29 Ocak 2023 Pazar

Düşlerimizdeki ev Amerikan Gotiği mi? - FİDE LALE DURAK / SOL-Özel

 

Wood, Amerikan Gotiği ile düşlerin dahi evin sınırları içinde kaldığını çok güzel özetlemiştir.

                           Grant Wood, 1930, “Amerikan Gotiği”, Şikago Sanat Enstitüsü

Grant Wood adı çok fazla akıllarda kalmamış olsa da onun en önemli resmi olan “Amerikan Gotiği”ni herkes bilir. Resim 1930 yılında, yani Büyük Buhran döneminde yapılmıştır. Amerika’daki sanat eğitiminin ardından 1922-28 yılları arasında Avrupa’ya çeşitli geziler yapan Wood, empresyonizm başta olmak üzere dönemin önemli akımlarından etkilenmiş ama yine de rol modeli 15. yüzyıldan Jan Van Eyck olmuştur. Kendi dönemindeki Avrupalı ressamlardan farklı olarak kırsal yaşam konularına yönelik resimler yapmıştır. Wood, Bölgecilik (regionalism) adı verilen sanat akımının Amerika’daki önemli temsilcilerindendir ve belki de bu akımın en bilinen resmi, defalarca parodileri de yapılmış olan, “Amerikan Gotiği”dir.

Resimdeki çift püriten giyim kuşamları, önünde durdukları evin mimarisi ve resmin merkezindeki yaba ile Ortabatı Amerikan kırsal yaşamını temsil eder.  Iowa eyaletindeki bir yolculuğunda beyaza boyalı ahşap bir ev Wood’un ilgisini çekmiş, evin gotik yapıdaki Avrupa mimarisine benzeyen penceresi nedeniyle evi resmetmek istemiştir. O sırada, boş bir zarfın üzerine evi taslak olarak karalar. Taslak çizim yağlıboya resme dönüşürken Wood şöyle düşünür: “Acaba bu evde nasıl insanlar yaşamaktadır?”. Böylece resimde görünen çift kompozisyona dahil olur. Modeller Wood’un kız kardeşi ve aynı zamanda arkadaşı olan dişçisidir. Çift olarak resmedilen figürlerin karı koca mı yoksa baba kız mı oldukları net değildir. Ancak Wood kendisine sorduğu soruyu cevaplamıştır: “Düşlediğim insanlar bu evde yaşamalı”.

Wood’un düşlediği insanlar muhafazakâr, ciddi, evi ile bütünleşik, çiftçilikle geçinen tipik Ortabatı Amerikan ailesidir. Avrupa’da şahit olduğu bohem sonrası kalıntılar, birinci dünya savaşının yıkıcılığı ve Amerika’daki ekonomik buhran, onu tarihsel olarak ve psikolojik açıdan daha geride olana sarılmaya itmiştir. Resimdeki yaba ile anlatılan kol emeğine dayanan çiftçilik, gotik ev mimarisi ile hissedilen izole ve korunaklı yaşam, kıyafetlerdeki muhafazakarlık, bütün resimden seyirciye akan mutsuz ciddiyet, sanatçının bu yaşam biçimine döşediği methiyelerdir. Wood’un kırsal hayat övgüsü, sadece üretim araçlarının gelişmesiyle kazanılmış şehirleri ve modernizmin ileri yanlarını yadsımak anlamına gelmez, aynı zamanda çocukluğun nostaljisine sığınarak avunma anlamına da gelir. Wood, büyük buhranın boğuculuğunda geçmişin anılarına tutunur. 

Wood, gördüğü evi resmederken pencereleri ve genel olarak evin kendisini olduğundan daha gotik hale getirmiştir. Evin ayrıntıları, geleneksel kadın ve erkek rollerini pekiştirmek üzere resimdeki figürlerle ilişkilenecek şekilde öne çıkarılmıştır. Erkeğin elindeki yaba, yükselen üç sivri dişi ile biraz tehditkâr ya da sağlam duruşuyla resmin ortasında otoriterdir. Bu otorite resimdeki erkek figür ile bütünleşir. Yabanın üçlü yapısı figürün gömleğinde, tulumun çizgilerinde ve hatta çenesinde tekrar edilir. Aynı üçlü yapı evin pencerelerinde de devam eder ve çatıda oluşan üçgen sivrilik ile genel otorite hissiyatı pekişir. Kadın figür, seyircinin gözüne bakan özgüvenli erkek figürün aksine gözlerini seyirciden kaçırmıştır. Ensede toplanmış saçının yanından dökülen bir tutam dalga hemen arkasındaki çiçeğin gövdesindeki dalga ile aynıdır. Elbisesinin motifleri ise penceredeki perdenin motiflerinin tekrar edilmesidir. Böylece kadın evin perdesi, süsü ya da çiçeği; erkek üretim aracının sahibi, otoritesidir.  

Ortabatı Amerika ile özdeşleşmiş bir akım olan Bölgeselcilik akımının diğer önemli iki temsilcisinin de (John Steuart Curry, Thomas Hart Benton) tıpkı Wood gibi dindar olması, Amerika’daki temel sanat eğitiminin ardından Avrupa’da kendilerini geliştirme ihtiyacı duyması ve sonra çıktıkları kırsala dönerek modernizmden nefret etmekte buluşmaları dikkat çekicidir.  Bu akımda konu edinen insanlar geleneksel, ataerkil, değişimi sevmeyen, sınırlarını zorlamayan, aileyi ve evi kutsayan köylülerdir. Kapitalizm, gericiliğini sağlama alırken koruduğu bu yaşam biçiminin ev ile bütünleşiyor olması ise tesadüf değildir. Ev ya da aile sınırlarına hapsedilenlere bir dönemin buhranı bile sığabilmiştir. Kırsalın da şehirden uzak, izole hali boğulmak istenen tüm duygular için biçilmiş kaftandır. Böylece geri olan korunaklı hale gelir.

Wood’un düşlediği insanlar, komşusuna kendi yaşam tarzını dayatan, gericiliği kutsayan insanlardır. Ve onların yaşadıkları evler, dışarıdan süslü perdeleri, çiçekleriyle görünen, evi olmayanların imrendiği evlerdir. Gericilik kendisini mülk sahibi köylüde çok rahat büyütebildiği için ev ile simgeleşen bu anlatım oldukça yerindedir. Aynı sebeple Wood’un ilhamı beyaza boyalı Avrupa mimarili ahşap bir evdir, sonra bu eve uygun insanlar düşlemiştir. Wood, Amerikan Gotiği ile düşlerin dahi evin sınırları içinde kaldığını çok güzel özetlemiştir. 

FİDE LALE DURAK / SOL-Özel


28 Ocak 2023 Cumartesi

"Erdoğan’ın Bilecik'te açtığı altın madeni müjde değil ekolojik yıkımdır" - Eylem Nazlıer / EVRENSEL

                                                                                                                              Fotoğraf: İsa Terli/AA

Erdoğan, Bilecik'te altın madeni açtı. Bergama, İliç’in delik deşik edilen topraklarını örnek gösteren Cemalettin Küçük, “Yaşadıklarımız gösteriyor ki yeni maden müjde değil ekolojik yıkımdır" dedi.

Bilecik Söğüt’teki, Türkiye’nin en büyük altın keşiflerinden biri olduğu iddia edilen 6,5 milyar dolar değerindeki 109 ton altın rezervinin işleneceği maden tesisi bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıldı. “109 ton altın için büyük gün” cümleleriyle duyurulan açılışta, ilk külçe Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından döküldü. Kaynağı 2020 yılında tespit edilen Gübretaş şirketinin iştiraki madende, yılda 6-7 ton altın üretimi hedefleniyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan açılışta yaptığı konuşmada Gübretaş altın madeni projesinin ilk kısmının 70 milyon dolar yatırımla tamamlandığını belirtti. Madenin ilk etapta yıllık 2,5 tona kadar altın üretme kapasitesiyle çalışacağını belirten Erdoğan, yaptıkları madenciliği şu sözlerle övdü: “Burası tam kapasite ile faaliyete geçtiğinde ülkemizde en çok altın üretimi yapılan ilk üç madenden birisi olacaktır. Geçen yıl maden ihracatımız bir önceki yıla göre yüzde 9,1 artışla 6,5 milyar dolara ulaştı ve bu alanda Cumhuriyet tarihinin rekoru kırıldı”.

Açılışı büyük müjde şeklinde duyurulan maden tesisini Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük’e sorduk. Bu madenleri ekolojik yıkım olarak değerlendiren Küçük, “Türkiye coğrafyasında Kaz Dağlarından başlayıp güneydoğu, doğuya kadar coğrafyanın her yeri delik deşik edildi, tahrip edildi. Şimdi yetmezmiş gibi Bilecik’in Söğüt ilçesinde bir tane daha açılıyor. Son olmayacak tabii, arkası gelecek. Hemen yanı Balıkesir Gönen” dedi.

"TÜRKİYE MADENCİLİKTE MİNERAL SAHASI OLDU"

Türkiye’nin, sermaye için madencilikte mineral sahası olduğunu aktaran Küçük, “Buradaki esas mesele şöyle, sermaye açısından durumu değerlendirirsek hangi maden, nerede ve ne kadar olduğunun bir önemi yok. Burada önemli olan tek şey kim işletmesine izin veriyor. Bugün madencilik dediğimiz hikaye budur artık. Dünya sermayesinin hedefi Türkiye’dir. Çünkü Türkiye’de her türlü madencilik faaliyetinin önünün açılmasına izin verilecek koşullar yaratılmış durumda” dedi.

Madeni işleten firmaların isimlerinin çok önemli olmadığını ifade eden Küçük, “Şimdi millet çıkıyor diyor Kanadalı firma. Bergama’daki madende ilk Almanya’nın en büyük siyanürcü şirketi Eurogold vardı. Sonra Avustralya’nın Normandiya şirketine devredildi. Sonra onlar oradan 37 ton altını kapıp gittiler. Pisliklerini orada bıraktılar. Koza altın işletmesi ‘FETÖ’cüleri aracı kıldı. Darbe girişimi sonrası  ‘FETÖ’ yurdu terk etti. Şimdi Varlık Fonu işletiyor. Yani bu değil bizim meselemiz. Bu üretim yönteminin modelinin kim olursa olsun hani demiş ya babam olsa bile buna karşı durmamız gerektiğini. Doğru vurgulamamız gerekiyor” dedi.

BERGAMA, EŞME, GÜMÜŞHANE, ERZİNCAN DELİK DEŞİK

İzmir’in Bergama ve Dikili ilçeleri arasında kalan ve tarım ve hayvancılık üssü olan Bakırçay Havzası’nda, Koza Altın İşletmeleri tarafından işletilen altın madenini hatırlatan Küçük, “Neredeyse yok oldu”. Keza Uşak’ın Eşme ilçesindeki Kışladağ bölgesinde faaliyet gösteren altın madeni, 14 yılda Uşak’ın 4’te 1’i büyüklüğündeki alanı tahrip etti, insanlar zehirlendi. Büyük maden çukurları ve büyük felaketler yaşandı. 50 km mesafeden bakınca Ulubey ile Eşme ilçesi arasında Kışladağ’daki yıkımı gözle görebiliyorsunuz. Altın işletmeciliği yapılan Bergama, Gümüşhane, Erzincan, Ordu aynı yıkım buralarda da oldu. Bugün herhangi bir şekilde uydu görüntüsüne baktığımız zaman Türkiye coğrafyasının delik deşik edildiğini görüyoruz. Kaz Dağlarından başlayıp güneydoğuya, doğuya kadar coğrafyamızın delik deşik edildiği ve tahrip edildiği gözüküyor zaten. Şimdi bu koşulları bile bile bir de, Bilecik’in Söğüt ilçesinde açılıyor. Son olmayacak tabii, arkası gelecek. Balıkesir yanı, öteki tarafı Gönen. Yani birbirleriyle bağlantılı yerler bunlar. Yani Bilecik’ten de Balıkesir’e geçecekler.”

"TAHRİBAT ÇOK YÖNLÜ"

Altın madenciliğinin bölgeye büyük zararlar vereceğini belirten Küçük, Erzincan İliç’teki Çöpler Altın Madeni’ndeki siyanür sızıntısını hatırlattı. Madenin çeşitli davalara konu olduğunu belirten Küçük, “Erzincan İliç’te açılan davada topograf istedik. Topograf madencilik faaliyeti yapılırken önce bir alanı sıyırdın, ormanı sıyırdın, toprağı sıyırdın ama ortaya çıkacak olan kayaçları kaldırmaya başladın. Topografya değiştiriyorsun, coğrafi şeklini değiştiriyorsun. Bunu sadece alan olarak değerlendirmek değil, bir yerde 100 m derine iniyorsun. Bir yerde 800 m aşağıya iniyorsun. Eşme’de 800 m çukur var, 500 m çukurlar açılıyor üstüne ve oradan çıkan işletmediğin kayacın birçoğunu da başka bir yere döküp yeni bir dağ yapıyorsun. Yani mikro iklimlendirme kısmıyla ilgili bir değişime sebebiyet veriyorsun. O bölgede aynı zamanda büyük bir kimyasal tehlikeye de neden oluyorsun. Kimyasal sadece maden işletmesinde kullanılan kimyasal değil. Kayacı yerinden kaldırıp herhangi bir alana devirmiş olduğunuz zaman onun kendisi zaten ya kükürtlüdür, kireçlidir ya da asit oluşturabilecek bileşikler vardır içerisinde. Ona dünyanın en keskin 2 tane kimyasalı, su ve hava temas ettiği zaman kimyasal oluşur, işte bitti. Bu durumu geniş kapsamlı değerlendirmek gerekiyor” dedi.

                                                                                                      Fotoğraf: Muhsin Arslan/AA

"MADEN Mİ TARIM MI DAHA EKONOMİK TARTIŞMASI AHMAKLIKTIR"

Manisa’nın Turgutlu ilçesi Çaldağ köyündeki nikel madeni işletmeciliğine dair yapılan “Nikel madenciliği mi daha ekonomik tarımsal faaliyet mi daha ekonomik” tartışmalarını hatırlatan Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük şunları söyledi: “Bu karşılaştırmalar çok yanlış karşılaştırmalar. Çünkü geri dönülmez bir yıkım içerisine giriyoruz. Böyle bir karşılaştırma ahmaklıktır. Bir de bunları sanki yeni bulmuşlar gibi aktarırlar. Bilecik Söğütlü’de de aynı şey var. Sonuç itibarıyla kim izin veriyorsa tek tek gündeme alıp girilecek buralara. Yani tek Söğüt’le de kalmayacak bu, genişletilecek”.

"400 KİŞİ İŞE ALINDI BİNLERCE İNSAN GÖÇ ETMEK ZORUNDA KALDI"

Madenin faaliyete geçmesiyle iş imkanının artacağına dair çıkan haberlere ilişkin ise Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük şunları söyledi: “Madende 300-500 kişi işe giriyorsa bölgeden binlerce insan göç etmek zorunda kalıyor. Yani bir yerde elbetteki bir iş açılacak, birileri çalışacak. Ama bu ekonomik döngüyü değerlendirirken kayıp edilen diğer kısımlar hiç hesaba katılmaz. Yani mesela biz bunu Eşme’de yaşadık, 400 kişi işe alındı ama birkaç bin kişi köyünü terk etmek zorunda kaldı. Dünyanın en güzel altınını bulduk dedikleri Bergama’da tütün, zeytin, zeytinyağı, ayçiçeği ve pamuk yok edildi. Bergama, Türkiye’nin en zengin köyüydü. Bergama köylüleri zengindi. Şimdi öyle bir şey yok. Yok edildi.”

                                                                                                Fotoğraf: Muhsin Arslan/AA

                                                                                                                                                                          Fotoğraf: Muhsin Arslan/AA

     Eylem Nazlıer / EVRENSEL


Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? + 'Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster...' (SOL)

 Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? (Aydemir Güler-SOL)

'Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi.'

TKP kurucu lider kadrosuna indirilen ağır darbenin sorumlusu kimdi? Türkiye’de bundan bir süre öncesine kadar sol tarihçiliğin en mühim sorusu bu zannedildi. Bu konuda çeşitli belgeler zamanla açığa çıktı, yayımlandı. Soru baki kaldı…

Mustafa Suphi ve arkadaşları ne yapmak istiyorlardı? Ankara’ya gelmekten maksat neydi? Mustafa Kemal’in lideri olduğu hareketle nasıl bir ilişki kuracaklardı? Mustafa Kemal’e dost muydular düşman mı? Elbette açığa çıkmayı bekleyen ve zamanla çıkan belgeler yine oldu. Ama -insanlık hali- kimi tarihçiler kendilerini tutamayıp Suphi’nin bakan olma rüyası üstüne spekülasyonlar yaptılar. Maceracı mıydı bunlar ne?

Yanlarında önemli miktarda para olduğu da biliniyordu. Hâlâ tam olarak kaynağı bilinmeyen ve belki ileride ortaya çıkacak belgelerle açıklık kazanacak olan bu para Suphilerin Rusya ile akçalı ilişkilerine mi delalet ediyordu?

Kimi “araştırmacılar” -kendilerini tutamayıp- TKP’nin Sovyetler Birliği ile bir tür ajanlık derecesinde bir ilişki kurduğunu iddia edecek kadar alçaldılar. Zaten Suphilerin de yanlarında sandık sandık…

Elbette belgeler çıktı ve Bakü’den başlayan yolculuğa Bolşevik liderlerin itiraz ettiklerini söyleyemesek de hayli temkinli yaklaştıkları kesinlik kazandı. Ama kendilerini tutamayan meraklılar, yoksa diye sorabildiler, hazine 1915 Ermeni soykırımından mı edinilmişti? Tarih aydınlanma değil cinlik miydi yoksa!

Eğilimlerin tam tersine döndüğüne de tanık olundu, TKP’nin ilk günlerinden söz edilirken. Sovyet yönetimi Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerine göz mü yummuştu, yoksa daha ileri de gitmiş olabilir miydi? 

'BİZİM İÇİN MUAMMA YOK'

Tarihçilik bir bilimdir ve belgelere ulaşarak, belgelerin şifrelerini çözerek bize gerçeklik hakkında daha fazla veri sunar. Tarih her bilim gibi insanlığın aydınlanmasına hizmet eder.

Ancak “bakan mı olmayı kafaya koymuştu”, “Mustafa Kemal komünist miydi”, “Mustafa Suphi ve diğer komünistler ajan mıydı”, “paranın kaynağı şu muydu bu muydu” tipi sorular bilimin insanları aydınlatmasına yolu döşeyen sorular değil, kafaların karışmasını amaçlayan sayıklamalardır. Sömürü düzeni aydınlığı sevmez, sayıklamalara muhtaçtır. Biz ise akıl açıklığına Nâzım’ın gösterdiği yoldan ilerleriz:

Benim kuvvetim :

bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.

Dünya ve insanları yüreğimde sır

ilmimde muamma değildirler.

Burjuva tarihçiliği Partimizin kurucu liderlerini bir “katil kim” oyununda oynatmak isteyebilir. Bizim için muamma yok. 

Bir kere; Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi. Ulusal kurtuluş ancak sosyalizmle kalıcı bir kazanıma dönüşebilirdi.

Öte yandan, olay bu kadar basit değildi elbette ve ilk sosyalist devlet için Türkiye her şeyden önce Kafkasların, Karadeniz’in, Boğazların, sonuç olarak devrimin güvenliği demekti. Emperyalizmin yok etmek istediği Sovyet hükümeti bir de güneyden kuşatılmamalıydı. Türkiye’de sosyalizm mücadelesi dünya sosyalizminin güvenliğini ve geleceğini riske atmamalıydı.

Ankara hükümeti ise emperyalizmi durdurmak için Sovyet desteğine muhtaçtı. Ama Moskova ile arasına güçlü bir solun girmesini kendi varlığı açısından tehdit sayıyordu. Sağa karşı savaşılacaksa bunu kendileri yapmalıydılar ve herkes onlara tabi olmalıydı.

Bir diğer köşede, ulusal mücadelenin liderliği üstünde iddiasını korumak isteyen İttihatçılar, başta Enver Paşa, Ankara-Moskova ittifakından kendilerine nasıl enerji çıkaracaklarına bakıyor, mazlum Doğu’nun kurtuluşu şiarıyla böyle bir kulvara yerleşmek istiyorlardı. Ama genç TKP onlara alan bırakmıyordu. 

Ve elbette asıl mücadele padişah ve hilafet yanlılarına, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı veriliyordu…

İşte genç TKP, cüretli ve hülyalı bir kadronun rehberliğinde bütün riskleri göre alarak bu zorlu zemine çıkmayı amaçladı. Alçakça bir saldırıyla neredeyse tasfiyeye uğradık. Ölümlerine, öldürülmemize İttihatçılar çok sevinmiş olmalıdır; hayrını göremediler. Ölümlerinden, öldürülmemizden Ankara’nın çok ürkmüş olması beklenir; başka merkez kaç güçleri hızla baskı altına alarak milli mücadelede liderlik tekelini hızla tesis ettiler… 

'YILMADIK YENİDEN KURDUK'

Suphilerden geride kalanlarımız ise; yola devam ettik. İstanbul’da, Eskişehir’de, Adana’da komünist hücreler inşa ettik, emekçiler nerede hak arıyorlarsa orada olmalıydık. Nerede ülkesi için ışıldayan bir beyin varsa, o beyin komünizmle aydınlanmalıydı. Suphilerin yolundan onlarca yıl öncü işçiler yetiştirmeye, aydınları komünist partinin tezgahından geçirmeye uğraştık. Partimizi daha defalarca tasfiye etmeye yeltendiler. Yılmadık yeniden kurduk.

Hikâyenin aslı ve özeti işte budur. 

Belgeye, bilgiye ihtiyaç bitmez. Çünkü bilimin ve aydınlanmanın “fazlası” olmaz. Ancak ortada bir sır perdesinin, ilmimizde bir muammanın olduğu da sanılmamalıdır. Nitekim şiirin devamı açıkça söyler yapılması gerekeni:

Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,

büyük kavgada

açık ve endişesiz

girdim safıma.

Mustafa Suphileri anmak, Partimizin kurucusunun 100 yıl önce kaleme aldığı ve geçerliliğini koruyan çağrısına uymaktan başka nasıl mümkün olabilir?

                                                                    /././

'Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster...' (SOL-Arşiv)

Mustafa Suphi ve yoldaşları bundan 102 yıl önce Karadeniz'de katledildiler. Aradan geçen 102 yılın ardından mücadeleleri ülkenin dört bir yanına yayılmış durumda.

Türkiye Komünist Partisi'nin kurucu önderi Mustafa Suphi ve yoldaşları, bundan 102 yıl önce Karadeniz'de katledildiler.

Kurtuluş Savaşı'na destek için düşmüşlerdi yola, emekçi halkın kurtuluşuydu hedefleri.

Ne koşulların zorluğu, ne de burjuvazinin planları durdurdu onların yolculuğunu. Karadeniz'de katledildiler belki ama bitmeyen ve her geçen gün büyüyen bir yolculuğun ilk adımı attılar, büyük ve mücadele dolu bir miras bıraktılar geride.

Katledilişlerinin yıldönümünde anılarına saygıyla...

Mustafa Suphi’nin Türk Halkına Çağrısı’ndan

"Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir. Sen, ancak sermayedarların, zenginlerin, toprak sahiplerinin, paşa ve ağaların etki ve baskısını yıktığın ve bütün kuvvetinle sosyalizm devrimini kendi memleketinde savunduğun ve yaydığın takdirde uluslararası devrimin ilerlemesine yardım etmiş olursun.

Türk, Müslüman, yabancı her kim olursa olsun, sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma.

Uluslararası harpçilere, emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur! Memleket içinde hiçbir bölük yabancı asker kalmasın!

Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalistlerin yapacakları barıştan sakın ve bil ki, onların isteyecekleri tazminat ve eski borçlara dair ortaya koyacakları hesaplar, senin kolunu bükecek ve elinde avucunda ne varsa hepsini kaybettirecek.

Devrim düşmanlarıyla uzlaşmaya razı olan ikiyüzlü hainlere, emperyalist devletlere yanaşmayı kabul eden ve savunan dolandırıcılara el verme. Memleketini yeniden emperyalist savaşa sokmaktan ve ana topraklarını yeniden siperler, hendeklerle donatarak bağrını yırtmaktan sakın!

Sermayedarlar, generaller, papazlar ve tutucu mollalar ile birlikte emekçi halka karşı giden ve Rusya İşçi Halk Cumhuriyeti’ni yıkarak, onun yerine zenginler, sermayedarlar cumhuriyetini veya daha doğrusu çarlar devletini kurmak isteyenlerden kaç! Bunlar, bütün dünyanın emekçi halkını kırıp doğradıktan sonra şimdilik kendilerine meyil gösteren ikiyüzlü sosyalistleri dahi çiğneyip geçecek ve sermayedarların, çiftlik ağalarının toprakları zalim padişahın, kralın, çarın tahtını ensene bindireceklerdir.

Emperyalist hükümetlerin bugün memleketimize ve halkımıza saldıran ordularına karşı savaşa kalk! Emperyalistlerin para ile satın alarak ülkemize yolladıkları bütün alçak kuvvetlere silah çek. Yoksul ve emekçi! İyi bil ki, büyük zenginlerin, zalim paşa ve ağaların keselerinde Fransız ve İngilizlerden, Amerikalılardan aldıkları pek çok çalıntı altınlar vardır. Onlar bu altınlarla sana karşı kuvvet hazırlamaya, seni ezmeye çalışıyorlar.

Yoksul ve mazlum Türk rençperleri, sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster, Türkiye’nin zulüm ve kahır içinde diğer halklarına elini uzat!

Türkiye’nin işçi ve köylüleri! Her zaman aklından bir şeyi çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papazlar, tutucu mollalar Türkiye’de hükmettikçe, sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi, köylü, halk kendi devlet ve hükümetine kavuşamaz..." (Bu yazı 1919 yılında yazılmıştır.)





27 Ocak 2023 Cuma

Sinop Üniversitesi'nde protesto: 'Rektörün görevi orman kesip cami yapmak değildir' - SOL

 Sinop Üniversitesi’nin kendisine tahsis edilen Kent Ormanı’nda yapmayı planladığı Kampüs Cami projesi için ormanlık alandaki ağaçları kesmesi protesto edildi.

Sinop Üniversitesi’nin kendilerine tahsis edilen Ayancık yolu üzerindeki Kent Ormanı’ndaki yaklaşık 5 bin metrekarelik bölümde bulunan ağaçları Kampüs Cami projesi için kesmesine çevreciler tepki gösterdi.

Çevreciler, bugün Orman Ormanı’nda toplanarak 'Rektörün görevi orman kesmek ve cami yapmak değildir' pankartı açtı. Sinop Emek, Barış ve Demokrasi Platformu üyeleri, düzenledikleri basın açıklamasında sürecin takipçisi olacaklarını belirtti.

ANKA'dan Mustafa Usta'nın haberine göre Sinop Emek, Barış ve Demokrasi Platformu Dönem Sözcüsü Kadir Demir, basın açıklamasında şunları söyledi:

Fakülteler yapılmadı, ikinci cami yapılıyor

"Rektörün görevi, cami yapmak değil, üniversiteyi laik, bilimsel ve çağdaş bir temele oturtmaktır. Sinop Kent Ormanı’nın da içinde olduğu 140 bin metrekarelik arazi, Kent Ormanı’na zarar vermemek koşulu ile üniversite bünyesinde Sağlık Bilimleri Fakültesi ile çeşitli mühendislik fakültelerinin yapılması ve açılması için üniversiteye tahsis edilmiştir. Ancak arazi tahsis işleminin gerçekleştiği zamandan bu yana, adı geçen fakültelerden herhangi birisi yapılmamış, henüz herhangi birinin yapımına da başlanmamıştır. Üniversite bünyesinde, Sinop Otogarı karşısında, bizzat Rektör Recep Bircan döneminde üniversitenin katkıları ile yapılmış bir cami, İlahiyat Fakültesi bünyesinde kadın ve erkekler için ayrı ayrı olmak üzere 120'şer kişi kapasiteli iki adet yaşam merkezi ve hemen arkasındaki üniversiteye ait stat da ayrı ayrı mescitler ve ayrıca her öğrenci yurdu bünyesinde de mescitler varken Sinop Üniversitesi Rektörlüğü, üniversite bünyesinde ikinci bir cami yapmak üzere Sinop Kent Ormanı’nda yaklaşık 5 bin metrekarelik ormanlık alanı seçmiş ve ormanı bu amaçla kesmiş, kestirmiştir."

'Burası Sinop'un akciğerleri'

Kadir Demir, açıklamasını şu sözlerle sürdürdü:

"Elbette farklı amaçlarla orman kırılmış ama burası, Sinop kentinin hava aldığı akciğerleri ve nefes borusu. Dolayısıyla buranın bir bina için seçilmesi, bu ormanlık alanın kırılmasını bu anlamıyla anlamak mümkün değil. Oysaki bir kentte kurulan üniversite, o kentin gelişimini sağlayacak, o kente ışık olacak, bilimin yol göstericiliğinde çağın gerekliliğine uygun olarak o bölgede değişim, dönüşümü yaratacak projelere ve çalışmalara zamanını ayırması gerekirken üniversite rektörlüğünün bütün bunları bir tarafa bırakıp, hiç üzerine vazife olmayan bir işle iştigal edip cami yapımına kalkışması ve burada bizzat ormanı koruması gerekirken ortadan kaldırılmasını asla kabul etmek mümkün değil. Aynı zamanda üniversiteye tahsis edilen alanlar, esası itibariyle rektörlüğe, bu alanlara eğitim bilimleri fakültesi ve değişik mühendislik fakülteleri yapılmak üzere tahsis edilmiştir. Zaten üniversiteye ait çeşitli yerlerde yeterince ibadethane vardır. Dolayısıyla İlahiyat Fakültesi’nin hemen karşısında, aynı zamanda da bir ilahiyat profesörü olan Sayın Rektör’ün bunu gözeten, bir yerde aslında israfa yol açacak herhangi bir çalışmanın, uygulamanın içerisinde olmaması gerekirken hem israfa yol açan hem de canlı yaşamını bütünüyle burada yok eden, doğal yaşamı ortadan kaldıran bir çalışma, bir çaba içerisinde girmesinin asla kabul etmemiz mümkün değil. Buna asla izin vermeyeceğiz. Burada aynı zamanda bir hukuksuzluk da vardır. Burası, belediye imar alanı içerisinde olan bir yerdir. Belediyenin izni olmadan, ruhsatı olmadan, imarında bir değişiklik olmadan burada herhangi bir yapının yapılması kanunen de mümkün değildir. Biz, bunun, bundan sonra da takipçisi olacağız."

'2 bin 500 kişilik bir cami midir eğitim alanı'

Sinop Emek, Barış ve Demokrasi Platformu Yürütme Kurulu üyesi Şükrü Demirel ise şunları söyledi:

"Gizli kesim yapıldığını düşünüyoruz. Neden? Zaten öndeki ağaçlık sıraları bırakmışlar, arkası kesilmiş. Bu da dışarıdan görünmeyi engelleyecek bir tavırdır. Kesim yapılmış, bitmiş; biz öyle öğrenmiş olduk. Hiç kimse tarafından bu bilinmiyordu. Bize gelen bir bilgi sonucu burayı öğrendik ve geldik. Alan çırılçıplak. Hatta içinde ölçümler yapılmış, yer tespitleri yapılmış, direkler dikilmiş, kazıklar kazılmış. Yani bir inşaat alanına ne yapılması gerekiyorsa yapılmış. ‘Eğitim amacıyla ibadethane yapıyoruz’ dediklerinde biz de diyoruz ki 2 bin 500 kişilik bir cami midir eğitim alanı? Karşıda İlahiyat Fakültesi var. İçinde mescitler var. Pratik eğitiminizi orada verin. Buraları yıkmayın, katletmeyin, talan etmeyin. Yeter artık, yeşil bırakmadılar. Bir de bunu üniversite yapıyorsa, üniversitenin rektörü yapıyorsa çok ayıp ediyor."

(SOL)

Nebati Siyasal İktisat (I) - Serdal Bahçe / SOL

 


'Türkiye’nin emekçileri doğrudan bu ülkedeki sermayeye, dolaylı olarak da küresel sermayeye sürekli art-değer aktarmaktadır. İkili sömürü altındadırlar.'

Bakan Nebati yakınlarda bir toplantıda yerli paranın aşırı değerlenmesi durumunda sanayinin yavaşlayacağını ve hatta duracağını, ithalatın patlayacağını ve işsizliğin sökün edeceğini belirtti. Tersinden aşırı değersizleşmesinin de zararlı olduğunu ve bir optimal değerin olması gerektiğini ekledi. Böylece giderek değersizleşen ulusal paranın gidişatına müdahale edememenin kuramsal kılıfını bulmuş oldu. Ne dedi, neyi kastetti? Bakana biri söylesin, bu belirlemelerin tümü yanlıştır.

Bakan Nureddin Nebati resmi biyografisine göre akademik iktisat eğitimi almamıştır. Bu bir yandan iyi, bir yandan ise kötüdür. İyidir çünkü şu anda iktisat fakültelerinin büyük bir bölümünde iktisat, tek gerçek iktisat, diye öğretilen şey mutlak bir aklı kırılmasına yol açmaktadır. Ancak bu iktisadi aklın yerine bir başkasını, daha bilimsel ve daha toplumsal olanını geçirmezseniz akıl tutulmasından mustarip iktisadın kendisinin değil, daha vülgarize ve daha karikatürize bir halinin esiri olursunuz. Bakan için kötü olan da budur. Yukarıdaki ifadesi tam da bunu yansıtmaktadır.

Peki neden yanlıştır? Bu soru aklı başında, tutarlı bir kuramsal bakış açısıyla yanıtlanabilir. Ancak bu türden bir cevabın yeri burası değildir. Üstelik bu zahmetli olacak ve okuyucuyu sıkacaktır. Bakanın ifadesini yanlışlamayı bakanın bile kullandığı verilere bırakalım.

Aşağıdaki tabloda 2006 sonrasında sanayi üretiminin, reel efektif kurun ve yurtiçine sermaye girişlerinin yıllık değişimlerini göstermektedir.

Tablo: Sanayi üretim, reel efektif döviz kuru endeksleri, yurtiçine sermaye giriş, yıllık % değişim.Kaynak: Sanayi üretim endeksi değerleri TÜİK’den, reel efektif döviz kuru ve sermaye girişi verileri ise TCMB’den derlenmiştir.

Sanayi üretimi küresel kapitalizmin artçı şoklarının Türkiye’yi de vurduğu 2008 ve 2009, ve 2019 yıları haricinde yıllık olarak genelde artış göstermiştir. Reel efektif döviz kuru ise 2006’dan bu yana azalmış gibi görünmektedir. Kısacası Türk lirası adı geçen dönem içinde ekseriyetle değersizleşmiştir. Yabancı sermaye girişleri ise oldukça istikrarsız bir rota takip etmektedir; yabancı sermaye girişlerine iyice bağımlı hale gelen bir ekonominin halini varın siz düşünün.

Ancak bu kadar karışık bir tablo hem bize hem de okuyucuya net bir bilgi vermez. Bu nedenle istatistik ilminin yardımına başvurmak gerekir. Basitçe buradaki değişkenler arasındaki korelasyona bakabiliriz. Korelasyon iki değişkenin ne kadar ilişkili olduğunu ve bu ilişkinin yönünü gösteren basit bir göstergedir. Ancak korelasyon ile ilgili olarak sürekli hatırlatılan bir uyarıyı burada yineleyelim. Korelasyon nedensellik göstermez. Nedenselliğin yönüne, yani hangisinin belirleyen, hangisinin belirlenen olduğuna kuramsal olarak karar verilir.

İki değişken arasındaki korelasyon -1 ile +1 arasında bir değer alır. Eğer iki değişken arasındaki korelasyon -1 ise, iki değişken tamamen zıt yönlerde hareket ediyor demektir. Tersinden eğer katsayı +1 ise iki değişken birlikte hareket eder sonucunu çıkarmamız gerekir. Biz de basitçe bu değişkenlerin ikili korelasyonlarına baktık. Sanayi üretimi ile reel efektif kur arasındaki korelasyon (ki Bakan Nebati anlaşılan bunun çok yüksek olduğunu varsaymaktaydı) 0,03 çıktı. Neredeyse sıfır. Dolayısıyla reel efektif döviz kurunun, yani Türk lirasının reel değerinin sanayi üretimi ile hemen hemen hiçbir ilişkisi yok gibi. Kısacası bakanın yargısını haklı çıkaracak bir kanıta sahip değiliz.

Diğer taraftan sanayi üretimindeki değişim ile sermaye girişleri arsındaki korelasyon 0,4 civarında çıktı. Daha önceden kullanılan bazı ölçütlere göre bu orta düzeyli korelasyon anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle sermaye girişleri ile sanayi üretimi arasında belirli bir noktaya kadar ilişki vardır. Bunu muhalif ve solcu başka iktisatçıların yaptıkları analizlerle birleştirince şu sonuca varıyoruz. Türkiye sanayiin ekonomik performansı belirli bir noktaya kadar yabancı sermaye girişleri tarafından belirlenmektedir. Bağımlı bir kapitalizmin göstergesidir.

Daha da ilginç olan ise reel kur ile yabancı sermaye girişi arasındaki korelasyondur; değeri 0,51’dir ve bazı sınıflandırmalara göre yüksek korelasyon anlamına gelmektedir. Yapılmış olan bazı başka çalışmaların sonuçlarıyla birleştirerek yine bir yargıda bulunalım; Türk Lirası’nın reel değerinin en temel belirleyenlerinden biri yabancı sermaye girişleridir.

Bu son iki sonuç bize şunu göstermektedir yeniden (daha önce bir yelerde ifade etmiştik); Türkiye kapitalizmi otonomisini yitirmiş gibi görünmektedir. Örneğin reel efektif döviz kurunun önemli artışlar gösterdiği tek tük birkaç yıla bakın, sermaye girişlerinin önceki yıllara göre hacimli bir artış gösterdiğini fark edersiniz. Aslında bu Türkiye kapitalizminin bağımlı bir kapitalizm olduğunun tescili anlamına gelmektedir. Bakan bunun farkında mıdır bilinmez.

Neticede reel döviz kuru ve sanayi üretim endeksi gibi temel yapısal değişkenler belirli bir noktaya kadar yabancı sermaye girişi tarafından belirlenmektedirler. Sermaye girişi arttıkça üretim artış hızı artmaktadır, azaldığında ise azalmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de iktisat politikası artık sadece ve sadece bir yerlerden para bulma çabasına dönüşmüştür. Acıklı ve hüzünlüdür. Çöküştür neticede.

Dönelim Bakan Nebati’nin kelamlarına. Hem Erdoğan hem de bakan ihracat mucizesinden bahsetmekteler. Üstelik beyanlarında ihracat güzellemesi yaparken ithalattan dem vurmamayı tercih etmekteler. Türkiye kapitalizminde üretim ağırlıklı olarak ithal girdiye dayalıdır belirlemesini defalarca duymuşsunuzdur, rakamlar da bunu her seferinde teyit etmekteler. Örneğin 2022’nin ilk 11 ayında 331 milyar dolarlık ithalat yapılmış ve bu meblağın 304 milyar dolarlık bölümü ara malı, girdi ve yatırım mallarından oluşmaktadır. 2021’in ilk 11 ayında ise ithalat bedeli ise 246 milyar dolar imiş. Kısacası artış % 36 civarında. Aynı dönemlerde ihracat da 203 milyar dolardan 231 milyar dolara çıkmış, %14 civarında bir artış göstermiş.

Şimdi bakanın savunduğu düşük değerli TL politikasının etkisine gelelim. Belirtildiği gibi ithalat bedeli % 36’lık bir artış göstermişti. TÜİK’in verilerine göre bu iki dönem arasında ithal edilen miktardaki artış ise sadece % 6,5! Kısacası ithal etiğimiz miktardaki artışın çok üstünde bir ithalat faturası ödemiş bu fukara ülke. Neden? Yeni ekonomik modelin köşe taşı olan düşük değerli ulusal para politikası buna yol açtı. İthal edilen birim başına çok yüksek bedel ödedik düşük değerli TL yüzünden. Eğer bakanın beyanı gerçek olsaydı TL değer kaybederken ithalatı da kısabilmemiz gerekirdi değil mi? Görünen o ki olmamış. Olabilirdi; üretimi katlanılamayacak oranda düşürebilseydik eğer.

Şimdi son üç yıldır yaşanan garabetin bir başka göstergesine geçelim. Dış ticaret hadleri ihraç ettiğimiz emtianın birim fiyatıyla ithal ettiğimiz emtianın birim fiyatı arasındaki makası gösteren bir göstergedir. Eğer yükseliyorsa eskisi kadar ithal etmek için daha az ihraç etmemizin yeterli olduğunu gösterecektir. Ancak eğer düşüyor ise aynı miktarda ithalat için daha fazla ihracat yapmamız gerektiğini göstermektedir. Aşağıdaki grafik ay bazında 2019 sonrasında dış ticaret hadlerinin gelişimini gösteriyor.

                                       Şekil: Dış Ticaret Hadleri (2015=100, kaynak: TÜİK)

Şekilden de anlaşılacağı gibi 2020’nin başından bu yana düşmektedir dış ticaret hadleri. Bunun asıl müsebbibi ulusal paranın hızla değer kaybetmesidir. Aslında buradaki bir düşüş dışarıya artan miktarda değer aktarımını göstermektedir.

Daha önce de belirtmiştik; ulusal paradaki değer kaybı basit bir parasal olgu değildir, değerini kaybeden bu ülkenin emekçilerinin emeğidir. Aynı miktarda ithalat yapabilmek adına bu ülkenin emekçileri daha çok, daha da çok çalışmak durumundadırlar. Aslında işin özü de buradadır.

Sermaye ise bir taraftan yüksek ithalat faturasını göğüslemek diğer taraftan da düşmesine rağmen hala yüksek dış borç stokunu eritmek zorundadır. Bu ikili baskı aslında büyük bir çöküntü yaratabilirdi. Ama iki fırsat çöküntüyü erteledi. Birincisi enflasyonist ortamda düşürebileceği tek maliyet olan emek maliyetlerini reel olarak iyice miniskül hale getirdi. İki yazı önce emekçilerin çok büyük bir bölüşüm şokuyla karşı karşıya kaldığı vurgulamıştık. İkincisi ise AKP bilfiil kamunun zaten kıt döviz kaynaklarını özel sermayenin erişimine açtı; hem de düşük maliyetle. Bu iki fırsat sermayenin çözümsüzlüğün tüm yükünü emekçilerin sırtına yıkmasına yol açtı.

Üstelik yüksek enflasyonun daha da yükseleceği beklentisi en azından tasarruf yapanları harcamaya itti; bu ilginç bir gelişmeydi işte. Az buçuk tasarruf sahibi olan görece nitelikli ve yüksek gelirli emekçilerin tasarrufları da şimdilerde bu dolaylı yoldan yağmalanmaktadır. Böylece emekçi kesimler hızla aşağıda eşitlenmekteler. Bir yandan borçlanma bir yandan tasarrufların hızla harcamaya dönüştürülmesi sermaye için gerçekleşme sorununu bir yere kadar çözüyor gibi görünmektedir. Ancak bu geçici çözümün sürekli olmasına imkân yoktur. Kendisi bir krize dönmüş Türkiye kapitalizmi krizi erteliyor. Peki ama nereye kadar?

Türkiye’nin emekçileri doğrudan bu ülkedeki sermayeye, dolaylı olarak da küresel sermayeye sürekli art-değer aktarmaktadır. İkili sömürü altındadırlar. Nebati siyasal iktisat bu ikili sömürünün dışavurumudur. Bu dışavurum hem ülke olarak Türkiye’yi hem de onun emekçilerini yıkıma doğru savurmaktadır.

Haftaya biraz daha devam edeceğiz.

Serdal Bahçe / SOL

26 Ocak 2023 Perşembe

Emeklilerin kaybı artıyor - Aziz Çelik / BİRGÜN

 

EYT yasasının Meclis’e geç sunulması nedeniyle aylıklarda düşüşler olacak. Aylık bağlama sistemi değişmedikçe emeklilerin kayıpları devam edecek. Emekliler büyümeden pay alsaydı en düşük işçi aylığı 10 bin 125 TL olacaktı.


Emeklilik çalışma hayatındaki en güncel sorunlardan biri olmaya devam ediyor: Bir yandan 

EYT konusunun Meclis gündemine gelmesinin gecikmesi, öte yandan EYT kapsamına 

giremeyenler için kademe sorunu ve nihayet aylık bağlamada ortaya çıkan eşitsizlikler… EYT 

ve kademe konusu biliniyor. Ancak geçtiğimiz günlerde bu sorunlara emekli aylıklarının 

hesaplanmasındaki yeni bir eşitsizlik daha eklendi. EYT yasasının gecikmesi nedeniyle 

EYT’lilere bağlanacak aylıklarda düşüş gündeme geldi. EYT’liler yeni bir haksızlıkla karşı 

karşıya kaldılar.

Emekli aylığı başvuru tarihine göre emekli aylıklarının hesaplanmasında fark ortaya çıkıyor. SGK’nin aylık bağlama sisteminde uzun yıllardır var olan bu sorun, düşük ve görece istikrarlı enflasyon dönemlerinde önemli bir fark ve sorun yaratmıyordu. Ancak yüksek ve oynak enflasyon dönemlerinde önemli bir sorun haline geldi. Habertürk'ten Ahmet Kıvanç'ın 9 ve 20 Ocak 2023 tarihli yazılarında detaylı olarak ele aldığı gibi emekli aylığı için temmuz-aralık döneminde başvuranlar ile ocak-haziran döneminde başvuranlar arasında ciddi bir fark ortaya çıkıyor.

EYT’NİN GECİKMESİ KAYIP YARATIYOR

Bilindiği gibi emekli aylığı hesaplanırken önce prime esas kazancın bugünkü değeri belirleniyor, ardından bu değer aylık bağlama oranı (ABO) ile çarpılarak emekli aylığı bulunuyor. Bu hesaplama 2000 öncesi, 2000-2008 arası ve 2008 sonrası için üç ayrı sistemle yapılıyor. Prime esas kazancın güncel değerini bulmak için (2008’den bu yana) TÜFE + büyümenin yüzde 30’u oranında bir güncelleme katsayısı kullanılıyor. Ancak sigortalının kazancının güncel değerinin hesaplanmasında son yıla ilişkin önemli bir ayrıntı var. Son yılın kazancına uygulanacak işlem başvuru yapılan tarihe göre değişiyor.

Emeklilik başvurusunu ocak ile haziran ayları arasında yapanlara yukarıda anlatılan güncelleme katsayısı uygulanıyor. Ancak temmuz ile aralık döneminde başvuranların kazancı güncellenirken ise o yıl içinde ocak ve temmuz aylarında emekli aylıklarına yapılan zam oranı dikkate alınıyor. Bu durum enflasyonun düşük seyrettiği dönemlerde önemli bir sorun oluşturmadı. Ancak içinde yaşadığımız yüksek enflasyon döneminde emekli aylık başvurusunun hangi dönemde yapılacağı önemli bir ayrıntı haline geldi.

Çünkü bu durum son yılın kazancına uygulanacak oranı etkiliyor ve son yılın kazancındaki kümülatif artışta önemli değişikliklere yol açabiliyor. Öte yandan emekli aylıkları bir kez hesaplandıktan sonra TÜFE oranında arttığı için son yılın kazancındaki artış kritik önem taşıyor. EYT aralık ayında çıksaydı ve başvurular aralık ayında yapılsaydı EYT’lilerin aylıkları daha yüksek olacaktı. Kuşkusuz bu durum EYT’lilere özgü bir durum değil ancak EYT’nin bilerek geciktirilmesi sonucunda EYT’liler için büyük bir aylık mağduriyeti ortaya çıkacaktır. Bunu bir örnekle açıklayalım.

İşçi emekliliklerine Ocak 2022’de yüzde 25,44 ve Temmuz 2022’de yüzde 42,4 olmak üzere kümülatif yüzde 78,6 oranında zam yapıldı. Emeklilik başvurusunu Aralık ayında yapanlara 2022 yılı için bu oranlar uygulanacak. Emeklilik başvurusunu 2023 Ocak ayı ve sonrasında yapacaklara ise 2022 yılı için enflasyon oranı uygulanacak ve bunun üzerine ise Ocak 2023 emekli aylık artışları eklenecek. Böylece son yıl hariç güncellenmiş kazancı 10 bin TL olan ve yüzde 50 aylık bağlama oranına tabi bir emekli için (5 bin TL) ortaya çıkan yaklaşık miktar tabloda ifade ediliyor. Görüldüğü gibi EYT gecikmeseydi ve EYT’liler Aralık 2022’de emeklilik başvurularını yapabilselerdi yaklaşık yüzde 8-10 daha yüksek emekli aylıkları alabileceklerdi. EYT’nin gecikmesiyle EYT’lilerin emekli aylıklarında da önemli bir kaybı oldu. Bu fark ömür boyu devam edecek.

emeklilerin-kaybi-artiyor-1116930-1.

***

EN DÜŞÜK AYLIK 10 BİN TL’NİN ÜSTÜNDE OLABİLİRDİ

EYT’lilerin aylık kaybı bununla da sınırlı değil. EYT’lilerin aylıklarının eski sisteme göre bağlanması gerekir. Aksi halde çok büyük kayba uğrayacaklar. 2000-2008 arasında prime esas kazancın güncellenmesinde büyüme yüzde 100 oranında hesaba katıldı. 2008 sonrasında ise büyümenin yüzde 30’u dikkate alınmaya başlandı.

Cumhurbaşkanlığı Strateji Bütçe Başkanlığı (SBB) verilerine göre GSYH 2003-2021 arasında yıllık ortalama 5,4 oranında büyüdü. 2008 yılına kadar güncelleme katsayısında bu oranın tümü hesaba katılırken 2008 yılından sonra ortalama 5,4 oranında büyümenin 1,6 puanı hesaba katıldı. Öte yandan emekli aylıkları bir kez hesaplandıktan sonra sadece TÜFE oranında artış yapıldı. Böylece ortalama işçi emekli aylığı yüzde 30 zamla birlikte Ocak 2023 itibariyle 6 bin 37 TL oldu. En düşük emekli aylığı ise Hazine desteğiyle 5 bin 500 TL oldu. Oysa emekli aylık artışları ve güncellemelerde 2002-2023 arası Kişi Başına GSYH artışı dikkate alınsaydı ciddi fark olacaktı. SBB verilerine göre Kişi Başına GSYH 2002 ile 2023 arasında 39,4 kat arttı. Eğer emekli aylıkları bu oranda artmış olsaydı yaklaşık bir hesapla en düşük işçi emekli aylığı ise 10 bin 125 TL, en düşük memur emekli aylığı 19 bin 778 TL olmalıydı.

EYT’liler ve emekliler 1999 ve 2008’de yapılan emeklilik sistemi değişikliklerinden dolayı büyük kayba uğradılar. Emeklilikleri gecikti ve emekli aylıkları düştü. Şimdi uzun mücadeleler sonucu gündeme gelen EYT çözümünün gecikmesiyle ek bir kayba uğruyorlar.

Emeklilikte adil ve eşitlikçi bir çözüm ve geçiş düzenlemesi gerekiyor. Bunun için atılması gereken adımları şöyle özetlemek mümkün:

•EYT çözümü gecikmeksizin Meclis gündemine gelmelidir.

•EYT ile birlikte 9 Eylül 1999 ve sonrası için adil ve eşitlikçi bir kademeli geçiş takvimi oluşturulmalıdır.

•Emekli aylıkları arasındaki dengesizlikleri gidermek için kapsamlı bir intibak yasası çıkarılmalıdır.

•İntibak yasası kapsamında aylık bağlama oranları eski düzeyine geri çekilmelidir.

•Emekli aylıklarının bağlanma ve artırılması sırasında enflasyon + GSYH artışının yüzde 100’ü dikkate alınmalıdır.

•En düşük emekli aylığı asgari ücrete çekilmelidir.

•Aylık bağlanma dönemlerinden kaynaklı farklar ve eşitsizlikler giderilmelidir.

Aziz Çelik / BİRGÜN


Sinan ateş soruları…+ Timur Soykan: Sinan Ateş cinayeti öncesi 4 günlük keşif yapıldı (Timur Soykan-BİRGÜN)

 


Sinan ateş soruları…

Her siyasi cinayet gibi, Sinan Ateş’in öldürülmesinin önemli siyasal ve toplumsal sonuçları olacak. AKP-MHP iktidarı, güç zehirlenmesinin kibri ve suç ortaklığıyla bu siyasi cinayeti örtmeye çalıştı. Korku imparatorluğunda bu olayı da sessizlikle geçiştirebileceklerini düşündüler. Ama katledilen kendi içlerindeki siyasi bir aktördü ve bu imkansızdı. Şimdi seçim öncesinde tabandaki ve toplumdaki tepki nedeniyle mecburen soruşturmanın genişletildiği izlenimi vermeye çalışıyorlar. Ama artık çok geç.

Sinan Ateş cinayetinde ilk günden beri isimleri geçen 3 zanlı, 26 gün sonra gözaltına alındı. Bu üç isim, AKP ve MHP iktidarınca 4 hafta boyunca korundu, yargıya teslim edilmedi. Tolgahan Demirbaş, Avukat Serdar Öktem ve Emre Yüksel’in gözaltına alınmasından sonra cinayetin ipuçları MHP’yi sarıyor.

Şu soruların peşini bırakmamak gerekiyor:

Soru 1: Gözaltına alınan Emre Yüksel, Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı. Yani Sinan Ateş ile arasında büyük gerilim olan Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım'ın yardımcısı. Emre Yüksel'in cinayetle bağlantısı nedir? Ahmet Yiğit Yıldırım’ın bu bağlantıdan haberi var mıydı?

Soru 2: Gözaltına alınan Tolgahan Demirbaş, cinayetten birkaç gün sonra MHP Milletvekili Olcay Kılavuz’un da bulunduğu evde gözaltına alınmıştı. Tolgahan Demirbaş’ın İstanbul’dan gelen tetikçileri, Ankara dışına çıkardığı iddia ediliyor. Yani doğrudan cinayetle bağlantısı olduğu iddia ediliyor. Tolgahan Demirbaş’ın katillerle kamera görüntüleri tespit edildi mi? Bu konuda savcılığın elindeki deliller neler?

Soru 3: MHP milletvekili Olcay Kılavuz, Tolgahan Demirbaş’ı polislere vermek istememişti. Polislere “Siz gidin sahibiniz gelsin” diyerek hakaret ettiği öne sürülüyor. İddiaya göre; Olcay Kılavuz, savcılıkta ifade bile vermeden Tolgahan Demirbaş’ın serbest bırakılmasını sağladı. Bu doğruysa çok büyük skandaldır. Bu karara imza atanlar kimlerdir? Tolgahan Demirbaş’ın bırakılması için kimler devreye girdi? MHP Milletvekili Olcay Kılavuz’un bu cinayetle bağlantısı nedir? Daha sonra tekrar gözaltına alınan Tolgahan Demirbaş’ın adli kontrolle serbest bırakılmasında kimler etkili oldu?

Soru 4: Gözaltına alınan Avukat Serdar Öktem, Eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı. MHP milletvekili adayı. Hem tetikçileri ayarlayan Doğukan Çep’in hem de çeteye para gönderdiği tespit edilen MHP İstanbul İl Yöneticisi Ufuk Köktürk’ün avukatıydı. Onun da cinayetten birkaç gün sonra gözaltına alınıp serbest bırakıldığı iddia ediliyor. Serdar Öktem’i 26 gün boyunca kimler korudu? Nasıl ve kimler tarafından serbest bıraktırıldı? Doğukan Çep ve tetikçilerle bağlantıyı Serdar Öktem mi kurdu?

Soru 5: Doğukan Çep ile İstanbul’daki bir otoparkta buluşan iki özel harekat polisi, tetikçi Eray Özyağcı’yı Ankara’ya götürmüştü. Siyasi cinayetin tetikçisine korumalık ve şoförlük yapan polislere talimatı kim verdi? Bu polislerin kimlerle bağlantıları var?

Soru 6: Maltepe Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerine karşı yürüyüş yapan Hasan Ferit Gedik’i öldüren ve bununla birlikte uyuşturucu, çete suçlarından 62 yıl hüküm giyen Doğukan Çep, 4 yıl boyunca neden yakalanmadı? Firariyken silahla mekan basan, çek senet tahsilatı yapan, İstanbul’un en işlek yerlerinde rahatça gezen Doğukan Çep’i kimler koruyordu?

Soru 7: Cinayet Ankara’nın göbeğinde, her yanında kamera, adım başı polis olan Çukurambar’da işlendi. Tetikçi Eray Özyağcı ve motosikleti kullanan Vedat Balkaya buradan nasıl kaçabildi? Tetikçi Eray Özyağcı neden halen yakalanmadı?

Soru 8: Sinan Ateş ile şu an Ülkü Ocakları Genel Başkanı olan Ahmet Yiğit Yıldırım arasında büyük gerilim vardı. Sinan Ateş’i destekleyen eski Mersin Ülkü Ocakları Başkanı Çağrı Ünel’e 15 Mart 2022’de 10 kişilik bir grup saldırmıştı. Çağrı Ünel silahla ateş açarak Emrullah Kaplan isimli Ülkü Ocakları üyesini öldürmüştü. Bu saldırının talimatını kimler vermişti? Sinan Ateş’in öldürülmesi bu olayın intikamı mıydı? Cinayetten çok kısa süre önce sosyal medya hesaplarından Sinan Ateş’i tehdit eden Ülkü Ocakları yöneticileri hakkında işlem yapılacak mı? Sinan Ateş cinayetinden önce ülkücü gruplar, çok sayıda gazeteci, siyasiye saldırılar düzenlendi. Bu saldırıların talimatını kimler vermişti? Yargılanacaklar mı?

Soru 9: Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli neden cinayeti kınamadı, niçin taziye yayınlamadılar? Sinan Ateş’in cenaze törenine katılmamaları için MHP’li vekillere ve Ülkü Ocakları yöneticilerine neden talimat verildi? Böylesi cüretkar ve aleni cinayeti örtme girişimiyle kimler ve neden korunuyordu?

Soru 10: Sinan Ateş cinayetinin talimatını verenler yakalanacak mı?

Çok cüretkar ve aleni şekilde Sinan Ateş cinayetini örtmeye çalışan iktidarın bu olayın tüm yönleriyle aydınlatılmasına izin vermeyeceği aşikar.

Ancak Sinan Ateş cinayeti, daha geniş kesimlerin Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlıkla yüzleşmesine neden oldu. Geçmişte siyasi cinayetlere sessiz kalan, adaletsizliğe göz yumanlar da artık bu yılanın herkese dokunacağını görüyor, bunun acısını yaşıyor. Mafyalaşan sistem ile toplumun hesaplaşması kaçınılmaz oluyor.

                                                                 /././

Timur Soykan: Sinan Ateş cinayeti öncesi 4 günlük keşif yapıldı.

BirGün yazarı Timur Soykan, Ankara'da öldürülen eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayeti soruşturmasında gözaltına alınan Doğukan Çep'in ifadesine ulaştı. Çep'in suçlamalarını reddettiğini söyleyen Soykan, "Çep’in adamı Suat Kurt, Sinan Ateş’in ofisi önünde 4 gün keşif yaptı" dedi.

Ankara'da uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybeden eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesine ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alınan Doğukan Çep'in ifadesine ulaşan BirGün yazarı Timur Soykan, detayları sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla anlattı.

Ateş'in öldürülmesini azmettirdiği iddia edilen Doğukan Çep'in, Suat Kurt isimli 'adamının', Ateş’in ofisi önünde 4 gün keşif yaptığını söyleyen Soykan, şunları yazdı:

"YÜRÜDÜĞÜ YÖNÜ BİLE SÖYLEDİ"

"Sinan Ateş cinayetini organize eden Doğukan Çep’in ifadesine ulaştım. Çep suçlamaları reddediyor ama sorulardan cinayet organizasyonuna ulaşıyoruz. Buna göre; Çep’in adamı Suat Kurt, Sinan Ateş’in ofisi önünde 4 gün keşif yaptı.

Sinan Ateş’in geldiği, gittiği saatleri, aracını park ettiği yeri sürekli bildirdi. Cinayetten hemen önce yürüdüğü yönü bile söyledi. Bu sırada tetikçiler pusudaydı. Bu organizasyon sanıkların ‘Dövecektik’, ‘Bacağından vuracaktık’ savunmalarını da çürütüyor. Başlıyoruz:

"25 ARALIK'TA KEŞFE BAŞLADI"

Gebze’de yaşayan Suat Kurt ifadesinde, Doğukan'ın kendisini 22 veya 23 Aralık 2022 günü Facetime’dan aradığını anlatıyor. Yani cinayetten en az bir hafta önce organizasyon başlıyor. Çep, Suat Kurt’a Ankara’ya gideceğini, Sinan Ateş’in ofisi çevresinde keşif yapacağını söylüyor

İfadeye göre; Doğukan, 24 Aralık 2022 günü Suat Kurt’a 1000 TL gönderdi. Ertesi gün Suat Kurt Gebze’den Ankara’ya otobüsle gitti. Bu sırada Doğukan Çep ile sürekli telefonla konuştu. Bir otele yerleşti. 25 Aralık'ta Sinan Ateş’in ofisinin bulunduğu Çukurambar’da keşfe başladı.

"DOĞUKAN ÇEP, 'BEKLE BAKALIM, KAÇTA ÇIKACAK' DİYE TALİMAT VERDİ"

Bu sırada Doğukan Çep, Facetime’dan görüntülü aradı ve Sinan Ateş’in ofisinin bulunduğu yeri, binayı, arabasının plakasını, markası, modeli ve rengini tarif etti. Doğukan Çep, “Arabası kaçta gelip gidiyor, aracı tek mi kullanıyor, bunları öğren ve bana haber ver” dedi.

Suat Kurt, Sinan Ateş’in otomobilini ilk kez 27 Aralık 2022 günü saat 15.00’te gördü ve Doğukan Çep’e haber verdi. Doğukan Çep, ‘Bekle bakalım, kaçta çıkacak’ diye talimat verdi. Aynı gün tetikçi Eray Özyağcı, iki özel harekat polisiyle İstanbul'dan Ankara'ya hareket etti.

"İKİ ÖZEL HAREKAT POLİSİ TETİKÇİYİ BIRAKTIKTAN SONRA İSTANBUL'A DÖNDÜ"

Suat Kurt, o akşam Zekeriya Asarkaya'nın evinde kalıyordu. Doğukan, Facetime’dan aradığı Zekeriya Asarkaya’ya ‘Arkadaşım gelecek’ dedi. Saat 22.30'da yine aradı Suat Kurt’a “Çocuk geldi, aşağıda” dedi. Suat Kurt, siyah minibüsü gördü. İçinden tetikçi Eray Özyağcı indi.

Bu siyah araçta iki özel harekat polisi vardı ve tetikçiyi bıraktıktan sonra İstanbul’a döndüler. O gece Eray Özyağcı ve Suat Kurt aynı evde kaldı. Doğukan Çep, Eray Özyağcı’yı görüntülü aradı ve Sinan Ateş’i kastederek ‘Bu şahıs dövülecek, ayaklarından yaralanacak’ dedi.

"SUAT KURT 'ARABASI BURADA' DEDİ"

Ancak sanıkların az ceza almak için bu şekilde ifade verdiği düşünülüyor. Bir yaralama olayı için bu kadar kapsamlı bir organizasyon yapılmayacağı ifade ediliyor. Ayrıca cinayetin işleniş biçimi de yaralama amacı olmadığını ortaya koyuyor.

Cinayet günü yani 30 Aralık 2022’de Suat Kurt yine Sinan Ateş’in ofisinin önündeydi. Saat 10.00’da Doğukan aradı ve Suat Kurt ‘Arabası burada’ dedi. Doğukan Çep, saat 12.00-12.30 sıralarında tekrar görüntülü aradı, ‘Bak bakalım çıkacak mı çıkmayacak mı’ diye talimat verdi.

"SİLAHI DOĞRULTTU VE TETİĞE BASTI"

Doğukan Çep 20-25 dakika sonra tekrar görüntülü aradı. ‘Gelen giden var mı’ diye sordu. Suat Kurt, bu sırada ofisine doğru yanındaki iki kişiyle yürüyen Sinan Ateş’i izliyordu. Doğukan’a ‘Geldikleri yere doğru gidiyorlar’ dedi. Doğukan ‘Tamam, sen taksiye bin geç’ dedi.

Bu sırada motosiklette Vedat Balkaya bekliyordu, tetikçi Eray Özyağcı, Sinan Ateş’i ofisin önünde eli tetikte bekliyordu. Yaklaştıkları sırada silahı doğrulttu ve tetiğe bastı.

(Timur Soykan-BİRGÜN)

 

25 Ocak 2023 Çarşamba

Tütün kontrolünü ve halkın akciğerlerini heba eden siyaset hakkında + AKP’nin 20 yıllık tütün endüstrisi politikası(I+II)+AKP'den alkol ve tütün mamulleriyle ilgili 11 maddelik yasa teklifi

 


Tütün kontrolünü ve halkın akciğerlerini heba eden siyaset hakkında (MERYEM VİTNİ-SOL/Görüş)

AKP rejiminin bilançosunda toplumsal yükler çok ağır. Ne yazık ki, bir unsur da, halkın akciğerlerinin ve sağlığının ideolojik hırslara, politik mizansenlere heba edilmiş olması.

Tütün kontrolünü, tütün kullanımının neden olduğu hastalık ve ölümleri önlemeye yönelik kanıta dayalı ve çok disiplinli halk sağlığı politikaları bütünü olarak tanımlamak mümkün. Kamusal müdahale olarak tütün kontrolünün iki sağlam dayanağı var: Temel hak olan sağlık hakkının korunması gereği ve tütün tüketimi ile tütün kontrolünün birey ve toplum sağlığı üzerindeki etkileri hakkında bilimsel çalışma külliyatı. Bir uluslararası antlaşma olan Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi (TKÇS) ve bunun dayanağını oluşturan bilimsel literatür, tütün tüketiminin yirminci yüzyılın ikinci yarısında küresel salgın haline gelmesinin ve gitgide Küresel Güney ülkelerinde yoğunlaşmasının vektörü olarak oligopol nitelikli dev ulusötesi sigara şirketlerine işaret ediyor. 

Sermayenin çıkarları ile halk sağlığı çıkarları arasında uzlaştırılamaz bir çelişki olduğu hükmünü taşıyan TKÇS, ilgili şirketleri ve uzantılarını Sözleşme’nin tüm süreçlerinden dışlıyor. Bu bilimsel ve hukuksal kaynaklardan beslenen dünyanın dört bir yanındaki tütün kontrolü uzmanlarının çok iyi bildikleri bir şey var: Yüksek bağımlılık yapan, kalp-damar ve solunum hastalıkları ile 20’den fazla kanserin majör risk faktörü olan, dünya genelinde her yıl 8 milyondan fazla ölüme neden olan tütün kullanımı, sigara şirketlerinin tarımsal üretimi yönlendirme, ürün mühendisliği, saldırgan pazarlama ve halk sağlığı politikalarına müdahale faaliyetleriyle yakından ilişkilidir ve tütün kontrolünde bu faaliyetlerle mücadele elzemdir.

Dünyadaki trendlerin aksi yönünde tütün ürünü üretimi ve tüketiminin artmaya devam ettiği Türkiye’de, son derece hayati önem taşıyan tütün kontrolü kısmen veya şeklen veya lafzen dahi idame ettirilemez bir noktaya geldi; TKÇS kadük oldu. Bu noktaya gelineceğinin emareleri geçtiğimiz yıllar içinde tek tek kendini göstermişti. Bunlara son günlerde iki yeni örnek eklendi: Cumhuriyet Gazetesinde yer alan bir habere göre, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ünlü “sigara haramdır” fetvasının arkasında Din İşleri Yüksek Kurulu ile yaşadığı bir gerilim varmış. İddiaya göre Kurul “caiz değildir” şeklinde fetva vermekte ısrarcı olunca, Erbaş kendisi “haramdır” diye beyanda bulunmuş. İkinci örnek ise, Youtube’da 112 bin takipçisi olan, dini lider olduğunu iddia eden bir kişinin sigara içenlere yönelik küfür ve hakaret içeren, belki kendi fantezilerini yansıtan sözlerinin tekrar vizyona girmesi oldu. 

2019 tarihli “Bu bir pipo değildir” başlıklı yazımızda, din temelli tütün karşıtlığının tütün kontrolünün parçası olamayacağını, açık aykırılık teşkil ettiğini, hatta zarar verdiğini söylemiş, konuya ilişkin dört saptama yapmıştık. 

  1. Bizzat Erdoğan tarafından türetilen, yürütmesi yapılan İslamcı tonlamalı tütün karşıtı politika, iktidarın ideolojik aygıtının kritik bir unsuru ve siyasi nemalanma alanı olarak kullanılmaktadır.  
  2. “Sigara haramdır” fetvası ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) Sağlık Bakanlığı’nın üstüne çıkan söylemi, Anayasa’ya aykırı karma bir yönetim ve hukuk sistemini fiilen var etmekte ve meşrulaştırmaktadır. 
  3. Bireyin tütün bağımlılığını kriminalize eden ve iman gücüyle bundan uzak durulmasını salık veren politika ön plana çıkartılarak, ulusötesi sigara şirketlerinin nasıl korunup kollandığının, tüketimi körüklemelerine izin verildiğinin üstü örtülmektedir. 
  4. Müslüman dünyada yürütülen çok sayıda uluslararası bilimsel çalışma, dindarlığın, fetvanın, fetva farkındalığının veya dine dayalı yönetim sistemlerinin tütün kullanımı ve kontrolü üzerinde kanıta dayalı olumlu bir etkisinin olmadığını, aksine Müslüman ülkelerde ve başka ülkelerde yaşayan Müslüman nüfuslar arasında net gerçekliğin tüketim artışı olduğunu göstermektedir. Ne din otoritesi ne de fetva, tütünün haram olduğu iddiasını Müslümanlarda tütünden uzak durma ve bırakma eylemine dönüştürememektedir. Burada tekrar altı çizilmesi gereken husus, fetvanın etkisiz olmasının veya Müslümanların belli bir yer ve zamanda daha fazla tütün kullanmalarının, kendilerinin kültürel, antropolojik bir özelliği, ya da kabahati, kusuru olmadığı; tüketim artışını, sigara şirketlerinin o yer ve zamana nasıl ve ne kadar nüfuz ettiği ve buna ilişkin devlet politikaları üzerinden incelemenin doğru olacağıdır.

Bu saptamalar geçerliliğini sürdürüyor. Neoliberal kapitalizmin aşırı sömürü ve eşitsizliklerinin idamesi için gereken baskıcı rejim ve ikna ideolojileri, Türkiye’de 20 yıldır toplumsal hareketliliği baskı altında tutabildiğini ispatlayan AKP iktidarında vücut buldu. Bu iktidarın geliştirdiği doktrinin/ideolojinin en iyi kristalize olduğu politika ve pratiklerin başında, Erdoğan tarzı sigara karşıtlığının, DİB tarzı haram fetvasının ve Yeşilay tarzı bağımlılıkla mücadelenin geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. AKP kurduğu yeni rejimin inşasında ve güçlendirilmesinde bunları bolca harç yaptı.

Üstelik, 2008’den beri bu sürece eşlik eden, uluslararası aktörlü bir mizansen oynandı. DSÖ ve Amerikalı STKlar, Türkiye’yi ve hükümet yetkililerini tütün kontrolü şampiyonu ilan etti, ödüllere boğdu, dünyaya örnek gösterdi. Türkiye’de son on yıldır tütün tüketim hacmi ve sıklığı artış gösterdiği halde, söz konusu uluslararası kuruluşlar geçen süre boyunca uygulanan politikanın ne yanlışlığını ne de olumsuz sonuçlarını ikrar etti. Bu büyük siyasi fiyaskonun üstünün örtülü kalmaya devam ettiği ve bilim ve hukuk dışı söylemlerin hakim kılındığı ortamda, kamu sektöründe çalışanların ve sağlık meslek örgütlerinde faaliyet gösterenlerin, bilime, sağlık hakkına ve uluslararası hukuka dayalı tütün kontrolü politikasını savunmalarının olanakları ve koşulları büyük ölçüde ortadan kalktı. 

AKP rejiminin bilançosunda toplumsal yükler çok ağır. Ne yazık ki, bir unsur da, halkın akciğerlerinin ve sağlığının ideolojik hırslara, politik mizansenlere heba edilmiş olması. Bir an önce bu parantezin kapanması, fiyaskonun sorumlularından hesap sorulması, suç işleyen fantezistlerin susturulması şart.(MERYEM VİTNİ-SOL/GÖRÜŞ)

                                                                   /././ 



AKP’nin 20 yıllık tütün endüstrisi politikası(I)-MERYEM VİTNİ-SOL/Özel

Bu nasıl bir suç örgütüdür ki, AKP iktidarı boyunca, faaliyet, üretim ve ticaret ruhsatları ile önü açılmış, TEKEL’in tütün birimi özelleştirilerek kendilerine teslim edilmiş...

13 Ekim 2022 tarihinde Çocukları Tütün Salgını ve Zararlarından Koruma İnisiyatifi tarafından Üsküdar Meydanı’nda düzenlenen etkinlikte AKP’li yöneticilerle birlikte Yeşilay yönetim kurulu üyesi Esra Albayrak da yer aldı. Burada bir konuşma yapan Albayrak, tütünden kaynaklı ölümlerden tütün endüstrisini sorumlu tuttu, bu endüstrinin küresel bir suç örgütü olduğunu açıkladı.

Toplantı yerinde çoğu genç yaşta tütünden ölen 350 kişinin kişisel eşyaları sergilenmişti. AKP’li Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, AKP İstanbul Milletvekili ve TBMM Sağlık Komisyonu Başkan Yardımcısı Müşerref Pervin Tuba Durgut ve eski AKP Trabzon Milletvekili ve Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cevdet Erdöl katılımcılar arasındaydı. Onlar da birer konuşma yaparak, hayatını kaybedenleri andılar ve Albayrak gibi tütün endüstrisini telin ettiler. 

Yapılan konuşmalar ve Albayrak’ın suç örgütü yakıştırması akla hemen şu soruyu getiriyor: Bu nasıl bir suç örgütüdür ki, AKP iktidarı boyunca, faaliyet, üretim ve ticaret ruhsatları ile önü açılmış, TEKEL’in tütün birimi özelleştirilerek kendilerine teslim edilmiş, her yıl ihracat şampiyonu ilan edilerek ödüllendirilmiş, yatırım ve ihracat teşvikleriyle desteklenmiş, en yüksek kurumlar vergisi ödeyenler arasında listelenmiş, ürünlerinin satışından milyarlarca Lira dolaylı vergi geliri toplanmıştır? 

İki bölümlük bu yazı dizisinde AKP iktidarının, tütün ürünü üretimi ve ticaretine ve bu sektörü elinde bulunduran oligopol nitelikli 3,5 adet ulusötesi sigara şirketine yönelik politika ve uygulamalarının kısa bir özeti yapılarak Üsküdar Meydanı’ndaki söylemin nereye oturduğunun değerlendirilmesi amaçlanıyor. İlk bölümde AKP’li yıllarda 4733 sayılı Kanun uygulamaları, sigara ve diğer tütün ürünlerinde üretim artışı ile bunun paralelinde yaşanan tüketim patlaması ele alınıyor.

AKP’nin devraldığı siyasi miras ve 20 yıllık icraatı

AKP iktidara geldiğinde, 1980’den sonra başlayan tütün ürünü üretimi ve ticaretinde serbestleştirme uygulamalarının sonuçlarını ve bunun devamında IMF dayatmasıyla 2002 başında yasalaşan 4733 sayılı Kanun’u kucağında bulmuştu.

Tütün Kanunu olarak da anılan bu kanun, tarımda devlet desteğine son vererek sözleşmeli tarımı getirirken, tütün ürünü üretimi ve ticaretinde, piyasaya giriş engelleri, fiyat belirleme serbestisi, ithalat-ihracat serbestisi hükümleriyle ulusötesi sigara şirketlerine piyasa hakimiyeti sağlayan koşulların garantilenmesini ve TEKEL’in özelleştirilerek ortadan kaldırılmasını hedeflemekteydi. Devletin rolü, bu piyasanın etkin işlemesini sağlayacak düzenleme ve ruhsatlandırma işlemlerini yürütmek ve tütün tüketiminden kaynaklanan zararlar hakkında tüketici bilgilendirmesi yapmak şeklinde tanımlanmıştı.

Süreç içinde AKP Kanun’un öngördüğü piyasa düzenleme rejimine uygun gerekli tüm yönetmelikleri çıkarttı, şirketleri ve ürünlerini aksatmadan ruhsatlandırdı. Tekel niteliğini çoktan kaybeden TEKEL’i 2008’de özelleştirerek, Türkiye sigara pazarının tamamına yakınını ulusötesi sigara şirketlerine teslim etti. 

AKP’nin 4733 sayılı Kanun’u ruhuna sadık kalarak uygulamasının açık ve net sonucu aşağıda açıklandığı üzere, sınırsız tütün ürünü arzı ile tüketimin körüklenmesidir. Ancak, AKP’nin kanun uygulamasıyla ilgili dört hususun daha not düşülmesinde fayda bulunmaktadır. Bunlardan ilki, 2018 yılında yapılan değişiklikle TAPDK’nın kapatılarak piyasa düzenleme işlevinin Tarım ve Orman Bakanlığı’na devredilmesidir. Böylece, zaten fiiliyatta uygulanmayan, bir bağımsız düzenleme idaresi marifetiyle piyasa süreçlerini siyasi süreçlerden yalıtma politikasına son verilmiş oldu. Artık düzenleyici devletin konsolidasyonu gerçekleştiği ve hesap sorulabilirlik ve verebilirlik bütünüyle ortadan kalktığı için, doğrudan bakanlık eliyle piyasacılık yapılması, üstelik bunun daha özensiz yapılması, plansız, programsız ileri-geri adımlar atılması mümkün olabilmektedir. 

Bununla ilişkili ikinci husus, yürütmenin şahsileşmesi ve en üst makamın pazarlığa, popülizme dayalı siyasi angajmanı haline gelmesidir. 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre, “bağımlılıkla mücadele” altında çerçevelenen politikalar Sağlık ve Gıda Politikaları Kurulu eliyle doğrudan Cumhurbaşkanı’nın yetkisi ve sorumluluğu altına alınmıştır. Bu durum kamu idaresinde görev ve yetki karmaşasına, mevcut teknik kapasitelerin erimesine yol açtıysa da, eşgüdümü ve uzmanlığı büyük ölçüde gereksizleştirdiği için fiilen sürdürülebilmektedir. Kanun’un kamu idaresine tanıdığı denetim ve yaptırım görev ve yetkilerinin nasıl kullanıldığına dair herhangi bir şeffaflık kalmamıştır.  

Üçüncü husus, tütün kontrolüne ilişkin danışma mekanizmalarının yok edilmesi, bağımsız kurum ve uzmanların dışlanması ve bu yazının ikinci bölümünde değinileceği üzere Yeşilay’a geniş yetki devri yapılmasıdır. 

Dördüncü husus ise, AKP’nin 2017 sonrasında hızla büyüyen yasadışı sarmalık tütün ve dolgulu makaron ticaretini önlemede başarısız kalması, bunun yerine, yerli üretici ve tüccarlar ile ulusötesi sigara şirketlerine yönelik göz yumma, oyalama ve havuç-sopa politikası gütmesi, ancak bunu ağırlıklı olarak şirketler lehine sonuçlandırmasıdır.

Bazıları Kanun’dan bariz sapma niteliğindeki her dört hususun ulusötesi sigara şirketlerinin çıkarlarına engel oluşturan bir yönü yoktur. Aksine, şeffaflık ve hesap verebilirliğin ortadan kalkması endüstrinin devlet nezdinde yürüttüğü PR çalışmaları için elverişli bir ortam sunmaktadır.

AKP’li yıllarda üretim ve tüketim artışı

Önceki dönemlerde ülke politikasında tütün “stratejik ürün” olarak ele alınırken, AKP’li yıllarda hakim neoliberal politika tercihi doğrultusunda, tütün ürünü sektörü arz yönlü büyümenin, piyasa etkinliğinin ve ihracatın desteklendiği bir sektör olmuş, bu bağlamda tütün stratejik olma özelliğini kaybederek herhangi bir “tüketici ürünü” statüsünde değerlendirilmiştir. Bu nedenle, 4733 sayılı Kanun çerçevesinde, 2003’ten günümüze, bandrollü sigara üretimi istikrarlı biçimde her yıl ortalama 3,4 milyar adet artarak, günümüzde 159 milyar adet/yıl düzeyine ulaşmış, her ay ortalama 2 yeni sigara markasına piyasaya arz izni verilmiştir. 

TEKEL zamanı birkaç adet olan sigara çeşidi günümüzde 196’ya ulaşmış bulunuyor. Bugün piyasada, bu 196 çeşit sigara markası ve alt-markasının yanı sıra, yüzlerce çeşit diğer tütün ürünü satışa sunuluyor. Piyasada, nargile tütününde 2564, pipo tütününde 26, yerli puro ve sigarilloda 120, ithal puro ve sigarilloda 39, sarmalık tütünde ise 308 adet farklı marka ve alt-markaya ulaşmak mümkün. Ayrıca, sarmalık tütünün yan ürünleri olan 183 adet boş makaron ve 57 adet yaprak sigara kağıdı markası da var. Bunların hepsi iktidar tarafından piyasaya ayrı ayrı arz izni verilmiş yasal ürünler. Büyük oranda denetimsiz ve cezasız büyüyen bandrolsüz piyasada markalı/markasız yüzlerce ürün daha var. 

Sonuç itibariyle, Türkiye dünyadaki ilk 10 en büyük sigara üretim ve ihracat üslerinden ve en büyük sigara pazarlarından biri haline gelmiştir. Türkiye’de sigara tüketiminin geldiği nokta, üretim ve ticareti teşvik eden politikaların vahim etkisini göstermek bakımından uluslararası ölçekte dikkat çekici bir örnektir. Tütün tüketiminin birçok belirleyicisi olmakla birlikte, oligopolcü tütün ürünü piyasasında arzın belirleyiciliği son derece baskındır. Tüketicilerde davranış değişikliği hedefleyen önlemlerin varlığına ve yaygın sigara karşıtı söyleme rağmen, izlenen üretim ve ticaret politikası tüketim üzerinde kışkırtıcı etki yapmış, Türkiye’de sigara tüketimi geçmişte dünya trendini izlemiş olmasına rağmen, son on yıl içinde dünya trendinin aksi yönde tüketim patlaması yaşanmıştır. 

Resmi verilerle, 1980’de 57 milyar adet olan sigara tüketimi, o dönüm noktasından sonra yürürlük kazanan serbestleştirme politikalarının etkisiyle, izleyen yirmi yılda %100’den fazla artarak 1999’da 114,4 milyar adete kadar yükselmiştir. 1996 yılında devreye giren ülkenin ilk tütün kontrolü kanunu uygulamalarının etkisiyle, tüketim bu zirve noktasından sonraki oniki yılda düzenli bir düşüş seyri göstermiş, 2011’de 91,2 milyar adete kadar düşmüştür. Ancak bundan sonraki on yıl boyunca yılda ortalama %3,4 oranında artarak 2021’de 125,1 milyar adet ile yeni bir zirve yapmıştır. 2013-2021 arasında yaşanan tüketimdeki artış hızı, ışıklı, dev sigara reklamı panolarının apartman cephelerini kapladığı 80’li ve 90’lı yıllardaki artış hızıyla yarışır düzeydedir. Üstelik, son yıllarda yasal sigara piyasasındaki bu yükselmeyle eşanlı olarak yasadışı sarmalık tütün ile dolgulu makaron piyasaları da büyümüş, günümüzde toplam tüketimin yaklaşık dörtte biri yasadışı hale gelmiştir. Yine son yıllarda Türkiye, yurda kaçak sokulan, genellikle internette yasadışı satışı yapılan e-sigara ve ısıtmalı tütün ürünü gibi yeni nesil tütün ürünlerinin istilasına uğramıştır.

Tütün kullanım sıklığında da durum iç karartıcıdır. 2012’de Türkiye Yetişkin Tütün Araştırması’nda %27,1 olarak ölçülen genel kullanım sıklığı, aynı araştırmanın 2016’daki tekrarında %32,2 bulunmuştur. 2012-2016 arasındaki dört yılda %18,8’lik bu göreceli artış, kullanım sıklığının %13,1’den %19,2’ye yükseldiği kadın yetişkinlerde %46,6 olarak gerçekleşmiştir. 2017 Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması (%33,2) ve 2019 Türkiye Sağlık Araştırması (%31,4) kullanım sıklığı sonuçları da 2016 araştırması ile paralellik taşımaktadır. Gençlerin tütün kullanımındaki yüksek düzey ve çeşitlenme de alarm vermektedir. 13-15 yaş grubu öğrenciler arasında yürütülen 2019 Türkiye Gençlik Tütün Araştırması’nda erkek öğrencilerin %23,2’sinin, kız öğrencilerin %12,1’inin halen bir tütün ürünü kullandığı saptanmıştır. 

Yarınki ikinci bölümde Esra Albayrak’ın küresel suç örgütü ilan ettiği ulusötesi sigara şirketleri ile AKP’nin ilişkileri ve “bağımlılıkla mücadele” retoriği üzerinden AKP’nin hem hükümet hem de STK olarak iktidarını nasıl derinleştirdiği mercek altına alınacaktır.(19.10.2022)                                                      ***

AKP’nin 20 yıllık tütün endüstrisi politikası(II)-MERYEM VİTNİ-SOL/ÖZEL

Yazı dizisinin bu bölümünde Yeşilay yönetim kurulu üyesi Esra Albayrak'ın suç örgütü olarak tanımladığı tütün endüstrisinin AKP eliyle nasıl ihya edildiğine dikkat çekiliyor.

(19.10.2022)   Tarihinde yayımlanan  ilk bölümü yayınlanan bu yazı dizisinde, Yeşilay yönetim kurulu üyesi Esra Albayrak’ın tütün endüstrisini küresel suç örgütü ilan etmesinden hareketle, AKP iktidarının tütün ürünü üretimi ve ticaretine ilişkin politikası masaya yatırılarak, bu politikanın farklı boyutlarının iktidar inşasında nasıl bir işlev gördüğü irdeleniyor. Aşağıdaki ikinci ve son bölümde, suç örgütü olarak tanımlanan endüstrinin AKP eliyle nasıl ihya edildiği, AKP’nin hükümet şapkası ve STK şapkası takarak yürüttüğü “bağımlılıkla mücadele”nin anlamına ve etkisine dikkat çekiliyor.

'Suç örgütü'nün ihyası

AKP, sadece 4733 sayılı Kanun çerçevesinde piyasa düzenlemesi yaparak değil, vergi ve teşvik politikalarıyla da ulusötesi sigara şirketlerini desteklemiştir. Burada sadece birkaç örnek üzerinde durulacaktır. Bunlardan ilki yatırım teşvikleridir. AKP iktidarı boyunca, tütün endüstrisinin 60’tan fazla yatırım projesine, başta KDV istisnası ve gümrük vergisi muafiyeti olmak üzere, geniş çeşitlilikte mali teşvik sağlamıştır. Örneğin, 2012’de PHILSA’nın 67 milyon TL ve 2015’te 285 milyon TL sabit yatırım bedelli sigara imalat kapasitesini, ilkinde 31,7 milyar adet/yıl ve ikincisinde 40,9 milyar adet/yıl düzeyinde büyütme projelerine teşvik verilmiştir. Türkiye’nin sigara imalat kapasitesinin 108 milyar adet/yıl’lık kısmı teşvikle hayata geçmiştir. AKP, dahilde ve hariçte işleme rejimleri altında da, tütün endüstrine önemli ihracat teşviği ve ticari fırsat olanağı sunmuştur. Her yıl bu olanaklardan en fazla yararlanan 3 firma PHILSA, BAT ve JTI olmuştur. 

Hem kamu gelirinden vazgeçerek hem de kamu kaynağı kullanarak endüstriye verilen bu teşviklerin kamu maliyesi ve ulusal ekonomi üzerinde doğrudan ve dolaylı çok boyutlu negatif etkisi olduğunun altını çizmek önemlidir. Gerçekten de, teşviklerin yegâne olumlu etkisi ilgili şirketlerin kendi ekonomilerinedir.

Vergi politikasında ise, iktidar ile tütün endüstrisi arasındaki hami-müvekkil ilişkisi içinde biçimlenen kazan/kazan formülü etkilidir. Tütün ürünlerine uygulanan ÖTV oran ve tutarları, vergi gelirleri ile endüstri gelirlerinin maksimizasyonu hedeflenerek belirlenmektedir. 4733 sayılı Kanun’un kendilerine tanıdığı fiyatlama serbestisi çerçevesinde, optimum fiyatlama, dolayısıyla en yüksek kâr elde etme olanağı sunan bu oran ve tutarlar üzerinde ulusötesi sigara şirketleri adeta sörf yaparcasına fiyat belirlemektedir. Kazan/kazan formülü çerçevesinde ÖTV tutarlarının endeksli, kademeli artırımı söz konusuyken, AKP gerektiğinde sigara ÖTV oranında indirim de yapmıştır. Örneğin, 2011 Kasım ayında sigara ÖTV oranını önce %63’ten %69’a yükseltmiş, endüstrinin yüksek oranın çarpan etkisinden şikayeti üzerine, 15 gün sonra geçerli bir gerekçe sunmadan %65,25’e geri çekmiştir. Haziran 2018’de ise bu oranı %63’e düşürmüştür. 2019’da oran %67’ye yükselmekle birlikte, 2020 sonunda %63’e tekrar geri çekmiştir. Günümüzde birkaç ayda bir baş gösteren sigara fiyatı artışları, vergi oranı artışından ziyade, TL’nin değer kaybı ve üretim maliyetlerindeki artışlar nedeniyle, net kârlarını döviz cinsinden yurtdışına aktaran sigara şirketlerinin azalan kazançlarını telafiye yönelik yapılmaktadır. 

İthal tütünden ithalat aşamasında alınan 3000 USD/ton Tütün Fonu, AB müktesebatına uyum gerekçesiyle aşamalı olarak azaltılmış, 2018 yılında ise Cumhurbaşkanı Kararı ile sıfırlanmıştır. Sigara imalatında %88 oranında ithal tütün kullanan ulusötesi sigara şirketlerine büyük maliyet indirimi ve geniş fiyat belirleme marjı sağlayan bu politika ile kamu idaresi azımsanmayacak bir zarara uğratılmıştır. Örneğin 2021 yılında sigarada kullanılan ithal tütün miktarı üzerinden, Tütün Fonu’nun sıfırlanmasının neden olduğu Hazine kaybı, dolayısıyla endüstri kazancı, 273 milyon USD/yıl’dır. Bir Tank Palet Fabrikası veya bir Antalya Limanı kadar kayıp da burada vardır.

'Suç örgütü' ile simbiyotik ilişkiler

AKP ile ulusötesi sigara şirketleri arasındaki ilişkinin en sembolik göstergelerinden biri 15 Temmuz sonrası PHILSA Genel Müdürü Enrique Jimenez’in Türkiye’yi yabancı sermaye yatırımları için güvenli bir cennet olarak tanıtmak üzere “Türkiye Hikayeni Keşfet” kampanyası çerçevesinde kameraların önüne geçmesi ve “Türkiye’ye neden inandığımızı anlatma gibi bir görevimiz var” sözleridir. Bir diğeri, Biz Bize Yeteriz Kampanyası’na PHILSA’nın 4.724.720 TL, JTI’nin 1.255.000 TL bağışta bulunmalarıdır. Ancak bunlardan daha önemli olanı, her yıl Türkiye İhracatçılar Meclisi tarafından düzenlenen İhracatın Şampiyonları Ödül Töreni’nde Erdoğan’ın huzurunda, tütün sektörü ihracat ödülünün her seferinde 3 büyük ulusötesi sigara şirketinden birine bir bakan tarafından verilmesidir. 18 Eylül 2021’de düzenlenen törende Erdoğan ihracat şampiyonlarına hitaben, “Siz bu ülkenin uçbeylerisiniz, elçilerisiniz, yeri geldiğinde serdengeçtilerisiniz. Rabbim hepinizden razı olsun!” şeklinde seslenmiştir.

İkili strateji: AKP hem hükümet hem STK 

20 yıllık politika ve uygulamaları incelediğimizde, AKP’nin hükümet şapkasını başına geçirdiğinde, söz konusu ulusötesi sigara şirketlerine hiç de suç örgütü muamelesi çekmediği, aksine milli muamele ilkesi çerçevesinde onların hukukunu ve kârlarını koruduğu, daha fazla üretim ve ticaret için teşvik ettiği görülüyor. 

Ne var ki, kullanıcılarının yarısını öldüren bir ürün pazarlayan endüstri karşısında ister istemez bu şapka dar geliyor, baş ağrıtıyor. İşte o zaman iki strateji devreye giriyor: Bunlardan ilki, Erdoğan’ın sigara karşıtlığının kamusal alanda sıkça icra edilmesi, konuşmalarında konuya muhakkak yer verilmesi. Bu icraatın iletişiminde, otoritesini kullanarak sigara bıraktırdıklarını “kurtardığı”, “yeniden doğmalarına” neden olduğu yönündeki imalarla, Erdoğan’a dünyevi siyasetçi olmanın ötesinde, Müslümanları bağımlılıktan, günahtan koruyan bir dini liderlik atfediliyor. Erdoğan’ın sigara karşıtlığı, Müslümanları dine dönmeleri için terbiye eden bir dini liderlik görevi tonlamasıyla icra ediliyor.

İkinci strateji ise, başa STK şapkası geçirilmesi. STK’cılığın dayanılmaz hafifliğinin AKP’ye sağladığı geniş olanaklar var. Öyle ki, hayali bir devlet-STK güçler ayrılığı mizanseni yaratılıp, ikisi arasında organik bağ yokmuşçasına, AKP’nin politika ve hukuk koruması altına aldığı şirketler aynı AKP’nin STK türevi tarafından rahatlıkla öcü olarak nitelenebiliyor. Peki, bu söylemdeki öcüyle kimin, nasıl baş etmesi bekleniyor? Her iki stratejide de parmak topluma sallanıyor, toplum uyarılıyor, ürkütülüyor. Yeşilay tarafından hazırlanan kamu spotlarında da görüldüğü üzere, telkin edilen, beklenen, bireysel sorumluluk çerçevesinde, bireyin iman gücüyle öcüye karşı koyması, fetva ile haram ilan edilen tütüne başlamaması, kullanmaması, kullanıyorsa bırakması. 

Bu ikili strateji yıllar içinde AKP iktidarının ideolojik aygıtının asli bir unsuru haline geldi. AKP’ye ve liderine ahlaki üstünlük bahşeden bu stratejiler sayesinde iktidar pekiştirilirken, ulusötesi sigara şirketleri ile yürütülen ilişkiler gözlerden kaçırıldı, başarısız politika ve uygulamaların üstü örtüldü, doğru mücadelenin önü kesildi. Muhalif olarak nitelenen kesimde bile, bir yandan sigara yasakları “alkol yasağı öncülü”, “yasakçı zihniyet tezahürü,” “yaşam biçimi dayatması” olarak nitelense de, diğer yandan birileri ekranlara çıkıp “AKP’nin hiçbir politikasını tasvip etmem, ama sigarayla mücadelesini destekliyorum” dedi yıllarca. 

'Bağımlılıkla mücadele' politikası ve Yeşilay

AKP’nin STK halinin belki en önemli yansıması, alkol karşıtı, gerici, etkisi düşük bir örgütken, bugün “bağımlılıkla mücadele” alanında hükümetin uzantısı, etkin bir kuruma dönüşen Yeşilay’dır. Dönüşümün odağında 2014 tarihli “Madde ve Diğer Bağımlılıklar ile Mücadele Kapasitesinin ve Bu Bağlamda Türkiye Yeşilay Cemiyetinin Değerlendirilmesi” başlıklı DDK raporu bulunuyor. Raporda, “bağımlılık” birey ve toplum ölçeğinde özgürlükleri kısıtlamayı mümkün ve meşru kılan bir gerekçe olarak tanımlanıyor ve Yeşilay’ı “çözüm ortağı” olarak yetkilendirecek ve kamu kaynaklarıyla besleyecek politikaların hızla hayata geçirilmesi isteniyor. DDK’ya göre bağımlılıkla mücadelede kamu idaresi zayıf ve bürokratik kalıyor. Devletin gerçekleştirme imkânı olmayan işleri Yeşilay’in yürütmesi, ancak Yeşilay’ın savunuculuk pozisyonunda kalmaması, daha ileri giderek, doğrudan “operasyonel faaliyetlere yönelmesi” talep ediliyor. Diğer bir deyişle devletin kanunlarla tanımlı bazı görev, yetki ve işlevlerinin bir STK’ya devredilmesi gerekli görülüyor. 

Bugün DDK’nın taleplerinin hepsi gerçekleşmiş bulunuyor. Bağımlılıkla mücadele çerçevesinde yeniden yapılandırılan, yetki devri yapılan, kamu kaynakları tahsis edilen Yeşilay, hem madde bağımlılığının hem de davranışsal bağımlılıkların birbirine geçişkenliği üzerine kurgulanmış, psödo-bilimsel, çocuk pedagojisi açısından sorunlu, ahlakçı, bireyin ıslahına yönelik, örgün öğretimin olanaklarından yararlanan bir dizi eğitim, iletişim, yayın ve tedavi programı uyguluyor.

Bilime, sağlık hakkına ve uluslararası hukuka dayalı tütün kontrolü politikası ve pratiğinden AKP’nin ayrı düşüşünü temsil eden bağımlılıkla mücadele politikasının özellikle gençlere yönelik dinci politizasyonun hem bir ereği hem de mükemmel bir aracı olarak biçimlendirildiği, bunun için tıp biliminin, DSÖ’nün ve ulusal sağlık otoritelerinin seçili olarak kullanıldığı iddia edilebilir. Ancak Erdoğan’ın tam burada çektiği, bağımlılık mücadelesini frenleyen çok belirgin bir kırmızı çizgisi var: Mücadelenin büyük sermayenin (yerli ve yabancı sermaye şirketleri) ve küçük sermayenin (yine AKP tarafından sigara satmak üzere ruhsatlandırılan 180 binden fazla TESK’e bağlı perakendeci esnaf) çıkarlarına dokunmadan, sadece atomize bireye yönelik yürütülmesi gerekiyor. Onlara istediğiniz kadar öcü diyebilirsiniz, ama çıkarlarına dokunamazsınız. Bu haliyle bağımlılıkla mücadele, iflas eşiğine gelen ABD’nin “war on drugs” politikası ile birçok açıdan benzerlikler taşıyor. Her iki politikada da gerçeklik ve retorik arasında gitgide derinleşen bir uçurum var ve temelde yatan hedefin toplumsal denetim ve baskı olduğu belirginlik kazanıyor. 

Gelinen noktada “AKP politikası ve icraatı dökülüyor, yerlerde sürünüyor” denebilir, ancak kritik bir soru, 4733 sayılı Kanun’un ve STK’lar yoluyla toplumda kök salan iktidar modelinin ve bunun izdüşümü politikaların yarın, farklı isim ve formatlarda da olsa, kalıcı olup olmayacağı, ya da neye, nasıl dönüşeceği. Artan sigara tüketiminden kaynaklı bağımlılık, hastalık, sakatlık ve ölüm artışları gerçek, ulusötesi sigara şirketlerinin oligopol gücü de gerçek. İşte bunlar hayalet veya hurafe değil. Bunlarla doğru mücadele, öncelikle siyasi retorik ile gerçeklik arasında derinleşen uçurumu teşhir etmekle, “ıslah/tedavi edilmesi gereken bireysel sorun” yaklaşımına karşı, bu gerçeklerin toplumsallığını ortaya koymakla başlamak zorunda. Bunun ardından, tütün ürünü ve endüstrisi politikasının halk sağlığı ilkeleri üzerinde yeniden inşa edilmesine, kamucu yürütme mekanizmalarının kurulmasına ve ulusötesi sigara şirketlerinin hakimiyetine son verilmesine gereksinim var. Böyle tanımlanınca, doğru mücadelenin ancak ve ancak anti-kapitalist perspektiften verilebilir olduğu gün yüzüne çıkıyor.(20.10.2022)

                                                                          /././

AKP'den alkol ve tütün mamulleriyle ilgili 11 maddelik yasa teklifi (SOL)


Tütün, tütün mamulleri ve alkollü içecek piyasasının düzenlenmesine dair kanun teklifi, AKP'li milletvekilleri tarafından TBMM Başkanlığı'na sunuldu.

AKP milletvekillerinin imzasını taşıyan Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkol Piyasasının Düzenlenmesine Dair Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, TBMM Başkanlığı'na sunuldu.

11 maddeden oluşan kanun teklifi şöyle:

  • Yetki verilip verilmediğine bakılmaksızın vergi güvenliğini sağlamak için kullanılmasına zorunluluk getirilen özel etiket ve işaretlerle ürünlerin etiketlenmesi, işaretlenmesi, etiketlenen veya işaretlenen ürün bilgilerinin kurulan veri merkezine aktarılmasını sağlayan Ürün İzleme Sistemi'ne (ÜİS), fiziksel veya bilişim yoluyla müdahale ederek Hazine ve Maliye Bakanlığına elektronik ortamda iletilmesi gereken belge, bilgi veya verilerin iletilmesini önleyenler veya bunların gerçeğe uygun olmayan şekilde iletilmesine neden olanlara 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezası verilecek.
  • Makaron, yaprak sigara kağıdı ve sigara filtresi üretmek isteyenler için yıllık 2 milyar adet üretim kapasitesine sahip tesis kurma zorunluluğu getirilecek. Aynı markadan olmak şartıyla sigaranın ithalatında aranan yurt içi üretim şartı, makaron, yaprak sigara kağıdı ve sigara filtresi ithalatında da aranacak.
  • Makaron ve sigara üretim tesislerinde, Tarım ve Orman Bakanlığına bildirimde bulunmadan, vergi güvenliğini sağlamak amacıyla kullanılması zorunluluğu getirilen özel etiket ve işaretlerle ürünlerini etiketlemeden veya işaretlemeden makine çalışma testleri, ürün denemeleri veya deneme üretimi yapanlara, 10 bin liradan az olmamak üzere üretilen her bir adet başına 1 lira idari para cezası verilecek.
  • Makaron ve sigara üretim tesislerinde, makine çalışma testleri, ürün denemeleri veya deneme üretimi kapsamında üretilen makaron ve sigaraları süresi içinde imha etmeyenlere, 10 bin liradan az olmamak üzere, üretilen her bir adet başına 1 lira para cezası uygulanacak.
  • ÜİS'e usulsüz müdahale edenler ile Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu'na aykırı fiilleri işlediği tespit edilenlere, Tarım ve Orman Bakanlığının düzenlemekle yükümlü olduğu piyasalarda faaliyete ilişkin verilen belgeler, kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar askıya alınacak. Bu süre içinde söz konusu tesis veya iş yeri için başka bir gerçek veya tüzel kişiye belge verilmeyecek.
  • Tütün, tütün mamulleri ve alkollü içecekler piyasasında üreticilerden 50 milyon liraya kadar teminat alınacak. Bu kapsamda izin, uygunluk ve yetki belgesine tabi faaliyetlerde bulunanlardan, belirtilen teminatı vermeyenlerin faaliyete ilişkin belgeleri teminat verilinceye kadar askıya alınacak. Bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de izin, uygunluk ve yetki belgesi verilmeyecek. Bu kapsamda alınan teminatların paraya çevrilmesi halinde paraya çevrilen tutar, alacaklı idareler arasında garameten taksim edilecek.
  • Tütün, tütün mamulleri, makaron, yaprak sigara kağıdı, sigara filtresi, alkol ve alkollü içkilerin üretim ve ithalat faaliyetleri ile tütün ticareti yetki belgesi kapsamındaki faaliyetlere ilişkin izin, uygunluk ve yetki belgesi başvurusu, tadili veya süre uzatımına ilişkin taleplerin yerine getirilmesi için süresinde ödenmeyen idari para cezası borcu, vadesi geçmiş prim ve idari para cezası borcu ile vergi dairelerine vadesi geçmiş borcun bulunmaması şartı getirilecek.
  • Kullanılma zorunluluğu getirilen özel etiketi veya işareti olmayan özel tüketim vergisine tabi makaron tespitlerinde, söz konusu ürünleri belirli sayıda bulunduran, üreten veya ithal edenler de cezalı tarhiyattan müteselsilen sorumlu tutulacak.
  • Tarım ve Orman Bakanlığından yetki belgesi almadan veya bildirimde bulunmadan tütün ticareti yapanlara 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilecek.
  • 7 yıl olan elektronik haberleşme şebekelerinden hizmet almayan cihazların elektronik kimlik bilgilerinin pasife alınma süresi 1 yıla düşürülecek. Bu kapsamda son sinyal alınmasından itibaren kesintisiz 1 yıl boyunca sinyal alınamayan cep telefonlarının IMEI'leri, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından pasife alınacak. Bu suretle elektronik kimlik bilgileri kayıtlı olmaktan çıkarılan cihazlar, son kullanıcılarına ait bir hatla kullanıldığında, bu cihazların elektronik kimlik bilgileri başka bir işleme gerek kalmaksızın tekrar kayıtlı hale getirilecek. Elektronik kimlik bilgileri bu suretle tekrar kayıtlı hale getirilemeyen cihazlar için BTK'nin düzenlemeleri kapsamında başvuru yapılması gerekecek.
  • Teklifin, makaron, yaprak sigara kağıdı ve sigara filtresi üretmek isteyenler için yıllık 2 milyar adet üretim kapasitesine sahip tesis kurma zorunluluğu ile Tarım ve Orman Bakanlığından yetki belgesi almadan veya bildirimde bulunmadan tütün ticareti yapanlara 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasını düzenleyen maddesi kanunun yayım tarihinde, diğer maddeleri ise 1 Ocak 2024'te yürürlüğe girecek. (18.10/2022)