zamanlarda kullanılan bir araçtır” diye tanımladığı Buzatı ile ilgili maddede şu bilgileri aktarıyor: “Bir insanın bağdaş kurup ya da diz üstü oturabileceği büyüklükte alçak bir iskemledir. Ön tarafı yukarıya meyillidir. En altına buzda süratle kayması için kemik yerleştirilir. Söylenilene göre en iyi kemik  köpek kemiği imiş. Üzerine oturulduktan sonra uçları sivri demirli iki değnekle –ki buna ‘mizmile’ derler– itilerek, buz üstünde süratle gidilir. Bunun biraz daha büyüğü yapılarak karşı dağ  kıyılarından odun getirildiği olur.1949 yılındaki büyük donda bu olayları gördüm. Orta Asya’daki Hakas Türkleri bölgesinde benzer şekilde buzlu arazide gittikleri Radlof’un ‘Sibirya'dan’ adlı kitabında bahsedilmektedir.”

Kar yağar buz üstüne

Eğirdir Gölü günümüzde de kış aylarında zaman zaman donuyor. Ancak geçmişte gölün yüzeyini kaplayan kalın buz tabakalarını görmek pek mümkün değil artık. Eğirdir adıyla ilgili halk arasında anlatılan söylenceye göre de donduktan sonra üzerine bir de kar yağan gölün karşı kıyısından develeriyle geçen bir yolcunun, ova sanarak geçtiği yerin aslında bir göl olduğunu öğrenmesiyle develerden birini kurban ettiği anlatılır.

Zorluğu neşeye çevirebilen insanların ruhundaki çözülme

Denizlerden göllere binlerce yıldır kıyısında bir kültür yaratmış olan sular, aynı zamanda yaşamın ve zamanın tanıkları. İznik, Sapanca, Eğirdir, Marmara, Seyfe, Beyşehir, Akşehir, Eber, Van, Hazar (Elazığ)… Bazılarını tamamen kaybettiğimiz Türkiye’nin irili ufaklı gölleri giderek can çekişiyor. Birer yer sofrası gibi kıyısında diz çöküp ellerini bereketli sularına daldırıp yaşamlarını sürdürdükleri gölleri kendi elleriyle ölüme terk eden insanımızın ruhunda yaşama ve coğrafyaya dair dikiş tutmaz bir çözülme var. Bir zamanlar her türlü zorluğuna rağmen kıyısında yaşayan insanlar için yaşamın merkezinde olan göllere bugün sırtını dönmüş insanımız. Göllerin ve denizlerin yalnızca kıyısına şezlong-şemsiye yerleştirilip, villa-otel-apartman yapılan birer kıyı arazisi muamelesi görmeye başlamasıyla, ruhlardaki o dikiş tutmaz çözülme arasında doğrudan bir ilişki var.

Buz üstünde bile birleşen ortak ruh

Buzatları, Eğirdir Gölü’nün uzak ve yakın geçmişinin bugüne seslenen tanıkları. Ünlü Yunan Yönetmen Theo Angelopoulos'un bitmeyen bir göç öyküsünü anlattığı ‘Ağlayan Çayır’ filmindeki kayıklarla göç sahnesini andırıyor. Ağlayan Çayır’da göçün, dağılmanın ve kök salamamanın dramatik yanı insanın içine işler. Ancak Eğirdir Gölü’nün donmuş yüzeyinde buz atlarıyla bir arada yaşama gülümseyen insanların fotoğrafları, coğrafyanın yarattığı ortak ruhun buz üstünde bile insanları birleştirebildiğini yansıtır.

Coğrafya sadece arsa değil, paylaşılan ortak ruhun adı

Buz atları, artık yalnızca eski Eğirdirlilerin tozlanmış fotoğraf albümlerinde kalmış birer anı. Ancak bir tür oyuncağa benzeyen bu basit araçların bize anlattığı çok şey var: Coğrafya sadece arsa, senet, hisse, pay değil. Coğrafya sadece senin, benim, onun değil. Coğrafya paylaşılan ortak bir ruhun adı. O ruh parçalanıp bölündükçe, o dikiş tutmaz sökük giderek daha da büyüyor, giderek daha da yalnızlaşıyoruz, giderek daha da ıssızlaşıyoruz. O ruh bölündükçe, o güzel insanlar birer birer buz atlarına binip sisli suların üzerinde sessizce kaybolup gidiyor…

Yusuf Yavuz / soL

Not: Buzatı fotoğrafları, ‘Eğirdir Hakkında Her Şey’ adlı sayfadan alınmıştır…


Akşener’in ‘mertçe’ dediği siyasi cinayetler: İki katliam, bir çelenk - YEKTA ARMANC HATİPOĞLU / soL-Özel

 

Akşener, bir konuşmasında geçmişteki siyasi cinayetlerin “mertçe” olduğunu söyledi. Türkiye’de yaşanan siyasi cinayetleri iki katliam ve bir isim üzerinden inceledik.

Meral Akşener, Türkiye’de aktif siyaset yapan en karanlık isimlerden biri. Türkiye’nin en kanlı günlerinde içişleri bakanlığı yapan Akşener’in “karanlık yanı” bununla sınırlı kalmıyor; Akşener, milliyetçi hareketin her dönem bilinen yüzleri arasında yer alıyor.

Genel başkanlığını yaptığı İYİP, MHP’den koparak kurulduğu 2017 yılında CHP tarafından siyasetin merkezi konumuna getirilmiş ve Meral Akşener birdenbire “merkez sağ” siyasetin “sevilen” yüzlerinden olmuştu. Ancak Akşener, bu popülerliğine karşın ülkücü hareket ile olan ilişkisini hiç gizlememiş aksine sık sık bununla çeşitli şekillerde övünmüştü.

Akşener’in hem kendisinin hem Türk sağının kanlı günleriyle övündüğü son örnek Sivas’ta yaşandı. Yerel seçim çalışmaları kapsamında Sivas’ta partililerle bir araya gelen Akşener, Sinan Ateş cinayetine değindi. 

Akşener, cinayetle ilgili şunları söyledi: “Geçmişte siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi. Onun için hiçbirimiz korkmadık ama o çocuğun babasını katledenler torbacı.” 

Meral Akşener’in bu sözleri üzerine, ülkücü hareketin faili olduğu kimi siyasi cinayetlere, belli başlı üç örnek üzerinden bakmakta ve bunların ne kadar “mertçe” olduğunu tartışmakta yarar var. 

Bahçelievler Katliamı: 7 silahsız TİP’li öğrenci, ülkücüler tarafından öldürüldü

8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan 1978 gecesi, Ankara’nın Bahçelievler ilçesinde yaşayan yedi TİP’li öğrenci; Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence doğrudan MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’ten emir alan ülkücüler tarafından katledildi. 

Üzerlerinde silah bulunmayan öğrencileri öldürenlerin lideri, Türk sağının popüler isimleri arasında bulunan Abdullah Çatlı’ydı. Ayrıca devrimci öğrenciler öldürülmeye gidilirken kullanılan araç Çatlı’nın yanı sıra Muhsin Yazıcıoğlu’nun da üzerine zimmetliydi. 

Cinayetin ardından olaya karışan ülkücü sanıklardan bazıları ölüm cezasına çarptırıldı ancak hiçbiri bu cezayı almadı. Faillerden Haluk Kırcı birkaç kez hapisten kaçtı. Firari olduğu dönemde yaptığı nikahın şahidi, o dönem Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar oldu. Kırcı, 2014 yılında tamamen serbest bırakıldı.

Meral Akşener’e gelince… Akşener’in, cinayetin sorumlularından Abdullah Çatlı’yla aynı masada yemek yiyecek kadar samimi olduğu biliniyor. 

Haluk Kırcı ise MHP içindeki “muhaliflerin” açıkça ortaya çıktığı dönemde tavrını Akşener’in de temsil ettiği “muhalefetten” yana koymuştu. 2016’da Erzurum’a giden Akşener’i karşılayanlar arasında Haluk Kırcı da yer almıştı.

Ayrıca Akşener, Mehmet Ağar’la, bürokrat olduğu yıllarda çalışma arkadaşı oldu.

Öte yandan Muhsin Yazıcıoğlu’nun Türk sağı açısından kutsallığını anlatmaya gerek yok. Akşener, en son, “Geçmişte siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi” dediği Sivas konuşmasında Yazıcıoğlu’nun öldüğü helikopter kazasını hatırlatarak “Hem Muhsin başkanın hem Sinan Ateş’in katillerini yakalayıp hukuka teslim edip gereğinin yapılmasını sağlamak bizim için bir namus sözüdür. Onun için inşallah bunları başaracağız” sözlerini kaydetti.

16 Mart Katliamı: Çatlı, 7 öğrencinin ölümü 41’inin yaralanmasından da sorumlu

16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde 7 öğrenci, ülkücüler tarafından yapılan bombalı ve silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti, 41 öğrenci yaralandı. 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi olan ve sağcı öğrencilerin içinde gizlice faaliyet yürüten MİT mensubu bir istihbaratçı, İstanbul Emniyeti’ne geçtiği bilgi notunda “ülkücülerin 8-10 gün içinde İstanbul Üniversitesi çıkışında solcu öğrencilerin üzerine dinamit atıp, silahlı tarama yapacakları”nı bildirmişti. Ancak emniyet olaya karşı herhangi bir önlem almadı.

Olayın faillerinden Zülküf İsot, itirafçı olacağını söylemesinin ardından başka bir ülkücü olan Latif Aktı tarafından öldürüldü. Aktı, 8 yıl hapis cezası aldı. 

Ülkücü itirafçılardan Ali Yurtaslan ise öğrencilerin üstüne atılan bombayı Ülkü Ocakları İkinci Başkanı Abdullah Çatlı’nın temin ettiğini itiraf etti.

Meral Akşener’in aynı sofrayı paylaştığı, pek çok siyasi cinayetin faili Abdullah Çatlı, bu katliamın da altından çıktı.

Bir işkencecinin cenazesindeki çelenkte dikkat çeken isim: Meral Akşener

MİT’çi Mehmet Eymür, 13 Ocak'ta öldü. İşkenceci olduğunu geçmişte itiraf eden Eymür, Türkiye soluna ve Kürt halkına kelimenin tam anlamıyla “kırım” yapıldığı dönemde yani 1990’larda MİT’in Özel İstihbarat Dairesi’nin ve Terörle Mücadele Dairesi’nin başındaydı. 

1965 yılında MİT’e giren Eymür’ün ilk görevi, takip memurluğu oldu. O yıllar, MİT’in bütün imkanlarını komünistlerin, aydınların izlenmesine ayırdığı bir dönemdi. Eymür, o yıllarda, MİT’in sosyalist harekete karşı daha etkili önlemler almasını savunmaktadır. “Etkili önlem” denilen şey, CIA’in Latin Amerika ülkelerinde yaptığıdır; ilerici, devrimci, sosyalist her hareketin kanla bastırılmasıdır.

Mehmet Eymür’ün başında olduğu dairenin çeteleştiği, dönemin bürokratları tarafından sıkça dile getirildi. Bu çeteleşme kendisine “MİT raporlarında” da yer buldu. Ayrıca Eymür, Abdullah Çatlı’yla olan ilişkisini de itiraf etti. 

Mehmet Eymür, Mahir Çayan ve dokuz sosyalistin öldürüldüğü Kızıldere Katliamı’na ve Ulaş Bardakçı’nın öldürüldüğü operasyona katılan isimler arasında.

Hayatını kısaca Türkiye’deki emek hareketine maaşlı ve kadrolu şekilde düşmanlık ederek geçirmiş birisi Mehmet Eymür. Geçen günlerde öldüğünde, cenaze töreninde birkaç çelenk vardı. Birinin üstünde Meral Akşener yazıyordu.

İşte Akşener’in “mertçe” dediği cinayetlerden ikisi ve Mehmet Eymür ismindeki bir işkenceciyle olan ilişkisi. Türk sağının en “mert” olduğu anlar, yukarıda örneği verilenlerden fazlası değil. 

YEKTA ARMANC HATİPOĞLU / soL-Özel

18 Ocak 2024 Perşembe

Ulaş, Ömer, Zekai ve Arda… Daha kaç çocuk 'stajda' ölecek? - Burcu Günüşen / soL-Özel

 

Zorunlu eğitim çağında 2 milyona yakın çocuk "staj" adı altında ucuz işgücü olarak patronların hizmetine verilirken, çocuklar işyerlerinde ölmeye devam ediyor.

Mesleki eğitim adı altında 2 milyona yakın çocuk haftanın bir günü okulda, dört günü işyerlerinde stajda ucuz işgücü olarak sömürülmeye devam ederken, çocuk işçi cinayetleri artıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı 2021-2022 döneminden itibaren başlattığı “Mesleki Eğitim Merkezi” (MESEM) uygulamasıyla daha fazla çocuğun staj adı altında ucuz işgücü olarak sömürülmesinin önünü açmıştı.

MESEM kapsamında çalıştırılan öğrenci sayısı 2 milyona yaklaşırken öğrenciler uğradıkları iş cinayetlerinde yaşamlarını yitiriyor.

14 yaşındaki Arda Tonbul staj yaptığı işyerinde başının makineye sıkışması sonucu yaşamını yitirdi.

İstanbul Büyükçekmece’de 14 yaşındaki Arda Tonbul MESEM kapsamında staj gördüğü Özkanlar Metal Demir Çelik Endüstrisi AŞ işyerinde 9 Ocak günü başının sac büküm makinesine sıkışması sonucu yaşamını yitirdi. 16 dakika boyunca çocuğun başının makineye sıkıştığını kimse görmedi. Çocuk ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede bir hafta süren yaşam mücadelesini kaybetti.

21 Aralık’ta Diyarbakır’da 17 yaşındaki Ömer Çakar staj yaparken klima montajı için götürüldüğü Oto Galericiler sitesinde, çatı katından düşerek ağır yaralandı. Hastaneye kaldırılan Ömer 6 gün sonra yaşamını yitirdi. Amida Haber’e konuşan Ömer’in dayısı Serdar Kaya olayda hem okulun hem de işyerinin ihmali olduğunu söyledi: “Klimacının sahaya götürmemesi lazım, götürmüş. Ağır iş yaptırmaması lazım, bunu da yaptırmış. Klima tesisatı döşemek için çatı katına çıkmış, ama hiçbir güvenlik önlemi alınmamış. Yeğenim ikinci kattaki asma tavandan düşmüş.”

                         Ömer Çakar klima montajı yaparken düşerek öldüğünde 17 yaşındaydı.

Staj sırasında bir ölüm haberi de Aralık ayının başında Konya’nın Ereğli ilçesinden geldi. Ereğli Şeker Fabrikası’nda 17 yaşındaki stajyer öğrenci Ulaş Dumlu çökertme havuzuna düşerek hayatını kaybetti. Ulaş fabrikaya bakıma gelen bir elektrik firmasında stajyer ve Ereğli Organize Sanayisi’nde bulunan bir kolejde öğrenciydi.

17 yaşındaki Ulaş Dumlu Ereğli Şeker fabrikasında çökertme havuzuna düşerek yaşamını yitirdi.

Yine geçen Aralık ayında bu kez Kocaeli’nde 15 yaşındaki Ömer Girgin çırak olarak çalıştığı kaporta atölyesinde ağır yaralandıktan sonra kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.

Ömer’inki stajyerlik değildi, Körfez ilçesi Fatih mahallesinde bulunan bir kaporta atölyesinde çırak olarak sigortasız çalıştırılıyordu. 30 Kasım’da atölyede ısınmak için sobayı yakmak isterken parlayan tinerin alevlerinden dolayı ağır yaralandı. 11 gün boyunca yoğun bakımda kaldığı hastanede 11 Aralık günü hayatını kaybetti. 

                                     Ömer Girgin, Kocaeli'de bir kaportacıda çıraklık yapıyordu.

25 Eylül'de ise stajda ölüm haberi Manisa'nın Alaşehir ilçesinden geldi. 16 yaşındaki lise öğrencisi Zekai Dikici, inşaatta elektrik tesisatı döşeme işi yaparken, 5'inci kattan düştü. Alaşehir Devlet Hastanesi'ne kaldırılan Dikici hayatını kaybetti. Alaşehir Sümer Oral Mesleki Eğitim Merkezi Elektrik Tesisatları ve Pano Montörlüğü dalı 11’inci sınıf öğrencisi olan Zekai Dikici'nin haftada bir gün okula gittiği, diğer günlerde elektrik tesisat işlerinde çalıştığı öğrenildi.

                                Zekai Dikici Manisa'da çalıştığı inşaattan düşerek öldüğünde 16 yaşındaydı.

Ekim 2022’deyse Balıkesir’de 17 yaşındaki Emre Koç stajyer olarak çalıştığı mobilya atölyesinde devrilen suntaların altında kalarak yaşamını yitirmişti. Emre, Mimar Sinan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Mobilya Dekorasyon Bölümü öğrencisiydi.

Antalya’da lise öğrencisi Beyzanur Hatmorioğlu’nun da kalfalık eğitimi sırasında aracın yakıt deposunun şamandırasını değiştirirken meydana gelen parlamada vücudunun yüzde 80'i yandı. Bugün 18 yaşında olan Beyzanur 7 ayda 15 ameliyat geçirdi. 

                      Beyzanur Hatmorioğlu kalfalık eğitimi sırasında ağır yaralandı, 7 ayda 15 ameliyat geçirdi.

Muratpaşa Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi'nde elektromekanik alanında eğitim gören Beyzanur DHA’ya konuştu: “Çok uzun yoğun bakım sürecim oldu. Uzun süre yürüyemedim. Ellerimi doğru düzgün kullanamıyorum. Aynaya bakamıyorum. Eski ben değilim artık. Başkalarının yaptığı bir hata hayatıma mal oldu. Eğitim hayatım bitti. Ben çok seviyordum okulumu. Şu an güneşe bile çıkamadığım için okula gidemiyorum. Hayalim usta olmaktı. Sanırım artık onu da yapamayacağım.”

İSİG Meclisi üyesi Akış: MESEM modeli örgün eğitimin yerini aldı

İSİG Meclisi Üyesi Özgür Hüseyin Akış 2022 yılından itibaren hayata geçirilen MESEM modelinin örgün eğitimin yeri aldığını belirtti.

soL’a konuşan Akış “Bu merkezlere kaydolan öğrenciler bir gün okula giderken diğer dört gün iş yerlerine gidiyorlar. Zorunlu staj adıyla çocuk emeğinin sömürüsü bu şekilde sayıları milyonları bularak resmiyet kazanmış oldu. Son eğitim dönemiyle beraber merkezlere kaydolan çocukların sayısı bir buçuk milyona yaklaştı” dedi.

Ailelerin çocuklarının eğitim masraflarını karşılamakta zorlandıkları bu kriz koşullarının yanı sıra ebeveynlerin çocukları için gelecek kaygısının da bu merkezlere yönelmelerine neden olduğunu belirten Akış “Patronların bu ucuz işgücü karşısında sıraya girmelerinin önemli bir nedeni de çocukların ücretinin üçte ikisini devletin karşılıyor olması” dedi.

Yetişkin işçiler için de iş güvenliği tehdidi

Her ay ortalama 4 ya da 5 çocuğun iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiğini belirten Akış çocukların işyerlerinde çalıştırılmasının iş güvenliği açısından bir başka tehlikesine de dikkat çekti:

“Çocukların güvenliği işyerlerinde ustabaşlarına emanet edilerek sorunun çözüleceği iddia ediliyor. İşyerlerinde çalışan çocuklar zihinsel gelişimleri ve hareketlerinin kontrollerini sağlayamadıkları için yetişkin işçilerin de iş güvenliğini tehdit ediyor.”

Geçen yıl en az 54 çocuk işçi yaşamını yitirdi

İSİG Meclisi’nin 2023 raporuna göre geçen yıl 14 yaş ve altındaki 22 çocuk işçi, 15-17 yaş arasındaki 32 çocuk/genç işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Burcu Günüşen / soL-Özel

17 Ocak 2024 Çarşamba

Arkeolojik ve kentsel SİT'ler şantiyeye dönebilir! - Yusuf Yavuz / soL

 

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanan kültür varlıklarıyla ilgili yeni karar, yıkılmaya meyilli yapıların Koruma Kurulu kararıyla yıkılarak yeniden yapılmasına yeni düzenlemeler getiriyor.

13 Ocak 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 110 Nolu İlke Kararı, tarihi yapıların güçlendirilmesi amacıyla fore kazık gibi yöntemlerin kullanılmasının da önünü açıyor. Kazı başkanlığının uygun görüşü alınarak ören yerlerinde restorasyon ve rekonstrüksiyon olarak adlandırılan yeniden inşa projeleri koruma kurullarının onayına sunulacak. Deprem riski gerekçesiyle kültürel mirasın güncel yapı ve belgeleme teknikleriyle korunması amacıyla çıkarılan İlke Kararı'nın birçok yanıyla muğlak olduğunu belirten kültürel miras koruma konusunda çalışmalar yapan Şehir Plancısı Dr. Evrim Ulusan, “Türkiye’nin nerdeyse yüzde 90’ı deprem riski altında. Bu durumda ölçek olarak her yerde yeniden ihya dediğimiz uygulamalar eş zamanlı olarak başlayabilir. Bakanlık mali politikalarını da bu çerçevede yönlendirebilir. Onay veren kazı başkanlıklarına daha yüksek bütçeler verilebilir. Yani bu gelecekleri öngörebiliyoruz. O yüzden bu gerçekten çok tehlikeli bir metin” görüşünü dile getirdi.  

'Arkeolojik alanları kazıp ayağa kaldırmanız gerekiyor'

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, her fırsata Türkiye’nin arkeolojik alanlarının yeterince kazılmadığını vurguluyor. Bakan Ersoy, geçtiğimiz Kazım ayında yaptığı bir açıklamada, “Anadolu’nun her yerinden arkeoloji, tarih fışkırıyor” ifadelerini kullanmış ve şunları dile getirmişti: “Türkiye bu konuda rakipsiz ama henüz yeterince parlatamamış. Şu ana kadar (arkeolojik alanların) yüzde 10’u dahi kazılmamış, gün yüzüne çıkarılmamış. Bunları kazmanız gerekiyor, sonra bu kazdıklarınızı ihya ederek ayağa kaldırmanız gerekiyor.”

Bakanlıktan kültür varlıklarıyla ilgili yeni ilke kararı

Bakan Ersoy’un kazıları hızlandırma girişimlerinin bir diğer ayağı da kazıların 12 aya çıkarılmasıydı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı, 13 Ocak’ta Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren yeni ilke kararı, Bakan Ersoy’un açıklamalarını anımsattı.

“Ülkemizin taşıdığı deprem riski, gelişen yapı teknikleri ve güncel belgeleme yöntemleri göz ününe alınarak; tarihi, kültürel ve sosyal dokunun korunabilmesi, deprem durumunda taşınmaz kültür varlıklarında oluşan zararın en aza indirilmesi” amacıyla hazırlandığı belirtilen 110 Nolu İlke Kararında şu ifadeler yer alıyor: “Korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescilli yapıların mevcut durumlarının belgelendiği rölöve çizimlerinin geleneksel yöntemlerin yanı sıra güncel teknolojiler ile hazırlanan ölçekli belgeleme yöntemleri (3D lazer tarama, ortofoto, fotogrametrik vb.) kullanılarak da hazırlanabileceğine, korunması gerekli taşınmaz kültür varlıklarının esaslı onarımlarında; zemin etüdü raporu hazırlanması şartıyla tabii zemin kotunun altında kalacak ve tescilli yapının gabarisini değiştirmeyecek şekilde, yapının deprem etkilerinden korunması amacıyla temel ve zemin güçlendirmeye yönelik çağdaş sistemler (fore kazık, sismik izolatör, radye temel vb.) ile birlikte zorunlu olması halinde kısmı bodrum/bodrumu içeren projelerin ilgili bölge koruma kurulunda değerlendirilebileceğine.”

Yıkıp yeniden yapma dönemi

İlgili kurumlar veya üniversitelerin hazırlayacağı raporlar doğrultusunda koruma bölge kurulunca güçlendirilerek korunması gereken kültür varlıklarıyla ilgili dayanımı artıracak güncel sistemlerin kullanılabileceğine değinilen ilke kararında, koruma bölge kurulunun yıkılacak şekilde tehlike arz etmesi durumunda (mail-i inhidam-yıkılmaya meyilli) güçlendirilmesi mümkün olmayan ve yıkılabileceğine karar verilen kültür varlığının yeniden yapılmasının önü açılıyor.

                                  Antalya'da Selçuklu dönemine ait bir medrese kazısı

Belge ve fotoğraflardan yeniden inşa

Buna göre koruma bölge kurulunun yıkılmasına karar verdiği kültür varlığı, eldeki mevcut yapı kalıntıları, belgeler ve fotoğraflardan yararlanılarak yeniden inşa edilebilecek. İlke kararında, “I. ve III. Derece arkeolojik sit alanlarında yer alan antik dönem yapıları ile korunması gerekli tescilli taşınmaz kültür varlıklarında, restorasyon ve rekonstrüksiyon uygulamaları ve bu alanda uygulamaya esas zemin etüdü raporu hazırlanıp hazırlanmayacağına ilişkin konunun kazı başkanlığının uygun görüşü alınarak, alanın niteliği de göz önünde bulundurulmak suretiyle ilgili koruma bölge kurulunda değerlendirilebileceğine karar verildi” ifadelerine yer verildi.

DR. Evrim Ulusan: 'Yıkımı teşvik edici bir içerik olmuş'

UNESCO Dünya Miras Listesi konularında çalışmalar yürüten Şehir ve Bölge Planlama uzmanı Dr. Evrim Ulusan, Bakanlığın hazırladığı yeni ilke kararının getireceği risklere dikkat çekiyor. Kültürel miras koruma alanında yirmi yıllık saha deneyimine sahip olan Ulusan, özellikle yeniden inşa kavramının çok tartışmalı olduğunu dile getiriyor. Kültürel mirasın korunması konusunda birçok ulusal ve uluslararası yayınlarda bilimsel makalesi yayımlanan Dr. Evrim Ulusan yıkılmaya yüz tutmuş anlamına gelen “mail-i inhidam” ifadesinin tartışmalı bir konu olduğuna dikkat çekerek, “Bu konu yıllardır çok tartışılır. Hatta özellikle vatandaşın, mülk sahibinin, mülk sahibi kurumların, özellikle rekonstrüksiyon (yeniden yapım) niyeti olanların özellikle ilgilenmemesi ve bakımsız bırakması sonucu mail-i inhidam kararı alındığı bilinir. Yıkılan binanın yerine yenisini yapmaz, otoparka çevirir. Sonuçta yine rant için kullanır. Bakanlığın ve belediyelerin bunu önleyici tedbirler alması gerekirken, burada tehlike arz ettiği durumda nasıl olsa rekonstrüksiyon yapılacak, ilke kararı bunu gerektiriyor gibi teşvik edici bir ifadelendirme var ve bu çok riskli bence. Bunu önleyici tedbirler ve mail-i inhidam’ı ortadan kaldırıcı bir süreç yürütülmesi gerekirken bunu teşvik edici bir içerik olmuş” ifadelerini kullandı.  

'İki tane fotoğrafa bakarak olmaz'

Afet, savaş gibi çok istisnai durumlarda UNESCO da rekonstrüksiyonu desteklediğini ancak bunun belli ilke ve kuralları olduğunun altını çizen Ulusan, söz konusu karar mekanizmalarının bilimsel işleyen bir süreç olduğunu belirterek değerlendirmesinde şu görüşleri dile getirdi: “Yani iki tane fotoğrafa bir tane dergiye bakarak ‘biz buranın aynısını yeniden ayağa kaldırırız’ gibi bir şey olamaz. Örneğin Notre Dame Katedrali’nin (Fransa) rekonstrüksiyonu yapılıyor şu sıralar, yeniden inşa ediliyor günümüz koşullarında ama 1200’lü yıllarda kullanılan orijinal tekniğe sadık kalınarak yapılıyor bu çalışmalar. Kaldı ki Notre Dame’daki çalışmaların öncesinde üç boyutlu, çok detaylı belgelemeleri paylaşılmıştı. Biz Hatay’ı konuşacak olursak, her birimizin özel albümünden çıkan iki tane fotoğrafla, anılarımızda kalan detaylarla olacak iş değil ki rekonstrüksiyon. Ani’de (Kars) katedralin kubbesinin tamamlanması istenmişti mesela. Bütün yapı ayakta ama kubbesi çökmüştü. Hocalarımız, ‘Kubbeye dair elimizde belge yok. Tabii ki tamamlama koruma açısından önemli bir yöntem ama elimizde orijinaline dair bir veri olmayınca neye göre tamamlama yapacağız. Ne yaparsak yapalım, orijinaline aykırı ve sahte olacak’ demişlerdi. Aynı şey burada da geçerli. Evet, afet sonrası koşulları yerine getiriyor ama bilgi, belge ve malzeme nereden gelecek? Antakya’da rekonstrüksiyon yapalım ama neye göre yapacağız? Geleneksel inşaat bilgisi kimlerde var? Makinalarla alana giremezler. Böyle bir dünya yok.”

                                                      Depremde yıkılan Malatya Yeni Cami

İlke kararında güncel koruma paradigmaları yok

Koruma perspektifinden bakıldığında ilke kararının sadece parsel odaklı bir içeriğe sahip olduğuna dikkati çeken Ulusan, “Bizim uzun yıllardır tartıştığımız en önemli gündem, bütünleşik koruma. Yani sadece yapı odaklı bakmamak, kent ölçeğinde ilkeleri belirlemek. Kaldı ki metin içinde üst ölçekli planlara referanslar yok. Yani plan ilkeleri, alan yönetim planları, müzakere süreçleri, katılımcılık gibi güncel koruma paradigmasının talep ettiği ifadeler 2024 tarihli bir ilke kararında yer almıyor. En büyük handikaplardan birisi bu. En son maddede de neredeyse karar yetkisini kazı başkanına bırakıyor. Koruma kurulu kazı başkanından onay alınca her türlü kararı alabilirmiş gibi bir izlenim de uyanıyor burada. Bu gerçekten çok tehlikeli bir metin” ifadelerini kullandı.

'Her yerde yeniden ihya dediğimiz uygulamalar başlayabilir'

“Niyet çok doğru ve kimsenin itiraz etmeyeceği bir niyet olabilir ama sunulan araçlar bizi tatmin etmiyorsa ve kafamızda soru işaretleri uyandırıyorsa demek ki çok iyi bir metin değil” görüşünü dile getiren Dr. Evrim Ulusan, “Türkiye’nin nerdeyse yüzde 90’ı deprem riski altında. Bu durumda ölçek olarak her yerde yeniden ihya dediğimiz uygulamalar eş zamanlı olarak başlayabilir. Bakanlık mali politikalarını da bu çerçevede yönlendirebilir. Onay veren kazı başkanlıklarına daha yüksek bütçeler verilebilir. Yani bu gelecekleri öngörebiliyoruz. O yüzden bu gerçekten çok tehlikeli bir metin” diye konuştu.

'Koruma kurulu da kazı başkanı da bakanlığa bağlı'

İlke kararındaki belirsiz ifadelerin denetimi de ortadan kaldıracağına işaret eden Ulusan, “Bir taraftan da eleştirilen pek çok projeyi ‘koruma kurulu kararı var’ diye savunuyorlar. Koruma kurulundan geçmesi sadece yasal meşruiyetini sağlıyor, teknik meşruiyet sağlamıyor. Ayrıca Kurulların yapısını da biliyoruz. Koruma kurulu bakanlığa bağlı, kazı başkanlığı bakanlıktan ödenek alıp resmi çalışma izni alıyor. Bakanlık himayesinde faaliyetlerini yürütüyor. Dolayısıyla otoriter bir yönetimde yukarıdan gelen bir kararı aşağıdan frenleme söz konusu olmayacak” görüşünü dile getirdi.  

'Yeniden inşayı teşvik eden ifadeler, uluslararası koruma mevzuatına uygun değil'

Dünya miras alanlarında uygulanan alan yönetimine değinen Ulusan, değerlendirmesinde ayrıca şunları dile getirdi: “Farz edin ki böyle bir karar Stratonikeia (Muğla-Yatağan’da) için geldi. Stratonikeia şu anda UNESCO adaylığı dosyası için çalışıyor. UNESCO size ‘alan yönetimi planınızda bununla ilgili ilişkiniz neydi? Etki değerlendirme analizini yaptınız mı’ diyecek. Yani bu rekonstrüksiyon topluma, ziyaretçiye ne getirecek? Sosyal ve ekonomik açıdan ne getirecek? Miras etki değerlendirme süreçlerinde çok farklı şeylere bakılıyor. Dolayısıyla bu ilke kararında böyle bir teknik ve yasal tedbir aşaması da yok. Birisi bir karar alıyor, kazı başkanlığı uygun görüş veriyor, kuruldan geçiriliyor ve elimizde olan iki üç tane görsel, yazılı belgeye bakarak orijinaline uygun ayağa kaldırdık diyoruz. Çok muğlak. Bilgi belge altlığı olmayan yerlerde neye göre yapılacağına dair bir veri yok. Yeniden inşayı teşvik eden ifadeler, uluslararası koruma mevzuatına uygun olmayan ifadeler.

'Koruma perspektifinde 60'ların gerisine gittik'

Yapıların yıkılmadan korunması esastır. Ayağa kaldırıcı tedbirlerden önce önleyici tedbirleri savunan bir bakanlığa sahip olmamız gerekir diye düşünüyorum. Venedik Tüzüğü, tamamlama yaptığınız anda eskiyle yeninin fark edilmesi gerektiğini belirtiyor. Biz kalkıp rekonstrüksiyon tartışıyoruz bugün. 1960’lardan 2024’e koruma perspektifimizin ileriye doğru gitmesi gerekirken, aksine şu anda daha da geriye gidiyor. İlke kararları, çok özel durumlara dair mevzuatta olmayan bir şey varsa, uygulamayı kolaylaştıracak ilkeleri belirleyecek bir durum gerekiyorsa, o noktada uygulamaya geçen mevzuat metinleri. Ama uluslararası mevzuatta dile getirilenlere aykırı bir şeyi ben ilke kararına koyarak onu meşrulaştırıyorum demek, hukuki yöntem açısından da sağlıklı değil. Yani ilke kararları, mevzuatı aşmak için kullanılacak bir araç olmamalı.”

Antalya Korkuteli ilçesindeki Alaaddin Camiinin özgün taç kapısı restorasyon sırasında 'tamamlama' yapılarak dokusu yok edilmişti

Yusuf Yavuz / soL


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 17 OCAK 2024 -

 Bakanlar sessiz! (İsmail Arı-Birgün)

Trabzon Büyükşehir Belediyesi’nin eski başkanı AKP’li Gümrükçüoğlu ile bürokratlarının belediyeyi 2 milyon TL zarara uğrattıkları belirlendi. Süleyman Soylu’nun ardından Ali Yerlikaya’nın da soruşturma izni vermediği anlaşıldı.(https://www.birgun.net/haber/bakanlar-sessiz-498911)

Miraç'a zırhlı araçla çarpan polis beraat etti: Cezasızlık ölüme davetiye, faillere pervasızlık getiriyor (Dilan Temiz-Evrensel)

Zırhlı aracın çarpması sonucu yaşamını yitiren Miraç Miroğlu kusurlu bulunurken, çarpan polis beraat etti. Şırnak Baro Başkanı Rojhat Dilsiz kararı Evrensel'e değerlendirdi.(https://www.evrensel.net/haber/508315)

HSK'ye yazdığı mektupla gündeme gelen İsmail Uçar, Yargıtay Üyesi seçildi (Birgün)
HSK, 4 Yargıtay üyeliği için seçim yaptı. HSK'ye ilettiği, adliyedeki “rüşvet, iş takibi, aracılık ve usulsüzlük” iddialarını içeren dilekçesi ile gündeme gelen İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar da Yargıtay üyesi seçildi.(https://www.birgun.net/haber/hsk-ye-yazdigi-mektupla-gundeme-gelen-ismail-ucar-yargitay-uyesi-secildi-499050)

Sitelerde aidat isyanı: Yüzde 220 zam yapılan siteler var (Evrensel)

Kira fiyatlarının yükselmesinin ardından sitelerin aidat ücretlerine fahiş oranlarda zam yapıldı. Esenyurt’ta bir sitede aidata yapılan zam oranı yüzde 220'e yakın oldu.(https://www.evrensel.net/haber/508303)

Motokuryenin ölümüne 27 bin TL ceza: Adalet Bakanı'ndan ilk açıklama (Birgün)
Motokurye Yunus Emre Göçer'in ölümüne neden olan Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud'a verilen ceza hakkında konuşan Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, "Taksirle işlenen suç, mahkemenin takdiri... Şikâyetçinin vazgeçmiş olması da böyle bir sonuç doğurdu" dedi.(https://www.birgun.net/haber/motokuryenin-olumune-27-bin-tl-ceza-adalet-bakani-ndan-ilk-aciklama-499035)

En düşük emekli maaşındaki artış gerçekte yüzde 33, iktidar manşetlerinde yüzde 42,6

İktidara yakın gazeteler Erdoğan'ın emekli maaşı zammını "müjde" diye duyurmadı ancak en düşük emekli maaşının yüzde 33 artılması gerçeğini çarpıtarak yüzde 42,6 olarak verdi.(https://www.evrensel.net/haber/508304)

Birgün KÖŞEBAŞI + (Mehmet Eymür: Bir ailenin uzun gölgesi-Hüseyin Aygün) - 17 OCAK 2024 -

İhtilaflı ittifak: Yeniden Refah baş ağrıtıyor (Berkant Gültekin)

Yaklaşan yerel seçimler öncesi AKP ile Yeniden Refah Partisi arasındaki anlaşmazlık giderilebilmiş değil. Mayıs seçimlerinde “müstakil” olarak seçime girme tavrından son anda vazgeçerek Cumhur İttifakı’na dahil olan YRP, hem ikna edilmeye dünden razı olmadığı yönünde bir izlenim yaratmış hem de seçimde aldığı oy oranıyla bu mesafeli tutumunun bir taban potansiyeline dayandığını göstermişti.

Kendini AKP’ye teslim etmeyen, “muhalif” karakterini yeri geldiğinde gösteren parti, CHP dolayımındaki işbirliklerine de dahil olmayarak DEVA, Gelecek ve Saadet’in yapamadığını yaptı ve kendine özel bir pozisyon yarattı. Bu özel pozisyonu sayesinde Saray’ın kara propagandasından ve sivri dilinden sıyrılan YRP, radikal sağ söylemin taşıyıcısı sıfatıyla muhafazakâr seçmen nezdinde gidilebilecek ikinci/üçüncü adres konumuna yükseldi.

Mayıs seçimlerinde AKP’den uzaklaşan ancak muhalif ittifaka da kendini ait hissetmeyen kitlelerin, “Refah” ve “Erbakan” isimlerinin de cazibesiyle YRP’ye yönelmesi ve partinin 5 vekil çıkarması, bu gerçekliğin yansıması. Ülke genelinde yüzde 2,9 oy oranına ulaşan YRP, İstanbul’da oyunu yüzde 3’ün üstüne çıkardı, Kocaeli, Rize ve Konya’da yüzde 5’i aştı, Karabük’te yüzde 8’i gördü, Bingöl’de ise yüzde 10’a dayandı. Henüz 2018’de kurulan partinin bu sıçramayı yoğun bir medya görünürlüğü olmadan yaptığı da gözden kaçmamalı.

“BİZ MUHALEFETİZ” VURGUSU

YRP, iktidarla dirsek temasını sürdürmekle birlikte yerel seçim sürecinde de kendi “parıltısını” korumaya çalışıyor. Gerek siyasi gündemlerde gerekse de seçim ittifakları konusunda Cumhur İttifakı’nın diğer ortaklarından farklı bir tutum takınıyor. Aralık ayında AKP-MHP oylarıyla kabul edilen 2024 bütçesini sert şekilde eleştiren YRP lideri Fatih Erbakan’ın faizden enflasyona, vergilerden sosyal yardımlara, asgari ücretten memur maaşlarına hükümetin ekonomi politikasını yerden yere vurması, seçim pazarlıkları öncesi Saray’a verilen önemli mesajlardan biriydi. Buna, önceden duyurulduğunun aksine Fatih Erbakan’ın Ekim sonunda İstanbul’da düzenlenen Filistin mitingine katılmadığını, YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç’ın bu kararı “Artık söylem zamanı bitti, eyleme geçmenin zamanıdır” sözleriyle açıkladığını ve “Biz muhalefetiz” vurgusu yaptığını da ekleyelim.

Geçen hafta Halk TV canlı yayınında konuşan YRP Genel Başkanvekili Prof. Dr. Doğan Aydal’ın AKP’ye yönelik eleştirileri de kriz zincirine kocaman bir halka ekledi. Aydal, AKP’nin yerel seçimlerde aday bulmakta zorlandığını, Erdoğan’ın İstanbul, Ankara, İzmir dışında hiçbir yeri önemsemediğini söyledi. Daha da önemlisi Aydal, Murat Kurum’a değil Ekrem İmamoğlu’na yeşil ışık yaktı. İmamoğlu için “Karşı tarafın savunduğu gibi gavur biri değil” değerlendirmesinde bulunan YRP yöneticisi, Kanal İstanbul’u kentin “beka sorunu” olarak ilan etti ve “Bu sebep bile Murat Kurum'un İBB başkanı olmaması için yeterlidir” şeklinde net bir tavır ortaya koydu. Aydal, Kurum’un bakan olduğu dönemde akılda poşetten başka bir şeyin kalmadığını dile getirdi.

Hafta sonunda İstanbul’daki YRP İl Divanı da iki parti arasındaki gerginliğin duraklarından biriydi. Sosyal medyaya yansıyan görüntülerde, AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Hakan Bahadır’ın, konuşması sırasında, YRP’liler tarafından yuhalandığı görüldü. YRP’lilere “Boş boş bağırmayın. Burası Bahçelievler Belediyesi’nin yeri. Ben buradan çıkmam, çıkacaksanız siz çıkın” diyen Bahadır salondan ayrılırken, partililer “Refah gelecek yüzler gülecek” şeklinde slogan attı.

YRP TOK SATICIYI OYNUYOR

Bu gelişmeler AKP-YRP arasındaki iplerin ne denli gerildiğini gösterirken dün bir basın toplantısı düzenleyen YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç, “AK Parti ile Yeniden Refah Partisi heyetleri arasındaki görüşmeler kesildi. En son geçen hafta pazar günü olacak görüşmeyi ertelemek istediklerini bildirmişlerdi. Onun dışında herhangi bir randevulaşma söz konusu olmadı” dedi. Ancak bunun bir son olmadığını da daha sonraki ifadeleriyle belli etti: “Bizim herhangi bir talep ya da girişimimiz bu anlamda olmayacak. Ama AK Parti'den görüşmelere yeniden başlamak ya da bir liderler zirvesi gerçekleştirmek gibi bir talep gelirse, elbette bu talebe olumlu bakarız.”

Yeniden Refah, tabiri caizse tok satıcıyı oynuyor. AKP’ye, “İstanbul’u, Ankara’yı almak mı istiyorsun, o zaman gelip benimle anlaşacaksın, ben senin peşinde koşmayacağım” diyor. Açıkçası eli de rahat. Gelen son kulis bilgilerine göre, İstanbul’da 2004’ten beri AKP tarafından yönetilen Gaziosmanpaşa’da aday çıkarmak konusunda oldukça istekliler. Mayıs’ta bu ilçeden yüzde 5’e yakın bir oy çıkarmışlardı. Aynı şekilde Konya’da da ısrar ediyorlar. Erdoğan bir şekilde YRP’yi ikna etmek zorunda olduğunun farkında. Hele ki İstanbul’da, İmamoğlu karşısında Kurum’un şansını bir nebze daha artırmak için YRP’nin yüzde 4-5’leri bulan oy potansiyeli oldukça kritik.

MUHALEFET DÜŞÜNMELİ: NASIL?

Bakalım Erdoğan, 90’lı yıllarda hız tutkusuyla magazin haberlerinde boy gösteren Fatih Erbakan’la ortak bir noktada buluşarak en azından yerel seçim takviminde baş ağrısını dindirebilecek mi.

Ancak şu bir gerçek ki YRP ne MHP’ye ne BBP’ye benziyor ne de diğer sağ popülist partiler gibi dalgalı, saman alevi misali parlayıp sönen bir çizgiye hapsoluyor. CHP ile yollarını ayıran İYİ Parti gibi de her geçen gün erimiyor; bilakis AKP tabanındaki erozyonu daha sağ radikal bir söylemle kendi havuzunda biriktiriyor. Erdoğan’ın baş ağrısının temel kaynağı da bu.

Muhalefetin düşünmesi gereken ise en büyük gücü babasının mirası olan ve güncel sorunlara dair neredeyse yeni hiçbir şey söyleyemeyen Fatih Erbakan’ın, yoksul emekçi kesimlere nasıl “umut” olarak kendisini kabul ettirebildiği ve Türkiye’nin sağ siyasetin cenderesine nasıl saplanıp kaldığı olmalı.

                                                           /././

Mehmet Eymür: Bir ailenin uzun gölgesi (Hüseyin Aygün)

Mazhar Eymür 25 Eylül 1900 tarihinde Yunanistan Serfice’de doğar, babası Orduyu Hümayun Serfice 11. Alay 1. Tabur Kolağası Sıtkı Efendi’nin 1903 yılında vefat ederek Selanik’te Honaç camii civarında defnedilmesi üzerine annesi ile İstanbul’a yerleşir. Sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne girer.

1919’da asteğmen, 1920’de de teğmen olmuştur. Çocuklarına, “ilk subay çıktığında, tüfeğin süngü takılmış boyunun kendisini geçtiğini” anlatır. Zor ve sıkıntılı bir gençlik çağı geçirir, ailesinin geçimini yüklenir. 24 Eylül 1921 ile 23 Ağustos 1923 yılları arasında İstiklal Harbi’ne iştirak eden Eymür, kırmızı şeritli “İstiklal Madalyası” alır.

1936’da Önyüzbaşı olan Mazhar Eymür, Dersim Harekâtı için İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan ayrılırken arkadaşları ile toplu bir şekilde çekilen fotoğrafın arkasında “tarih 25 Mayıs 1938” yazar.

Yine “fotoğraf arkalarına göre”, “27 Mayıs 1938’de Elazığ’da Fırat Lokantası’nda”, “30 Mayıs 1938’de Elazığ’da Çadırlı Ordugâhta” ve “15 Temmuz 1938’de Pülür’de” yazmaktadır.

Bu bölgede çekilen diğer fotoğrafların arkasında: “Kodi Deresi", “Kodi Deresinden Pülür’ün görünüşü", “Hozat Mezarlığı", “Ovacık Mezarlığı", “Pülür çocukları", “Yüzleri hep kapalı gezen Kürt kadın tipleri", “dehalet eden bir kafile", “Seyit Rıza’nın evi", “Pülür"ün eski ağalarından Budala", “Şam uşağı başlarından birkaç tip", “Munzur suyundan geçerken" ve “meşhur Dajık Baba’" gibi notlar düşmüştür.

∗∗

Servis hayatı 1940 yılında Kırklareli’nde başlar. Daha sonra İstanbul Merkez Şefliği’nde görevlendirilir. 1943-1946 yılları arasında Erzurum’da görev yapar. 1946 yılında tekrar İstanbul’a döner. İstanbul Merkez Şefliğinin Teknik Bürosu’ndaki görevi iki sene sürer.

“Sert mizaçlı” ve “duygularını belli etmeyen” bir karakter olarak Mazhar Eymür’ün babasının nasıl öldüğü konusunda bir bilgiye ulaşamadım. Ancak bu tarihte Balkanlar kaynamaktadır. Tabur Kolağası olan Sıtkı Efendi’nin Balkanlar’da Rum, Sırp veya Bulgar çetelerince öldürülmüş olma ihtimali de var.

Mehmet Eymür, 12 Eylül’den sonra, MİT’in yasal olarak sorgu yetkisi olmadığı halde, bizzat onun girişimleriyle insanlar hapishanelerden alınmış, Gölbaşı’na götürülmüş, burada aylarca bizzat onun işkenceli sorgularından geçirilmiştir. İşkence kurbanları, Dündar Kılıç’tan Behçet Cantürk’e ve diğer ünlü kişilere uzanmaktadır.

∗∗

Torun Eymür, Arnavutköy’den Kızıldere’ye, Ziverbey Köşkü’nden 12 Eylül’e, sola ve sosyalistlere kan kusturan bir figür olmakla kalmamış; bu yakınlarda yargısız infazları ve işkenceleri gururla savunmaktan da geri durmamıştır. (T24 röportajı, Gökçer Tahincioğlu, 5.11.2021).

Peki, Eymür “babasının Dersim faaliyetleri” hakkında neden herhangi bir şey yazmamıştır? Babasının Ankara, İstanbul, SSCB ve “Demirperde ülkeleri” faaliyetleri, 27 Mayıs ve emeklilik dönemi hakkında -ondan dinledikleri dahil olmak üzere- önemli değerlendirmeler yapan, bilgiler veren Eymür’ün Dersim bahsinde hiçbir şey söylememesi nasıl yorumlanabilir?

Babasının, “devlete 50 yıl 10 ay hizmet ettiğini” söyleyen Mehmet Eymür, Dersim 1938 sayfasında neden susmuştur? Dersim’in Hozat ve Ovacık kasabalarında geçen 4 aylık mesai, neden Eymür’ün “hatıraları”nda yer almamaktadır?

Ankara’da Kavaklıdere’deki evlerinde yaşayan ve Dersim’den getirilmiş bir “kayıp kız” olan Emine’yi neden hiç anlatmamıştır? Muhtemelen bu kız, Mehmet Eymür’e -büyük bir mutlulukla anlattığı- o çocukluk yıllarında arkadaşlık etmiştir. Peki Emine’ye ne olmuştur?

Yoksa bu “sessizlik”, Dersim 1938’in, geçen yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı sayfası olmasından mıdır?

                                                          /././

Takanik (Kaan Sezyum)

Aynı takadayız. Takanın adı da yıllar içinde “Takanik” oldu. Kaptan bu adın aslında “havalı” bir isim olduğunu düşünmekte. “Dünyanın en büyük ve heybetli yolcu gemisidir bu!” diye kendi kendine hava atmakta. Oysa ki az tarih bilse, -tarihi de geçtim- bir fincan dolusu genel kültüre sahip olsa, Titanik’in ilk seferinin nasıl sonlandığını, geminin ortadan ikiye yarılarak denizin buz gibi sularında battığını ve yolcularına mezar olduğunu da bilebilirdi ama işte bizimkisi bilmiyor. Bizimkisi zaten üzerinize afiyet bir değişik. Yani herkes değişiktir tabii de bizimki zamanla iyice değişti, değiştikçe değişti, bambaşka bir şey haline geldi. Gündüzleri ve geceleri hayaller görüyor. Halüsinasyon diyebilse, diyebilecek ama onu da bilmiyor. Gördüğü her şeyi gerçek, görmediği şeyleri ise yok sayıyor. Yıllar içinde değişe değişe Carpenter’ın The Thing filminin sonundaki şeye benzedi ruh hali iyice. Bir dediği bir dediğini tutmuyor, cümlesi bitene kadar fikri değişiyor neredeyse…

Ama neyse ki iyi alıştık. Hani bazen çok kötü kullanan bir sarı öfkeye binersiniz de -hoş artık taksiye binebilmek için bile 90 liranız olması gerekiyor- yol boyunca, şoförün saçma hareketlerine alışır, yeri gelir siz de direksiyon başındaki yoldaşınızla birlikte yolda yolunuza çıkan araçlara küfür edersiniz ya. İşte bizimkisi de onun gibi oldu. Takanın inşasında yer alan vatandaşlar şu anda çok mutlu. Kaptan ne derse kabul edip, onaylıyorlar, hatta “777, okudum onayladım” diyorlar içlerinden. Teknenin yarısı kaptanına aşık. Kaptan da aşık olunmayacak gibi değildi ama eskiden. Eser gürlerdi. Teknenin yelkenleri pırıl pırıl, motorları şıkır şıkır, dümeni tıkır tıkır işlerdi. Sonra kaptanın iş arkadaşlarıyla arası bozuldu. Bir şeyleri paylaşamadılar. Takada isyan çıktı. Kaptan da herkesi tekneden döktü. Yıllarca kaptana “Kaptan bu ekip sağlam pabuç değil” diyenleri de ambarlara kapattı…

Takanik’in denize indirilişine dair de rivayetler var ama ben size en çok bilineninden ve gerçeğe en yakın olanından bahsedeceğim. Malum bu taka Karadeniz’in sert sularına dayanabilen ve hepimizi taşıyabilen bir tekne olarak planlanmadı zaten. Amacı hiçbir zaman herkesi taşımak değildi ama güzel ve planlı bir şekilde taşıdığı herkesi de iyi taşımak üzere planlanıyordu. Her efsane gibi bu deniz aracının da inşaatı bir garip başlamıştı. Kaptan nedense kimseye güvenmeyip tekneyi evinin alt katında birleştirmişti. Tabii gün gelip de takayı denize indirmeye gelince, maalesef evini de yıkmak zorunda kaldı. Evinden elinde kalan bir tek yüzüğü vardı. O zamanlar parayla pulla işi yoktu zaten kaptanın. Yüzük de çok para etmezdi ama bir hayali vardı. Takasıyla, Takanik’le insanları sellerden, taşan nehirlerden, ummanlardaki dev dalgalardan korumak istiyordu. Yola da böyle çıktı ama hep bir yerde bir yanlışlar yapıyor, ne olursa olsun yine de işleri rayında gidiyordu…

Gel zaman git zaman, denizde olmanın insan ruhundaki başkalaştırıcı etkileri kaptanı vurmaya başladı sanki. Zaten kaptan onca yıldır deniz kıyısında yaşamasına rağmen, nedendir bilinmez, yüzme bilmiyordu. Bırakın denize girmeyi, yakınlarının aktardığına göre duşta bile tedirgin olur “Birisi beni boğduracak, çıkartın beni bu kabinden!” diye naralar atarak kabir azabı kadar olmasa da, yaşarken bile kabin azabı çekermiş. Dediklerine göre zaten her şeyin başı ve ayın karanlık yüzünün kendisini göstermesinin sebebi de bu kaygılarıymış… Tabii böyle bir ruh haline girince, günden güne akli melekeleri de aklını tutamadı kafasında… İngilizlere ünlü, bizim ise sadece entellerimizin bilebileceği şair Samuel Taylor Coleridge’in “Yaşlı Gemici” şiirindeki gibi günden güne bir hallere girer, takaya zorlu günlerde yol gösteren yelkovan kuşlarına da saldırmaya başlar. Doğanın ortasında, doğaya düşman olur kaptan. Zaten o günden sonra ne kimseyle konuşur, ne kimseyle görüşür. Yanında, sadece zamanı geldiğinde yerine geçmek isteyenler ya da güce yakın olmakla güç sahibi olacağını düşünenler kalır. Kaptan kendisini odasına kapatır, Takanik’i de yıllarca, denize, rüzgara, dalgaya bakmadan idare eder.

Takanik’in sonundan bir süre önce kaptan kendini cankurtaran ilan eder. Yüzme bilmeyen ilk cankurtaran olur törenlerle ama kimse bu konudan bahsetmez. “Evet” derler, onaylarlar, sahteden alkışlar ve gülümserler yağlı bıyıklarının arkasından.

İlginçtir ki Takanik, bir gün limana bağlanmışken, üç tarafı denizlerle çeviriliyken, onca yıldır bakımsız kalmanın verdiği yetkiye dayanarak çürümüştür. Sonunda bir gün gelir çürüyen tahtalar birbirlerini daha fazla tutamaz ve Takanik, Titanik gibi ortadan ikiye ayrılır.

                                                      /././

“Sempatizan” (Şükrü Aslan)

1970’li yılların sol/sosyalist literatürüne aşina olanların, sempatizan sözcüğünü duyduklarında heyecanlandıklarını tahmin ederim. Çünkü bu sözcük, o literatürün neredeyse anahtar kelimesi gibiydi. Sadece yazılı literatürün değil, gündelik konuşmaların da muhtemelen en sık kullanılan sözcüklerinden biriydi.

Sempatizan, en başta örgütlü sosyalist gelenekler içindeki hiyerarşiyi hatırlatırdı. Sol-sosyalist örgütlerin henüz örgütlü olma aşamasına gelememiş ama çevresinde bulunan ve örgütlenmeye de aday olan kesimini vurgulamak için kullanılırdı. Hiyerarşinin en altında olmakla birlikte, bir örgütün çoğunluğu demekti. Bu nedenle de örgütlü siyaseti inşa eden, sürükleyen ve belirleyen dinamiklerden birisiydi. 78 kuşağının ürettiği yazılı literatüre göre, ülkenin her yanında süren toplumsal mücadelelerin hem temel gücü hem de haber vericisiydi. O yıllarda tüm sosyalist gazetelerde, memleketin ücra köylerinden ve kasabalarından haber gönderen ‘sempatizan mektuplarına’ yer verilirdi. Hatta bunu yapmayan bir sosyalist gazete düşünülemezdi. Değişik sosyalist geleneklerden gelen sempatizan mektupları, ilgili gazetelerin müstesna köşelerinden birini oluştururdu.

Sempatizanlar, sokağa taşınan siyasal muhalefetin asıl dinamiğiydi. İzinli gösterilerde kalabalık kortejlerin belirleyici gücü onlardı. Sadece izinli olanlarda değil, dönemin politik literatüründe ‘korsan gösteri’ olarak yer alan izinsiz gösterilerin de asıl taşıyıcı gücü sempatizanlardı. Şehrin kalabalık bir yerinde bir anda ortaya çıkar, slogan atar, türlü biçimlerde mesajını verir ve aynı hızla dağılırlardı. Bir kısmı lisansüstü tezlere konu olabilecek kadar iz bırakan bu eylemler uzun süre şehirlerin gündeminde kalırdı.

1970’li yıllarda herhangi bir sosyalist geleneğin gücü, sempatizanlarının sayısıyla ölçülürdü. Çünkü geleneği kamusal alanda etkili kılan şey muhalefet hallerinde ne kadar kitleyle görünür olduğuydu. Başka bir deyişle kitlesel gösteri alanına taşınmış sempatizanların sayısı, geleneğin meşruiyet sağlayıcı gücüydü. Bu yüzden sempatizan yoksa, aslında örgüt de yok demekti.

Sempatizanlar aynı zamanda siyasal geleneklerin duvar yazıcısı, afiş asıcısı veya bildiri dağıtıcı gücü olarak da işlev görmüşlerdi. Hemen her zaman kolluk kuvvetlerinin çok sert şiddetine açık türden meşakkatli işler genelde sempatizanlara düşerdi. Sempatizanlar bu anlamda hem siyasal geleneğin çeperinde yer almışlardı, hem de ona çeper olmuşlardı.

Aynı şekilde siyasal gelenekler arasında süren sert politik tartışmaların sonucunu belirleyen de genellikle sempatizanların tutumu olurdu. Onlar hararetli politik tartışmaların dinleyicileriydi ama edilgen değil, aktif ve gerektiğinde tartışmaya ortadan katılan, sözünü söyleyen ve hatta tartışmaların akışını belirleyen kesimdi. Derneklerde, kahvehanelerde, köy meydanlarında saatlerce süren bu politik polemiklerin belki de asıl konuşulanı da yine sempatizanlar olurdu.

Bir sosyalist geleneğe sempatizan olmak genellikle yakın çevrenin etkisiyle başlardı. Bu çevre bazen akraba, okuldan ve işyerinden arkadaşlar olurdu. Hangi siyasal geleneğin sempatizanları içine girileceğini bu ilişkilenmeler belirlerdi. Ama sempatizanlığın kamusallaşmasında asıl işlevi en iyi yerine getiren güç, bir siyasal gazete ya da dergi idi. Bu yüzden hemen her siyasal gelenek, bir yasal dergi çıkarmayı öncelikli iş olarak belirlerdi ve siyasal gelenekler bu dergilerle ve sempatizanlar ise giderek bu dergilerin kitlesi olarak anılmaya başlanırdı.

Özetle sempatizanlar Türkiye’de toplumsal muhalefetinin asıl dinamiği, sosyalist geleneklerin sürükleyici motoru olan bir sosyolojik kategoriydi. Örgütlü siyasal hareketlerin stratejilerine onlar karar vermiyordu ama bu stratejilerin hayata geçirilmesinde asıl görevi onlar üstleniyordu. Bunu üstlenmek, ağır bedeller ödemek demekti. Bundan dolayı afiş asarken, duvarlara yazı yazarken ya da sessizce okuluna, işine, mahallesine ve/veya evine giderken hayatından olan; toplumsal hafızanın kaydetmekte zorlandığı kadar çok sempatizan vardı. Ne var ki tarih, onları hakkettiği gibi ve hakkettiği ölçüde yazmadı, yazamadı.

BİRGÜN