28 Haziran 2020 Pazar

Çukurovalı bir eşkiya- KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

İnce Memed, 30’lu yılların Çukurova’sından ekonomik, toplumsal, siyasal bir kesit verirken; ağalar, beyler ve bürokrasi ittifakının Türk köylüsünün sırtına nasıl çöktüğünün, yaşanılan zulmün ve yoksulluğun destanıdır. Cumhuriyet’in rejimi tahkim ettiği bir dönemde Memed’in dağa çıkışı “ihkak-ı hak”ka başvurmak zorunda kalan bir köylünün adaleti arayışının da bir serüvenidir.


Ani siyasal dönüşümlerin köylüler üzerindeki etkisi, sosyalbilimciler kadar edebiyatçılar tarafından da kâğıda dökülmüştür. 20. yüzyılda paylarına kapitalizmin eşitsiz gelişmesi düşen ülkelerin edebiyatlarında, siyasal olayları konu eden romanların pek çoğu bu başlığı ele alır. Örneğin Chinua Achebe’nin Ruhum Yeniden Doğacak romanındaki Okonkwo’nun trajedisi, Mariano Azuela’nın Meksika Devrimi’ni anlattığı ve Latin Amerika’daki sarsıntılı siyasal süreçlerin köylülük üzerindeki etkisini çok iyi betimleyen “Aşağıdakiler” [Los de Abajo] başlıklı romanı, Jorge Amado’nun Brezilya’nın kakao kırsalını anlattığı trajikomik romanları, Ciro Alegría’nın kırsal Peru’dan portreleri sahnelediği “Dünya, Geniş ve Yabancıdır”ı [El Mundo es Ancho y Ajeno] ve Márquez’in Kolombiya kırsalını anlattığı Şer Saati ilk akla gelenleri oluşturuyor. Benzer şekilde Yaşar Kemal’in romanlarının çoğunun geçtiği ve çoğu eleştirmen tarafından William Faulkner’ın Yoknapatawpha ve Márquez'in Macondo kasabası ile karşılaştırılan Çukurova’sı da siyasal değişimlerin köylülük üzerindeki etkilerini benzer şekilde yansıtır. 

Doğduğu ve büyüdüğü Güneydoğu Anadolu toprağını temel alan klasiği İnce Memed (1955-1989) kapitalizmin darmaduman ettiği bir dünyaya uyum sağlamaya çalışan köylülerin ve göçebelerin mücadelesine odaklanır. Yaşar Kemal destansı bir anlatımla, halk hikâyeleri ve Anadolu ozanları geleneğinden gelen karakter ve konusuyla (bununla birlikte Tolstoy’u hatırlatan somut detay ve toplumsal ilişkilerle) köy yaşamının makineleşme, piyasa ekonomisi ve kırsalın toptan dönüşümü ile birlikte derinlikli bir parçalanmasını betimler. İnce Memed, memleketin çok etnikli, dilli ve tek bir kimliği olmayan bir imparatorluktan geç kapitalistleşen, ulusal birliğini tam anlamıyla oluşturamamış bir ulus-devlete dönüşümünün de romanıdır.

Yaşar Kemal’de Çukurova’nın süregelen eşkıya geleneği ile kültürel birikimin sayısız katmanı da kaybolmamıştır. İnce Memed’de de Antik Çağ, Hıristiyanlığın doğuşu, Osmanlı dönemi ve sonrası Çukurova’dan (ya da Homeros’un adlandırdığı gibi Kilikya’dan) geçen uygarlıklar ve tarihi kişilikler sık sık dile getirilir. Romanın konusu aslında Yaşar Kemal’in çocukken dinlediği sözlü hikâye geleneğinin modern bir yeniden anlatımıdır. Anadolu köy hayatının dar kafalılığı ve kendine yetmezliği, köyün mülkiyet ilişkilerinden ve büyük ölçekli ticari tarımdan kaynaklanan maddi ve köylülerin psikolojik dönüşümü, ağaların açgözlülüğü İnce Memed’in etrafında gelişen olay örgülerinden bazılarını oluşturur.

Yaşar Kemal, İnce Memed’i inşa ederken çok yönlü bir tip çizer. İnce Memed, sosyal sorunları algılayıp bu sorunları çözüme ulaştırabilmek için her türlü fedakârlığı yapabilecek kadar gerçekçi, sevdiği kız uğruna ölümü bile göze alabilecek kadar “romantik”, insanların gözünde olağanüstü bir kahramanın vasıflarına sahip olabilecek kadar destansı, kahramanlığı ve yardımseverliğinden dolayı ermiş bir kişi olarak anılabilecek kadar efsanevi, çok yönlü bir kişiliktir.

Birinci cilt

Dörtlemenin ilk cildinde İnce Memed, annesiyle beraber Değirmenoluk köyünde yaşayan bir çocuktur. Yetim olan Memed’le annesi geçimlerini sağlamaya çalışmakta ve bunun için tarla sürmektedirler. Başlarında bütün köylünün olduğu Dikenlidüzü’ndeki beş köyün ağası Abdi Ağa gibi bir dertleri vardır. Eziyetleri karşısında eli kolu bağlı olan Memed romanın başında kendi köyünden kaçmıştır. Arkadaşı Dursun’dan duyduğu ve kendi köylerine benzemeyen “o köy”ü aramaya çıkmıştır. Yaşar Kemal, aranan o köyde simgesel olarak tarlalardaki ürüne zarar verecek çakırdikenini de yetiştirmez. Çünkü halkı sömüren ağaların doğadaki yansıması olarak da adlandırılabilen çakırdikeni toprağı verimsizleştirir.

Bir gün İnce Memed’in köyüne geri döndüğünü öğrenen Abdi Ağa oldukça sinirlenir ama Memed’e şiddet uygulamaz. Bununla birlikte günlerce anasıyla tarlada çalışan Memed, Abdi Ağa’nın gelip kendi hakkını gasp edeceğini bildiğinden harman işi bitince buğdayı eve taşımaz. Buna rağmen Abdi Ağa karşılarına çıkar ve her zamanki adaletsizliğiyle buğdayı pay eder. Yakacak odun ve yiyecek yemek bulamayan Memed ile anası çok zor bir kış geçirirler. Sahip oldukları tek ineği Ağa’ya buğday karşılığında verdikleri için köylünün zaman zaman yaptıkları yardımlara muhtaç olurlar. 

Köyde İnce Memed’in Hatçe adında sevdiği bir kız vardır. Fakat küçüklüğünden beri evlenmeyi düşündüğü Hatçe Abdi Ağa’nın zoruyla yeğeni Veli ile nişanlanır. Bunun üzerine İnce Memed, bu duruma razı olmayan Hatçe’yi kaçırır. Memed’in “kaderi”ni belirleyen olaylar da bununla birlikte gelişir. Topal Ali’ye iz sürdüren Abdi Ağa onların izini bulur ve çıkan çatışmada ağanın yeğeni Veli ölür, Ağa ise yaralanır. İnce Memed artık dağa çıkmak zorundadır. Eşkıyalığa doğru sürüklenen Memed Hatçe’ye köye dönmesini, sonra geri gelip onu alacağını söyler.

Kanun kaçağı hayatı yaşamaya başlayan Memed bir süre dağlarda saklandıktan sonra, anasının ağa tarafından öldürüldüğünü, Hatçe’nin de bir iftira sonucu hapse atıldığını öğrenir. Haksızlığa uğradığının bilinciyle ve ağaya olan kiniyle intikam yemini eder ve Abdi Ağa’yı öldürmek için dağlarla köy arasında mekik dokur. Yaşar Kemal, bu noktadan itibaren Memed’in davasını kişisel nedenlerden toplumsal olana doğru kaydırmaya başlar.

İnce Memed dağlarda jandarmayla çarpışıp, köylerde gizlenirken köy halkı ona yardım eder. Köylüler ölmek pahasına da olsa Memed’i jandarmaya teslim etmezler, gerektiğinde onu evlerinde gizlerler. Abdi Ağa’yı öldürmek için gizlendiği evi bulup ateşe veren Memed, bir kadının Abdi Ağa’yı yatakların arasına sarıp evden çıkardığını öğrenir. 

İlerleyen bölümlerde karısı Hatçe ve arkadaşı Iraz’ı hapishaneden kaçıran Memed, Hatçe’nin dağda yaptığı doğum sırasında ölmesiyle kahrolur. Oğlunu ise Iraz büyütecektir. Bununla birlikte gönülsüz eşkıyalık yapmaya devam eden ve af çıktığında bundan faydalanmak ister ve Hürü Ana’nın telkinleriyle Abdi Ağa’yı kasabada gizlendiği evde bulup öldürür. Böylece düze çıkması başka bahara kalır. Bu olayla birlikte birinci cildin sonunda Memed, kayıplara karışır.

İkinci cilt

İlk ciltte Abdi Ağa’yı öldürdükten sonra Alidağı’na doğru yürüyerek ortadan kaybolan Memed, yaklaşık dört yıl Çukurova ve Toroslar’dan ayrı kaldıktan sonra geri dönmeye karar verir ve ikinci ciltte karşımıza üçüncü şahıs olarak ve Anavarza Ovası’ndaki bir Karaçalılık’ta çıkar. Üçüncü şahsın Memed olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte okurun merakı giderilerek olay örgüsüne geçilir. Memed’de hem yıllardır kaçak hayatı yaşamanın vermiş olduğu bir yorgunluk, hem de doğup büyüdüğü Değirmenoluk köyüne özlem vardır. Bir an önce köyüne gidip dostlarıyla ve yakınlarıyla hasret gidermek ister. Abdi Ağa’yı ortadan kaldırdıktan sonra köylünün bütün sorunlarının bittiğini, refah ve mutluluk içinde olduğunu düşünerek Koca Osman’ın evinden ayrılıp köyüne gider. Köye gittiğinde hiçbir şeyin düşündüğü gibi gelişmediğini ise Hürü Ana’dan öğrenir. Abdi Ağa’nın ölümünden sonra ağanın kardeşi Kel Hamza, köye gelerek her şeye el koymuş ve köylünün elindeki her şeyi almıştır. Üstelik köylü, başına gelen her şeyden Memed’i sorumlu tutmakta, Abdi Ağa’yı öldürdükten sonra kahraman ilan edip efsaneleştirdiği Memed’e beddualar yağdırmaktadır. Köylü, Abdi Ağa’yı mum ile arar bir duruma gelmiş, birçok kişi ya açlıktan ölmüş ya da hastalanmıştır. “Abdi Ağa ölmeseydi başımıza bunlar gelmezdi” düşüncesi ile bütün sorumluluğu ağayı öldüren Memed’e yükleyen Değirmenoluklular, Memed’in köye geldiğini öğrendiklerinde jandarma ile iş birliği yaparak Memed’i yakalamaya çalışırlar. Köylünün olumsuz tepkisiyle karşılaşan ve Abdi Ağa’nın yerine başka birinin geldiğini öğrenen Memed’in ağalığın ortadan kalkması konusundaki inancı sarsılır ve bu konuyu sürekli sorgulamaya başlar. Yaşar Kemal, Memed’e ağalığa ve haksızlığa karşı verilen mücadelenin yersiz, hatta boşuna olduğunu düşündürtür.

Dikkat edilmesi gereken başka bir nokta ise Memed’in ikinci ciltte eşkıya kimliğini bırakmış olmasıdır. Kaçak olarak geçirdiği yıllarda ya çobanlık yaparak geçimini sağlamış ya da gittiği yerlerde kimliğinin açığa çıkması üzerine fazla barınamamıştır. Bu zaman diliminde kimsenin önünü kesmemiş, kimseyle çatışmamış, dağlarda vakit geçirmemiş, sürekli yerleşim yerlerinde kalmıştır. Çukurova’ya geldikten sonra da kendisini savunmak dışında romanın sonuna kadar hiçbir kanun dışı harekette bulunmamış, zamanını bostanda düşünerek geçirmiştir. Bu bağlamda İnce Memed genel eşkıya kavramını temsil etmeyen, geleneksel ve edebî bir figür ve ezilen, haksızlığa uğrayan halk tarafından yaratılan kurtarıcı ya da teselli kaynağı bir tiptir.

Memed, içinde yaşadığı toplum için birleştirici bir unsurdur ve istemeyerek de olsa bir önder statüsü kazanmıştır. Çukurova’ya geldiği duyulur duyulmaz hakkında efsaneler çıkmış, türküler yakılmış, insanlar onu görmek için Vayvay Köyü’ne akın etmişlerdir. Köylüler, jandarmaların her türlü işkencesine karşın Memed’in yerini söylememiş, Ali Safa Bey’in baskısından bunalarak köylerini terk edenler bile geri dönmüş, bazı gençler Memed’den cesaret alarak Ali Safa Bey’in harmanlarını tutuşturmuş, atlarını çalmıştır. Yaşadığı toplumun zorlamasıyla kendini bunu yapmakla yükümlü hisseden Memed hem iç hesaplaşmasının sonucunda hem de toplumun beklentileri doğrultusunda harekete geçerek Kel Hamza’yı ve Ali Safa Bey’i öldürüp tekrar ortadan kaybolur.

Üçüncü cilt

3. ciltte İnce Memed yaralı bir biçimde karşımıza çıkar. Köylü ise sadece ağalardan değil, bürokratlardan da çekmektedir. Memed eşraf, ağalar ve köylüler etrafında gelişen olay örgüsünde çok fazla ön plana çıkmaz. Buna karşın köylüler tarafından unutulmaz, halkın gözünde daha da yüksek mertebelere gelir. Yaşar Kemal, cildin 22. sayfasında vurulan ve 271. sayfada ikinci defa, fakat yaralı olarak karşımıza çıkan Memed’i, bu süre içinde işlenen olay örgüsüne dahil etmez ve gerilimi arttırmak amacıyla Memed hakkında herhangi bir bilgi vermeyerek okuru merakta bırakır. Anacık Sultan’ın tedavisiyle iyileşen Memed, romanın 382. sayfasında anlatıya dahil olur. İyice abartılı bir üne kavuşmuştur. Herkes onun ermiş ve tılsımlı olduğuna inanmıştır. Hatta ona kurşun işlemediğini düşünürler. Yaralı olarak bulunan İnce Memed, Hürü Ana tarafından Kırkgöz ocağına, Anacık Sultan’ın yanına getirilir. Bu noktada Yaşar Kemal, Anadolu’nun Antik Yunan’la olan bağını okura hissettirir. Halk, kurşunun işlememesi için Anacık Sultan tarafından tılsımlı bir yüzük ve gömlek verilen Memed’in sadece gözünden öldürülebileceğini söyler ve bu okura Helen mitolojisindeki Tepegöz’ü anıştırır. 

İnce Memed ilk ciltte istemeden başladığı eşkıyalığa ikinci ve üçüncü ciltlerde de kendi isteğiyle devam etmez. Eşkıyalık kimliğini bir türlü üzerinden atamayan Memed, ilk ciltte annesinin ve nişanlısının ölümüne neden olan ve Dikenlidüzü köylüsüne yapmadığı kötülüğü bırakmayan Abdi Ağa’yı, ikinci ciltte Vayvay köylüsüne zulmeden Ali Safa Bey ve Değirmenoluk köylülerine Abdi Ağa’yı aratan Kel Hamza’yı öldürmek “zorunda” kalır. Görüldüğü gibi toplumsal sorunlar yüzünden sürekli ağalık düzeni ile mücadele eden İnce Memed mecbur adam konumundadır. Yaşar Kemal, romantik bir başkaldırının söz konusu olduğu romanda İnce Memed’e yine romantik bir tip olan mecbur adamı yükler. Bu mecburiyet İnce Memed’in yakasını bir türlü bırakmaz ve onun bu özelliği romanda sürekli işlenir. Bu ciltte dikkat çeken bir başka başlık da ikinci ciltte Memed’de gördüğümüz ölen ağanın yerine yenisinin geleceği ve bu düzenin böyle sürüp gideceği düşüncesinin değişmesidir. Ezilen halkın ağalardan daha fazla olduğunu düşünen Memed doğal olarak halktan daha çok kahraman çıkacağı kanısındadır. Ona göre bir Memed ölür, yerine başka Memedler gelir.

Cildin sonlarına doğru ağalar ve bürokratlar tarafından azılı bir eşkıya olarak köylüye yansıtılan Memed, işlenen bazı cinayetlerin ve Kertiş Ali Onbaşı’nın sorgulama sırasında öldürdüğü kişilerin katili olarak gösterilir. Bir günah keçisi yapılır ve işlenen her suçun faili olarak gösterilmeye başlanır. Bu olumsuz durum, onun gelmiş geçmiş en eli kanlı eşkıya olarak ün salmasına neden olur. Değişken bir yapıya sahip olan kasabadaki bürokratlar ve zenginler, kendi çıkarları doğrultusunda çok çabuk taraf değiştirebilme özelliğine sahiptirler. Mahmut Ağa’nın Memed’i yakalamasından rahatsız olurlar ve bu sefer de Memed’in suçsuz biri olduğunu savunarak onu aklamaya çalışırlar. Bunun nedeni ise acımasız bir kişi olan Mahmut Ağa’nın, Memed’i yakaladığı için Ankara tarafından ödüllendirilerek kasabadaki zenginlerin ve ağaların başına bela olacağı korkusudur. Böylece İnce Memed adı, kişilerin amaçları için kullanılan bir meta haline gelir. Öte yandan, halk tarafından Memed hakkında çıkarılan çeşitli efsaneler ona keramet sahibi bir kişi özelliği de yükler. Halkın gözünde Memed sadece haksızlıklara karşı mücadele eden ünlü bir eşkıya değil, aynı zamanda bir ermiştir.

Dördüncü cilt

Dördüncü ve son ciltte olgunlaşmış bir tip olarak karşımıza çıkan İnce Memed, Mahmut Ağa’yı öldürdükten sonra eşkıyalığı bırakarak deniz kenarında bir köye yerleşir. Bahçeli bir ev alıp içini kendi zevkine göre döşeyen Memed, Hürü Ana ve karısı Seyran’ı da yanına alır. Yerleştiği köyün yakınındaki kasabada kısa sürede çevre edinen Memed’in arkadaşları kasabanın ileri gelenlerindendir. Bu arkadaşları arasında Memed’i en çok etkileyen ise öğretmen Zeki Nejad’dır. Bilgili ve dürüst bir İstiklal Savaşı gazisi olan Zeki Nejad kısa sürede fikirlerini Memed’e aşılar. Zeki Nejad’ın Şakir Bey’e karşı mücadelesine katılan Memed okuma yazmayı da kendisinden öğrenir. Bütün bunlara rağmen karakteristik özellikleri değişmeyen Memed hâlâ çekingen, içine kapanık bir kişiliğe sahiptir; hatta öldürdüğü Kuzgun Veli’nin parasını aldığı için dahi vicdan azabı duyarak kendine kızan biridir. Toprak sahibi Şakir Bey, bölgede çeltik ekerek insanların sıtmaya yakalanmasına, çocukların ölmesine sebep olmaktadır. İnsan hayatını hiçe sayan kendisi için para kazanmanın sınırı yoktur. Üstelik ona karşı koyduğu için öğretmen Zeki Nejad’ı da vurdurtur. Yolsuzluklara tahammül edemeyecek bir “erdemli eşkıya” olan İnce Memed, olanlara daha fazla katlanamaz ve Şakir Bey’i öldürüp tekrar dağlara çıkar. Diğer ağaların kışkırtmasıyla Memed’i yakalamayı kafasına koyan Arif Saim Bey, birçok köylüye eziyet eder. Bulunması için Anacık Sultan’ı getirttiği bir gün, Onbaşı Kertiş Ali ile Yüzbaşı Faruk’un hakaretleri Anacık Sultan’ın üzüntüsünden ölmesine yol açar. Arif Saim Bey’in yaptıkları Memed’in kulağına gelir. Başkaldırının simgesi haline gelen Memed, romanın sonunda bölgedeki en büyük otorite olan ve yaptığı kötülüklerle adından söz ettiren, hatta ağaların ve beylerin bile düşman olduğu Arif Saim Bey’i öldürerek diğer ciltlerde olduğu gibi ortadan kaybolur.

'Soylu eşkıya'

Geleneksel anlatılarımızda ve dünya edebiyatının başka örneklerinde Memed figürüne edebî anlamda benzeyen başka kahramanlar vardır. Örneğin folklorik geleneğimizde yer alan Köroğlu bunların en önemlilerinden biridir. Adaletsizliğe karşı olan Köroğlu cesur ve kibirli bir kahramandır ve İnce Memed’de olduğu gibi yoksullara yardım etme ülküsüyle hareket eder. 15. yüzyılın bu önemli halk şairiyle birlikte daha modern bir anlatı olan Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe (1910) başlıklı romanı da bir diğer örnek olarak verilebilir. Bunların dışında kimi eleştirmenler İnce Memed’i Robin Hood, Billy the Kid veya Jesse James’e de benzetmektedir. Memed doğuştan bir asidir. Sahip olduğu vicdan dağlara çıkmasına ve bir eşkıyaya dönüşmesine yol açar ve onu köylülerin efsanesi ve umudu durumuna getirir ki adı geçen kahramanlarda da benzer davranış kalıplarından söz etmek mümkündür.

E. J. Hobsbawm Haydutlar’da, köylülerin baskı altında ezildiği, sömürüldüğü kırsal kesimlerde, zalim yöneticilere karşı başkaldırmış ve adalet istemiş haydutlara “soylu eşkıya” denebileceğinden bahseder. Zenginden alıp fakire vermek, haksızlığa uğradığı için dağa çıkmak, yapılan haksızlıkları düzeltmek, sadece kendini savunmak için adam öldürmek, halkın arasına saygın birisi olarak dönmek, kralın düşmanı olmamak, halkı kendisine hayran bırakmak, sadece ihanet sonucu ölmek, yenilgiye uğramamak vb. soylu eşkıya tipinin temel özellikleridir. Toplumsal eşkıyalar devlet tarafından yasadışı, kanun kaçağı olarak görülmelerine karşın, halk tarafından adalet savaşçısı, hayran kalınacak ve örnek alınacak, desteklenecek sıradan köylüler olarak görülürler. Soylu eşkıyaların bu özellikleri ile İnce Memed’in özellikleri tamamen örtüşmektedir. Memed isteyerek suç işlememiş, onu öldürmek isteyen Abdi Ağa’yı yaralamış, yeğenini de öldürmek zorunda kalmıştır. Deli Durdu’nun Kerimoğlu’na karşı yaptığı acımasızca davranışlara tahammül edemeyen Memed’in tepkisini sert bir şekilde dile getirmesinde olduğu gibi eşkıya olduktan sonra adaletsizliğe dayanamamış ve böyle durumlarda tepkisini ortaya koymuştur. Erdemli bir eşkıya olan Memed, zevk veya kendi çıkarları için adam öldürmez. Örneğin Abdi Ağa’nın köydeki evini bastıklarında Recep Çavuş’un tüm ısrarlarına karşın ağanın çocuğuna dokunmaz. Ona pusu kuran Kalaycı Osman’ı kendini savunmak için, Abdi Ağa’yı ise köylüyü zulümden kurtarmak ve öcünü almak için öldürür. Bunlarla birlikte İnce Memed, eşkıyaların vazgeçilmez aksesuarlarından biri olan mor fesi başından çıkarıp atarak, yerine yağlık takmayı yeğler. Memed, haydutlar gibi giyinmeyerek kendini diğer eşkıyalardan ayırır ve erdemli eşkıya çizgisini korur.

Koca Ahmet romandaki bir diğer erdemli eşkıya olarak Memed’in 18 yaşındayken kasaba yolunda karşısına çıkar. Koca Ahmet de benzer şekilde isteyerek suç işlememiş, kendisi askerdeyken annesine tecavüz eden adamı öldürmüş ve ondan sonra da eşkıyalık yaptığı 16 yıl boyunca kimseyi öldürmemiş, zenginden alıp fakire dağıtmış, af çıktıktan sonra da köyüne yerleşerek çiftçilik yapmaya başlamıştır. Erdemli eşkıya tipi, Memed’in bilinçaltına Koca Ahmet vasıtasıyla yerleşmiş, onun Sefil Ali’den dinlediği Köroğlu’nun ortaya çıkışı hikâyesiyle de pekişmiştir. 

Erdemli eşkıyanın kişisel kaygıları olmadığı gibi kerim olan devletle, imparatorla veya padişahla da herhangi bir sorunu yoktur. Onun kaygıları daha çok toplumsal içerikli sorunlardır ve bu sorunların kaynağı ise ona göre yerel ya da bölgesel güçtür. Söz gelimi, erdemli bir eşkıya olan Köroğlu’nun padişahla herhangi bir sorunu yoktur, onun sorunu yerel bir güç olan beyledir ve aynı şekilde Memed, devlet otoritesine değil, ağalık düzenine karşı başkaldırmıştır.

Efsane-gerçek, yazı dili-konuşma dili

İnce Memed’de düş ile gerçek iç içe verilir. Romanın alışılmış kalıpları; zora düştükçe durmadan efsaneler yaratan, yarattıkları efsanelere sığınan ve bunu bir bastırma mekanizması olarak kullanan insanların yaşamlarının ifade edilmesini kolaylıkla gerçekleştiremez. Sıradan bir yazarın elinde İnce Memed’deki gibi bir olay örgüsü, destanın bilinen şemasının dışına çıkmaz. Buna karşın, Yaşar Kemal gerçekçi ve masalsı formlar arasında ustaca mekik dokuyarak aralarındaki karşıtlığı ortaya çıkarır. Okur, romanın halk anlatılarını anıştıran bölümlerinde sonsuzluk duygusuyla dinlenirken, çok iyi bir biçimde gözlemlenmiş bir gerçeklik ânıyla sarsıcı bir şekilde bölünür. Yaşar Kemal, Memed’in çarpışırken nasıl “dev bir adam”a dönüştüğünü ve elindeki çam tomruğu nasıl ustalıkla kullanıp tekrar normal hâline döndüğünü anlatırken bu karşıtlıklardan yararlanır. Bu olay örgüleriyle, İnce Memed gibi efsanelerin nasıl yaşanmış deneyimlerin karmaşıklığından ortaya çıktığını betimler. Bir bakımdan efsane Memed, kurtarıcı kahraman Memed ve karakter Memed (orta boylu, çelimsiz) arasındaki fark ona inananların yarattıklarından ibarettir.

Yaşar Kemal’in romanda karşılaştığı temel sorun sadece romanın nasıl destan diline sahip bir biçemde yazılacağı değil, halihazırdaki dilin fakirleşmiş, tutucu ve değişime yakın olmasıdır. Osmanlı döneminde Anadolu’nun zengin sözlü geleneği Pers, Arap ve 19. yüzyılda Fransız edebiyatının etkisi altındaki kentlere zorlukla girebilmiştir. Bu bağlamda Yaşar Kemal’in yazınsal amaçlarından biri de Çukurova’nın yaşayan, zengin Türkçesi ile şehirlerin yazılı dilini birleştirmektir. Mark Twain’in Amerikan İngilizcesinde, Marcel Proust’un Fransızcada, Puşkin’in Rusçada gerçekleştirdiğini Nâzım Hikmet’le birlikte Türkçede gerçekleştiren Yaşar Kemal, yazılı dile konuşma diliyle nüfuz ederek onu yeniden canlandırır. 

Sonuç

İnce Memed, 30’lu yılların Çukurova’sından ekonomik, toplumsal, siyasal bir kesit verirken; ağalar, beyler ve bürokrasi ittifakının Türk köylüsünün sırtına nasıl çöktüğünün, yaşanılan zulmün ve yoksulluğun destanıdır. Cumhuriyet’in rejimi tahkim ettiği bir dönemde Memed’in dağa çıkışı “ihkak-ı hak”ka başvurmak zorunda kalan bir köylünün adaleti arayışının da bir serüvenidir. Okur, dörtlemenin tüm ciltlerinde Anadolu gerçekliğinin izlerini takip eder. Roman yaşamın, insan olmanın ve gerçeğin tüm olanaklı kapılarını açarken, bu süreçte doğa da bir kahraman gibi romana dahil olur. Yaşar Kemal yaşadığı, gördüğü ve soluk aldığı yaşamı yazar ve gerçekliğe yaklaşmak için insan olma ve doğa arasındaki ilişkiye odaklanır. Denebilir ki o, dünyamıza tıpkı bir çocuk gibi ya da bir çocuğun gözleriyle bakmaktadır. Çocuk gerçek canlıdır; acı çeker, üzülür, korkar, sevinir… İnce Memed’de de çocuğun tanıklığı ya da onun bakışı tarihsel olanla yansıtılır. İnsan olmanın ve doğanın gerçekliği de yaşanan çağla, tarihsel ve toplumsal gerçeklikle ilişkilendirilir.

KAYA TOKMAKÇIOĞLU / SOL

CHP yeniden yapılanmalıdır! - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Klişeleri sevmem ama Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran partiye hiçbir çıkar karşılığı olmadan gönül vermiş seçmenler arasında klişeleşen Türkiye’yi kurtarmak için önce CHP’yi kurtarmak gereksaptaması; doğruluğu keskin olduğunca kesin bir gerçektir.

Bünyesinde bu ülkenin en donanımlı ve özverili yurtseverlerini barındıran CHP; zirvesindeki köhneliği besleyen ve zaten o köhnelikten beslenen çapsız, tembel, bencil, çıkarcı olduğunca beceriksiz yöneticileriyle gövdesi yeşil, tepesi kuru bir çınardır. Köklerden gövdeye yürüyen özsuyu ile tüm köprüleri atan, kanalları kapatan o kuru tepe; içindeki pırıl pırıl ateşböceklerini kavanoza hapseden paslı bir kapak, hatta tıkaç olarak da betimlenebilir.

Türkiye’nin en ilerici, üretken ve yenilikçi partisi olması gereken CHP; örneğin kadına pozitif ayrımcılık, gençlere açılım, çevrecilik, dijital teknoloji gibi hayati önemde dönüşümlerden geri kalmıştır. Çok uzun yıllardan beri kurumsal işleyişinde hiçbir reform yapamamış; gelen geçen iktidarların arkasından koştururken tüm ilkelerine ihanet pahasına bile nal/ seçmen toplayamamış ve sonuçta on sekiz yıllık iktidarda aşınan AKP’nin oy kaybına rağmen oyları artmamakta, yani yerinde saymaktadır!

Reform yoksa, umut yok

CHP’nin “küçük olsun benim olsun”cu tıkaç tepesi; Meclis’in yetkisiz, milletvekillerinin de Twitter’da muhalefet yapmak zorunda kaldığı bir dönemde, iktidardan alınan büyükşehir belediyelerine bakıp partinin oyu artacak diye avunuyor. Yanlış. Belediye seçimlerini CHP’nin kuru tepesi değil, yeşil gövdesi ve tabii ki Millet İttifakı kazandı. Belediye seçimlerinde CHP adaylarına oy veren çoğu seçmen, genel seçimlerde bu partiye oy vermeyecek. Çünkü CHP’nin kurumsal yönetimi güven vermiyor, umut vermiyor. Verebilmesi için kapsamlı bir reform yapması, yenilenmesi, tepenin tabanla bütünleşmesi ve doğal olarak, on sekiz yıldır AKP’yi iktidarda tutmaktan başka işe yaramayan bir yönetici kadrosunun değişmesi gerekiyor.

Avukat, gazeteci ve Karşı Yaka MemleketKulağım Karadeniz’de, Büyük Ayrılık gibi unutulmaz kitapların yazarı Kemal Anadol, eski CHP İzmir Milletvekili ve yarım yüzyılı aşan siyasi kariyeriyle saygın bir fikir insanıdır. 12 Eylül’de hapis de yatan Kemal Anadol, Türkiye’yi kurtarmak için önce CHP’yi kurtarmak gerektiğine inanıyor olmalı ki, alkışlanması gereken bir iş yaptı. CHP Yeniden Yapılanmalıdır başlıklı, 40 sayfalık bir kitapçık hazırladı. Kemal Kılıçdaroğlu başta, parti yetkililerine gönderdi.

Parti içi demokrasi şart

Kemal Anadol, yazıyor:

CHP Genel Başkanı partinin tüm üyeleri tarafından seçilmelidir.

Parlamenter sistemle yönetilen çağdaş¸ demokrasilerde seçimlerin delege sistemiyle yapılması geçmişte kalmıştır. CHP’nin üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal’e üye hiçbir Avrupa sosyal demokrat veya sosyalist partisi bu yöntemi kullanmamaktadır.

Parti liderini demokratik esaslara göre seçmeyen bir partinin iç işleyişi de demokratik olamaz.

İlçe başkanı ve yönetim kurulu ile il delegeleri, il başkanı ve yönetim kurulu ile kurultay delegeleri de o ilçe ve ildeki, parti meclisi üyeleri de tüm ülkedeki üyeler tarafından seçilmelidir.

Pekiyi Siyasi Partiler Kanunu buna izin veriyor mu? Hayır.

Ama “yürürlükte olan yasa içinde ne yapabiliriz” sorusuna çözüm bulabiliriz. Belediye bas¸kan/meclis üyeleri ve milletvekili adayları için yargıç önünde olmayan, parti denetiminde, gayri resmi önseçim nasıl yapıyorsak ki buna “Eğilim Belirlemesi” diyoruz, aynı yöntemi kongrelerde uygulayabiliriz. 400/600 kişiden oluşan kongre üyeleri delege seçimleriyle belirlenir. Kongre onların katılımıyla gerçekleşir. Ancak kongreden bir veya birkaç gün önce tüm üyelerin katılımıyla yapılacak eğilim belirlemesinde başkan, yönetim ve üst kurul delegeleri saptanır. Bunlar daha sonra yapılacak kongrelere sunulur. Delegelerin bu isimleri ufak tefek değişiklik dışında reddetmeleri çok zordur. Tabanın baskısı onların aykırı davranışlarını önleyecektir. Böylece hem yasaya aykırı davranmamış¸ hem de isteğimizi gerçekleştirmiş oluruz.

Kemal Anadol’un çok küçük bir alıntı yaptığım kırk sayfalık manifestosu, partiyi iyi tanıyan engin deneyimli bir siyasetçinin, bilgelik eseri. Siz değerli okurlarıma Cumhuriyet’te Ali Açar’ın yazarla yaptığı röportajı okumanızı öneririm.

CHP yönetimine ise hiç işine gelmeyecek bu kitapçıktaki çözümlerin, tükettikleri güven ve tıkadıkları umut selinin önünü açmak için son şansları olduğunu hatırlatırım.

Murat Ağırel’e...

Kardeşim Murat, duruşma günü yüzlerce vicdanlı insanla birlikte Çağlayan’daydım. Mahkeme salonuna almadılar. Üçünüzü serbest bırakıp dördünüzü içerde tutan kararla bayram ve matemi aynı anda yaşadım. Ama sevgili eşin, benim de canım Dilek nasıl zayıfladığını anlatınca, asıl o zaman kahroldum! Murat, sen bir savaşçısın. Hem de vazgeçmeyecek, sırtını dönüp kaçmayacak türden. Salt beyinsel anlamda değil, fiziksel anlamda güçlü olman şart! Eşin uyuyamıyor geceleri, duruşmadaki görüntün çıkmıyor aklından... Sana yalvarıyorum, yemek ye güzel oğlum. Sevenlerinin hatırı için beslen ve iyi bak kendine. Erime artık. Kara gözlerinden öpüyorum.

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Atatürk’ü ağlatan Kurtuluş Savaşı’nın komutanının adını okuldan sildiler - Deniz Ayhan / Sözcü

Soyadını Atamızın verdiği Albay Reşat Çiğiltepe’nin adı, Ankara-Mamak’taki ortaokuldan silindi. Atatürk, Albay Çiğiltepe’nin intihar etmesinin ardından ‘’Büyük bir vatanseverdi’’ diyerek gözyaşı dökmüştü. Siyasiler ise tepkilerini “Yazıklar olsun” sözleriyle dile getirdi.



Albay Reşat Çiğiltepe'nin adı, Ankara-Mamak'taki ortaokuldan silindi. Okula, Milli Eğitim Vakfı'na bağışta bulunan ve vefat eden kitabevi sahibi Turhan Polat'ın adı verildi. Kurtuluş Savaşı sırasında 57. Tümen Komutanı olan Albay Reşat Bey Büyük Taarruz sırasında “Afyon Çiğiltepe'yi yarım saatte alacağım'' diyerek Atatürk'e söz vermiş, ancak Yunan direnişi sonucu bu sözünü tutamayınca intihar etmişti. İntiharı duyunca “Büyük bir vatanseverdi'' diyerek gözyaşı döken Atatürk, Albay'ın ailesine Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası ile “Çiğiltepe'' soyadını vermişti.

PARA KARŞILIĞI İSİM DEĞİŞTİ

İYİ Parti İstanbul Milletvekili Ümit Özdağ, Çiğiltepe'nin adının okuldan silinmesine tepki gösterdi. Özdağ, ‘'Albay Çiğiltepe, İstiklal Harbimizin unutulmaz kahramanlarındandır. İstiklalimiz için canını veren aziz bir kahramanın ismi para karşılığı silinmiştir. Soyadı kanunu çıkartılınca Atatürk, albaya Çiğiltepe soyadını vermiştir. Gerçekten yazıklar olsun” dedi.

SOSYAL MEDYADA DA TEPKİ

İYİ Parti Adana Milletvekili İsmail Koncuk ise “5 milyon TL'ye okulun adı değiştirilmiş. Milli Eğitim Vakfı'na bağışta bulunan Turhan Polat'ın ismi verildi. Yazıklar olsun. Olacak iş değil” şeklinde konuştu. Sosyal medya kullanıcıları da duruma tepki gösterdi. Birkaç saat içinde yüzlerce tweet atıldı. Tweetlerden bazıları ise şöyle: “Burnumuzun direği sızladı, gözyaşlarımız aktı. Neden okulun adını değiştirdiniz? Değiştirdiniz ama tarihi asla yok edemezsiniz.”

İŞTE ATATÜRK’LE O SON KONUŞMA

27 Ağustos 1922. Yunan Ordusu Çiğiltepe'de. 57'nci Tümen Komutanı ise Albay Reşat. Düşmanla savaşırken Atatürk ile Albay Reşat arasında gözyaşlarına boğduran bu son konuşma geçti.

SAAT 10.30
ATATÜRK: Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız?

ALBAY REŞAT: Komutanım, yarım saat sonra alacağız.

SAAT 10.45
ATATÜRK: Düşmanın halen direndiğini görüyorum.

ALBAY REŞAT: Mutlaka alacağız.

SAAT 11.00
ATATÜRK: Reşat Bey'i istiyorum.

ALBAY REŞAT'IN EMİRERİ: Komutanım Reşat Bey tepeyi alamadığı için intihar etti.

SAAT 11.45
Atamızın telefonu çalar: “Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovası'na doğru kaçmaktadır, arz ederim.”

                                            OKUL, ASKERLERİN ÇOCUKLARI İÇİN 1982'de AÇILMIŞTI
Mamak'taki Çiğiltepe Ortaokulu'nun internet sitesinde şu bilgi yazıyor: “Okulumuz, lojmanlarda kalan Kara Kuvvetleri Personeli'nin çocukları için 1982'de açılmıştır.”

                                           OKULA BAĞIŞ YAPAN İŞ İNSANININ ADINI VERDİLER
Ankara Mamak'taki okul 2012 yılında ortaokula dönüştürüldü. İddiaya göre Milli Eğitim Vakfı'na bağışta bulunan ve vefat eden Turhan Kitabevi'nin sahibi Turhan Polat'ın adı verildi.

27 Haziran 2020 Cumartesi

Çöküşü tahmin etmek! - Erhan Nalçacı / SOL

Neden 2020’deki çöküşü tahmin edemediler? Oysa bugün daha iyi anlıyoruz ki bu yıllarda bir viral pandeminin geleceği sadece Dünya Sağlık Örgütü tarafından değil, bütün haber alma teşkilatları tarafından devletlerine bildirilmiş.

IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği Merkez Bankası ve emperyalizmin diğer bütün finans yönetim merkezleri dünya ekonomisi hakkında tahminde bulunurlar. 

Dünyanın en “iyi” iktisatçıları, en gelişkin istatistik yöntemleri ve en hızlı bilgisayarları emirlerindedir. Ulaşamayacakları iktisadi veri bulunmaz.

Ama gene de yanılırlar.

Genellikle iyimserlerdir. Tahminlerinin muhtemelen propagandif bir yanı da bulunur.

Şu aşağıdaki grafiği pandemi başladığında paylaşmıştık.

Çok şey anlatan ve 1995’ten bu yana iktisadi krizin üzerine binen çöküşleri gösteren bu grafiğin son kısmına bakacağız. 

En sonundaki gri kesikli çizgi IMF’nin pandemiye bağlı çöküş öncesinde dünya ekonomisinde hafif bir iyileşme tahminini yansıtıyor. Kırmızı çizgi ise çöküşün başlangıcını. 

Grafikte 2008 yılında mali sektörden başlayıp reel sektörlere yayılan iktisadi çöküşün derinliği ve süresi görülüyor. 2020’nin hemen başında ise IMF’nin tahmini tutmuyor ve pandemiye bağlı çöküşün ilk verileri geliyor. Gri kesikli çizgi IMF’nin iyimserliğini, kırmızı kesikli çizgi gerçeği yansıtıyor.

Neden 2020’deki çöküşü tahmin edemediler?

Oysa bugün daha iyi anlıyoruz ki bu yıllarda bir viral pandeminin geleceği sadece Dünya Sağlık Örgütü tarafından değil, bütün haber alma teşkilatları tarafından devletlerine bildirilmiş.

Çok önceden önlem alacak zamanları vardı: Birinci basamak sağlık örgütün güçlendirilmesi, toplumsal eşitsizliklerin bir ölçüde azaltılması, toplumun bilinçlendirilmesi…

Ama hiçbiri olmadı. 

Çünkü masraf!

Bütün devletlerin bütçeleri tekellerin azalan kâr oranlarını telafi etmek için kullanılıyor, emekçi halka zırnık koklatmıyorlar.

Bu yönelimi zaten IMF, Dünya Bankası ve AB Merkez Bankası yönetiyor. Bunu göremezlerdi, tahmin edemezlerdi.

1930’lardan bu yana kapitalizmin en büyük çöküşü ile karşı karşıyayız. 300 milyon civarında tam zamanlı iş kaybından bahsediliyor. Enformel sektörlerde çalışan 2 milyar kadar insanın büyük bir yoksullukla karşı karşıya olduğu söyleniyor.

Şimdi pandemi sonrası sermayenin ne zaman düzlüğe çıkacağını, yani olağan krizine döneceğini tahmin etmeye çalışıyorlar. 

Aşağıdaki grafik Euromonitor’un tahminlerini yansıtıyor. 2008-09 çöküşünü gösteren çizgi ile 2020 çöküşünü gösteren çizgileri karşılaştıralım, son çöküşün şiddetini yansıtıyor grafik. 

Tahminlerine göre, bu yıl dünya %10 kadar küçülüyor ama 2021’de telafi ediliyor ve eski seyrine dönüyor.

                  Grafik Euromonitor International’ın 27 Nisan 2020’de güncellediği verileri yansıtıyor.

Diğer kötümser senaryolarda ise çöküş derinleşiyor ve 2021’de devam ediyor. En kötü senaryoya göre bile 2022’de dünya kapitalizmi toparlanıyor.

Kötü senaryoların nedeni olarak neyi görüyorlar?

Bir kere kışın tekrar pandeminin hızını artırması ve hatta 2021’e sarkması olasılığı başlıca kötümserlik nedeni.

İkincisi ise çöküşün bir finansal krizi tetiklemesi. 

Gerçekten bu çöküş 2008’dekinden çok farklı. 2008’de dönmeyen ev kredileri nedeniyle aşırı pahalanmış mali araçların bir anda dibi görmesi finansal çöküşe yol açmış ve reel sektörleri peşinden sürüklemişti.

Şimdi ise tüketimin bıçak gibi kesilmesi reel sektörü vurdu ancak finans tekelleri henüz ayaktalar. 

Oysa bu çöküşün özellikle dış borç yükü fazla olan ülkeleri vurmasını ve bunun bir domino taşı etkisiyle finans sektörünü iflasa sürükleme olasılığını göz önünde bulundurmalıyız.

Diğer iki olasılığı ise hiç akıllarına getirmiyorlar.

Biri küçük ya da büyük savaş tehlikesi. Orduların sınırda çivili sopalarla birbirine girdiği bir dünyada barışın garantisi nedir diye kimse sormuyor.

Ama bir olasılık daha var.

Sürekli akıllarında olduğu halde tahminlerinde yer vermiyorlar:

Çöküşün bütün yükünü çeken emekçilerin ayaklanması ve hatta bu ayaklanmanın dünyanın şurasında veya burasında bir devrimle taçlanması.

Hiçbir kötümser senaryoda bu yok. Ama kasalarını usul usul okşadıklarını ve onu bir toplumsal ayaklanmadan koruması için sessizce dua ettiklerini biliyoruz.

Umarız en kötüsü başlarına gelir!

Erhan Nalçacı / SOL

Neo-Osmanlının hazin tablosu - Orhan Gökdemir / SOL

O tabloya bir daha bakın. Acımasız bir iktidar savaşı göreceksiniz!


Fatih Mehmet İstanbul’u fethettiğinde kentte büyük bir Venedik kolonisi vardı. Bu koloniyle yaşanan uzun itiş kakışlardan sonra Venedik, Osmanlıların yaptığı barış önerisini kabul etmek zorunda kaldı. Barış anlaşması Venedik’in Osmanlılara tazminat ödemesinin yanı sıra tuhaf bir koşul daha içeriyordu. Fatih Mehmet, portrelerini yapmak üzere Venedik’in en yetenekli ressamlarından birinin İstanbul’a gönderilmesini şart koşuyordu. Gentile Bellini bu anlaşma gereğince İstanbul’a geldi. Bir yıldan fazla şehirde kaldı, muzaffer İmparatorun ünlü portresinin yanı sıra başka tablolar yaptı.

Halbuki portre yaptırma ve yapma, daha doğrusu “suret” çizimi “İslami geleneklerimizden” değildir. Putperestlik sayılır ki büyük günahlardandır. Fatih’in günaha aldırmadığını veya günah saymadığını biliyoruz. Devletlerarası bir anlaşmaya yazdıracak kadar bu sanata heveslidir. Fatih’in İstanbul’a Roma imparatoru olarak girdiğini, Ermeni ve Rum Kiliselerinin yanı sıra Bizans Bakiyesi Yahudiliği takviye ettiğini akılda tutmamız gerek. Annesi gayrimüslimdi. Kendisini öyle hissettiği yönünde emareler var. Doğu Roma’nın mirasçısı olarak İstanbul’u kolayca fethetmiştir. Fetih sırasında, kapıların yeni Roma İmparatoruna içeriden aralanmış olması da mümkündür.

Demek henüz Osmanlıda “az Müslümanlık” söz konusudur. Başlangıçta hiç yoktur, Selim’e kadar azdır. Selim, Safevi korkusundan çoğaltmak zorunda kaldı. İlk İslamizasyon projesidir. Üçüncü köprüye adını bu yüzden verdik. Azdır.  

***

Cem ise, Fatih’in parlak şehzadelerinden biriydi. Parlaklıkta onunla yarışan Mustafa beklenmedik bir zamanda hamamda fenalaşarak öldü. Bu “hamam kazası” ile seçenekler ikiye indi. Geride parlak Cem ile ışıltısız Bayezid kaldı. Hamamda olanları “faili meçhul cinayet” saymamız için pek çok sebep var. Bunu Fatih Mehmet’in içinde yer aldığı derin bir iktidar kavgasının uzantısı olarak da okuyabiliriz. 

Seçimin cinayetlerle yapıldığı hararetli bir zaman aralığıdır. Fatih Mehmet ikinci defa tahta geçtiğinde ilk işi henüz süt emme çağındaki kardeşi Ahmet’i “menziline yatırıp, makamına gönderip yaslıların yasını çıkarmak” olmuştu. Siz “boğdurdu” anlayın. Kaynaklara göre İstanbul’un fethi sırasında Orhan isimli bir şehzadeyi bulup boğdurmuştu. Bu cinayetlerin ardından iktidarının önünde engel olarak gördüğü kurucu Çandarlı ailesine de şiddetle saldırdı. Bizans’la mali ilişkiler içinde bulunduğu ve rüşvet aldığına dair rivayet çıkarılan Çandarlı Halil Paşa’yı öldürttü. İstanbul’un fethine karşı çıkan Paşa’nın 120 bin Düka altınlık serveti müsadere edildi. 

Fakat bu ataklarının bedelini hayatıyla ödeyecek, zehirlenerek bertaraf edilecekti. Fatih’in ölüm haberini oğlu Cem’e ulaştırmak için acele eden Sadrazam Karamani Mehmet Paşa Yeniçeriler tarafından yakalanıp parçalandı. Ardından İstanbul’da birçok ev yağmalandı. Ayaklanma çıkmıştı. Fatih’in cesedi 18 gün süren ayaklanmalar sırasında ortalıkta kaldı. Namazı, Bayezid’in oğlu Korkut’tan saltanatı resmen teslim alarak tahta çıkmasından sonra ancak kılınabildi.

Çandarlı ailesine uygulanan “malları müsadere” yöntemi, Fatih’in sayısız seferlerinin yarattığı mali ihtiyaçları karşılamanın yollarından biriydi. Ancak bu yöntem mülklerinin ellerinden alınmasından korkan varlıklı aileler arasında büyük huzursuzluğa yol açmıştı. Bildiğiniz iktidar savaşıdır ve bu savaşın kuvvetleri imparatorları bile çiğner geçer.

Fatih’in ölüm emrini oğlu Bayezid vermişti. İnfaz emrini yerine getiren Saray Tabibi Acem Lari, tahta geçen Bayezid tarafından afyon içmeye zorlanarak öldürüldü. Müsadere edilen mallar eski sahiplerine iade edildi. Devlette denge yeniden kurulmuştu. 

***

Parlak şehzade Cem iktidar savaşının kaybedenler cephesinde kalmış, yenilmişti. Babasının safında olmanın bedelidir. Yenilmenin bedeli belliydi, kellesi bir şekilde alınacaktı. Kaldı ki kaybedenin kellesini almayı babaları Fatih Mehmet yasalaştırmıştı. Kazananların tepkisi çok sert oldu. Bayezid hükümdar olduğunda Cem Sultan’ın oğlu Oğuz Han’a dokunmamıştı. Fakat Cem saltanat iddiasında bulununca önce Cem taraftarı olduğunu düşündüğü Gedik Ahmet Paşa’yı sonra da Oğuz Han’ı öldürttü. Oğuz Han amcası tarafından boğdurulduğunda sekiz yaşındaydı.

Cem kurtuluşu Rodos Şövalyeleri’ne sığınmakta buldu. Ancak Bayezid, büyük rüşvetler vererek kardeşini de öldürtmeyi başardı. Osmanlı kronikleri ölüsü Bayezid’e satılmak üzere Papa Alexandre Borgia tarafından Cem’in nasıl zehirlendiğinin acıklı hikâyeleri ile doludur. 

Müslümanlığa gelince; Cem Sultan, hacca giden tek “Osmanoğlu”dur. Ondan başka hiçbir padişah veya şehzade hacca gitmemiştir. Hac dönüşünde 14 yıl esir hayatı yaşadı. 1495’te öldürüldü. Öldürten Bayezid bu olaya çok üzüldü ve bütün Osmanlı ülkesinde gıyabi cenaze namazları kıldırdı, üç gün yas ilan etti. Osmanlı geleneğidir, önce öldürtür sonra oturup arkasından yas tutar. Ölümünden dört yıl sonra ölüsünü getirdiler, Bursa’da büyükbabası Murad’ın yaptırdığı caminin bahçesine kardeşi Mustafa’nın yanına gömdüler. Fatih Mehmet döneminin sonudur.

Gerisi daha eğlenceli. “Hacı Şehzade” Cem'in Rodos'ta yaşayan oğlu Şehzade Murad 1492'de, henüz hacı babası hayattayken Hristiyan oldu. Papa Altıncı Alexander tarafından vaftiz edilip “Pierre” adını aldı ve “Papalık Prensi” yapıldı. Rodos’ta çoluk-çocuğa karıştı ve Kanuni’nin adayı fethetmesine kadar burada “Prens” olarak yaşadı. Rodos’un fethinden sonra yakalanıp boğduruldu. Cem Sultan’ın bugüne kalan soyu geniş Katolik bir ailedir. Cem ve soyu hep Fatih Mehmet’in izinden gitmiştir!

***

Not edelim eksik kalmasın. Kazananların adamı Bayezid de kardeşinin uğradığı akıbetten kaçamadı. Oğlu Ahmet’i hayattayken saltanat koltuğuna oturtmak istiyordu. Ancak ordusu Şehzade Selim’den yana tavır alınca iktidarı ona bırakmak zorunda kaldı. Selim, kaybeden babasını maaşa bağlayıp emekliye ayırdı. Sonra devlet töreniyle İstanbul’dan Dimetoka’ya uğurladı. Fakat emekli sultan daha yolun yarısına varmadan Çorlu yakınlarında zehirlenerek ruhunu tanrısına teslim etti. Düşük Sultanı kimin niçin zehirlediği tabii ki anlaşılamadı.

***

İBB’nin, misyonu İBB’yi yönetmenin ötesinde olduğu iddia edilen başkanı Ekrem İmamoğlu bir operasyonu daha başarıyla tamamladı. Bellini’nin Fatih Mehmet tablosunu satın alıp Türkiye’ye getirdi. Portre, Fatih’in yaşadığı dönemde yapılan 3 portreden biri. Getirilmesi elbette çok önemlidir. Sanatsal ve tarihi değerinin ötesinde, Ekrem İmamoğlu kendi usulünce Neo Osmanlıcılık yarışında rakiplerinin kalesine tartışmasız bir gol atmıştır. Planlı tatbikatlardan biridir. Üstelik, polisin yedeğindeki A Haber’i bile atlatmayı başarmışlardır. Kutlarız…

Ancak, geride ufak tefek sorunlar kaldı. Misal, tablodaki ikinci kişinin kimliği net olarak bilinmiyor. Sakalsız ama türbanlı erkek figürünün, padişah ile eşit seviyede çizilmiş olması, Fatih’in üç oğlundan biri olması ihtimalini güçlendiriyor. Bir Avrupalı veya Venedik muktediri olma ihtimali de dillendiriliyor. Şehzade Mustafa, Bellini’nin ziyaretinden önce ölmüştü. Işıltısız Bayezid ise tablodakine göre oldukça yaşlıydı ve Sultan’ın onu kendisiyle eşit sayması için bir sebep göremiyoruz. Fatih’in, Mustafa öldükten sonra geride tek iktidar adayı olarak kalan Cem’i yanına alarak -22 yaşındaydı o tarihte- dışarıya güçlü bir “mesaj” verdiğini kabul edebiliriz. Demek ki “tablo” da iktidar savaşının bir parçasıdır. 

Bir ihtimal daha var! Cem değilse sarayında ağırladığı “adsız sultanlardan” biridir. Kadının cariyelik aşamasında takılıp kaldığı, haliyle aşkın erkekler arasında yaşandığı renkli zamanların bakiyesidir tablo. “Güllü” ve “kementli” tabloya da bir göz atmanızı öneririm. Kement kıyıcılığa işaret eder ama gülde kadın yoktur. Ecdadımızın renkli halleridir. 

***

Laik Cumhuriyet yıkıldı. Kemalizm’in “Yurtta Sulh” kuralını parçalayıp Neo-Osmanlı düşü kuran Türk-İslamcılar, tarihin tozlu raflarını eşeleyip oradan kahramanlar devşirmeye çalışıyor. Fatih olmazsa Selim; olmadı “kanunsuz” Süleyman. Fakat bu tarihte Türk-İslama uygun figür bulmak çok zordur. Fethi uysa inancı uymaz, inancı uysa alışkanlıkları fazla gelir. Hacısı Hıristiyan, Hocası ayyaş çıkar. Hamamda sefada can verenlerin sayısı “er meydanında” can verenlerden çoktur. Sonuncular reformisttir, bol gelir. Geriye kalıyor “borsa simsarı” Hamit. Neo-Osmanlıcılığın hazin tablosudur. 

Şimdi o tabloya bir daha bakın. Acımasız bir iktidar savaşı göreceksiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

Krizden çıkış ve solun yolu - BİRGÜNCE

Çin’in Vuhan eyaletinde ortaya çıkan ve kısa sürede dünyanın bütün ülkelerinde etkisini gösteren salgın hastalık, kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizi daha da derinleştirdi. 2008’den beri kriz içinde olan emperyalist-kapitalist sistemin merkez ülkelerinde beceriksiz tek adam yönetimlerinin aldığı yanlış kararlara da bağlı olarak Covid-19 kaynaklı yaygın ölümler, yüz binlerce insanın hastalığa yakalanması, sağlık sistemlerinin felce uğramasına yol açtı.

Pandeminin ortaya çıkarttığı en temel sonuç; kapitalizmin yıllardır insanlığa dayattığı neoliberal politikaların bu trajedi karşısında iflas etmesiydi. Tamamen kâr etmek için oluşturulmuş sağlık sistemi, sosyal güvenlik kurumları, ilaç ve malzeme üretimi çöktü. Görüldü ki yıllardır ilerici devrimci kesimlerin ısrarla savundukları parasız sağlık ve herkes için sosyal güvenlik talepleri, son derece doğru ve insancıl taleplerdir.

Kapitalizmin kâr için üretime dayanan işleyişi, doğayı tahrip ederek ve en temel insani ihtiyaçları paraya indirgeyerek bir yıkıma yol açıyor. Kapitalizmin işleyişi artık kendini yenileme özelliğini yitirmiştir. Kapitalizm bir sistem olarak, bütün bir insanlığı yok oluşa sürüklüyor. Pandemi, bu gerçeği, yoksulluğun pençesinde kıvranan, sömürülen, ırksal, cinsel, etnik, inançsal vb. nedenlerle dışlanan, savaşlarla ve katliamlarla yok edilen en geniş kitlelerin gözünde açığa çıkarttı.

Ülkemiz açısından da pandeminin ortaya çıkarttığı gerçekler dünyada yaşananlardan pek farklı değildir. Türkiye, salgın ortaya çıktığında son derece derin bir ekonomik krizin içindeydi. Üstelik “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen yeni rejim, sorunları çözme noktasında sürekli bir yalpalama içindeydi.

Pandemi devletin kasasında para kalmadığını, bu derece bir krizi yönetecek işinin ehli bir yönetimin olmadığını açıkça ortaya çıkardı. Sadece sermayeyi kurtarmaya yönelik geçici tedbirler dışında, duran ekonomik hayatı canlandıracak hiçbir tedbir alınmadı. Maske dağıtamama beceriksizliği, karantina tedbirlerinin neredeyse keyfi uygulanması, Bilim Kurulu’nun birer dekora dönüştürülmesi ve tek adam kararları sürecin kötü yönetildiğini ortaya koydu.

Krizde alınan insan sağlığına aykırı kararların esas belirleyicisi, -işçiler ile çalışanları sağlıksız koşullarda çalışma sahasına sürmek pahasına- sermayedarların beklentisini karşılamaktı. Krizin, işsizliğin, ekonomik geri gidişin üstünü örtmek için ise iktidar bloku her zaman olduğu gibi baskı politikalarına yönelerek süreci yönetmeye çalıştı. Saçma sapan darbe tartışmaları, kayyum atamalarının devam ettirilmesi, gazeteci tutuklamaları pandemi koşullarında da sürdürüldü.

İKTİDARIN TAKTİKLERİ

Bir diğer taktik dinin suiistimal edilmesiydi. Ayasofya tartışmaları, İzmir’de camiden Ciao Bella çalınması gibi provokasyonlar ya da özerklik iddiası üzerine komik antipropagandalar muhalefeti bastırmak için birer araç olarak kullanıldı. TV’lerden ve sosyal medyadan “silah gösterilerek,” muhalefetin sokak gösterileri yapması halinde şiddet kullanılacağına ilişkin tehditler de bu koşullarda gündeme getirildi.

Sivil milisler eliyle ya da bekçileri silahlandırarak ve yetkilendirerek muhalefeti sindirme planları gerçekten de iki ucu keskin bir bıçaktır. Tarihsel olarak toplumsal talepleri bu tür yollarla bastırma şeklindeki stratejilerin en çok bu yola başvuranları vuracağı ve ülkeleri yıkıma uğratacağı açıktır. Çok yakın bir tarihte ülkemizde, Balkan ülkelerinde ve Ortadoğu’da yaşananlar bütün çıplaklığıyla ortada durmaktadır.

İktidar bloku her geçen gün eriyen toplumsal gücünü koruyabilmek ve kendi iktidarını sürdürebilmek için baskı politikalarını sürdürmekten başka bir yol izlemiyor. Bu politikaları bolca din ve milliyetçilik sosuna batırarak muhalefeti bastırmak için ısrarla sürdürüyor. CHP İstanbul İl Başkanı’na verilen ceza, kıdem tazminatlarını gasp etmek için atılan adımlar, barolar ve mühendis odaları üzerindeki baskılar, HDP yürüyüşüne ilişkin tutumlar, gazeteci tutuklamaları, milletvekilliği düşürmeler en son örnekler olarak görülebilir.

İKTİDAR BLOKUNUN YOLU

İktidar blokunun yolu bellidir. Mevcut iktidarını korumak için her türlü baskı ve şiddete başvuracağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Artık hiçbir toplumsal talep bu rejim tarafından karşılanamaz; bunun için ne yağmalanan kamu kaynakları ne de borçlanmanın sürdürülebileceği uluslararası koşullar vardır. Yükselen toplumsal talepleri bastırmak için yalana dayanan bir medya ve sosyal medya kampanyası, dinin ve milliyetçiliğin köpürtülmesi ve baskı politikaları önümüzdeki dönemin en temel özelliğidir.

Sorun muhalefetin bunun karşısında nasıl bir hat tutturacağıdır. Oyuna gelmeyelim, seçimlere kadar bekleyelim türünden bir savunmacı muhalefet anlayışı, iktidar blokunun işine yaramaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Muhalefetin temel açmazı bugünkü kaostan çıkmak için bütünlüklü bir çıkış yolunu ortaya koyamayacak kadar bölünmüş olmasıdır. Tek tek saldırılar karşısında elbette bir direniş hattı kurmak önemlidir ama tutarlı bir çıkış yolunu ortaya koymadan bu mücadeleyi kazanabilmek mümkün değildir.

MUHALEFET: NEREYE GİTMELİ?

Evet muhalefet çok parçalıdır; ancak bu muhalefetin direniş çizgisini herkesi kapsamak adına en geri noktada kurmak doğru bir tutum değildir. Kamucu, laik, ezilen sınıfların çıkarı üzerinden kurulmayan, kendini sadece parlamenter sistemin yeniden kurulmasıyla sınırlayan bir muhalefet anlayışının bugünkü iktidara son vermeyi başarsa bile geniş halk kitlelerinin çıkarlarını sağlayamayacağı açıktır. Sağın diğer parçalarının görüşlerini savunarak sağ bir iktidardan kurtulmak, halk açısından hiçbir şeyin değişmemesi demektir.

Bu nedenle sol sosyalist partilerin önünde ikili bir görev bulunmaktadır: Her türlü kötülüğün ana yatağı haline gelen mevcut iktidar blokunu yenilgiye uğratacak geniş bir cephe yaratmak ve bunun sağlam temeller üzerinde yükselebilmesi için siyasal İslamcı rejimin bütün kurumsallaşmalarını, kadrolaşmasını çöpe atacak bir iradenin örgütlenmesi.

Şimdi sol sosyalist bir çıkış yolunun en geniş kitlelere ve başta muhalif kesimlere gösterilmesi, bunun hayatın her alanında örgütlenmesi yakıcı bir görevdir. Türkiye sol hareketinin tarihsel birikimi bu noktada en önemli dayanak olmalıdır. Türkiye, ülkeyi felakete sürükleyen bu akıl dışı siyasal İslamcı rejime mahkûm değildir. Şimdi solun toplumsal taleplerin taşıyıcısı olmak için cesaretle öne atılmasının tam zamanıdır.

BİRGÜNCE

26 Haziran 2020 Cuma

İki gözün sığdığı pencere - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Aynı karından doğmadık. Aynı toprakta büyümedik. Aynı okulda okumadık.


Fakat aynı düşmana esir düştük. Göğün telle kapatıldığı bir duvar dibinden aynı gökyüzüne baktık. Ölüme de hürriyete de beraber yürüdük.

Doğa, insana şanslıysa bir kardeş hediye ediyor. Ancak sonradan kardeş olmak için ateşle sınanmak gerekiyor.

Dokuz yıl önce birlikte gözaltına alınmış, birlikte tutuklanmış, Metris’ten Silivri’ye beraber götürülmüştük. 19 ayın ardından tahliye haberini veren hâkim bile adımızı ayrı ayrı söylememiş, Barışlar” diye okumuştu.

Kaldığımız yerden bıraktığımız gibi devam ettik.

Bugün mü, yarın mı diye bir başka esareti bekledik. İnsanlar ölümden korkuyordu, hastalıktan korkuyordu, yalnız kalmaktan korkuyordu. Biz korkmaktan korkuyorduk. Çünkü korku akla örülmüş bir duvardır, insanın harcını kendisinin kardığı iç hapishanesidir. Hepsini yenmek istiyorduk.

4 Mart günü beklediğimiz oldu. Önce beni aldılar. Bir gün sonra da onu getirdiler. Tek başımıza koydukları yetmedi. Bağırsak, birbirimizin sesini duymayalım diye aramıza boş koğuş bıraktılar. Biz çığlıkla birbirimize fısıltı olduk.

Yayımladığımız MİT raporları

Dokuz yıl önce birlikte kitap yazarken tutuklanmıştık. Çivi çiviyi söktü. İki ayrı koğuşta birbirimizi görmeden birlikte kitap yazdık. Hapisten çıktık. Bizi bilgisayarlarımızda bulduklarını söyledikleri “çok gizli” belgelerle suçluyorlardı. O belgeleri alıp üzerine ikinci bir kitap yazdık.

MİT’in FETÖ üzerine yazdığı raporları, yaptığı çalışmaları, hükümet “rafa kaldırdık” diye övünürken birlikte anlattık. Kitap, yıllar sonra FETÖ hakkında yazılan iddianamelere kaynak oldu, savcılar dipnot verdi. Ne garip, devletin savcıları devletin birikimini devletten değil nasırlı parmaklardan çıkan kitaplardan öğreniyordu.

Kurt kuzuyu yemeye karar verdi

Bütün bunların ardından 4 aydır bizi içerde tutan o habere bir daha bakıyorum. Avukatımın “3 satırlık bir haberle insan tutuklanır mı” dediği, tutuklayan hakimin “ama etkisi büyük” diye yanıt verdiği günlerdir konuşulan habere. Her akşam televizyonlarda emekli askerlerin, çok derin stratejistlerin, “açıklıyorum” diye konuşmaya başlayan gazetecilerin söylediklerini dinledikten sonra, “sır” dedikleri MİT şehidinin cenazesinin haberine.

Şehidin MİT’ten mensubu olduğu anlaşılmasın diye “Teşkilat Başkanı” pankartıyla gönderilen çelenge, koca fotoğraf makinesiyle yapılan “gizli çekim” dedikleri fotoğrafa, belediye başkanından milletvekiline koca ilçenin katıldığı “gözlerden uzak” diye tarif ettikleri törene, aynı zamanda kahvehane işleten muhtardan öğrenilen “devlet sırrı”na, 100 yaşındaki Millet Meclisi’nde kameralar önünde açıklandığı halde “kimsenin bilmediği bilgi”ye, MİT mensubu olduğu anlaşılmayınca savcılığa “bunlar MİT mensubu” diye yazı yazan “istihbarat kurumu”na…

Kurt kuzuyu yemeğe karar verdiyse en açık sözler giz olur, en edepli laflar küfür sayılır.

Şimdi kalanlar kurdun elinde.

Herkesin bildiği hikâye

Ben açılan demir kapıdan geçip duvarsız bir hapishaneye yürüyorum. Garip ama insanların koşarak yürüdüğü bu yolda ben adımlarımı küçültüyorum.

Her demir kapının üzerine iki gözün sığacağı pencereler var. Onlar gardiyanlar içeri baksın diye yapılmış. Tahliye günlerinde ise mahpuslar dışarı bakıyor. Her birinde bir başka hayatın dünyaya açılan kapılarını görüyorum.

Önceki akşam karar açıklanmadan önce beklediğimiz adliye hücresinde Barış Pehlivan bana “düşündüm, bunca yıl cefa çektik, hiç sefa sürmemişiz” dedi. Sanki kararı önceden biliyormuş gibi, dönüşte moral versin diye dört aydır yemediği çikolatayı, şekeri hazırlamıştı.

O akşam karar açıklanmadan önce Murat Ağırel bana “çıkarsan Ali Derya ile Adayı oynamaya götürürsün” dedi. Sanki birimizin çocuğunun babasını beklemeye devam edeceğini önceden biliyordu.

Hapishanenin nasıl bir yer olduğunu tutuklanmayı beklerken bizim anlattığımız Hülya Kılınç bile her şeyin farkındaydı.

Herkesin her şeyi bildiği bu hikâyede ben yalnız istikbaldeki ışığı görüyorum. Bir ülke yalnız sınır boylarında, duman çıkan bacalarda, çocuk seslerinin duyulduğu okullarda yaşamaz. Bir memleket dikene, ateşe ve demire çıplak elle dokunan aydınlarıyla da yaşar.

Yalnız bir ömrümüz var ama daha çok hayat yaşayacağız.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet