29 Aralık 2023 Cuma

Hep kasa kazanır: AKP'den 'çocuklarınızı aç yatırın, paranızı kumara yatırın' mesajı - Emre Alım / soL-Özel


Gıdadan ulaşıma zamlanan vergi, kumar için indirildi. Halkı şans oyunlarına teşvik eden karar, özelleştirilen Milli Piyango'nun hasılat hedeflerini yakalayamamasının ardından geldi.

Her şeyin vergisi artarken şans oyunlarında vergiler düştü. Şans oyunları hasılatından alınan vergi oranları yeniden belirlendi.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın imzasını taşıyan karar Resmi Gazete'de yayımlandı. Buna göre vergi oranları, spor oyunlarında yüzde 10'dan yüzde 5'e, at yarışlarında yüzde 14'ten yüzde 7'ye, diğer şans oyunlarında yüzde 20'den yüzde 10'a düşürüldü.

Bir süredir 2024'ün ne kadar zorlu geçeceğini anlatan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, verginin tabana daha da yayılacağını söyleyerek yeni zamlara işaret ediyordu. Şans oyunlarına gelen indirim hükümetin vergi stratejisini ortaya koydu. İğneden ipliğe getirilen vergi zamları yoksulun cebini daha da boşaltırken, geriye kalan birkaç kuruşun vergi indirimiyle teşvik edilen bahis şirketlerine kaptırılacağı anlaşılıyor.    

Neye, ne kadar vergi ödüyoruz?
Benzin, tütün, alkol, elektronik cihaz       %20
Restoran, beyaz eşya, mobilya       %18
Gelir vergisi    %15-40
Giyim, kitap, sinema       %10

Milli Piyango'da neler döndü?

Bahis oynamaya teşvik eden indirim, özelleştirilmesinin ardından hasılat hedeflerini gerçekleştiremeyen Milli Piyango'yu da akıllara getirdi. 

Milli Piyango, 2019'da Demirören ve İtalyan ortağı Sisal'in kurduğu "Sisal-Şans Ortak Girişimi"ne devredildi. 2022'deyse Sisal şirketinin hisselerinin tamamı Dublin merkezli Flutter'a satıldı. Böylece yüzde 49 hissesiyle Milli Piyango'nun yeni ortağı Sisal üzerinden Flutter oldu.

Özelleştirmenin ardından ilk adım 20 bin şans oyunları bayisinin kâr marjını yüzde 9,75’ten 4,25’e indirmek oldu. Ayrıca internetten bahis oynamanın kanalları artırıldı. Ancak bu adımlara rağmen istenen hasılat elde edilemedi.

Demirören ve Sisal, 2020 yılı için 9,3 milyar lira, 2021 yılı için de 12,5 milyar lira hasılat taahhüt etmişti. Ancak her iki yılda da hedefler tutturulamadı, toplamda 7,5 milyar liralık fark oluştu.

Üstelik taahhüt edilen tutar 2024’e kadar her yıl yüzde 20 artı enflasyon kadar artırılacaktı. Yabancı ortak, 2022'ye ait detaylı verileri henüz açıklamış değil. Ancak paylaşılan ön bilgilerde 2022'de, Milli Piyango'nun özelleştirildiği 2019'a kıyasla hasılatını avro bazında yüzde 136 arttırdığı kaydediliyor. Yüksek enflasyon dikkate alındığında şirketin hedefini bir kez daha tutturamama ihtimaline işaret ediliyor.

Ceza ödedi mi?

Öte yandan ulaşılamayan hedefler nedeniyle kesilen cezaların devlete ödenip ödenmediği de bilinmiyor. Şirketlerin mali raporlarında bu yönde bir ödeme yapıldığına ilişkin veri bulunmuyor. Milli Piyango'nun bağlı olduğu Türkiye Varlık Fonu konuya ilişkin soruları yanıtsız bırakıyor.

Şirket verilerine göre, Milli Piyango'nun dağıtım ağının iki katına çıkarılacağı öngörülüyor. Toplam bahis oyunları içerisinde internetten oynananların payının artırılması hedefleniyor. Türkiye'de şans oyunları pazarının büyüme potansiyeline işaret ediliyor.

Demirören-Sisal (Flutter) ortaklığı Temmuz 2030'a kadar piyango oynatma yetkisini elinde tutuyor.

Emre Alım / soL-Özel




Gericiliğin yoğunlaştığı yıl: 2023! - RIFAT OKÇABOL/soL

 

"AKP’nin ve AKP bürokratlarının gericileşme konusunda ne denli kararlı ve de tutkulu olduklarını göstermektedir. Laik ve bilimsel anlayış sahiplerinin de kararlı duruş gösterme zamanı gelmiştir."

Gazetelerde yer alan haberlere göre, 2023 yılında gerçekleşen gerici söylem ve uygulamaların bir bölümü şöyledir:

  • Danıştay, meclisin değil Cumhurbaşkanı kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını ‘hukuka uygun’ bulmuştur (2 Ocak)! •    Van’da 3 lisede kız ve erkek öğrencilerin sınıfları ayrılmıştır (14 Ocak)!
  • ‘Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Kurumları Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği’nin belirli gün ve haftalar çizelgesine, ‘Mevlid-i Nebi Haftası’ eklenmiştir (18 Ocak)!
  • Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde bulunan İsveç Başkonsolosluğu'na yürüyen gerici bir grup tekbir getirip “Yaşasın şeriat” sloganları atmıştır (23 Ocak)!
  • Yüksek Seçim Kurulu üyelik seçimlerinde, adayların tarikat ve cemaat mensubiyetlerine göre desteklendiği iddia edilmiştir (29 Ocak)!
  • 6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli depremde, yetkililerin zamanında müdahale edememeleri nedeniyle, son yılların en büyük faciası yaşanmıştır.
  • YÖK, depremlerden etkilenenlere ‘manevi’ danışmanlık sağlamak için harekete geçmiştir (17 Şubat)!
  • Karabük Üniversitesi Mimarlık Fakültesi dekanlığına atanan ilahiyatçı-tarihçi, tepkiler üzerine istifa etmiştir (17 Şubat)!
  • İstanbul Üniversitesi mensubu tıpçı bir öğretim üyesi, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun ölümü üzerine “cehennem zebanileri toplanıp ateşte mi kızartalım yoksa kubura mı atalım diye 367 oylaması yapacaklarmış” demiştir (18 Şubat)!
  • Van'da valilikle belediyenin hazırladığı her sayfasında hadislerin yer aldığı takvim, bakanlık tarafından okullara dağıtılmıştır (24 Şubat)!
  • Bazı üniversitelerde ramazan nedeniyle öğrencilere verilen öğle yemeği kaldırılmıştır (24 Mart)!
  • İstanbul Sancaktepe milli eğitim müdürü, öğretmenlerden öğrencilerin ilahiyatçı ‘Nihat Hatipoğlu ile iftar programına’ getirilmesini istemiştir (24 Mart)!
  • Nevşehir’de bir tarikata ait anaokulunda, çocuklara dini törenler adı altında gelinlik, türban, fes giydirildiği, Osmanlı kıyafetleriyle camide etkinlik düzenlendiği ve kadına şiddet yasasının kaldırılmasını isteyen bir yazarın öğrencilere ders verdiği ortaya çıkmıştır (2 Nisan)!
  • İçişleri Bakanlığı’nın önerisi ve Cumhurbaşkanı’nın onayıyla İsmailağa Cemaati’nin devletten izinsiz yardım toplamasına izin verilmiştir (11 Nisan)!
  • Cumhurbaşkanı, Menzil Cemaati'ne bağlı bir derneğe “Devlet Üstün Fedakarlık Madalyası” vermiştir (26 Nisan)!
  • İçişleri Bakanı, “Hani LGBT+Q diyorlar ya onun içerisinde hayvanla insanın evlenmesi de var” diyebilmiştir (28 Nisan)!
  • Anayasa Mahkemesi üyelerinden biri de, “Kadın-erkek eşitliği modern hurafelerden birisidir” diyebilmiştir (28 Nisan)!
  • AKP lideri, “Kandil'den talimat alanlarla bir yere varılır mı? Biz talimatımızı önce Allah’tan sonra milletten alıyoruz” demiştir (4 Mayıs)!
  • Cumhur İttifakına katılmış olan Yeniden Refah Partisi Genel (YRP) Başkanı Fatih Erbakan, “Eğitim sistemi, ahiret öncelikli nesiller yetiştirecek” demiştir (8 Mayıs)!
  • İsmailağa Cemaati’ne bağlı bir dernekte çocuklara, seçimlerde Erdoğan’ın kazanması için dua ettirildiği ortaya çıkmıştır (10 Mayıs)!
  • Mahmut Özer yerine yine Yusuf Tekin eğitim bakanlığına getirilmiştir (4 Haziran).
  • İzmir’de 842 okula ‘manevi danışmanlık’ hizmeti verecek imam, müezzin, vaiz, din hizmetleri uzmanı ve kuran kursu öğreticisi atanmıştır (4 Haziran)!
  • İstanbul Anadolu Savcılığı, İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’nda Kuran kursu açılacağını duyurmuştur (23 Haziran)!
  • Yönetmelik değişikliği ile çoğu iktidara yakın Eğitim Bir Sen’in üyesi olan proje okulu yöneticilerinin görev süreleri uzatılmıştır (28 Haziran)!
  • Diyanet İşleri Başkanı’nın hemen her toplantıda, “Camiler çocuklarımızın okuludur, ilim ile uğraşmak nafile ibadettir” dediği anlaşılmıştır (28 Haziran)!
  • Bir imam hatip ortaokuluna kayıtlı öğrencilerin üçte biri kadarının, bir yıl içerisinde bir kez dahi okulda derse girmeden, tarikatlara dini eğitime gidip mezun oldukları ortaya çıkmıştır (30 Haziran)!
  • Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Hatay'da çocuklara ‘tanrı günahkarları cezalandırır’ konulu kukla gösterisi düzenlemiştir (2 Temmuz)!
  • Eğitim bakanı Yusuf Tekin, çocuklarını erkeklerle birlikte okutmak istemeyen veliler için “Kız okulları açabilmeliyiz” demiştir (11 Temmuz)!
  • Fen liseleri hakkında hazırlanan raporda, bu okulların fiziki ve sosyal olanaklardan mahrum bırakıldığı vurgulanmıştır (17 Temmuz)!
  • Cumhurbaşkanı, ölen Menzil Cemaati lideri için gazetelere tam sayfa taziye ilanı vermiştir (14 Temmuz)
  • İstanbul'da devletin koruması altındaki çocukların 40 günlük tarikat kampına gönderildiği anlaşılmıştır (2 Ağustos)!
  • Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da pek çok yörede medreseler açmış olan ‘Alimler ve Medreseler Birliği’, siyah çarşaflar giymiş 26 kadına törenle ‘icazet verebilir’ belgelerini dağıtmıştır (10 Ağustos)!
  • Diyanetin 4 Ağustos tarihli cuma hutbesinde, “İşyerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını cuma namazının vaktine göre düzenleyelim” denmiştir (11 Ağustos)!
  • Ensar Vakfı yurtlarındaki tecavüz skandallarıyla ilgili olarak hakkında soruşturma açılan kişi, il milli eğitim müdürlüğüne atanmıştır (15 Ağustos)!
  • YRP Konya milletvekili, “Tek eşlilik ve kadın özgürlüğü erkeklerin bir oyunudur” demiştir (19 Ağustos.)!
  • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, okullarda imamların, hafızların, … manevi danışman olmalarını laikliğe uygun bulmuştur (21 Ağustos)!
  • Bakanlık, 2023-2024 eğitim öğretim yılı itibarıyla uygulanacak haftalık ders çizelgelerinde değişiklik yaparak din derslerini arttırmış ve çoğu dini içerikli yeni seçmeli dersler konmuştur(28 Ağustos)!
  • THY uçaklarında, pilotların  kokpitte namaz kılınmasına izin verilmiştir (29 Ağustos)!
  • Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi ilanında, alınacak mühendis için ‘erkek’ olma koşulu konmuştur (7 Eylül)!
  • Diyanet örgün eğitime devam eden öğrenciler için Kuran eğitim merkezleri açacaktır (14 Eylül)!
  • İstanbul Eminönü'ndeki bir camide, kız voleybol milli takımı için, “Filenin sultanları kafirdir, izlemek günahtır, bir de alkış tutuyorsunuz” denmiştir (15 Eylül)!
  • Samsun’daki bir özel okulda, akademik başarı gösteren kızlara, ‘İslam’ın kızı’ belgesi verilmiştir (15 Eylül)!
  • Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Diyanetin derslerin Cuma namazına göre ayarlanması çağrısını Anayasa’ya uygun bulmuştur (22 Eylül)!
  • Bakanlık verilerine göre, okul çağında olan 1 milyon 613 bin çocuk hiçbir eğitim kurumuna kayıtlı değildir (1 Ekim)!
  • Ankara’da bir devlet hastanesine personel alımında, “Kıyamet gününe inanır mısın, namaz kılar mısın?” gibi sorular sorulmuştur (10 Ekim)!
  • Diyanet Akademisi Başkanı, “Fiyatları Allah belirliyor” demiştir (13 Ekim)!
  • Bakanlık bir yönetmelik değişikliğiyle, kreşlerde bile mescit yapılmasının önünü açmıştır (14 Ekim)!
  • AKP, Gazze’de yaşanan katliam üzerine okullarda ‘'gıyabi cenaze namazı’  kılınmasını istemiştir (18 Ekim)!
  • Aydın’daki bir ilçenin milli eğitim müdürü, Menzil şeyhine bağlılığını ilan etmiştir (23 Ekim)!
  • Diyanet, ‘Cumhuriyetin 100. Yıl’ kutlamasıyla ilgili Cuma hutbesinde bile Atatürk’ün adını anmamıştır (27 Ekim)!
  • TÜİK verilerine göre, 15 yaş ve üzeri yaş grubundaki 1.501.903 kadın okuma yazma bilmemektedir (31 Ekim)!
  • Hizbullah terör örgütüne yakınlığıyla bilinen Peygamber Sevdalıları Platformu’nun 3 yöneticisinin devlet okullarında öğretmenlik yaptığı öğrenilmiştir (2 Kasım)!
  • Anadolu Gençlik Derneği ve Milli Gençlik Vakfı, Eskişehir’deki bir Anadolu Lisesi’nde stant açmıştır (2 Kasım)!
  • Aczmendi tarikatı lideri, “Zerre kadar namusu şerefi haysiyeti olan kızını üniversiteye verebilir mi ya?” demiştir (9 Kasım)!
  • 3-6 yaş grubuna Diyanet aracılığıyla Arap alfabesi anlatılıp dini eğitim verilecektir (12 Kasım)!
  • “Kur’an’da, sağcılar, Allah topluluğu, solcular da şeytan topluluğu olarak, sağcıların topluluğu uğurlu topluluk, solcu topluluk da uğursuz topluluk olarak vasıflandırılmıştır” ifadesi bulunan ‘Diriliş Neslinin Amentüsü’ adlı kitap Kocaeli’nde, 38 okula dağıtılmıştır (18 Kasım)!
  • Bursa Nilüfer ilçesindeki bir meslek lisesi müdürü, okulda cemaatle cuma namazı kılınması talimatını vermiştir (29 Kasım)!
  • Bakanlık, öğrencileri depreme manevi olarak hazırlamak içi ‘Din Öğretiminde Dayanıklı Sınıflar Hareketi Projesi’ni başlatmıştır (4 Aralık)!
  • Bakanlık, öğretmenle veliler arasındaki iletişimi kurmak için gönüllü olarak görev yapan ‘sınıf annesi’ uygulamasına son vermiştir (6 Aralık)!
  • İstanbul Ataşehir ilçe milli eğitim müdürlüğü, okullardan ders saatlerinin cuma namazına göre düzenlenmesini istemiştir (8 Aralık)!
  • Eğitim bakanı Yusuf Tekin, “… sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor” diyebilmiştir (18 Aralık)! Hem STK’nın anlamını çarpıtmıştır hem de diğer okulların çocukların dağa çıkmasını engellemediğini ima etmiştir!
  • Tuzla Piyade Okulu’nda teğmenleri Nur cemaatine davet eden bir video kaydı yayınlanmıştır (19 Aralık)!
  • Diyarbakır’da valilik ve il milli eğitim müdürlüğünün hazırladığı programda, ilkokul çocuklarına Said Nursi anlatılmıştır (20 Aralık)!
  • 29 Ekim 2016’dan bu yana üniversitelere yandaş rektörler atayan AKP lideri, “Kültür, sanat ve akademi dünyasını tek tipleştiren, baskı ve tahakküm altında tutan ideolojik kabileler gerçeğiyle bir an önce yüzleşmemiz gerekir” demiştir (20 Aralık)!
  • ‘Türk Sosyal Hayatında Aile Yapısı’ dersinde, levirat (kocası ölen kadının, kocasının erkek kardeşlerinden birisiyle evlendirilmesi), sorarat (baldızla evlenme), berdel (ailelerin karşılıklı olarak kızlarını birbirine gelin vermeleri) ve taygeldi (İkinci kez evlenen kadının beraberinde getirdiği çocuk veya çocuklar) gibi kavramların öğretildiği ortaya çıkmıştır (24 Aralık)!
  • Ankara Çankaya ilçesinde okullarda düzenlenecek kermeslerde öğrencilerden toplanan paradan Diyanet Vakfı’na da pay verilmesi istenmiştir (25 Aralık)!
  • Ordu’da öğrencilere Işık Cemaati'nin kitapları dağıtılmıştır (26 Aralık)!
  • Diyanet, “Nişanlıların görüntülü görüşmeleri veya yazışmaları caiz değildir” demiştir (26 Aralık)!

Yukarıdaki örnekler içinde, bakanlığın gerici kuruluşlarla yaptığı protokollerle gerici tepkiler nedeniyle iptal edilen kültürel etkinlikler yoktur. 2023, 2024’te olacakların habercisidir.

Yukarıda özetlenen örnekler, AKP’nin ve AKP bürokratlarının gericileşme konusunda ne denli kararlı ve de tutkulu olduklarını göstermektedir. Laik ve bilimsel anlayış sahiplerinin de kararlı duruş gösterme zamanı gelmiştir.

RIFAT OKÇABOL/soL

28 Aralık 2023 Perşembe

KISA KISA GÜNDEM - 28 ARALIK 2023 - EVRENSEL


F-16'ya karşılık NATO'ya İsveç üyeliği- Ahmet Murat Aytaç: Bağımlılığı derinleştirir (Şerif KARATAŞ)

Siyaset Bilimci Dr. Ahmet Murat Aytaç: "Böylesi bir dış politika bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmaktan çok derinleştiren, geliştiren bir sonuç üretiyor." (https://www.evrensel.net/haber/506757)

İsmailağa Cemaatinin üssü sayılan Çarşamba'da medreseler kaçak, bilim yasak (Hilal TOK)

Tarikatların İstanbul’daki üssü olarak anılan Fatih’in Çarşamba semtinde neredeyse her iki binadan birinde kaçak medrese bulunuyor. Medreselerin yer temini genelde Fatih Belediyesinden sağlanıyor.(https://www.evrensel.net/haber/506723)

Roboskî Katliamı'nın üzerinden 12 yıl geçti: Hani karanlık dehlizlerde kaybolmayacaktı? (Dilan TEMİZ)

Roboski’de adalet ve barış talebi katliamın yaşandığı günden beri 12 yıldır sürüyor. Acılarının taze olduğunu söyleyen Zerya, “Çünkü sorumlular yargılanmadı. Davamızdan vazgeçmeyeceğiz" diyor.(https://www.evrensel.net/haber/506714)

Gemi sökümünde asbest yanında radyasyon, kimyasal ve nice zararlar var (Ramis SAĞLAM)

Türkiye'de gemi sökümünü ve 'ölüm gemilerini' konuştuğumuz Gemi Sökümü Önleme Girişimi Sözcüsü Kimya Mühendisi Ertuğrul Barka, gemi sökümündeki tek riskin asbest olmadığını belirtti.(https://www.evrensel.net/haber/506728)

D&R, "müşteri şikayeti" gerekçesiyle "2024 Karga Kafası Ajandası" satışını durdurdu.

Ayrıntı Yayınlarının 2024 Karga Kafası Ajandası'nın satışını yapmayacağını açıklayan D&R, gerekçe olarak ajandada yer alan bir çizime yönelik "müşteri şikayetini" öne sürdü.

Ayrıntı Yayınları, 2024 Karga Kafası Ajandası'nın içerisinde yer alan bir çizimin "müşteri şikayeti" nedeniyle D&R mağazalarında satışının yapılmayacağının taraflarına bildirildiği açıkladı.

Konuya dair Ayrıntı Yayınlarının sosyal medya hesabından yapılan açıklamada Karikatürist Kemal Gökhan Gürses'in açıklaması yer aldı. Şikayete konu karikatürün mesajı ve çizilme nedenini açıklayan Gürses, "Eğitim sistemi tarikat yapılarına teslim edilmiş, toprakları dış yatırımcılara pafta pafta satılan, adaletin, hukukun, insan haklarının hiçe sayıldığı, yaşam tercihleri yüzünden insanların dışlandığı, cezalandırıldığı, hak mücadelesinin şiddetle bastırıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Yazıyla, fikirle ve çizgiyle üzerime düşeni her koşulda sürdürmeyi, 1978 yılında Gırgır dergisinde başlayan çizerlik yaşamım boyunca bir sanatçı olarak zorunlu gördüm, görüyorum. 'Zafer Bayramı' kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden bir halkın kazanımıdır. Bu kazanımı korumak ve geliştirmek hepimizin görevidir. Görevini yerine getirememiş bir toplumun 'bu bayramı kutlama hakkını' tartışan karikatürümü şikayet eden müşterilerini memnun etmek için D&R mağazaları ajandanın satışını durdurmuştur." dedi.

Gürses, "İşi kitap satmak olan bir şirket sansür etme ve bir tür cezalandırma hakkını kendinde bulmaktadır. Bütün engellemelere rağmen özgür, demokratik bir ülke ve dünya için yazmaya, çizmeye ve yayımlamaya devam ediyoruz, edeceğiz" diye belirtti.

Birgün KÖŞEBAŞI - 28 ARALIK 2023 -

 

Roboski Katliamı'nın 12. yılı: İnsanlık vicdanı unutmayacak (Kayhan Ayhan)

Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde 19’u çocuk 34 kişinin savaş uçakları ile katledilmesinin üzerinden 12 yıl geçti. Katliamın üzerinin kapatılmaya çalışıldığı ancak insanlık vicdanının yaşananları diri tutacağı vurgulandı.

Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde 28 Aralık 2011 yılında 19’u çocuk 34 kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait savaş uçakları ile bombalanarak katledilmesinin üzerinden 12 yıl geçti. 

Roboski Katliamı'nı başından beri takip eden ve 'Roboski: Uludere'nin Gözyaşları' kitabının yazarı eski TBMM CHP Grup Başkanvekili ve Ankara Milletvekili Levent Gök, yaşanan hukuksuzluğu BirGün'e anlattı.

Katliamın üzerinden 12 yıl geçtiğini ama adaletin gelmediğini vurgulayan Gök, "Annelerin gözyaşları dinmedi. Roboski karartılmaya ve kapatılmaya halen de devam ediyor. Biz de unutturmamaya çalışıyoruz. Yazdığım Roboski Uludere'nin gözyaşları kitabıyla olayın tüm gerçeklerini, ayrıntılarını belgeleriyle anlattım. Uludere devletin tüm üst kademesinin sorumluluğunda gerçekleşen bir olaydır. Adaletin önüne gelmemesinin en büyük nedeni de budur" dedi. 

34 yurttaşın hemen hemen tamamının çocuk olduğunu vurgulayan Gök, "4 tanesi 13 yaşında, 20 tanesi ise 18 yaşındaydı. Her biri günde 150 lira para kazanmak için Irak'ın diğer tarafına gidip mazot getirmeye çalışan yoksul aile çocuklarıydı. Ailelerine birer katkı sağlamaya gayret eden çocuklardı. Hayatlarının baharında, hayattan koparıldılar. Sorumlular çok açık ve net devletin tüm üst kademesidir. Ve bu olayla ilgili ne yazık Meclis İnsan Hakları Komisyonu'nda AKP'li üyelerin karşıoyuyla bir rapor hazırlanamadı. Bizim muhalefet şehrimiz vardı. İçişleri Bakanlığı müfettişi raporunda da soruşturma izni verilmemiştir. Ve sonuçta askeri savcılık da takipsizlik kararı vermiştir. Dolayısıyla 34 çocuğumuzun öldüğü bir olay hiçbir tahkikata uğramadan kapatılmaya çalışılmaktadır. Ama insanlık vicdanı bunu diri tutmaya devam edecektir. Ve Uludere'ye, Roboski'ye adalet mutlaka gelecektir" ifadelerini kullandı. 

Katliamda yakınlarını kaybeden eski HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü ise "28 Aralık 2011’de Roboski’de 17’i çocuk 34 insanı hunharca, alçakça katlettiler. Katlettikleri yetmiyormuş gibi bu cansız, parçalanmış bedenlerin içinde olduğu tabutların sıralı haliyle dalga geçiyorlar. İnsanlıktan çıkıyorlar, barbarlaşıyorlar. Bu kareden utanç duyacakları yerde zevkten dört köşe oluyorlar. Sonra çıkıp diyorlar ki "Kürtler bizim kardeşimiz" dişlerinin arasında bu insanların kanı akıyorken. Tarih sizi barbar diye anacak, bu barbarlığınızı hesabını er geç vereceksiniz. 28 Aralık 2011’de yapılan MGK’ye katılanlar hesap verecek" açıklaması yaptı. 

DARMADAĞIN ÇOCUKLUK 

Cansel Encü, katliamın yaşandığı gün 10 yaşındaydı. Kendisinden 3 yaş büyük olan ağabeyi 13 yaşındaki Muhammed Encü’yü  katliamda kaybetti. MA’ya konuşan Encü, gülümseyerek evden çıkan ağabeyinin soğuk cenazesinin bir traktörün kasasında eve dönmesinin travmasını henüz atlatmış değil. O günü asla unutmadığını ifade eden Encü, "O anda hissettiğim şeyi dile getiremiyorum. Onun bir daha gelmeyeceğini hissettim. Çok zor bir çocukluk geçirdik. Düşünsenize traktör üstünde bir sürü cenaze önünüzden geçiyor. O olaydan sonra darmadağın bir çocukluk geçirdim. O günden beri kendimize gelmiş değiliz. Adalete inancım da yok. Adalet olsaydı bunca yılda gelirdi" diye konuştu. Encü, üniversiteye hazırlık yaptığını ve avukat olmak istediğini, bu adaletsizliğin hesabını sormak için çalışacağını söyledi. 

                                                                  *** 

Anıt hazırlandı 

Gök, yazdığı kitabın gelirinin tamamını ailelere bağışladığını açıkladı. Ailelerle görüşerek çocukların anılarını yaşatmak için bir anıt hazırladığını söyleyen Gök, "Bir ağlayan anne ve çocuk figürünü tasarladığım bir anıt yaptım. Bu anıt yeni bitti. Kaidesini kış şartlarından dolayı köyde yapamadık. Aileler uygun gördüğünde bu anıtı köye onların uygun gördükleri yere yerleştirmeyi planlıyoruz. Hayattan koparılan bu çocuklarımızın da anısını sonsuza kadar yaşatmaya çalışacağız" dedi. 

                                                            /././

Reis bizi bağışla, bize iş ve ekmek ver (Ozan Gündoğdu)

Milyonların gözü kulağı, haftalardır Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda. Konuya ilişkin her haber ilgi çekiyor. Yeni asgari ücret ne kadar olacak? 16 bin TL mi yoksa 17 bin TL mi? Pazartesi günü, 25 Aralık’ta TGRT’de konuşan gazeteci Cem Küçük, ekranlarda bir duyumunu paylaştı. Küçük diyor ki;

Cumhurbaşkanı Erdoğan’da şöyle bir bilgi var, onu da söyleyeyim. Aslında 16 bin TL de anlaşılıyor. Yani ‘bu kurtarır’ diye. Erdoğan, ‘17 bin TL olursa bunun bütçeye maliyeti ne olur’ diye Sayın Şimşek’ten ve galiba ekibinden bir hesap yapmasını rica ediyor. Ona göre bakacaklar 16 mi 17 mi olsun diye.

Konuya yabancı olanlar için, asgari ücret tespit komisyonunun yapısını özetleyelim. Komisyon 5’i işçi, 5’i işveren ve 5’i de hükümeti temsil eden 15 kişiden oluşuyor. İşçiyi temsil eden kurum Türk-İş, işveren ise TİSK tarafından temsil ediliyor. Komisyon Çalışma Bakanı’nın çağrısı ile toplanıyor ve komisyonda yürütülen pazarlık sonucunda asgari ücret belirleniyor.

Cem Küçük’ün duyumu eğer doğruysa tablo şu;

Yeni asgari ücretin 16 bin TL olmasına TİSK ve Türk-İş tamam diyor. İşçi temsilcisi bile tamam diyor ama gariban babası Erdoğan’ın vicdanı el vermiyor 16 bin TL’ye… “Bin TL daha koyun, ben vatandaşımı 16 bin TL’ye muhtaç bırakmam” diyor. Her şeyi bilen ve kontrol edebilen bu güç, gariban halkın hakkını korumak için şartlarını zorluyor, “bin daha” diyor. Bunun üzerine acaba Türk – İş “16 bin TL de bize yeterdi ama ağanın eli tutulmaz” mı diyordur?

Bir diğer ihtimal, Cem Küçük’ün duyumu yanlış, belki de uydurma. Bilemiyoruz.

Ama bildiğimiz bir şey var. Türkiye’de 1936 yılında çıkarılan 3008 sayılı İş Kanunu’ndan bu yana asgari ücret uygulaması var. 1974’ten bu yana da ulusal ölçekli asgari ücret uygulanıyor. Bu haliyle son 50 yıldır, aynı şekilde tespit ediliyor asgari ücret.

37’nci Ecevit Hükümeti döneminde asgari ücreti bugünkü biçimiyle tespit etmeye başlamışız. Bugünkü hükümet 67’nci Erdoğan Hükümeti. Aradan geçen 50 yılda 30 hükümet, 7 cumhurbaşkanı, sayısız başbakan ve çalışma bakanı görmüşüz. Fakat hiçbir başbakan veya cumhurbaşkanı asgari ücreti açıklayan kişi olmamış. Asgari ücretleri hep çalışma bakanları açıklamış. Ta ki, 2022 asgari ücretine dek. İlk kez o yılın asgari ücreti Erdoğan tarafından açıklanmış.

Dolayısıyla milyonların gözü Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda mı yoksa Erdoğan’da mı demek daha doğru olur, şüpheli. Ama şüphesiz, Erdoğan Düzeni milyonların gözünün, komisyonda değil, Erdoğan’da olmasını arzu ediyor. Nitekim Erdoğan, komisyon temsilcilerini Cumhurbaşkanlığı’na çağırdı. Asgari ücreti kendi himayesinde açıklayacak. Milyonlar, enflasyonda hiçbir sorumluluk hissetmeyen ama neredeyse tek sorumlu olan, buna rağmen hakkındaki eleştirileri “Cumhurbaşkanına hakaret” çerçevesine alarak kriminalize eden bir kişiye “Allah O’ndan razı olsun” diyebilecek.

Milyonlar Erdoğan’a dua ettikçe, asgari ücret sarmalına milyonlar ekleniyor. Bu şekilde, bir ulusun tamamına yakını asgari ücretli hale geliyor. DİSK-AR’ın 2024 Asgari Ücret Araştırması Raporu’na göre, 2002’de asgari ücretin yüzde 50 fazlası ve altında maaş alanlar, tüm ücretlilerin yüzde 49’uydu. 2022’de bu oran yüzde 69’a yükseldi. 2002’de ücretlilerin yüzde 40’ı asgari ücretin 2 katından fazla maaş alıyordu. 2022’de ücretlilerin sadece yüzde 18’i asgari ücretin iki katından fazla maaş alabiliyor.

Son 20 yıla değil, son 10 yıla bakalım. 2012’de asgari ücret ortalama ücretin yüzde 44’üne denk geliyordu. 2017’de bu oran yüzde 53’e çıktı. 2022’de ise asgari ücret ortalama ücretin yüzde 73’üne denk halde. Yakın zamanda asgari ücret ortalama ücrete neredeyse eşit hale gelecek. Hepimiz asgari ücretli olacağız.

Asgari ücreti de Erdoğan belirlediğine göre hepimizin gözü Erdoğan’da… Sadece asgari ücretlilerin değil, tüm ücretlilerin gözü kulağı onda. Hatta ücretliler bile değil, emekliler de gözünü Erdoğan’a dikmiş halde. Biliyorsunuz, emekliler için de artık bir asgari ücretimiz var. 7 bin 500 TL’yi Erdoğan ne yapar? 9 bin 500 mü? 11 bin 500 mü? Ağanın eli tutulmaz, belki 12 bin TL yapar.

Halkın hakkını arayabileceği kanallar kapatılmış. Grev yok, sendika yok, dernek bile yok. Siyasi partilerin gücü bitmiş, Meclis’in yetkileri budanmış. Seçilmişler içinde tek güçlü var, o da Erdoğan. Rejimin diğer güçlülerini de Erdoğan atıyor. 16 milyon emeklinin 21 milyon ücretlinin gözü kulağı Erdoğan’da… Yoksulluk sınırı asgari ücretin 4 katına ulaşmış durumda. Hak arama kanalları kapalı milyonlar ise acz içinde yalvarıyor; “Reis bizi bağışla, bize iş ve ekmek ver”.

                                                                       /././

Yaşamak için imza attılar, öldürüldüler (Timur Soykan)

35 kişinin hayatını kaybettiği Ezgi Apartmanı’nda yaşayanlar, “Ölmek istemiyoruz” diyerek dilekçeye imza atmışlar. Dilekçede imzası olanlar öldü ama dilekçeye “Bina sağlam” yanıtını verenler hâlâ yargılanmıyor.

6 Şubat Depremi’nde Kahramanmaraş merkez Onikişubat İlçesi’ndeki Ezgi Apartmanı birkaç saniye içinde yıkıldı ve 35 kişi hayatını kaybetti. Binanın yıkılmasına giriş katındaki Kervan Pastanesi’nde 2019 yılında yapılan tadilatın neden olduğu söylendi. Ezgi Apartmanı’nda avukat oğlu, gelini ve 6 aylık torununu kaybeden Nurgül Göksu günlerce enkazda bunun delillerin topladı. Kesilen kolonu, eklenen asansörün parçalarını buldu. Ezgi Apartmanı’nda yakınlarını kaybedenlerle birlikte adalet mücadelesi verdi. 

Ancak Kervan Pastanesi zincirinin sahibi Sami Kervancıoğlu ve ortağı Mustafa Pekel zengindi ve arkalarında iktidarın siyasi gücü vardı. Sami Kervancıoğlu, eski Kahramanmaraş MÜSİAD Başkanı’ydı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan, eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve diğer bakanlarla fotoğrafları albümünü dolduruyordu. 

6 Şubat depreminden sonraki soruşturma sürecinde Sami Kervancıoğlu’nun avukatları, adalet mücadelesi veren anne Nurgül Göksu’yu hedef gösterdi. Kervan Pastanesi’nden menfaatleri olan yerel medya sahibi İlker Apaydın eskiden Ezgi Apartmanı’nın bulunduğu boş alanda yayın yapıp anne Nurgül Göksu’yu sosyal medya paylaşımlarını okuyarak hedef gösterdi. 

FİRAR ETTİLER 

Anne Nurgül Göksu’nun “Kaçacaklar, tutuklayın” feryatları sonuçsuz kaldı. 

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin bilirkişi raporu Kervan Pastanesi’nin sahiplerinin ve binanın müteahhiti Yakup Aktaş’ın asli kusurlu olduğunu gözler önüne serdi. Rapor Kervan Pastanesi’ndeki tadilatın binanın yıkılmasına neden olduğunu ortaya koymuştu.  11 Eylül 2023’te haklarında tutuklama kararı çıkan Sami Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel göz göre göre firar etti. Bu sırada yerel medya sahibi İlker Apaydın “Tutuklama kararı çıkmadı, kaçmadılar” diye yayın yapıyordu. 

İddianamede Mustafa Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel’in olası kasıtla öldürme ve yaralama suçlarından 876’şar yıla kadar hapsi istendi. Ama halen yakalanmadılar.  İddianamede kamu görevlilerine yönelik soruşturma dosyası ayrılmıştı. Belediyeden istenilen evrak 10 aydır gelmemişti. 

Depremden 10 ay sonra nihayet kamu görevlileri hakkında yürütülen soruşturmaya dair belgeler dosyaya ulaştı. Bu belgeler arasındaki bir dilekçe ve ona verilen yanıt cinayeti gözler önüne seriyor. 

İMAR AFFINA ‘UYGUNMUŞ’ 

Daha önce Ezgi Apartmanı yöneticisi Mustafa Doğruoğlu’nun 14 Eylül 2021 tarihinde Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne verdiği ve Kervan Pastanesi’nin tadilatının binaya zarar verdiği yönündeki endişeleri anlattığı dilekçe ortaya çıkmıştı. Sadece Mustafa Doğruoğlu’nun imzası vardı. Belediyeden savcılığa gelen evrakta ise bu dilekçeyi diğer apartman sakinlerinin de imzaladığı ortaya çıktı. Bu imzaların sahipleri depremde hayatını kaybetti. Meğer 2021 yılında attıkları imzalarla ‘Ölmek istemiyoruz’ demişler. 

Ezgi Apartmanı sakinleri ölmemek için dilekçe verirken onları dinleyen olmadı. 

Dilekçede şöyle deniliyordu: 

“… kolonlarda, kirişlerde, perdelerde herhangi bir kesik, kırık gibi farklılıklar varsa bunun irdelenerek gerekli incelemelerin yapılması hususunu arz ederiz.” 

Dilekçeye perde duvarlarda açılan iki büyük deliğin, kırılan kirişlerin, asansör ve merdiven için kesilen tabliyelerin fotoğrafları eklenmişti. 

Ancak Çevre Şehircilik Müdürlüğü, Kervan Pastanesi’ndeki tadilatın imar affına girdiği ve binanın taşıyıcı sistemlerine zarar verilmediği yönünde yazıyla cevap verdi. 

Dosyaya giren Kahramanmaraş Onikişubat Belediyesi’nin yanıtında Kervan Pastanesi’ndeki tadilatın imar affına uygun olduğu anlatılmıştı. Onikişubat Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürü Sait Avşar’ın imzaladığı cevap yazısında ekiplerce inceleme yapıldığı ve kazan dairesinde mimari projeye aykırı bir duruma rastlanılmadığı anlatılmış.  

Oysa Ezgi Apartmanı davasındaki bilirkişi raporu bunun tam tersini ortaya koydu. Belediyeden savcılığa gelen evrak arasında dilekçede yer alan ve Kervan Pastanesi’nin binaya verdiği zararı gözler önüne seren fotoğrafların olmaması dikkat çekti. 

Ezgi Apartmanı dilekçesinde imzası olan 3 numaralı dairedeki Gülşen Kapukaya, yalnız yaşayan bir kadındı. Enkazda hayatını kaybetti. 1, 2 ve 4 numaralı daireler adına imzalar atanlar, deprem sırasında binada olmadıkları için kurtuldu. 5 ve 6 numaralı daireler adına imza atan İsmail Bildirici depremde evinde değildi. Ancak eşi ve iki çocuğu Ezgi Apartmanı’nda hayatını kaybetti. 

Dilekçede imzası olan 9 numaralı dairedeki Sadi Dertli, mühendisti. Eşi ile birlikte hayatını kaybetti. 

11 ve 13 numaralı dairede yaşayanlar adına Emine Yenisoğancı imza atmıştı dilekçeye. Emine Yenisoğancı, askerden yeni gelen oğlu İbrahim Yenisoğancı yaşamını yitirdi. Ailelerinden iki kişi daha binada hayatını kaybetti. 

Apartmanın yönetici, perdecilik yapan Mustafa Doğruoğlu, eşi ve iki çocuğuyla enkaz altında kalarak öldü. 

Dilekçede sadece ev sahiplerinin imzaları vardı. Sami Kervancıoğlu, Ezgi Apartmanı’nda  7, 8, 10, 12, 14 ve 15 numaralı dairelerin sahibiydi. Kervancıoğlu’nun 7 numaralı dairedeki kiracıları Beyazıt Ailesi’nden 4 kişi öldü. 8 numaralı dairesinde ise Rüstem Dağ ile 4 kişilik ailesi hayatını kaybetti. 14 numaralı dairesinde ise Nurgül Göksu’nun oğlu Avukat Ahmet Can Zabun, gelini Nesibe Sabun ve 6 aylık torunu Asude yaşamını yitirdi. 

İnsanları ölüme mahkûm eden kamu görevlilerinin yargılanması için halen İçişleri Bakanlığı izin vermedi ve soruşturma sürüyor. Sait Avşar, halen İmar ve Şehircilik Müdürü. 

(BİRGÜN)



Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 28 ARALIK 2023 -

 


HÜDA PAR Erdoğan’ın projesini çaldı! (Barış Terkoğlu)

Bir ses ile irkiliyoruz. Belki asıl ürpertmesi gereken sessizliktir.

Cumhur İttifakı’yla Meclis’e giren HÜDAPAR Genel Başkanı kürsüden bağırıyor: "Eyalet sistemi, özerklik ve federasyon gibi yönetim modelleri tartışılabilir diyoruz."

Saadetli vekilin ölümünü gürültüyle bastıran AKP’li ve MHP’li vekiller ise sessiz. Haliyle Zekeriya Yapıcıoğlu’nu dinlerken dudaklarımdan o söz dökülüyor: "HÜDAPAR Erdoğan’ın projesini çalmış!"

Hayır, sadece bugün değil. Geçmişin birliktelikleri de benziyor.

Erdoğan’ın da o dönem parçası olduğu Milli Görüş, 20 Ekim 1991 seçimlerine, ülkücülerle ittifak kurarak girmişti. Alparslan Türkeş’in lideri olduğu Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Aykut Edibali’nin lideri olduğu Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP), Refah Partisi’nin (RP) ortaklarıydı. Erbakan ittifakı “yeni Kuvayi Milliye” olarak tanımlıyordu. Türk-İslam sentezinin mimarı Aydınlar Ocağı, MTTB’nin devamı Birlik Vakfı, muhafazakar işadamlarının kurduğu İş Dünyası Vakfı, dini cemaatler birlikteliği destekliyor, Cumhur İttifakı bir benzerini o yıllarda yaşıyordu.

İttifakın bir muhalifi vardı: İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Sebebi belliydi, ülkücülerle ittifak partinin Kürt tabanını küstüreceği gerçeği. Sahiden de parti teşkilatlarından tepki ayrılıkları yaşandı.

Sonuçta Milliyetçi-Muhafazakar-İslamcı İttifak yüzde 16.9 oy ile 62 milletvekili çıkardı. Seçimden sonra da dağıldı. O gün aday olduğu halde seçilemeyen iki isim vardı: Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli. 62 vekilden sadece 40’ı RP’nin olmuştu. MÇP 19, IDP 3 vekil çıkarmıştı. Sonuç MÇP için “Ergenekon’dan İkinci Çıkış” diye duyurduğu şekilde başarıydı. RP için ise tatmin edici değildi: 52 günlük ittifakın karşılığında alınan 40 vekil ve kaybedilen Kürtler!

PKK İLE DEVLET ARASINDA ERDOĞAN

Erdoğan seçimden sonra boşluğu doldurmaya talipti. Bir heyete Kürt Raporu hazırlattı. 18 Aralık 1991’de hazırlanan raporda "Kürt sorunu" şöyle tanımlanıyordu: “Bugün ‘Doğu’ veya ‘Güneydoğu Sorunu’ olarak adlandırılan sorun aslında bir ‘Kürt sorunu’dur. (…) Sorun gerçekte ulusal bir sorundur, yani bir Kürt sorunudur. (…) Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde ‘Kürdistan’ olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir.”

Erdoğan, Kürt sorununa eşlik eden psikolojiyi şöyle tarif ediyordu:

“1985’den itibaren başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK’ya bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır.”

O dönem DEM Parti yoktu. Kürt meselesi üzerinden HEP politika yürütüyor ve oy topluyordu. Erdoğan’ın Kürt Raporu HEP’i şöyle tarif ediyordu:

“Kürt sorununa sahip çıkan ve Kürt halkına yönelik her türlü şiddet, baskı ve zulme karşı çıkan HEP’in kazandığı güç, bu açıdan değerlendirilmelidir. (…) HEP’in bölge halkının acil ve somut talepleriyle yakından ilgilenmesi ona hayli puan toplamaktadır.”

Erdoğan’ın o dönemki tespitleri HÜDAPAR’ın görüşleriyle neredeyse birebir örtüşüyordu:

"Devlet, kontrgerillasıyla, özel timiyle, harcadığı trilyonlarca lirasıyla, köy korucularıyla vs. bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğini artık anlamış bulunmaktadır. Kemalist Devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir.”

Şimdilerde Meclis’teki kınama bildirilerini tartışıyoruz ya…

Erdoğan’ın Kürt Raporu, partiye bu noktada tarafsız bir çizgi öneriyordu:

“PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; ‘Bölücü’, ‘Terörist’, ‘Ayrılıkçı’ vs…”

"HELAL BÖLÜCÜLÜK" İZNİ

Gelelim HÜDAPAR’ın özerklik teklifine…

O dönem PKK henüz özerklik, eyalet, kanton vs gibi görüşler ileri sürmüyordu. Bağımsız Kürt devleti çağrısı yapıyordu. Erdoğan’ın Kürt raporu ise "yerel parlamentolar"ın kurulduğu otonom, özerk bir çözümden yanaydı:

“Yerel parlamentoların oluşması ve merkezi devletin küçülmesi Türkiye’de tam demokrasinin yerleşmesi için önemli adımlardır.”

Erbakan, Erdoğan’a raporu için teşekkür etti. Kırılanları onarmak için, RP "Güneydoğu İzleme Komitesi" kurdu. Erbakan TBMM kürsüsünden ilk kez “Kürt” sözcüğünü telaffuz etti. Nihayetinde rapor, ülkücülerle ittifak yapmış Refah’a Kürtler ile yeniden temas kurmak için bir zemin oluşturuyordu.

İşte HÜDAPAR’ın sistematik çıkışları tam da Erdoğan’ın 1991 yılındaki raporunun işlevine denk düşüyor. Teşbihte hata olmaz, İsrail, El Fetih’e karşı Hamas’ın önünü açarak "bir miktar İslamcılık"a izin vermişti. AKP-MHP ittifakı da "Kürt Hamas'ı" sayılan HÜDAPAR’a "bir miktar Kürtçülük" yaptırarak Kürt seçmenin oylarını kazanmaya çalışıyor.

Önümüzdeki dönemin siyasi planlaması iktidar adına iki kritik adıma dayanıyor. Birincisi, CHP’nin bütün ittifaklarından arındırılarak DEM Parti ile başbaşa bırakılması. İkincisi, bir çözüm süreci partisi olarak İmralı müzakereleriyle kurulan HDP’nin yerini DEM Parti alırken, "Türkiyelileşme" siyasetinden vazgeçilerek "bölge partisi" kimliğine dönülmesi.

İki adım da şehit cenazelerindeki saldırılar eşliğinde gerçekleşirken, HÜDAPAR’a da bir misyon veriliyor. Kürtçülüğün yanına İslamcılığı koyan parti, "helal bölücülük" yaparak Cumhur İttifakı ile Kürtler arasındaki boşluğu dolduruyor. HÜDAPAR’ın bazen DEM Parti’den dahi radikal çıkışlarına AKP ve MHP’nin sessizliğinin sırrı işte burada. 1991 yılında vekil seçilemeyen Bahçeli ve Erdoğan, 1991 raporunu bu kez HÜDAPAR’a yazdırıyor!

Gürültünün ardındaki suskunluğu fark ettiğimizde, kulaklarımızla değil aklımızla duyduğumuzu da anlayacağız.

                                                   /././

2024’e girerken (I+II+III+IV+V)- (Ergin Yıldızoğlu)

(I) 

Eski yıldan yeni yıla miras kalan sorunlar, yeni yıla ilişkin beklentiler üzerinde düşünme çabaları, özellikle aralık ayının ikinci yarısında yoğunlaşır. Bu yıl gündem dolu, erken başlamakta yarar var.

Gündemin en önemli maddesini, küresel ısınmayı önleme çabaları oluşturuyor. Küresel ısınma tüm dünya halklarının, hatta gezegende yaşayan canlıların varlığını tehdit eden, dahası, tüm diğer sorunları da kapsayan bir sorun.  

Küresel ısınma, küresel olduğundan, önlemek için gereken önlemler, küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtları en çok üreten, tüketen ve yoğun tarım yapan ülkelerin işbirliğini gerektiriyor.

Bu noktada karşımıza iki temel jeopolitik sorun çıkıyor: Birincisi, önce sanayileşerek atmosferi 18-19. yüzyıllardan bu yana, ikinci küreselleşme döneminde, daha da hızlanarak kirleten “gelişmiş ülkeler” ile sanayileşme aşamasına sonradan, birincilerine bağımlı bir süreç içinde girmiş olan “Küresel Güney”in (eski sömürgeler, sonra gelişmekte olan ülkeler) beklentileri arasında aşılması zor bir uçurum var. İkincisi, ekonomik, kültürel hatta askeri olarak gerilemekte olan ABD merkezli Batı hegemonyası ile yükselen yeni büyük güçler arasındaki çelişkiler çok karmaşık ve uzlaştırılamaz bir yönde derinleşmeye devam ediyorlar.

Gelecek yıl yapılacak ABD başkanlık seçimlerini, küresel ısınma olgusunu reddeden Trump kazanırsa, küresel işbirliğinin daha da zorlaşması, jeopolitik sorunların daha da derinleşmesi, ABD’de ve dünyada faşistleşme sürecinin daha da hızlanmasını beklemek gerekiyor. 

Ukrayna’da savaş, Gazze’de soykırım sürerken toplanan COP28, Ukrayna ve İsrail ile ilgili tartışmaları yoğunlaştırdı; İran zirveyi terk etti. Tartışmalar, ABD’nin uluslararası alanda sorun çözme kapasitesinin ne kadar gerilemiş olduğunun da bir göstergesiydi. Biden yönetiminin, AB hükümetlerinin Gazze katliamı karşısında altığı tutum hem dünya halklarının tepkisini çekti hem de ABD dış politika bürokrasisinde çatlaklar yarattı. ABD yönetiminin Netanyahu rejimini kontrol edemediği ortaya çıktı. Geçen hafta ABD Senatosu’nda Cumhuriyetçiler, Ukrayna’ya gidecek yardımı bloke ettiler. Aynı günlerde Batı medyasında, Avrupa ülkelerinin desteğinde çatlaklar oluştuğunu, “Zelenski otokratlaşıyor”, “Zelenzski ülkesinde güven kaybediyor”, “Ukrayna dünyanın en yolsuzluğa batmış ülkelerinden biridir” (Orban), gibi iddialara yer veriliyordu.

Bu sırada, Avrupa Birliği’nin ekonomisi yavaşlarken ABD ve özellikle Çin ile arasındaki ticaret sorunları derinleşiyor. Bu sorunlar da aslında küresel ısınmayla yakından bağlantılı. Çin’de hızla gelişen, kapasite fazlası yaratmaya başlayan elektrikli otomobil endüstrisinin, ihracat kapasitesinin, rekabet gücünün Avrupa otomotive endüstrisi için çok büyük bir tehlike oluşturmaya başladığından söz ediliyor. Çin’in “yeşil teknolojiler” için gerekli girdilerin, minerallerin piyasasındaki ağırlığı da Batı açısından, ekonomik, stratejik bir sorun oluşturuyor.

SINIF ÇELİŞKİLERİ

Küresel ısınmayı önlemek için gereken önlemler karşısındaki jeopolitik engellerin yanı sıra ulus ölçeğinde keskinleşen sınıf çelişkilerinden kaynaklanan engeller var: Egemen sermaye alınacak önlemlerin birikim süreci üzerindeki maliyetini ve önlemlerin halkın yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerini hafifletmek için gereken kamu harcamalarının toplumsal maliyetini üstlenmek istemiyor. 

Emekçi sınıflar, özellikle sanayi, kara taşımacılığı işçileri, küresel ısınmanın ve kapitalizmin acı ve karmaşık gerçekleriyle yüzleşmek yerine, küresel ısınmayı reddeden, komplo terisi olarak niteleyen faşist hareketin, egemen kültür içinde anlamlandırması, anlaması kolay, en önemlisi iç rahatlatıcı iddialarının cazibesine kapılıyorlar. Bu ortamda ABD, Avrupa, Latin Amerika hatta Hindistan’da, aşırı sağcı faşist hareketlerin hızla yükselmesine tanık oluyoruz.

Kısacası tüm sorunların merkezinde, kapitalizmin ürünü, küresel ısınma var! Gelecek yazılarımda, yeni yıla girerken küresel ısınma, jeopolitik, Trump’ın kazanma olasılığının getirdiği tehlikeler, “süreç olarak faşizm”, gibi sorunlara teker teker ve daha yakından bakmaya çalışacağım.

(II)- COP28 kaytarması

Küresel ısınmanın yol açtığı iklim krizi tüm canlıların ve uygarlığın geleceğini tehdit eden en önemli gelişmedir. Bu gelişmeyi ve krizin derinleşmesini durduracak önlemleri tartışmak için Dubai’de 30 Kasım - 12 Aralık arasında 198 ülkenin, binlerce delegenin katılımıyla gerçekleşen COP28 zirvesi bir kaytarma operasyonu olarak tamamlandı. Anlaşılan 2024 yılında da dünya geri dönülmez noktaya doğru ısınacak, iklim krizi derinleşmeye devam edecektir. 

BUGÜNKÜ DURUM

Birleşmiş Milletler iklim panelinin ısrarla vurguladığı gibi bugünkü durumu koruyabilmek için bile küresel sıcaklık artışının Sanayi Devrimi düzeyine göre 1.5 derecenin altında kalması gerekiyor. Bunun için 2030 ya da en hiç olmazsa 2050 yılına kadar, yıllık karbon emisyon artışı “0” düzeyine inmeli. Üretimi ve tüketimi atmosfere CO2 ve çeşitli zehirli gazlar salan fosil yakıtlara aşamalı olarak son vermek, yoğun tarım ve hayvancılıktan kaynaklanan CO2 ve metan gazı emisyonlarını hızla azaltmaya başlamak gerekiyor.

1997’de benimsenen Kyoto Protokolü hedefleri konusunda COP28 zirvesine kadar, elle tutulabilir bir gelişme kaydedilemedi. Sonuç olarak bugün dünyada yaşam ve uygarlık, Grönland ve Batı Antarktika buz tabakasının çökmesi, “kalıcı don” alanların (permafrost) erimeye başlayarak, atmosfere, Co2’den 20 kez daha zararlı metan gazını salmaya başlaması, giderek ısınan okyanus sularındaki mercan resiflerinin ölmesi ve Kuzey Atlantik’te Golfstrim akımının çökmesi gibi bir seri yaşamsal kırılma noktasına doğru hızla ilerliyor. Dahası bu kırılma noktaları birçok açıdan birbirleriyle ilişkili. Bir noktada başlayan bir çöküşün ötekileri üzerinde domino etkisi yaratma riski var. Bu koşullarda, tarım ürünlerinin rekoltesinde, gıda krizlerin yol açacak sert düşüşlerin, kimi bölgelerde ekosistemin çökme, kitlesel göçlerin, toplumsal huzursuzluklar ve savaşların sıklaşma olasılığı da son derecede güçlü. Tekrar vurgularsak bu felaket senaryolarının gerçekleşmemesi için küresel sıcaklık artışının 1.5°C derecenin altında kalması gerekiyor. 

VE BİR PARADOKS

Bugünkü küresel ısınma eğilimi, sıcaklık artışının 2030 yılına kadar 2.5-3°C düzeyine ulaşma olasılığını gittikçe güçlendiriyor. COP28’deki, manzara ne yazık ki bu acil durumla uyumlu değildi. 

COP28 zirvesine BAE’nin ulusal petrol şirketi Adnoc’un başkanı Sultan el Caber başkanlık ediyordu. Caber’in başkan olması ABD, Avrupa ve G77 (gelişmekte olan ülkeler) tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Açış konuşmasını, dünyanın en büyük toprak sahiplerinden İngiltere Kralı Charles yaptı. Zirveye 97 bin delege katıldı, fosil yakıt şirketleri 2 BİN 500 delege ile temsil edildi. Çoğu özel uçaklarla gelen bu delegelerin toplam 200 bin tondan fazla, COP28 toplantısının da 2.4 milyon tona yakın CO2 emisyon ürettiği hesaplanıyor. Dahası gelen devlet başkanlarının çoğunun özel jet uçağı, makam arabası filoları var. Brunei sultanının 300’ü Ferrari olmak üzere 7 bin lüks otomobili varmış.

COP28 toplantısına giderken gazeteler el Caber’in “fosil yakıtların küresel ısınmaya yol açtığına ilişkin iddianın arkasında bilimsel kanıt yok” sözlerini, BAE’nin, COP28 zirvesini doğalgaz ve petrol tüketimini küresel çapta teşvik edilmesine yönelik lobi etkinlikleri için bir platform olarak kullanmaya hazırlandığını aktarıyorlardı. COP28 biterken Caber’in ve petrol lobilerinin, sonuç bildirgesinden “fosil yakıtlara dayalı enerji kullanımını sonlandırmak” ifadesini çıkartmak için büyük mücadele verdikleri, tartışmaların uzadığı sonunda, sonlandırmak yerine çok daha yumuşa bir ifade olarak “kademeli olarak uzaklaşmak” ifadesi kondu. Alınan kararların bir bağlayıcılığı olmadığını da ekleyelim!

Özetle, küresel ısınmayı engellemek için yapılan COP28 zirvesi fosil yakıt üreten şirketlerin, egemen sermayenin, büyük toprak sahiplerinin, küresel ısınmaya karşı alınacak önlemleri engellemeyi amaçlayan bir kampanya platformuna, kaytarma operasyonuna dönüşmüş oldu. Paradoks da işte buradaydı.

(III) - ‘Büyük belirsizlik’

Son yıllarda çok tartışılan, “kurala dayalı liberal dünya düzeninde bozulma” 2024 yılında güçlenerek devam edecek. 

SORUNLAR BİRİKİYOR

ABD liderliğinde şekillenmiş Batı merkezli “kurala dayalı liberal dünya düzeninde” sorunlar birikmeye devam ediyor: “Küresel ısınma” sorunu, son COP28 toplantısında bir çözüm üretilemeden yeni yıla devredildi. Ukrayna-Rusya savaşının, Gazze’de başlayan soykırımın, İsrail’de dünyayı ateşe vermeye hazır faşist yönetimin, İran’ın birçok noktada vekâlet savaşı sürdürme, Yemen’de Husilerin Kızıldeniz ve Basra Körfezi gibi iki stratejik geçiş noktasında operasyon düzenleme kapasitelerinin, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının, Sudan’da iç savaşın, Batı Afrika’da birbirini izleyen Batı karşıtı askeri darbelerin yarattığı karmaşıklığın, Çin’in Tayvan üzerinde gittikçe artan baskısının ne yönde gelişeceği belirsiz. Bu ortamda, bu sorunların Avrupa Birliği’nin haziran parlamento seçimlerinden sonra, ABD dış politikasının kasım başkanlık seçimlerinin ertesinde alacakları biçimler de...

Geride bıraktığımız yıl içinde, artan sayıda Batılı analist, Batı merkezli “kurala dayalı liberal düzenin” artık geri döndürülemez biçimde dağılmaya başladığını kabul ediyordu. Bu dağılmanın ekonomik zeminini şimdilik bir kenara bırakarak, birikmiş sorunlar yumağına bir bütün olarak bakarsak, karşımıza hemen her noktada, artan bir sıklıkta Çin çıkıyor. 

ABD’nin, düzen kurucu hegemon olarak sorun çözme, mekân düzenleme gücü gerilerken açılan “boşluğu”, bir ekonomik diplomatik, teknolojik hatta askeri süper güç olarak yükselen Çin, yeni “vazgeçilmez ülke” olarak doldurmak için ABD ve Batı’nın geleneksel etki alanlarına girmeye başladı. 2024 yılında bu sürecin ABD açısından, yeni sorunlar getirerek hızlanacağını düşünüyorum. 

‘KÜRESEL GÜNEY’İN ÖNEMİ ARTACAK

“Küresel Güney” olarak tanımlanan, emperyalist dünya sistemi içinde, geleneksel “paylaşım alanları” olan ülkelerin, Çin’in yeni konumunu olumlu karşılamaları, Çin’i Batı karşısında bir “dengeleyici güç merkezi” olarak görmeleri, bu düşüncemi güçlendiriyor. Bu eğilim, 2023 yılında Fransız Devlet Başkanı Macron’“Küresel Güney’i kaybediyoruz” dedirtecek kadar belirginleşti: “Küresel Güney” ülkelerinin büyük çoğunluğu, Ukrayna savaşında Rusya karşıtı bir tutum almadılar, Batı Afrika’daki Batı karşıtı darbeleri hemen desteklediler, İsrail Gazze’yi bombalamaya başladığında, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinden farklı olarak “ateşkes” çağrısı yaptılar, BM oylamalarında gittikçe artan sıklıkta Çin ve Rusya ile davranmayı tercih ediyorlar. Bu eğilim de 2024 yılı boyunca güçlenir.

“Dünya düzenindeki bozulmayı” ve yeni bir “düzenin” kurulma olasılığını düşünürken “sabık” hegemon olarak ABD, 2023 yılında sık sık karşımıza bir belirsizlik kaynağı olarak çıktı. Belirsizlik öncelikle Trump’ın yeniden başkan seçilme olasılığıyla ilgili. ABD toplumunda kendisini adeta açıklanmamış bir “soğuk iç savaşın” tarafı olarak gören, hesap sormaktan, medyayı susturmaktan, “derin devleti” (güvenlik bürokrasisini) etkisizleştirmekten söz eden bir kesimin, Trump’la birlikte iktidara gelme olasılığı yüksek. Bu durum, ABD’nin özel olarak yukarda değindiğim “sıcak noktaların” hemen her birine yönelik politikalarında, genel olarak büyük güçler arası rekabet alanında, AB, Rusya, Çin ile ilişkilerinde bir “öngörülemezlik” yaratıyor.

Bu “büyük belirsizlik” içinde, 2024 yılına girerken öncelikle, üç grup sorunun yıl boyunca bizi meşgul edeceğini düşünüyorum: (1) Ukrayna savaşı biterken Avrupa ile Rusya arasındaki ilişikler/dengeler nasıl şekillenecek? Trump kazanırsa bu şekillenme/dengeler ne yönde etkilenecek? (2) Gazze savaşı nasıl bitecek? Sonrasında, ABD-İsrail ittifakında, İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde yeni şekillenmeler yaşanacak mı? (3) Çin süper güç olarak yükselirken, ABD merkezli düzen dağılırken, bir ABD-Çin savaşı olasılığı güçlenecek mi? Küresel çapta daha belirgin ve “Küresel Güney’i” de içeren, biri ABD merkezli diğeri Çin merkezli bir bloklaşma şekillenecek mi?

(IV)- Liberal demokrasinin son baharı

2024 yılında toplam 40 ülkede, genel seçimler, başkanlık seçimleri ve yerel seçimlerde, 4.2 milyar insan, tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası, oy kullanacak. Ancak, liberal demokrasi, 2024’te de küresel çapta gerilemeye devam edecek. 

BİRKAÇ ÖRNEK...

Burada 40 ülkenin hepsine bakmak olanaksız ama nüfusu en kalabalık (milyon kişi olarak) sekiz ülkedeki durum bir fikir verebilir: Bangladeş (175), Brezilya (218), Hindistan, (1.400+), Endonezya (280), Meksika (129), Pakistan (245), Rusya (144), ABD (342) milyon. Bu ülkelerin toplam nüfusu yaklaşık 3.6 milyar. Ayrıca haziran ayında yapılacak AB parlamentosu seçimlerinde yaklaşık 250+ milyon seçmenin oy kullanması bekleniyor. 

Hindistan’da faşist Modi rejimi var, Pakistan’da rejim, iki büyük feodal aile ve ordu arasında debeleniyor. Şubat seçimlerinin olası sonuçlarının bu durumu iyileştirmesi beklenmiyor. Rusya’nın ise zaten liberal demokrasiyle bir ilgisi yok. Bangladeş’te genel seçimlerinin 7 Ocak’ta yapılması planlanıyor. Atlantik Konseyi’nden Ali Raiz’e göre “Ülke hızla otokrasiye kayıyor.” Mevcut Başbakan Şeyh Hasina, bir dördüncü dönem daha görevde kalmayı hedefliyor. Ülkedeki siyasi durum gergin ve şiddetli, birçok muhalefet lideri tutuklandı, ülke protestolarla sarsılıyor. Yabancı diplomatlara da seçim güvenliğine ilişkin konularda yorum yapmamaları tavsiye ediliyormuş.

Endonezya da siyasete hâlâ Suharto’nun otoriter yönetiminin 32 yılı boyunca servetlerini inşa eden bir avuç asker sivil seçkin egemen. Carnegie Endovement’ın yayımladığı bir analiz bu seçkinlerin kendi aralarında anlaşarak yönetmeye uygun ve yeni aktörlerin devreye girmesini de engelleyen bir sistem kurduklarını anlatıyordu. Agence France-Presse’in bir yorumuna göre halen iktidarda olan devlet başkanı, devletin dengeleme ve denetleme (özellikle yolsuzlukları) kurumlarını iyice yıpratmış. AFP, şimdi en güçlü adayın, adamın müttefiki ve otoriter eğilimli biri olduğunu aktarıyor.

Son örneğim Meksika’da nüfusun yüzde 10’u toplam servetin yüzde 80’ini elinde tutuyor; en alttaki yüzde 50’lik kısmın payı ise yüzde (-0.2) ile negatif. Bu grubun varlıklardan daha fazla borcu var. Chatham House’un yayımladığı bir araştırmada, “ülke otokrasi ile demokrasi arasında” seçim yapacak deniyordu. Ancak en güçlü aday Sheinbaum, şimdiki başkan Obrador’un müttefiki ve en fazla bir süreklilik vaat ediyor. Buna karşılık rakibi Galvez, Obrador’dan önceki yönetimleri andıran bir kampanya yürütüyor. İş çevreleri ikisini de destekliyor. Bu koşullarda da Chatham House’un araştırması, seçmenin yüzde 61’inin demokrasiyle ilgilenmediğini aktarıyor: Yüzde 33’ü otoriter bir lider istiyormuş, yüzde 28 kim olursa olsun fark etmez diyormuş.

ABD’de, liberal demokrasinin geleceğini, uluslararası etkilerini bir başka yazıda tartışacağım. Trump’ın artık Hitler ve Mussolini’nin konuşmalarından alınmış “Haşerat” (vermin), “Ulusun kanını kirletiyorlar” (polluting the nations blood) gibi rakiplerini insan kategorisinin dışına itmeyi (dehumanise) amaçlayan propaganda kalıplarını kullanmaya başladığını, hiç çekinmeden “Evet diktatör olmak istiyorum” dediğini, rakiplerini ezmekten, basını susturmaktan söz ettiğini, devleti ele geçirmek için daha şimdiden kadrolaşmaya başladığını görüyoruz. Haziranda yapılacak AB Parlamentosu seçimlerinde, faşist özellikler sergileyen partilerin, etkilerinin daha da artması bekleniyor.

Arjantin’de yeni seçilen Milei’nin hızla inşa etmeye başladığı rejim de liberal demokrasiyle, haklar ve özgürlükler arasındaki uçurumu sergilemesi açısından iyi bir örnek: Arjantin’in önde gelen gazetelerinden Pagina12’de Sebastián Cazón, şöyle aktarıyor. “Bir kararnameyle 300’den fazla kuralı değiştirdi ve işçilerin, sendikaların, yoksulların binlerce ekonomik demokratik hak ve özgürlüklerini tırpanladı”. Bir başka Arjantinli yorumcu, Juan Pablo Csipka da Milei’nin adını Pinochet ve Fujimori’nin yanına yazıyor. 

Liberal demokrasi hızla tükeniyor. Geleneksel sosyal demokrasi sosyal tabanını çoktan kaybetti. Faşizm ABD ve Avrupa’da, hatta küresel çapta güncel ve yakın bir tehlike. Yeni bir siyaset ve toplum projesini hızla geliştirmek gerekiyor.

(V)- Kültür savaşları daha da sertleşecek

ABD ve Avrupa’da, 2024’te “süreç olarak faşizm” hızlanırken “kültür savaşları” daha da sertleşecek. 

POSTMODERNİZM, NEOLİBERALİZMDEN SONRA...

Postmodernizm ve neoliberalizm, genel olarak toplumda özel olarak emekçilerde, 1970’lerde egemen olan “bilişsel harita”yı olduğu kadar krizdeki sermaye birikim rejiminin kurumlarını da yıktılar. Böylece, toplumda “kapitalist gerçekçilik” (“Başka bir dünya mümkün değildir” inancı) yerleşti. Bu iki akımı daha önce çok tartıştık; rasyonellik, ilerleme, evrensellik ve nesnellik gibi modernitenin varsayımlarını ve değerlerini sorguladıklarını, “tutarlı ve istikrarlı bir hakikat” fikrini reddettiklerini, toplumsal çıkarı değil bireyin çıkarını yücelttiklerini anımsamakla yetinelim. 

2000’lerde her iki düşünce akımı da gerilerken oluşan “zamanın ruhu” içinde, örneğin bilimkurgu alanına bakarsak ütopyanın yerini distopyanın alması, bugüne nostalji (var olanı kaybetme korkusu) uyandıran “dünyanın sonu” filmlerinin yaygınlaşması boşuna değildir. Madalyonun bir yüzünde, geleceği iptal edilmiş bir “bugün nostaljisi” varsa öbür yüzünde de yaşamı geleceğe doğru yönlendirecek ilkeleri üretemeyen tükenmiş bir toplumun “anlam krizi” var. Bunun izlerini de kültür endüstrisinin, özellikle finansal krizden bu yana ürettiklerinde görebiliriz. Bu bağlamda, amaçtan, anlamdan yoksun, topluca ama toplumsallaşamadan doymak bilmez bir tüketme arzusuyla dolaşan “zombi” ilginç bir örnek oluşturur. Dahası zombi simgesinin içinde, ölüm (Zombi canlı değildir), açlık (Sürekli açtır), salgın hastalık (Bulaşıcıdır), savaş (Hiç durmadan saldırır) kavramlarının hepsini bulabiliyoruz (John Vervaeke, Mastropietro Miscevic, 2017). Ve Batı (beyaz Hıristiyan) insanının, anlam “krizi içinde” bunları, savaş, pandemi, küresel ısınma tehlikeleriyle, “yaşam alanına girmesi önlenemeyen” göçmenlerle, yabancılarla ilişkilendirmekte olduğunu kolaylıkla görebiliriz.

ABD ve Avrupa’da genel olarak sol bu “anlam krizine”, bugüne kadar, geleceği yeniden düşünmeye olanak verecek programlarla, eylemlerle etkin, bir cevap üretemedi; “bugünden” daha geriye bakan bir nostalji ve melankolinin etkisinden kurtulamıyor olmasının da bir etken olduğunu düşünüyorum ama bu başka bir yazının konusu.

RÜZGÂR SAĞDAN ESİYOR

Yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım “bugüne nostalji”ye (var olanı kaybetme korkusu) ve zombi simgesinin içerdiği korkulara ABD ve Avrupa Birliği’nde, faşist eğilimli hareketler, küresel ısınmayı yadsıyarak, pandemi riskini azımsayarak, göçmen tehlikesini abartarak, savaş korkusunu milliyetçilik ve ırkçılıkla körükleyerek etkin biçimde cevap verebiliyorlar. 

ABD’de 2016’da Trump seçildikten sonra toplumsal kutuplaşma her yıl biraz daha derinleşti. Hıristiyan milliyetçiliği (Yalnızca Hıristiyan göçmen alırız), beyaz üstünlüğüne dayalı ırkçılık, tüm uzmanlara (eğitimlilere-bilime) yönelik nefret, Nazi motifleriyle “zenginleşen” bir söylem, açıkça sergilenen bir şiddet eğilimi giderek güçlendi. Tüm o korkular karşısında düşmanları ezecek, aykırı sesleri susturacak güçlü lider arzusu da... Kasım seçimlerine işte böyle gidiliyor ve sol hiç hazırlıklı değil.

Avrupa’da hemen her ülkede faşist eğilimli, ırkçı, Müslüman düşmanı hareketler, finansal krizden bu yana güçleniyorlar; 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde herkesi şaşırtan bir başarı kazanmışlardı. Bu yıl seçimlere çok daha güçlenmiş olarak birbirleriyle eşgüdüm içinde giriyorlar. Göçmenler, merkez partilerin beceriksizliği, “bencil seçkinler” gibi yerleşik nefret nesnelerine, bir yenisi eklendi: Avrupa’da ama özellikle Almanya’da faşist hareketler, muhafazakâr partiler, Gazze’de Filistin halkının, İsrail’in saldırısı altında yaşadığı felaketi ve haksızlığı dile getirenleri, esas olarak sol hareketleri, sol eğilimli Yahudileri, antisemitizm ile suçlayarak susturmaya çalışıyorlar.

Özetle, “süreç olarak faşizm” (Türkiye’de olduğu gibi) kültür savaşları üzerinden ilerliyor. Bu ilerleyiş karşısında sol, bir önceki dönemin (1917-1989) anılarının yükü altında (bazen nostalji, bazen melankoli, bazen de kimlik korkusuyla) kültür savaşlarına uygun politikaları, çalışma tarzını geliştirmekte çok zorlanıyor.

                                                     /././

Bildiride kavga, Amerikancılıkta ittifak (Mehmet Ali Güller)

Hükümetin görevi terörle mücadele etmektir, teröre karşı “kınama bildirileri” yayımlamak değil! Hükümeti oluşturan partinin görevi de hükümetin terörle daha iyi mücadele edebilmesini sağlayacak yasaları çıkarmaya öncülük etmektir.

AKP ise genelde bunlar yerine önceliği, siyasi partileri arkasına dizmeye ve bunun için TBMM’de “ortak kınama” bildirisi yayımlamaya veriyor. Oysa TBMM bir sivil toplum kuruluşu değildir, işlevi STK’lerin yapacağı bir “kınama bildirisi” yayımlamaktan fazla olmalıdır.

İÇİNDE TERÖRÜN SPONSORU OLMAYAN BİLDİRİLER

Yine böyle oldu. Bildiri öncülüğünün bu kez İYİP’ten gelmesi ise büyük olaslıkla İYİP’in Millet İttifakı’ndan ayrılması ve Cumhur İttifakı’ndan davet almasıyla ilgili... Sonuçta AKP, MHP, İYİP ve SP ortak bir “terörü kınama bildirisi” imzaladı ve imzalamayan CHP’yi “terör destekçisi” ilan ederek yine terörü ve şehitleri dar siyasete alet etmiş oldu.

İmzalanan bildiri ise bomboş. Sıradan bir dernek bile çok daha dolu bir metin yazardı. Bildiride terörün ana sponsoru olan ABD’ye tek bir laf yok!

Oysa çok açık ki PKK terörü ABD desteği olmasa bu kadar uzun sürmez ve etkili olmazdı. ABD’nin PKK’nin Suriye kolu PYD’yi bölgedeki kuvveti ilan ettiği, bunun gereği olarak eğittiği ve silahlandırdığı şartlarda, ABD’yi kınamadan terörü kınamak, en hafifinden apolitik bir tutumdur. (Ki kınamadan öte ABD’ye tutum almak gerekir)

CHP’nin ayrı olarak yayımladığı “kınama bildirisi” de dört partinin ortak bildirisinden biraz daha dolu olmasına rağmen, o da terörün sponsoruna tek laf etmemiştir!

Sonuç olarak ABD’yi hedef almayan her iki bildiri de içeriksiz, laf kalabalığı yapan, işlevsiz ve sonuca etkisizdir; bu özellikleriyle de bir örtüdür.

BİLDİRİ NEYİN ÖRTÜSÜ?

Neyin örtüsü olduğunun yanıtını ise önceki gece İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM Dışişleri Komisyonu’nda oylanması gösterdi. AKP, CHP ve MHP’nin oylarıyla İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasıyla, günlerdir süren bildiri tartışmasının ne kadar anlamsız olduğu bir kez daha görülmüş oldu.

Terörü kınamakta bildiri kavgası yapan AKP-MHP ikilisi ile CHP, ABD’nin NATO’yu genişletme projesini onaylayarak aynı cephede buluştular. Ki aslında üzerinde kavga ettikleri bildirilerde de ABD’nin terördeki rolüne değinmeyerek aynı cephede buluşmuşlardı.

İYİP ve SP’nin ise İsveç’in NATO üyeliğine karşı oy vermesi, daha sonra yapılacak TBMM Genel Kurulu’ndaki oylama açısından en azından umut vericidir. Terörün ana sponsoru olan ABD’nin NATO’yu genişletme stratejine hayır diyebilmek, dünyanın ilk antiemperyalist kurtuluş savaşının siyasi karargâhı olmuş TBMM için bir onur meselesidir.

TBMM PAZARLIK ARACINA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Bildiri tartışmasının ve siyasette bolca vatan hainliği suçlaması yapılmasının hemen ardından İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM Dışişleri Komisyonu’na getirilmesi ise iki kere ayıptır.

Çünkü iktidar açısından milletvekilleri, AKP’nin dış politika pazarlığında kullanacağı oylara/ellere indirgenmiştir.

İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM’de onaylanması, AKP’nin ABD’yle pazarlıklarının bir parçasıdır. Öyle ki bizzat Erdoğan bunu açıklamış, ABD Başkanı Biden’ın kendisine “onayla İsveç’i, al F-16’yı” dediğini söylemişti!

Yine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da NATO toplantısı sırasında görüştüğü ABD ve İsveç dışişleri bakanlarına, -TBMM’nin iradesini gasp ederek- “İsveç’in NATO üyeliğinin birkaç hafta içinde TBMM’de onaylanacağının” sözünü vermişti; her iki bakan da bunu kendi kamuoylarına duyurmuştu.

Sonuç olarak egemen siyaset, hangi konuda kavga ederse etsin, NATO’culukta ve NATO’nun patronu ABD’nin taleplerini yerine getirmekte sımsıkı uzlaşmaktadır!

(Cumhuriyet)