29 Ocak 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 29 OCAK 2024 -

 

Enflasyon hissiyatı devlet sırrı mı? (Aziz Çelik)
TÜİK’in hissedilen enflasyonu ölçtüğü halde sakladığı ortaya çıktı. Bu veri adeta devlet sırrı gibi saklanıyor. Veriye ulaşmak neredeyse imkânsız. TÜFE ile milyonların kaderini belirleyen TÜİK bilimsel ölçütlere uygun, şeffaf ve özerk bir enflasyon ölçümü yapmalıdır.

Hissedilen (algılanan) enflasyon tartışması gündeme damgasını vurdu. Ekonomim gazetesinde 22 Ocak 2024’te yayımlanan Maruf Buzcugil’in “Hissedilen enflasyon açıklananın 2 katı” başlıklı haberiyle konu gündeme bomba gibi düştü. Ardından TÜİK tarafından yapılan tuhaf açıklama ile daha da tartışmalı hale geldi.

Buzcugil’in TÜİK yetkililerinin açıklamalarına, yaptıkları sunumlara ve hesaplamalara dayandırarak yaptığı habere göre yüzde 64,7 olarak açıklanan 2023 yılı tüketici enflasyonu vatandaşlarca yüzde 129,4 dolayında hissedilebiliyor. TÜİK’in hissedilen enflasyon hesabındaki temel dayanağını yıllardır yapılmakta olan Tüketici Eğilim Anketi’ndeki sorulara verilen yanıtlar oluşturuyor. Nitekim bu haberin yarattığı büyük tartışmaların ardından TÜİK 24 Ocak 2024 günü bir açıklama yaparak hissedilen enflasyonu ölçtüğünü doğruladı ancak konunun çarpıtıldığını iddia etti.

Söz konusu haber ve TÜİK’in açıklamaları gösteriyor ki TÜİK algılanan enflasyonu (enflasyon hissiyatını) yıllardır ölçüyor ve biliyor ama bu kadar önemli bir veriyi dünyadaki diğer istatistik kurumlarının yaptığının aksine kamuoyuna açıklamıyor ve saklıyor. Böylece TÜİK’e yönelik güvensizlik konusunda yeni bir neden daha ortaya çıkmış oldu.

Oysa enflasyon ile ilgili her veri müthiş önem taşıyor. Çünkü TÜİK fiilen Türkiye’nin en önemli ücret (gelir) belirleyeni durumunda. Aslında en büyük patron TÜİK! Başta memur maaşları ve emekli aylıkları olmak üzere, asgari ücret, kamu ve özel sektör toplu iş sözleşmeleri ile özel sektördeki ücretlerin çok büyük bölümü TÜİK tarafından açıklanan TÜFE’ye göre ya birebir belirleniyor veya TÜFE verisi kerteriz alınıyor. TÜİK’in sorumluluğu çok büyük. Yurttaşın cebine ne girecek onu belirliyor ama buna uygun bir sorumlukla davranmıyor. Milyonların yaşam standartlarını belirleyen kurumun açıkladığı enflasyon verilerine güvenilmiyor.

ÖLÇÜYOR AMA AÇIKLAMIYOR!

Hissedilen enflasyon meselesinin gündeme gelmesi çok önemli. Kuşkusuz tüketim alışkanlıkları, harcama kalıpları nedeniyle hissedilen enflasyon ile ölçülen enflasyon arasında fark olması kaçınılmaz. Ancak hissedilen enflasyon da çok önemli bir gösterge.

Kamuoyuna yansıyan bazı hatalı değerlendirmelerin aksine hissedilen enflasyon-ölçülen enflasyon ayırımı (perceived inflation-measured inflation) hem uygulamada hem de literatürde geniş biçimde yer tutuyor. Avrupa Merkez Bankası (ECD), ABD Merkez Bankası (FED), Almanya Merkez Bankası (DBB) ve Japonya Merkez Bankası (BOJ) dahil pek çok ülkede algılanan ve beklenen enflasyon ölçülüyor ve kamuoyuna açıklanıyor. Bu konuya ilişkin oldukça geniş bir iktisat literatürü olduğunu da söylemek mümkün.

Ancak enflasyonun çok daha düşük olduğu ülkelerin istatistik kurumları hissedilen ve beklenen enflasyona ilişkin verileri kamuoyu ile paylaşırken enflasyonun en yüksek seyrettiği ülkelerden biri olan Türkiye’de TÜİK bu verilere sahip olduğu halde susmayı tercih ediyor. Bu tutum kamusal veri toplamanın ve kamu hizmetinin gerekleri kadar araştırma etiği ile asla bağdaşmaz. TÜİK yönetimi bir yandan kamu hizmeti kusuru işlerken öte yandan sahip oldukları çok kritik bir bilgiyi kamuoyundan saklayarak araştırma etiğini de ihlal ediyor.

TÜİK “hissedilen enflasyon açıklananın 2 katı” haberinin yarattığı tartışma üzerine 24 Ocak’ta tuhaf bir açıklama yaptı. TÜİK yönetimi kamuoyunu düzgün ve şeffaf biçimde bilgilendirme yerine bir kamu kurumuna yakışmayan bir dille polemik yapmayı tercih etmiş. Açılamada algılanan enflasyon ve TÜİK enflasyonu arasındaki farkın çarpıtıldığını iddia ediliyor ve eleştiriler “manipülatif” ve “art niyetli” olarak yaftalıyor. Kamu kurumu yönetimine bakın! İki paragraflık açıklamada kamuoyu bilgilendirecek yerde “çarpıtma”, “manipülasyon” ve “art niyet” gibi yakışıksız ifadeler kullanmaya cüret edebiliyorlar. Türkiye’nin kamusal veri toplama kurumunun düştüğü hale bakar mısınız? Bu nasıl bir iletişim dili! Açıklamada asıl sorunun yanıtı yok: Peki neden böyle hayati bir veriyi şeffaf ve düzenli biçimde açıklamadınız?

GİZLİLİK VE ÇARPITMA!

TÜİK açıklamasındaki gariplikler bununla da bitmiyor. Açıklamaya göre algılanan enflasyon verisinin de yer aldığı mikro veri seti TÜİK Veri Araştırma Merkezi aracılığıyla tüm araştırmacıların kullanımına açıkmış. Böylece “verilerimiz açık” demeye getiriyorlar. Ancak kazın ayağı öyle değil. Algılanan enflasyon verilerine ulaşmak neredeyse imkansız ve algılanan enflasyon verisi adeta devlet sırrı gibi korunuyor! TÜİK, bu verilerinin sadece TÜİK binalarında, TÜİK görevlilerinin gözetimi altında, para karşılığında ve sadece onaylanan araştırmacılar tarafından incelenmesine izin veriyor. Sanırsınız kozmik oda verileri! Dolayısıyla algılanan enflasyon verilerine ulaşmak çok zor. “Verilerimiz kullanıma açık” iddiası gerçekçi değil. TÜİK algılanan enflasyon verisini açıklamamak için bin dereden su getiriyor. Oysa yapacağı şey çok basit: Algılanan ve beklenen enflasyon verisini her ay kamuoyuna açıklamak.  İşi yokuşa sürmenin alemi yok!

Öte yandan TÜİK açıklamasındaki bir diğer iddia ise evlere şenlik! Açıklamada algılanan enflasyon ile TÜFE arasındaki oransal farkın AB ülkelerinde 5 ila 6 kata kadar çıkarken Türkiye’de bu farklılaşmanın daha düşük olduğu ve 2023 yılı sonunda TÜFE yıllık değişim oranı yüzde 64,8 iken tüketicilerin tahmininin yüzde 96 olduğu iddia ediliyor.

TÜİK yine eğip bükmüş. Anlaşılması için yardımcı olalım: 2023 sonu itibariyle AB ülkelerinde algılanan enflasyon yüzde 9,5, açıklanan enflasyon yüzde 2,4'tür. Aradaki fark 7,1 puandır! AB ülkelerinde tüketiciler "geçen yıl 100 avroya aldığım mal sepetine bu yıl 109,5 avro verdim" diyor. TÜİK'e göre Türkiye'de 2023 yılı sonunda tahmin edilen enflasyon yüzde 96 ölçülen enflasyon yüzde 64,8'dir. Aradaki fark 31,2 puandır. Türkiye'de tüketiciler "geçen yıl 100 lira verdiğim mal sepetine bu yıl 196 lira verdim" diyor. Mesele budur. Gerisi laf çevirmektir.

Enflasyon fiyatların bir dönemden diğer döneme artışıdır. “Oransal fark” değil farkın kendisi önemlidir. TÜFE bunu ölçer. Bazı “ekonomistlerin” Türkiye’deki yüksek enflasyonu aklamak için yaptığı gibi enflasyonun çok düşük olduğu ülkelerdeki dönemsel artışları birbirine oranlayarak "onlarda da çok arttı" demek ne kadar saçma ise 7,1 puanlık farkı 31.2 puandan daha yüksek göstermek o kadar saçmadır. Gerçek şudur: AB ülkelerinde yüzde 9,5 algılanan enflasyonun ülkemizde 10 katı daha fazla, yüzde 96 olarak algılanıyor.

GÜVENSİZLİK BÜYÜK!

TÜİK özellikle enflasyon verileri konusunda büyük bir güven kaybı yaşıyor. TÜİK’in enflasyon verilerine ne vatandaş ne de bilim dünyası güveniyor. TÜİK kendine duyulan güvensizliği ve bunun nedenlerini de mutlaka araştırmalıdır. TÜİK özerk bir kurum yerine siyasal iktidara bağlı, onun yönlendirmelerine açık bir kurum izlenimi veriyor.

TÜİK’e tavsiyem kamuoyunun kendilerine yönelik hissiyatını da ölçmeleri ve vatandaşın TÜİK verilerine ne kadar güvendiğini ortaya koymalarıdır. Tüketici Güven Endeksine TÜİK verilerine güven sorularını da eklemeliler!

TÜİK verilerine yönelik güvensizlikte TÜİK yönetimin tutumu son derece belirleyicidir. TÜİK yaşamsal önem taşıyan veriler konunda kamuoyundan gelen eleştirileri göz ardı ediyor ve dahası algılanan enflasyon meselesinde olduğu gibi bilgi saklamayı; TÜFE konusunda kamuoyundaki hassasiyete ve güvensizliğe rağmen şeffaflaşmayı artıracak yerde bilgi karartma yolunu tercih ediyor.

TÜİK Haziran 2022’den itibaren madde fiyat listesini karartmış durumda. Oysa on yıllardır yayımlanan madde fiyat listesi TÜİK verilerinin temel dayanağını oluşturmakta ve bir kontrol imkanı sağlamaktaydı. Bu verinin karartılmasının gerekçesi olarak “EuroStat yayımlamıyor biz niye yayımlayalım” deniyor! İyi de Avrupa’da böyle yüksek bir enflasyon mu var! Avrupa’da resmi istatistikler konusunda bu kadar büyük bir tartışma mı var! Veri saklarken Avrupa’yı örnek gösteren TÜİK, algılanan enflasyon konusunda ise Avrupa’nın tersini yapıyor, veriyi saklıyor.

Dahası TÜİK’in madde fiyat listesini saklama konusundaki kararı DİSK tarafından açılan dava sonucunda yargı tarafından iptal edilmiş ve yargı kararıyla bu verileri açıklamasına karar verilmiş durumda. TÜİK yönetimi sadece araştırma ve bilim etiğini değil yargı kararlarını da hiçe sayıyor.

TÜİK benzer bir tutumu işsizlik verileri konusunda takınmıştı. Uluslararası standartlara rağmen geniş tanımlı işsizlik verilerini yıllarca açıklamadı. DİSK-AR ve bazı araştırmacının ısrarla vurguladığı ve açıkladığı geniş tanımlı işsizlik verisi nihayet TÜİK tarafından da Mart 2021’den itibaren açıklanmaya başladı. TÜİK geç de olsa işsizlik verileri konusunda doğru olanı yaptı. TÜİK benzer bir tutumu enflasyon verileri konusunda da yapmalıdır.

TÜİK NE YAPMALI?

TÜİK enflasyon ölçümü konusundaki verileri şeffaf biçimde kamuoyu ile paylaşmalı ve şunları acilen yapmalıdır.

1- Madde fiyat listesi açıklansın: TÜİK yargı kararı gereği madde fiyat listesini tekrar açıklamalıdır. TÜİK yöneticileri yargı kararını uygulamayarak suç işliyorlar. Bundan derhal vazgeçmeliler.

2- TÜFE veri seti (mikro verisi) açıklansın: Madde fiyat listesinin tekrar açıklanması yetmez. TÜİK çok daha köklü bir iş yaparak enflasyon konusundaki tartışmalara son verebilir. TÜİK her ay 81 il 228 ilçede derlediği 564.710 fiyatı bir Excel listesi olarak elektronik ortamda kamuoyuyla paylaşmalıdır. Bu teknik olarak mümkün ve çok basittir. Böylece hangi ürünün nerede hangi fiyattan satıldığı ortaya çıkar. TÜİK verileri denetlenebilir hale gelir.

3- Algılanan enflasyon verisi açıklansın: Algılanan (hissedilen) enflasyon tartışması ile Pandora’nın kutusu açıldı. TÜİK işi yokuşa sürmeden Tüketici Güven Endeksinde yer alan hissedilen enflasyon verilerini her ay kamuoyu ile paylaşmalıdır.

4- Tüketici gruplarına göre enflasyon açıklasın: Enflasyon doğru ölçülse dahi herkes için aynı anlama gelmez. Bu nedenle TÜİK farklı harcama kalıplarına sahip gelir grupları için (yüzde 20’lik dilimler, ücretliler, emekliler) farklılaşan enflasyon oranlarını da açıklamalıdır.

TÜİK bir enflasyonla mücadele veya polemik kurumu değildir. TÜİK kamusal bir veri toplama kurumudur. TÜİK milyonların kaderini belirliyor. Bir açıklamasıyla milyonları yoksullaştırabiliyor. TÜİK kendine dönük eleştirilerle polemik yapmak yerine işini yapmalıdır.

İşinizi doğru ve şeffaf yapın, bilim etiğine uygun davranın ve kamu yararından başka bir şey gözetmeyin! Yoksa vebal büyük, hukuki sorumluluk da öyle!

                                                             /././

Siyasal İslam’ın karşı konulamaz fantezisi (Selçuk Candansayar)

RTE-akpmhp bloku, 31 Mart Yerel Seçimleri’ni, Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri’nin 3. turu gibi göstermeye çalışıyor. Mayıs 2023 seçimi geri püskürttüğü, kendisine yönelik “seçim görünümlü bir darbe girişimiymiş”, şimdi de daha büyük bir zafer için karşı saldırıya geçiyormuşçasına bir söylem inşa ediyor. RTE özellikle “İstanbul’u kurtaracağız”  sözünü dilinden düşürmüyor. Yerel seçimlerde RTE’nin adaylardan daha öne çıkması, adayların vasatlığından daha çok seçim kampanyasının bu karşı saldırı stratejisi üzerine kurulmasından kaynaklanıyor.

Mayıs 2023 seçimlerine giderken RTE-akpmhp blokunun seçimleri kaybedeceğine duyulan inanç çok yaygındı. Muhalefet, içinde yaşadığı çok ağır ekonomik koşullara toplumun itiraz edeceğine emindi. Demirel’in “boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” sözü hemen herkesin dilindeydi. Üstelik Şubat depreminde yıkılan 10 il, elli bini aşkın ölü ve kayıp, zamanında yardım gönderilememesi, beceriksiz kurtarma gayretleri ve tüm bunların yarattığı çaresizlik ve öfkenin de iktidarı devireceği düşünülüyordu.

Bu acılı, somut ve gerçek durum iktidarı yerinden edemedi. Muhalefet, kendisinin de beklemediği, yenilgisinin şaşkınlığıyla birbirine düştü. Seçmenler muhalefetin yöneticilerine saldırdı, yöneticiler de birbirlerine. Ortaya çıkan hayal kırıklığı, çözülmekte olan orta sınıfın, iktidara oy veren yoksullara yönelttiği “beter olun” öfkesine yol açtı. Muhalif seçmenler arasında “bir daha sandığa gitmeme, bir daha oy vermeme” söylemi yaygınlaştı.

Üç ana muhalefet partisi, üç farklı yöne savruldu. İyi Parti, “ittifak”tan koptu ve yenilginin sorumluluğunu “sola yanaşma!” stratejisine bağlayarak, bir tür, “bükemediğin bileği öp” hissiyle sağcı özüne döndüğünü göstermeye çalışıyor. Akşener’in RTE sonrasında söz sahibi olmak için RTE ile kavga etmemek gerektiği çıkarımına vardığı anlaşılıyor. HDP-DEM ise, “Türkiye partisi” olma stratejisinden “kimlik partisi” olma stratejisine dönme kararı vermişe benziyor. Her zamanki gibi, en büyük kargaşa/beceriksizlik ise CHP’de oldu. CHP yönetimi ve yönetici olma süreci öylesine karmaşık bir düğüm halinde, ilişkiler o kadar iç içe geçmiş ki, değişim bile ancak aynı parçaların farklı şekilde dizimi kadar olabiliyor. CHP’de gerçek değişim, ancak “Genel Merkez”in çaycısından, kedisi Şero’ya kadar değişirse mümkün olabilecek gibi görünüyor.

Yerel seçim kampanya sürecinde muhalefetin ideolojik perişanlığı ile iktidarın “yeniden fetih” stratejisi karşı karşıya gelmiş durumda. İktidarın “yeniden fetih” stratejisinin rıza üretme potansiyelinin ve oy kazandırma gücünün iş işten geçmeden muhalefetçe anlaşılması gerekli, hatta zorunlu.

Siyasal İslamcılık iktidarına rıza üretmek için ama tatlı dille, ama zorla topluma bir fantezi benimsetiyor. “Bugünü unutturma!” Bu fantezi siyasal İslamcılığa özgü değil, faşizmin her türünün özü. Faşist zihniyetin bu kalıbı siyasal İslam’a din ve milliyetçilikten çok daha cuk oturuyor. Din ve milliyetçilikse katalizör olarak zihniyetin gücüne güç katıyor.

Siyasal İslamcılık sıradan insana şu çağrıyı yapıyor: “Uzak” geçmişte kalan güç ve zenginliğin, bir takım “hainlerin” hatalarıyla elinden çalındı ama “uzak” gelecekte zaten senin olan o güç ve zenginliğin yeniden sahibi olacaksın. Bu mesajın, “bolluk içinde mutlu mesut yaşadığı cennetten bir kadın yüzünden işlediği günah nedeniyle kovulan ve iyi bir kul olursa yeniden cennete gidecek olan insan” kavramıyla ortaklığı apaçık. Çektiği çilenin uzak gelecekteki bolluğu garantileyeceğine olan inanç, hangi çaresizliği katlanılır kılmaz ki insan için?

RTE’nin iktidara geldiğinden bu yana hep uzak gelecek hedefleri koyması ve o gelecek geldiğinde de biraz daha uzak bir geleceği işaret etmesi bugünü unutturma çabasının eseri. İki binlerin başında Hedef 2023, Hedef 2071 gibi uzak olan hedefler, şimdi Hedef 2030, Hedef 2071 gibi daha uzak hedefler olarak güncellendi. Her güncellemede bugüne dair söylenen tek söz, bugün dünden daha iyi ama uzak gelecek daha da iyisi, en iyisi olacak!

Ama bu ülkenin insanlarını bu akıl tutulmasından çıkarmanın kolay olmadığı gerçeğini de kabullenmemiz gerek. Zira bu toplum, yüzyıllar boyunca olduğu gibi son 100 yılın da sadece AKP’li çeyreğinde değil, 1923-1950 arası çok kısa bir dönemin bir bölümü dışında, hep bu zihniyeti pompalayan iktidarlarca yönetildi.

Üstelik “burada ve şimdi”ye odaklan diyen kapitalizmin gazabı altında yaşayan insanları, uzak gelecekteki bir umuda tutunarak bugünün yokluklarına katlanmak zorunda olmadıklarına ikna etmek de hiç kolay değil. Ama zor da olsa, bir yol olmalı; devrimci bir yol. Haftaya devam edeceğim.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 29 OCAK 2024 -

 

14 Temmuz pavyonu, 15 Temmuz darbesi, 16 Temmuz devleti (Barış Terkoğlu)

Benim ben diyenler beni ortadan kaldırıyor. Yok olan aslında biziz.

Herkesin kafası seçimde. Bana sorarsanız, konuşmamız gerekeni, aday yapılmasa da AKP’nin İstanbul’daki tek aday adayı söyledi. Karar'a konuşan Metin Külünk, "15 Temmuz’dan sonra gücün çok daha ötelere taşmasından dolayı derebeylikler oluştu" dedi. Tespit, yaşadığımız sorunların omurgasını anlatıyor. Devletteki paralel yapı tasfiye edilirken; yerine klikler, mafyatik gruplar, tarikat bağlantıları yerleşti. Haliyle devletin ve hukukun yerine görünenler bunlar oldu.

Örnekle anlatayım…

Adı Metin Kolca. Hükümet medyasını okursanız, o 15 Temmuz kahramanı. Haberlerde o gece Nevşehir’de neler olduğunu anlatmış:

"15 Temmuz günü saat 21.30 gibi eve geldim. Normalde uyumam, yatsı namazı ezanı geç okunduğu için uyudum. Ben uykudayken eşim beni kaldırarak Genelkurmay Başkanının rehin alındığını ve Genelkurmay Başkanlığının önünde kalabalık olduğunu söyledi. (…) Cumhurbaşkanımız telefonla televizyona bağlanarak halkı sokağa çağırmıştı. (…) Eşimle vedalaşarak helalleştim. Kırşehir üzerinden Ankara'ya ulaştım. Saat 00.50 gibi Kızılay'a girdim."

Kolca’nın hikayesi eline taş alıp tankları durdurmasıyla sürüyordu. Anlattığı "kahramanlık" destanıydı. Kolca, üzerinden tankın geçtiği lüks aracını paylaşarak hikayesini inanılır hale getiriyordu.

Ancak çelişkilerle doluydu. Cumhurbaşkanı CNN’e 00.24’te bağlanmış, halkı sokağa çağırmıştı. Dinlemesi, eşiyle vedalaşması, yola çıkıp Nevşehir’den Ankara’ya gelmesi tam 26 dakikaydı ki, bu imkansızdı.

Sayısız tutarsızlık içinden bir tane daha söyleyeyim. Kolca, aracıyla Sıhhiye Köprüsü’nü kapatıp, köprüden düştüğünü söylüyordu. Gelgelelim, aracın fotoğraflardaki yeri, Atatürk Bulvarı üzerinde, daha çok Kızılay’daki gece kulüplerine yakın görünüyordu. Nitekim öyle de çıktı. Kolca, sosyal medya hesabından 14 Temmuz gecesi "Binbir Gece" isimli mekandan fotoğraf paylaşmıştı. Yani Kolca, 15 Temmuz gününe Ankara pavyonlarında girmişti!

104 YIL ALDI

Kolca’nın sosyal medya hesabıyla durum daha da anlaşılır hale geliyor. Pavyon meraklısı bu 15 Temmuz gazisi, Nevşehir’de kendince düzen kuruyor, ceza kesiyor. Örneğin elinin kırık olduğu bir fotoğrafı şöyle paylaşmış: "İyiyim arkadaşlar, itin birinin çenesini kırdık, el de kırıldı. Merak edilecek bir şey yok. Diğer taraf merak etsin, iki sene ekmek, su içemez."

Kendisini tanıyanlara göre Kolca 15 Temmuz gazisi filan değildi. Aslında mahkemelerde başka bir derdi var. 15 Temmuz’un "Ziyaaaaa" hikayesi tam da bunun içindi.

Şöyle anlatayım…

24 Mayıs 2018 tarihinde, AA’nın "Nevşehir’de Suç Örgütü Davasında Karar" başlıklı haberi gösteriyor. Nevşehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi, "suç örgütü kurmak, yönetmek ve üye olmak, yağma, tefecilik, gasp, kumar oynanması için yer ve imkan sağlama, tehdit, uyuşturucu ticareti" gibi suçlamalarla yargılanan sanıklara ceza yağdırdı. Buna göre örgütün 1 numarası ağabey Deniz Kolca 201 yıl hapis cezası alırken, 2 numarası kardeş Metin Kolca 104 yıla hüküm giymişti.

Kısacası Metin Kolca, yargıya göre de bir mafya-çete yöneticisiydi. Tabiri caizse "çökme" işleri yaparken yakalanıyor, kendisini korumak için "15 Temmuz gaziliği" hikayesini uyduruyordu. Hükümet medyası da bize onu bu şekilde tanıtıyordu.

HAKİM İLE "DEVLETİM" POZU

Ama durun…

Hikaye burada bitmedi. Ufak suçlular bile hapisteyken Metin Kolca kısa bir süre tutukluluğun ardından nasıl olduysa dışarı çıktı. Kararın ardından elbette ki gözü yargının temyiz mercilerindeydi.

Sosyal medya hesabından "devlet benim", "kendimi devlete bayrağa feda ettim", "yakında göreceksiniz" gibi intikam paylaşımları yaparken daha garip bir şey oldu. Aksaray 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ve Aksaray İli Adli Yargı Komisyonu Başkanı Hakim G.O. ile bir kafede buluşup poz verdi. Bunu da sosyal medya hesabından paylaştı. Bir hakim, kendi adliyesinde ağır suçlardan hüküm giyen, "ben devletim" diyen bir mafya mensubuyla kafede buluşuyor, yetmiyor poz veriyordu. Mafya lideri bunun ardından vatandaşa tehditlerine devam ediyordu.

Hakim G.O.’yu nereden hatırlıyorum diye baktım. Buldum. Siverek’te, 2019’da, İzol Ailesi’nden 4 kişinin öldürüldüğü katliam davası güvenlik nedeniyle Nevşehir’de görülüyordu. Geçen yıl karar çıktı. 3 sanığa dörder kez müebbet verildi. Ama ilginçtir, hakim, 4 kez müebbet verdiği sanıkları "kaçma şüphesi yok" diyerek tutuklamadı. Kurban yakınlarının "utanç verici" dediği, örneğini görmediğim bu kararı veren hakim de G.O.’dan başkası değildi! Ceza alanların da soyadı İzol’dü. AKP eski milletvekili Zülfikar İzol takipsizlik kararı alırken, kardeşleri cinayet işlese dahi dışarıda dolaşmaya devam etmişti.

SOYLU OLMADAN OLMAZ!

14 Temmuz pavyonunu 15 Temmuz darbesine bağlayan, 16 Temmuz günü "ben devletim" diye uyanan bu insanlar bana Ayhan Bora Kaplan davasını hatırlattı. Malum, Kaplan da Soylu’nun kuzeni tarafından 15 Temmuz gecesi aranarak çağrılmıştı. Acaba Kolcu da Soylu’yu tanıyor mudur diye merak ettim. Bir de ne göreyim. Adeta klasik! Kolcu da bir 15 Temmuz Etkinliği’nde "baba" dediği Soylu ile fotoğraf çektirmişti!

Devleti savunur görünen derebeylikler kendi devletlerini kurarken, hukuka dayanan devlet kaybolup gidiyor. Kaybolan da kaybeden de biziz, biz!

                                                            /././

‘Kızıl Goncalar’: Yeni kupada eski zehir (Ergin Yıldızoğlu)

“Kızıl Goncalar”la ilgili yazımı, “eğer devam ederse” kaydıyla, kimi sorularla bitirmiştim. 3. bölüm bir “reyting patlaması” yapmış; izlemek, o sorulara cevap aramak farz oldu.

SORULAR VE CEVAPLAR

Dizinin biri gerçek sanata doğru, diğeri de sıradanlığa (kitch) doğru çeken iki dinamiği birden taşıdığını belirtmiştim. Dizi, tarikat dünyasıyla modern seküler dünya arasında, siyasal İslamın hegemonyası altında bir “orta yol” öneriyordu. Bu önerinin da Fethullah ve liberal entelijansiya ittifakının “Birbirimizi anlayalım, dinleyelim” fantezisinde olduğu gibi, siyasal İslamın hegemonya sürecini, iktidar ilişkilerini gizleyerek yeniden üretmekten başka bir işlevi yoktu. Dizinin tepki çeken yanı, onun, karanlıkta kalmak isteyen iktidarların üzerine ışık tutan dinamiğiydi. Bitirirken “Eğer dizi devam ederse yapımcılar, bu iki dinamik arasındaki diyalektiği acaba ne yönde ilerletecek?” diye sormuştum.

Yapımcılar o diyalektiği, çelişkinin taraflarını yumuşatarak ama Kemalist-laik “dünyayı” daha derinden mahkûm ederek, tarikatın gizemli padişah, filozof şehzade, politikacı vezir ve kullar dünyasını taklit eden yaşamını daha kabul edilebilir biçimde sunarak, yönetmeye çalışmışlar. Ancak bu “yumuşatma” da liberal-Fethullah ittifakının ürettiği fantezilere dayanıyor.

AYNANIN İÇİNDEKİLER

Bazen, bir yazar, ressam ya da yapımcı yapıtının içine bilerek ya da bilmeden, yapıtın hakikatini yansıtan bir “ayna” koyar. 

3. bölümde, Kemalist doktorla Kemalist babası arasında geçen konuşma izleyiciye tam da böyle bir “ayna” sunuyor. Bir çocuğun evlendirilmesini yasal yolla önlemeye çalışan doktora babası, “Sen Jakobenlerin tam bir özetisin. (...), -Bunu ben söylersem bir anlamı olur. Biz bunlara neler yaptık hatırlamıyor musun? Ne değişti? Bunlar tek bir şeyden korkarlar; değişmekten. Anlamaları lazım. Anlamadan olmaz. (...) Anlatabilmen için dinlemeleri lazım. Hastan gibi düşüneceksin... Polisi karıştırmadan...” diyor.

Kısacası, sen, hukuku karıştırma, kişisel düzeyde örf âdet (tabii ki burada şeriat) alanında kal. Bu tavsiye, ister istemez biri sultan ve tebaasından diğeri hukuk devleti ve vatandaşlarından oluşan, tarihleri, dayandıkları “hakikat rejimleri” birbirini dışlayan dünyaların birlikteliğini onaylıyor. Bu onaylama, siyasal İslamın modern hukuk düzeninin dışında, kendi “dünyasının” yasaları içinde yaşama pratiğini kabulleniyor. Bir yasadışı durumu önlemek için devletin güvenlik güçlerinden yardım istemek ise Jakobenlik oluyor. Bu da Jakobenliğin, karşıdevrimci Anglosakson (kralcı) yorumunu ve liberal-Fetullah ittifakının, laik Cumhuriyete karşı mücadele ederken kullandığı söylemi yeniden üretiyor. O ittifakın en büyük hegemonyacı fantezisi de devrede: Kemalist profesör, 28 Şubat’ı kast ederek “Biz bunlara neler yaptık” diyor; belli ki nedamet getirmiş. Belki de ölmek üzere olduğu için...

Cumhuriyetin, Kemalist devlet sınıfları, entelijansiyası siyasal İslamın devlete erişmesini yasal yollardan önlemeye çalıştılar. Çünkü o gelenek, liberal salakların aksine, siyasal İslam devlete ulaştığında nelerin olacağını biliyordu. Peki, ya siyasal İslam? O neler yaptı, hem de o çok yakındığı “derin devletle” el ele? Kanlı Pazar, Maraş katliamı, Sivas Madımak katliamı, daha yakın zamanda devleti ele geçirdikçe yasadışı telefon dinlemeleri, kişi özeline tecavüzler, uydurma delillerle sözde yargılamalar...

Dizinin, 28 Şubatçı baba karakteri, “Tek bir şeyden korkarlar” diyor, “değişimden”. Bunu, 20 yılda köklü değişimler yaratmış karşıdevrimci bir hareketin temsilcileri için söylüyor. Böylece karşımıza “olayı yaşamış ama anlamını hâlâ kavrayamamış” iflah olmaz bir tip konuyor. Nedamet getirmiş Kemalist, “anlatmaktan” söz ediyor, adeta kampanya yapmaya başlamış Zaman gazetesi gibi: “Birbirimizi anlayalım, dinleyelim”. Adam, karşısındaki kültürün, geleneğin de ayırdında değil. Adam, karşısında, Cumhuriyete yabancı bir yaşam dünyasının, ilk bölümlerde gördüğümüz gibi Türkçeden farklı bir dil ile konuşan (3. bölümde değişti) bir tabakanın iktidar ilişkilerinin dahası “hakikat rejiminin” olduğunun ayırdında değil. Onları “akıl hastası” zannediyor: “Hastanla konuşur gibi, sinirlenmeden...” Bir anlasalar değişecekler... “Valla bunlar iflas olmaz!”

                                                      /././

NATO’körlük (Mehmet Ali Güller)

Halkın büyük çoğunluğu ABD’ye ve NATO’ya karşıyken nasıl oluyor da Amerikancı ve NATO’cu partiler en çok oyları alıp iktidar ve ana muhalefet partileri olabiliyorlar?

Önemli nedenlerden biri, bu partilerin propagandalarıyla uygulamalarının zıtlığıdır. Bunu “propaganda da ‘yerli ve milli’ ama uygulamada Atlantikçilik” diye özetleyebiliriz.

ERDOĞAN, BAHÇELİ, ÖZEL

Örneğin AKP Genel Başkanı Erdoğan, “Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı dünya 5’ten büyüktür haykırışımızın adeta bir aksisedasıdır” diyor. Peki bunu diyen iktidar neden dava açan taraf olmuyor, neden ABD himayesindeki İsrail’e karşı tek bir somut adım atmıyor? Başkasının davasından propaganda üreterek mi Filistin’e destek olunacak?

Örneğin MHP Genel Başkanı Bahçeli, “ABD’nin komşu ülkelerdeki varlığı gayri ahlakidir, gayri hukukidir, gayri meşrudur” diyor (AA, 28.1.2024). Kesinlikle doğru ama ya emperyalist ABD’nin Türkiye’deki varlığı? Asıl sorun, Yunanistan’daki ABD üssüne itiraz edip Türkiye’deki ABD üssünden memnun olmakta, ABD askerlerinin Irak ve Suriye’deki varlığından şikâyetçi olup Türkiye’deki varlığına duacı olmaktadır.

Örneğin CHP Genel Başkanı Özel, daha 40 gün önce “Bizim yolumuz 6. Filo’yu denize dökenlerin yoludur” diyordu ama 40 gün sonra partisi TBMM’de NATO’nun genişleme programına onay verdi. Halbuki 6. Filo’yu deniz dökenler “Kahrolsun ABD, kahrolsun NATO” diyordu.

Bu üç örnek bile propaganda-uygulama zıtlığını resmetmeye yeterli sanırım.

NATO DEMOKRASİ KATİLİDİR

Türkiye’de köklü ve güçlü bir NATO’culuk var. Siyasetten orduya, diplomasiden ekonomiye uzanan çok derin bir NATO’cu ağ var. Ne zaman ABD/NATO’ya karşı kamuoyu oluşsa, bu ağ harekete geçer ve yatıştırmaya çalışır, NATO’nun Türkiye için ne kadar hayati olduğunu propaganda eder.

Örneğin NATO’yu “Türk demokrasisinin teminatı” ilan ederler. Oysa tersine NATO Türk demokrasisini (Atatürk halkçılığını) biçti, “sol”la mücadele üzerinden siyasal İslamcılığın önünü açtı, Türk-İslam sentezinin iktidar olmasının yollarını döşedi; NATO’ya bağlı Gladyo aydınlarımızı katletti.

Örneğin NATO’yu “anayasal düzenin teminatı” ilan ederler. Oysa NATO’cu darbeler, 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler anayasal düzeni, 27 Mayıs Anayasası’nı hedef almıştır. 15 Temmuz darbe girişimi “anayasalı düzeni” ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.

VETO KARTI MASALI

Örneğin bir de Türkiye’nin NATO’daki veto kartının ne derece değerli olduğunu pazarlarlar; sanırsınız o kart olmasa, Türkiye mahvolur! Oysa Türkiye o kartı 1) 1976’da Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşünde, 2) 2009’da Rasmussen’in genel sekreterliğinde, 3) 2012’de İsrail’in NATO’ya işbirliği ortaklığında, 4) 2013’ten sonra Mısır’ın NATO tatbikatlarına katılmasında, 5) 2017’de Avusturya’nın NATO ortaklığında, 6) 2019’da Baltık ve Polonya Savunma Planı’nda ve 7) 2022’de İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinde kullandı.

Peki kullandı da ne oldu? Yunanistan NATO’ya döndü, Rasmussen NATO genel sekreteri oldu, İsrail NATO’nun işbirliği ortağı oldu, NATO karargâhında odası oldu, Mısır tatbikatlara katılıyor, Avusturya ortaklığı sürdü, Baltık ve Polonya Savunma Planı hayata geçti, İsveç ve Finlandiya NATO üyesi oldu!

Bir de “Türkiye olmasa Güney Kıbrıs NATO’ya girer” propagandası var. Halbuki NATO’ya girse, ABD ve İngiltere Güney Kıbrıs’la en fazla bu kadar askeri işbirliği yapabilecek zaten!

Kısacası, NATO’culuk Türk demokrasisini, ekonomik gelişimini, ulusal savunma sanayisini, eğitimini, kültürünü mahvetti.

NATO’culukla mücadele mandacılıkla mücadeledir; NATO’culukla hesaplaşarak bağımsız olunur.

                                                         /././

Neomandacılık: NATO’ya lazım olmak! (Mehmet Ali Güller)

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, 9 Haziran 2021’de ABD’nin Türkiye stratejisini iki maddede özetledi: 1) “Türkiye Batı’ya çapalanmış şekilde kalmalı.” 2) “Türkiye’nin, bazı kritik meselelerde ABD’yle aynı safta olması sağlanmalı.”

27 Ocak 2024 itibarıyla Washington’ın, Ankara’yı Batı’ya çapalanmış şekilde tuttuğunu ve bazı kritik meselelerde kendisiyle aynı safta olmasını sağladığını söyleyebiliriz. Oysa Türkiye ile ABD’nin “ulusal güvenlik” çıkarları taban tabana zıttı. Peki Washington bunu nasıl sağladı?

NATO GÖZBAĞI

Sorunun pek çok yanıtı var ama sonuca etkisi bakımından en önemlisi şu: NATO’culuk.

Türkiye’de öyle köklü bir NATO’culuk var ki iktidardan muhalefete, sistemin önde tuttuğu tüm kesimleri ele geçirmiş durumda. Dolayısıyla NATO’culukla içeride mücadele etmeden, NATO’culuğun siyaset üzerindeki hegemonyasını kırmadan Türkiye’yi “ABD’ye çapalanmaktan” kurtaramayız.

“NATO gözbağı” öyle etkili ki ABD’ye çapalanmanın ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Atlantik’in çıkarlarına göre şekillendirmenin, bağımsızlığımızı yok ettiğinin bile “farkında” değiller. Tırnak içine aldım, çünkü kritik görevdekiler gayet farkında.

Doğrudan belirtelim: Türkiye’nin çıkarlarını Atlantik’in çıkarlarına göre şekillendirmeyi kabullenmek, ulusal güvenliğimizi NATO konseptine göre biçimlendirmek, neomandacılıktır! Çünkü:

ABD’NİN YARARINA, TÜRKİYE’NİN ZARARINA

1) NATO’nun genişlemesi ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü NATO genişlerken Türkiye’yi komşularıyla ve bölgesiyle karşı karşıya getirmektedir.

2) NATO’nun Karadeniz’e girmesi ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü NATO’nun varlığı Karadeniz’i barış denizi olmaktan çıkarıp savaşın denizi haline getirir.

3) NATO’nun “Rusya’yı tehdit” ve “Çin’i baş rakip” ilan etmesi ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü Rusya ve Çin’le ilişkiler Türkiye’nin yararınadır, çünkü Asya’daki diğer Türk cumhuriyetleri Rusya ve Çin’in ortaklarıdır.

4) NATO’nun askeri standartları ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü ABD bu standartlarla kendisini (ve en yakın müttefiklerini) “tek satıcı” ilan etmiş ve hem Türkiye’nin silah envanterini çeşitlendirmesini önlemiş, hem de ulusal savunma sanayisini geliştirmesini yavaşlatmıştır.

AKAR’IN SÖZLERİ

Listeyi uzatmayı siz okurlara bırakıyorum. Çünkü “Peki bu tablo nasıl kabullenilebiliyor” sorusunu yanıtlamalıyım. Daha doğrusu yanıtlamayı doğrudan muhatabına bırakmalıyım:

Eski Genelkurmay başkanı, eski milli savunma bakanı, AKP Kayseri Milletvekili ve TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı Hulusi Akar, ABD’nin neden Türkiye’ye F-16 satması gerektiğini şu sözlerle açıkladı: “İçinde bulunduğumuz ortama, çevremizdeki gelişmelere baktığımızda güçlü bir Türkiye NATO için her zamankinden daha lazım, daha gerekli” (AA, 26.1.2024).

NATO için lazım olmak, gerekli olmak... NATO için bugün “daha lazım” olmak...

Türkiye-ABD/NATO ilişkilerinin anahtarı işte bu kavramdır: Lazım olmak.

Türkiye daha önce SSCB’ye karşısında “oyalama piyonu” olarak NATO’ya lazımdı, şimdi de NATO’nun hedeflerine göre Rusya ve Çin’e karşı lazım. Nitekim Soros da “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demiyor mu!

Bağımsızlıktan vazgeçebilmeyi, neomandacılığı kabullenebilmeyi, ulusal çıkarlar taban tabana zıt olmasına rağmen Türkiye’yi Atlantik’e çapalı tutmayı becerebilmeyi ve bunu kitlelere propaganda edebilmeyi, “lazım olma” kavramıyla açıklıyorlar.

Bu “lazım olma” halinden kurtulmak Türkiye’nin en temel sorunudur!

(Cumhuriyet)

28 Ocak 2024 Pazar

Mustafa Suphi ve yoldaşları 103 yıl önce katledildi: Komünistlerin çağrısı hâlâ güncel- soL/Arşiv

 Türkiye Komünist Partisi'nin kurucuları ve önderleri, 103 yıl önce Karadeniz açıklarında katledildiler. Komünistler Anadolu’ya uzanan yola, yurtseverlik görevlerini yerine getirmek için çıkmışlardı.

Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) önderi Mustafa Suphi ve yoldaşları 103 yıl önce 28-29 Ocak 1921 gecesi katledildi. Onbeşler Katliamı olarak da anılan olayda, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Anadolu’da emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmek üzere Bakü’den yola çıkmışlar, ancak Karadeniz’de öldürülmüşlerdi.

103 yıl önce katledilen Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Kâzım Ali, Bahaeddin, Emin Şefik, Cemil Nazmi, Kâzım Hulusi, Halitoğlu Mehmet, İsmail Hakkı (Topçu), Hayreddin, Mehmet Ali, Dr. İsmail Hakkı, Maksut, Mustafaoğlu Mehmet ve Çitoğlu Nazmi İsmail, TKP’nin lider kadrosunu oluşturuyordu.

Mustafa Suphi’nin önderlik ettiği mücadele yaşıyor

Mustafa Suphi Giresun'da doğdu. Öğrenimini Kudüs, Şam ve Erzurum'dan sonra Galatasaray Lisesi'nde sürdürdü. Siyaset bilimi okuduğu Paris'te Tanin gazetesinin muhabirliğini yaptı. Türkiye'ye döndüğünde hukuk ve iktisat dersleri verdi, gazeteciliğe yayın yönetmenliğini üstlendiği İfham gazetesinde devam etti. Hükümetin Mahmut Şevket Paşa suikastını bahane ederek muhalefete karşı giriştiği kampanyadan Suphi'nin payına 15 yıllık mahkumiyet düşecekti.

Mustafa Suphi, Sinop'tan Rusya'ya geçti; savaş esiri sayılarak sürgüne yollandı. 1915'te Urallar'da sürgünde Bolşevik Parti'ye katıldı. 1918'de Moskova'da bir Türk sosyalistleri kongresinin toplanmasında görev aldı, Müslüman Halklar Komiserliği'nde çalıştı, Doğu Propaganda Dairesi Türk Seksiyonu'nun başkanlığını yürüttü, Komintern kongresine Türkiye delegesi olarak katıldı.

Oldukça erken bir tarihte, 1919 yılında işgale ve emperyalizme karşı mücadelenin örgütlenmesi için yüzünü Anadolu'ya çevirmiş olan Suphi, emperyalizme karşı mücadelenin ve yurtseverliğin sosyalist iktidarın anahtarı olduğuna inanıyordu.

Parti kuruluş çalışmaları 10 Eylül 1920'de Türkiye Komünist Fırkası'nın Birinci Kongresi ile meyvesini verdi. Genel başkanlığa seçilen Suphi'nin temel perspektifi örgütlenmeyi Anadolu'ya taşımak, komünist hareketin Kurtuluş Savaşı'nda aktif biçimde yerini almasını sağlamaktı. Önderlik ettiği bu devrimci ve yurtsever girişim 28-29 Ocak 1921 gecesi, Trabzon açıklarında kanlı bir katliamda parti yöneticisi yoldaşlarıyla birlikte hayatını vermesiyle son buldu.

Katledilişlerinin 103. yılında, Mustafa Suphi'nin Türkiye emekçilerine yaptığı çağrıyı hatırlatıyor ve Suphi ile TKP'nin kurucularını bir kez daha saygıyla anıyoruz:

Mustafa Suphi’nin Türk Halkına Çağrısı

Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir. Sen, ancak sermayedarların, zenginlerin, toprak sahiplerinin, paşa ve ağaların etki ve baskısını yıktığın ve bütün kuvvetinle sosyalizm devrimini kendi memleketinde savunduğun ve yaydığın takdirde uluslararası devrimin ilerlemesine yardım etmiş olursun.

Türk, Müslüman, yabancı her kim olursa olsun, sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma.

Uluslararası harpçilere, emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur! Memleket içinde hiçbir bölük yabancı asker kalmasın!

Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalistlerin yapacakları barıştan sakın ve bil ki, onların isteyecekleri tazminat ve eski borçlara dair ortaya koyacakları hesaplar, senin kolunu bükecek ve elinde avucunda ne varsa hepsini kaybettirecek.

Devrim düşmanlarıyla uzlaşmaya razı olan ikiyüzlü hainlere, emperyalist devletlere yanaşmayı kabul eden ve savunan dolandırıcılara el verme. Memleketini yeniden emperyalist savaşa sokmaktan ve ana topraklarını yeniden siperler, hendeklerle donatarak bağrını yırtmaktan sakın!

Sermayedarlar, generaller, papazlar ve tutucu mollalar ile birlikte emekçi halka karşı giden ve Rusya İşçi Halk Cumhuriyeti’ni yıkarak, onun yerine zenginler, sermayedarlar cumhuriyetini veya daha doğrusu çarlar devletini kurmak isteyenlerden kaç! Bunlar, bütün dünyanın emekçi halkını kırıp doğradıktan sonra şimdilik kendilerine meyil gösteren ikiyüzlü sosyalistleri dahi çiğneyip geçecek ve sermayedarların, çiftlik ağalarının toprakları zalim padişahın, kralın, çarın tahtını ensene bindireceklerdir.

Emperyalist hükümetlerin bugün memleketimize ve halkımıza saldıran ordularına karşı savaşa kalk! Emperyalistlerin para ile satın alarak ülkemize yolladıkları bütün alçak kuvvetlere silah çek. Yoksul ve emekçi! İyi bil ki, büyük zenginlerin, zalim paşa ve ağaların keselerinde Fransız ve İngilizlerden, Amerikalılardan aldıkları pek çok çalıntı altınlar vardır. Onlar bu altınlarla sana karşı kuvvet hazırlamaya, seni ezmeye çalışıyorlar.

Yoksul ve mazlum Türk rençperleri, sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster, Türkiye’nin zulüm ve kahır içinde diğer halklarına elini uzat!

Türkiye’nin işçi ve köylüleri! Her zaman aklından bir şeyi çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papazlar, tutucu mollalar Türkiye’de hükmettikçe, sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi, köylü, halk kendi devlet ve hükümetine kavuşamaz... (Bu yazı 1919 yılında yazılmıştır.)

Onbeşler İçin

Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz

Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz

Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını

Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa

Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa

Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını

Eski cihan yeni cihan önünde eğil!

Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,

Her ne yapsan varacağız emelimize!

Karadeniz bunu duysun derinliklerin:

O ateşli göğüsleri delen hançerin

Kabzasını alacağız biz elimize!

Nazım Hikmet - VaNu (Batum, 1922)

                                                                    /././

TKP: 28 Kanunisani’yi unutma, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını hatırla (soL)

TKP, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişinin 103. yıldönümünde yaptığı açıklamada, ülkenin eşit, bağımsız ve laik geleceği için yurttaşlara çağrıda bulundu.

TKP, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişinin 103. yıldönümü vesilesiyle bir açıklama yayınladı.

"28 Kanunisani’yi unutma!" başlıklı açıklamada, Suphilerin 103 yıl önce emperyalist işgale karşı Anadolu halkının onurlu mücadelesine katkı sunmak, çürümüş Osmanlı’ya karşı yükselen devrime katılmak için yola çıktıkları ve 28 Ocak’ı 29’una bağlayan gece, Karadeniz açıklarında katledildikleri hatırlatıldı.

Anadolu'daki devrimin, Suphiler olmadan gerçekleştiği anımsatılan açıklamada, sonunda anti-komünizmin Cumhuriyet’in yıkılmasına mâl olmasına karşın, egemenlerin bu topraklardan komünizmi ve komünistleri silemediği vurgulandı.

TKP'nin bu ülkeye ait olduğu ve komünizmin bu toprakların en büyük umudu olduğu belirtilen açıklamada, kalbi ülkenin eşit, bağımsız ve laik geleceği için çarpanlara parti gönüllüsü olma çağrısı yapıldı.

Açıklamanın tamamı şöyle:

"28 Kanunisani’yi unutma!

Mustafa Suphi ve yoldaşlarını hatırla.

103 yıl oldu.

Eski düzenin temelleri sarsılıp yıkılıyor, bir devrim yükseliyordu.

Suphiler emperyalist işgale karşı Anadolu halkının onurlu mücadelesine katkı sunmak, çürümüş Osmanlı’ya karşı yükselen devrime katılmak için yola çıktılar. 28 Ocak’ı 29’una bağlayan gece, Karadeniz açıklarında katledildiler.

Devrim, Suphiler olmadan gerçekleşti.

Eski dünyanın efendileri tarihin çöplüğüne karıştılar.

Kimse kimseyi Tanrı’dan aldığı yetkiyle sömüremezdi artık.

Ve emperyalist cepheye karşı 1917 ve 1923 devrimleri yeni bir cephe açıp müttefik haline gelmekteydi…

Ancak, yeni düzen çok geçmeden yeni efendiler yaratmaya başladı. Sömürü, artık tanrıdan yetki almaya gerek duymaksızın devam etti bu topraklarda ve Bolşevizmin yoksul ve işgal altındaki halklara verdiği ilhamın izleri de günden güne silinmeye çalışıldı.
Suphiler olmadan…

Ve böylece, bir zamanlar kurtuluş için Bolşevizmin kızıl yıldızını kalpağına işleyen Anadolu köylüsü çok geçmeden komünistlerin onun düşmanı olduğuna inandırıldı.

Anti-komünizmin gölgesi altında girdi Amerikan zırhlısı İstanbul Boğazı’na, Anadolu’nun efendisi, patronu, sahibiymiş gibi…

Anti-komünizmin gölgesi altında sömürü hayatın sorgulanamaz bir gerçeğiymiş gibi sunuldu emekçi halka.

Ve tarikatlar-cemaatler anti-komünizmin en önemli araçları olarak palazlandırılıp tepesine çıkarıldı bu halkın.

Bilim ve aydınlanma yoksullardan kaçırıldı, yeni efendiler en çok komünizmden korktuğu için…

Yani 28 Ocak 1921’de bitmedi!

O gecenin karanlığını bu ülkenin üzerine bir gölge gibi düşürmek istediler. Yeter ki yoksullar ayağa kalkmasın, komünizm fikri bu ülkede yerleşmesin…

Sonunda anti-komünizm Cumhuriyet’in yıkılmasına mâl olsa da bu topraklardan komünizmi ve komünistleri silemediler.

Çünkü, Suphilerin bıraktığı mirası omuzlananlar bu ülkenin şairi, gazetecisi, yazarı oldular. Becerikli elleri, aydınlık zihinleri, mücadeleleriyle tüm zenginlikleri yaratan işçileri oldular. Topluma umut veren öğrencileri, gurur veren ve yol gösteren öğretmenleri, hekimleri, mühendisleri, mimarları oldular…

Büyüyerek ve güçlenerek bugüne geldiler. Depremde enkaz altına uzatılan ilk el onlarındı. Eşitsizliğin, sömürünün, haksızlığın karşısında mücadelenin öncüsü; çürümenin karşısında ülkenin aklı ve vicdanı oldular.

TKP bu ülkeye aittir. Komünizm bu toprakların en büyük umududur.

Ve TKP şimdi, 103 yıl sonra, Suphileri bir kez daha selamlarken, kalbi ülkemizin eşit, bağımsız ve laik geleceği için çarpanlara bir çağrıda bulunuyor:

Suphilerin yurtlarına duyduğu güven ve sevgiye ortak ol.
Bu ülkenin Suphilerin, Nâzımların ülkesi olduğunu hiçbir zaman unutma.

Sen de #GücüneGüven!

TKP Gönüllüsü Ol"

                                                                 /././

Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? (Aydemir Güler-soL /Arşiv)

'Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi.'

TKP kurucu lider kadrosuna indirilen ağır darbenin sorumlusu kimdi? Türkiye’de bundan bir süre öncesine kadar sol tarihçiliğin en mühim sorusu bu zannedildi. Bu konuda çeşitli belgeler zamanla açığa çıktı, yayımlandı. Soru baki kaldı…

Mustafa Suphi ve arkadaşları ne yapmak istiyorlardı? Ankara’ya gelmekten maksat neydi? Mustafa Kemal’in lideri olduğu hareketle nasıl bir ilişki kuracaklardı? Mustafa Kemal’e dost muydular düşman mı? Elbette açığa çıkmayı bekleyen ve zamanla çıkan belgeler yine oldu. Ama -insanlık hali- kimi tarihçiler kendilerini tutamayıp Suphi’nin bakan olma rüyası üstüne spekülasyonlar yaptılar. Maceracı mıydı bunlar ne?

Yanlarında önemli miktarda para olduğu da biliniyordu. Hâlâ tam olarak kaynağı bilinmeyen ve belki ileride ortaya çıkacak belgelerle açıklık kazanacak olan bu para Suphilerin Rusya ile akçalı ilişkilerine mi delalet ediyordu?

Kimi “araştırmacılar” -kendilerini tutamayıp- TKP’nin Sovyetler Birliği ile bir tür ajanlık derecesinde bir ilişki kurduğunu iddia edecek kadar alçaldılar. Zaten Suphilerin de yanlarında sandık sandık…

Elbette belgeler çıktı ve Bakü’den başlayan yolculuğa Bolşevik liderlerin itiraz ettiklerini söyleyemesek de hayli temkinli yaklaştıkları kesinlik kazandı. Ama kendilerini tutamayan meraklılar, yoksa diye sorabildiler, hazine 1915 Ermeni soykırımından mı edinilmişti? Tarih aydınlanma değil cinlik miydi yoksa!

Eğilimlerin tam tersine döndüğüne de tanık olundu, TKP’nin ilk günlerinden söz edilirken. Sovyet yönetimi Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerine göz mü yummuştu, yoksa daha ileri de gitmiş olabilir miydi? 

'BİZİM İÇİN MUAMMA YOK'

Tarihçilik bir bilimdir ve belgelere ulaşarak, belgelerin şifrelerini çözerek bize gerçeklik hakkında daha fazla veri sunar. Tarih her bilim gibi insanlığın aydınlanmasına hizmet eder.

Ancak “bakan mı olmayı kafaya koymuştu”, “Mustafa Kemal komünist miydi”, “Mustafa Suphi ve diğer komünistler ajan mıydı”, “paranın kaynağı şu muydu bu muydu” tipi sorular bilimin insanları aydınlatmasına yolu döşeyen sorular değil, kafaların karışmasını amaçlayan sayıklamalardır. Sömürü düzeni aydınlığı sevmez, sayıklamalara muhtaçtır. Biz ise akıl açıklığına Nâzım’ın gösterdiği yoldan ilerleriz:

Benim kuvvetim :
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
Dünya ve insanları yüreğimde sır
ilmimde muamma değildirler.

Burjuva tarihçiliği Partimizin kurucu liderlerini bir “katil kim” oyununda oynatmak isteyebilir. Bizim için muamma yok. 

Bir kere; Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi. Ulusal kurtuluş ancak sosyalizmle kalıcı bir kazanıma dönüşebilirdi.

Öte yandan, olay bu kadar basit değildi elbette ve ilk sosyalist devlet için Türkiye her şeyden önce Kafkasların, Karadeniz’in, Boğazların, sonuç olarak devrimin güvenliği demekti. Emperyalizmin yok etmek istediği Sovyet hükümeti bir de güneyden kuşatılmamalıydı. Türkiye’de sosyalizm mücadelesi dünya sosyalizminin güvenliğini ve geleceğini riske atmamalıydı.

Ankara hükümeti ise emperyalizmi durdurmak için Sovyet desteğine muhtaçtı. Ama Moskova ile arasına güçlü bir solun girmesini kendi varlığı açısından tehdit sayıyordu. Sağa karşı savaşılacaksa bunu kendileri yapmalıydılar ve herkes onlara tabi olmalıydı.

Bir diğer köşede, ulusal mücadelenin liderliği üstünde iddiasını korumak isteyen İttihatçılar, başta Enver Paşa, Ankara-Moskova ittifakından kendilerine nasıl enerji çıkaracaklarına bakıyor, mazlum Doğu’nun kurtuluşu şiarıyla böyle bir kulvara yerleşmek istiyorlardı. Ama genç TKP onlara alan bırakmıyordu. 

Ve elbette asıl mücadele padişah ve hilafet yanlılarına, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı veriliyordu…

İşte genç TKP, cüretli ve hülyalı bir kadronun rehberliğinde bütün riskleri göre alarak bu zorlu zemine çıkmayı amaçladı. Alçakça bir saldırıyla neredeyse tasfiyeye uğradık. Ölümlerine, öldürülmemize İttihatçılar çok sevinmiş olmalıdır; hayrını göremediler. Ölümlerinden, öldürülmemizden Ankara’nın çok ürkmüş olması beklenir; başka merkez kaç güçleri hızla baskı altına alarak milli mücadelede liderlik tekelini hızla tesis ettiler… 

'YILMADIK YENİDEN KURDUK'

Suphilerden geride kalanlarımız ise; yola devam ettik. İstanbul’da, Eskişehir’de, Adana’da komünist hücreler inşa ettik, emekçiler nerede hak arıyorlarsa orada olmalıydık. Nerede ülkesi için ışıldayan bir beyin varsa, o beyin komünizmle aydınlanmalıydı. Suphilerin yolundan onlarca yıl öncü işçiler yetiştirmeye, aydınları komünist partinin tezgahından geçirmeye uğraştık. Partimizi daha defalarca tasfiye etmeye yeltendiler. Yılmadık yeniden kurduk.

Hikâyenin aslı ve özeti işte budur. 

Belgeye, bilgiye ihtiyaç bitmez. Çünkü bilimin ve aydınlanmanın “fazlası” olmaz. Ancak ortada bir sır perdesinin, ilmimizde bir muammanın olduğu da sanılmamalıdır. Nitekim şiirin devamı açıkça söyler yapılması gerekeni:

Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
açık ve endişesiz
girdim safıma.

Mustafa Suphileri anmak, Partimizin kurucusunun 100 yıl önce kaleme aldığı ve geçerliliğini koruyan çağrısına uymaktan başka nasıl mümkün olabilir?

(soL)