Son yıllarda çok tartışılan, “kurala dayalı liberal dünya düzeninde bozulma” 2024 yılında güçlenerek devam edecek.
SORUNLAR BİRİKİYOR
ABD liderliğinde şekillenmiş Batı merkezli “kurala dayalı liberal dünya düzeninde” sorunlar birikmeye devam ediyor: “Küresel ısınma” sorunu, son COP28 toplantısında bir çözüm üretilemeden yeni yıla devredildi. Ukrayna-Rusya savaşının, Gazze’de başlayan soykırımın, İsrail’de dünyayı ateşe vermeye hazır faşist yönetimin, İran’ın birçok noktada vekâlet savaşı sürdürme, Yemen’de Husilerin Kızıldeniz ve Basra Körfezi gibi iki stratejik geçiş noktasında operasyon düzenleme kapasitelerinin, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının, Sudan’da iç savaşın, Batı Afrika’da birbirini izleyen Batı karşıtı askeri darbelerin yarattığı karmaşıklığın, Çin’in Tayvan üzerinde gittikçe artan baskısının ne yönde gelişeceği belirsiz. Bu ortamda, bu sorunların Avrupa Birliği’nin haziran parlamento seçimlerinden sonra, ABD dış politikasının kasım başkanlık seçimlerinin ertesinde alacakları biçimler de...
Geride bıraktığımız yıl içinde, artan sayıda Batılı analist, Batı merkezli “kurala dayalı liberal düzenin” artık geri döndürülemez biçimde dağılmaya başladığını kabul ediyordu. Bu dağılmanın ekonomik zeminini şimdilik bir kenara bırakarak, birikmiş sorunlar yumağına bir bütün olarak bakarsak, karşımıza hemen her noktada, artan bir sıklıkta Çin çıkıyor.
ABD’nin, düzen kurucu hegemon olarak sorun çözme, mekân düzenleme gücü gerilerken açılan “boşluğu”, bir ekonomik diplomatik, teknolojik hatta askeri süper güç olarak yükselen Çin, yeni “vazgeçilmez ülke” olarak doldurmak için ABD ve Batı’nın geleneksel etki alanlarına girmeye başladı. 2024 yılında bu sürecin ABD açısından, yeni sorunlar getirerek hızlanacağını düşünüyorum.
‘KÜRESEL GÜNEY’İN ÖNEMİ ARTACAK
“Küresel Güney” olarak tanımlanan, emperyalist dünya sistemi içinde, geleneksel “paylaşım alanları” olan ülkelerin, Çin’in yeni konumunu olumlu karşılamaları, Çin’i Batı karşısında bir “dengeleyici güç merkezi” olarak görmeleri, bu düşüncemi güçlendiriyor. Bu eğilim, 2023 yılında Fransız Devlet Başkanı Macron’a “Küresel Güney’i kaybediyoruz” dedirtecek kadar belirginleşti: “Küresel Güney” ülkelerinin büyük çoğunluğu, Ukrayna savaşında Rusya karşıtı bir tutum almadılar, Batı Afrika’daki Batı karşıtı darbeleri hemen desteklediler, İsrail Gazze’yi bombalamaya başladığında, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinden farklı olarak “ateşkes” çağrısı yaptılar, BM oylamalarında gittikçe artan sıklıkta Çin ve Rusya ile davranmayı tercih ediyorlar. Bu eğilim de 2024 yılı boyunca güçlenir.
“Dünya düzenindeki bozulmayı” ve yeni bir “düzenin” kurulma olasılığını düşünürken “sabık” hegemon olarak ABD, 2023 yılında sık sık karşımıza bir belirsizlik kaynağı olarak çıktı. Belirsizlik öncelikle Trump’ın yeniden başkan seçilme olasılığıyla ilgili. ABD toplumunda kendisini adeta açıklanmamış bir “soğuk iç savaşın” tarafı olarak gören, hesap sormaktan, medyayı susturmaktan, “derin devleti” (güvenlik bürokrasisini) etkisizleştirmekten söz eden bir kesimin, Trump’la birlikte iktidara gelme olasılığı yüksek. Bu durum, ABD’nin özel olarak yukarda değindiğim “sıcak noktaların” hemen her birine yönelik politikalarında, genel olarak büyük güçler arası rekabet alanında, AB, Rusya, Çin ile ilişkilerinde bir “öngörülemezlik” yaratıyor.
Bu “büyük belirsizlik” içinde, 2024 yılına girerken öncelikle, üç grup sorunun yıl boyunca bizi meşgul edeceğini düşünüyorum: (1) Ukrayna savaşı biterken Avrupa ile Rusya arasındaki ilişikler/dengeler nasıl şekillenecek? Trump kazanırsa bu şekillenme/dengeler ne yönde etkilenecek? (2) Gazze savaşı nasıl bitecek? Sonrasında, ABD-İsrail ittifakında, İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde yeni şekillenmeler yaşanacak mı? (3) Çin süper güç olarak yükselirken, ABD merkezli düzen dağılırken, bir ABD-Çin savaşı olasılığı güçlenecek mi? Küresel çapta daha belirgin ve “Küresel Güney’i” de içeren, biri ABD merkezli diğeri Çin merkezli bir bloklaşma şekillenecek mi?
(IV)- Liberal demokrasinin son baharı
2024 yılında toplam 40 ülkede, genel seçimler, başkanlık seçimleri ve yerel seçimlerde, 4.2 milyar insan, tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası, oy kullanacak. Ancak, liberal demokrasi, 2024’te de küresel çapta gerilemeye devam edecek.
BİRKAÇ ÖRNEK...
Burada 40 ülkenin hepsine bakmak olanaksız ama nüfusu en kalabalık (milyon kişi olarak) sekiz ülkedeki durum bir fikir verebilir: Bangladeş (175), Brezilya (218), Hindistan, (1.400+), Endonezya (280), Meksika (129), Pakistan (245), Rusya (144), ABD (342) milyon. Bu ülkelerin toplam nüfusu yaklaşık 3.6 milyar. Ayrıca haziran ayında yapılacak AB parlamentosu seçimlerinde yaklaşık 250+ milyon seçmenin oy kullanması bekleniyor.
Hindistan’da faşist Modi rejimi var, Pakistan’da rejim, iki büyük feodal aile ve ordu arasında debeleniyor. Şubat seçimlerinin olası sonuçlarının bu durumu iyileştirmesi beklenmiyor. Rusya’nın ise zaten liberal demokrasiyle bir ilgisi yok. Bangladeş’te genel seçimlerinin 7 Ocak’ta yapılması planlanıyor. Atlantik Konseyi’nden Ali Raiz’e göre “Ülke hızla otokrasiye kayıyor.” Mevcut Başbakan Şeyh Hasina, bir dördüncü dönem daha görevde kalmayı hedefliyor. Ülkedeki siyasi durum gergin ve şiddetli, birçok muhalefet lideri tutuklandı, ülke protestolarla sarsılıyor. Yabancı diplomatlara da seçim güvenliğine ilişkin konularda yorum yapmamaları tavsiye ediliyormuş.
Endonezya da siyasete hâlâ Suharto’nun otoriter yönetiminin 32 yılı boyunca servetlerini inşa eden bir avuç asker sivil seçkin egemen. Carnegie Endovement’ın yayımladığı bir analiz bu seçkinlerin kendi aralarında anlaşarak yönetmeye uygun ve yeni aktörlerin devreye girmesini de engelleyen bir sistem kurduklarını anlatıyordu. Agence France-Presse’in bir yorumuna göre halen iktidarda olan devlet başkanı, devletin dengeleme ve denetleme (özellikle yolsuzlukları) kurumlarını iyice yıpratmış. AFP, şimdi en güçlü adayın, adamın müttefiki ve otoriter eğilimli biri olduğunu aktarıyor.
Son örneğim Meksika’da nüfusun yüzde 10’u toplam servetin yüzde 80’ini elinde tutuyor; en alttaki yüzde 50’lik kısmın payı ise yüzde (-0.2) ile negatif. Bu grubun varlıklardan daha fazla borcu var. Chatham House’un yayımladığı bir araştırmada, “ülke otokrasi ile demokrasi arasında” seçim yapacak deniyordu. Ancak en güçlü aday Sheinbaum, şimdiki başkan Obrador’un müttefiki ve en fazla bir süreklilik vaat ediyor. Buna karşılık rakibi Galvez, Obrador’dan önceki yönetimleri andıran bir kampanya yürütüyor. İş çevreleri ikisini de destekliyor. Bu koşullarda da Chatham House’un araştırması, seçmenin yüzde 61’inin demokrasiyle ilgilenmediğini aktarıyor: Yüzde 33’ü otoriter bir lider istiyormuş, yüzde 28 kim olursa olsun fark etmez diyormuş.
ABD’de, liberal demokrasinin geleceğini, uluslararası etkilerini bir başka yazıda tartışacağım. Trump’ın artık Hitler ve Mussolini’nin konuşmalarından alınmış “Haşerat” (vermin), “Ulusun kanını kirletiyorlar” (polluting the nations blood) gibi rakiplerini insan kategorisinin dışına itmeyi (dehumanise) amaçlayan propaganda kalıplarını kullanmaya başladığını, hiç çekinmeden “Evet diktatör olmak istiyorum” dediğini, rakiplerini ezmekten, basını susturmaktan söz ettiğini, devleti ele geçirmek için daha şimdiden kadrolaşmaya başladığını görüyoruz. Haziranda yapılacak AB Parlamentosu seçimlerinde, faşist özellikler sergileyen partilerin, etkilerinin daha da artması bekleniyor.
Arjantin’de yeni seçilen Milei’nin hızla inşa etmeye başladığı rejim de liberal demokrasiyle, haklar ve özgürlükler arasındaki uçurumu sergilemesi açısından iyi bir örnek: Arjantin’in önde gelen gazetelerinden Pagina12’de Sebastián Cazón, şöyle aktarıyor. “Bir kararnameyle 300’den fazla kuralı değiştirdi ve işçilerin, sendikaların, yoksulların binlerce ekonomik demokratik hak ve özgürlüklerini tırpanladı”. Bir başka Arjantinli yorumcu, Juan Pablo Csipka da Milei’nin adını Pinochet ve Fujimori’nin yanına yazıyor.
Liberal demokrasi hızla tükeniyor. Geleneksel sosyal demokrasi sosyal tabanını çoktan kaybetti. Faşizm ABD ve Avrupa’da, hatta küresel çapta güncel ve yakın bir tehlike. Yeni bir siyaset ve toplum projesini hızla geliştirmek gerekiyor.
(V)- Kültür savaşları daha da sertleşecek
ABD ve Avrupa’da, 2024’te “süreç olarak faşizm” hızlanırken “kültür savaşları” daha da sertleşecek.
POSTMODERNİZM, NEOLİBERALİZMDEN SONRA...
Postmodernizm ve neoliberalizm, genel olarak toplumda özel olarak emekçilerde, 1970’lerde egemen olan “bilişsel harita”yı olduğu kadar krizdeki sermaye birikim rejiminin kurumlarını da yıktılar. Böylece, toplumda “kapitalist gerçekçilik” (“Başka bir dünya mümkün değildir” inancı) yerleşti. Bu iki akımı daha önce çok tartıştık; rasyonellik, ilerleme, evrensellik ve nesnellik gibi modernitenin varsayımlarını ve değerlerini sorguladıklarını, “tutarlı ve istikrarlı bir hakikat” fikrini reddettiklerini, toplumsal çıkarı değil bireyin çıkarını yücelttiklerini anımsamakla yetinelim.
2000’lerde her iki düşünce akımı da gerilerken oluşan “zamanın ruhu” içinde, örneğin bilimkurgu alanına bakarsak ütopyanın yerini distopyanın alması, bugüne nostalji (var olanı kaybetme korkusu) uyandıran “dünyanın sonu” filmlerinin yaygınlaşması boşuna değildir. Madalyonun bir yüzünde, geleceği iptal edilmiş bir “bugün nostaljisi” varsa öbür yüzünde de yaşamı geleceğe doğru yönlendirecek ilkeleri üretemeyen tükenmiş bir toplumun “anlam krizi” var. Bunun izlerini de kültür endüstrisinin, özellikle finansal krizden bu yana ürettiklerinde görebiliriz. Bu bağlamda, amaçtan, anlamdan yoksun, topluca ama toplumsallaşamadan doymak bilmez bir tüketme arzusuyla dolaşan “zombi” ilginç bir örnek oluşturur. Dahası zombi simgesinin içinde, ölüm (Zombi canlı değildir), açlık (Sürekli açtır), salgın hastalık (Bulaşıcıdır), savaş (Hiç durmadan saldırır) kavramlarının hepsini bulabiliyoruz (John Vervaeke, Mastropietro Miscevic, 2017). Ve Batı (beyaz Hıristiyan) insanının, anlam “krizi içinde” bunları, savaş, pandemi, küresel ısınma tehlikeleriyle, “yaşam alanına girmesi önlenemeyen” göçmenlerle, yabancılarla ilişkilendirmekte olduğunu kolaylıkla görebiliriz.
ABD ve Avrupa’da genel olarak sol bu “anlam krizine”, bugüne kadar, geleceği yeniden düşünmeye olanak verecek programlarla, eylemlerle etkin, bir cevap üretemedi; “bugünden” daha geriye bakan bir nostalji ve melankolinin etkisinden kurtulamıyor olmasının da bir etken olduğunu düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu.
RÜZGÂR SAĞDAN ESİYOR
Yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım “bugüne nostalji”ye (var olanı kaybetme korkusu) ve zombi simgesinin içerdiği korkulara ABD ve Avrupa Birliği’nde, faşist eğilimli hareketler, küresel ısınmayı yadsıyarak, pandemi riskini azımsayarak, göçmen tehlikesini abartarak, savaş korkusunu milliyetçilik ve ırkçılıkla körükleyerek etkin biçimde cevap verebiliyorlar.
ABD’de 2016’da Trump seçildikten sonra toplumsal kutuplaşma her yıl biraz daha derinleşti. Hıristiyan milliyetçiliği (Yalnızca Hıristiyan göçmen alırız), beyaz üstünlüğüne dayalı ırkçılık, tüm uzmanlara (eğitimlilere-bilime) yönelik nefret, Nazi motifleriyle “zenginleşen” bir söylem, açıkça sergilenen bir şiddet eğilimi giderek güçlendi. Tüm o korkular karşısında düşmanları ezecek, aykırı sesleri susturacak güçlü lider arzusu da... Kasım seçimlerine işte böyle gidiliyor ve sol hiç hazırlıklı değil.
Avrupa’da hemen her ülkede faşist eğilimli, ırkçı, Müslüman düşmanı hareketler, finansal krizden bu yana güçleniyorlar; 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde herkesi şaşırtan bir başarı kazanmışlardı. Bu yıl seçimlere çok daha güçlenmiş olarak birbirleriyle eşgüdüm içinde giriyorlar. Göçmenler, merkez partilerin beceriksizliği, “bencil seçkinler” gibi yerleşik nefret nesnelerine, bir yenisi eklendi: Avrupa’da ama özellikle Almanya’da faşist hareketler, muhafazakâr partiler, Gazze’de Filistin halkının, İsrail’in saldırısı altında yaşadığı felaketi ve haksızlığı dile getirenleri, esas olarak sol hareketleri, sol eğilimli Yahudileri, antisemitizm ile suçlayarak susturmaya çalışıyorlar.
Özetle, “süreç olarak faşizm” (Türkiye’de olduğu gibi) kültür savaşları üzerinden ilerliyor. Bu ilerleyiş karşısında sol, bir önceki dönemin (1917-1989) anılarının yükü altında (bazen nostalji, bazen melankoli, bazen de kimlik korkusuyla) kültür savaşlarına uygun politikaları, çalışma tarzını geliştirmekte çok zorlanıyor.
/././
Bildiride kavga, Amerikancılıkta ittifak (Mehmet Ali Güller)
Hükümetin görevi terörle mücadele etmektir, teröre karşı “kınama bildirileri” yayımlamak değil! Hükümeti oluşturan partinin görevi de hükümetin terörle daha iyi mücadele edebilmesini sağlayacak yasaları çıkarmaya öncülük etmektir.
AKP ise genelde bunlar yerine önceliği, siyasi partileri arkasına dizmeye ve bunun için TBMM’de “ortak kınama” bildirisi yayımlamaya veriyor. Oysa TBMM bir sivil toplum kuruluşu değildir, işlevi STK’lerin yapacağı bir “kınama bildirisi” yayımlamaktan fazla olmalıdır.
İÇİNDE TERÖRÜN SPONSORU OLMAYAN BİLDİRİLER
Yine böyle oldu. Bildiri öncülüğünün bu kez İYİP’ten gelmesi ise büyük olaslıkla İYİP’in Millet İttifakı’ndan ayrılması ve Cumhur İttifakı’ndan davet almasıyla ilgili... Sonuçta AKP, MHP, İYİP ve SP ortak bir “terörü kınama bildirisi” imzaladı ve imzalamayan CHP’yi “terör destekçisi” ilan ederek yine terörü ve şehitleri dar siyasete alet etmiş oldu.
İmzalanan bildiri ise bomboş. Sıradan bir dernek bile çok daha dolu bir metin yazardı. Bildiride terörün ana sponsoru olan ABD’ye tek bir laf yok!
Oysa çok açık ki PKK terörü ABD desteği olmasa bu kadar uzun sürmez ve etkili olmazdı. ABD’nin PKK’nin Suriye kolu PYD’yi bölgedeki kuvveti ilan ettiği, bunun gereği olarak eğittiği ve silahlandırdığı şartlarda, ABD’yi kınamadan terörü kınamak, en hafifinden apolitik bir tutumdur. (Ki kınamadan öte ABD’ye tutum almak gerekir)
CHP’nin ayrı olarak yayımladığı “kınama bildirisi” de dört partinin ortak bildirisinden biraz daha dolu olmasına rağmen, o da terörün sponsoruna tek laf etmemiştir!
Sonuç olarak ABD’yi hedef almayan her iki bildiri de içeriksiz, laf kalabalığı yapan, işlevsiz ve sonuca etkisizdir; bu özellikleriyle de bir örtüdür.
BİLDİRİ NEYİN ÖRTÜSÜ?
Neyin örtüsü olduğunun yanıtını ise önceki gece İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM Dışişleri Komisyonu’nda oylanması gösterdi. AKP, CHP ve MHP’nin oylarıyla İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasıyla, günlerdir süren bildiri tartışmasının ne kadar anlamsız olduğu bir kez daha görülmüş oldu.
Terörü kınamakta bildiri kavgası yapan AKP-MHP ikilisi ile CHP, ABD’nin NATO’yu genişletme projesini onaylayarak aynı cephede buluştular. Ki aslında üzerinde kavga ettikleri bildirilerde de ABD’nin terördeki rolüne değinmeyerek aynı cephede buluşmuşlardı.
İYİP ve SP’nin ise İsveç’in NATO üyeliğine karşı oy vermesi, daha sonra yapılacak TBMM Genel Kurulu’ndaki oylama açısından en azından umut vericidir. Terörün ana sponsoru olan ABD’nin NATO’yu genişletme stratejine hayır diyebilmek, dünyanın ilk antiemperyalist kurtuluş savaşının siyasi karargâhı olmuş TBMM için bir onur meselesidir.
TBMM PAZARLIK ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ
Bildiri tartışmasının ve siyasette bolca vatan hainliği suçlaması yapılmasının hemen ardından İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM Dışişleri Komisyonu’na getirilmesi ise iki kere ayıptır.
Çünkü iktidar açısından milletvekilleri, AKP’nin dış politika pazarlığında kullanacağı oylara/ellere indirgenmiştir.
İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM’de onaylanması, AKP’nin ABD’yle pazarlıklarının bir parçasıdır. Öyle ki bizzat Erdoğan bunu açıklamış, ABD Başkanı Biden’ın kendisine “onayla İsveç’i, al F-16’yı” dediğini söylemişti!
Yine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da NATO toplantısı sırasında görüştüğü ABD ve İsveç dışişleri bakanlarına, -TBMM’nin iradesini gasp ederek- “İsveç’in NATO üyeliğinin birkaç hafta içinde TBMM’de onaylanacağının” sözünü vermişti; her iki bakan da bunu kendi kamuoylarına duyurmuştu.
Sonuç olarak egemen siyaset, hangi konuda kavga ederse etsin, NATO’culukta ve NATO’nun patronu ABD’nin taleplerini yerine getirmekte sımsıkı uzlaşmaktadır!
(Cumhuriyet)