1 Mayıs 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI - 1 Mayıs 2024 -

 

Yeni müfredat: Elbette ki sınıfsal (Fatih Yaşlı)

"Ucuz emeğe, düşük değerli TL’ye, sıcak paraya bağımlı ve enflasyona mahkûm Türkiye kapitalizminin yoksulluğu yönetmek için cehalete, cehaleti yönetmek için yoksulluğa ihtiyacı var." 

Türkiye İslamcılığının ve bugünkü iktidar kadrolarının “üstadı” Necip Fazıl, kapatılmalarının üzerinden on yıldan fazla bir süre geçmişken yazdığı bir yazıda bile Köy Enstitüleri hakkında şu yalanları uydurabiliyordu:

Sanki bunlar, Türk anavatanı Anadolu’nun iffetini kirletmeye ve tarihi İslav intikamını almaya memur Moskof ajanlarıdır.
Bir Köy Enstitüsü’nde Rusça kitaplar bulunuyor ve bazı talebelerin “Güzel Ukrayna” şarkısını söyledikleri tespit ediliyor: 

‘Güzel Ukrayna
Yeşil yuvalarında 
Su içmek isterim!’ 

1949 yılının Köy Enstitüsü rezaleti o zaman gazetelere kadar düşmüştü: 
‘Enstitüde bir tahkik heyeti bulunurken, direkten gizlice Türk bayrağı indiriliyor ve yerine komünist Rus bayrağı çekiliyor.’

Köy Enstitüleri’nin ve onun sembol ismi Hasan Ali Yücel’in Türk sağı için nasıl nesilden nesle aktarılan bir öfke ve nefret objesi olduğunu ise Türk sağının günümüzdeki önemli kalemlerinden Beşir Ayvazoğlu yakın zamanda şöyle anlatmıştı:

Hasan Ali Yücel adının benim neslim için son derece olumsuz çağrışımları vardır. Köy Enstitüleri’ni kurup bu okullarda komünist yetiştiren, milliyetçileri ezip tabutluklarda inletirken komünist aydınlara kol kanat geren, Türk-İslam kültürünü yok ederek onun yerine Greko-Latin kaynaklı hümanist kültürü yerleştirmek için Yunan, Latin ve Batı klasiklerini tercüme ettirmiş bir Maarif Vekili, o kadar.

Cumhuriyet’in eğitim sistemi en başından beri Türk sağının ve Türkiye gericiliğinin en önemli gündem maddelerinden biri oldu. O eğitim sisteminin nesilleri dinden, gelenekten, maneviyattan soğuttuğu, uzaklaştırdığı, başta komünizm olmak üzere “sapkın” akımlara yönelttiği iddia edildi. Bunun için de eğitim alanı, bir ideolojik-politik savaş alanı olarak seçildi, oraya çok büyük bir yığınak yapıldı, gerçek anlamda bir “cihat” yürütüldü.

Bu cihadın başlangıcıyla Soğuk Savaş’ın başlangıcı bir tesadüf olabilir mi peki? Köy Enstitüleri’nin kapatılma sürecine sokulmasıyla İlim Yayma Cemiyeti’nin her yerde imam-hatip okulları açmaya başlamasının aynı dönemde gerçekleşmesi bir tesadüf olabilir mi? 

Elbette olamaz. Türkiye yönetici sınıfı ABD yönetici sınıfı kadar büyük bir iştahla antikomünizmi siyasetin merkezine yerleştirdiğinde bunun bir dinselleşmeyi beraberinde getirmesinin kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Komünizme karşı mücadelede nasıl ABD için Hristiyanlık en işlevsel araçsa, İslam da Türkiye için aynı rolü üstlenecekti.

Bu aynı zamanda devletle Türk sağı arasında gerilimli ve kırılgan da olsa bir mutabakatın tesisi, dinci gericiliğe ve ırkçı milliyetçiliğe alan açılması anlamına geliyordu. Türk sağı bunu gördü ve bu mutabakatı Cumhuriyet’in radikalizmini tasfiye için kullanma yoluna gitti. Din dersleri, imam-hatipler, ibadet dilinin yeniden Arapçalaşması, tarikat ve cemaatlerin önünün açılması hepsi bu sürecin bir sonucuydu. 

Türkiye siyasetine damgasını vuran esas olgu, liberallerin ve muhafazakârların iddia ettiği üzere merkez-çevre mücadelesi değil devletle Türk sağı arasındaki antikomünist mutabakattı yani. Antikomünizm ve sol düşmanlığı İslamcıları iktidara taşıdı, Türk-İslam sentezci AKP-MHP ittifakı antikomünizmin içerisinden çıkıp geldi, burada da en önemli alanlardan biri eğitimdi.  

Tarikat ve cemaatler antikomünizm adına kendilerine alan açıldığı andan itibaren yeraltında devam ettirdikleri eğitim faaliyetlerini legal alana taşıdılar ve hızlandırdılar. İmam-hatiplere Kuran kursları ve medreseler eşlik etti. Ancak bununla da yetinilmedi önce yurtlar, ardından dershaneler sonra da kolejler, hatta üniversiteler geldi.

Taşradan büyük şehirlere üniversite okumaya gelen yoksul halk çocuklarının otobüsten indikleri anda terminalde karşılaştıkları manzarayı hatırlayın: Birbiriyle rekabet halinde sayısız tarikat ve cemaatin açtığı stantlar ve kendilerine vaat edilen şeyler… Yeni Türkiye diye bir şey varsa eğer, işte en çok da o çaresizlik manzaranın içerisinden çıktı.

Eğitim sistemi bir yandan gericiliğin “paralel” kuşatmasına maruz kalırken bir yandan da “cihat” resmi müdahalelerle sürüyordu. 12 Eylül öncesinin Milliyetçi Cephe hükümetlerinin en önemli meselesi eğitime “milli” bir karakter verilmesi ve buna uygun ders kitaplarının yazılması oldu. Aydınlar Ocağı’nın milliyetçi-muhafazakâr akademisyenleri bu doğrultuda çalışmalar yaptılar, kitaplar hazırladılar. 

Aradıkları fırsatı 12 Eylül darbecileri ayaklarına serdi. “Atatürkçü Paşalar”, Cumhuriyet düşmanı ve antikomünist Aydınlar Ocağı’nı devletin adeta resmi “think-tank”i ilan ettiler, Kenan Evren’in ve Turgut Özal’ın himayesinde din sempozyumları, kültür sempozyumları, eğitim sempozyumları yaptılar. Güya Atatürkçü ordu, ilkokullara zorunlu din dersini 82 Anayasası’na koydurup anayasal güvence altına aldı. 

Tarikat ve cemaatlerin eğitim üzerinden devlette kadrolaşması da holdingleşmesi de işte bu süreçte başladı, dinci gericiliğin önü bile isteye açıldı. Nakşiler, Nurcular, Fethullahçılar, envaı çeşit tarikat ve cemaat bu süreçte palazlandı Amaç ise belliydi: Sendikasız, örgütsüz, sessiz, tevekkül ve biat eden, cehaletle terbiye edilen, sürüleştirilmiş halk kitleleri.

AKP de geride kalan 22 yılda Türk sağının onlarca yıllık mirasını üstlendi ve eğitim alanında sayısız düzenleme yaptı; eğitim aynı anda dinciliğin ve piyasacılığın bir kesişim noktasına dönüştürüldü. Parası olmayanın çocuklarını imam-hatiplerden başka okullara gönderemeyeceği, parası olanın ise çoktan birer ticarethaneye dönüşmüş olan özel okullara göndereceği eşitsiz, adaletsiz, bilim dışı bir çark kuruldu. Ve bugün gelinen noktada, onlarca yıllık cihadın son aşaması olarak görüldüğü gayet net bir şekilde ortada olan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”yle toplumun karşısına çıkıldı. 

Burada uzun uzun bu modeli incelemeyeceğim; onu pedagoglar, eğitimciler, psikologlar yapacaktır ama net bir şekilde görmek gerekiyor ki bu model Türk sağının 1946’dan beri inşa ettiği karşı-devrimci bütün bir literatürün eğitim alanına boca edilmesi, “kininin ve dininin sahibi nesiller” ideali doğrultusunda Türk-İslam sentezinin bütün bir eğitim sistemini belirlemesi anlamına geliyor. Üstelik buna bir de “Türkiye Yüzyılı” denilmiş, yani siyasal İslamcı bir partinin 21. Yüzyıl Türkiye’sine dair tasavvuru, müfredatın temeline yerleştirilmiş. 

Millet, medeniyet, maneviyat, adalet, hikmet, mefkûre gibi sağın en sevdiği kavramların hemen her satırında karşımızda çıktığı bu “maarif” modeli, “değerler” adı altında sadece dini-geleneksel değerlerin empoze edildiği, eleştiren, sorgulayan, düşünen değil, itaat eden, tevekkül eden, disipline edilmiş nesiller yetiştirmeyi hedefleyen bir nitelik taşıyor. 

Müfredatın gericiliğini ve yetiştirmek istediği insan modelini doğru bir şekilde anlamanın yolu ise Türkiye’nin sermaye düzenini anlamaktan geçiyor. Nasıl ki Soğuk Savaş’a girerken dinselleşmeye ihtiyaç duyuldu, nasıl ki 12 Eylül darbesi 24 Ocak Kararları’nı ve neoliberal politikaları hayata geçirmek için Türk-İslam sentezine ihtiyaç duyuyordu, bugün de derinleşen yoksulluk ve sefalete derinleşen dinselleşmenin eşlik etmesi gerekiyor. 

Ucuz emeğe, düşük değerli TL’ye, sıcak paraya bağımlı ve enflasyona mahkûm Türkiye kapitalizminin yoksulluğu yönetmek için cehalete, cehaleti yönetmek için yoksulluğa ihtiyacı var velhasıl. 

Demek ki durum kemer sıkma politikalarına olduğu kadar aklın iğdiş edilmesine ve dinci gericiliğe karşı mücadeleyi de gerektiriyor; demek ki dinci gericilikle mücadele için Türkiye’nin sermaye düzenini ve sermaye sınıfını karşıya almak gerekiyor. Burada apaçık bir yol haritası karşımızda duruyor. 

Bugün 1 Mayıs. 1 Mayıs dünyayı omuzlarında taşıyanlara, her türlü zenginliği üretenlere ama ürettikleri çalınanlara, aklı iğdiş edilerek sürüleştirilmek istenenlere, emekçilere, işçi sınıfına kutlu olsun! 

Bu 1 Mayıs “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” bir Türkiye mücadelesi için yepyeni bir başlangıç olsun!

                                                               /././

Ceyhan'da belediye işçileri işten atıldı: Sayı 400'ü buldu, 1 Mayıs'ta kortej kuracaklar (Özkan Öztaş-soL/Özel)

Adana'nın Ceyhan ilçesinde seçimlerden sonra 400 işçi işten çıkarıldı. İşten atılan işçiler 1 Mayıs'ta kortej kuracak kadar kalabalık. Seslerini alandan duyuracak olan işçiler süreci soL'a anlattı.

31 Mart seçimlerinde CHP'nin kazandığı Adana'nın Ceyhan Belediyesi seçimden sonra 400 işçiyi işten çıkaracağını ilan ederek gündeme geldi. Belediye Başkanı Kadir Aydar, "400 kişinin maaşını ödemek için belediye başkanı seçilmedim. Ben Ceyhan'a hizmet için başkan seçildim. Bu saatten sonra belediyede gereğinden fazla personel çalışmayacak” ifadelerine yer verirken işten çıkarılan 400 işçi ise töhmet altında bırakıldıklarını ifade etti. 

287 işçinin şu ana kadar işten çıkarıldığı bilgisi kamuoyuna yansırken sayının 400'e ulaşması bekleniyor. 

Bu 1 Mayıs'ta ayrı bir kortej oluşturacak kadar kalabalık bir sayıya ulaşan işçiler ise Adana'da 1 Mayıs'ta kortej kurarak yürüyüş düzenleyecek. İşçiler süreci ve yaşadıklarını soL'a anlattı. 

'Kadrolu olduğumuz halde işten çıkardılar'

İşten atılanlardan birisi Önder. Önder belediyeye 2020 yılında girmiş. Kamuoyuna yansıyan "Seçimlerden hemen önce işe alındılar" iddiasını yalanlıyor. 

Önder yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: "2020 yılında işe başladım. 2019'da yine Kadir Aydar kazanmıştı seçimleri. Ancak görevden alındıktan sonra meclis üyelerinden Hülya Erdem yerine geçti. Aralarındaki anlaşmazlıklardan dolayı parti ikiye bölündü; Kadirciler, Hülyacılar diye. Hülya Başkan 14 Aralık 2023 tarihinde 25 kişiyi kadrolu işçi yaptı. Ben de onlardan biriyim. Kadrolu olduğumuz halde işten çıkardılar."

'Maddi sıkıntılar 31 Mart günü mü başladı? Bu belediye hiç mi hizmet vermedi?'

Önder aynı zamanda belediyenin sanki AKP'den alınmış da usulsüzlük yapılmış gibi bir algı yaratılmasına tepki gösteriyor:

"İnsanları mağdur etmekten başka bir şey değil. Bunca zaman hiçbir sıkıntı çekilmeden maaşlar zamanında ödenirken, sıkıntı Kadir Aydar gelince mi oldu? 'Yaşar Kemal Gençlik ve Yaşam Merkezi' yapıldı, bisiklet evi yapıldı, taziye ve aş evi, Yılankale Yürüyüş Yolu ve seyir terasları yapıldı... Hülya Hanım geçtiğimiz dönem 'Kadın Eli Ekibini' kurdu. Köy köy gezilerek ihtiyaç sahiplerine yardım yapıldı. O zaman bunlar yapılıyorken şimdi ilk gözden çıkarılan bir işçiler olduk."

'Karar ekonomik değil, siyasi nedenlerle alındı'

Yaşananlar, alınan kararın ekonomik değil daha çok siyasi nedenlerle alındığına işaret ediyor. Dolayısıyla da işçiler bu duruma tepki gösteriyor.

Önder bu süreci şu sözlerle anlatıyor: "Diğer partiden aday adayı olup da aday gösterilmeyenlerle, daha sonra kendisine meclis üyesi olarak gelenlerle ve kendi aralarında şu kadar işçi belediyeye alınacak diye anlaşma yapıldığını duydum. Bunu birçok işçi biliyor, görüyor.
Biz şu an ev geçindiriyoruz. Yeni çocuğu olanlar, üniversitede çocuğu okuyanlar, kredi borcu olanlar zor durumda."

31 Mart'ta göreve gelen ve 400 işçiyi işten çıkaran Kadir Aydar'ın duyurduğu projelerden birisi de belediye binasının yıkılıp yerine otel yapılması oldu.

'Adımızı ATM memuruna, kartçıya çıkardılar'

Çalışanların belediye tarafından zan altında bırakıldığını ifade eden işçiler "Adımızı ATM memuruna, kartçıya çıkardılar, öyle bir algı oluşturdular. Oysa deprem zamanı hepimiz sahalardaydık. Seçilen belediye meclis üyeleri kendi adamlarını sokmak için kulis yapıyor. Ama olan da bu belediyenin kendi evlatlarına oluyor" diyor.

'Son maaşlarımıza el kondu'

İşten atılanlardan Bayram ise CHP'li bir belediyeden işten atılan 24'ü kadrolu yaklaşık 400 işçinin işten atılmadan önceki son maaşlarına da el konulduğunu ifade ediyor. 

Bayram yaşananları şu sözlerle ifade ediyor:

"İşçinin son maaşları gasp edildi burada. 24 tanesi kadrolu işçi 300 belediye şirket işçisinin maaşı sendika tarafından düşürüldü. İşçi maaşları asgari ücrete çekildi. Hiçbir CHP belediyesinde asgari ücret uygulaması yokken bizlere reva görülen bu oldu. Bizi işten çıkaranlar Adana merkezden, Ankara'dan kendi adamlarını getirip getirip görev veriyor. Bize gelince bütçe yok deniliyor. AKP başkan adayları, eski AKP belediye başkanları belediyede başkan yardımcısı oluyor. Birçok arkadaşımız bu durumdan ötürü sorun yaşadı. Durum kötü. Kiralarını veremiyorlar, kredisi olanlar var. 

Yeni evli olanlar, eşi yeni doğum yapmış arkadaşlarımız var. Bugüne kadar bir kere dahi maaşımız gecikmemişti. Şimdi bütçe yok diyorlar. Belediyenin tek geliri İller Bankası, tek gideri de işçi maaşı gibi bir algı yarattılar. Ceyhan büyük bir belediye, 150 binden fazla nüfusu var. Sanki işçiler yan gelip yatıyor ve belediyenin bütçesini deliyor gibi bir algı yarattılar. Öyle bir durum varsa eğer öyle örnekleri bulsunlar tespit etsinler. İyi ama 300-400 kişinin tamamı mı ATM memuru, kartçı? Hepsi mi yan gelip yatıyor? Geçen dönem hiç mi hizmet vermedi bu belediye? Yapılan onca şeyi nasıl yok sayabilirler?

Art niyet var. Arada harcanan da biz işçiler olduk. Bugün 1 Mayıs'ta kendi kortejimizi kuracağız. Sesimizi duyuracağız."

Bu 1 Mayıs'a işsiz giren Ceyhan Belediyesi çalışanları mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyor. 1 Mayıs'ta alanlarda seslerini duyuracak olan işçiler bir araya gelerek sesini duyurmaya çalışıyor. 

İliç faciasından beteri her an Niğde'de yaşanabilir: 'Siyanür havuzu sızdırıyor' iddiası (Özkan Öztaş)

Erzincan'ın İliç ilçesindeki madende toprak alanın kaymasından dolayı 9 işçi maden altında kalmış ve hayatını kaybetmişti. Aynı felaketin daha kötüsü Niğde'de her an yaşanabilir.

Erzincan’ın İliç ilçesinde 13 Şubat’ta Anagold Madencilik tarafından işletilen Çöpler Altın Madeni’nde siyanürlü toprağın kayması nedeniyle göçük altında kalan 9 işçi hayatını kaybetmişti. Toprak altında kalan işçilerin tamamına hâlâ ulaşılabilmiş değil. 

Geçtiğimiz gün soL'un ulaştığı bilgilere göre Niğde'nin Ulukışla ilçesindeki Gümüştaş Madencilik'e ait maden sahasında yapılan çalışmalarda siyanür havuzunun sızdırdığı, sızan siyanürlü suyun ise drenaj ile tekrar siyanür havuzuna aktarıldığı iddia ediliyor. 

Felaketin daha büyüğü kapıda

Niğde'nin Ulukışla ilçesinde Tepeköy mevkiinde bulunan maden, D-750 eski Ankara-Adana karayolunun hemen 20 metre kadar yanında yer alıyor. 

İlk siyanür havuzunun dolmasından sonra genişletme çalışmaları neticesinde ikinci siyanür havuzunun yapıldığı maden sahasında, siyanür havuzunun sızdırdığı ortaya çıktı. Bölgede bulunan halkın ve karayolundan geçenlerin fark ettiği durumun ardından gelen ihbar üzerine harekete geçen soL, firmanın numune aldırdığı ve alınan numunelerden de siyanür olduğuna dair iddialara ulaştı. 

Gümüştaş Madencilik firmasının tanıtım ve reklam çalışmaları kapsamında Ulukışla Belediyesi'ne hediye ettiği aracın cenaze aracı olması da dikkat çeken bir başka ayrıntı. Bu durumu ilçe halkı "Önce ölüme terk ediyorlar sonra da cenaze aracı hediye ediyorlar" diye yorumluyor.

'Siyanür havuzu her an bir baraj gibi patlayabilir'

Uzmanlar, bu ve benzeri örneklerde ilgili siyanür havuzlarının her an taşabileceği ya da sızıntıya bağlı nedenlerle bir baraj gibi patlayabileceğini ifade ediyor. Eğer bu konuda önlemler alınmazsa büyük çevre felaketleri yaşanabileceği gibi sorunun telafisi imkansız sonuçlar doğurabileceği de ifade ediliyor. 

'Siyanür havuzundan sızan sular, pompalarla tekrar havuza basılıyor'

soL'un ulaştığı bilgilere göre D 750 eski Ankara-Adana karayolunun hemen yanında yaşanan siyanür sızıntılarının, su pompaları ile siyanür havuzlarına tekrar pompalandığı ifade ediliyor. Bu işlemlerin sürekli yapıldığı belirtilirken iş makinalarının çok küçük bir miktar yaptıkları kazıda, siyanürlü suya ulaşıldığı söyleniyor. 

Kazılan drenaj kanalları ile döşenen borulardan, siyanürlü suyun tekrar siyanür havuzuna pompalandığı iddia ediliyor.

'Her şey göz göre göre yapılıyor'

Gümüştaş Madencilik tarafından işletilen maden sahasında siyanür havuzlarının taşmasına dair herhangi bir resmi açıklama yapılmazken, konu hakkında firmadaki tüm çalışanların durumun farkında olduğu belirtiliyor. Sahada çalışan işçiler her şeyin göz göre göre yapıldığını söylerken, zaman zaman çalışanların görüntü almasının da engellendiği söyleniyor. Bölgedeki siyanür sızıntısı ile ilgili iddialar 2020 yılında da gündeme gelmiş ancak konunun daha sonra üstü örtülmüştü. 

Ancak bugün ortaya çıkan görüntüler siyanürlü suyun saha içinde sızdığını gözler önüne seriyor. 

                                                              /././

Tavuk eti fiyatı arttı, bakanlık ihracatı kısıtladı: 'Kısıtlama geçici bir çözüm' (Yalçın Çuğ)

Ticaret Bakanlığı, artan fiyatlar nedeniyle tavuk eti ihracatını kısıtlama kararı aldı. soL'a konuşan Doçent Doktor Önal, "İhracat kısıtlaması bu soruna ancak palyatif bir çözüm" yorumunda bulundu.

Son bir yılda 8 bin 357 liralık artış gözlemlenen açlık sınırı, Nisan ayında 19 bin 890 TL'ye ulaştı. Yoksulluk sınırı da bir yıl içinde 27 bin 575 TL artarak bu ay 58 bin 206 liraya yükseldi. Gıdada yıllık enflasyonsa yüzde 95,7 olarak gerçekleşti.

Asgari ücret aylar öncesinde açlık sınırının altında kalırken, hayatını asgari ücretle idame ettirmeye çalışan on milyonlarca yurttaşın sağlıklı beslenebilmesi imkansız hale geldi. Ticaret Bakanı Ömer Bolat "et fiyatlarında az bir artış oldu" diye dursun, yurttaşlar market market dolaşıp uygun fiyatlı ürün bulmaya çalışıyor, indirimle satış yapan Et ve Süt Kurumu mağazalarının önünde sabahın erken saatlerinde kuyruklar oluşturuyor.

Kırmızı ete ulaşamayanlar ise beyaz ete yönelmiş durumda. Ancak tavuk eti fiyatlarının artış hızı da açıklanan resmi enflasyonun üzerine çıktı. Yurttaşlar artık tavuk etine de ulaşmakta zorluk yaşıyor.

Bakanlıktan ihracat kısıtlaması

Tavuk etinin de ulaşılabilirliğinin azalmasıyla birlikte Ticaret Bakanlığı tarafından yeni bir karar alındı. Bakanlık, tavuk eti ihracatına 2025 yılına kadar kısıtlama getirildiğini açıkladı.

Açıklamada, bütün ve parça dahil olmak üzere, tavuk eti ihracatının 1 Mayıs tarihinden 31 Aralık tarihine kadar, aylık bazda azami 10 bin ton, toplamda ise bu yıl sonuna kadar 80 bin ton olacak şekilde sınırlandırılmasına karar verildiği belirtildi.

Söz konusu karara gerekçe olarak da  "2024 yılının ilk aylarında tavuk eti fiyatlarındaki artış hızının genel enflasyonun, yem ve enerji gibi maliyet kalemleri ile döviz kurundaki aylık fiyat değişimlerinin çok üzerine çıkması" gösterildi.

'İhracat kısıtlaması bu soruna ancak palyatif bir çözüm'

Türkiye'de yıllık yaklaşık 2,5 milyon ton tavuk eti üretilirken, ihraç edilen miktar ise yaklaşık 600 bin ton. Peki ihracatın kısıtlanması tavuk eti fiyatlarının azalmasına yol açacak mı?

Beykoz Üniversitesi'nden Doçent Doktor Nevzat Evrim Önal, Ticaret Bakanlığı'nın kararını soL'a değerlendirdi.

Önal, tavuk eti fiyatlarının yükselmesinin en temel sebebinin dışa bağımlılık olduğunu vurgulayarak, "Tavuk üretimindeki en önemli maliyet kalemi olan yemde Türkiye dışa bağımlı ve halihazırda döviz kuru frenleniyor olmasına rağmen son yıllarda yaşanan kur artışı tavuk eti üretiminin maliyetini yükseltti" dedi.

İhracat kısıtlamasının bu soruna ancak palyatif bir çözüm olabileceğinin altını çizen Önal, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Oysa temel mesele şu: Türkiye'de ücretler çok düşük ve sermayedarlar kârlarından vazgeçmeye yanaşmıyor, yurt içine satmak yerine ihracata yöneliyorlar. Bunun sonucunda emekçilerin beslenmesinde erişilebilir neredeyse tek protein kaynağı olarak kalmış tavuk da giderek erişilemez hale geliyor. Çok sembolik bir örnek olarak, işçinin ücret artışı talebiyle çıktığı greve karşı yurt dışından daha ucuza çalışacak göçmen işçi getiren tavuk üreticisi Lezita hatırlanabilir."

'Çözüm tüm üretim tesislerinin devletleştirilmesi'

İhracat kısıtlamasının ancak geçici bir çözüm olabileceğini hatırlatan Önal, kalıcı çözüm için üretim tesislerinin devletleştirilmesi gerektiğini vurguladı.

Önal'ın konuya dair ifadeleri şöyle:

"Dediğim gibi, ihracat kısıtlaması bu duruma ancak geçici bir çözüm olabilir. Kalıcı çözüm temel gıda maddelerinin tamamında, tüm üretim tesislerinin devletleştirilmesidir. Devlet tesisleri sahibini zengin etmek için yüksek kâr oranları yakalamak zorunda değildir, gerektiğinde maliyetine çalışabilir hatta hazineden karşılanacak biçimde zarar edebilir. Halkın sağlıklı beslenme hakkı bu yolla devlet güvencesi altına alınmalıdır."

                                                                /././

Batman'ın petrol işçileri ve Kürt emekçilerin sınıf mücadelesi (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)

1940’lı yıllarda Batman’da bulunan petrol, bir şehri baştan yarattı. Petrol ve petrol işçiliği, aynı zamanda Kürt işçilerin sınıf mücadelesi tarihine de önemli katkılar sağladı.

1930’lu yıllarda yapılan jeolojik araştırmalar sonucu Batman’da petrol olabileceği ihtimali ortaya çıktı. 1935 yılında yürürlüğe giren 2804 sayılı kanunla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. Ülkenin yeraltı kaynaklarını araştırmak için kurulan enstitü, Raman Dağı eteklerinde bulunan Zivika Alikan Köyü yakınlarında sondaj yaparak petrol arayışına önemli bir katkı sundu.

20 Nisan 1940 yılında, 1048 metrede Türkiye’nin ilk petrol kuyusu olan Raman-1’de petrolün varlığı kesin olarak tespit edildi. Bir süre üretime devam eden Raman-1, kuyuyu su basması üzerine terk edildi.

17 Ocak 1946 yılında, 1361 metrede yeniden petrol keşfedildi ve Raman-8 kuyusunun temelleri atıldı. 1361 metrede bulunan ham petrol, 8 Mart 1948’de çıkarılmaya başlandı. Raman-1’in üzerinden geçen zamanda Türkiye kendisini teknolojik olarak da geliştirmiş, Avusturya’dan petrol çıkarımı konusunda çeşitli araçlar almıştı. Bir şehir olarak Batman’ın doğuşu, doğrudan petrolcülükle bağlantılı.

TPAO’daki ilk sendikalaşma ve grev

1930’larda başlayan petrol arayışı ve 1940’lı yılların sonunda bulunan petrol ve bu petrolün işlenmesi, Türkiye petrolcülüğü adına önemli bir gelişme oldu. Bu gelişme, aynı zamanda Türkiye’nin sendikacılık tarihinde de önemli olaylara önayak oldu. Türkiye’deki Kürt coğrafyasında yeni yeni oluşan işçi sınıfı, oluşumunun üstünden çok zaman geçmeden “masaya yumruğunu vurabilen” bir karakter kazandı. Kürt işçilerin bu denli hızlı sınıf bilinci kazanmasının en önemli nedenlerinin başında sınıf sendikacılığı ve solun güçlü olması geliyordu.

10 Aralık 1954 yılında kurulan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Batman’daki petrol kuyularını işletmeye başladı. TPAO’nun kuyuları işletmesiyle birlikte, Türkiye petrolcülüğü yeniden bir ivme kazandı. Biraz önce belirtmiştik, sanayinin gelişmesine paralel olarak sınıf bilinci de gelişiyordu.

1954’ten sonra petrol işçileri tarafından sendikalara kuruldu. Bu sendikalardan biri, Petrol-İş Sendikası’na bağlandı. Petrol-İş, her platformda Batman’da çalışan 1800 civarındaki petrol işçisinin sorunlarını gündeme taşımak için çabaladı. Petrol-İş aracılığıyla TPAO işçileri sınıf sendikacılığıyla tanıştı, ayaklarını daha sağlam yere bastı. Petrol-İş, TPAO işçilerinin sendikası olmayı bugün de sürdürüyor.

Tarihler 8 Temmuz 1964’ü gösterdiğinde TPAO’da ilk grev başladı. On gün süren greve işçilerin yüzde altmışı katıldı. Dönemin Milliyet gazetesine göre işçiler esnaftan yoğun destek görürken; hükümet, grevin zararının 10 milyon lira olduğunu söyledi. İşçilerin talepleri, grev sonucu karşılandı. Böylece Batman petrol işçilerinin ilk grevi, aynı zamanda kazanımla sonuçlanan ilk grevleri oldu. TPAO işçilerinin sendikacılığı, grev konusunda geri durmamaları bugün de devam ediyor.

İşçiler müzik grubu ve spor kulübü kuruyor: TPAO Batman Orkestrası ve Batman Petrolspor’un doğuşu

Grevden iki yıl sonra, 1966’da TPAO bünyesinde çalışan işçiler kendi aralarında bir müzik grubu kurdu. TPAO Batman Orkestrası ismini alan müzik grubu, 1968’de düzenlenen Dördüncü Altın Mikrofon yarışmasında birinci oldu. Erkin Koray Dörtlüsü, Haramiler ve Moğollar gibi bilinen müzik gruplarının katıldığı yarışmada TPAO Batman Orkestrası, aldığı birincilikle ülke ve müzik gündemine oturdu.

1960 yılında kurulan Batman Petrolspor da TPAO işçilerinin eserlerinden biri. Atletizm, yüzme, futbol, basketbol, voleybol ve güreş gibi on üç farklı branşta mücadele eden spor kulübü, Batmanlıların sporla ilgilenmesinin en önemli aracı oldu.  

                                                             Batman 2017 1 Mayıs'ı

TPAO’nun özelleştirilme girişimlerine karşı çıkan petrol işçileri, Batman 1 Mayıslarında öne çıkıyor

1980’li yıllara damgasını vuran neoliberalizm, pek çok ülke kaynağının satılmasına neden oldu. Başbakan Turgut Özal’ın öncülük ettiği özelleştirme dalgasında TPAO, “öncelikle özelleştirilecek kamu iktisadi teşekküllerinin” arasında geçiyordu. AKP’li yıllarda da devam eden özelleştirme süreci henüz TPAO’ya uğramadı ancak kurumun ismi hâlâ “özelleştirilecek yerler” arasında geçiyor.

TPAO’nun özelleştirilmesine karşı çıkanların başını Batman petrol işçileri çekiyor. Eylemlerde sık sık “TPAO halkındır satılamaz” pankartı açan işçiler; 1 Mayıslarda ve katıldıkları diğer eylemlerde “Halkın malı satılamaz” vurgusu yapıyor.

Hak aramayı bırakmayan TPAO işçileri, emek hareketinin geriye çekildiği 2000’li yıllarda da sendikal mücadeleye devam etti. 2000’lerin başından beri neredeyse her sene seslerini duyuran TPAO işçileri, “Mücadele eden kazanır” dedirtiyor. Petrol-İş Sendikası’nda örgütlü işçiler, Batman 1 Mayıslarına damga vuruyor.

Kaynaklar:  

*https://www.tmmob.org.tr/sites/default/files/aca41214b39c5dc_ek.pdf

*https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3208599

                                                                /././

Tamince’ye imar kıyağında ayrıntıyı mahkeme yakaladı (Yusuf Yavuz)

Fettah Tamince’nin rezidans projesiyle ilgili imar düzenlemesi geçen yıl ilçe belediyesine iade edilmişti. Mahkeme, düzenlemenin iade edildiği tarihte imar planının onaylanmış olduğunu belirtti.

“Fethullah Gülen benim için idoldür, Tayyip Erdoğan’ın adamıyım, tanıyınca âşık oldum” sözleriyle gündeme gelen Rixos Otellerinin sahibi Fettah Tamince’nin Antalya’daki rezidans projesi için yapılan imar değişikliğinde mahkeme kararını verdi. Muratpaşa Belediyesi’nin istinaf başvurusunu reddeden Konya Bölge İdare Mahkemesi, Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlemeyi iade ettiği 13 Mart 2023 tarihinde parsele yönelik uygulama imar planının onaylanmış olduğunu belirtti. Yargı kararının ardından Tamince’nin rezidans inşaatına başlayacağı iddiası gündeme geldi.

Rusya-Ukrayna savaşı imar rantını patlattı, hastane rezidans oldu

Rixos Otellerinin sahibi iş insanı Fettah Tamince’nin Antalya’daki tartışmalı rezidans projesinde yargı kararı çıktı. Muratpaşa ilçesi Güzeloba Mahallesi’nde 3676 ada 21 parselde rezidans yapmak isteyen Tamince’nin şirketi, parselin plan notlarının ‘Özel Sağlık Tesis Alanı’ndan, Ticaret-Turizm Alanı’na dönüştürülmesi için plan değişikliği talebinde bulundu. Daha önce hastane yapılması düşünülen 8727 metrekarelik parselde, Rusya-Ukrayna savaşının da etkisiyle konut talebi ve imar rantı artınca lüks bir rezidans yapılması gündeme geldi.

Muratpaşa Belediyesi onaylayıp Büyükşehir'e gönderdi

Parselin bulunduğu alandan sorumlu olan Muratpaşa Belediye Meclisi 3 Ağustos 2022’de aldığı kararı Büyükşehir Belediye Meclisine havale etti. Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi ise 10 Kasım 2022 tarih, 923 sayılı kararında, yapılaşma koşulları değiştirilmeden 1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planı Değişikliğini kabul ederek onayladı. Bunun ardından askı süresi içinde plan değişikliğine 3 ayrı itiraz başvurusu yapılırken Muratpaşa Belediyesi, itirazların kısmen kabulüne karar verdi. Değişiklik yapılan planda yer verilen “subasman kotu kuzeydeki yoldan alınacaktır” plan notunun kaldırılmasına karar veren Muratpaşa Belediye Meclisi, 5 Ocak 2023 tarihli oturumunda değişikliği onaylayarak Büyükşehir Belediyesine havale etti.

        Fettah Tamince'nin sahibi olduğu parselde bulunan binada yaklaşık bir aydır yıkım işlemi sürüyor

Tepkiler üzerine Başkan Böcek meclise iade etmişti

Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 17 Şubat 2023 tarihinde yapılan oturumunda toplu oylamayla kabul edilen düzenlemeye kamuoyundan büyük tepki geldi. “Fettah Tamince’ye yüzlerce milyon liralık imar kıyağı yapıldığı” eleştirilerine neden olan imar değişikliği, tepkilerin ardından Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek tarafından Meclis’e iade edilmişti.

Tamince'nin şirketi imar durum belgesi istedi, belediye reddeti

Ancak konu yargıya taşınınca, Meclise iade edilen düzenlemenin, imar planına yönelik değil, plan değişikliğine yapılan itirazlara yönelik olduğu belirtildi. Büyükşehir Belediye Meclisi, tepkiler üzerine Başkan Muhittin Böcek’in iade ettiği düzenlemeyi 13 Mart 2023 tarihinde aldığı kararla Muratpaşa İlçe Belediye Meclisi’ne iade etmişti. Bu gelişmenin ardından Fettah Tamince’nin şirketi Fettah Fine Otel Turizm İşletmecilik A.Ş, inşaata başlamak için Muratpaşa Belediyesi’nden söz konusu parselle ilgili imar durum belgesi talep etti. Muratpaşa Belediyesi ise “parsele ilişkin uygulama imar planı değişikliği süreci devam ettiği” gerekçesi ile Tamince’nin şirketinin başvurusuna olumsuz yanıt verdi.

Mahkeme iptal etti, Muratpaşa Belediyesi istinafa taşıdı

Bunun üzerine Fettah Tamince’nin şirketi Muratpaşa Belediyesi’nin 19 Nisan 2023 tarihli işleminin iptali için Antalya İdare Mahkemesi’nde dava açtı. Davaya bakan Antalya 2. İdare Mahkemesi, 13 Eylül 2023 tarihli kararı ile Muratpaşa Belediyesi’nin işlemini iptal etti. Mahkemenin iptal kararında, davalı şirketin söz konusu parsele ilişkin imar durum belgesi verilmesi talebinin, “parsele ilişkin uygulama imar planı değişikliği süreci devam ettiği” gerekçesiyle reddedildiği belirtilerek, bu gerekçenin yasal dayanağı bulunmadığı kaydedildi. Kararda, dava konusu parselin imar planında plansız bir alanda kalmadığı vurgulanırken, taşınmazı kapsayan alanın mevcut durumuna uygun imar durum belgesi verilmesi gerekirken, bu talebin reddine yönelik işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı belirtildi.

                                                        Parseldeki bina yıkıldı

Bölge İdare Mahkemesi istinaf başvurusunu reddeti

Antalya İdare Mahkemesi’nin iptal kararına itiraz eden Muratpaşa Belediyesi, Konya Bölge İdare Mahkemesi’ne istinaf başvurusu yaptı. İstinaf başvurusunu değerlendiren Konya Bölge İdare Mahkemesi 2. İdari Dava Dairesi, Büyükşehir Belediye Meclisi’nin ilçe belediyesine iade ettiği 13 Mart 2023 tarihi itibari ile ilgili parseli kapsayan 1/1000 ölçekli uygulama imar planının kesinleştiğine dikkat çekerek başvuruyu reddetti.

'İade edildiği dönemde imar planları onaylanmıştı'

Muratpaşa Belediyesi’nin istinaf başvurusunu reddeden Mahkemenin gerekçeli kararında, söz konusu parseldeki plan notunun ‘özel sağlık tesis alanından’, ‘ticaret-turizm alanı’ olarak değiştirilmesine ilişkin 1/5000 Ölçekli İmar Planı’nın 16 Mayıs 2022 tarihinde Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından onaylandığına dikkat çekildi. Mahkemenin 6 Mart 2024 tarihli kararında, 1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planı’nın da 3 Ağustos 2022’de Muratpaşa Belediyesi, 10 Kasım 2022’de ise Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandığı kaydedildi.

Büyükşehir meclisi 3 ay içinde hiçbir karar almamış

Büyükşehir Belediye Meclisi’nin düzenlemeyi geri iade ettiği 13 Mart 2023 tarihi itibari ile ilgili parseli kapsayan 1/1000 ölçekli uygulama imar planının kesinleştiği belirtilen Mahkeme kararında, üç aylık zaman diliminde emredici yasa gereği onaması ya da değiştirerek onaması gerekmekte iken, büyükşehir belediye meclisi hiçbir karar almadığı için planın kesinleştiği belirtildi. Kararda, parselle ilgili imar çapı talep edilen 19 Nisan 2023 tarihi itibari ile imar planının kesinleşmesiyle ilgili bir ihtilafın bulunmadığı da vurgulandı.

Başkan Böcek 'Meclise iade ettim' açıklaması yapmıştı

Tartışmalı imar düzenlemesinin toplu oylanan 35 madde içinde geçirilmesi tepki çekince Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, sosyal medyadan bir paylaşım yaparak “Antalya Büyükşehir Belediye Meclisimizin 17.02.2023 tarihli toplantısında gündemin 30.maddesi olarak görüşülen, Muratpaşa Belediyesinden gelen 1/1000’lik plan teklifini tekrar görüşülmek üzere Meclisimize iade ettim. Kamuoyuna saygıyla duyurulur” ifadelerini kullanmıştı.

Korunan alan sınırındaki deniz manzaralı parsel

Tartışmalı parsel üzerinde iflas eden Kayı Tur’un 4 katlı binası bulunuyordu. Kayı Tur’un sahibi Talha Görgülü’nün borcuna karşılık 2014 yılında icra yoluyla Tamince’nin şirketine geçen parselde, Uluslararası Antalya Bilim Üniversitesi bünyesinde tıp fakültesi hastanesi yapılması için vasıf değişikliğine gidildi. Hastane yapılamayınca parselin ‘özel sağlık tesisi’ olan plan notları yeniden ticaret-turizm alanına dönüştürüldü. Lara bölgesindeki falezlerin üzerinde, Düden Çayı'nın denize döküldüğü alanda yer alan parsel, korunan alan sınırında bulunuyor. Parsel üzerinde bulunan bina geçtiğimiz yıl yıkılmıştı.

Tamince'nin hazırlattığı proje maketinde falezler ve düden 2 şelalesi rezidansın peyzaj alanı gibi gösteriliyor


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 1 MAYIS 2024 -

Şarap üreticisine ‘teminat’ darbesi (Tuğçe GÖBEKÇİN-Birgün)

Tütün ve şarap üreticilerine 50 milyon liraya varan teminat zorunluluğu getirildi. Üreticiler "Butik şarapçılığın sonu olur" diyerek karara tepki gösterdi. Çiftçi-Sen ise kararın tekelleşmenin önünü açacağına dikkat çekti. Tarım ve Orman Bakanlığı tütün, tütün mamülleri, yaprak sigara kağıdı, sigara filtresi, alkol ve alkollü içkilerin üretim ve ithalatı faaliyetlerini yürütenlerden alacağı teminat tutarlarını belirledi. Resmi Gazete'de yayımlanan yeni yönetmelikle üreticilerden fermente alkollü içki ana kategorisi için 500 bin TL ile 50 milyon TL, distile alkollü içki ana kategorisi içinse 4 milyon TL ile 50 milyon TL arasında teminat alınacak. Sektör temsilcileri kararın butik işletmelerin üretimden çekilmesine neden olurken, büyük şirketlerin tekelleşeceğini dile getiriyor. Ağır vergi yükü altında olan alkollü içecek üreticileri, istenen teminatın butik işletmelere büyük mali yükümlülük getireceğine ve işletmelerin bu yükü kaldıramayacağına dikkat çekiyor.(https://www.birgun.net/haber/sarap-ureticisine-teminat-darbesi-525606)

Avrupa'da 50 binden fazla mülteci çocuk kayıp (Evrensel)

Avrupa'ya sığınan ve devlet himayesine alınan 50 binden fazla çocuğun akıbeti bilinmiyor. Uluslararası gazetecilik ağı "Lost in Europe" tarafından yürütülen uluslararası bir araştırmanın sonucuna göre Avrupa'ya sığınmacı olarak gelen 50 binden fazla çocuk kayboldu. Avrupa'ya ayak bastıktan sonra devletlerin himayesi altına alınan 51 bin 433 refakatsiz sığınmacı çocuk ve gencin akıbetinin ne olduğu bilinmiyor. Alman kamu yayıncısı Berlin Brandenburg Radyo ve Televizyon Kurumu'nun (RBB) rbb24 portalında yayınlanan habere göre sorumlu makamlar söz konusu çocukların nerede olduğu konusunda hiçbir bilgiye sahip değiller. DW Türkçe'nin aktardığına göre haberde, kayıp mülteci çocuk sayısının 2021 yılından bu yana iki kattan fazla arttığına vurgu yapıldı.   Almanya Federal Kriminal Dairesi (BKA) verilerine göre Almanya'da reşit olmayan 2 bin 5 sığınmacı kayıp. Diğer ülkelerdeki veriler ise ya derlenmemiş ya da eksik. Bu bağlamda Avrupa'da ankete katılan 31 ülkeden sadece 15'i karşılaştırılabilir veri topladığını beyan etti. İtalya ve Avusturya gibi ülkeler 20'şer binden fazla kayıp çocuk ve genç bildirirken, İspanya ve Yunanistan gibi ülkeler ise kayıp refakatsiz çocuklarla ilgili herhangi bir bilgi toplamadıklarını açıkladı. BKA reşit olmayan kişilerin tanıdık çevrelerini terk etmeleri ve nerede olduklarının bilinmemesi halinde bu kişileri kayıp olarak sınıflandırıyor. Reşit olmayan kişiler kabul merkezlerine herhangi bir bilgi vermeden ayrıldıklarında bakıcıları ya da gençlik daireleri polise kayıp ihbarında bulunuyor. Ancak BKA'dan yapılan açıklamada, çoğu durumda çocukların "plansız" bir şekilde dolaşmadıklarına işaret edilerek, Almanya'nın veya Avrupa'nın diğer şehirlerindeki ebeveyn, akraba veya tanıdıklarının yanlarına gittikleri kaydedildi. Açıklamada, bu durumun ilgili makamlara nadiren bildirildiği için bu çocukların isimlerinin arananlar listesinden silinemediği belirtildi. Haberin devamında, uzmanların kayıp refakatsiz çocuk ve gençlerin karşı karşıya kalabilecekleri risklere karşı uyarılarda bulunduklarına da işaret edilerek, özellikle suç örgütlerinin eline düşebilecekleri ya da cinsel istismara maruz kalabileceklerine dair ikazlarına yer verildi.

Eğitim fakültelerine kilit vuracaklar (Deniz GÜNGÖR-Birgün)
MEB, Eğitim Fakültelerini devre dışı bırakacak paralel bir kurum yaratmak istiyor. Milli Eğitim Akademisi projesine göre fakültelerini bitiren öğretmenlere atama öncesi 550 saatlik yeni bir engel konacak.(https://www.birgun.net/haber/egitim-fakultelerine-kilit-vuracaklar-525669)

 Türk Lirası mevduata uygulanan stopaj oranları değişti (T24)

Türk Lirası mevduata uygulanan stopaj oranları güncellendi. Resmi Gazete'de  yayımlanan  Cumhurbaşkanı Kararı'na göre 6 aya kadar vadeli hesaplarda stopaj oranı yüzde 5'ten yüzde 7.5'e yükseldi.1 yıla kadar olan vadeli hesapların stopaj oranı, yüzde 3'ten yüzde 5'e yükseldi. 1 yıldan uzun vadelerde 0 olan stopaj oranı ise yüzde 2.5 oldu. Karar göre enflasyon oranına bağlı olarak değişken faiz oranı uygulanan 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda stopaj 0 olacak.

Paul Auster 77 yaşında hayatını kaybetti + Paul Auster kimdir? + Baumgartner: Küçük şeylerin tanrısının mucizeleri (duvaR)

 Paul Auster 77 yaşında hayatını kaybetti

'New York Üçlemesi'nin yazarı, dünyaca ünlü isim Paul Auster 77 yaşında hayatını kaybetti. Yazar bir süredir kanser tedavisi görüyordu.

New York Üçlemesi gibi kara roman türünde eserlere imza atan Amerikalı yazar ve senarist Paul Auster 77 yaşında hayatını kaybetti.

Paul Auster akciğer kanseri nedeniyle tedavi görüyordu. Salı akşamı Brooklyn'deki evinde yaşamını yitiren Auster'in ölümü, arkadaşı Jacki Lyden tarafından doğrulandı.

Auster'a konulan kanser teşhisi ilk olarak geçen yıl eşi ve yazar arkadaşı Siri Hustvedt tarafından duyurulmuştu.

1980'lerde kara romanı postmodern bir şekilde yeniden canlandırmasıyla ün kazanan romancı, kendi kuşağının en önemli yazarlarından biri olmayı başardı.

Auster'in diğer önemli eserleri arasında “Moon Palace”, “The Book of Illusions” ve “The Brooklyn Follies” bulunuyor.

1947'de Newark'ta doğan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Auster'in 2017 tarihli romanı “4321” Man Booker Ödülü için kısa listeye kalmıştı.

Kariyeri 1982'de, babasıyla olan mesafeli ilişkisine dair olan “Yalnızlığın İcadı” adlı anı kitabıyla yükselişe geçti. 

The New York Times gazetesine göre ilk romanı “City of Glass” 1985 yılında Kaliforniya'da küçük bir yayınevi tarafından basılmadan önce 17 yayınevi tarafından reddedildi.

Kitap, daha sonra tek bir ciltte toplanan üç romandan oluşan en ünlü eseri “New York Üçlemesi ”nin ilk bölümü oldu. 

ERDOĞAN İLE POLEMİK YAŞAMIŞTI

Paul Auster, 2012 yılında Türkiye hükümetini "onlarca gazeteciyi hapsetmekle" eleştirmiş ve Türkiye'yi bu yüzden ziyaret etmeyeceğini söylemesi o dönem Başbakan olan Erdoğan'ın tepkisini çekmişti.

Erdoğan, "Gelsen ne olur gelmesen ne olur. İsrail'e gitmiş. Sen ne cahil bir adamsın. Gazze'de bombalar yağdıran bunlar değil mi?" demişti.

Bunun üzerine ABD'li yazar, "İsrail'de düşünce özgürlüğü var. Ne yazarlar ne de gazeteciler hapiste. Tüm ülkelerdeki yaşam şartlarını iyileştirmek için hapis korkusu ve sansür olmadan konuşma ve yayınlama özgürlüğü, herkes için kutsal bir haktır" yanıtını vermişti.

Paul Auster kimdir?

ABD'li yazar Paul Auster, akciğer kanseriyle bağlantılı komplikasyonlar sebebiyle 30 Nisan akşamı Brooklyn'deki evinde 77 yaşında yaşamını yitirdi. 

Paul Auster, 3 Şubat 1947 tarihinde ABD'nin New Jersey eyaletinde dünyaya geldi. Auster, 1970 yılında, İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimi aldığı Columbia Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Fransa'ya taşındı.

Üç yıl boyunca Fransa'da yaşayan Auster, burada Fransız yazarların eserlerinden çeviriler yapmaya başladı, kendi eserleri de ABD'deki dergilerde yayınlandı. New York'a geri dönen Paul Auster, 1982 yılında Yalnızlığın Keşfi isimli otobiyografisini yayınladı. Auster'a edebiyat dünyasında tanınırlık getiren eseri ise 1987 yılında yayınlanan New York Üçlemesi oldu.

New York Üçlemesi; Cam Kent, Hayaletler ve Kilitli Oda isimli üç kısa romandan oluşuyordu. Cam Kent, ilk defa 1985 yılında Kaliforniya'daki küçük bir yayınevi tarafından yayınlanmadan önce 17 yayıncı tarafından reddedilmişti. 

Auster, daha sonra aralarında Ay Sarayı, Kehanet Gecesi, Köşeye Kıstırmak, Son Şeyler Ülkesinde, Leviathan, Şans Mü-ziği, Timbuktu, Yanılsamalar Kitabı, Yükseklik Korkusu, Brooklyn Çılgınlıkları, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam ve Sunset Park romanları, Kırmızı Defter adlı öykü kitabı ve Kış Günlüğü adlı anı kitabını kaleme aldı. 

The New York Times'ın da işaret ettiği üzere, anlatım tarzı, 'güvenilmez' anlatıcısı ve kimlik ve benlik kavramlarını uğrattığı yapıbozumu, yazdığı eserlerin üniversitelerin edebiyat kuramı derslerinde okutulup analiz edilmesini beraberinde getirdi. Yazar ve eski Esquire editörü Will Blythe, Auster için şu değerlendirmede bulundu: "Auster, kariyeri boyunca edebi postmodernizm oyununda dahiyane bir biçimde oynamıştır; ama bunu bir detektif romanından çıkmışçasına sade ve basit bir dille yapmıştır. Hayatı, kişinin benliğinin tıpkı bir yazarın bir karakteri yaratması gibi evrildiği bir kurgu gibi görüyor gibi duruyor."

Auster'ın kendisi ise 'A Life in Words' isimli anı kitabında şu ifadeleri kullanır: "Çoğu yazar, geleneksel edebi modellerle mükemmel bir biçimde tatmin olmuş durumdadır, güzel ve doğru ve iyi olduğuna inandıkları işler üretmekten mutludurlar. Ben hep benim için güzel, doğru ve iyi olanı yazmak istemişimdir; ama aynı zamanda hikayeler anlatmak için yeni yollar icat etmekle de ilgilenmişimdir. Her şeyi ters yüz etmek istemişimdir."

Auster'ın kaleme aldığı roman, şiir, makale, anı ve otobiyografilerinin yanı sıra yazdığı senaryoları da vardır. Auster'ın Duman ve Surat Mosmor isimli senaryoları yönetmen Wayne Wang tarafından filme çekilmiştir. Daha sonra Lulu Köprüde isimli kitabını da kendisi filme çekmiş, hem senarist hem yönetmen olarak eserin tüm aşamalarında yer almıştır. 

Layık görüldüğü ödüller arasında 1996 John William Corrington Ödülü: Literary Excellence ve 26. Asturias Ödülü bulunan ABD'li yazar Paul Auster, 30 Nisan 2024 tarihinde Brooklyn'deki evinde 77 yaşında hayatını kaybetti. 

Baumgartner: Küçük şeylerin tanrısının mucizeleri (Aslı Güneş)
                            Baumgartner, Paul Auster, Çevirmen: Seçkin Selvi, 168 syf., Can Yayınları, 2023.

Paul Auster’ın "belki de son romanım" dediği 'Baumgartner', Seçkin Selvi çevirmenliğinde Can Yayınları tarafından yayımlandı.

70 yaşında, akademisyen, felsefe, siyaset ve estetik konularında dokuz kitabın ve çok sayıda makalenin ünlü yazarı S. T. Baumgartner bir sabah uyandığında kendini her şeyin tekinsiz sulara doğru gittiği anda bulur. Oysa çalışma odasında Kierkegaard üzerine yazı yazmaktadır, sıradan bir günün sabahında, her zamanki gibi yazı masasının başındadır. Birden alıntı yapacağı kitabı salonda unuttuğunu fark eder. Kitabı almak için aşağı indiğinde kız kardeşini araması gerektiğini hatırlar. Telefon etmek için mutfağa yöneldiğinde üç saat önce yumurta haşlamak için ocağa koyduğu tencerenin kavrulduğunu görür. Gündelik hayatın tanrısı, yaşlı kulunu hayatın ondan ilgi ve özen istediğine, gündelikliğin göründüğü kadar "sıradan" olmadığına inandırmaya çalışmaktadır adeta. Mutlaka telefonun ucunda bekleyen birileri, ocağa konulmuş bir tencere, birazdan çalacak bir kapı vardır. Ve siz bunların hepsine bir cevap vermek zorundasınızdır. Hafızanın sisli patikalarına girmiş olsanız, biraz önce yaptığınız eylemi hatırlamasanız bile hayat sizden onu yaşamanızı talep eder.

Hatta kendini Baumgartner’a iyice hatırlatmak için, gündelik hayatın kırıntılarından ufak çaplı bir facia bile yaratır. Baumgartner eldiven kullanmadan tuttuğu tencere elini yaktığı için onu öylece mutfağın zeminine fırlatmıştır. Acıyla kıvranırken, çalan telefona koşar. Kız kardeşinin sesi yerine, geciktiği için özür dileyen bir erkek sesi duyulur. Baumgartner, adamın ne için özür dilediğini anlamamıştır bile. Gündelik hayatın tanrısı kendisine işgüzar bir ortak bulmuş gibidir, hafıza tanrısıyla el ele verip kendi halinde bir Kierkegaard monografisi yazmaya çalışan Baumgartner’a hayatın kaç bucak olduğunu göstermeye yeminli gibidir.

Bu küçük çaplı cümbüşten sonra kapı çalınır, neyse ki gelen, Baumgartner’ın donmuş kalbini bir nebze olsun ısıtacak UPS kuryesi Molly’dir. "İşin doğrusu yaklaşık on yıl önce karısını yitirip yalnız kalan Baumgartner, soyadını bile bilmediği otuzlu yaşlarının ortasındaki bu kısa boylu tıknaz kadına gizliden gizliye" tutulmuştur; "çünkü karısı beyaz olduğu halde Molly siyah olmasına karşın, ona her bakışında ölen Anna’yı anımsatan bir şey" vardır kadının gözlerinde.(1) Belki de karısı Anna’ya ait o "ışıldayan cıvıltı"yı görmek için hiç okumayacağı, doğrudan halk kütüphanesine bağışlayacağı kitaplar sipariş ediyor.

Hâlâ Baumgartner’dan telefon bekleyen bir kız kardeş vardır ortada. Tam ahizeye uzanacakken, telefon çalar. Arayan yardımcısı Mrs. Flores’in kızıdır. Ağlayarak babasının iş kazasında iki parmağını kaybettiğini anlatır. Büyüklü küçüklü bütün trajediler o güne toplanmış gibidir ve üstelik sayaç okuyucusu Ed Papadopoulos’un sabah telefonda ertelediği randevusuna gelişiyle muzip tanrıların oyunbazlığı doruk noktasına çıkacaktır. Baumgartner sayaç okuyucusunu evin bodrumuna indirirken merdivenlerden düşer. Şimdi gidip gelen zihne bir de zavallılığını duyuran bir beden eklenmiştir. Buzdolabı bozuktur, Baumgartner’ın ağrıyan dizine koyacak buz yoktur. Sayaç okuyucusu buz getirmek üzere döneceğini söyleyerek Baumgartner’ı oracıkta bırakır.

Artık, dünü hatırlamayan belleğin mutfağın orta yerinde yatan tencereden ve Anna’nın yazılarından geçmişe dönme, yaşanmış her bir anı geri çağırma zamanı gelmiştir. Baumgartner’ın fırlatıp attığı tencere Anna’yı ilk kez gördüğü dükkânda aldığı tenceredir söz gelimi. Anna’nın otobiyografik denemeleri de 68’i anlatır, alt orta sınıf Sy ile zengin ailesinin nimetlerini elinin tersiyle itmiş Anna’nın aşkını anlatır. Korkunç bir dalga sırtına vurup omurgasını kırarak Anna’nın ölümüne neden olana kadar geçen aşkla dolu yılları…

HAYALET UZUV SENDROMU

Hiç bitmeyen yasını hayalet uzuv sendromuyla açıklamaya çalışır Baumgartner. Yardımcısı Mrs. Flores’in kocasının kopan iki parmağıdır ona bunu düşündürten. Baumgartner kesik uzuvların varlığını yıllar sonra bile hissettirmelerine bakarak, ölülerin hayalet uzuv gibi hayatımızda yaşayıp gittikleri sonucuna varır. Öldüğünü sık sık unuttuğu Anna’yla okuduğu gazete haberini paylaşmak için heyecanla ona seslenmesini, ölü Anna’yla yaptığı telefon konuşmalarını, ona yazdığı ve okusaydı içinin gıcıklanacağını düşündüğü mektupları. Ölüler kesilen uzuvlar gibi hep orada, ince bir sızı olarak varlıklarını duyuracaklardır.

Artık olmayan uzvun yerine takılan protez de unutturamayacaktır hayalet uzvu. Anna’nın ölümünden bir yıl sonra gösterdiği yaşam belirtileri dostlarını "Baumgartner’ın Anna’sız yaşamanın yolunu bulduğuna" inandırmıştır. "Oysa bunun tek nedeni kolsuz, bacaksız kalan gövdesine takılan yapay organlara fazlasıyla alıştığı için artık onları fark etmemesi"dir.

"Ama titanyumdan yapılma bu uzantılar bütün yetkinliklerine, sağladıkları yarara karşın hiçbir şey hissetmeyen cansız nesneler. Baumgartner ise hâlâ hissediyor, hâlâ seviyor, hâlâ arzu duyuyor, hâlâ yaşamak istiyor, ama en derindeki canının içi ölü."

Baumgartner bütün bunları yaşarken bir şey keşfetmiştir: Karısının ölümünden sonraki 10 yıl boyunca acı çekmekten kaçarak yaşadığını. Oysa acı çekmekten kaçınmak "yaşamayı reddetmektir." Dizinin sızısından kurtulup uzun mesafeli yürüyüşlere çıkmaya başlayınca "Baumgartner'ın zihni yeni bir berraklık" kazanır, "kendi geleceğiyle ilgili bir şey yapmak konusunda" cesaretlenir, bir an önce harekete geçmelidir. Yetmişinde günlerini kararsızlıkla geçirme lüksü yoktur artık.

Okur, Baumgartner’ın hayatında bir şey olacağını hisseder ama nedir bu? Bu kadar gündelik ıvır zıvır arasında onu tekrar hayata bağlayacak ne vardır? Sayaç okuyucusu mu? İyi kalpli ve geveze sayaç okuyucusu ile felsefe profesörünün dostluğu mu? Hayır, yine bir aşkla bağlar kendini hayata Baumgartner. Karısıyla ortak dostları olan Judith’in aşkıyla. 40’lı yaşlarında Judith fiziki görünüş ve karakter açısından Anna’ya hiç benzememektedir. Sorunlu bir ilişkiden çıkmıştır ve Baumgartner’ın güvenli limanında dinleniyordur. Günü geldiğinde onun evlilik teklifini reddedecek, başka bir ilişkiye doğru yol alacaktır.

Judith gitmiştir ve Baumgartner artık tuvaletten çıkarken fermuarını çekmeyi unutmaya başlamıştır. Sonun başlangıcında olduğunu biliyordur artık. Hayatla yeni bir bağ lazımdır ona, yaşadığını hissettirecek bir bağ.

Bu bağ bir doktora öğrencisi olarak girer Baumgartner’ın hayatına. Anna’nın yazdıkları üzerine doktora tezi yazmaya çalışan Beatrix Coen, karısının yayımlanmamış yazılarını incelemek için izin almak Baumgartner’la temasa geçer. Artık aşk yoksa, bu yüzde ellisi Yahudi, yüzde yirmi beşi siyah, yüzde yirmi beşi de beyaz Amerikalı olan bu zeki kızı Anna’yla kendisinin çocuğu gibi kabul edecektir. Evde hummalı bir hazırlık başlar, hiçbir masraftan kaçınılmaz, Baumgartner ve gözünü yola dikip mucizesinin gelmesini bekler. Kıza arabayı dikkatli sürmesi için yalvarır. O gelene kadar ne yapacağını, zamanı nasıl geçireceğini bilmemektedir. İşte şakacı tanrı ona bir mucize daha göndermiştir ve o mucize gelene kadar Baumgartner oyalanacak bir şeyler arar. Arabasına atlar, yolda bir kaza olur. Yardım istemek üzere kapıyı çaldığında Baumgartner destanının son bölümü başlamıştır.

BAUMGARTNER DESTANI?

Gerçekten bir Baumgartner destanı var mıdır ortada? Aslında okura anlatılan hiçbir şeyde bir olağanüstülük yoktur. Ne yıllarca yasını tuttuğu Anna’yla olan ilişkisi olağanüstüdür, ne Judith’e duyduğu aşk. Anna’nın yazılarında Vietnam Savaşı’na, Çiçek Çocukları’na dair birkaç değini… Baumgartner’ın notlarında Yahudi kökenlerini andığı satırlar, yazdığı Trump eleştirisi… Beatrix’in ideal kimlik karışımı… Her şey ışıltısını yitirmiş bir Amerikan masalı gibidir adeta. Sınırlarını hep kendi çevresinde dönen Amerikalı bilincin çizdiği ışıltısız bir masal…

Paul Auster’ın "belki de son romanım" dediği 'Baumgartner', bir destanın kahramanı olamayacak kadar ışıltısız bir kahramanın romanı. Ama belki de bu son romanın derdi ışıltılı bir kahramanı değil, hayatın durma noktasına gittiği o ana doğru küçük şeylerin tanrısıyla oyalanmaya çalışan bir insanı anlatmaktır.(4 Ocak 2024)

1. Paul Auster, Baumgartner, çev. Seçkin Selvi, İstanbul: Can Yayınları, 2023.