2 Temmuz 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI -2 Temmuz 2024-

 

Babaannem sağ olsa 'gözünü toprak doyursun' derdi -Alpaslan Savaş-

Patronların fonladığı ekonomi gazetelerine bakılırsa durum hiç iyi değil. Oysa ne kündeye geldikleri ne tuş oldukları var.

Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları için 2023 yılı sonuçları geçtiğimiz hafta açıklandı. Ne kadar satmışlar, ne kazanmışlar, duyurdukları kadarını her yıl olduğu gibi bu yıl da öğrenmiş olduk.

Patronların fonladığı ekonomi gazetelerine bakılırsa durum hiç iyi değil. Sözüm ona sanayi enflasyona yenilmiş. Küresel faktörlerin yanı sıra 6 Şubat depremlerinin etkisi, uygulanan ekonomi programlarında istikrarsızlık falan derken üstüne yüksek enflasyon sanayiyi tuş etmiş!

Oysa ne kündeye geldikleri ne tuş oldukları var.

500 büyük şirketin üretimden satışları bir önceki yıla göre yüzde 42 oranında artarak 6,4 trilyon liraya yükselmiş.

Satışlar azalmamış, tersine artmışsa, neresi kötü bu tablonun? Değil zaten. Dertlendikleri şey, artışın önceki yılki oran olan yüzde 119’u yakalayamamış olması. Hep fazla, hep daha fazla olsun isteyince…

Bunca satışa rağmen durum fenaysa, “demek ki satmışlar ama kazanamamışlar” diye düşünüyor insan. Öyle de olmamış. Vergi öncesi şirketlerin kasasına kâr-zarar toplamı olarak 645 milyar lira girmiş. Bir önceki yılın üçte biri daha fazlası üstelik.

Şüpheye düşmeye devam ediyor insan, o zaman bu 500 şirketin sadece birkaçı çok kazanmış, diğerleri zarar etmiştir belki diye. Yok, öyle de değil. Geçen yılı kârla kapatanların sayısı 500’de 490.

Söylendiği kadar kötü olan göstergeyi bulmak için epey çaba sarf edince, finansman maliyetlerindeki artış rakamları dikkat çeker gibi oluyor. 30 milyar liraya yaklaşan bu gider kaleminin faaliyet kârlarını süpürdüğünden dert yanıyorlar çünkü. Fakat, yan gözle faaliyet dışı kârlara baktığınızda, işin pek de öyle olmadığı görülüyor. İSO-500 için her zaman çok kazanmanın emniyet supabı olan faaliyet dışı kâr yüzde 45 oranında artarak 44 milyar lirayla hesabı düzeltiyor.

Enflasyona tuş oldukları ileri sürülen patronların kazancı böyle. Olmadığı durumu varın siz düşünün.

Ne diyeyim, babaannem sağ olsaydı “gözünüzü toprak doyursun” derdi.

Doyurmuyor.

On yıl önceydi, bu 500 büyük şirketin 2014 yılı sonuçları açıklandığında da benzer göstergeleri işaret eden patronlar “işler kötüye gidiyor” yapmıştı. Patronların serzenişini dönemin ekonomiden sorumlu bakanı Nihat Zeybekçi’ye soran gazeteciler “ne istiyorlarsa vereceğiz” yanıtını almıştı.

Arazi istiyorlar, arazi vereceğiz. Liman, yol, demiryolu istiyorlarsa yapacağız. Elektrikte istiyorlarsa, yirmi yıllık fiyat vereceğiz. Bütün vergilerde on yıl yirmi yıl tatil mi istiyorlar, yapacağız…

Böyle sıralayıp durmuştu bakan.

Patronlar şimdi de sanki halkımız değil kendileri enflasyona eziliyormuş gibi, ekonomi yönetimine “oyunun ortasında kural değiştirmeyin” diye hatırlatmada bulunuyor. İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan, 500 büyük firma sonuçlarını açıkladığı toplantıda Mehmet Şimşek’e bugüne kadar yapılan avantajlı vergi düzenlemelerinden ve teşviklerden geri gidilmemesi gerektiğini söylüyor, asgari ücrette artış yapmayın diyor. Zaten bakan da dün kamuoyuna Türkiye’de mevcut asgari ücretin öyle ileri sürüldüğü gibi düşük olmadığını açıkladı.

Değişen pek bir şey yok değil mi?

Ne isterlerse vermeye hazır bakan Zeybekçi ya da patronların gözlerinde gördüğü ışıkla motive olan bir önceki dönemin bakanı Nebati. Şimdi o gitti, yerine ona göre oldukça farklı bir ekonomik program uygulayan Şimşek geldi. Farklı cümlelerle de olsa aynı şeyi söylüyorlar.

“Ne isterlerse vereceğiz.”

Dün koroya ana muhalefet partisinin lideri Özgür Özel de katıldı. Patronların uzun yıllardır dile getirdiği ama hiçbir hükümetin cesaret edip gündeme getirmediği bölgesel ve sektörel asgari ücret önerdi. Patronların ücretleri aşağı çekmesinin en etkili yöntemlerinden biri olan bölgesel-sektörel asgari ücret, açıkçası Mehmet Şimşek’in bile aklına gelmemişti.

Bir gün önce Gebze’de işçi mitingi yapıp ertesi gün patronların hayalini süsleyen bölgesel asgari ücreti gündeme getirmek…

Ne denir ki?

Babaannem sağ olsa…

                                                                /././

Japonya'dan Giresun'a gelen gezici sağlık otobüsüne ne oldu? -Barış Tüysüz*-

Bir zamanlar büyük umutlarla Giresun'a getirilen Gezici Sağlık Otobüsü zaman içinde AKP'li belediye tarafından çürümeye terk edildi. Oysa 6 Şubat'ta bu otobüs depremzedelere merhem olabilirdi.

Geçtiğimiz günlerde Japonya Büyükelçiliği ile Giresun Belediyesi arasında "Yerel Projelere Hibe Programı" kapsamında İtfaiye Müdürlüğü hizmetinde kullanılmak üzere bir arama kurtarma aracı hibesi için ön görüşme gerçekleştirildi.

Japonya Hükümeti uyguladığı programla her yıl ülkemizdeki farklı kentlerde gerekli ve doğru başvuruları yapan yerel yönetimlere bu tür hibelerde bulunuyor. Dolayısıyla bu hibeler Giresun’a da yabancı değil. 

Örneğin; 2016 yılında Giresun Görele Belediyesi tarafından başvurusu yapılarak kabul gören “Yaşamda Tutmak İçin Arama Kurtarma Ekibi Kurulması Projesi” ile AKP'li Görele Belediye Başkanı Tolga Erener döneminde Görele’ye tam donanımlı arama kurtarma aracı kazandırılmıştı.

Bir başka örnekte CHP'li Kerim Aksu başkanlığındaki Giresun Belediyesi tarafından geliştirilen “Gezici Sağlık Aracı Yapımı Projesi” başvurusu, o yıl yapılan 350 proje arasında birincilikle kabul görmüş, 2012 yılı Mart ayında imzalanan protokolün ardından 2013 yılı Mayıs ayında Giresun'a tıbbi donanımlı bir gezici sağlık otobüsü sağlanmıştı. 

Döneminde yeni sayılacak Mercedes O 403 model bir otobüse son teknolojiyle iç dizaynı yaptırılan bu gezici sağlık aracı, içerisinde görev yapan 1 doktor, 2 hemşire, 4 sağlık personeli ile mahallelerde vatandaşların ayağına giderek muayene, kan tahlili, idrar tahlili, rutin biyokimya testleri, enjeksiyon uygulaması, pansuman, serum takımı, sütur atma, tansiyon ve ateş takibi gibi sağlık hizmetlerinde bulunmuştu.

Son zamanlarda Giresun’da gündemde olan bir diğer konu ‘Kayıp Tekne’ hadisesiydi. 11 Eylül 2017 tarihinde Giresun Belediyesi İtfaiye Su altı Arama Kurtarma (GİSAK) amirliği adına Giresun Liman Başkanlığı'na "Görev/Devriye Gemisi" olarak kaydedilen 9,5 metrelik tekne 2021 yılına kadar kullanımda kaldıktan sonra AKP’li Şenlikoğlu döneminde ortadan kaybolmuştu. Yine o dönemin İtfaiye Müdürü ise 8 Şubat 2022 tarihinde Giresun Üniversitesi Turizm Fakültesi’nde çıkan yangında olay yerine hiç gitmediği halde "İtfaiye Müdürü nerede?" diye soran dönemin Valisi Enver Ünlü’ye yangında dumandan zehirlenerek hastaneye kaldırıldı yalanını söyleyen ve ardından görevden alınan Coşkun Musaoğlu idi.

Nihayetinde belediye envanterine kayıtlı bu tekne bir anda ortadan kaybolmuş, AKP’li belediye yönetimi tarafından da nerede olduğu hiç sorulmamıştı. Halen Giresun Liman Başkanlığı kayıtlarında hizmette görünen tekneyle ilgili 31 Mart’ta göreve seçilen CHP’li Belediye Başkanı Fuat Köse, teknenin derhal bulunması talimatı verince ortalık karışmıştı.

Yaklaşık 2 milyar liralık borç batağındaki belediyenin elindeki her demirbaşın, kasasındaki her kuruşun ne kadar değerli olduğundan bahsetmek abesle iştigal olacaktır.

Gezici sağlık otobüsüne ne oldu?

Şimdi gelelim az evvel bahsi geçen, Japonya Büyükelçiliği tarafından Giresun Belediyesi’ne hibe edilen bu gezici sağlık otobüsüne ne oldu sorusuna.

Japonya Büyükelçiliği ile 2012 yılında imzalanan protokol gereği "En az 15 yıl hizmette kalması sağlanacaktır" şartı ile Giresun Belediyesi’ne hibe edilen bu gezici sağlık otobüsü Kerim Aksu’nun ikinci döneminin sonuna kadar kesintisiz hizmet verdikten sonra, AKP'li Aytekin Şenlikoğlu dönemiyle birlikte belediye garajına çekilerek çürümeye terk edildi. 

Birkaç yıl garajda yatan aracın yeniden aktif hale getirilebilmesi için üzerindeki cihazların kalibrasyon ve bakımları ve aracın bakım maliyetinin yüksek olduğu gerekçesiyle üzerindeki tıbbi ekipmanlar sökülerek araç hurda olarak satıldı. Dolayısıyla imzalanan protokol gereği en az 2028 yılına kadar hizmette tutulması gereken ve o sene tüm Türkiye içerisinde yapılan 350 başvuru arasından birincilikle Giresun halkının hizmetine verilen "Gezici Sağlık Otobüsü", Şenlikoğlu yönetimi tarafından yok edilmiş oldu.

Bir zamanlar büyük umutlar ve törenlerle takdim edilen gezici sağlık otobüsü, zaman içinde çürümeye terk edildi.

6 Şubat depreminde değerlendirilebilirdi

Büyük acılar yaşadığımız 6 Şubat depreminde ya da ilimizde yaşanan doğal afetlerde, Giresun Belediyesi’ne ait gezici bir sağlık otobüsünün topluma ne denli faydalı hizmet vereceğini, yaraların sarılmasına nasıl bir katkı sağlayacağını bir düşünelim. Memleket adına çok yazık.

Şunu da eklemeden geçmek olmaz. 2021 yılı sonlarında bu konuda ulusal medyada çıkan haberlere istinaden Şenlikoğlu yönetimi tarafından bir yalanlama açıklaması yapılmıştı. Fakat olayın ve dönemin tanıklarından bu yapılan açıklamanın durumu kurtarmaktan ibaret bir safsata olduğunu öğrendim. Gezici sağlık otobüsünün faal olduğu dönemde, kış aylarında araçtaki tıbbi ekipmanlar çıkarılıp belediye sağlık müdürlüğüne taşınarak hizmet burada sürdürülürken, kış sonrası cihazların kalibrasyonlarının yapılarak otobüse tekrar yerleştirilerek gezici hizmet devam etmekteymiş.

Tabii bu noktada, Şenlikoğlu yönetimi bu hizmeti bir başka AKP'li belediye başkanından devralmış olsaydı ya da bir dönem önce bunu kendisinin hizmete kazandırdığını varsayarsak sonuç böyle mi olurdu diye sorgulamak gerekiyor. 

AKP'nin kamu kaynaklarını har vurup harman savurmasının ardından bırakılan milyarlarca lira borç. Yandaş müteahhitleri zengin eden imar hokkabazlıkları iddiaları. Soru işaretleriyle dolu ihaleler ve doğrudan satın almalar. Yerlerinden sürülen personeller. Kaybolan tekne, yok edilen gezici sağlık otobüsü ve kim bilir daha neler neler.

Sonuç olarak; "Memleket işi gönül işi" sloganıyla başlayıp, halka ihanetle sonuçlanan hazin bir hikaye. Halka hizmet için kullanılabilecek gezici sağlık otobüsü bu şekilde göz göre göre çürümeye terk edildi. 

Giresun'dan yerel gazeteci

                                                                               /././

CHP'nin Gebze mitinginden notlar: Halkta tepki var, CHP'de istek yok -Emre Alım-

CHP, Gebze'de miting havasını estiremedi. Emeğin başkentinde Emek Mitingi sönük geçti. Meydanı doldurma görevi yine emeklilere kaldı. Katılımcılarsa "miting yetmez" diyor.

Sahneyi gören en yüksek duvara gerilen bez pankartta "Emeğin Başkentine Hoşgeldin Değişimin Mimarı" yazıyordu.

Ama CHP'nin hafta sonu Gebze'de düzenlediği Emek Mitingi'ne yakından bakıldığında görülenler pankartın laftan ibaret kaldığına işaret ediyordu.

Miting zayıftı, organizasyon eksikti, emeğin başkentinin işçileri alanda değildi.

Alandakilerin ortak bir değişim isteği vardı: Derhal erken seçim! Onu da Özgür Özel istemiyordu.

Gebze miting havasından uzak

İstanbul'dan Gebze'ye ulaşmak için Marmaray'a biniyorum. Bir bilet bedeli 39 lira. Geçinmeyi deneyenler için oldukça pahalı.

İstikametimiz CHP'nin geçinemeyenleri buluşturacağı Emek Mitingi. Yolda daha önceki mitingleri düşünüyor, Gebze gibi bir işçi havzasında düzenlenen buluşmanın ne denli coşkulu ve öfkeli geçebileceğini hesap ediyorum.

Bu muhasebenin sonucunu trenden benimle birlikte sadece 4 miting yolcusu inince görüyorum. Üç emekli yoldaşımla birlikte bizi mitingin düzenleneceği meydana götürecek dolmuşu buluyoruz.  

Meydana ulaşmak için Gebze'nin merkezinden geçiyoruz. Çarşı hareketli ama ilçede mitinge dair neredeyse hiçbir işaret yok. Duvarlar, duraklar 1 Mayıs'tan kalan soluk afişler ve iş ilanlarıyla dolu. Sadece iki ilan panosunda miting afişine denk geliyoruz. 

Meydana ulaştığımızda otobüs boşalıyor. Alana yönelenleri su ve şapka dağıtılan çadırlar karşılıyor. Şapka ve suları verenler "İzmit Belediye Başkanımız Sayın Fatma Kaplan Hürriyet'in selamını getirdik" diyor. Selamı alıyor, polis aramasının ardından miting alanına giriyoruz.

Meydan emeklilere kaldı

Uzun ince bir dikdörtgen biçimindeki alanın ancak üçte ikisi dolu. Bu oran ilerleyen saatlerde de değişmiyor. Katılımcıların ezici çoğunluğunu emekliler oluşturuyor. EYT'liler, staj ve çıraklık mağdurları, kademeli sistem bekleyenler... Emeklilikte adalet isteyen onlarca dernek en önde. Emekli sendikaları insanca yaşayabilecekleri bir ücret talebiyle onların arkasında. 

Göze çarpan diğer nokta CHP flamalarının çeşitliliği. Bursa, Eskişehir, Bilecik, İzmir, Adalar, Beylikdüzü, Esenyurt... "Emek Mitingi" adını taşıyan buluşma bu yönüyle daha çok CHP'nin bir seçim mitingini andırıyor. Ayrıca İzmir'e uzanan organizasyona rağmen meydanın doldurulamaması düşündürücü.

Tabloyu önce alanda rastladığım CHP'li yöneticilere soruyorum. Bir ilçe başkanı görüntünün "çok iyi" olduğunu söylüyor. Meydandaki boşlukları "iktidar yanlısı kesimlerin kafalarını kuma gömmesi" ile açıklıyor. "Galiba geniş bir bölgeden katılım planlanmış" dediğimizde onaylıyor, "Bölgesel olarak bu sayı normal. Tüm Türkiye'yi davet edersek bu alana sığmaz tabii" diye ekliyor. 

İşçi katılımı az, sendikaların desteği sembolik

Bir başka ilçe başkanıysa durumdan pek memnun değil: "Ağırlıklı olarak emekliler geldi. Bu krizi en ağır emekliler yaşıyor. Gebze işçi kenti ama işçi katılımı biraz daha az."

Miting iki ayaklı örülmüş. Mahalle temsilcilikleri listeler hazırlayıp ulaşımı organize etmiş, yöneticiler milletvekilleriyle birlikte sendika ve derneklere ziyarette bulunup meydana davet etmişler. Anlaşılan istenilen sonuç alınamamış. Konuştuğumuz ilçe başkanı "Benimle birlikte 20 kişi geldi" diyor. Alanda ise 5 işçi sendikası ve 2 işyerinden direnen işçilerin geldiğini görüyoruz. Bu sendikalar da katılımlarını 40-50 kişilik temsili gruplarla sınırlı tutmuşlar.

Miting meydanında konuştuğum yurttaşların profili de bu tespitleri doğrular nitelikte.

'Yine de meydanı boş bırakmamak gerek'

Mesut Yaşar Gebzeli bir emekli. Mitingin, yaşadığı yerde yapılacağını duyunca kalkmış gelmiş.

"Ben bu işin gönüllüsüyüm. Nerede böyle bir şey olur ben yerimi alırım" diyor. Mitingden beklentisi yıllarca bu ülke için verdiği emeğin karşılığını alabilmek.

Ona göre saldırı nereden geliyorsa gelsin ezilen tabaka emekten yana duruş göstermeli. Bu miting de bunun ilk adımlarından biri:

"Ben bu mitinglerden pek bir şey beklemiyorum. Konuya daha derinden girmemiz gerekir ama şartlar onu getirmiyor. Yine de bir ucundan tutmak, meydanı boş bırakmamak gerekiyor. Buğday bile ezile ezile ekmek oluyor."

Mesut Yaşar'ın mitingden tek beklentisi var: "Bu yaşımıza kadar bu ülkeye verdiğimiz emeğin bize geri dönmesini istiyorum."

Kürsüden yapılan konuşmaları dikkatle dinleyen Fatma Ayvaz'la konuşuyoruz. Onu buraya getiren öyküyü şu sözlerle anlatıyor:

"Eşim hasta, ben de ancak mücadele edebiliyorum. Eşimin emekli maaşıyla yaşıyoruz. Kirada değiliz ama yine de geçinemiyoruz. Baştakilerin biraz daha vicdanlı olmasını istiyorum."

Fatma Ayvaz'ın talebi mutlak eşitlik. Bunun için mitingin yeterli olmadığının altını çiziyor: "Tek başına yeterli değil, daha da ilerlememiz gerekiyor. Her şeyin dümdüz olmasını istiyoruz."
Zafer Yıldız, Emeklilikte Adalet Derneği'yle birlikte gelmiş. Talebini şöyle dile getiriyor: "1 günle 17 yıl fark oluştu. Bu adaletsizliğin giderilmesini istiyorum. Biz sesimizi duyurmaya çalışıyoruz, gerisini iktidar yapmalı. Kademeli emeklilik getirilmeli."

'Geç kalınmış bir miting'
Ayhan Sümbül, Gebze'de gıda sektöründe çalışıyor. Miting haberini alınca eşi ve çocuğunu da alıp gelmiş. 

Ayhan Sümbül asgari ücrete zam istediği için burada ama bir eleştirisi var: "Biraz geç kalınmış bir miting çünkü asgari ücretin güncellenmesi kararı Haziran'da alınabilirdi. Bu miting de belki Mart'ta, Nisan'da yapılsa daha çok ses getirebilirdi. Bakan Mart ayında açıklamıştı asgari ücrete zam düşünmüyoruz diye."

Kalabalık, en büyük alkışı Özgür Özel'in "Geçim olmazsa seçim olur" sözlerine verdi. Aslında CHP, Meclis'i tek başına erken seçime götürecek milletvekili sayısına sahip değil. Özgür Özel bu nedenle AKP'ye erken seçim teklifinde bulunmak için halkın rızasının olması gerektiğini vurguluyor. Mitingde erken seçim çağrısına verilen tepki bu rızanın oluştuğunun bir işareti. Ancak Özgür Özel'in nasıl bir işaret beklediği bilinmiyor.

Miting devam ederken bir kişi köşeye çekilmiş boya kalemiyle döviz hazırlıyor. Beş dakika sonra aynı yerden geçerken dövizin tamamlandığını görüyoruz. "Erken seçim şart" diyen emekli Muharrem, "Saray'a seçim zor. Talepler yerine gelmediği zaman zorlayacağız" diyor. 

'Sadece mitinglerle olacak iş değil, üretimden gelen gücümüzü kullanmalıyız'

Çağlayan Bilgen, İzmir Güzelbahçe'de yaşıyor. 30 yıl gazetecilik yaptıktan sonra emekli olmuş. Karşılığında aldığı emekli maaşı 15 bin lira. Halini "müze gezer gibi market geziyoruz" sözleriyle özetliyor.

Bu CHP'nin seçim sonrası düzenlediği ilk miting değil. Daha önce Saraçhane'de öğretmenler, Ankara'da emekliler için birer miting düzenlendi. Ancak üç ay önce sandıktan birinci çıkan bir partinin krizin en ağır günlerinde çok güçlü mitingler düzenlemesi beklenirken tersi bir hava esti. 

Çağlayan Bilgin CHP'nin Ankara'da düzenlediği Emekli Mitingi'ne de gitmiş. İki mitingi kıyaslıyor:

"Ankara'daki emekli mitingi daha kalabalıktı. Bunun belki iki katı insan vardı. Katılım yeterli değil. Ülkede geçinemeyenlerin sayısının bu kadar olmaması lazım. Sadece Gebzeliler gelse bu meydan dolar taşardı. Çiftçiler ürünlerinin para etmediğini söylüyorsa katılsınlar buraya. Ben burada bir tane çiftçi görmüyorum. Bence Saray'dan korktukları için gelmiyorlar."

Katılım azlığını iktidardan korkuyla açıklamak görünüşe göre CHP tabanında yaygın bir yaklaşım. Bilgen yine de mitinglerin yapılması gerektiğinin altını çiziyor. Sonraki adımın grev olabileceğini söylüyor:

"Bu mitingler yapılmasa halk bu defa 'Ana muhalefet partisi ne yapıyor, 'normalleşme' adı altında Saray'a gidip el ele veriyorlar' diyecek. Hoş, mücadele de yapılacak müzakere de yapılacak. Ama bu sadece mitinglerle olacak iş değil. Önümüzdeki süreçte sendikaların üretimden gelen güçlerini kullanmaları lazım. Örneğin esnaf, geçinemiyorsa kepenklerini kapatması lazım."

                                  Çağlayan Bilgen miting için İzmir'in her ilçesinden otobüs kaldırıldığını söylüyor.
Emekli çiftçi Hasan Eratılgan mitinge İzmir'den gelmiş. "Bu mitingden sonraki adım ne olmalı" diye sorduğumuzda şu yanıtı veriyor: "Milletvekilleriyle, bakanlara sormalı ne yapılması gerektiğini. Hak değirmen damında mı kalsın? Alacaksın hakkını."

'Bir sonraki adımda sokaklarda olmalıyız'

Kaan, Bursa'dan CHP Gençlik Kolları'yla birlikte gelmiş. "Emekçinin hakkını savunmak, tüm Türkiye'ye Cumhuriyet Halk Partisi'nin ne denli güçlü olduğunu göstermek için buradayız" diyor.

Yanındaki arkadaşını göstererek devam ediyor: "Arkadaşımla beraber daha yeni üniversiteden mezun olduk. Genç işsizlik yüksek seviyede, gençlerin önü açılsın istiyoruz. Herkesin eşit şartlarda eşit şekilde kazanmasını istiyoruz. Avrupa'daki insanlardan hiçbir farkımızın olmadığını göstermek istiyoruz. Bir sonraki adımda sokaklarda olmalıyız."

                                          Kaan(sağda) ve mitinge birlikte geldiği arkadaşı

Genç işçi Recep, "Miting bizim tepkimizi gösterme şeklimiz" diyerek söze giriyor. Borçlarından yakınıyor, saatler sonra gelecek elektrik zammını hatırlatıyor:

"Fabrikalar asgari ücrete kilitlenmiş durumda. Başka ücret vermiyorlar, zam yapmıyorlar. Ama vatandaşa vergi, elektrik, su bütün zamları yüklüyorlar. Kredi kartı borçlarım diz boyu."

İki gün önce CHP'li İzmir Büyükşehir Belediyesi suya yüzde 45 zam yaptı. Ama en azından CHP merkezi mitinglerde suyu ücretsiz sağlıyor. Kalabalığın ortasında balyalar halinde ücretsiz dağıtılan sular yerleştirilmiş.  

Bu balyalardan birine yaslanmış 20'li yaşlardaki Muhammed'i görüyorum. İstanbul'da bir yemek şirketinde çalışıyormuş. "Neden geçinemeyenler arasındasın" diye sorunca ummadığım bir yanıt alıyorum: "Arkadaş geldi ben de onunla geldim. Millete destek olmaya geldim, bende bir sıkıntı yok. Bekarım zaten."

Şaşkınlığımı gizleyemediğim birkaç saniyelik sessizliğin ardından açıklama yapma ihtiyacı hissediyor: "Ama buraya gelen herkes haklı. Babam da emekli ama hâlâ çalışıyor. Ona desteğe geldim."

                                                            Genç işçi Recep

Hülya Acıyan ve eşi İstanbul Gaziosmanpaşa'dan "emeklilerin insanca yaşayabilmesi için" yola çıkmışlar. Devletin sorumluluklarını yerine getirmemesinden şikayet ediyorlar:

"Öncelikle asgari ücretin insani koşullara getirilmesi, sonra emekli aylıklarının en az asgari ücret seviyesine yükseltilmesi gerek. Devletin bunu sağlaması lazım. Sosyal devlet anlayışı bunu gerektiriyor." 

Dilek, Eskişehir'den Memleket Sevdalıları Derneği'yle birlikte gelmiş. Mitinglerin sayısının artırılmasını istiyor: "Bir an önce erken seçim olsun çünkü artık çok yorulduk. Çok az bir emekli maaşı alıyorum, ay ortasını bile getiremiyorum. Sesimizi duyurana kadar mitingler devam etsin istiyorum."

Özgür Özel işçileri gördü ve bunun haber değeri var

Özgür Özel konuşmasının sonlarına doğru sahnenin önündeki Lezita ve Esitaş işçilerini fark ediyor. Sendikal haklarının tanınmasını isteyen Lezita işçileri 144, Esitaş işçileri 18 gündür direniyor. Özgür Özel direnişteki işçilerin pankartlarında yazan taleplerini kürsüden seslendiriyor.

Bu yıl işçilerin mücadele günü 1 Mayıs büyük bir hayal kırıklığına sahne olmuştu. Özgür Özel, DİSK yönetimiyle birlikte Saraçhane'deki 1 Mayıs mitingini tekeline almak istedi. Erken saatte meydana geldi. Polis ablukası karşısında kısa bir açıklama yapıp erkenden meydandan ayrıldı. Ne o işçileri, ne de işçiler onu gördü. Bu göz önüne alındığında Gebze'deki hareketinin en azından bir ileri adım olduğu düşünülebilir.

Miting sonunda hep birlikte hatıra fotoğrafı çektiren Lezita işçilerini görüyorum. Turgutlu'dan Gebze'ye 400 kilometrelik yolu neden geldiklerini soruyorum. İşçilerden Serkan yanıtlıyor:

"Ne muhataplarımızdan ne de sendikalardan yeterli desteği alamadık. Biz 'Geçinemiyoruz' mitingine hem buradaki sese destek olmak hem de sesimizi duyurmak için geldik."

'Sıkıntılarımızın nedeni örgütsüzlük'

Serkan da Gebze'deki buluşmayı bir emek mitingi için zayıf bulanlardan.

"Özgür Özel'in de dediği gibi Gebze emeğin ve emekçinin başkenti. Sadece Gebze'den bu kadar işçinin buraya gelmesi gerekiyorken Ege'den, İç Anadolu'dan, birçok bölgeden buraya gelenler var. Emekliler çoğunlukta. Ben isterdim ki burada sendikal hakları için direnen daha çok işçi olsun. İşçileri daha az gördüm alanda."

Miting kadar ana muhalefet partisinin çabalarını da yetersiz bulan Serkan, "çare yine bizde" diyor: 

"Yaşadığımız birçok ekonomik sıkıntının temeli örgütlenemememiz, toplumun örgütsüz olması. Sendikaların örgütlenmelerinin önünde engeller var. İşçiler hakkını dağınık bir şekilde arıyor."

                                                            Lezita işçileri

Mitingi özetleyen soru: 'Nereden geliyorsunuz'

Mitingin ardından istasyona dönmek için yine dolmuşa bindim. Dolmuşta benimle birlikte mitinge katılan birkaç kişi daha var. Şoför bir kişinin engelli kartını kabul etmeyince tartışma çıktı. Arayı, dolmuşa bizden önce binmiş olan ve işleyişi bilen bir Gebzeli buldu.

Bu sırada dolmuştakiler tanışmış oldu. Gebzeli aynı şapkayı takan, aynı sudan içen ter içindeki 5 kişi görünce "Nereden geliyorsunuz" diye sordu. Biri CHP'nin bir Emek Mitingi düzenlediğini, Özgür Özel'in de konuşmacı olduğunu anlattı. Diyaloğun devamından Gebzelinin sıkı bir CHP seçmeni ve kıt kanaat geçinen bir emekli olduğu anlaşıldı.

Gebzeli kendi ilçesinde kendi partisinin düzenlediği mitingden yeni haberdar oluyordu...

                                                        /././

Britanya’da hükümet değişimine doğru -Eren Korkmaz-

Aslında Tory, Labour ve Libdem aynı vaatleri veriyor: ekonomik büyüme, az vergi, göçün kontrolü ve yeni ev inşaatı ile ev piyasasının genişletilmesi, yenilenebilir enerjiye yatırım. 

Birleşik Krallık’ta genel seçim 4 Temmuz Perşembe günü yapılacak. Fransa’ya ve ABD’ye nazaran oldukça sönük geçen bir kampanya dönemi ve sonucun belli olduğu bir seçim. 14 yıl sonra Muhafazakar (Tory) parti gidecek ve İşçi Partisi (Labour) iktidarı başlayacak. İngiltere için denilen “İngiltere Tory-mavi ülkesidir, arada bir Labour’un başa geçmesine izin verilir” söylemi ne kadar geçerli olacak, Labour ne kadar süre iktidarda olacak, dibe çöken Toryler yeniden toparlanacak mı soruların cevaplarını zaman gösterecek. 

Ama Labour’u kurulu düzenin sadık bir parçasına dönüştüren, parti yönetiminde sendikaların etkisini azaltan, partinin solunu etkisizleştiren Sir Starmer bu geçici iktidar meselesini değiştirmek istediğini açıkça belirtiyor. Bunun için öncesindeki Labour liderlerinden farklı olarak gerekirse nükleer silahları kullanacağını söyleyen, İsrail’in sivillere su ve elektriği kesme hakkı olduğunu belirten, doktorların yüzde 35 zam talebine “ülkede o kadar para olmadığı için” reddeden, göçmenlere karşı Toryleri etkisiz bulan ve geldiğinde sığınma başvurusu yapanların yasal süreçlerini ivedilikle bitirip reddedilenleri ülkelerine göndereceğini söyleyen, botlarla sınırları geçmeye çalışanlara karşı donanmayı harekete geçireceğini belirten ve sık sık kendisine “sir” unvanını sağlayan savcılık kariyerinde güvenlik ve istihbarat birimleriyle birlikte terör çetelerini nasıl çökerttiğini anlatan Starmer müesses nizama yeterince güvence veriyor. 

Ama yine de her şey kendisi için o kadar pembe değil. Starmer çok donuk, hatta robotik bulunuyor, heyecan yaratmıyor, insanlara Tory gitsin diye oy verecek ama yeni gelenden bir heyecan duymuyor. Starmer tedbirli hareket etmek, zafer sarhoşluğuna düşüp Labour’a oy vermeyi düşünen Toryleri ürkütmemek adına doğru dürüst bir vaat de vermiyor. Aslında Tory, Labour ve Libdem aynı vaatleri veriyor: ekonomik büyüme, az vergi, göçün kontrolü ve yeni ev inşaatı ile ev piyasasının genişletilmesi, yenilenebilir enerjiye yatırım. 

Guardian gazetesi, Starmer’in bu aşırı temkinli tutumunun tersi sonuç verebileceği, Labour’a oy verecek gençlerin Yeşillere gidebileceği, Müslüman toplulukların oy vermeyebileceği, hatta Gallagher’in Britanya İşçileri Partisi’ne oy verebileceği üzerine uyarıyor. Sermayenin sesi Financial Times da, Starmer’in yatırımcılar, sermaye kesimleri ürkmesin diye "hiçbir şey değişmeyecek, herşey aynı kalacak, ama ekonomi büyüyecek" vaatlerini dalgaya alıp, ülkenin köklü sorunlarının çözümü için biraz “girişimci” olmanın, bazı şeyleri değiştirmenin gerekli olduğunu belirtiyor. Tory yayınları da en azından Torylerin ağır yenilgi almamasına dair yorumlar yapıyor. 

Torylerin mevcut halinden yararlanan, ırkçı ve göçmen karşıtı söylemleri ile bilinen Nigel Farage’in Reform Partisinin anketlerde yüzde 19 oy almasının beklenmesi, hatta Toryleri geçme ihtimali dikkat çekiyor. Britanya’da temsili demokrasi olmadığı için ve her bölgede en çok oyu alan vekil seçildiği için anketlere göre Labour’un yüzde 40 oyla meclisin üçte ikisini alması, yüzde 19 oyla Reform Partisinin 1 veya 2 vekil çıkarması, yüzde 13 oyla liberal Demokratların 30-60 arası vekil çıkarması, hatta ana muhalefet olması ihtimal dahilinde. 

Anketler de beklenti de artık çok net. Pazar gazetelerinde Labour hükümetinin ilk gününde ne olacağı, Perşembe akşamı sonuçlar belli olunca Cuma sabahı Starmer’in kraldan yetkiyi alacağı ve diğer ilgili törenlere yer veriliyor. Burada önemli bir konu ise Starmer’in başbakan olmasından bir kaç gün sonra 9 Temmuz’da NATO Zirvesine katılacak olması. Orada da mevcut politikaların devam edeceğini teyit etmesi bekleniyor. 

                                                             /././

Hollanda'da aşırı sağcı koalisyon kuruluyor -GAMZE ÖZDEMİR WİGMAN-

Hollanda’da aşırı sağcı koalisyonun kurulması, ülkenin iç ve dış politikalarında ciddi değişiklikler getirebilir. Göçmenlik politikalarındaki sert tutum da, toplumda tartışmalar yaratabilir.

Hollanda'da 22 Kasım'da yapılan genel seçimlerinin ardından yapılan uzun süren müzakereler sonucunda Hollanda'da aşırı sağcı bir koalisyon hükümeti kuruluyor. Başbakan Mark Rutte'nin de NATO Genel Sekreterliği'ne atanmasının ardından kurulan bu yeni hükümet, Geert Wilders'ın liderliğindeki aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV), eski Başbakan Mark Rutte'nin sağcı liberal partisi VVD, yeni burjuva partisi NSC ve popülist köylü partisi BBB'den oluşuyor.

Kral huzurunda bağlılık yemini bir gün gecikmeli olacak

Yeni koalisyonun kurulmasının ardından, geleneksel olarak yapılan Kral Willem-Alexander’ın yeni kabineyi kabulü ve Kral huzurunda yemini töreni, köleliğin kaldırılması ve ırkçılıkla mücadele günü olan Keti Koti protestolarıyla karşılaşmamak için 1 Temmuz Pazartesi yerine, 2 Temmuz'da gerçekleştirilecek.

Geert Wilders’ın liderliğindeki koalisyon

Seçimlerde Geert Wilders'ın partisi PVV birinci parti çıkmasına rağmen, tek başına hükümet kuracak oy çoğunluğunu elde edemedi. Bu durum Wilders’ı koalisyon arayışına yönlendirdi. Ancak, diğer üç parti lideriyle anlaşamayınca başbakan olma çabalarından vazgeçti. Bunun üzerine dört parti lideri, Adalet Bakanlığı’ndan üst düzey bir ‘memur’ ve Hollanda gizli servislerinin eski başkanı Dick Schoof’u ortak başbakan adayı olarak önerdi. Schoof'un adı pek bilinmese de sosyal medyada “siz onun kim olduğunu bilmeseniz de, o sizin kim olduğunuzu bilir” şeklindeki yorumlarla bilinirlik kazandı.

Hükümet programı: 'Umut, Cesaret ve Gurur'

Altı ay süren zorlu müzakerelerin ardından dört parti, Mayıs ortasında "Umut, Cesaret ve Gurur" adlı hükümet programını sundu. Geert Wilders, bu programın Hollanda için "güneşi yeniden parlatacağını" iddia etti. Tamamen muhafazakar bir çizgide olan program, göçmenlik politikalarına ağır vurgu yapıyor ve en katı sığınma kabul kurallarını ve şimdiye kadarki en kapsamlı göç kontrol paketini içeriyor.

Göçmenlik politikaları ve eleştiriler

Hükümet programı, muhafazakar ve katı göçmenlik politikaları ile sınırlı kaldı. Wilders'in seçim kampanyasında öne çıkan bazı radikal planları programa dahil edilmedi. Bu planlar arasında tiyatro ve kitaplarda KDV'yi artırmak, üniversitelerde yabancı eğitimi sınırlamak, nükleer enerji santralleri inşa etmek, kamu hizmetlerinde kesintiler yapmak ve AB'den ayrılma oylaması yer alıyordu.

Sonuç ve beklentiler

Hollanda’da aşırı sağcı koalisyonun kurulması, ülkenin iç ve dış politikalarında ciddi değişiklikler getirebilir. Göçmenlik politikalarındaki sert tutum, toplumda tartışmaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. Gelecek dönemde, koalisyonun uygulamaları ve halkın tepkileri yakından izlenecek.

                                                            /././

Heyelanın izleri hâlâ silinemedi: Seyitömer’deki facianın sorumlusu Çelikler Holding kimdir? -Yekta Armanc Hatipoğlu-

En son Seyitömer’in il merkezi ile arasındaki yolun sular altında kalmasına neden olan Çelikler Holding’in milyarlık ihaleler, iş cinayetleri ve doğaya zarar dolu geçmişini inceledik.

Kütahya’da bulunan Seyitömer Termik Santrali’nin kullandığı linyit madeni sahasında 22 Mayıs günü heyelan meydana geldi. Toprak kayması bölgede bulunan gölette taşkına neden oldu. Seyitömer ve il merkezi arasındaki yol su altında kaldı.
Aradan bir ayı aşkın süre geçmesine rağmen yol açılmadı.

soL’un ulaştığı bilgilere göre araçların köy yollarını kullanmak zorunda kalması nedeniyle onlarca kaza yaşanıyor. Şimdiye kadar 50'den fazla kaza yaşandığı biliniyor.

2013 yılından, yani santralin özelleştirilmesinden önce gölün su seviyesi kontrollü bir şekilde yükseldiğinde pompa ile tesis içerisindeki havuza basıldığı ve dereye deşarjı sağlandığı, bu derenin de Çelikler Holding tarafından açık ocakta üretim yapıldıktan sonra pasa malzemesiyle kapatıldığı gözlemlendi.

Madenlerde işlemesi mümkün olmayan cevherlerin toplandığı bölgeye "pasa döküm alanı" deniliyor. soL’a konuşan kamu yetkilileri, tesisin 2000 yılından önce bu bölgeyi pasa sahası olarak kullandığı, bunun doğal bir tepe olmadığı ve işletmenin kamudayken sahaya atık pasa dökümü yapılamayacağından kapatıldığını söyledi. Ancak Çelikler Holding bölgeye yeniden pasa yığdı.

Tarım ve Orman Bakanlığı daha önce maden sahalarını pasa döküm alanı olarak kullanmak isteyen şirketlere Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'nden (MAPEG) olumlu görüş almalarını şart koşuyordu. İktidarın Maden Kanunu'nda yaptığı değişiklikle bu şart Mayıs 2019 itibariyle kaldırıldı. 

Termik santral AKP tarafından özelleştirilmişti

Seyitömer Termik Santrali’nin özelleştirme geçmişi, Türkiye’deki diğer kamu işletmelerinden farklı değil. 2013 yılında özelleştirilen santral, 2 milyar 248 milyon dolar karşılığında Çelikler Holding’e satılmıştı. 1973 yılında yapılan Seyitömer Termik Santrali, 600 MW’lık kurulu gücüyle yaklaşık 1 milyon kişinin elektrik ihtiyacını karşılayabiliyor.

CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, 2022 yılında yaptığı bir açıklamada Çelikler Holding’in sahibi olduğu Orhaneli ve Tunçbilek termik santrallerinin devlete olan özelleştirme borçlarının dolar kurundan Türk lirasına çevrilerek 6 eşit taksite bölündüğünü söyledi. Yavuzyılmaz, güncel kurla kamu zararının 2 milyar 783 milyon lira olduğunu kaydetti.

Çelikler Holding işçiler için kâbus: Yaşamını yitiren, yaralanan, hak gaspına uğrayan Çelikler işçileri…

1958 yılında kurulan Çelikler Holding tek başına Türkiye enerji üretiminin yüzde 5’ini karşılıyor. Şirket bünyesinde 10 binden fazla personel çalışıyor. Enerji, maden, inşaat-taahhüt ve turizm alanlarında faaliyet gösteren şirketin ismi iş cinayetleri, doğaya verdiği zarar ve hak gasplarıyla sık sık anılıyor.

Şirketin bünyesine geçen veya şirket tarafından kurulan santraller, iş cinayetleriyle anılır durumda. İSİG Meclisi’ne göre, son yıllarda Çelikler Holding bünyesinde çalışıp yaşamını yitiren işçilerin bir kısmı şöyle:

  • 27 yaşındaki Okan Sönmez, Çelikler Holding Afşin-Elbistan A Termik Santrali’nde kazan bakım görevlisiyken 4. ünite kazan içerisinde boru tamiri yaparken üzerinde çalıştığı salın halatlarının kopmasıyla 44 metreden 12 metreye düşerek hayatını kaybetti.
  • Yine aynı termik santralde kazan bakım görevlisi olan 2 çocuk babası, 36 yaşındaki Taylan Sünbül yaşamını yitirdi.
  • 3 çocuk babası 33 yaşındaki bant işçisi Hasan Karpuz, Çelikler Holding bünyesindeki Afşin Elbistan Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ’nin işlettiği AEL linyit kömürü 52. tahrik sahasında 6 bin voltluk elektrik akımına kapılarak yaşamını yitirdi.
  • 40 yaşındaki Faruk Kırgın, Aydın Kuyucak’ta bulunan Çelikler Pamukören Jeotermal Santrali işçisiyken santralde elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti.
  • 2 Nisan 2024 tarihinde Afşin-Elbistan A Termik Santrali’nde bakım esnasında buhar kazanı patladı. Patlama sonucu alevlerin arasında kalan İdris Dadak, Mithat Yılmaz ve Gökhan Baloğlu isimli işçiler ağır yaralandı.

İş cinayetleriyle beraber şirket hak gasplarıyla da gündeme geliyor. Özellikle Afşin-Elbistan A Termik Santrali’nde işçiler, yaptıkları eylemlerle şirketin yaşattığı hak gasplarını gözler önüne seriyor. 2020’nin başında Afşin-Elbistan’daki termik santralde 115 pikap sürücüsünün işine son veren Çelikler Holding, işçilerin yeni yıla işsiz girmesine neden oldu. Yine Afşin’de, 2022 yılında 300’den fazla işçi zam talebiyle iş bıraktı.

Afşin-Elbistan A Termik Santrali’nin devri için 2018 yılında Çelikler Grubu ile görüşmelere başlandı. Santralin hisselerini Çelikler Grubu aldı. Santral, Çelikler Holding’e 20 yıllığına işletme hakkı devri yöntemiyle devredildi.

Toprak kayması nedeniyle bölgede bulunan gölette meydana gelen taşkın sonucunda Seyitömer ve Kütahya il merkezi arasında sular altında kalan yol.

Çelikler Holding çevreye de zarar veriyor

Şirketin öne çıktığı bir diğer başlık da özellikle Afşin-Elbistan A Termik Santrali üzerinden çevreye verdiği zarar.
Mart 2019 tarihli, Greenpeace Küresel Hava Kirliliği Birimi baş analisti Lauri Myllyvirta imzalı “Afşin-Elbistan bölgesi kömürlü termik santrallerinin hava kalitesi, toksik ve sağlık etkilerinin geçmişten geleceğe değerlendirilmesi” raporunda “Bölgedeki santraller kum tanesinden bile küçük parçacık madde (PM2,5) ve azot dioksit (NO2) kirliliği nedeniyle bugüne kadar 17 bin erken ölüme neden oldu” değerlendirmesi yer aldı. Raporda “Mevcut santraller ve yapılması planlanan santraller ömürlerini tamamladığında toplamda 32 bin erken ölüme neden olacak” denildi.

Bu verilere rağmen Çelikler Holding iki yeni ünite için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvuruda bulundu. Santrale 688 MW kapasiteye sahip iki ünite daha eklenmesi planlanıyor.

Temiz Hava Hakkı Platformu’ndan Prof. Dr. Ali Osman Karababa, Afşin-Elbistan A Termik Santralı’na eklenecek iki yeni ünitenin 1.900 erken ölüme daha neden olacağını söyledi.

Şirketin işlettiği iki termik santrali 2020 yılının başında bacalardan çıkan zehirli gazları azaltıcı filtre takmadığı için mühürlenmişti. Kütahya’nın Seyitömer beldesi ile Tavşanlı ilçesinin Tunçbilek beldesinde faaliyet gösteren Çelikler Holding’e ait 2 termik santral, Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü ekipleri tarafından mühürlenerek üretim faaliyetleri durduruldu. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Çelikler Holding Yönetim Kurulu Başkanı Tahir Çelik’i arayıp “Biz sana süre verdik. Şimdiye kadar ne yaptın?” diyerek çıkıştığı medyaya yansımıştı. Ancak şirketin şu an aynı şekilde çalışmaya devam etmesi, azarın ve verilen cezanın göstermelik olduğunu anlatıyor.

Çelikler, ihale üstüne ihale alıyor: Kamudan 8 milyar TL’yi aşkın ihale aldı

Çelikler Holding, AKP’nin gözde şirketlerinden. Şirket, enerji ihalelerinin yanı sıra TCDD (Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları) ve KGM’den (Karayolları Genel Müdürlüğü) de ihale alıyor.

Birgün'ün haberine göre 22 Eylül 2021 tarihinde “Van Çevre Yolu İkmal İnşaatı Yapım İşi” adı altında bir ihale düzenledi. İhale, tam 533 milyon 711 bin liraya Çelikler Holding’e bağlı YSE Yapı Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’ne verildi. Ayrıca milyonlarca liralık ihale, Kamu İhale Kanunu’nun “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen olayların” ortaya çıkması durumunda kullanılması gereken tartışmalı 21/B maddesinde düzenlenen pazarlık usulüyle yapıldı.

Şirket 2020 yılında TCDD’den de milyonlarca liralık bir ihale almıştı. TCDD Genel Müdürlüğü 16 Ocak 2020’de “Ankara-Sivas Yüksek Hızlı Tren Projesi’nin Kayaş-Elmadağ arası altyapı ikmal inşaatı işi” için ihaleye çıktı. İhale tam 585 milyon 758 bin liraya YSE Yapı Sanayi ve Ticaret Şirketi’ne verildi. Bu ihalede yine Kamu İhale Kanunu’nun tartışmalı 21’inci maddesindeki hükümden yararlanılarak “pazarlık usulü” ile yapıldı.

Şirket, kamudan 2010 ile 2021 yılları arasındaki dönemde tam 42 ayrı ihale aldı. Bu 42 ihalenin toplam bedeli de 8 milyar 329 milyon lirayı buluyor.

                                                              /././

Çukur -Yiğit Günay-

La Paz’a içlerinden birilerini gönderiyorlar, evet. Ama güneşi zaptedemiyor, çukurun tepesine çökemiyorlar. İsimsizler bir kahraman arıyor, birlikte kahraman olamıyorlar.

Dünyanın tepesine çıktığınızda, imgelemler de tersine dönebiliyor.

Güçlüler yukarıdadır hayal dünyamızda, bizden yüksektedirler hep. Ezilen, altta kalır. Zengin el üstündedir, yoksul ayaklar altına alınır.

Eskiden beri böyle kurarız kafamızda. Binlerce yıllık mitolojilerde cennet bile yedi kattır, yükseldikçe nuru artar, Zeus olsun Ülgen olsun gökte yaşar. Aşağısı, yerin altı, cehennemdir.

Gariban, içinde bulunduğu konumdan çıkmaya çabalar, tırmanmak için tırmalar.

Bong-Joon Ho’nun “Parazit” filmi, bu sınıfsal ikilemin fiziki karşılığını sinema perdesine görsel olarak başarıyla yansıtır. Zengin zirvede, yoksul diptedir.

Dünyanın en yüksek şehirlerinden La Paz’da vaziyet, bunun tam tersidir.

Zenginler aşağıda, vadide, çukurdadır. Yoksullar tepede, ucu bucağı olmayan Altiplano platosunda yaşar.

Zenginlere tepeden bakarlar. Her an üstlerine çöküvereceklermiş gibi gelir insana.

Çukur bir şekilde ayakta kalmayı başarır.

                                                          * * *

Bolivya, And Dağları’nın tepesinde, Latin Amerika’nın zirvesinde bir ülke. Başkent La Paz, 3600 metre rakımda, dağların arasındaki bir vadide yer alır.

İspanyollar 1500’lerde vadiye yerleşti, zaman içinde yerli halkları buralardan sürdü. Yalnızca zenginlere hizmet edenler kaldı.

Dünyanın o taraflarına yola çıktıklarında, koca kıtada Afrikalılar ve yerli halkları ölesiye çalıştırıp şeker üretmek akıllarından geçmiyordu. Peşinde oldukları madendi, en fazla da altın. Aradıklarını Bolivya’da buldular.

La Paz giderek büyüdü. Vadinin tümünü kapladı. 1900’lerde hizmet etmesi gerekenlerin sayısı giderek arttı. Vadide yer yoktu onlara. Yer yer yarım kilometre yüksekliğinde keskin bir uçurumun tepesindeki düzlüğe yerleşmeye başladı, La Paz’da çalışacak olanlar. El Alto kenti ortaya çıktı.

Uydukentti burası. La Paz güneş, El Alto aydı. Tüm dünya, vadinin etrafında dönüyordu. Bolivya’nın emekçileri, patronların etrafında dört dönüyordu.

                                                         * * *

La Paz’ın havası elbette hep günlük güneşlik olmadı. Daha 1700’lerde Tupac Katari, iki defa yukarıdaki platoda dağınık halde yaşayan yerliler arasından güç topladı, aşağı inip vadiyi kuşattı. İspanyollar sayıca kalabalık değildi, ama hep direnişçilerden işbirlikçiler devşirmeyi, Tupac Katari’ye ihanet edecek birilerini kendi saflarına çekmeyi başardılar. Tupac Katari iki defa yenildi. İkincisini yaşamıyla ödedi.

Zamanla, dengeler değişti. 1900’lerde El Alto uydukenti, giderek kalabalıklaşmaya başladı. Komünist Partisi, işçi sınıfı arasında yayılıyordu. Vadiye çökme girişimleri, çukurdakilerin askeri darbeleriyle önlendi.

İkinci bin yılda El Alto’nun nüfusu La Paz’ı geride bıraktı. Vadide yeşillikler içinde İspanyollar’dan kalma neoklasik binalarla ABD’lilerden esinlenen modern gökdelenler, madencilikten kazanılan paranın döndüğü merkezdi. Platoda, henüz bitmeyen binalara daha az vergi ödendiği için sıvasız boyasız kiremitleriyle, para bulur bulmaz bir kat daha çıkma hayali kurulan çatısız evler, emeğini satarak geçinenlerin sığındıkları çeperdi.

Icíar Bollaín’in “Yağmuru Bile” filmi, 2000’lerde El Alto’daki Bolivyalı yoksulların, özelleştirilmek istenen suyu, suya erişim hakkını savunma mücadelelerini çok güçlü bir öyküyle anlatır.

2004-2005’teki “su savaşları”nda bilenen yoksullar, 2006’da kendilerinden birini, Evo Morales’i ülkenin başına getirmeyi başardı.

Tepeden baktıkları vadinin kalbine, içlerinden birini soktular. El Alto, galip gelmiş görünüyordu.

                                                          * * *

Ama herkes yerinde kaldı. Çukurdakiler, konumlarını korudular. Platodakiler artık biraz daha tepeden bakıyordu, ama El Alto’nun altyapıdan mahrum, kilometrelerce dümdüz uzanan sokaklarını kuşatan sıvasız, boyasız, çatısız kiremit evlerde yaşamayı sürdürüyordu.

Morales, La Paz’daki hükümet binalarına yerli halkların çok renkli bayrağını astığında, zaferin tamamlandığını sanıyordu. Mücadele sınıfsal bir hesaplaşmaya dönemiyor, yerliler kendi sembollerini zenginlerin gözüne soktukça gururları okşanıyor, karşıtlık bir kimlik mücadelesi içinde giderek bulanıklaşıyordu.

Plato hizmet etmeyi, vadi de komplo kurmayı sürdürüyordu.

2019’da bir darbeyle Morales’i ülkeden sürdüler. Bir yıllık cuntanın sonunda seçimlerde yoksullar yine galip geldi.

Bir kez daha içlerinden birini, Luis Arce’yi vadinin kalbine yolladılar, devlet başkanlığı koltuğuna oturttular. El Alto, galip gelmiş görünüyordu.

                                                         * * *

Sınıf, tanımı gereği çokluğa, kitleye, bütüne yaslanır. Kimlik, kişiseldir.

Sınıf mücadelesinin öznesi kitlelerdir. Sayısız ama isimsiz kahramanın imzasını taşır. Kimlik mücadelesi bireyseldir, yan yana gelinir ama kişiler öne çıkar.

Kitleyi kandırmak zordur, hele örgütlüyse. Bireyi ayartmak kolaydır, örgütlü olsa bile.

Lider tapıncının giderek yayılması, sınıf mücadelesinin aşınmasıyla da alakalıdır.

Geçen hafta Bolivya’da bir darbe girişimi oldu. Tuhaf, baştan kuşku uyandıran bir darbe.

El Alto’dakiler ayaklandılar, vadiye vardılar, askerin karşısına çıktılar. Az sayıdaki asker geri çekildi. Girişim püskürtüldü.

Darbe girişiminin üzerinden beş gün geçmeden, Morales, “kandırıldık” dedi. Arce, darbeyi bizzat kendisi örgütlemişti.

Yoksulların hareketinden çıkan iki lider, gelecek yılki seçimlerde rakip olacaklar. Morales Arce’yi partiden kovdu, Arce tüm parti yönetimini yasadışı ilan etti. Morales, darbe girişimini Arce’nin meşruiyet kazanmak için tezgahladığı kanaatinde.

El Alto’dakiler darbe haberi üzerine ayaklanıp vadiye vardılar, evet. Ama zaten her gün aşağıya iniyorlar. La Paz hâlâ güneş, El Alto’daki yüzbinler teleferiklerle aşağıya, hizmet etmeye gidiyorlar.

Sırtlarına geçirdikleri unku ve aksu yerli kıyafetleri kimliklerini hemen ele veriyor. Ama sayıları ne kadar çok da olsa, kitle olamıyorlar. Seçimleri kazanıyor, parti olamıyorlar. İktidara geliyor, muktedir olamıyorlar.

La Paz’a içlerinden birilerini gönderiyorlar, evet.

Ama güneşi zaptedemiyor, çukurun tepesine çökemiyorlar.

İsimsizler bir kahraman arıyor, birlikte kahraman olamıyorlar.

                                                              /././


T24 KÖŞEBAŞI -2 Temmuz 2024-

 

Talep’te köpük ve TÜİK’in “Düzeltme ve cevap metni” -Ercan Uygur-

TÜİK’in harcama kalemleri toplamı, özellikle reel tüketimdeki yukarı sapma nedeniyle, reel üretim GSYH değerini önemli ölçüde aşıyor. Dilerim TÜFE’de ve etkilediği diğer değişkenlerde düzeltmeler yapılacaktır.

7 Haziran 2024’te T24’te yayımlanan köşe yazımla ilgili olarak, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanı Dr. Erhan Çetinkaya imzası ile T24’e gönderilmiş bir yazı bana iletildi. Bu yazı “Düzeltme ve cevap metni” başlığını taşıyor.

TÜİK yazısında, benim yazımdaki sayısal sonuçlar kabul edilmiş ve bu sonuçlar için bazı nedenler ve açıklamalar getirilmiştir. Bu yanıt yazısında amacım TÜİK’in ifade ettiği bu nedenleri ve açıklamaları irdelemektir. 

Öncelikle TÜİK metnini hazırlayıp ilettikleri için Dr. Çetinkaya’ya ve kendisinin şahsında TÜİK uzmanlarına teşekkür ederim. Bu gibi bilgi alışverişleri bizlerin sorumluluk alanında, TÜİK’in de görev ve yetkileri arasındadır. TÜİK’in görevlerinden şu ikisi önemlidir:

1) “Ülkenin ekonomi, sosyal konular, demografi, kültür, çevre, bilim ve teknoloji alanları ile gerekli görülen diğer alanlardaki istatistiklerini derlemek, değerlendirmek, analiz etmek ve yayımlamak.”

2) “Resmî istatistik sonuçlarının bilimsel ve teknik açıklamalarını yapmak.” TÜİK, Görev ve Yetkileri (2024).

7 Haziran 2024 tarihli yazımın başlığı; “'Talep' hesabında köpük var: TÜFE'deki yanlışlar, açlık ve yoksulluk çeken dar gelirlilerin talebini yüksek gösteriyor” idi. Konuyu da kısaca hatırlatayım.

Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) üç tanımından gelen değerler birbirine eşittir, daha doğrusu özdeştir. Birincisi üretim tanımıdır, sektörlerin katma değerlerinin toplamını verir. İkincisi katma değerlerden elde edilen ücret ve kâr gibi gelirlerin toplamını veren tanımdır.

Üçüncüsü bu gelirlerin harcandığı tüketim, yatırım, net ihracat gibi kalemlerin toplamını ifade eder. Bu üç tanım, cari fiyatlarla (nominal olarak) da, belli bir dönemin fiyatlarıyla (reel olarak) da ifade edilebilir. İster nominal, ister reel olsun, GSYH özdeşlikleri hep geçerlidir.

TÜİK, her üç GSYH’nın nominal değerlerini hesaplıyor. Her üç tanımın nominal değerleri birbirlerine eşittir, burada bir sorun yok. TÜİK, sektörel üretimlerin reel değerlerini toplayıp reel GSYH değerini elde ediyor. Burada da sorun yok.

Üretim ve harcama farkı

Ancak, TÜİK’in hesapladığı reel özel tüketim, reel yatırım, reel kamu harcaması, reel net ihracat gibi kalemlerin toplamı, diğer tanımlarda temel olarak alınan üretim GSYH değerinden daha yüksektir ve bu sapma giderek artıyor. Kısacası, özdeşlik sağlanmıyor.

7 Haziran 2024 tarihli yazımda bu sapmaları bir tabloda gösterdim. Üretim GSYH içinde harcama kalemlerinin paylarının toplamı 2022’de yüzde 111,5; 2023’te yüzde 114,9; 2024I’de (2024 birinci çeyrek) yüzde 119,5’tir.

Şimdi aynı sonuçları reel değerler üzerinden Tablo 1’de bir kez daha gösteriyorum. Tablodaki verileri, son yıllar dışında, çift sayı yıllar ile sınırladım, ki tablo çok yer kaplamasın. Bu tabloda yine önce 2022, 2023 ve 2024I dönemlerime bakalım.

2022’de reel harcamalar toplamı 2366,18 milyar TL, reel üretimden bulunan GSYH ise 2122,07 milyar TL’dir; yani 2022’de birinci değer ikinciden yüzde 11,5 daha fazladır. Bu fazlalık 2023’de yüzde 14,9;  2024I’de yüzde 19,5’tir.

TÜİK’in açıklamasında, kullanılan zincirleme hacim yöntemi bu farkın nedeni olabilir, çünkü bu yöntemde bir toplamsallık sorunu vardır deniyor. Yani alt-kalemlerin toplamı, GSYH’dan farklı olabilir. Ancak, ortaya çıkan yüzde 20’lere varan farklar bu sorunla açıklanamaz.

  1. Toplamsallık sorunu GSYH’nın üretim tanımında da olabilir, çünkü bu reel değer de zincirleme hacim ile bulunuyor. Halbuki TÜİK’in reel üretim GSYH hesabında toplumsallık farkı yoktur veya sıfıra yakındır.
  1. GSYH’nın harcama tanımında stok değişmeleri ek bir sorun yaratır ama, stok değişmeleri de hep yukarı doğru büyük (yüzde 10’u aşan) farklar oluşturamaz. Bu konuda bakınız örneğin Whelan (2002).
  1. Zaten Tablo 1’deki 2021 öncesi reel harcama ve üretim değerlerine bakınca, iki toplam arasında büyük farklar olmadığını görüyoruz. Tabloda, örneğin 2010 ve 2020 yıllarında üretimin harcamadan yüksek gerçekleştiğini, farkın eksi olduğunu da görüyoruz.
  1. ABD için yapılan çalışmalarda gösterildiği gibi, toplamsallıktan kaynaklanan farklar, göreli fiyatlardaki değişmenin boyutuna bağlı olarak, en çok olduğunda dahi istatistiki olarak kabul edilebilir (yüzde 2,5 dolayında) düzeydedir. Whelan (2002). TÜİK verilerinde de 2021 öncesi farklar belirtilen sınırlar içinde kalıyor.
  1. Bütün sorun, 2021 ve sonrasında ortaya çıkıyor; reel harcamalar reel üretimi büyük oranlarda aşıyor. 2021 ve sonrasında ne olduğunu da biliyoruz.
  1. 7 Haziran 2024 tarihli yazımda da belirttim; OECD ülkelerinin hesaplarında reel harcama ve reel üretim farkı varsa bile çok küçüktür, genellikle yüzde 1’in altındadır. TÜİK yazısında belirtilen Litvanya’nın zincirleme hacim verilerine de baktım, önemli bir fark yoktur.
  1. Eğer küçük farklar varsa, “istatistikî fark” (statistical discrepancy) olarak açıklaması verilmektedir. TÜİK verilerinde böyle bir açıklama da yoktur.TIKLAYIN - TÜİK'ten 'düzeltme ve cevap' açıklaması

Fiyat endeksleri farkı ve TÜFE

Aslında üretim ve harcama kalemleri farkının nereden kaynaklandığı TÜİK’in “cevap metninde” açıklanıyor ve şöyle ifade ediliyor: “Üretim yönteminde kullanılan deflatörler ile harcama yönteminde kullanılan deflatörler artışları birbirlerinden farklılıklar gösterdiği durumlarda harcama bileşenlerinin toplamı da büyük sapmalar gösterebilmektedir.” (Cümleyi aynen aktardım.)

Yazımda reel harcamaların, özellikle özel tüketim harcamasının neden yüksek olduğunu, TÜFE ile diğer endekslerin farkı ile açıklamıştım. Bu konuda TÜİK ile aynı noktadayız. TÜİK’in “cevap metninde” şu ifadeler de var: “...daha fazla paya sahip hizmetler sektörü Hizmet-ÜFE sektörü ile deflate edilmektedir. Hizmet ÜFE artışları da TÜFE’nin çok üstünde seyretmektedir.” (Yine cümleyi aynen aktardım.) TÜİK de bu farkı vurguluyor.

TÜİK metninde çok ayrıntılı fiyat endeksleri kullanıldığı ifade ediliyor. “... ilgili TÜFE deflatörünün kullanılması sonucunda CPA ürün sınıflamasında 5’li digit düzeyinde fiyat etkisinden arındırılmaktadır.” Bu fiyat bilgilerini birçok kullanıcı bilmek istyor. Ancak TÜİK bu bilgileri açıklamıyor. Bu bilgiler açıklansa, birçok tartışma bitecektir halbuki.  

TÜİK metninde reel harcama toplamı ile üretim GSYH farkına ilişkin aynı açıklama sürekli tekrar ediliyor ve sorunun ne zaman biteceği de söyleniyor: “...temel neden üretim ve harcama bileşenleri için kullanılan deflatörlerin artışlarının birbirlerinden farklılaşmasıdır. Deflatör artışlarının birbirine yakınlaşması sonucunda bu durumun ortadan kalkması beklenmektedir.”

Buna da aynen katılıyorum. Görüldüğü gibi, bu konuda bütün yollar fiyat endeksi veya deflatör sorunlarına çıkıyor, başrolü de elbette TÜFE oynuyor.

7 Haziran tarihli yazımda, OECD ülkelerinde özel tüketim ve GSYH deflatörlerinin birbirine  yakın seyrettiğini söylemiştim. Tablo 2’de ikinci sütunda deflatörlerin oranının Almanya’da ortalama 1 olduğunu görüyoruz. Diğer OECD ülkelerinde de benzer bir durum vardır. 

İlk sütunda yer alan Türkiye’deki iki deflatörün oranı ise, 2020 sonrasında hızla 1’in üzerine çıkıyor. Yani iki deflatör ayrışıyor. Nedeni aşağı sapmalı olan TÜFE’dir.

Sonuç olarak, TÜİK’in harcama kalemleri toplamı, özellikle reel tüketimdeki yukarı sapma nedeniyle, reel üretim GSYH değerini önemli ölçüde aşıyor. Dilerim TÜFE’de ve etkilediği diğer değişkenlerde düzeltmeler yapılacaktır.

Şunu da söyleyebilirim. TÜFE, TÜİK’in fiyat grubunda hesaplanıyor, kontrol ve onaydan geçip ulusal gelir grubuna ve diğerlerine veriliyor. Ulusal veri grubu da bu sapmalı TÜFE’yi kullanıyor. Bu ifadeler ezbere değil; Türkiye’nin çeyrek yıllık GSYH verilerinin ilk hesaplanışında TÜİK’de danışmandım; danışmanlığım uzun süre devam etti.     

Kaynaklar

TÜİK Görev ve Yetkileri (2024)

Whelan, K., (2002), “A Guide to U.S. Chain Aggregated NIPA Data”, Review of Income and Wealth, 48(2), 217-233.

                                                                               /././

Temmuz geldi: Otomatik ÖTV artışlarına hazır mıyız? -Murat Batı-

Anayasa m.73 ve ÖTV Kanunu m.12 uyarınca Cumhurbaşkanının bu otomatik artışları yaptırmama ya da farklı tutarlarda uygulatmak için verilmiş yetkisi de bulunmaktadır. Ancak Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanacağına pek ihtimal vermemekteyim.

Vergi gelirleri içinde tahsilat payı en yüksek olan vergilerden biri 1 Ağustos 2002 tarihinde yürürlüğe giren özel tüketim vergisidir. (ÖTV)

ÖTV, sadece malın üretim ve ithalat aşamasında bir defaya mahsus alınır ve bu vergiye sadece “mallar” konu olur. Hatta her mal konu olmayıp Özel Tüketim Vergisi Kanunu’nda sayılan mallar girmektedir. Hizmetler, ÖTV kapsamı dışındadır.

Vergi idaresi, ÖTV’den önemli oranda gelir elde etmektedir. Genel olarak ÖTV’ye tabi ürünler (alkol, sigara, doğal gaz gibi) ikamesi pek olmayan ya da ikamesi düşük olan ürünlerden oluştuğu için biz tüketiciler tarafından tüketimden pek kaçamamakta ve dolayısıyla da bu vergiyi ödemek zorunda kalmaktayız. Devlet de bunu bildiği için bu vergiye yüklendikçe yüklenmektedir.

Ayrıca ÖTV’ye tabi bu ürünlerden ÖTV dahil tutar üzerinden KDV de alınmaktadır. Örneğin motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçmeyen ve satış fiyatı 1 milyon TL olan bir otomobil için şu an 370 bin TL ÖTV ve 167 bin TL KDV ve toplamda 537 bin TL vergi ödenmektedir. Yani 1 milyon liralık aracın 537 bin lirası KDV ve ÖTV’den oluşmaktadır.

Gelir İdaresi Başkanlığı bu vergiden oldukça iyi gelir elde etmektedir.

Son yedi yılda ÖTV tahsilatı

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere son yedi yıldaki ÖTV tahsilatları ile 2024 yılı bütçe tahminleri bulunmaktadır. Tablodaki 2024 yılı verileri, 2024 yılı Bütçe Kanunu’ndaki tahminlerden oluşmaktadır.

Görüldüğü üzere 2023 dahil son yedi yıldaki ÖTV tahsilatlarının toplam vergi tahsilatına oranının ortalaması yaklaşık yüzde 21,45’tir. Bunun anlamı son yedi yılda toplanan her bin liralık verginin 214,5 lirası ÖTV’den elde edilmiş demektir. Bu oran oldukça yüksektir.

2024 yılında 1 trilyon 409 milyar 766 milyon TL ÖTV’den gelir hedeflenmektedir. Bu hedef içindeki en büyük pay ise petrol ve doğal gaz ile motorlu araçlardan elde edilecek ÖTV’dir. Sadece petrol ve doğal gaz ile motorlu araçlardan hedeflenen tahsilat tutarı 953 milyar 353 milyon liradır.

Diğer taraftan ÖTV tahsilat hedefi önceki yıla göre hep makul oranlarda artmış ama özellikle son üç yıldaki tahsilat tutarı önceki yıla göre ciddi oranda artmış durumdadır. Örneğin 2023 tahsilat tutarı 2022’nin tahsilatına oranla yüzde 121,10 oranında artmış durumdadır. Bunun en önemli sebeplerinin başında elbette enflasyon gelmektedir.

Aşağıda 2024 yılının ilk beş ayında tahsil edilen ÖTV kalemleri görülmektedir.

2024 yılının ilk beş ayında ise ÖTV tahsilatı 497 milyar 55 milyon lira olmuştur. 2024 yılında hedeflenen toplam ÖTV tahsilatı 1 trilyon 409 milyar 766 milyon liradır. Yani ilk beş ayda hedeflenenin yaklaşık yüzde 35’i tahsil edilmiş. Aynı oranda Haziran’da da tahsil edilirse yaklaşık hedeflenenin yüzde 42’si tahsil edilmiş olacak. Ancak 3 Temmuz’da açıklanacak Yİ-ÜFE oranıyla birlikte maktu ÖTV tutarları artacağından hedeflenen ÖTV tahsilatına bir adım daha yaklaşmış olacağız.

Hedeflenen ile tahsilat tutarlarının farkı ne kadar olmuş?

Her yıl yasalaşan bütçe kanununda ilgili yılda ne kadar vergi gelirleri tahsil edileceği tahmin edilmektedir. Kendi bütçe kanunlarından çıkardığım veriler ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın birimleri tarafından açıklanan tahsilat tutarları karşılaştırıldığında hedeflenen tahsilat tutarı ile tahsil edilen tutar farkları önem arz etmektedir. Bu farkları aşağıdaki tabloda gösterdim.

Aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere son iki yılda hedeflenen toplam ÖTV’nin üzerinde tahsilat yapılmış.

Son dört yılda üç kez hedeflenenin üzerinde tahsilat yapılmış. 2024 yılında da hedeflenen ÖTV tutarı 1 trilyon 409 milyar liradır. Bu hedef tutar mı sorusunun cevabını ise 3 Temmuz günü açıklanacak ÜFE verileri ile maktu ÖTV tutarlarında yapılacak artışlarda aramak gerekecektir.

Şimdi ne olacak?

3 Temmuz Çarşamba günü saat 10:00 sularında altı aylık Yİ-ÜFE verileri TÜİK tarafından açıklanacak. Özel Tüketim Vergisi Kanunu m.12/3.fıkra uyarınca tütün mamulleri ile alkollü içecekler; ÖTV Kanunu m.12/5.fıkra uyarınca da doğal gaz, benzin, motorin gibi ürünlere uygulanan maktu vergi tutarları her yıl Ocak ve Temmuz aylarında Yİ-ÜFE oranında artırılacak. Ve maktu ÖTV tutarları açıklanacak oranda otomatik artacak.

Şu an yaklaşık maktu ÖTV tutarları bir litre benzinde 9,45 TL, bir litre motorinde 8,86 TL’dir.

2024’ün ilk beş ayının ortalaması kadar Haziran ayında ÜFE artarsa altı aylık Yİ-ÜFE yaklaşık yüzde 21-22 olacak ve maktu tutarlar 2024 yılının son altı ayı için yaklaşık yüzde 21-22 oranında artacaktır. Bu artış üzerinden ayrıca KDV de uygulanacağından satış fiyatına katmerli şekilde yansıyacak.

3 Temmuz tarihinde açıklanacak veriler doğrultusunda yukarıda sayılan ÖTV’ye tabi ürünlerin ÖTV matrahları maalesef artacak. Ayrıca KDV de hesaplanacağından bu ürünlerin fiyatı artmış olacak.

İlaveten Anayasa m.73 ve ÖTV Kanunu m.12 uyarınca Cumhurbaşkanının bu otomatik artışları yaptırmama ya da farklı tutarlarda uygulatmak için verilmiş yetkisi de bulunmaktadır. Ancak Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanacağına pek ihtimal vermemekteyim. Umarım yanılırım.

                                                               /././

350 bin personeli olan Emniyet teşkilatının geleceği, "bir kişiye" mi bağlı? -Tolga Şardan-

Erol Ayyıldız'ın Aktaş'la benzer süreci yaşaması çok yakın. Zira birisi Marmara Bölgesi'nden, diğeri de Güney Anadolu Bölgesi'nden iki vali Emniyet Genel Müdürü koltuğuna oturmak için kulis yapıyorlar iktidar nezdinde! Benden söylemesi.

Servet Yılmaz

Türk Emniyet Teşkilatı'nın en önemli yönetim organlarından Yüksek Değerlendirme Kurulu'ndaki (YDK) "kriz süreci" halen devam ediyor.

Teşkilatta görev yapan amir ve 1. sınıf emniyet müdürlüğüne terfi edecek müdürlerin dışında kalan -birinci sınıfına terfi edecek personeli sadece İçişleri Bakanı belirleme yetkisine sahip- müdür sınıfındaki tüm personelin bir üst rütbeye terfi etmesinin yanı sıra emekli edilecek amir ve müdürlerin dosyalarının tek tek tartışılıp değerlendirildiği kurulun çalışmaları, geçen mayıstaki son birleşim sonrasında askıya alındı.

Kısaca "terfi kurulu" adıyla bilinen YDK; Emniyet Genel Müdürü'nün başkanlığında tüm Emniyet Genel Müdür Yardımcıları, Polis Akademisi Başkanı, Personel Başkanı, Özel Güvenlik Başkanı, Polis Teftiş Kurulu Başkanı, Birinci Hukuk Müşaviri, mevcut il emniyet müdürleri arasından seçilen iki il emniyet müdürü, mevcut polis başmüfettişleri arasından seçilen bir polis başmüfettişinden oluşuyor.

YDK'nın 2024 yılı çalışmaları yürürlükteki mevzuat gereğince görevdeki Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız başkanlığında mayısta bir araya geldi.

Kurul çalışmalarının ilk bölümünde bir üst rütbeye terfi edecek emniyet amiri ve müdürlerin dosyaları değerlendirilip sonuca bağlandı.

YDK'nın askıya alınmasına neden olan gelişme, çalışmaların ikinci bölümünde yaşandı. Kurul üyeleri arasında "gürültü kopması"nın sebebi, emekli edilecek polis müdürleriydi.

Zira emekli edilmesi beklenen polis müdürleri arasında, ülkenin yaşadığı tartışmalı sürecin mimarlarından Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun "A Takımı" var.

A Takımı derken; bir isim öne çıkıyor aslında. Önceki Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz!

YDK krizinin adı: Servet Yılmaz

Soylu'nun emniyet içinde ilk sırada gelen isim Servet Yılmaz'ın emekli edilmesinin öngörülmesinin yarattığı krizi, yakın zamanda Büyüteç'te gündeme taşıdım.

Konuyu tekrar etmemek için ilgili yazıların linkleri burada:

23 Nisan'daki Büyüteç28 Mayıs'taki Büyüteç ve 14 Haziran'daki Büyüteç'i okumak, süreci bir bütün şeklinde anlamaya katkı sağlayacak.

Özellikle 14 Haziran'daki son yazıdaki kulis bilgileri, YDK'da yaşanan krizi göstermek açısından dikkat çekici.

Bu kulis bilgilerine göre; tüm süreç tek bir isim üzerinde odaklandı: Servet Yılmaz.

YDK'nın Servet Yılmaz'a yakın üyeleri, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Selami Yıldız ve Mahmut Çorumlu, Özel Güvenlik Başkanı Suat Çelik ve Birinci Hukuk Müşaviri Rüştü Yılmaz, Önceki Ankara Emniyet Müdürü ve Soylu'nun en tepe ismi Yılmaz'ın emekli edilmesinden yana değiller.

Hatta öyle ki; Çorumlu, Yılmaz'ın dosyasının kurula getirilmesi halinde "şerh koyacağını" açık açık dile getirdi. Halen bu görüşünde ısrarcı.

Yılmaz'a emeklilik yolunun açılmasına destek verenlerin başını halen görevine devam eden Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç ile Soylu ve ekibinin varlığından hiç hazzetmediği Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Çalışkan var. Bir de en kıdemli Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Adem Çakıcı.

Soylu ve ekibi, bir dönem Çakıcı'nın görevden alınması konusunda yoğun çaba sarf etti. Ancak son noktada Çakıcı kaldı, tasfiye edilen Soylu ve ekibi oldu.

Dinç, Yılmaz'la ilgili neler biliyor?

İşin diğer bir boyutu Dinç'in mevcut konumu. Son yıllarda başta Hrant Dink dosyası olmak üzere tartışılan bir mesleki sicile sahip olan Dinç, halen Ankara Emniyet Müdürü.

Selefi Servet Yılmaz'ın görev süresinde neler yaptığını en net bilenlerden. Henüz kamuoyuna yansımamış enteresan olaylar var. Dinç bunları biliyor. Yılmaz da Dinç'in kendisi hakkında neler bildiğini biliyor.

İkili arasında kıyasıya bir güç mücadelesi var.

Bir ekleme daha yapayım; Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nde yakında patlak veren gizli tanık skandalını da bu mücadeleden ayrı tutmamak gerekir. Yakında bu konuda da önemli ve ilginç gelişmeler yaşanacak. Hem kurumsal hem de siyaset odaklı.

Emeklilik krizi bu kadar net ve keskin hatta cereyan ediyor.

Mayıstaki son birleşiminden sonra YDK çalışmalarının askıya alınmasıyla Yılmaz'ın destekçileri karşı tarafın kalesine bir gol attılar şimdilik.

Yine kulis bilgilerine göre, Yılmaz başta Soylu'nun diğer ekibinin emekliliğinin görüşülmesi konusu Kasım'a kaldı. Bu takvimin gerekçesi de hem mesleki kıdem hem de görev itibarıyla en kıdemli Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Adem Çakıcı'nın 2 Kasım'da yaş haddinden emekli olması.

Böylece bir tasfiye edilen ekibin emekliliğinde direnen bir YDK üyesinden kurtulmuş olacak Yılmaz'ın destekçileri. Bu takvimi bozacak bir tek parametre var. Önümüzdeki günlerde çıkması beklenen emniyet müdürlerinin yaş haddinden emeklilik yaşının 60'dan 62'ye çıkarılması. Bu teklifin yasalaşması ve Çakıcı'nın mevcut görevine devam etmesi, Yılmaz'ı destekleyen ekibi üzecek doğal olarak.

Terfi ve tayin bekleyen personelin günahı ne?

YDK çalışmalarının "Servet Yılmaz'ın emekli edilmesinin önüne geçmek isteyen grubun faaliyetiyle askıya alınması", diğer bir deyişle kilitlenmesi, teşkilat içindeki önemli bir süreci de doğrudan etkiliyor kuşkusuz.

Aynı zamanda binlerce teşkilat mensubunu huzursuz eden ve sonu bilinmeyen bir takvim bu.

Şöyle ki; YDK'nın görevlerinden birisi de yazının başında belirttiğim gibi amir ve müdürlerin terfilerinin karara bağlanması.

Bu çerçevede binlerce amir ve müdür hakkında terfi kararları alındı tek tek. Ve bu kararların yürürlüğe girmesi için önce kurul üyelerince imza altına alınması, ardından da İçişleri Bakanı'nca onaylanması gerekli.

İşte bu zorunluluk, Emniyet'in elini kolunu bağlamış durumda.

Çünkü, teşkilatın amirler ve müdürleri kapsayan yıllık olağan tayinleri bu terfi kararlarını bekliyor!

Personel Başkanlığı'nın, ülke genelindeki tayinleri bu terfi kararları üzerinden planlama görevi var. Doğal olarak terfi edenler ya da terfi edemeyenlerin yeni görev yerleri bu kararlara göre şekillenecek.

Hâl böyle olunca şu günlerde çoktan yayımlanması gereken –resmi tayin ve atama tarihi 30 Haziran– terfiler, tayinler ve atamalar kilitlenen YDK'dan beklenen kararlar nedeniyle gerçekleşemiyor maalesef.

Doğudan batıya, batıdan doğuya yapılacak planlamaların yürürlüğe girmesi, YDK'da Servet Yılmaz başta Soylu'nun üç - beş adamının emekliliğinin önüne geçilmesi pahasına gerçekleşemiyor.

Bu isimleri hiç tanımayan amir ve müdürlerin mesleki ve ev yaşamları, YDK krizi nedeniyle olumsuz etkileniyor. Terfi ve tayin uygulaması içinde yer alacak personelin hak ettiği bir durum mudur bu?

Bu sürecin yaşanmasına ön ayak olan Servet Yılmaz'ın destekçisi YDK üyeleri, binlerce polisi amir ve müdürünün yaşamsal hakkını gasp ederek görevi ihmal etmiş değiller mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan devreye girdi iddiası

İşte yaşanan kaotik durum, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a kadar ulaşmış durumda.

Ankara Emniyeti'nde yaşanan gizli tanık skandalı sürecinde hangi polis müdürleri ile –tutuklanan ve haklarında adli soruşturma başlatılan polisler dışında- hangi AKP'li önemli bir siyasetçinin rolünün ne olduğu başta olmak üzere Emniyet'teki YDK krizi Cumhurbaşkanı Erdoğan'a aktarılmış durumda.

Hatta, Erdoğan geçen hafta Polis Akademisi'ndeki mezuniyet törenine katıldığı sırada YDK süreciyle ilgili İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile ayaküstü konuştu. Sorunun çözümlenmesini söyledi.

Bunun üzerine dün itibarıyla YDK'nın kasımı beklemeden yeniden çalışacağı beklentisi oluştu, Emniyet kulislerinde.

Büyüteç'i kaleme aldığım dün öğle saatlerine kadar bu konuda olumlu bir gelişme yoktu. Terfilerini alan ve tayin bekleyenler daha beklemeye devam edecekler anlaşılan.

Emniyet Genel Müdürü Ayyıldız bu sürecin neresinde?

Buraya kadar okuduklarınızla ilgili Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'la ilgili özel bir paragraf açmak gerekli.

YDK'nın tüm süreci Ayyıldız'ın gözleri önünde ve bilgisi içinde gerçekleşiyor maalesef.

Ayyıldız her nedense Genel Müdür olduğunu hatırlatamayıp, özellikle Servet Yılmaz'ın yanında yer alan YDK üyelerinin kontrolüne girdiğini gösteren yaklaşım içinde.

YDK'nın çalışmalarını tamamlatmak yerine Yılmaz'a yakın ekibin yaklaşımını kabul edip askıya alınmasının yolunu açtı.

Oysa YDK kararlarını bekleyen binlerce polis ve yakınları var. O insanlar, YDK kararlarıyla bağlantılı olarak hayatlarını yeniden biçimlendirme çabasındalar.

Emniyet Genel Müdürü Ayyıldız'a önerim, kılavuzlarını değiştirsin.

Kılavuzlarından gelen her bilgiye inanmasın. O kılavuzlar, isimlerinin karıştığı "emniyet – siyaset" düzleminde gerçekleşen sıkıntılı bir olayla ilgili paçalarından tutuşmuş vaziyetteler ve kendilerini kurtarma çabasındalar.

Kendisinden önce aynı koltukta oturan Mehmet Aktaş da yanlış kılavuzlar bulup çalıştı ve Emniyet tarihine "düşük profilli genel müdür" olarak geçti. Atandığı bakan yardımcılığı görevi sırasında da bir gecede sorumluluk alanını kaybetti.

Böyle giderse, Ayyıldız'ın akıbeti de aynı olacak. Hatta fısıldamış olayım; kulislerde daha şimdiden kendisi için matematikteki "toplamada sıfır, çarpmada bir" anlamına gelen "etkisiz eleman" yakıştırması yapılıyor.

Aktaş'la benzer süreci yaşaması çok yakın. Zira birisi Marmara Bölgesi'nden, diğeri de Güney Anadolu Bölgesi'nden iki vali Emniyet Genel Müdürü koltuğuna oturmak için kulis yapıyorlar iktidar nezdinde!

Benden söylemesi.

Emniyet tarihine nasıl geçeceği Ayyıldız'a kalmış artık.

(T24)


1 Temmuz 2024 Pazartesi

Sahaflar Çarşısı (XII) - İnsanlığın kaderini değiştiren bir savunma: Sıcak Karlar / Özkan Öztaş - soL

Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta İkinci Dünya Savaşı'nın en kritik anlarından biri olan Stalingrad Savunması'nın anlatıldığı Yuri Bondarev'in Sıcak Karlar romanını konuşuyoruz.

Yusuf Şaylan, bu haftaki buluşmamıza elinde iki kitapla birlikte geliyor. Bir tanesi Yuri Bondarev'in "Sıcak Karlar" romanı. Diğer kitap ise Simonov'un "Lopatin'in Notları, Savaşsız Yirmi Gün" adını taşıyor. Bir eli masada. Parmaklarıyla "Sıcak Karlar" romanına ritmik bir şekilde vuruyor. 

"Bu hafta Sıcak Karlar'ı konuşalım. Yuri Bondarev ilginç bir adam. Aslında bir Topçu Subayı ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne sonradan katılıyor. Hem askeri subay hem de bir yazar. Yani hem içerden anlatıyor yaşadıklarını hem de bunu yaparken edebi estetikten vazgeçmiyor. Bu sıcak günlerde Sıcak Karlar'ı hatırlamak iyi olacaktır. Aynı zamanda insanlık tarihinde başka bir yeri var bu dönemin. Ve tabii o insanların. Üstün insanlar olduğunu düşünüyorum bu dönemin insanlarının, o dönemin Sovyet halklarının" diyor.

Bondarev, II. Dünya Savaşı'na topçu subayı olarak katıldı ve 1944'te SBKP'ye üye oldu. 1951'de Maxim Gorki Edebiyat Enstitüsü'nden mezun oldu. Yani askeri meziyetlerinin yanına bir de edebiyata dair aldığı eğitimleri ekledi. "Son Yaylım Ateşi", "Taburlar Ateş İstiyor", "Oyun" ve "Kıyı"; "Sıcak Karlar" dışında Türkçe'de en çok bilinen romanları.

Çaylarımız geliyor. Havada hoş bir aydınlık. Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'ndeyiz. Rüzgar hafif serin esiyor. "Hadi bakalım geç kalmayalım. Başlayalım" diyor. 

Başlıyoruz.

Bir hayatı iki valize sığdırmak

Yuri Bondarev'in roman karakterleri aynı zamanda kendi yaşantısından da izler taşıyor. Romandaki askerimiz hayatını iki valize sığdıran bir mütevazilikte yaşarken Stalin'in karşısında aldığı ilk toplantıdaki heyecanı ise bir çocuğun tüm masumiyetini barındıran cinsten. 

Bu dönemin özelliği biraz da askeri yazarlar geleneğini var etmesi. Yusuf Şaylan bunu anlatırken "Altüst oluş dönemlerinde yazılan ürünler daha kalıcı oluyor sanırım. Ya da en iyi romanlar böylesi dönemlerde yazıldı da diyebiliriz. Sadece Yuri Bondarev de değil. Konstantin Simonov ve daha nicesi buna örnektir. Bu yazarların şiirlerine besteler, filmlerine senaryolar yazıldı. Birden fazla sanat alanını etkilediler. Bir yanıyla savaşlarda gösterdikleri kahramanlıklarla aslına bakarsan tüm insanlığın kaderini belirlediler ve faşizmi yenerek insanlığa büyük bir armağan verdiler" diyor.

Biraz uzaklara dalıyor ve düşünerek ağır ağır konuşmaya devam ediyor.

"Bak 105. sayfada bahsediyor bu durumdan. Romanımızın kahramanı hayatını iki valize sığdıran bir adam. Ama yazarı da zaten böyle. Yaşantısından ve hayatında aldığı kararlardan biliyoruz. Dolayısıyla bu dönemin insanlarına biraz daha farklı bakmak gerektiğini düşünüyorum" 

'Ben ordusu olmayan bir generalim Nadya!'

1924 yılında doğan Yuri Bondarev'in askeri tecrübesi romanda kendini daha çok ayrıntılarda hissettirir. 

Savaş tecrübeleri, onun edebi yaşamında da derin izler bırakmış ve yazdığı eserlerde bu tecrübeler belirgin bir şekilde yer bulmuştur. Bondarev, savaşın acımasızlığını ve insanın bu süreçteki direncini, psikolojik derinliklerle birlikte işler. Eserleri, Sovyet edebiyatının savaş edebiyatı kategorisinde önemli bir yere sahiptir.

Bunun yanı sıra Stalingrad Savunması, İkinci Dünya Savaşı'nın dönüm noktalarından biridir. Sovyetler Birliği'nin Nazilere karşı kazandığı bu zafer, savaşın seyrini değiştirmiş ve Nazizmin yenilgisine giden yolu açmıştır. Stalingrad'da verilen mücadele, sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda Sovyet yurttaşlarının fedakarlıkları ve dayanışması ile kazanılmış bir zaferdir. Bu, sosyalist ideolojinin vurguladığı kolektivizm ve birlikte mücadele ruhunun somut bir örneğidir.

Romanda bu dayanışmanın ve fedakarlığın tüm örneklerine rastlamak mümkün. Konu buraya geldiğinde Yusuf Şaylan yutkunuyor. 

"Düşünsene. Bir general. Aldığı darbeden dolayı yaralı ve hastanede tedavi olurken oğlu ziyaretine geliyor. Çocukken hırpaladığı bazen sarılıp öptüğü ama daha çok ondan uzakta ve cephelerde veya eğitimlerde geçen hayatında 'acaba ailem için daha iyisini yapabilir miydim?' diye düşünen babanın, yaralıyken yanına gelen askeri okuldan çıkmış bir çocuk. 

Gözleri kendi gözleri saçları sevdiğine benziyor belki. Yaralı bir general. Eşi onu teselli ederken 'Ordusu olmayan bir generalim' diyor. Sonra ayağa kalkar kalmaz da Stalin'in yanına giderek ve baston kullanmamaya gayret ederek toplantısındaki yerini alıyor. Bu dönemin insanlarını ve bu insan üstü çabalarını okuyunca günümüzdeki konfor alanları daha çok gözüme çarpıyor biliyor musun. O yüzden bu dünyayı değiştirmek isteyen her bir insanın bu romanı okuması gerektiğini düşünüyorum" diyor.

'İnsanları değiştirmek savaşa ait bir haktır'

Kitapta vurgulanan en önemli noktalardan biri, sıradan Sovyet yurttaşlarının gösterdiği üstün çabadır. Stalingrad Savunması'nda cephede savaşan askerlerden, cephe gerisinde çalışan işçilere kadar herkesin katkısı, bu büyük zaferin kazanılmasında kritik bir rol oynamıştır. Bu, sosyalist değerlerin ve Sovyet toplumunun ortak bir amaç için nasıl birleşebildiğinin güçlü bir göstergesidir.

Yuri Bondarev'in "Sıcak Karlar" romanı, 1972 yılında aynı adla filme de uyarlanmıştır. Bu film, kitabın ruhunu ve mesajını görsel olarak da güçlü bir şekilde aktarır. Filmdeki sahneler, Stalingrad'daki zorlu koşulları ve insanların bu koşullarda nasıl direndiklerini çarpıcı bir şekilde yansıtır. Film, Bondarev'in anlatımındaki derinliği ve gerçekçiliği, görsel bir boyutta izleyiciye sunar.

Hikaye, Sovyet askerlerinin zorlu kış şartlarında Alman saldırılarına karşı direnişini ve bu süreçte yaşadıkları kişisel ve toplumsal zorlukları ele alır. Romanın ana karakterleri, sıradan askerler ve subaylardan oluşur. Bu karakterler, savaşın getirdiği fiziksel ve psikolojik travmalarla başa çıkarken, aynı zamanda vatanları için verdikleri mücadelenin onurunu taşırlar.

Burada Yusuf Şaylan romanda yer alan bir cümleyi hatırlatıyor. "İnsanları değiştirmek savaşa ait bir haktır" diyor romanın kahramanı. Bu değişimi ve değiştime çabasını sınırlamaz mı diye soruyorum Şaylan'a. Muzip bir edayla gülümsüyor. 

"Eğer savaş deyince akla sadece cephede bir askeri harp geliyorsa evet sınırlar. Ama aslında bu savaşın sadece bir boyutudur. Yani savaş askeri, kültürel, sınıfsal, ekonomik ya da daha da örnekleri arttırılabilir şekilde birçok açıdan veriliyor. Hikmet Kıvılcımlı'nın buna dair bir yorumu vardır mesela. Öncesinde Lenin de benzer şekilde girdiler yapar. Savaş sınıfsal açıdan da benzer şekilde veriliyor. Mesela burjuvazinin bir karargahı var şu an. Bankalarıyla, patron kulüpleriyle, meclisleriyle burjuvazinin savaş karargahları değil midir buralar? Ya da başka bir ifadeyle madenlerde ölen işçiler benzer bir savaşın içinde can vermiyorlar mı? 

Burayı geçelim mevzu bu değil. Mevzu burjuvazinin olduğu gibi işçilerin de bir karargaha duydukları ihtiyaçtır. Bu roman bunu daha çok hatırlatıyor okuyucuya. Emekçilerin de bir sınıf savaşında olduğunu ve bu savaştaki karargahın da proletarya partisi olduğunu anımsatıyor." diyor.

Sonra İkinci savaşta hayatını kaybeden Sovyet yurttaşlarını anımsatıyor yeniden. "Turnalar" şiiri geliyor akla. Resul Hamzatov'un. 

Hamzatov'un şiir kitabını yanından neredeyse hiç ayırmıyor Yusuf Şaylan. Takılıyorum bazen kendisine "Kutsal kitap gibi hiç ayırmıyorsun yanından" diye. Gülümsüyor ve "Hamzatov çok iyi bir şair Kutsal kitap kadar kıymetli şiirleri var" diyor. Hamzatov'un Sovyet insanlarının İkinci Dünya Savaşı'nda verdikleri muazzam kavgada yitip gidenler için yazdığı Turnalar şiirini yazarken belki aklından dahi geçmeyecek şekilde bestelenerek milyonların okuduğu bir ağıda dönüşmesini anımsatıyor. 

Duruyor ve düşünüyor Yusuf Şaylan. "Savaşa ait bir haktır insanı değiştirmek. Ve savaş sadece cephede askerlerin verdiği bir kavga değildir" diye tekrarlıyor.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

                                (https://www.youtube.com/watch?v=bz5nzblk8Ws)

Anadili olan Avar dilinde şiirler yazan Dağıstanlı Sovyet edebiyatçısı Resul Hamzatoviç Hamzatov, daha sonraları, “Bu şiiri yazarken, onun şarkı olacağı aklımdan bile geçmezdi. Dmitriy Hvorostovskiy’in sesinden “Turnalar” “Bazen bana öyle gelir ki, kanla sulanmış savaş alanlarından geçemeyen süvariler topraklarımıza uzanıp kalmaz, beyaz turnalara dönüşür onlar,”

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

'Bu savaşı kazandığımızda, sana döneceğim'

Savaşın yarattığı yıkım bir yana insanın bu savaşta ayakta kalmasının koşulları aslında sosyalist bir mücadelenin boyutlarını da gözler önüne seriyor. Bazen söylenen bir şarkıda ya da yazılan bir şiirde cephedeki askerler hayatla olan bağlarını güçlü bir şekilde ayakta tutuyor. 

Roman, askerlerin sadece birer savaş makinesi olmadığını, aynı zamanda duygusal ve insani yönleri olan bireyler olduğunu gösterir. Özellikle, askerlerin sevdiklerine yazdıkları mektuplar ve savaş sırasında yaşadıkları duygusal anlar, kitabın en duygulandıran bölümlerinden.

Romanda kahramanımız bir yerde "Yuri, karlı cephedeki siperine çekildi ve elindeki kalemi titreyen elleriyle tuttu. Sevgiliye yazılan bir mektup, kalbinin derinliklerinden dökülen sözcüklerle doluydu. 'Sevgilim,' diye başladı, 'Burada her şey çok zor ama seni düşünmek bana güç veriyor. Bu savaşı kazandığımızda, sana döneceğim ve birlikte güzel bir hayat kuracağız" diye anlatıyor bunları.

Savaşı kazanma isteğinin basit bir zafer hedefiyle değil aynı zamanda insanlığın kurtuluşu için verilen mücadeleyle kurulan bağına dikkat çekiyor Şaylan:

"Bu basit anlamda bir savaş değil. Tüm bir mücadelenin aslında cephede de verilen kısmı. Mesela bir yerde şu sözleri sarf ediyor roman kahramanı, 'Arkadaşlarının cansız bedenleri arasında yürüyen Ivan, gözyaşlarını tutamıyordu. Her bir kayıp, kalbine bir bıçak gibi saplanıyordu. Onların anılarını yaşatmak ve verdikleri mücadeleyi onurlandırmak için daha da kararlı bir şekilde savaşmaya yemin etti'. Buradan da anlaşılıyor. Savaşın en acı yönlerinden biri, kayıpların verdiği derin üzüntüdür. Bondarev, karakterlerinin savaşta kaybettikleri dostlarının yasını nasıl tuttuklarını ve bu kayıpların onları nasıl etkilediğini etkileyici bir şekilde anlatır. Yuri Bondarev'in "Sıcak Karlar" romanı, sadece savaşın fiziksel yönünü değil, aynı zamanda insani ve duygusal boyutlarını da derinlemesine işler. Bu eser, savaşın acımasızlığını ve insan ruhunun dayanıklılığını anlatan etkileyici bir destandır. Bondarev'in ustalıkla kaleme aldığı bu roman, okuyuculara savaşın gerçek yüzünü ve insanın bu zorluklar karşısındaki direncini güçlü bir şekilde hissettirir."

Yar Yayınları'ndan çıkan bu kitabı okumak için birçok neden olduğunu ifade ediyor Yusuf Şaylan:

"Türkiye'deki sosyalistler için 'Sıcak Karlar' romanı, birçok açıdan önemli bir eserdir. Birincisi, Sovyetler Birliği'nin Nazizme karşı verdiği mücadelenin ve elde ettiği zaferin tarihsel önemini anlamak, sosyalist mücadelenin küresel boyutunu kavramak açısından kritiktir. İkincisi, kitabın ve filmin vurguladığı dayanışma, fedakarlık ve kolektivizm gibi değerler, sosyalist ideolojinin temel prensipleridir. Bondarev'in eserleri, bu değerleri güçlü bir şekilde işler ve okuyucularına ilham verir.

Yuri Bondarev'in 'Sıcak Karlar' kitabı, sadece edebi bir başyapıt değil, aynı zamanda tarihsel ve politik bir ders niteliğindedir. Stalingrad'da verilen mücadeleyi ve Sovyet yurttaşlarının fedakarlıklarını anlamak, sosyalist perspektiften dünya tarihine bakışımızı derinleştirir ve güçlendirir" diye tamamlıyor sözlerini.


İnce belli bardakta kalan son yudumlarını alırken çayın Yusuf Şaylan umutlu bir şekilde kitaba bakıyor. "Hakkını vermek lazım. Kitap bana daha çok bunu anımsatıyor" diyor. Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz.




Özkan Öztaş  - soL