28 Ocak 2020 Salı

Davos 2020: Murailer Zirvesi - HAYRİ KOZANOĞLU

Dünyanın egemenlerinin bir buluşması daha artık ölçüsü kaçan küresel adaletsizliklerin üstü örtülemeyecek kadar aşikar hale geldiğini gösterdi. Bu haksızlıkların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin bırakın giderilmek, biraz törpülenmesi dahi zenginlerin himmetiyle değil, “dünyanın lanetlilerini” gazaba gelip, haklarını mücadeleyle almaları mümkün.


Küresel elitlerin genel kurulu sayılabilecek Davos buluşmalarının bu yıl 50’ncisi gerçekleşti. Özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılması, “tarihin sonunun” ilanıyla birlikte zamanın ruhuna “kapitalizmin zaferi” ön kabulü egemen olmuştu. Küreselleşme marifetiyle “piyasa toplumunun” tüm yeryüzüne yayılmasıyla herkesin kovası dolacak; tüm çalışkan, girişimci, risk almaya eğilimli insanların yüzü gülecekti…

Gelgelelim özellikle Küresel Finansal Kriz’den sonra ortalama yurttaşın yaşam standardının düşmesi, borçluluk sorununun iyice derinleşmesi, gelir ve servet dağılımı uçurumlarının belirginleşmesiyle İsviçre Alpleri’nden yükselen neşeli, coşkulu melodi kayboldu. Her yıl insanlığı bekleyen tehlikeler, riskler, dertler Dünya Ekonomik Forumu’nun gündemine damga vurmaya başladı. Şirket CEO’ları dahi küresel adaletsizlikleri dile getirme yarışına girdi. Ne var ki her geçen yıl geniş kitlelerin durumu daha da kötüye giderken, “miktarsal genişleme” tabir edilen düşük faiz ve bol likidite ortamında borsalar rekorlar kırmakta, küresel elitler Davos’a biraz daha zenginleşmiş, hisse senedi portföyleri iyice şişmiş durumda gelmekteydiler.

Oxfam Küresel Eşitsizlik Raporu

Oxfam yardım kuruluşu da “küresel eşitsizlik” raporunu her yıl Davos zirvesi öncesi yayımlayarak “küresel adaletsizliklere” dikkat çeker. Bu yılki raporda da çarpıcı bulgular ortaya kondu:

Dünyadaki en zengin %1’in serveti en yoksul 6.9 milyar kişinin tam 2 katı.

♦ En zengin 22 kişinin serveti Afrika’daki tüm kadınların servetinden daha fazla.

♦ Kadınlar günde 12.5 milyar saat bedelsiz ev işi yapıyorlar.

♦ Bu ev işlerine bir ücret ödenseydi tam 10.8 trilyon dolarlık bir fatura ortaya çıkacaktı.

♦ En zengin %1’in servetinin %0.5 vergilenmesi bile yoksulların yaşamında büyük fark yaratabilir.

Oxfam bu çarpıklıkları sergilemekle kalmıyor, şu çözüm önerilerini de ortaya koyuyor:

Bu eşitsizlik krizini hükümetler yarattığına göre bunu sona erdirmek için hemen şimdi harekete geçmeliler. Şirketlerin ve zengin bireylerin üzerlerine düşen adil vergileri ödemesini sağlamalılar ve bu fonlarla kamusal hizmetlere ve altyapıya yatırım yapmalılar. Kadınların ve kızların yaptığı müthiş miktarda bakım hizmetine -ebeveynlerimize, çocuklarımıza ve en zayıf durumda bulunanlarımıza yönelik- yaşanabilecek bir ücret ödenmesi için gereken yasaları hayata geçirmeliler.

Paydaş Kapitalizmi Nedir?

Davos 2020 işte böyle bir ortamda “Uyumlu ve Sürdürülebilir bir Dünyada Paydaşlar” temasıyla toplandı. “Paydaşların kapitalizmi” (stakeholder capitalism), hissedarlar kapitalizmi (shareholder capitalism) zihniyetinin yerine ikame edilmek için öneriliyor. Hissedarlar kapitalizmi firmanın tek amacının kârı maksimize etmek olduğunu, bu kârlarla zaten yatırım yapılacağı, istihdam yaratılacağı için topluma hizmetin de karşılıksız kalmayacağını vazeder. Gelgelelim son yıllarda yeni yatırımlar yavaşlar, üretkenlik duraklarken; borsaya açık büyük şirketlerin kârlarını büyük ölçüde ya temettü ödemesiyle mevcut hissedarlara aktarıyorlar, ya da kendi hisselerini piyasadan satın almaya yönlendiriyorlar. Böylelikle hisselerin piyasa değeri şiştikçe, şişiyor.

Başta ABD gelmek üzere gelişmiş ekonomilerde büyüme hızları tarihsel ortalamalarının altında seyrederken, ücretler yerinde sayıyor, borsa zenginlerinin servetlerine servet katılıyor

Paydaşlar kapitalizmi şirketin sadece hissedarları değil çalışanları, müşterileri, tedarikçileri ve yöre halkını da kollaması gerektiğini dile getiriyor. Davos Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu ve başkanı Klaus Schwab kapitalizmin meşruiyetinin sorgulanması, politik kurumlara güvenin sarsılması nedeniyle böyle bir açılıma gerek duyulduğunun altını çiziyor. “Halk kendilerine ihanet ettiğine inandığı ekonomik elitlere karşı başkaldırıyor” sözleriyle de zenginler açısından tehditkar bir durumun varlığına dikkat çekiyor.

Davos Manifestosu

Schwab 80’ine gelmiş oldukça deneyimli ve pişkin bir şahsiyet. Bunca gözünü kar bürümüş, kendisi zevk-ü sefa içinde yaşayan, vergisini ödememek için binbir madrabazlığa başvuran, küresel iklim değişikliğine doğayı kirleterek katkıda bulunan insanı bir araya getiriyor. Üstelik ciddi katılım ücretleri tahsil ederek kendisi de kâr sağlıyor. Bu organizasyonla vahşi kapitalizmi meşrulaştırdığı suçlamalarına şöyle cevap veriyor:

Eğer bir kilisenin papazıysanız, tüm vebal sahiplerinin günah çıkarmak için sizin kiliseye akın etmesini arzulamaz mısınız?

50. yılda bir de Davos Manifestosu hazırlanarak şirketler vergilerini adilane bir şekilde ödemeye, çalışanları ve tedarikçileri hoş tutmaya, yolsuzluğa sıfır hoşgörü göstermeye davet ediliyor. Manifestonun halisane niyetlerle hazırlandığını kabul etsek bile, şirketleri bu metni imzalamaya zorlayan bir mecburiyet bulunmadığı gibi, imzalayanların da şartlara uymaması halinde harekete geçecek bir mekanizma da yok.

Forumda bir yandan İsveçli genç iklim aktivisti Greta Thunberg dokunaklı ifadelerle yaklaşan küresel ısınma felaketine dikkat çekerken, öte yandan “iklim değişikliği inkârcısı” Donald Trump alışılagelen yalan ve demagojilerle büyük bir haz içerisinde gövde gösterisi yapmaktan geri durmuyor. Hiçbir sorgulamaya da maruz kalmıyor. Geçtiğimiz yıl Hollandalı tarihçi Rutger Bergman “burada bulunanlar vergi kaçırmasaydı bugün küresel gelir adaletsizliği sorununu tartışıyor olmazdık” deyince alkış almış, ancak sonuçta hiçbir değişiklik gerçekleşmemişti.

Umut Dünyanın Lanetlilerinde

Davos’ta ortaya atılan “paydaşlar kapitalizminin” benimsenmesi halinde bunun nasıl uygulanacağı, sonuçlarının nasıl ölçüleceği, bu ilkelere bağlı kalan şirketlerin rakipleriyle ne ölçüde rekabet edebileceği açık değil.

Dünyanın egemenlerinin bir buluşması daha artık ölçüsü kaçan küresel adaletsizliklerin üstü örtülemeyecek kadar aşikâr hale geldiğini gösterdi. Bu haksızlıkların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin bırakın giderilmek, biraz törpülenmesi dahi zenginlerin himmetiyle değil, “dünyanın lanetlilerini” gazaba gelip, haklarını mücadeleyle almaları mümkün. Dünyanın farklı coğrafyalarında Fransa’dan Şili’ye, Lübnan’dan İtalya’ya kadar umut verici parlamalar da eksik değil.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN


Hiç ortaya çıkmamış çalışma: Asistan Mumcu’nun kaleminden(IV) - IŞIK KANSU

'Sessiz devrim: Köy Enstitüleri'

Atatürk’ün sağlığında çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmışsa da, gerici ayaklarından çekinilerek bu girişim durdurulmuştur. 

ÇOK PARTİLİ DÖNEM
Atatürk’ün sağlığında çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmışsa da, gerici ayaklarından çekinilerek bu girişim durdurulmuştur. Prof. Dr. Münci Kapani bu olayı şöyle tanımlamaktadır:
“... Atatürk sağlığında demokrasi idealinin gerçekleştiğini görememiştir. Bu yolda yapmış olduğu bir deneme (1930’da Serbest Fırka denemesi) vaktin henüz erken olduğunu, hazırlık ve yetişme devresinin tamamlanmadığını göstermiştir...”
Serbest Fırka denemesinden sonraki ikinci girişim “Müstakil Grup”un kurulmasıdır. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir iç denetimi niteliğindeki bu girişim, partide gelişme olanakları bulamadı.
Kısa süren devrede Kemalist devrimler altyapı ilişkilerini değiştirememiş, daha doğrusu değiştirme olanak ve zamanını bulamamış, Atatürk’ün ölümünden sonrada devrimlerin yarattığı ters izlenim, toplumun egemen güçlerince denetlenmiş ve Kemalist yönetime karşı halk gizli bir ayaklanma ortamına sokulmuştur.
“...Toplumun eski yapısına hâkim olanların ve ekonomik hayattaki yeni güçlerin yönetici kadroca girişilen bazı hareketler karşımızdaki tepkisi çok daha etkili oldu ve yığınlardan gelen o temel tepkiye öncülük etti...”
BİÇİMSEL DEMOKRASİ
İkinci Dünya Savaşı bu koşullarla karşılandı. Savaş ekonomisinin gereği olarak benimsenen ekonomik ilkeler ve uygulamalar ile toplumdaki hoşnutsuzluklar bir kat daha arttı. Varlık Vergisi Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun tepkileri Meclis’e kadar ulaştı. Kemalizmin bağımsız toplum, özgür yurttaş yaratma amacı terk edilerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasının gelişmeleri ile de biçimsel demokrasiye doğru eğilimler arttı. Bu devrenin en önemli ve ilginç olayı 1940’ta Köy Enstütülerinin kurulmasıydı. Köy Enstütüleri, tüketici eğitimden üretici eğitime geçilerek toplumun yeni baştan örgütlenmesini amaçlayan bir “kansız ve sessiz” devrimdi. Bu girişim egemen çevrelerin baskısı ile önledi ve Enstitüler kapatıldı.
Tıpkı Sanayi Devrimi’nden sonra ticari kapitalizmin devleti teslim alması gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrada uluslararası sermaye azgelişmiş ülkelere doğru akmaya başladı. Bu koşullarda yeni bir ticaret burjuvazisi toplumun en önemli kesiminde güçlenmeye ve siyasal hayatı etkilemeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda faşist rejimlerin çöküşü klasik demokrasinin yeniden güçlenmesine yol açtı. Bu koşullarla da devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de zorunlu olarak 19 Mayıs 1945’te çok partili düzeni benimseyen bir konuşması ile Türkiye’de çok partili dönem açılmış oldu.
OLAYLI SEÇİM
1946’da ilk kez çok partili demokrasinin seçimi, olaylı geçti. Birçok seçim sandığının kaçırıldığı ileri sürüldü. 14 Mayıs 1950’de ise Demokrat Parti büyük çoğunlukla seçimleri kazanarak tek parti düzenini oy yolu ile yıkmış oldu.
Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinden çıkan devrin koşullarına göre bu partinin yurt çapında bir tepkisi olarak güç kazanmıştır. Demokrat Parti’nin ekonomik yöntemi liberalizmdi. Temel ilkeleri, devlet teşebbüsünün sahasını daraltarak özel teşebbüse ve de yabancı sermayeye geniş olanaklı alanlar açmaktı. Partinin yüzeyde demokratik görünen havası bir parça da Cumhuriyet Halk Partisi’nin yarattığı baskıcı rejimin alternatifi olmasından doğuyordu. Oysa ekonomik liberalizme alabildiğine açık olan Demokrat Parti, siyasal liberalizme karşıydı. Demokrat Parti’yi “demokratik sayma ya da saymama” bu ölçülerin nitelik ve kapsamlarına göre değişmektedir.
SERMAYEYE AYRICALIK
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 1948 yılından sonra başlayan uluslararası sermaye akımı Demokrat Parti’nin ekonomik politikasına da uygun düşüyordu. 1950’den önce başlayan askeri-siyasal ilişkiler bu devrede gittikçe sıklaştı. Yabancı sermayenin yurt içindeki çalışacağı alanlar ve yasalar kabul edildi. Bu arada yabancı sermaye ve petrol kanunları yabancı uzmanlarca hazırlanarak yabancı sermayeye büyük ayrıcalıklar tanındı.
Bu koşullar içerisinde devletin yatırım politikasında bir artış görüldü. 1948-1951’de ulusal hasılanın yüzde 10.1 oranında olan yatırımlar, 1950-55’te yüzde 13.4’e yükselmiş, 1956-59 yılları arasında ise bu artış yüzde 13.8’i bulmuştu. Yatırımlarda özel sektörün payı yüzde 6-7 olup, bu yatırımların yarısından fazlası lüks mesken yapımına harcanmıştı.
Sanayi alanında “1964 İmalat Sanayii Sayımı” rakamlarına göre 1940’tan önce kurulmuş ve bugünde mevcut bulunan imalat sanayiinde özel işyerinin sayısı 344 olup, 1949’da bu sayı 368’e yükselmiştir. 1950-54’te 556, 1955-59’da 784 işyeri açılmıştır. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere memlekette özel teşebbüsçülüğe doğru büyük bir gelişme vardı. Bunun yanında arsa fiyatları artmış, arsa satışlarında büyük kârlar elde edilmişti. Bu devrin söz edilmeye değer ekonomik olayları da bankacılık ve sigortacılık politikasındaki tutumlardı. Tarımsal krediler köylü yerine tarımsal üretimle ilgileri bulunmayan işadamlarına verilmiş, kredi dağıtan bankalar iflas etmiş, bu bankaların borçları da Hazine’ye ödetilmiştir. Bunların arasında Tutum Bankası’nın hikâyesi ilginçtir. Aktifinin yüzde 67.5’i olan 26 milyon kredi dağıtan bu banka iflas etmiş ve borçlarını Hazine kapatmıştır. Devlet bankalarının kredi politikası doğrudan doğruya devrin siyasal iktidarına bağlıydı. Kuruluş amacına göre üreticiye yardım etmesi gereken Ziraat Bankası’nın üreticiye değil ticari bir şirkete 76 milyon Türk Lira’lık kredi açması devrin ilginç örneklerinden biridir.
TİCARİ KAPİTALİZM
1950-60 devrinde Batılı devletlerin yardımları büyük rakamlara ulaşmış, ancak yatırımlar ağır sanayiye değil montaj sanayii ile lüks mesken sahalarına yapılmıştı. Böylece, Türkiye’nin gerçek ihtiyacı olan büyük sanayi ve ulusal yapı içerisindeki endüstri devrimi gerçekleşmiyor; aksine uluslararası sermaye örgütlerine bağlı bir ticari kapitalizm yaratılıyordu.
Bütün bu ekonomik gelişmeden en çok zarar gören sabit gelirlilerdi. İşçi, memur gibi dar gelirliler bu devrin tüm sıkıntılarını yüklenmek zorunda kaldılar. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan subaylar da bu sıkıntının yıkıcı izlerini yakından görüyorlar ve siyasal koşullarında etkisi ile Demokrat Parti yönetiminden gittikçe soğuyup, ordu içinde 1956’da kurulan ihtilal gruplarının çalışmalarından da etkileniyorlardı.
Işık Kansu / CUMHURİYET

Sabah yazarının 'deprem vergisi' yalanı kısa sürdü: Bunlar unutuldu sandı...- SOL

Sabah gazetesi yazarı Dilek Güngör, bizzat bakanların başka işlere 'harcadık' dediği deprem vergilerinin afet konutlarına ve kentsel dönüşüme harcandığını ileri süren bir yazı kaleme aldı. Güngör hiçbir kaynak göstermediği yazısında hesap yapmayı da beceremedi ve her bir konutun 1,35 milyon liraya mal olduğunu ileri sürdü.

1999'daki depremden sonra dönemin hükümeti, deprem hasarının giderilebilmesi için tüm vatandaşlardan toplanacak bir deprem vergisi çıkartmıştı.

Önce geçici olan, sonra kalıcı hale getirilen deprem vergisi kapsamında 2011 yılına kadar tam 40 milyar lira toplanmıştı.

Her depremin ardından gündeme gelen ancak yetkililerin tek açıklama yapmadığı konuda 2011 yılında bir açıklama yapan dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, vergiyle toplanan paraları harcadıklarını söylemişti.

Şimşek, toplanan vergilerin sağlık, eğitim, duble yollar gibi 74 milyonun ihtiyacını karşılamak için kullanıldığını söylemiş, uluslararası vergi uygulamalarında da 'tek bir harcama için vergi toplanması' mantığının doğru bulunmadığını dile getirmişti.

'PİŞKİNLİK'
Elazığ depremi sonrası yeniden gündeme gelen konuya ilişkin tepki açıklamaları sürerken, Sabah gazetesi yazarı Dilek Güngör, hesap da yapmayı bilmediğini ortaya koyan bir yazı kaleme aldı.

"Elazığ’daki depremin ardından ‘deprem vergisi’ yine gündeme oturdu. Bu parayla, TOKİ, depremzedelere maliyeti 110 milyar TL’yi bulan 80 bin kalıcı konut üretti. Kentsel dönüşüme de 35 milyar TL harcandı" diyen Güngör'e yanıt veren ekonomi muhabiri Ozan Gündoğdu, "Sabah'tan Dilek Güngör Deprem Vergisi ile neler yapıldığını yazmış. Hesaplar biraz tuhaf, Güngör'e göre 110 milyar liraya 80 bin konut yapılmış. Hesaba göre tek dairenin devlete maliyeti 1,35 milyon lira! Yazı boyunca verilen rakamlarda tek bir kaynak yok. Tıpkı "4 milyar ağaç diktik inanmayan saysın" denilmesi gibi bir pişkinlik" ifadesini kullandı.

GÜNGÖR PARALARIN TOPLANDIĞINI BİLMİYOR MU?
Güngör yazısında yapılan afet konutları için harcanan paraları aktarırken, bu konutların vergilerle değil yurttaşlardan toplanan paralarla yapıldığını gizledi. Bu konutların bedelleri vatandaşlar tarafından vadeli olarak zaten ödenmişti.

Yurttaşlardan bu ödemeleri yapamayanların konutları da satışa çıkarılmıştı.
Güngör'e "maliyetlerini açıkladığı" afet konutlarına ilişkin bazı hatırlatmalar:

(08.08.2014) Ankara'nın Bala İlçesi'nde 7 yıl önceki depremde afetzedelere TOKİ tarafından yaptırılan ancak müteahhidin işi tamamlamadan kaçması sonucu borcundan dolayı elektrik ve suyu olmayan afet konutlarına hala oturamayan depremzedelere ödeme emri gönderildi. 7 yıldır konut sorunu çözülemeyen depremzedeler, elektrik ve suyu olmayan afet evleri için köylerde 74 bin lira, ilçe merkezinde ise 84 bin liralık ödeme emriyle sarsılarak konut bedelinin belirlenmesi işleminin iptali davası açtı.

(01.07.2015) Düzce'de 17 Ağustos ve 12 Kasım depreminden sonra hak sahiplerine verilen ve 30 bin kişinin yaşadığı kalıcı konutlarda, geri ödemesini yapmayan hak sahiplerine ihtar gönderildi. Afet ve Acil Durum Müdürlüğü adına Ziraat Bankası Düzce Şubesi’nden yaklaşık 1 hafta önce hak sahiplerine ulaşan yazıda, afet kredi borcu taksitlerini yapmaları istenirken, hak sahiplerine 20 gün süre verildi ve bu süre içerisinde ödemelerini yapmayanlar hakkında yasal işlem başlatılacağı kaydedildi.

(27.07.2017) 1998 Ceyhan depreminde evi zarar gören vatandaşlar devletin kendilerine o tarihte yaptığını iddia ettiği maddi yardım AFAD tarafından geri istendi. 19 yıl sonra gelen borç için faiz de talep edildi, 20 gün süre verildi.

(19.08.200) İzmit'in Arızlı Mevkii'nde Irak'ın idam edilen lideri Saddam Hüseyin'in Marmara Depremi ardından yaptığı 10 milyon dolarlık hibe ile depremzedeler için inşa ettirilen 230 konuttun bulunduğu bölgede sabaha karşı yine olaylar çıktı. 80 kadarına vali yardımcıları, Emniyet ve kamu kuruluşları müdürlerinin yerleştirildiği deprem konutlarına bir bürokrata ait eşyaları getiren kamyonu içeri almayan depremzedeler ile polis arasında arbede çıktı. Kocaeli Valiliği'nin, ‘Süreniz doldu' açıklaması ile deprem konutlarına yerleştirilen depremzedeleri çıkartıp boşalan binalara vali yardımcıları, Emniyet Müdürlüğü ile ve kamu kuruluşları yöneticileri yerleştirmeye başlandı. Depremzedelerin dışında kentteki yöneticilerin deprem konutlarına yerleştirilmesi üzerine 6 aydan bu yana başlayan huzursuzluk tırmandı. Son olarak 16 Ağustos'ta görülen gerginliğin ardından, bu sabaha karşı yine olaylar çıktı.

(30.11.2007) 17 Ağustos 1999 Marmara ve 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinde evleri hasar gören veya evleri yıkılan vatandaşlara 20 yıl vade ile verilen afet yardımlarının taksitlerini 3 yıl üst üste geri ödemeyenlerin konutları satışa çıkarılacak.

(02.01.2013) Van'da deprem sonrası TOKİ konutlarına taşınan yurttaşlar, şimdi de AFAD tarafından “ortak gider” adı altında yüklü paralar ödemeye zorlanıyor. Konut ödemelerine 2 yıl sonra başlayacak depremzedeler evlerine taşındıkları anda kömür için 1835 TL, ortak gider avansı için 125 ve aidat için de 48 TL ödemek zorunda. Depremzedeler, kendilerine ücret karşılığı satılan kömürlerin Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın ücretsiz dağıttığı, üstlerinde ‘Para ile satılamaz’ yazılı torbalar olduğunu vurguladı.

(04.07.2006) Bingöl İl Bayındırlık ve İskan Müdürü Selim Aksoy, "Geri ödemeler 18 yıla bölünecek ve ödemeler yıllık olarak yapılacak. Buna göre, 42 bin YTL'ye mal edilen TOKİ konutlarının ödemeleri 18 yıl boyunca 2 bin 333 YTL şeklinde yapılacak.

Düzce'de 17 Ağustos ve 12 Kasım'da meydana gelen depremlerin ardından Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yaptırılan 7 bin kalıcı konutun geri ödemelerinin başlaması, kentte tartışmaya neden oldu. Düzce Kalıcı Konut Derneği (KALDER) Başkanı İlhan Özsoy, düzenlediği basın toplantısında, Düzce'de bulunan 7 bin kalıcı konutun tapularının geçen ay teslim edildiğini, ancak söz konusu konutların dünden itibaren geri ödemelerinin başladığını söyledi. Hak sahiplerinden geri ödemeler için 850 milyon lira istendiğini belirten Özsoy, bu rakamın çok fazla olduğunu savundu.  Düzce Bayındırlık İl Müdürü Necati Alkan ise, "İki aylık süre zarfında ödeme yapmayan vatandaşların hak sahiplikleri sonlandırılacak. Bundan başka yapabilecek bir şey yok" dedi.

SOL

27 Ocak 2020 Pazartesi

Biri bizi öpüyor - Barış Terkoğlu

Sokağa çıkıyoruz. Tenimize soğuk çarpıyor. Banyoya giriyoruz. Yüzümüze su vuruyor. Dalgın yürüyoruz. Kulağımızı korna sesi tırmalıyor. Hep titriyoruz, irkiliyoruz. Titremek sanki kendine gelme eylemi. Beynin akılla yeniden buluşması.
Cuma akşamı depremle yerin altındaki hareketi hissettik. Kızılay Başkanı, “pamuk eller cebe” diye başlayınca yıllardır ödediğimiz “deprem vergisi”ni hatırladık. Şaşırmadık, “nereye gitti milyarlarca lira” diye soranlara, Boğaz’daki yalılarından yandaşlık yapanlar tepki gösteriyordu. Anlaşılmaz görünüyor ama titremek anlamanın ilk fiskesi gibi.
Sahi gerçekten bir “deprem vergisi” var mı? 
Yani, eski binaları onarmak ya da evi yıkılanlara el uzatmak için bir kumbarada para birikiyor mu? 
Yoksa “deprem vergisi” diye dilimize yapışan bir kandırmaca mı? 
Birileri, alın terimizin bir damlasına daha el koymak için depremi bahane mi ediyor?
Devletin sınıfsal tercihi
Bir zamanlar dünya meselelerini “o iş göründüğü gibi değil” diye anlatan aydınlar çoktu. “Altyapı, üstyapıyı belirler” diye başlayıp sözü ekonomiye getirirlerdi. Gözün karmaşık gördüğünü akıl berraklaştırırdı. Sosyal olayların ardındaki paylaşım kavgaları belirginleşirdi. Şimdi mumla arar olduk.
Ekonomi; sayılarla, “borsa düştü, dolar kalktı”larla anlaşılmazlaştırılıyor. Oysa ekonomi bir üretim ve nihayetinde ortaya çıkanı paylaşma hikâyesidir. Devlet de bu sürecin aktörüdür. 
Yol yapar, okul açar, doktor ya da asker maaşı öder. Kamu adına harcama yapar. Bunun için ise tabii ki kaynak yaratır. En kritik gelir, vergilerdir. Bu nedenle devlet olmak ile vergi toplamak neredeyse akrandır. Gelişmiş devletlerin kurallı bir vergi düzeni vardır. Gelişmiş yurttaşlık düzeninde de vatandaş üniformalıya “hepsi benim vergilerim sayesinde” diye seslenir.
Verginin kimden toplandığı ise devletin karakterini gösterir. Temsilcisi olduğu sınıfın elini kadife eldivenle sıkan vergi düzeni, karşısında olduğu sınıfın ensesine vurarak ağzındakini alır. 
Hepsi geçti dolaylı vergi kaldı
Dilimize dolanan “deprem vergisi” de aslında ardımızdaki parmak izinden başka bir şey değil.
26 Kasım 1999’da Resmi Gazete’de 4481 sayılı kanun yayımlanarak yürürlüğe girdi. Varlık sebebi, “17 Ağustos’ta ve 12 Kasım’da yaşanan depremin yol açtığı ekonomik kayıpları gidermek” olarak açıklanıyordu. 
Görüntüde hepimiz hepimiz için olduk. 2. maddesinde gelirlere ek vergi getiriyordu. 6. ve 7. maddesinde servete, emlak ve taşıt ek vergileri uyguluyordu. 8. ve 9. maddede  “özel iletişim ve özel işlem vergileri” ile “alo” diyene makbuz kesiyordu.
Aslında bir yandan herkese ek vergiler getirilirken bir yandan da yeni vergi türleri oluşturuluyordu. Sözde her şey deprem geçene kadardı. Çoğu da bitti. Ama kalıcı olan sıradan vatandaştan alınan dolaylı vergi oldu.
Deprem kumbarasının altı delikti. Bakanlığın açıklamasından öğrendik ki toplanan paralar genel bütçeye akıyor, “genel genel” harcanıyordu.
Depremle titreyen vatandaşa “deprem vergisi”nden kalan mısırın koçanıydı. Verdiği sayısız vergiye 20 yıl boyunca bir tane daha eklenmiş oldu.
Prada’ya az, tezeğe çok vergi
Masamın üstünde bir kitap duruyor. Geçen yıl bu zamanlarda çıktı. Ne zaman canımı sıkmak istesem açıp bakıyorum. Dr. Ozan Bingöl’ün “Vergi Sistemini Anlama Kılavuzu” hayatımıza giren vergileri, Ayşe Teyze’ye anlatır gibi anlatıyor. (Tekin Yayınları)
Kitaptan okuyorum. Asgari ücretli, maaşının yüzde 30-40’ını daha eline almadan kaybediyor. Ay sonunda ödediği vergiler, maaşının yüzde 42’si ediyor. Yani bir asgari ücretli 365 günün 128 günü vergi için çalışıyor. Vergiler öyle çok ki aylık 6 bin lira brüt maaş alan çalışanın eline ay başında ortalama 3 bin 900 lira veriliyor. Zam yılda bir kez, vergi dilimi artışı yılda 4 kez olabiliyor.
Bir cep telefonunun yüzde 41’i, bir litre benzinin yüzde 55’i vergi. 311 bin liraya satılan bir arabanın 211 bin lirası vergi.
Yattan, kotradan, gemiden elmastan, pırlantadan alınmayan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) doğalgazdan, benzinden alınıyor. Taksi plakası olan kişi otomobil için ÖTV ödemezken, limonatadan ya da tırnak törpüsünden ÖTV alınıyor. Hayatımıza 2002’de giren ÖTV’den sadece 12 yılda toplanan para ile 213 Osmangazi Köprüsü, 208 Avrasya Tüneli, 105 Yavuz Sultan Selim Köprüsü yapılabiliyor. Bu kadar vergiye rağmen vatandaşlar ancak akıl almaz paralarla geçinebiliyor.
1500 liraya aldığınız bir televizyonda sadece TRT bandrolü için 165 lira ödeniyor. TRT bandrolünün vergisi de olduğu için “verginin vergisi” de üstüne geliyor.
Doğalgaz, elektrik, su... 50 liralık suya karışan 5 ayrı vergi ve harç nedeniyle, fatura 90 lira geliyor.
Prada marka ayakkabı alırken yüzde 8 olan KDV, tezek alınca yüzde 18’e çıkıyor.  
5 şişe biranın 3 tanesi, paketteki 20 sigaranın 16 tanesi vergi olarak devlete ısmarlanıyor. Yüzlerce lira pasaport harcı veren vatandaş, yurtdışına çıkmak istediğinde 50 lira da “yurtdışına çıkış harcı” alınıyor.
Toplanan vergiler yandaşlara akıyor
Servetten alınan dışında, doğrudan vergiler kazançtan, dolaylı vergiler harcamalardan alınıyor. 100 liralık verginin 55 lirasının sadece ÖTV ve KDV’den toplanması durumu özetliyor. Türkiye’de vergi sistemi dolaylı vergilere dayanıyor. Bu da “çoktan az, azdan çok” verginin alındığı, vergi yükünün sıradan vatandaşın üstüne bindirildiği bir sistem doğuruyor. Son kertede seçimini zenginlerden yana kullanan hükümetler; bizi vergilerle dövüyor, seviyor, öpüyor.
Yalnız bu kadar mı?
Mesele “Kızılay’a 10 lira yardım” değil ki...
Son yıllarda hem halktan toplanan vergiler hem de kamu harcamaları birlikte artıyor. Elbette müteahhitlere dağıtılan ihaleler de, yandaş medyanın finanse edilmesi de, vergilerden toplanan paralarla sağlanıyor. İşte bu yüzden asla vergileri sormamızı, konuşmamızı, sorgulamamızı istemiyorlar. Depremin bile, sıradan vatandaşın cebinden para alınıp birilerine aktarılması için bahane kılındığını görmeyin, diyorlar. Hükümetlerin devleti yoksula karşı ekonomik zorbalık için kullanmasına itirazı kabul etmiyorlar. “Bu köprüyü ben yaptırdım ben neden geçemiyorum” diye sorulmasını fesatlık sayıyorlar. Maaştan, faturadan, fişten peşin vergi alan devletin; sadece AKP döneminde 10 kez çıkarılan afla büyük balıkları kaçırması görülmesin istiyorlar.
Ey Türk, titre ve vergine dön!
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Macron'un emeklilik reformu halka takıldı(ANALİZ)-İ. Can Usta

Emmanuel Macron’un attığı her adım ayağına dolanıyor. Fransız emekçileri Macron reformlarına karşı dimdik duruyorlar durmasına ama bu direniş ülkedeki siyasi krizi aşmaya tek başına yetmeyecek gibi görünüyor.


Fransa’da emekçiler Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un gündeme getirdiği yeni emeklilik sistemine karşı 5 Aralık’tan beri yani yedi haftadır grevde.

Hükümet tasarıyı gündeme getirdiğinde “reformların anası” hatta “devrim” olarak pazarlamaya çalışmıştı. Oysa Başbakan Edouard Philippe grevin 38’inci günü olan 11 Ocak’ta emeklilik yaşı konusunda geri adım attığından beri psikolojik üstünlük emekçilere geçmiş gibi görünüyor. Philippe grevdeki sendikaları “sorumlu” davranmaya çağıradursun, emeklilik reformu projesinin tam olarak geri çekilmesi hala en baskın talep olarak öne çıkıyor. 

Aralık ayının başında yapılan bir ankete göre Fransızların % 76’sı emeklilik sisteminin değişmesi gerektiğini düşünüyor ama % 64’ü Macron-Philippe eliyle hazırlanan bir tasarıya güvenmiyor.

Grevin başlamasından iki gün önce, 3 Aralık’ta meclis “anti-semitizmle mücadele” konulu bir metni oyladı. Bu kararın İsrail Devleti’nin siyonist politikalarına karşı ifade edilen siyasi eleştirileri de Yahudi düşmanlığı olarak susturmaya yarayacağına inanılıyor. Yahudi karşıtlığıyla mücadelenin Fransız siyasetini nasıl bir anda demokrasi yarışında birleştirebildiğini daha önce konu edinmiştik:

EMEKLİLİK REFORMUNUN AYRINTILARI
Reformla getirilmek istenen sistemin her şeyden önce bireyci olduğunu söylemek gerek. Emekliliği kolektif mücadele konusu olmaktan çıkarıp puanlı kariyer hesaplamasına indirgiyor. Reformun altında imzası bulunanlar bununla da kalmıyor, işçileri kuşak farkıyla bölmeye çalışıyorlar. Birçok hükümet yetkilisinin reforma dönük kaygıları yatıştırmak için verdiği ilk tepki, reformun “zaten çalışma yaşantısına bundan birkaç yıl sonra başlayacak olanları ilgilendireceği”ni öne sürmek oluyor.

Hükümet çevreleri sık sık yürürlükte olan emeklilik sisteminin eşitsizliğinden demvuruyor ve kendi projelerinden en çok kadınların kazançlı çıkacaklarını öne sürüyorlar. Şu anki sisteme göre kadınların emeklilik maaşı erkeklerinkinden % 42 oranında daha düşük. Bugün emekli erkekler ortalama brüt 1933 avro aylık maaş alırken emekli kadınlarda bu tutar hepi topu 1123 avro. Yetkililer ne derse desin, bu büyük eşitsizliğin hiçbir reformla bugünden yarına çözülemeyeceği açık.

Reformun emekliliği hak etme yaşını 62’den 64’e çekeceği ve emekli maaşlarını genel olarak düşüreceği öngörülüyor. Eski sisteme göre kazanılmış birçok hakkı sıfırlayacak olan yeni sistem, hükümet sözcüleri tarafından “daha okunur, daha adil, daha basit” olarak sunuluyor. Macron 2017 seçimlerinde henüz siyaset sahnesine yeni atılmışken “evrensel” bir emeklilik sistemi getirmek istediğini, bu sistemde değerlendirilen her bir avronun bütün yararlananlara aynı hakları getireceğini savunmuştu.

PUANLAR VE RAKAMLAR
Şu an yürürlükte olan emeklilik sisteminde 42 ayrı emekli sandığı bulunuyor ve özellikle sendikalaşmanın yoğun olduğu sektörlerdeki emekçiler “özel rejim” denen iyileştirmelerden yararlanıyor. Yeni sistemdeyse emekli maaşları para birimi yerine puanlarla hesaplanacak. Yatırılan her on avronun bir puan etmesi, işsizlik ve doğum izni gibi özel koşulların da bonus puanlar olarak değerlendirilmesi tasarlanılıyor.

Yıllarca kazanılmış puanların emekli maaşına çevrilmesinin nasıl hesaplanacağı konusundaki soru işaretleri henüz giderilmiş değil. Reforma karşı çıkanlar yeni sistemin emekli aylıklarının hepsinde genel bir düşüş anlamına geleceğinden emin. Üstüne üstlük, yıllar boyu kazanılan puanların enflasyon karşısında eriyip gitmesi işten bile değil.

2017 verilerine göre, Fransa’da ortalama emekli maaşı brüt 1422 avro. 2018’de emeklilik sisteminin devlet bütçesine bindirdiği yük 2,9 milyar avroydu ve bu tutar GSYİH’nin % 0,1’ine denk geliyor. Reformun altında yatan temel motivasyon kaynaklarından biri, bir yıllık emekli maaşı ödemelerinin toplamda GSYİH’nin % 14’ünü geçmemesini sağlamak. Tıpkı kamu bütçesindeki açığın GSYİH’nin % 3’ünün altında tutulması gibi, AB standartlarının maliye alanındaki altın kurallarından birinden söz ediyoruz. Üstelik, Avrupa Komisyonu raporlarında Fransa’ya emeklilik sistemini tek bir rejime kavuşturmak için yenilemesinin önerildiği biliniyor.

EMEKÇİLERİN YANITI
Fransızlar reformu hiç iyi karşılamadı. Eylem günlerinde Paris’te yarım milyona yakın, bütün Fransa’da iki milyona yakın insanın sokağa döküldüğü oluyor.

Okullarda ders işlenmiyor, ulaşım hatları çalışmıyor, rafineriler duruyor, limanlar kapatılıyor, elektrik santralleri işletilmiyor. Sıradan protesto gösterilerinden değil, Aralık ayından beri stratejik noktaları tutarak Fransa kapitalizminin işleyişini sekteye uğratan bir süreçten söz ediyoruz.

Özellikle başkentteki eylemlere sert biçimde müdahale ediliyor. Paris’teki eylem günlerinde her seferinde onlarca yurttaş yaralanıyor ve onlarcası gözaltına alınıyor. Kendini gladyatör sanan polislerden tutun gözaltına alınan gazetecilere ve gaz fişeklerinin kan revan içinde bıraktığı eylemcilere, Fransız sosyal medya çevrelerinde bu tanıdık manzaralardan geçilmiyor. 5 Ocak’ta 42 yaşındaki Cédric Chouviat üç polisin birden üstüne çullanması sonucu solunum yetmezliğinden kalp krizi geçirip yaşamını yitirdi. Bu ölümün ana akım basına yansımasıysa, polislerin gözaltına alacağı yurttaşları yüz üstü yere yatırma yöntemini tamamen teknik bir açıdan tartışmaya açmakla sınırlı kaldı.


KOMÜNİSTLER DE SOKAKTA
Fransa Devrimci Komünist Partisi (PCRF) emeklilik reform paketiyle burjuvazinin iki amacı güttüğünü öne sürüyor: sosyal harcamaları kısmak ve emeklilik fonunda birikecek paraya konmak. Parti, dünyanın altıncı en büyük ekonomik gücü olan Fransa’nın sosyal hizmetleri, emekliliği, sosyal güvenceyi karşılamaya kaynak ayıramazken Nijerya, Mali ve Suriye’deki operasyonların giderlerini nasıl karşılayabildiğini tartışmaya açıyor. Emeklilik hakkının korunması için ortaya çıkan harekete olanca gücüyle destek veren PCRF, Sarı Yeleklilerin eylemlere katılmasını umut verici buluyor. Devrimci KP emeklilik hakkı için verilen savaşımı “tekelci burjuvazinin diktatörlüğüne karşı” bir sınıf savaşımına taşımak gerektiğini savunuyor.

Fransa’da Komünist Yeniden Doğuş Kutbu (PRCF) hükümetin tasfiye etmeye çalıştığı hakların 1945’te komünistlerin sayesinde kazanıldığını vurguluyor. PRCF emeklilik reformunun Macron yönetimine doğrudan Brüksel’den emredildiğini savunuyor ve bunun üstüne “ilerici bir Frexit” talebini dillendiriyor.

Sarı Yelekliler hareketine son derece mesafeli yaklaşan Fransız Komünist Partisi (PCF) emeklilik reformuna karşı ortaya çıkan harekete bu kez bütün gücüyle destek veriyor. Parti’nin analizine göre hükümet “toplumsal ve ekolojik adalet özlemlerini susturmaya” çalışıyor ve kendini otoriterlik yoluyla topluma dayatıyor.
PCF’nin bu mücadelede öne çıkardığı iki araç, reformun geri çekilmesi için aydınların, sol partilerin ve çevrecilerin başlattığı imza kampanyası (imzacı sayısı henüz 150 bin civarında) ve grevdeki işçilerle dayanışma için kurulan “grev sandıkları”. PCF ayrıca emeklilerin “pastadan daha büyük bir pay” alacağı, emeklilik yaşını 60 olarak öngören “ilerici” bir emeklilik reformunun hazırlanması için de çağrıda bulunuyor.

Reform projesine karşı direniş ulusalararası komünist hareket tarafından da ilgiyle izleniyor. Avrupa Komünist İnisiyatifi Salı günü konuyla ilgili bir açıklama yapıp Fransız işçileriyle dayanışmasını ifade etti.

SAĞIN ETKİSİ ZAYIF
Komünistlerin iddialı değerlendirmelerine karşın Fransız solunun eylemlerdeki etkisinin sınırlı olduğunu bilmek gerek. Belki başka bir ülkede tersi olması beklenirken, sosyalist-komünist partiler sendikalara yön vermek şöyle dursun, sendikaların çağrılarına uyum sağlıyor ve emek örgütlerinin eylemlerini güçlendirmeye çalışıyor.

Fransız sağı reform ve eylemler konusunda dağınık bir görüntü veriyor. “Ilımlı sağ” olarak değerlendirilen Cumhuriyetçiler (LR) reformun aciliyetine inanıyorlar ve bu nedenle projenin özüne değil ayrıntılarına itiraz ediyorlar. Bazı LR temsilcileri Macron’un projesinin tutarsızlıklarını hedef alıyor ve emeklilik yaşını daha da yükseltme gibi cüretkar önerilerde bulunabiliyorlar.


“Aşırı sağ” kabul edilen, Marine Le Pen’in partisi Ulusal Toplaşma (RN – eski adıyla “Ulusal Cephe - FN”) 5 Aralık grevine etkin bir katılım göstermedi. Sarı Yelekliler hareketinde çok daha görünür olan RN’nin bu kez grevlerde sendikaların ve örgütlü işçilerin belirleyiciliğini kırmaktan uzak olduğu belli.

İ. Can Usta / SOL

26 Ocak 2020 Pazar

Mustafa Delioğlu resimleri ve salıncaktaki biz! - Işıl Özgentürk


Yazımı bitirmişim, başlığımı atmışım sosyal medyaya şöyle bir bakıyorum, Elazığ’da 6.8 ölçeğinde bilim adamlarının olacak dedikleri deprem olmuş. Bu depremi bekliyordum, çünkü bu aralar sosyal medya “sallandık”, “biz de sallandık”, “şimdi de sallanıyoruz” sözcükleriyle öylesine doluydu ki, bence ülkece bir salıncaktayız gibi hissediyordum.

Salıncak devrildi ve ben yazımın tek satırını değiştirme kararı aldım. Başlayalım, biz tuhaf insanlarız; ele avuca gelmeyen, kendine has ve her şeyi kendinize benzeten. Şimdi ben de neden böyle tuhaf tuhaf konuşuyorum, çünkü hâlâ dünyanın en güçlü istihbarat birimlerinin bile bizi çözemediğini düşünüyorum. 

Bunları bana düşündüren gittiğim bir sergide gördüğüm resimler. Baştan söylemeliyim, eskiden beri kuşağımın  ressamı Delioğlu’nun resimlerini ve illüstrasyonlarını çok severim. Yeni sergisi “Eskiden-Yeniden” tam da düşündüğüm gibi her resimde bizim muhteşem hayatımızı anlatıyor. Ama ser verip sır vermeden, öyleyse usul usul sırları çözelim. 

Resimlerdeki erkekler ne kadar da tanıdık, hani şu dar paça pantolonların üstüne daracık beyaz, pembe gömlekler giyip, yüzlerinde tarifsiz bir sırıtışla dolaşan yeni kuşak erkekleri düşünün, hepsi bir arada ve yüzleri öyle boyanmış ki, kibir, kendini bir şey sanma ve her şeyi ben bilirim sözcüklerini adeta satır satır okuyorsunuz. 

Vay canına sen neymişsin be abi? Aman aman kaldırımlarda onun arabasına yer açın, trafikte yol verin ve sakın bir gece karanlığında onunla karşılaşmayın, ne yapacağı belli olmaz. Geçenlerde bunlardan biri, yeni hapisten çıkmış benim de çiçek aldığım güzelim karısını ve az ötedeki gene çiçek satan anasını gözünü kırpmadan öldürdü. Aman aman dikkatli olun, Çünkü tuhaf tuhaf şeyler yapabilirler. Birkaç tanesi artık parasızlıktan mı, yoksa abazalıktan mı jigolo (erkek seks işçisi) olmaya karar vermiş, aramış taramış bu işleri internetten organize eden bir yer bulmuş, organizatörler kayıt yapmak için önce para alıp sonra yok olmuşlar. Şimdi mahkemedeler, hepsi gelmemiş, utanmışlar. 

Mustafa’nın resimlerini tek tek dakikalarca gezip sırları çözmeye çalışıyorum. Siyah beyaz bir resim, resimde ayakları bir yerde başları bir yerde erkekler ve aralarına aldıkları bir kadın, kadının sadece baldırları ve kırmızı ayakkabısı gözüküyor. Kadını yer gibiler, şaka bir yana resimdeki vahşet beni ürkütüyor. Sanki bir cehennem tablosundan bir detay. Korktum ve hemen bir kadınla bir erkeğin yan yana durduğu ve bana baktıkları bir resimde biraz soluklanayım dedim. Heyhat, kadınla erkeğin iletişimsizliği, sevgisizliği o kadar belirgin ki, bana pazar günleri serpme kahvaltı yapan mutsuz aileleri anımsatıyor. Yoklar sanki, resimdekilerin kahvedekilerden tek farkları yanlarında cep telefonuna gömülmüş üç dört yaşlarında kayıp bir çocuk olmaması. 
Koşarak resimden uzaklaşıyorum ve neşenin ve eğlencenin dibine vuran üç tablonun önünde keyfim yerine geliyor. Bu tablolar bana en sevdiğim ressam Brueghel’i anımsatıyor. Onlarca figür, dansözler ortalığı karıştırıyor, çocuklar neşe içinde oynuyor, sevgililer birer köşeye çekilmişler. Gördüğüm köy düğünlerini anımsıyorum ve birden bir görüntü aklıma geliyor. Toros Dağları’nın tepesinde bir Kardelen şenliğindeyim. Açılış için bir okul bahçesinde resmi zevat oturuyor, yüzleri bir ciddi bir ciddi ki köy halkı oturan zevata ayıp olmasın diye on beş dakikadır çalan davul zurnaya eşlik etmiyor. Ölümcül bir durgunluk ve birden köyün iki delisi kimseleri takmadan, kendi güzelim oyunlarına başlıyorlar. Ve orada bulunan ben, onları kıskanıyorum.
Sergide dolaşıyorum, Mustafa’nın kadınları hep uzun boylu ve kolları yok. Yüzlerindeki hüznü hissetmemek olanaksız. Mustafa’ya soruyorum: “Kadınların neden kolları yok?” “Vallahi Işıl bu kolsuzluk herhangi bir şey söylemiyor, bu gövdelerin sütun gibi duruşunu seviyorum ama bu bana çok soruldu, görenlerin bir kısmı kadının çaresizliğini anlattığımı söylediler. Belki de öyledir.” Sorularıma devam ettim: “Hemen her kadın resminde kediler var? Neden?” Mustafa gülerek “Kadınlar en çok kediye benzer, ondandır” dedi. 
Sergiden bir tünele girmişim de ülkemi seyrediyormuşum gibi bir duyguyla ayrıldım. Ve bir söz aldım. “68’de On Dokuz Yaşındaysan Hep On Dokuz Yaşındasın” adlı yeni kitabıma kapak sözü aldım. Ve Mustafa’yı acayip kıskandım, beyazı nasıl bu kadar katmanlı boyuyor.
 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET
Not: Günün sloganı “DEPREM VERGİLERİ NEREDE? KİMİN CEBİNDE!”

Deprem - Mine G. Kırıkkanat

İlk sarsıntı olduğunda, tavla oynadıkları sehpa hafifçe yerinden oynadı, atılan zarların tıngırtısı biraz uzun sürdü, o kadar.
‘Şeş caar!’ dedi, dede.
‘Altı beş!’ dedi, baba.
Ve devam ettiler.
Ataerkil bir aileydi. Orta halli bir evde, ana baba, dede torun, dayı yenge birlikte otururlardı. Hırlaştıkları olurdu, ama seviştikleri günler de vardı.
İkinci sarsıntı ile duvardaki Ata portresi yan yattı. Tepedeki lamba şöyle bir gidip geldi, atılan zarlar çalkalandı.
‘Yahu ben penci düş atmıştım, dü beşe döndü!’ diye şaşırdı, dede. 
‘Yer sarsılıyor!’ diye bağırdı, torun.
Dayı yerinden fırlayıp Ata portresinin yanında asılı duran mavzerini kaptı, pencereye seyirtip mevzilendi:
‘Kimse kıpırdamasın, yakarım!’
Ana çığlık çığlığaydı:
‘Oğlum, oğlum! Kirişin altına gir, koru kendini!’
Baba, ilk şaşkınlıktan sonra tüfeği sokağa doğrultan dayıyı sakinleştirmeye çalıştı.
‘Sokak kıpırdamıyor birader, kendine gel, yer sarsıntısı oluyor, yer sarsıntısı!’
Dede, ‘Bizim zamanımızda yerler böyle sarsılmazdı!’ dedi.  
‘Bırakın yakayım bu evi sallayanları!’ diye bağıran dayı ile tüfeği onun elinden almaya çalışan baba, pencere kenarında boğuşuyorlardı.
Kuran okumakta olan yengenin tiz sesi, işaret parmağını havaya dikip ‘Dinsizler imansızlar, kıyamet günü geldi işte, hesabını verin günahlarınızın bakalım!’ diye çınladı.
Üçüncü sarsıntıyla birlikte, Ata’nın sureti yere düştü, tavla devrildi, zarlar ortalığa saçıldı. Dayı, tüfek elinde hazırola geçti.
‘Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapadı, bütün dünya ağladı, doktor doktor kalksana, lambaları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!’
‘Elektrik kesik ama’ dedi baba.
‘Sular da gelmedi bugün’ diye sızlandı ana.
Torun, ‘Saçmalamayı bırakın!’ diye gürledi. ‘Derhal evden çıkmamız gerekiyor!’
Dede, yere saçılan zarları topluyordu. 
‘Ana, şeş beş gelmiş!’
Ana oğlunun koluna yapıştı.
‘Hayır çıkma! Masanın altına sığınalım.’
Yenge kendisini masanın altına attı.
‘Masanın altı benim, kimse giremez!’
Baba kirişlere sarılmış ağlıyor, dayı devrildiği koltuktan bağırıyordu:
‘Bırakın tepeleyeyim yeri sarsanları!’
Torun, ‘Canımızı kurtaralım, dışarı çıkalım, ne olur!’ diye yalvardı.
Ana, ‘Kal beraber ölelim’ diye inledi. 
Baba bağırdı: ‘Evim elden gidiyor, devlet nerede?’
Dede dört ayak üstünde emekliyor; dayı kalkamadığı koltuktan mavzerinin kurşunlarını boşaltıyordu, pencereye doğru ve görünmez düşmanlar üstüne.
Yenge masanın altında altın bileziklerine ve faizdeki hesaplarına ağıt yakıyordu. ‘Vademi kimler yiyecek aaahh... Duamı kimler diyecek vaahh...’
Dördüncü sarsıntının şiddetiyle hepsi yere yuvarlandı.
Evin kapıları menteşelerinden çıktı, ardına kadar açıldı.
Deprem gelmişti.*
Ne değişti dostlar, ne değişti?
Yukarıdaki öyküyü, 1999 yılında yaşadığımız iki büyük depremden üç yıl önce, yani Yalova’da kaybettiğim yakınlarım, dostlarım hayattayken ve bu depremlerin yarattığı toplumsal travmadan henüz etkilenmeden yazmıştım, sevgili okurlarım. 
Neden daha o yıllarda bile yaşamadığım bir deprem olgusuna takılmış; Türkiye’nin her anlamda dökülen sosyal yapısını, yıkılma tehlikesini, önsezi denebilecek deprem metaforuyla anlatmak istemiştim, ben de bilmiyorum...
Ama 1996’da yazdığım bu öyküyü tekrar okurken, betimlediğim koşulların pek de değişmediğini fark ettim.
Koyun duvardaki Ata portresinin yanına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafını; mümin yenge elbette ki çok daha saldırgan, hatta dede de hacı olmuştur arada, ama öyküdeki toplumsal taslak, o gün olduğu gibi bugün için de geçerli değil mi?
Bu öyküden yedi, 1999 afetinden dört yıl sonra, İstanbul’un beklediği depremin jeopolitik sonuçlarını bilimsel verilere dayanarak kurguladığım bir uyarı, hatta alarm romanı yazdım: Bir Gün Gece**.
İlk baskısı 2003’te yapılan romanda tarif ve ihbar ettiğim hiçbir altyapı ya da üstyapı çarpıklığı aradan geçen on altı koca yılda değişmediği gibi, katmerlendi, çoğaldı, genişledi ve afetin vereceği zarar oranı beşe katlandı! 
Kitap yıllardır çok okunuyor, hep konuşuluyor, ama gidişatı değiştirebilecek yetkililerde en küçük bir ürperti, sorumluluk benzeri bir duyarlılık yaratmadı, yaratmıyor!
Deprem vergilerinin deprem felaketinden gayrı her şeye harcandığı bir ülkede, zaten hangi duyarlılığın anlamı ve karşılığı var ki?
Elazığ’da yakınlarını yitiren yurttaşlarımıza sabır, yaralılara şifa diliyorum.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* Topuk Tıkırtıları/Milliyet Yayınları, 1996
** Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018