2 Aralık 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -2 Aralık 2024-

Muazzez İlmiye Çığ, Alicia’lar, Roberto’lar ve Atatürkçülük -Selçuk Candansayar-

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümüyle “yeniden” alevlenen tartışmayı Luis Penzo’nun 1985 yapımı “La Historia Official” (Resmi Tarih) adlı muhteşem filmi aracılığıyla anlayabilir miyiz? Çığ’ın ölümüyle iki ana grup arasında tartışma çıktı. Sosyal medyanın kaçınılmaz “kirli bir dille edilen küfürlü yorumlarını” ve her iki taraftan da bu yorumları yapanları “filtrelersek”, Çığ ve kardeşi İtil bizi önemli bir tartışmaya götürüyor. Bir taraf Çığ’ın, kardeşi Turan İtil ve HZİ Vakfı ile ilişkilerini sorgulayıp onun bu sürecin etkin bir katılımcısı olduğunu iddia etti. Başını Sadık Usta’nın çektiği son olarak Orhan Bursalı’nın da katıldığı karşı taraftakiler ise Çığ’ın Atatürkçülüğünü, laiklik ilkesinin “Sümer Kraliçesi” olmasını öve öve bitiremediler. Bunu yaparken de Turan İtil’i dahi temize çıkarmaya çalıştılar.

Bu iki grup, günümüzde “bir anlamda yıkılmış olan” 1923 Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün sağ ve sol yorumlarının izlerini taşıyorlar. Aynı zamanda, 1980 Darbesi ile iktidarı ele geçiren faşist cuntanın, Kemalizmin devrimci yanını nasıl yok edip, yerine günümüzün siyasal İslamcı iktidarının yolunu açtığının da.

Önce Çığ’ın nasıl bir Atatürkçü olduğuna bakalım. “Çivi Çiviyi Söker” adlı nehir söyleşisinde Çığ, antikomünist olduğunu gizlemeye gerek bile duymuyor. “O yüzden komünizm denince tüylerim diken diken olur, sinirlenirim. Bu bakımdan Atatürk’ün peşinden gitmeyip de, komünizm peşinden giden gençlere hep çok kızmışımdır…” (sayfa 163). Üstelik antikomünistliği de Sovyetler’de özgürleşen kadınlarla ilgili iğrenç CIA propagandasıyla bağlantılı. Kadınlar istedikleri erkeklerle beraber oluyor, çocukların babası kim belli bile değil! Çığ, aynı kitapta kardeşi Turan İtil’in 12 Eylül Cuntası için cezaevlerinde araştırma yaptığını da kabul ediyor. Kitabın 49- 57 sayfaları arasındaki bölümde kardeşinin Cunta üyeleriyle nasıl tanıştığını, siyasi mahpuslar üstünde psikiyatrik araştırmalar yapışını, elde ettiği sonuçları bir toplantıda açıklayışını övünerek anlatıyor. Bu araştırmaların bilimsel araştırma etik kurallarına uygun olarak yapıldığını, hiçbir mahkuma ilaç verilmediğini de ekliyor!

ANTİKOMÜNİST ATATÜRKÇÜLER

Gelelim Turan İtil’e. ABD Kongresi belgelerine göre, Turan İtil, kendisi gibi ABD’li olmayan Amedeo S. Marrazzi ile birlikte sağlıklı insanlar ve psikiyatri hastaları üzerinde LSD deneyleri ve araştırmaları yapmışlar. Bu araştırmalar, CIA ve Amerikan Ordusu fonlarıyla yapılmış. Belgeler, CIA’in bu araştırmaları MK- Ultra projesi kapsamında yürüttüğünü ve insanlar üzerinde yapılan ilaç vb. araştırmaları denetleyen FDA’nın bu araştırmaları etik denetim dışında tuttuğunu gösteriyor. Çığ, kardeşi İtil’in diplomasının ABD’de sınava girmeden kabul edilmesiyle övünüyor. Kongre belgelerine göre ise bunun nedeni farklı olabilir! Yine kongre belgelerine göre, ABD içinde gizli yürütülen bu çalışmaların bir diğer ayağı da denetimin daha zayıf olduğu yabancı ülkelerde sürdürülmüş! Yabancı ülkelerden, özellikle sağlıklı insanlardan elde edilen veri karşılaştırmalar için kullanılmış! Turan İtil’in Almanya’dan ABD’ye geçmesinde ABD hükümetinin rolü olmuş. İtil, ABD’nin komünizmle mücadele programının gizli yürütülen bölümlerinde çalışmış. Bu araştırmalar Etik Kurallar denetiminden kaçırılmış.

İki kardeş de antikomünist Atatürkçülermiş galiba, ne dersiniz? Çığ, kardeşinin bu gizli ve etik dışı araştırmalarının farkındaydı ve onayladı mı, yoksa filmdeki Alicia’mıydı?

Alicia, Luis Penzo’nun 1985 yapımı “La Historia Official” (Resmi Tarih) muhteşem filminin baş karakteridir. Yabancı şirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve 5 yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile mutlu, huzurlu, güven ve refah içinde yaşayan bir tarih öğretmenidir. Mesleğine inançla bağlıdır ve öğrencilerine, belleğin hem insanların hem de toplumların en güçlü dayanağı olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Anlattığı Arjantin tarihine öğrencilerinin inanmıyoruz itirazlarına şaşıran Alicia, okul-ev arasını hep arabasının içinden seyrederek hayatını yaşarken, sürgünden dönen bir arkadaşı aracılığıyla önce Plaza Del Mayo anneleriyle tanışır, ardından, evlatlık kızının cuntanın işkencelerinde öldürüldüğünü, dahası bu “gerçeği” kocasının da bildiğini öğrenir. Tarih öğretmeni öğretmeye çalıştığı tarihin koca bir yalan olduğunu öğrenmeye başlar. Bu öğrenme sürecinde sevecen, müşfik kocasının “içindeki faşizme” de maruz kalır.

Muazzez İlmiye Çığ, ölümüyle içimizdeki Alicia’ları ve onun faşizmle el altından işbirliği yapan kocası Roberto’ları da açığa çıkarmışa benziyor. Kimin Alicia, kimin Roberto olduğu da önemli tabii, ama asıl önemli olan Atatürkçülüğün sağcı (sıkışınca faşist) kanadının 12 Eylül Faşizmiyle olan bağını ve günümüzün siyasal İslamcı iktidarına Bahçeli’nin verdiği desteği anlamamızı sağlaması.

ROBERTO’LARA MARUZ KALDILAR

Peki, 1923 Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk’ün sosyalist eleştirisiyle güçlenen solcu kanadına ne oldu? 12 Eylül Cuntası Kemalist devrimin sosyalist yorumunu kıyıma uğrattı. Sadece devrimcileri değil, Mustafa Kemal’in devrimci potansiyelini de öldürdü. Kalanlar, yıllardır İtil’in yapıp ettiklerini anlatıyor ve unutulmamasını sağlamaya çalışıyorlar. Çığ’ın ölümüyle bunları sanki ilk defa söylüyorlarmış gibi, bu kez de “ölünün ardından konuşuyorlar, Laiklik kraliçesini eleştirerek AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar” diye bağıran Roberto’lara maruz kaldılar.

Sümer Kraliçesi’nin sözcüleri arasında Alicia’lar da var mıdır, bilinmez.

                                                               /././

Asgari ücreti kim saptayacak? Komisyon lağvedildi!-Aziz Çelik-

Kamuoyunda asgari ücretin Komisyonda belirleneceği şeklinde yaygın bir yanılgı var. Oysa Asgari Ücret Tespit Komisyonu uzun bir süredir sadece yasal bir formaliteden ibaret! İronik ama çoğu Komisyon üyesi asgari ücreti televizyonlardan bizimle birlikte öğrenecek.

Asgari ücret için günlerdir merakla beklenen tarih belli oldu. Asgari Ücret Tespit Komisyonu 10 Aralık 2024’te Çalışma ve Sosyal Güvelik Bakanlığında toplanacak. Kamuoyunda Komisyonun yeni asgari ücreti belirlemek için toplanacağı kanaati yaygın. Sanılıyor ki Komisyon toplanacak, Komisyonun 15 üyesi çatır çatır müzakere edecek ve bu müzakereler sonunda 2025 asgari ücreti belirlenecek. Aslında bu yaygın kanaatin çok haklı bir temeli var. Türkiye’de asgari ücret üç taraflı bir mekanizma olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından belirlenmesi kanun hükmü. Asgari ücretin Komisyon tarafından belirlenmesi gerekir. Ancak kazın ayağı öyle değil!

Asgari ücret Anayasa’nın “Ücrette adalet sağlanması” başlıklı 55. maddesiyle Anayasal güvenceye alınmış bir sosyo-ekonomik hak. İş sözleşmesiyle çalışan bütün işçileri kapsayan asgari ücretin miktarı 4857 sayılı İş Kanununa göre Asgari Ücret Tespit Komisyonu kararı ile belirlenir. Karar Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer. Komisyon kararları kesin olup değiştirilemez ve itiraz edilemez.

NASIL SAPTANIYOR?

Dünyada farklı asgari ücret tespit yöntemleri var. Bunlardan biri asgari ücretin hükümet tarafından tek taraflı olarak belirlenmesi, ikincisi hükümet ve sosyal taraflar arasında müzakere yoluyla (üçlülük ilkesi) belirlenmesi ve son olarak da ulusal ve sektörel toplu iş sözleşmeleri yoluyla asgari ücret tespiti. Asgari ücretin üçlü müzakere ile belirlenmesi dünyada en yaygın asgari ücret tespit yöntemi.

Türkiye’de 1950’lerden bu yana asgari ücret üç taraflı (işçi, işveren, hükümet) bir yöntemle belirleniyor. 75 yıldır asgari ücret (başlarda yerel komisyonlar ve ardından ulusal düzeyde bir komisyon tarafından) belirleniyor. Bu nedenle asgari ücretin günümüzde de Komisyon tarafından belirleneceği kanaati çok yaygın. Geçmişte gerçekten de asgari ücret komisyonlar tarafından belirlendi. Kuşkusuz hükümetlerin ağırlığı oldu. Çoğu kez asgari ücreti hükümet-işveren ittifakı belirledi. Ancak asgari ücret fiilen Komisyonda tartışıldı ve Komisyonda kabul edildi. Geçmişte Komisyonda asgari ücret müzakere edilirdi. TÜİK (eski DİE) Komisyona asgari ücret tespitine yönelik harcama tutarlarını sunardı ve bunlar üzerinde kamuoyunda da tartışmalar olurdu. Hatta Komisyon müzakereleri çok zor geçerdi. Öyle ki 1969 yılında asgari ücret Komisyonun 11 ay 27 gün süren 37 toplantısı sonunda saptanabilmişti.

Asgari Ücret Tespit Komisyonunda beş hükümet, beş işveren ve beş işçi temsilcisi yer alıyor. İşçi ve işveren temsilcileri en çok üyeye sahip üst işçi ve işveren örgütleri tarafından (işçi temsilcileri Türk-İş ve işveren temsilcileri ise TİSK) saptanıyor. Komisyona DİSK ve Hak-İş katılamıyor. Böylece işçilerin önemli bir bölümünün Komisyonda temsili engelleniyor. Komisyon kararları kesin nitelikli olduğu için asgari ücret tespit sürecinde toplu pazarlık sürecinde olduğu gibi uyuşmazlık prosedürü işlemiyor.

SADECE ADI VAR

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yapısı 2018’e kadar hep iş kanunları ile saptandı. Asgari ücret iş kanunları ile düzenlendiği için bunu saptayacak komisyonun da İş Kanunu içinde yer alması kanun yapma tekniği ve yasama kalitesi açısından bir zorunluluk. Ancak 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla başkanlık rejimine geçilmesi sırasında sessiz sedasız bir biçimde Asgari Ücret Tespit Komisyonu ile ilgili önemli bir değişiklik yapıldı.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu 10 Temmuz 2018’de yayımlanan 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile İş Kanunu kapsamından çıkarılarak Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içine alındı. 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 522. maddesinin (f) bendi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içindeki idari kurul, konsey ve komisyonlar arasına alındı. Böylece Komisyon doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış oldu.

Oysa Asgari Ücret Tespit Komisyonu 4857 sayılı İş Kanunu’nda açıkça düzenlendiği için konunun Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile düzenlenmesi Anayasa’nın 104. maddesine göre mümkün değildi. Komisyon’un Cumhurbaşkanlığına bağlanması için dolambaçlı ve muvazaalı bir yol izlendi. Önce 2 Temmuz 2018 tarih ve 700 sayılı KHK’nin 145. maddesi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na ilişkin İş Kanunu’nun 39. maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırıldı ve ardından Komisyon 1 sayılı CBK ile yeniden düzenlendi.

Komisyonun neden İş Kanunu sistematiği dışına çıkarıldığına ilişkin bir gerekçe kamuoyu ile paylaşılmadı. Bu konuda işçi ve işveren taraflarının görüşü alınmadı. Asgari Ücret Tespit Komisyonunun Cumhurbaşkanlığı teşkilatı içine alınması Cumhurbaşkanı’nın tek başına komisyonun yapısının değiştirmesine olanak tanıyor. Komisyon İş Kanunu kapsamında kalsaydı değişiklikler TBMM tarafından kanunla yapılabilecekti. Oysa şimdi Komisyonun yapısı, komisyonun toplam üye sayısı, tarafların temsil oranı ve Komisyona kimlerin katılabileceği Cumhurbaşkanı tek başına belirleyebilir. Cumhurbaşkanı isterse Komisyona 10 hükümet temsilcisi atayabilir. Komisyonun bileşiminin idari bir kararla değiştirilmesi doğrudan asgari ücret tespitine müdahale anlamına geliyor.

Sorun sadece Komisyonun adeta bir idari vesayet altına alınması değil. Fiilen işlevsiz hale gelmesidir. Son yıllarda Komisyon toplantıları da işlevsiz hale gelmiş durumda. Asgari ücret Komisyonda müzakere edilmemekte, Komisyon toplantıları prosedürel, biçimsel toplantılara dönüşmektedir. Asgari ücret hükümet tarafından uygulanan ekonomi politikasına ve dönemim siyasal ihtiyaçlarına göre belirlenmektedir. Seçim dönemiyse hükümet asgari ücret konusunda oldukça bonkör davranabilmektedir. Örneğin AKP hükümeti kaybettiği Haziran 2015 seçimlerinin tekrarı olan Kasım 2015 seçimlerini almak için enflasyon yüzde 8 iken asgari ücrete yaklaşık yüzde 30 zam yapmıştır. Aynı şekilde seçimler nedeniyle 2022 ve 2023 yıllarında asgari ücret yılda iki kez artırılmıştır.

BAŞKA BİR SÜREÇ

Dolayısıyla asgari ücretin komisyonda pazarlıkla belirlenmesi uygulaması çoktan rafa kaldırılmış durumdadır. Prof. Dr. Mesut Gülmez’in vurguladığı gibi Komisyon fiilen lağvedilmiştir. Hatta öyle ki bazı dönemlerde Komisyon üyelerinin bir bölümü asgari ücreti televizyonlardan öğrenmiştir. Asgari ücret tespit sürecinin ve Komisyonun kadük hale gelmesi ülkedeki rejimim karakteristiğinin bir diğer örneğidir. Kurumların ve kuralların rafa kaldırıldığı ve her şeyin idari bir kararla belirlendiği başkanlık rejiminde asgari ücret tespit sürecinin de iğdiş edilmesi şaşırtıcı değil.

Şaşırtıcı olan ortada bir Komisyon varmış, Komisyon müzakeresi ve Komisyon iradesi olacakmış gibi davranmaktadır. Artık gerçek bir Komisyon süreci yoktur. Komisyon kağıt üzerinde kof bir mekanizmadır. Komisyon müzakereleri nafiledir. Komisyon toplanıp sohbet edecektir. Çay kahve içecektir. Ancak asgari ücretin ne olacağına karar vermeyecektir. Komisyon sadece asgari ücret kararını imzalayıp Resmî Gazete’de yayımlanmasını sağlayacaktır. Hatta yakın geçmişte olduğu gibi henüz resmi Komisyon kararı yokken asgari ücreti ilan edilecek. Komisyon üyeleri de ilan edilen bu asgari ücreti imzalayacaktır.  O yüzden sanki bir müzakere varmış, sanki Komisyon varmış oyununa son vermek gerekir. Madem hükümet asgari ücreti tek başına belirliyor Komisyona ne gerek var! Bu oyuna son vermenin ve asgari ücreti toplu iş sözleşmeleriyle ve teşmil yoluyla belirlemenin vakti geldi de geçiyor. Sendikalar tarafından toplu iş sözleşmeleriyle belirlenen asgari ücretler sektörel asgari ücret olsun. Kamu kesimi çerçeve protokolü (toplu iş sözleşmesi) ile belirlenen en az işçi ücreti de ülke çapında asgari ücret olsun.

Devlet özel sektör işçisiyle kamu işçisi arasında ayrım yapamayacağına göre kamu kesimi en az işçi ücreti genel asgari ücret olarak uygulansın. Sendikaların bağıtladığı toplu iş sözleşmeleri de farklı sektörler ve bölgeler arasında farklılaşmayı sağlamış olsun. Komisyon asgari ücret için artık nafile mekanizmadır. Artık başka bir asgari ücret tespit yöntemine ihtiyaç var. Sendikaların teşmil ve toplu iş sözleşmesinde ısrarcı olması lazım.

***

YENİ BİR 12 EYLÜL UYGULAMASI!

12 Eylül askeri darbesi sonrası DİSK ve üye sendikalarının yönetici ve temsilcilerine yönelik hukuksuz gözaltı ve tutuklamalara benzer şekilde DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve DİSK Genel-İş Sendikası Genel Başkanı Remzi Çalışkan ile DİSK Çukurova Bölge Temsilcisi Kemal Göksoy tutuklandı. Tutuklananlar arasında çok sayıda insan hakları aktivisti ve siyasetçi de var.  DİSK Genel Başkan Yardımcısına yönelik keyfi gözaltı ve tutuklama 12 Eylül sonrasında ilk kez yaşanıyor. Gerçi 2010 yılında DİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ile sendika yöneticileri işverenlerin şikayeti nedeniyle tutuklanmıştı ancak hükümet tarafından yürütülen soruşturma sonucunda bir DİSK Genel Başkan Yardımcısının tutuklanması 12 Eylül sonrasında ilk kez yaşanıyor.

Çalışkan ve Göksoy’un keyfi ve soyut iddialarla tutuklanması otoriter rejimin hukuksuzluğunun ve keyfiliğinin yeni bir örneği ve hatta zirvesidir. AKP döneminde hukuk devletini hiçe sayan keyfi uygulamalar ilk değil. Ancak DİSK tutuklamalarının sembolik anlamı büyük. Yüzbinler işçiyi temsil eden, hergün ortalıkta olan, siyasilerle, valilerle görüşen adresi, göre yeri belli olan sendikacılara yönelik kriminalleştirme operasyonları sıradan bir adli uygulama değil.

Uzun yıllarda boyunca Genel-İş Yönetim Kurulu üyeliği, genel başkanlığı ve DİSK genel başkan yardımcılığı yapan, çağrıldığında ifadeye gidecek bir sendikacının sabaha karşı operasyonlarıyla ve keyfi yöntemlerle gözaltına alınması, günlerce gözaltında tutulması, tutuksuz yargılanması kanunen zorunlu ve mümkün iken tutuklanması hukuk tanımazlıktır.

Kuşkusuz bir hukuk devletinde kim olursa olsun, makamı ve unvanı ne olursa olsun herkes soruşturulabilir ve yargılanabilir. Hukukun üstünlüğü bunu gerektirir. Ancak adil yargılanma hakkı hukuk devletinin olmazsa olmazıdır. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar hukuk devletine değil polis devletine özgüdür. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar ile sendikacılar zan altında bırakılacak ve sendikal örgütlenmeyi engellemek için kara propaganda olarak kullanılacaktır. Dolayısıyla bu keyfi tutuklamaların kişisel boyutu yanında doğrudan sendikal faaliyeti ve DİSK’i engellemeye yönelik boyutu son derece önemlidir.

DİSK ve Genel-İş yöneticileri 12 Eylül darbesinin ardından da gözaltına alınmış ve yıllarca tutuklu kalmıştı. Keyfi uygulamalarla, mesnetsiz ve hukuksuz iddialarla idam talebiyle yargılanan DİSK ve Genel-İş Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve DİSK’li sendikacılar 11 yıl sonra beraat etmişti. 12 Eylül’ün sendikalara ve sendikacılara dönük hukuksuzluğunu mevcut rejim de sürdürüyor! Remzi Çalışkan ve Kemal Göksoy’un tutuklanması sendikacılara ve sendikal faaliyete açık bir saldırı, gözdağıdır. Sendikacılık, sendikal faaliyet suç değildir! Çalışkan ve Göksoy serbest bırakılmalıdır.

                                                                /././

Kral çırılçıplak gördünüz mü?-Yaşar Aydın-

Kalıcılaşmış OHAL koşullarında seçime gitmek istiyorlar. Ellerinde baskıdan başka bir şey kalmadı. Fakat ülkenin iyiden, güzelden yana insanları birleşerek bu çürümüş sistemi tarihin çöplüğüne yollayacak.

Bildik bir hikâyedir. Kralın terziler tarafından kandırıldığını ve aslında çıplak olduğunu söylemeye sadece bir çocuk cesaret eder. Sonra da gerçek tüm ülkeye yayılır.

                                                    Erdoğan’a İsrail ile ticareti soranlar gözaltına alındı.

                                          https://twitter.com/i/status/1862480793576382954

Benzer bir olay geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı TRT World Forum etkinliğinde gerçekleşti. Cumhurbaşkanı her zaman olduğu gibi Filistin’le ilgili hamaset yaparken iki ses, iki soru duyuldu: Neden İsrail’le ticarete devam ediyorsunuz, neden Azeri petrolü İsrail’e Türkiye üzerinden akmaya devam ediyor?

Soruyu soranlar ve yanındakiler yazının yazıldığı saatlerde halen gözaltında kalmaya devam ediyorlardı. Gözaltı gerekçesinde “cumhurbaşkanına hakaret” yazıyordu. Bu sorunun neresi hakaret ayrı konu. Ama asıl olan Erdoğan’ın düştüğü durum.

Tıpkı masaldaki gibi çıplak olduğu yüzüne söylendiğinde ne kadar çaresiz ve güçsüz olduğunu TRT sayesinde dünya alem gördü. Tabi masalla farklı yönleri de var. Masaldaki kral üzerinde bir elbise olduğunu, kendini giyinik sanıyordu, Erdoğan ise kendi durumunun farkında tüm ülkeye ne kadar güzel bir ceket içinde olduğunu inandırmaya çalışıyor. Çıplaklığı yüzüne vurulunca doğal olarak sadece terzilerinin değil kendisinin de yalanı ortaya çıkıyor ve etkisi çok daha güçlü oluyor.

Üstelik bu durum Erdoğan’ın başına ilk kez de gelmiyordu. Aslında ne zaman kurgulanmışın dışında halkla bir karşılaşma olsa ya da gerçek bir gazeteciyle mülakat yapsa benzer durum ortaya çıkıyor. Hemen öfkeleniyor, şaşırıyor, anlamsız cümleler kurmaya başlıyor. Çünkü büyük Reis hakikat karşısında çok zayıf.

CİLAYI KAZIYINCA DEFOLAR ÇIKIYOR

Çözüm, kayyum, yumuşama ve benzeri başlıklar toplum üzerinde Cumhur İttifakı’nın yenilmez bir armada olduğu yanılsaması yaratıyor. Bir de buna devasa propaganda gücüyle muhalefetin kafa karışıklığı eklenince gerçekle yaratılan illüzyon arasında makas çok büyük oluyor.

Geçen hafta sonu Ank-Ar (Ankara Araştırma Merkezi) bir kamuoyu yoklaması yayınladı. Araştırmaya göre daha önceki seçimlerde AKP’ye oy verenlerin yüzde 40’ı “AKP’ye tekrar oy vermeyeceğim” diyor. Yine araştırmaya göre bu oranın yüzde 30’u kendini karasızlar saffına atmış durumda. Araştırmada ilginç olan diğer bir veri AKP’den CHP’ye geçen seçmenle ilgili. Daha önce AKP’ye oy verenlerin yüzde 4’ünün üstünde bir kesim ankete katılarak ilk seçimde “CHP’ye oy veririm” demiş. Anketi değerlendiren Ank-Ar direktörü Mert Uzunsoy AKP’den kopup CHP’ye yanaşanların ağırlıklı olarak orta ve düşük gelirliler olduğunu ifade ediyor. Yani yoksullaşmaya başlayan ya da yoksul olanlar bir arayış olarak AKP’den CHP’ye doğru meyil etmiş. Bu da aslında siyasetin merkezinin nereye oturtulması konusunda muhalefet partilerine önemli bir veri sağlıyor.

Son haftalarda yapılan araştırmaların tamamında bu durumu destekleyen sonuçlar bulmak mümkün. Anketlerin ortalamasından gidersek en az yüzde 70’i içinde bulunduğu durumdan, yaşamından memnun değil. Yine yüzde 60’ından fazla bir kesim çözüm için erken seçim istiyor. İki rakamın ortasında bir oran da sorunun kaynağı olarak başkanlık sistemini görüyor ve o sisteme karşı.

Görüldüğü gibi İktidarı, ekonomik ve siyasal alanda başarısız bulanların, sistemin değişmesini isteyenlerin oranı, muhalefet partilerinin oylarının toplamından çok daha yukarıda.

Özetle nereden bakarsanız bakın halkın gözünde çöken, çözülen, çürüyen ve daha da önemlisi beklenti yaratamayan bir iktidar var. AKP seçmeninin bir bölümünde Erdoğan’ın bile inandırıcılığı kalmamış durumda. İktidar temsilcilerinin tüm caka satmalarına rağmen yüzlerine sürülen kat kat boya silinince yaşlı, yorgun ve çaresiz halleri ortaya çıkıyor. Aslında hep birlikte kağıttan kaplanların, topal ördeklerin ülkeyi uçuruma sürüklemelerine tanıklık ediyoruz.

GERİLİM VE BASKI DAHA FAZLASI YOK

Suriye, Orta Doğu, Kürt çözümü, anayasa, kayyum ne varsa hepsinin kuyruğunun bağlandığı yer Erdoğan’ın bir kez daha aday olup seçilmesi. Böylece sistem kalıcılaşacak istedikleri kadar iktidarda kalacaklar. Milyonlarca insanı başka bir yolun olmadığına ikna etmeye çalışıyorlar. Aksini düşünenler için hayatı cehenneme çevirecekleri tehdidiyle bunu yapıyorlar. Şu cürete, utanmazlığa bakın.

Verili koşullarda bile halkı ikna edemeyeceklerinin farkındalar. Kalıcılaşmış ve daha da sertleşen OHAL koşullarında ülkeyi yönetmek ve seçime gitmek istiyorlar. Ellerinde baskı yasaları, şiddet ve “düşük yoğunluklu sınır ötesi gerilim” durumu dışında bir şey kalmadı. Hepimiz bunlarla hizaya getirmeye ve orada tutmaya çalışıyorlar.

Ama yağma yok. Bu ülkenin iyiden, güzelden ve doğrudan yana olan insanları birleşerek bu çürümüş sistemi tarihin çöplüğüne yollayacak.

Erdoğan bir konuşmasında Ahmed Arif’in bir şiirini okumuş. Ağzına hiç yakışmadığını söyledikten sonra bir Ahmed Arif dizesi de bizden olsun:

Havva anan dünkü çocuk sayılır.

Anadolu’yum ben tanıyor musun?

***

OSMAN ÖĞRETMEN’İN VASİYETİ

BirGün’ün 20’inci yılı için hazırlanan ‘Bir Düş’ belgeselinin gösterimi ülke çapında devam ediyor. Bugüne kadar binlerce insanı bir araya getiren belgeselin İzmit gösteriminde aktarılan bir öykü hepimizin omuzundaki yükü çoğalttı. Timur Soykan’la birlikte gittiğimiz etkinlikte geçen aylarda kaybettiğimiz Osman Bahçeci öğretmenimizin vasiyetini öğrendik. Kocaeli’nden yolu geçen her devrimci Osman öğretmeni tanır. Kavganın 70’inde, 80’inde 2000’inde de vardı. Geri adım atmadan her zaman örgütlü yaşadı. Gazetemizin kuruluşunda ve sonrasında hep omuz verdi. Osman öğretmen ölümün yaklaştığını hissettiği günlerde ailesini ve arkadaşlarını yanına çağırarak onlara bir vasiyette bulundu. Sevgili Osman abimiz vasiyeti yayına başladığı andan itibaren her gün okuduğu gazetemizin ölümünden sonrada aynı büfeden aksatılmadan alınması olmuş. Yani ölümden sonra bile dayanışmasını ihmal etmemiş Osman öğretmen. Şimdi BirGün’e sadece bir gazete mi diyeceğiz, öyle mi davranacağız? Bu mümkün değil. Evet, bizim bir düşümüz var. Ama bu düş bir gazetenin sınırlarını çok aşan Osman öğretmenlerin düşüdür. Ve bizi güçlü kılan da odur.

                                                                /././

Ya zehir ya açlık siz hangisini alırdınız?-Gözde Bedeloğlu-

Access to Nutrition Initiative (ATNI) tarafından yayımlanan gıda raporuna göre Nestlé, PepsiCo ve Unilever gibi çok uluslu gıda ve içecek şirketlerinin sattığı ürünlerin kalitesi düşük gelirli ve zengin ülkeler arasında farklılık gösteriyor.(https://accesstonutrition.org/) Rapora ilişkin Oksijen Gazetesi’nin (29 Kasım - 5 Aralık) hazırlayıp manşete taşıdığı haberde dikkat çeken bilgiler var. Buna göre dünya obezite vakalarının yüzde 70’i orta ve düşük gelirli ülkelerde görülüyor. Sebeplerinden biri şeker, yağ ve tuzun bolca kullanıldığı işlenmiş gıdaların büyük çoğunluğunun bu ülkelerde satılıyor olması. Bu ucuz gıdaların diyabet ve kalp hastalığı oranlarının artmasına katkıda bulunduğu tahmin ediliyor. Haberde ayrıca, büyük şirketlerin yerel rakipleri ve üretim tesisleri gibi yatırımları satın alarak gelişmekte olan ülkeleri hedef aldığı; sağladıkları ekonomik fayda ve istihdamı öne sürerek hükümetlerin gıda politikaları üzerinde etkili oldukları vurgulanıyor. Bu, halkın sağlıklı gıdaya ulaşım hakkına karşı yapılan açık bir saldırı.

AKP hükümeti 2018 yılında, satılan ya da kapatılan pek çok kamu işletmesi gibi (Sümerbank, Et Balık Kurumu, TEKEL, Türk Telekom) şeker fabrikalarının da ‘ekonomiye katkı’ gerekçesiyle özelleştirilmesine karar vermişti. Ancak örnekler bu özelleştirmelerle zenginleşenin sadece sermaye sahipleri olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin 2003 yılında TEKEL’in alkol bölümüne (17 fabrika) 292 milyon dolar karşılığında sahip olan Mey Grup yaklaşık üç yıl sonra hisselerinin tamamına yakınını 810 milyon dolara ABD’li Texas Pacific Group’a sattı. TPG de 2,1 milyar dolara İngiliz Diageo şirketine sattı. Bu satış rakamları AKP’nin kimlere ‘ekonomik katkı’ sağladığını kanıtlıyor. ATNI tarafından yayınlanan raporda da açıkça belirtildiği gibi şeker insan sağlığına büyük zarar veriyor. Ancak bilim bize, mısırdan üretilen nişasta bazlı şekerin, şeker pancarından üretilen şekere göre çok daha fazla zararlı olduğunu da söylüyor. Bu noktada, şeker pancarının ana üreticisi konumundaki Türk Şeker Fabrikaları’nın uluslararası tekellere satılmasını diğer kamu şirketi özelleştirmelerinden ayıran en önemli faktör halk sağlığını yakından ilgilendirmesiydi.

***

Türkiye’de, nişasta bazlı şeker üretimi yapan Amerikan şirketi Cargill ilk tesisini Bursa’da, Devlet Su İşlerinin’nin sulama sahası içine inşa etti. Mevzuata göre tarımda kullanılması gereken topraklar üzerinde kurulmasına göz yumulan şirketin izinleri yıllar sonra Danıştay tarafından iptal edildiyse de fabrikada üretime devam edildi. Su kaynaklarına zarar veren Cargill’in aşması gereken diğer sorun nişasta bazlı şeker için uygulanan kotaydı. AB ülkelerinde yüzde 2 olan kota Türkiye’de 2021 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla yüzde 2.5’ten yüzde 5’e çıkarılmış ve bu artış muhalefet tarafından Cargill’e ‘hediye’ olarak yorumlanmıştı. Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin telafisi olmayan bir kayba dönüşeceği; Türkiye’nin, pancar şekerinde kendine yeterliliği olan ülke konumunu kaybedeceği; halkın sağlığa daha zararlı olan nişasta bazlı şekere mahkûm edileceği konusunda uyarılarda bulunmuştu.

***

Türkiye’de halk sağlığını tehdit eden bir diğer sorun tarım ürünlerinde kullanılan zehirler yani pestisitler. Heinrich Böll Stiftung Derneği geçen yıl, dünyada ve Türkiye’de pestisit kullanımına dair kapsamlı bir rapor sundu. Pestisit Atlası’nın Türkiye ayağını hazırlayan Doktor Bülent Şık, 23 milyon çocuğun pestisit tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ifade etti. Raporda yer alan verilere göre, dünyada yılda 4 milyon ton pestisit kullanılıyor. AB tehlikeli pestisitlerin Avrupa’da kullanımını yasakladı ama bunların üretim ve ihracatını engellemedi. Pestisit zehirlenmesinde ağır seyreden vakalarda kalp, akciğer ya da böbrek gibi organların iflas etmesine de sıkça rastlanıyor. Pestisitler ayrıca karaciğer ve meme kanseri, tip 2 diyabet ve astım, alerji, obezite ve hormon bozuklukları açısından artan risk oranlarıyla da ilişkili. Türkiye’de en yoğun pestisit kullanımının Adana, Mersin, Manisa, Aydın, Bursa, İzmir ve Antalya’da olduğu tespit edildi.

Şirketler, dünyanın en yoksul ülkelerine sağlıksız ürün satarken, bizim gibi ‘gelişmekte olanların’ hükümetleri de uluslararası tekellerin gıda politikaları üzerinde etkili olmasına izin vermekle meşgul. Öğrencilere, okullarda bir öğün yemek verecek bütçeyi denkleştiremeyen iktidar, çocuklar için değil sağlıklı gıdayı, ekonomiyi yönetemeyişiyle, zehir taşıyan ucuz hazır gıdaları bile ulaşılmaz kıldı. Zehir de pahalı artık.

                                                                 /././

Sevk alana rapor bedava!-Osman Öztürk-

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi geçen Pazartesi Meclise verildi. Perşembe günü Komisyonda görüşüldü. Bu hafta içinde, muhtemelen yarın da Genel Kurula gelecek.

Kanun Teklifi medyada ağırlıklı olarak “GSS prim borçlarına af geliyor” şeklinde yer aldı.

Peki gerçekten öyle mi?

Birincisi, Teklifle sadece 5510 sayılı Kanunun 60. Maddesinin birinci fıkrasının (g) bendindeki sigortalılar için “af” öneriliyor. Yani; işçi, memur, esnaf, isteğe bağlı sigortalılar ve benzeri GSS’liler değil, sadece “Yukarıdaki bentlerin dışında kalan ve başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı bulunmayan” sigortalılar “af” edilecek.

İkincisi, söz konusu “af” 2015 öncesine ait.

CHP Bursa milletvekili Prof. Dr. Kayıhan Pala ile konuştum. İşin asıl komik tarafını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Komisyonda açıklamış. Kanunda zaten on yıllık zaman aşımı olduğu için bu borçlar kendiliğinden ortadan kalkacakmış. Ama böyle bir düzenleme yapılmazsa ay sonuna kadar bütün GSS prim borçlularına ödeme emri çıkartmak zorunda kalacaklarmış.

SGK müdürlüklerini iş yükünden ve posta masrafından kurtarmak için bu maddeyi önermişler, millete de “af” diye yutturmaya çalışıyorlar.

***

Kanun Teklifinde en dikkat çeken düzenlemelerden biri aile hekimlerinden alınan bazı sağlık raporları artık paralı olacakmış.

Peki neden öyle olacakmış?

AKP’nin hekim milletvekillerinden Ümmügülşen Öztürk açıklamış. Şimdiye kadar raporlar parasız olduğu için aile hekiminden rapor isteyip de alamayan hasta öfkelenip saldırıyormuş. Şimdi artık paralı olunca saldırmayacakmış!

Allah akıl, fikir, zihin açıklığı versin de o öfkeli hasta “Parasıyla değil mi, niye vermiyorsun?” diye saldırırsa ne olacak, onu anlayamadım.

***

Teklifte aile hekimleriyle ilgili bir diğer önemli düzenleme de alternatif tıpla ilgili.

Şimdi, malumunuz, aile hekimleri gün boyunca aile sağlığı merkezlerinde boş boş oturuyor, hatta dükkanın önüne sandalye atıp müşteri bekleyen esnaf gibi can sıkıntısından esneyip duruyorlar ya, artık durum değişecekmiş.

Mesai saatleri bittikten sonra hastalara sülük takıp hacamat çekeceklermiş. Tabii ki o da parasıyla olacakmış. Aldıkları paraları da Sağlık Bakanlığı’yla kırışacaklarmış.

Bu değişikliğin gerekçesi de Komisyon tutanağında var. Meğerse Ümmügülşen Hanımın konusu komşusu sokaklarda, sitelerde, her yerde, bu konuda hiç eğitim almamış hacamatçılara, haccamelere gelişigüzel yaptırıyorlarmış. Şimdi artık eğitimli doktorlara yaptıracaklarmış. Ne varmış bunda, neden karşı çıkılıyormuş?

Bu düzenlemeye en büyük desteği de sözde hekim sendikası Hekimsen’in Risale-i Nurcu Başkanı Adil Kurban vermiş. Meğerse kendisi bu konuda engin bilgi sahibiymiş, daha önce makalesini de yazmış; Çin’de bir vatandaş alternatif tıp sayesinde tam 256 yıl yaşamış!

Önümüzdeki ay 66 yaşımı dolduruyorum.  Düşündüm de, üzerine bir 190 yıl daha eklemek hiç fena olmaz. Onun için ben bu maddenin çıkmasını dört gözle bekliyorum. Hemen koşup bu şakirte kayıt yaptıracağım. Bence siz de acele edin. Yalnız öne geçmek yok, kuyruğa girin.

***

Kanun Teklifinde GSS ile ilgili en önemli değişiklik 11. maddede yer alıyor.

Mevcut 5510 sayılı Kanuna göre muayene katılım payı 2 TL ve SGK bu miktarı on katına kadar arttırmaya yetkili. İşte o 2 TL şimdi 20 TL’ye çıkarılıyor ve gene on kat artabilecek.

Peki o zaman ne olacak?

Şimdi hani önce hastaneye, sonra da eczaneye gidiyorsunuz; ilaç katılım payının dışında bir de devlet hastanesine gittiyseniz 6 TL, eğitim araştırma hastanesine gittiyseniz 7 TL, üniversite hastanesine gittiyseniz 8 TL, özel hastaneye gittiyseniz 15 TL ödüyorsunuz ya, işte o rakamlar değişecek.

SGK bu miktarları 200 TL’ye kadar yükseltebilecek. Her sene de yeniden değerleme oranı kadar arttıracak.

Durun, hemen telaşlanmayın. Eğer hastaneye gitmeden önce aile hekiminize uğrayıp sevk alırsanız ödemeniz gereken para 100 TL’ye kadar inebilecek. Onun gerekçesini de Sağlık Bakan Yardımcısı Şuayip Birinci açıklamış; böylece aile hekimliği sistemini cazibeli hale getireceklermiş.

Yani diyelim aile hekimine gidip 100 TL’ye sağlık raporu aldınız, yanında bir de bir hastaneye sevk alırsanız o parayı geri almış olacaksınız. Hatta iki hastaneye sevk alırsanız kâra bile geçebilirsiniz!

Tersinden de okuyabilirsiniz. “Aile hekimi patron çıldırdı. Sevk alana rapor bedava!”

Üzerine aile hekiminize bir de kupa çektirirseniz 256 yıl yaşamanız garanti.

                                                                  /././

Gazın maliyetine ‘ticari sır’ perdesi -Mustafa Bildircin-

Bakanlık, “Karadeniz Gazı’nın maliyeti sır oldu” açıklamalarını haklı çıkartan yeni bir yanıta imza attı. Gazın maliyeti hakkında soru önergesine yanıt veren Bakanlık, “Önergeye konu sorular ticari sır kapsamındadır” dedi.(https://www.birgun.net/haber/gazin-maliyetine-ticari-sir-perdesi-580545)

                                                               ***

Ağzını açana soruşturma!

Üniversitelerde yaşanan sorunları protesto eden öğrencilere, üniversiteler tarafından soruşturma açılmaya devam ediyor. Marmara Üniversitesi’nde kadın cinayetlerini protesto eden 25 öğrenciye soruşturma açıldı.(https://www.birgun.net/haber/agzini-acana-sorusturma-580529)

                                                              ***

Yemek kartlarına 'asgari ücret' düzenlemesi

Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelik değişikliğine göre, yemek kartları ve çekleri kapsama alınırken, günlük hesaplamada asgari ücretin formülasyon şartı kaldırıldı. Resmi Gazete’de ‘Sosyal sigorta işlemleri yönetmeliğinde değişiklik yapılmasına dair yönetmelik’de değişiklik yapıldı. Yapılan değişiklikte şu ifadelere yer verildi: “İşyerinde veya müştemilatında yemek verilmeyen durumlarda, sigortalıya yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaatlerin nakit olarak ya da yemek hizmetinin alınması dışında kullanılabilecek yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanması halinde, fiilen çalışılan günlere ait bir günlük yemek bedelinin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen tutarının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunulacak tutarını aşmayan kısmı.” Resmi Gazete'de yayımlanan düzenleme 1 Ocak 2025 tarihinde yürürlüğe girecek.

                                                        ***

Türk Eczacıları Birliği: Çok ciddi halk sağlığı sorunuyla karşı karşıyayız

Türk Eczacıları Birliği Başkanı Eczacı Arman Üney, eczane dışı denetimsiz mecralarda satılan ürünlerin sahte olma olasılığına işaret etti ve ekledi: "Çok ciddi bir halk sağlığı sorunu ile karşı karşıyayız." 

“Maalesef gıda takviyeleri, vitaminler ve bitkisel ürünler market raflarından veya internetten denetimsiz bir şekilde satılıyor. Vatandaşlarımızı uyarmak istiyoruz. Bu ürünlerin hangi koşullarda üretildiği, ambalajlandığı, saklandığı ve tüm bu süreçlerin ne şekilde denetlendiği çok önemlidir. Tüm bunlar, bu ürünün ne kadar etkili, ne kadar kaliteli ve ne kadar güvenilir olduğunu belirler. Her şeyden önce eczane dışı denetimsiz mecralardan satılan ürünlerin sahte olma olasılığı çok yüksektir. Doğru saklama koşullarına uyulmadığı için bozulmuş olabilirler. Dahası bazı ürünlerin içerisine yasaklı etken maddeler eklenebildiğini de gördük. Bunların yarattığı acı sonlara, kaybolan hayatlara şahit olduk. Dolayısıyla şu çok net; çok ciddi bir halk sağlığı sorunu ile karşı karşıyayız.

Genellikle arkadaş tavsiyesi veya internet yorumlarıyla temin edilen bu ürünler çok ama çok olumsuz sağlık sonuçlarına neden olabilir. Örneğin bazı vitaminler uzun süre yüksek doz alımında sinir hasarına yol açabilir. Bir başka vitamin, vücutta birikebilir ve aşırı doz alındığında vitamin zehirlenmesine neden olabilir. Spor salonlarında protein tozlarının kontrolsüzce kullanıldığını görüyoruz.  Bu ürünlerin uygun olmayan kullanımları kemik sağlığını olumsuz etkiler osteoporoz riskini artırır. Benzer şekilde zayıflama takviyelerinin bilinçsizce kullanımı kalp çarpıntısı, yüksek tansiyon, mide krampları, uyku bozuklukları gibi pek çok istenmeyen etkiye neden olabilir.

Eczacılar olarak şu önemli noktanın altını çizmeye çalışıyoruz. Bu ürünler, herhangi bir ürün değildir. Herkeste aynı etkiyi göstermeyebilir. Her bireyin ihtiyacı farklıdır. Özellikle hamilelerde, çocuklarda, yaşlılarda ve kronik hastalığı olanlarda çok daha dikkatli olunmalıdır. Çünkü hem birbirleri ile hem de diğer ilaçlarla etkileşebilirler. Bitkisel ürünler, vitaminler ve gıda takviyeleri hakkında bilgi edinmek için mutlaka eczacınıza danışın. Bu ürünleri güvenilir ve doğru adres olan eczanelerden alın."

                                                       ***

(Birgün)

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -2 Aralık 2024-

Bretton Woods’u terk edip günümüze gelen kapitalizm(III) -Bilsay Kuruç-

Servet sermaye sınıfına ait bir ayrıcalıktır. O hedefe o sınıf içinden gidilir. Yeni ve büyük kudret yaratmanın sırrı burada. Emeğin söz sahibi olduğu bir ekonomi-toplum-siyaset tablosu sermayenin dünya ölçeğindeki yayılma, genişleme ve mutlak karar sahibi olma senaryosu ile bağdaşmaz. Sermayeyi emniyete almak lâzım! 

Devam ediyoruz. Kapitalizm 1980’den sonra yeniden, çok yönlü doğdu. Devleti ve toplumu kendine göre şekillendiremezse kapitalizm olamazdı. Dünyanın tamamından azı ile yetinemezdi. Bu iddia ile militanca baktı. Toparlayarak gidelim. 

KUDRET

Kapitalizm 1950’den sonra üretim gücü ve yüksek verimlilik (prodüktivite) artışları ile kudret kazanmıştı. Amerika öncü ve hâkimdi. Kapitalizmin bu tarihi rolünde “sorumlu makam”dı. 1970 ile duraklama, sıkıntı ve enflasyon geldiği zaman ne olacaktı? Tarihi rol ve kudret tükenmiş miydi? 

Hayır. Amerika kapitalizmin yeni kudret senaryosunu yazabilir ve uygulayabilirdi. Son 40 yılda bunu gösteriyor. Yeniden üretim gücü ve yüksek verimlilikle kudret yaratmanın bir başka senaryosu mu? Yine ulus devletlerin gelir ve bir miktar refah artışları için (makro) ekonomi politikaları mı? Çalışanlar da aileleriyle haftada iki, bilemedin bir kez lokantaya gidebilsin diye yeni politikalar mı? 

Hayır efendim. Kapitalizmin yeni motoru borçlanma ile borç stokunu büyüterek işleyecek, gelir artışlarını gözeterek değil. Bu senaryoda prodüktivite artışları da olacak ama ana hedef servet birikimi yaratmaktır. Yepyeni bir hedef. Herkes için mi? Öyle şey olur mu? Servet sermaye sınıfına ait bir ayrıcalıktır. O hedefe o sınıf içinden gidilir. Yeni ve büyük kudret yaratmanın sırrı burada. Prodüktivite ve gelir artışları bu senaryoda yan üründür. Servet sermaye sınıfı için bambaşka bir şeydir. Bir “kutsallığı” vardır, dersek abartmış olmayız. İktisatçı gözüyle bakınca klasik iktisat babalarının vurguladığı gibi, servet prodüktif olmayan (İngilizce, “unproductive”) bir stoktur. Bir “özel mülkiyet”ten ibarettir. Sermaye sınıfı niçin gelir artışında değil de servetinin artışında kudret ve bunun da ötesinde güvence arıyor? Buna girmeyelim. Düşünürlere bırakalım. 

ENTERNASYONAL

Gelir ve prodüktivite artışlarını başat yapan senaryodan (Bretton Woods, BW, diyelim) serveti başat kılan senaryoya geçiş elbette Amerika’nın öncülüğünde, onun taşıyacağı iddia ile olacaktı. Geçen yazıda (18 Kasım) yazdım. Yeni bir “para damarı” döşenecek ve kurumlar bununla uyumlu “metamorfoz” geçirecekler. Bu kurgu kendi için siyaset alanını ve siyasetçilerini yeniden yaratacak. “Para damarı” siyaset alanına gömülecek (İngilizce sevenler, “embedded” diyorlar) ve yeni bir yapı oluşturacak. Bu yapı devlet katındaki kurumların, bu kurguya uyum göstererek “metamorfoz” geçirmesiyle iç içe ortaya çıkacak. Bunlar oldu mu? Fazlası oldu ve oluyor. Daha sonra konuşalım. 

“Para damarı”ndan “dünya parası” akar. O “dolar”dır. Kapitalizmin bu senaryosu için bu kadarı yeterli mi? Yetmez ama evet. Senaryonun servete giden yolda kesintisiz işlemesi için “ucuz finansman” lazımdır. Kısacası, “dolar”ı işletecek, onunla dünya ölçeğinde işleyecek “ucuz finansman”. Dolar-ucuz finansman kaynaşması sermayeyi “enternasyonal”leştiriyor. Son 40 yıllık dünya ekonomisinin öz sahibi gibi bir sermaye enternasyonali oluşuveriyor. Her ülkenin sermayesi kendini arkada, duvarda sermaye enternasyonali yazan bir fotoğrafla takdim etmeye özen gösteriyor. Bu sosyal demokratların ritüel kıvamındaki “sosyalist enternasyonali”ne benzemiyor. Onu da kucağına alarak dünyaya son 40 yılı armağan ediyor. Bu 40 yıl öğretmiş olmalı ki enternasyonalleşmiş sermayenin buyurduğu politikalar çizgisinden vazgeçip “ulusal” çerçeveye, onun politika tercihleri çizgisine dönüş kapitalizmin 1980 sonrası mantığına aykırıdır. Kabul edilemez. Böyle bir dönüş kapitalizm için iflah olmaz çöküş demektir. Kapitalizmin son kırk yılda yarattığı kudreti ufalanır. Çünkü “ulusal sermayeler” dönemi artık kapanmıştır.

                                                        Bank of International Settlements

EMNİYETE AL

Başta, kapitalizm 1980’den sonra çok yönlü bir doğum yaptı, dedim. Finans alanının kapitalizm için dünya çapında seferber ve servet yaratıcı olabilmesi için, önce sermaye sınıfı için temel dava garantiye bağlanmalı. Kısaca, emek sermayenin servete doğru koşusunda “ayak bağı” olmamalı. Geri dönüşsüz! Çünkü emeğin söz sahibi olduğu bir ekonomi-toplum-siyaset tablosu sermayenin dünya ölçeğindeki yayılma, genişleme ve mutlak karar sahibi olma senaryosu ile bağdaşmaz. Sermayeyi emniyete almak lazım! 

Ne lazım? İktisatçıların “emeği bir çeşit nesneye dönüştürme” (“commodification”) diye tanımladığı bir süreç değişmez politika olarak kurgulanacak. Ustalık istiyor. İş 1979-83 döneminin “mimarı”, o tarihlerde Fed’in başkanı Volcker’la başlayacaktır. Bunu yazdım. Amerikan ekonomisinde daha önce görülmemiş bir “yüksek faiz” politikasını demir yumruk olarak kullandı. Amacı enflasyonu düşürecek bir para politikasıyla yetinmek değil, onu da fırsat olarak elinde tutarak kapitalizme “Sahip kimdir?”in disiplinini göstermek, kabul ettirmekti. Demir yumruğu açıkladıktan üç gün sonra, Amerikan Bankalar Birliği’ni topladı. Onlara “Bunu benimseyeceksiniz!” (“Stick to it!”) dedi. Arkadan Amerikan sendikacıları da kuyruğa girip demir yumruğu bir “ulusal görev olarak” (!) özümsediler. Üç yıl sonunda hem Amerikan hem dünya sermayesi Volcker’e “Abi” dedi.

Ne olmuştu? Sermaye tarafından bakınca, kapitalizmin yeni dünya senaryosu “dolar+ucuz finansman” kapısı açılarak adı konmaksızın başlamıştı. BW’nin bağrında 1971’e kadar yattıktan sonra evlatlıktan reddedilen “altın standardı”nın yerini Fed almıştı. Bu başlangıçtı. 1980’lerden 2008’e kadar geçen sürede Fed o yeri koruyacak, pekiştirecek ve “2008 çöküşü”nden sonra, “Metamorfoz”un şart kıldığı şekilde, kapitalizmin dünya ekonomisinde “merkez komutanı” makamına resmen oturacaktı. 

Bir de emek tarafından bakalım. Volcker’in demir yumruğu 1979’da yüzde 6 olan işsizliği üç yıl içinde iki katına çıkardı. İşsizlik artar, ücretler artmaz iken sendikaların girişimleri ve eylemleri sonuç vermedi. Siyaset sermayenin yanındaydı. O ara başkanlığa gelen Reagan ise sermaye-siyaset-devlet mutabakatı için tam aranan aktördü. Hollywood’da yerlilere karşı kahramanca savaşan ikinci sınıf kovboy idi; siyasette de emeğe karşı sınıf savaşının baş aktörü oldu. Kapitalizmin senaryosunda ilk siyaset “kahraman”ları arasına yazıldı. Volcker’in demir disiplini siyaset için zemini hazırlamıştı. Reagan tüm grevleri zorbalıkla kırdı. Amerikan sendikacılığının köküne kibrit suyu döktü. Enternasyonal çapta “commodification”ın perdesini açtı. Sermayeyi emniyete aldı. Sermaye onunla hep “gurur duydu”. 

                                                 IMF’nin “yapısal uyum” reklamlarından bir görünüş
 ‘YAPISAL REFORMLAR’

Bu başlıkta ilginç bir albeni var. Herkes kendi düşündüklerinin masum bir başlığı diye okuyor. Masumiyet kavramının dışına çıkmayı becerirsek sermayenin özel aklı ile icat edilmiş bir “parola” olduğunu keşfedebiliriz. IMF ve Dünya Bankası mutfağında pişirilmiştir. Oradan ilk servisi yapılan tabakta nasıl bir yemek var? Bu bir “commodification” tabağıdır! Sermayeyi iştahlandırır. Emeğin “esneklik”le ayarlanmış ücreti, ucuz işçiliğin çeşitleri, sendikasızlaştırmanın örtülü uygulamaları, çalışma mevzuatının “katı” bulunarak değiştirilme girişimleri ve saymakla bitmez, lezzeti tarif ötesi birçok soslu malzeme bu tabağı zenginleştirir. Bütün bunlar, sermayenin gustosuna göre pişirilen bir “commodification” mönüsüdür. Ama yemek listesinde öyle yazmaz. “Yapısal reformlar” (İngilizceyi unutmayalım, “structural reforms”) yazar. 

“Yapısal reformlar” sermayeyi emniyete almak için emeğe takılan iki protez bacaktan biridir. Kapitalizmin senaryosunda Volcker-Reagan ikilisinin ilk adımından sonra bu protez bacaklı adım Avrupa’da, kapitalizmin “refah devleti”ni rendeleyip küçültmek için atılmalıydı. Öyle oldu. Sosyal demokratların Almanya’sında, 2000’in dönemecinde, dünya sermayesinin şaha kalmaya başladığı zamanda, gündeme yerleştirilen “Hartz reformları” Avrupa’da “yapısal reformlar”dan meramın ne olduğunu berraklaştırdı. İlgilenen okurlara öneririm. Bu “reformlar” Almanya’yı Avrupa’nın en fazla düşük ücretliye sahip ekonomisi yaptı. O günden bugünün Almanya’sına geliyoruz. 

Takılan ikinci protez bacak, emeğin borçlandırılmasıdır. Karşındaki sınıfı borçlandır ve borç altında tut! Böyle dile getirilmiş midir, bilemeyiz. Ancak, şöyle denildiğini kabul edebiliriz: “Sizlere öyle bir dünya yapacağım ki ona gelirlerinizle erişemeyeceksiniz. Fakat borçlanarak bir ucuna tutunacaksınız. Sizler için yaşamınızın tek ülküsü, sahip olmak istediğiniz tek “varlık” (“asset”) bir “ev”dir. Emek dünyasında tek değerli “asset” budur. Emekçi bunun için çalışır, yaşar. (Sermaye için elbette çok, çeşitli “assetler” vardır!) İşte bu “ev”i sana borçla vereceğiz. Bizden öncekiler böyle bir “lütufta bulundular mı?” Şunu söylüyor: Gel, sana borçla bir ev vereyim. Sen de sınıf bilincini bana teslim et! Bu bir çeşit “ahlaksız teklif” mi? Bilenler söylesin. 

Kısaca, emek bu iki protez bacağın arasındaki makasa yerleşip, sadece bunlarla yürüyecek, bu makasın içinde kalacaktır. Kapitalizmde ilk bacak siyasetin, ikincisi finansın uzmanlık alanıdır. Sermayenin ana davası için emniyet, yeni senaryoda bu alanların kontrolündedir. Kapitalizmde ucuz finansman ancak bu “reel kontrol” güvencesi altında yapılır. Borçla yaratılan likidite bu güvenceden emin olarak akacağı yatağı bulur ve akar. 

KASIRGA

Daha sonra konuşmak üzere sermaye enternasyonalizminden bir, iki “fragman” vereyim. İsviçre’de 1930’da kurulmuş olan Uluslararası Hesapları Düzenleme Bankası (BIS) dünyada sermaye akımlarını izleyebilmek için en güvenilir kaynaktır. Orada ciddi çalışmalar yapılır. Birine bakalım: Hardy ve von Peter, Aralık 2023. “Küreselleşmiş likidite”nin anahtar kalemi döviz kredileridir. 2000’den sonra iki aşaması var. Önce, Amerika’da rahmetli Roosevelt’in 1930’larda bankalara getirdiği çeki düzeni 2000’in siyaseti silkip atacaktır. Böylece, her yeri bir döviz kredileri dünyası yapma dönemini başlatacaktır. Bu krediler 2003-09 arasında uluslararası bankaları ihya eden bir rüzgârla arttıkça artıyor. Yılda yüzde 10’u aşan bir fırtınaya, sonra da yılda yüzde 24’e varan bir kasırgaya dönüşüyor. (Türkiye’de yeni siyasal iktidarın “yok”tan “var” oluş yılları.) Ve 2008 “çöküşü” ile bankaların bu döviz kredileri bayramı sona eriyor. Sonra ne olacak? Kapitalizm çökecek mi? Hiç olur mu? 

Fed yeni dönemi açıyor: Bono piyasaları dönemi. Bankalara zorunlu çeki düzen gelince, artık döviz kredileri dünyası için yeni sahne açmak lazım. “Küresel likidite” ve bunun ucuz finansmanı bono piyasalarındadır artık. Kısaca, sermaye artık oralardan yayılacaktır. Öyle oldu. Burada keselim. 

Bir başka BIS çalışması bu bilgiyi tamamlayan ve merakı artıran niteliktedir: Borio, McCauley ve McGuire, Eylül 2017. Şunu öğreniriz: Döviz “swap”ları ve vadeli döviz işlemleriyle işleyen 2009 sonrası dünyada kaydı tutulmuş “likidite” yükümlülüğü (borcu, diyelim) 10.7 trilyon dolar, kaydı tutulamayan, tahmin edilen “likidite” ise 13-14 trilyon dolardır! İnsanın aklı karışınca o akıl saçma sorular üretmeye başlar: Sermaye bu paracıklarla kendine birer ev almak için mi borç altına giriyor?  Arkası gelecek sayıda.

                                                           /././

Fanatik aklın istikrarsızlığı üzerine -Ergin Yıldızoğlu-

Bu yazı İslam gibi bir kadim dini, siyasi, kültürel sermaye ve tabii ekonomik çıkar elde etmek için kullanan, bir entelijansiyanın, siyasileştikçe, giderek artan oranda sergilediği “bir aklın istikrarsızlığı” durumuna ilişkindir. Bu istikrarsızlığın, iki boyutu özellikle ilginçtir. Biri, insan aklının tutarlılık ihtiyacı arzu ve arayışına karşılık, bağdaşmaz savları aynı anda savunma çabası. İkincisi de içindeki çelişkileri saklayamayan kısır bir ideoloji.

YOKSA TANRI MUTLAK DEĞİL Mİ?

Tektanrılı dinlerin, Tanrı’sını sanırım şu şekilde tanımlayabiliriz: Evrenin yaratıcısı, koruyucusu, mutlak güç, bilgi ve ahlak otoritesine sahip, aşkın ve tek olan yüce varlık. Tanrı, varoluşun, anlamın, amacın nihai kaynağıdır. Tanrı, tek ve bölünemezdir, mükemmeldir. Tanrı, fiziksel evrenin ötesinde, insan anlayışının çok üzerindedir. Tanrı her şeye kadir ve her şeyi bilendir. O sınırsız güç, bilgi her şey üzerinde mutlak kontrol sahibidir; nihai yasa koyucu ve yargıçtır, insanlara doğru davranış ilkelerini sunar, onları sorumlu tutar. 

“Türkiye’nin IŞİD emiri” olarak “bilinen” Halis Bayancuk, Akit TV ile yaptığı bir söyleşide, “Laiklik Allah’a kafa tutma biçimidir. Çünkü din ile devlet işlerini birbirinden ayıralım dediğiniz zaman, ‘Allah bizim devletimize müdahale etmesin’ demiş oluyorsunuz, bu da kulluğun özüyle bağdaşmayan bir şeydir” demiş. Bayancuk’a göre “laikliği savunanlar da din ile dünyayı ayıran, egemenlik hakkını Allah’tan alanlar da kâfirdir”, “Oy verme eylemi bir küfürdür”. 

Bu, iddialarda bir “aklın istikrarsızlığı” durumu açıkça sırıtıyor. Bayancuk, her yerde, her şeyi bilen, kadiri mutlak ve her şeyin üzerinde kontrole sahip bir Tanrı’ya, “kafa tutulabileceğini”, böyle bir Tanrı’nın devlete karışmasına karşı çıkılabileceğini, egemenlik hakkını Allah’tan alanlar olabileceğini düşünebiliyor. 

Bayancuk, Tanrı’nın iradesine rağmen, “dinle devlet işlerini ayırabilecek”, gidip oy verebilecek insanların olabileceğini kabul ederek, bu mutlak Tanrı karşısında insanın iktidarının olabileceğini de iddia etmiş oluyor. Böylece de kader, “alınyazısı”, “kul” kavramlarının içini boşaltıyor. 

Bu durumda: 

(1) Tanrı kadiri mutlak değildir, her şey üzerinde mutlak kontrolü yoktur o nedenle insanlar ona karşı çıkabilirler. (2) Her yerde, her şeyi bilen, kadiri mutlak ve her şeyin üzerinde kontrole sahip Tanrı zaten olup bitenleri bilmektedir, bu karşı çıkışlar Tanrı’nın iradesi, bilgisi ve onayı ile gerçekleşmektedir. (3) Tanrı bu isyankârları cezalandıracak güce sahip değildir de Bayancuk gibilere iş düşmektedir. (4) Belki de trilyonlarca gezegenden oluşan evrenin çapına kıyasla bir toz tanesi bile olamayan bu gezegendeki yaratıkların hezeyan, kuruntu ve halüsinasyonları Tanrı’nın umurunda bile değildir. Kısacası, Bayancuk boş konuşmakta, kendisine de aslında, Tanrı’yla ilgisi olmayan kerametler atfetmektedir. 

OY VERMEK KÜFÜR İSE…

Oy vermek, tarih boyunca halkı, sultanlara kulluk etmekten kurtararak vatandaş statüsünde yükselmiş toplumların, cumhuriyetlerin pratiğidir. Cumhuriyetleri, halkın özgürce seçtiği temsilciler yönetir. Günümüzde halen 60’tan fazla ülke, dünya nüfusunun yarısından fazlası genel seçimle yönetiliyor.

Egemenlik Tanrı’ya aitse seçimler de küfür olduğuna göre, yöneticiler halkın değil “hakkın” iradesini temsil edecektir. Bugün, kimse Tanrı’yla iletişim kurduğunu, onun iradesini temsil etme hakkını kendisine verdiğini iddia edemez. Muhammed bu ayrıcalığa sahip insanların sonuncusuydu. Öyleyse iradesi “temsil edilecek” (ki onun bu temsile gereksinimi var mıdır?) olanla, halk arasındaki siyasi alan boş kalacaktır. Tanrı’yla birey arasındaki alanda, başka bir 3. kimseye yer yoktur. 

Tüm bu gevezelikler aslında, Bayuncak’a, ait olduğu “sınıfın” (dinci entelijansiya) bu boş alanı işgal etme, Tanrı’yı temsil ettiğini iddia ederek devletin, ekonomik kaynakların başına çökme, her türlü denetim-dengeleme kurumundan kurtulmuş olarak keyfince yönetme, vatandaşları iktidarlarının kulları statüsüne düşürme arzusunun dışavurumudur. Bu tiplerin ideolojisi aslında son derecede maddi ve sıradan bir “iktidar olma” arzusunun bir ifadesidir; bir Tanrı inancının ifadesi değil.

                                                       /././

‘Çağın hastalığı’ -Ergin Yıldızoğlu-

Biri, “Oy vermek küfürdür” demiş, bir başkası da “Çağın hastalığı İslamofobidir”. Gerçek şu ki “çağın hastalığı”, “siyasal İslam”dır. Siyasal İslamın, muhalefeti tamamen susturma çabası, kadınların haklarını, özgürlüklerini hedef alırken erkeğin cinsel haklarına kafayı takması, “Kadına karşı şiddetle uluslararası mücadele gününü” kutlamak isteyen kadınlara şiddet uygulaması hep bu hastalığın  semptomlarıdır. Aynı semptomları sergileyen bir hastalık daha var: “Incel” hareketi. Her iki akımın kaynağında da biri tarihsel biri çağdaş bir kadın korkusu var!

KADIN BAĞIMSIZLIĞINDAN KORKU

Siyasal İslamın yorumlarında kadınlar, sık sık toplumsal ve ahlaki düzen için tehdit oluşturan cazibeler olarak tasvir edilir. Bu tasvir, kadınların özgürlüğünün, bağımsızlığının bir fitne (toplumsal kargaşa) kaynağı olabileceğine ilişkin bir korkuya kaynaklık eder.

Fethi BenslamaPsikanaliz ve İslam başlıklı kitabında, kadın korkusunun erkeklerin bilinçdışındaki, özellikle de cinsellik, kimlik ve iktidar üzerine olan kaygılarıyla ilişkili olduğuna dikkat çeker. Benslama, bu korkunun hadım edilme kaygısı (kadın cinselliğinin erkek otoritesini ve erkekliği tehdit etmesi) ile bağlantılı olduğunu belirtir. Bu korkuya cevap olarak İslam hukuku ve kültürel uygulamalar, kadınların bağımsızlığını sınırlamaya yönelik katı denetleme mekanizmaları içerir. Örneğin örtünme, sadece bir iffet sembolü değil, aynı zamanda kadınların bedenlerini kamusal gözlerden saklayarak onları erkek egemen yapılar içinde tutmanın bir aracıdır.

İlahiyatçı Mustafa Öztürk’ün “İslam Kültürünün Yumuşak Karnı Kadın” adlı eserinde de bu konu ele alınır. Öztürk, İslam kültüründe cinsiyet rollerini kısıtlayan patriyarkal geleneklerin, salt İslamdan değil, tarihsel patriyarkal sistemlerden kaynaklandığını savunur. Kadın korkusunun, İslamda kanunlar, dini metinlerin yorumları ve sosyal pratikler aracılığıyla kurumsallaştığını ve bu yapıların kadınları erkek vesayeti altında tutarak özgürlüklerini sınırladığını gösterir.

Kadın bağımsızlığı korkusunun zehirli ve şiddet dolu bir başka yansıması da Batı’da, son 10 yılda, faşist grupların içinde şekillenen “incel”  (zorunlu bekâr erkekler) hareketidir. Çoğunlukla çevrimiçi bir alt kültür olan “incel”ler, kendi romantik ve cinsel başarısızlıklarından kadınları sorumlu tutarlar. Kadınların  “modern cinsel piyasada” (“dating” dünyasında) çok fazla güce sahip olduğunu iddia ederler. Bu kadınlar yalnızca çekici veya statü sahibi erkekleri seçerler.   “Incel” hareketinin çarpık fantezi dünyasında bu adaletsiz bir durumdur. Bu anlayış, hayal kırıklığı ile beslenen bir korku ve zayıflık ifadesidir ama paradoksal biçimde bir erkek üstünlüğü inancına, şiddet ile dolu bir dünya görüşüne yol açar.

“Incel anlatısı”, İslami geleneklerdeki kadın korkusunun modern, seküler bir versiyonudur. Siyasal İslamda toplumsal düzenin bozulmasını önlemek için kadınların davranışları sıkı sınırlara tabi tutulurken “incel”ler, kadın bekâretini idealize eder, cinsel olarak aktif kadınları aşağılarlar; kadınların cinsel seçeneklerini kısıtlayarak, özlemini duydukları toplumsal düzeni, gerekirse şiddet yoluyla geri kazanabileceklerine inanırlar. 

BİR SAVUNMA MEKANİZMASI OLARAK KADIN DÜŞMANLIĞI 

Benslama’nın psikoanalitik bakışının ışığında, kadın düşmanlığı, erkeklerin sosyal ve cinsel hiyerarşideki yerleriyle ilgili güvensizliklerine karşı bir savunma mekanizması oluşturur. Her iki akımda da erkekler kadınları kontrol etme yetenekleri konusunda derin kaygılar taşırlar.

Siyasal İslamda bu korku, kadınların iffeti ve kamusal davranışları üzerinde sıkı kontrolün sosyal düzeni korumak için gerekli olduğu inancında kendini gösterir. Kadınlar, erkek otoritesini tehdit edebilecek potansiyel bozguncular olarak görülür ve bu nedenle bağımsızlıkları “tehlikeli” olarak algılanır.

Bu güvensizlik “incel”lerde, kendilerini reddeden kadınlara karşı bir güç, yeniden kazanma girişimi olarak ortaya çıkar, kadınlara karşı intikam fantezilerine veya şiddete dönüşür. 

Bu korkuların sonuçlarına karşı koruyucu yasalar çok önemlidir ama hastalığın kültürel ve tarihsel köklerini de unutmamak gerekir.

                                                     /././
Gözleri bağlı yürüyorlar, III. dünya savaşına doğru -Ergin Yıldızoğlu-
ABD merkezli küresel düzen çözülürken 21. yüzyılın ilk çeyreği, çatışmaların, ekonomik sarsıntıların, militarizmin yükseldiği bir dönemi olarak tarihe geçiyor. Risk analisti Verisk Maplecroft tarafından yayımlanan bir rapora göre, son üç yılda çatışmaların etkisindeki alanlar yüzde 65 oranında artarak Hindistan’ın iki katı bir büyüklüğe ulaşmış. Uzmanlar Covid-19 salgını sırasında çatışmalarda küresel düzeyde bir durgunluk yaşanırken şiddet eğiliminin en az on yıldır artmakta olduğuna işaret ediyorlar.

Çatışma altındaki bölgelerden, Ukrayna’da başlayan savaş hızla uluslararası boyut kazanarak tırmanıyor. İngiltere ve ABD’nin verdikleri füzelerin Rusya topraklarında kullanılması, Putin’in “Oreşnik” balistik füzesiyle cevap vermesi, Kuzey Koreli askerlerin Rus ordusuna katılımı gibi gelişmeler, küresel bir felaket olasılığını güçlendiriyor. Dünya, III. büyük savaşa doğru adeta “gözleri bağlı” yürüyor. 

SENİNKİ UZUNSA BENİMKİ HIZLI

Biden’ın uzun menzilli ATACMS sistemlerini Ukrayna’ya verme kararı, Batı’nın bu savaşı bir vekâlet savaşı olmaktan çıkararak doğrudan Rusya ile karşı karşıya gelme riskini artırdı. Uzmanlar bu füzelerin ancak NATO uydularının yönlendirmesiyle kullanılabildiğine, bu durumun da NATO’nun doğrudan savaşa dahil olması anlamına geldiğine işaret ediyorlar. Bu uzun menzilli füzelere karşı, Rusya’nın Dnipro’ya yaptığı orta menzilli ama hipersonik balistik (nükleer başlık kapasiteli) füze saldırısı, nükleer silah kullanma sınırını daha da aşağı çekmesi savaşın geldiği korkutucu noktayı gösteriyor.
 
Uzmanlara göre, Putin’in balistik füze “denemesi” yalnızca Ukrayna’ya yönelik bir saldırı değil, aynı zamanda Batı’ya açık bir mesaj. Putin, bu füzeyi yalnızca askeri bir deneme olarak nitelendirse de olayın altında yatan asıl niyet, caydırıcılığı artırmak ve Batı’yı yeniden düşünmeye zorlamak. Rusya’nın nükleer doktrinindeki değişiklikler ve bu saldırı, Ukrayna’daki savaşın küresel bir karakter kazandığını açıkça ortaya koyuyor.

Gerçekten de Polonya’nın “Demir Kubbe” savunma sistemine yaptığı dev yatırımlar, Baltık ülkelerinin, Almanya’nın hızla artan savunma harcamaları, savaş hazırlıkları, Avrupa’nın, Ukrayna savaşında, Rusya için bir sonraki hedef olma korkusunu yansıtıyor. NATO üyeleri arasında artan savunma koordinasyonu, Rusya’yı daha da kaygılandırıyor, daha agresif adımlar atmaya teşvik ediyor.
 
Diğer taraftan, Avrupa’da cılız ekonomik büyüme içinde, kaynakların toplumsal refaha değil, militarizme yönlendiriyor. Bu zeminde, Rusya’ya yakın faşist partilerin yükselmesi hızlanıyor. Siyasal, ekonomik düzeni giderek kırılganlaşan Avrupa ülkelerinin toplumsal yaşamına, Rusya’nın “hibridsiber savaşlarla” müdahale olanakları artırıyor. 

TIRMANIŞ ÖNLENEBİLİR Mİ?

Ukrayna’da karşılıklı füzelerle, ABD’nin Ukrayna’ya anti-personel kara mayınları gönderme kararıyla hızlanan son tırmanma, Batı’daki politik dinamiklerden bağımsız değil. Özellikle Trump’ın yaklaşan başkanlık dönemi, Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin geleceğine ilişkin bir belirsizlik yaratıyor. Trump’ın Ukrayna savaşını bir an evvel sonlandırmaya, barış yapmaya ilişkin söylemi de Rusya’nın kazanımlarını meşrulaştıracak bir pazarlığın yolunu açma olasılığını güçlendiriyor.

Ukrayna’daki savaşta tırmanmanın hızlanması, savaşların tarihsel doğasına uygun olarak kendi ivmesini yaratıyor. Bir yanda ABD’nin Ukrayna’ya silah desteği, diğer yanda Kuzey Kore, İran ve Çin gibi devletlerin Rusya’ya lojistik ve askeri destek sağlaması, bu savaşın artık tek bir coğrafyada sınırlı kalamayacağını gösteriyor. Savaşın doğası gereği, küçük bir kıvılcımın çok daha geniş çaplı bir yangına dönüşmesi olasılığı hızla artıyor. 

Bugün Ukrayna-Rusya hattında yaşananlar, dünyanın bir felaketin eşiğinde olduğunu söylüyor. Silahların sürekli gelişmesi, uluslararası hukukun çöküşü, siyasi liderlerin savaşın kontrol edilebileceği yönündeki yanılsamaları, gelecekteki “büyük çatışmanın” habercisi. Dünya, bu felaket yürüyüşünü durdurmak için hem siyasi liderlik hem de halklar düzeyinde daha büyük çabalara ihtiyaç duyuyor. Ancak mevcut dinamikler göz önüne alındığında, bu adeta “gözleri bağlı yürüyüşü” durdurmak neredeyse imkânsız görünüyor.  
                                                    /././
Ankara'nın Halep stratejisi -Mehmet Ali Güller-

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan“Halep’te yaşanan gelişmelere Türkiye müdahil değil” diyor. Peki öyle mi?

1) Suriye Milli Ordusu (SMO) Halep’e saldırıda Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ile birlikte hareket ediyor. Nitekim AKP hükümetine yakın gazeteler de günlerdir bunu yazıyor. Peki Ankara’nın denetimindeki SMO, Ankara’ya rağmen mi bu saldırıda yer alıyor? 

ANKARA’NIN YEŞİL IŞIĞI

2) Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli “İdlib’e saldırılar konusunda uyarmıştık. Bugün yaşananların nedeni o saldırılardır” diyor. Sözcünün “Onlar İdlib’e saldırdı, bunlar da karşılığında Halep’e saldırıyor” özetli bu bakışı üç nedenle sorunludur: 
a) Ankara, Suriye’yi ve onları destekleyen Rusya ve İran’ı İdlib’e  “saldırmakla”  suçluyor. 
b) İdlib Suriye’nin toprağıdır, dolayısıyla Suriye ordusunun İdlib’e operasyonu saldırı değil, terörle mücadele harekâtıdır. 
c) Oysa Halep’e saldıranlar, en azından Suriye devletinin gözünde, terör örgütleridir. Peki dışişleri sözcüsü, kurduğu neden-sonuç ilişkisiyle bu durumda Halep’e saldırıyı olumlamış olmuyor mu?

3) Türkiye’nin dahli yoksa hükümete yakın medya, neden bu terör örgütlerinin Halep’e saldırısını sevinçle haberleştiriyor? Neden Yeni Şafak başta AKP medyası “Üç günde harita değişti” diyerek HTŞ’nin egemenlik alanını artırdığını gösteren haritalar yayımlıyor? 

ANKARA’NIN İDLİB SORUMLULUĞU

4) İdlib’deki gruplardan Ankara sorumlu değil mi? Anımsayın, Suriye ordusu Rusya’nın hava desteğiyle İdlib’deki cihatçı terör gruplarını temizleyecekti. Ankara sorumluluk alarak “Ben silahsızlandırırım” dedi. Astana anlaşmasının esası budur. Ancak geçen yıllara rağmen, Ankara İdlib’deki grupları silahsızlandır(a)madı. Üstelik bu süreç içerisinde HTŞ İdlib’de en büyük grup haline geldi, bir hükümet bile kurdu. Hani Ankara HTŞ’yi terör örgütü kabul ediyordu? Yoksa bu karar sırf BM’nin kararı diye mi alındı? 

Dolayısıyla İdlib’deki silahlı gruplar silahsızlandırılamadıysa, tersine daha çok silahlanabildiyse ve şimdi o silahlarla Halep’e saldırıyorsa, bunda Ankara’nın hiçbir sorumluluğu yok mudur? Astana garantörleri Moskova ve Tahran, olduğunu düşündüğü için, Halep’e saldırıyı öncelikle “Astana anlaşmasının ihlali” diye yorumluyorlar. 

İSRAİL’İN YENİ CEPHESİ: HALEP

Önceki makalemde altını çizdim: Halep, aslında İsrail’in yeni cephesidir. İsrail Başbakanı Netanyahu, 26 Kasım’da Lübnan’la ateşkesi kabul etti, 27 Kasım’da SMO ve HTŞ Halep’e saldırıyı başlattı. Ve Netanyahu, 26 Kasım’daki anlaşmayla ilgili konuşmasında “Esad, Lübnan’a destek konusunda ateşle oynuyor” dedi. Kaldı ki bu grupların ele geçirmeye çalıştığı Halep-Hama hattı, İsrail’in bir süredir düzenli hava saldırısı yaptığı bölgeydi. 

Unutulmamalı: Bugün Halep’e saldıran cihatçı terör grupları, İsrail İran’a füze saldırısı düzenlediğinde bunu sevinçle kutlamış, hatta halka tatlı dağıtmıştı! 
Açık ki İsrail ile bu cihatçı gruplar, Suriye’ye saldırıda ortaktır. 

ÇÖZÜM

Tablo net: ABD, İsrail ve cihatçı terör grupları ile ABD’nin himayesinde devletleşmeye çalışan PYD bir tarafta; Suriye, Rusya ve İran diğer tarafta.  Türkiye, maaşını ödediği SMO’nun HTŞ’yle birlikte Halep’e saldırması nedeniyle, bu saflaşmada nesnel olarak ABD-İsrail’in yanında yer almış oluyor ne yazık ki... 

Ankara’nın stratejisi şu: İsrail’in Lübnan’a saldırısı, Hizbullah’ın Suriye’deki güçlerini oraya kaydırmasına neden oldu. İsrail bir yandan da Suriye’deki İran destekli grupları vurarak Şam’ın müttefiklerini zayıflatmış oldu. Diğer yandan Ankara,  Güler ve Fidan’ın daha önceki açıklamalarında görüleceği üzere, Trump’ın ABD askerlerini Suriye’den çekeceğini öngörüyor. Dolayısıyla Ankara, Suriye’de bir boşluk oluştuğunu ve bu boşluğu doldurabileceğini hesaplıyor. 

Bu strateji, “Emevi camisinde namaz kılma” hayali kurdukları dönemden hiçbir ders almadıklarını ortaya koyuyor. Oysa son 13 yılın en büyük iki gerçeğidir: 1) Suriye’nin bütünlüğü, Türkiye’nin bütünlüğünün teminatıdır. 2) Ankara ile Şam’ın anlaşması, terör ve sığınmacı başta tüm sorunların çözümünün anahtarıdır.
                                                    /././ 
İsrail’in yeni cephesi: Halep -Mehmet Ali Güller-

Suriye’deki cihatçı gruplar, 27 Kasım’da Halep’e saldırı başlattılar. Heyet Tahrir Şam (HTŞ) başta, Suriye Milli Ordusu içindeki grupların bir süredir hareketlendiği, silahlandığı, hazırlık yaptığı bilgisi zaten haberlere yansımıştı. O nedenle Halep’e saldırının asıl dikkat çeken yanı, İsrail-Lübnan ateşkesiyle birlikte başlamış olmasıdır.

Yani İsrail Lübnan’da ateşkesi kabul etti, ardından cihatçı gruplar, İsrail’in her gün hava saldırısı düzenlediği Suriye’de yeni bir cephe açtı. Dolayısıyla Halep, cihatçı gruplar dışında, İsrail’in de yeni cephesidir.

İSRAİL-CİHATÇI ORTAKLIĞI

İsrail, en başından beri cihatçıların Suriye’deki doğal ortağıdır. Öyle ki İsrail’e karşı tek bir eylemi olmayan bu gruplar, İsrail İran’ı vurduğunda da sevinç gösterileri yapabilmiştir!

Halep’e saldırıda başı çeken Heyet Tahrir Şam (HTŞ), yani önceki adıyla Nusra, Atlantik cephesinin Suriye’ye saldırısının ilk yıllarından beri fiilen İsrail’le işbirliği içinde. Nusra, 2013’te Golan cephesinde İsrail ile sahada nesnel ortaktı. 

Nusra, IŞİD’in Suriye kolu olarak yapılanmıştı. IŞİD’den ayrılıp El Kaide’ye biat etti. Bu süreçte bile örgüt Atlantik’in hedefi değil, nesnel ortağı olmayı sürdürdü. Anımsayın, o süreçte Jake Sullivan-Hillary Clinton gizli yazışmalarında “El Kaide, Suriye meselesinde bizim tarafımızda. Tüm gelişmeler bizim tasarladığımız şekilde ilerlemekte” denilmişti. ABD IŞİD’e karşı harekete geçtiğinde ise örgütün lideri Colani El Kaide’den koptuklarını, artık bağımsız hareket edeceklerini ilan etti. Colani’nin bağımsızlık dediği, pratikte ABD-İsrail cephesine daha fazla bağımlılıktı elbette!

AKP’NİN TUTUMU

Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu, Halep’e saldırıda HTŞ ile ortak hareket ediyor. İktidara yakın medya, saldırıyı “Suriye Milli Ordusu ve HTŞ’den oluşan gruplar, Halep merkezinin 1 km yakınına ulaştı” diye sevinçle müjdeledi! (Yeni Şafak, 29.11.2024). 

Yeni Şafak’a bilgi veren üst düzey güvenlik kaynağı, “Ankara’nın bu grupların düzenleyeceği operasyonları bugüne kadar engellediğini” belirtiyor. Dolayısıyla artık engelleyici durumda olmadıklarını, bu grupların önünü açtıklarını belirtmiş oluyorlar. Peki neymiş bu son saldırının hedefi? Şöyle açıklıyor: “Operasyon ile öncelikle 2019’da üzerinde uzlaşılan sınırlara ulaşılması hedeflendi.” (Yeni Şafak, 29.11.2028).

Tüm bu açıklamalar ne acı ki şu gerçeği ortaya koyuyor: AKP’nin Esad karşıtı tutumu, Türkiye’yi fiilen İsrail’le aynı cepheye koymuş oldu! 

HEDEF ESAD VE ASTANA MI?

Peki Yeni Şafak’ı bilgilendiren üst düzey güvenlik kaynağının açıkladığı hedefle sınırlı mı acaba bu saldırı? Çünkü orada “öncelikle” deniyor. Ya sonra?

Ankara’nın asıl amacı ne? AKP-MHP sözcülerinin daha önce ifade ettiği “82. il Halep” hayali hâlâ sürüyor olamaz diye düşünüyorum! Bu durumda acaba Ankara “Trump ABD askerlerini çekecek” beklentisi nedeniyle, öncesinde Esad’ı tavize mi zorlamaya çalışıyor? 

Öte yandan Tahran’ın da dikkat çektiği gibi, bu saldırı fiilen “Astana sürecindeki anlaşmaların kaba ihlali” anlamına geliyor. Peki bunun Ankara’ya ne yararı var? İsrail’i memnun eden, Suriye ile birlikte Rusya ve İran’ı hedef alan Halep saldırısının Ankara’ya kazandıracağı ne var? Yoksa Ankara Astana ortaklarını da mı bir tavize zorluyor? Peki o taviz ne?

EV ÖDEVİ MESELESİ 

Yine dönüyoruz Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda milletvekillerinin sorularını yanıtlarken söylediği “Suriye’deki Kürtler Türkiye’ye karşı ev ödevlerini biliyorlar” sözüne!

AKP-MHP’nin “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” çıkışlı yeni açılımı ile bu ev ödevi ve Halep saldırısı arasında bir bağ var mı?
Bakalım doğru soruları sorabilmiş miyiz, göreceğiz.
                                                       /././
Masadaki üç konu -Mehmet Ali Güller-

Biden’ın gitmeye, Trump’ın gelmeye hazırlandığı şu geçiş döneminde, Ankara ile Washington’u yakından ilgilendiren dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor.

O gelişmelere bazı açıklamaları, yalanlanmayan kimi iddiaları ve kulislerde konuşulanları eklediğinizde ister istemez akla şu soru geliyor: Acaba ABD ile AKP arasında bir pazarlık mı olası?
 
Bugün bu sorunun peşine düşeceğiz.
 
1) S400-F35-F16
Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda milletvekillerinin sorularını yanıtladı. Güler bir soruya verdiği yanıtta “Amerikalıların F35 konusunda, bizim KAAN’ı yapabileceğimizi ve uçtuğunu görünce, biraz düşünceleri değişti. Onlar şimdi kendileri F35’i verebileceklerini ifade ediyorlar” dedi (AA, 26.11.2024).

ABD’nin fikri gerçekten KAAN nedeniyle mi değişti yoksa başka gelişmeler mi var? 
Geçen hafta Bloomberg’in haberiydi: “Türkiye Rusya’dan satın aldığı S400 hava savunma sistemini ‘elden çıkarmadan sınırlı kullanımını kabul edebileceğini’ ABD’ye iletti, karşılığında F35 programına geri dönülmesini istedi.” 
İddia buydu ve Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, bu iddiayı/haberi yalanlamadı.

2) Güney Kıbrıs’ın NATO üyeliği
Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis, 30 Ekim’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı Joe Biden ile “Güney Kıbrıs’ın NATO’ya üyeliğini” ele aldı. Yunan Kathimerini gazetesi, “katılım planı”nın ayrıntılarını yazdı. Öncelikle Güney Kıbrıs’ın “NATO’ya üyeliğin başlangıcı sayılan önemli bir organizasyona katılımı” sağlanacaktı. ABD bu süreçte hem Rum askerlerini eğitecek hem Güney Kıbrıs’ın askeri tesislerini NATO standartlarında modernize edecekti. 
Türkiye’nin vetosu mu? Plana göre vetoyu engellemek için Kıbrıs konusunda olumlu gelişmeler başlatılacak, rumlar bazı veto ettiği süreçlerin önünü açacak, Türkiye-AB ilişkilerinde ilerleme sağlanacak...

İlginçtir, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan basın temsilcileriyle bir araya geldiği toplantıda, Anadolu Ajansı’nın metnine göre şöyle dedi: Fidan, Türkiye-Yunanistan ilişkilerine dair, tüm sorunları bir paket olarak kamuoyundan uzakta ele almayı tercih ettiklerini dile getirerek, meselenin aşırı politize edilmesini doğru bulmadıklarını...” (AA, 23.11.2024)

3) ‘Suriyeli Kürtlerin ev ödevi’
Bahçeli 1 Ekim’de DEM’lilerle tokalaştı, ardından 22 Ekim’de “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” dedi, önceki gün de “İmralı’yla DEM arasında yüz yüze temasın gecikmeksizin yapılmasını bekliyorum” dedi. (AA, 26.11.2024)
Ardından Erdoğan, bir kez daha, “Sayın Bahçeli cesur ve ezberleri bozan bir teklif ortaya koymuştur. Bahçeli ile uyum halindeyiz” dedi, PKK’ye “Silahları gömdüğünüz anda önünüz açılır” mesajı verdi. (tccb.gov.tr, 27.11.2024)
Ve dikkat çeken bir ifade. Fidan TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda milletvekillerinin sorularını yanıtlarken “Suriye’deki Kürtler Türkiye’ye karşı ev ödevlerini biliyorlar” dedi!

Sonuç: Pazarlık öncesi ön hazırlık 
Evet, masada üç konu var. Bu kritik üç konuda Trump’ın tam olarak nasıl bir çizgi izleyeceği kesin değil. O nedenle üç konudaki gelişmeleri bir pazarlıktan çok, 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a oturacak Trump’la yapılacak olan pazarlığın ön hazırlığı diye değerlendirmek daha doğru olacak sanırım.

Nitekim Yaşar Güler’in “Trump ABD askerlerini bölgeden çekecek” (AA, 13.11.2024) ve Hakan Fidan’ın “Trump ABD’nin PKK/PYD ile ilişkisini gözden geçirecek” (AA, 23.11.2024) değerlendirmesi de bir temenni olarak pazarlığın ön hazırlığı gibi görünüyor.
                                                   /././
‘Her şeyi ben bilirim’le yokuş aşağı...-Mine Esen-

Ağır ekonomik krizin üstesinden gelemeyen, kendi için göstermelik bir kelimeye dönüşen “tasarruf”u yurttaş için “tükenme” durumu haline getiren iktidar cephesi top çevirip duruyor. Sokağın sesini duymak konusunda her geçen gün bir adım daha geriye düşüyor. Çözüm üretemediği gibi, muhalefetin yurttaşın gündelik sıkıntılarını azaltma yönündeki kimi girişimlerini de engelleme çabasına giriyor.

Hep yazıyoruz, sokağın gündemi belli; derinleşen yoksulluk, gelecek umudunu yitiren gençlik, korunamayan çocuklar, şiddetin hedefi kadınlar, liyakatsizlik, gerici uygulamalar.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) CHP’li belediyelerin açtıkları kreşleri hedefe koyan çıkışı geçen haftanın dikkat çekici gündem başlıklarındandı. Başka bir sorun yokmuş gibi, kadın ve çocuklara nefes olan bu kreşlere muhalefete soyunan bakanlığın tutumu, “Kendi yapmadığı ödevlerin sorumluluğundan kaçma peşinde mi” diye insana sordurtuyor. Örneğin, ekonomik sorunlarla boğuşan ailelerin çocuklarının beslenmesindeki yetersizliklere karşı bakanlık harekete geçmiyor. Tüm çağrılara, uzman görüşlerine karşın okullarda tek öğün ücretsiz beslenme desteği veremiyor, üstüne vermek isteyen muhalefet belediyelerini de engelliyor. Okullarda temizlik, hijyen konusunda sorunlar sürüp gidiyor.

SOĞUKTA EĞİTİM

MEB’in kırıklarla dolu karnesine yönelik bir haberimiz Yusuf Körükmez  imzalıydı.İzmir Bornova’da tek binada eğitime devam eden üç okuldaki öğrencilerin soğukta ders işlemek zorunda kaldıkları aktarıldı. Eğitimciler, tasarruf önlemleri nedeniyle kaloriferlerin çalışmadığını belirtti, MEB’e tepki gösterdi. Başlığımız acı tabloyu özetler haldeydi: Çocuktan tasarruf!

Benzer bir “tasarruf” da Boğaziçi Üniversitesi’ndendi. Mert Öner imzalı haberde, eylül ayından bu yana kaloriferlerin çalışmadığı, yurtlarda sıcak suyun verilmediği iddiaları aktarıldı. Ardından Yıldız Teknik Üniversitesi’nde de kaloriferlerin çalışmadığı, okulun dışarıdan soğuk olduğu şikâyetleri gündeme yansıdı.

MEB okullara tarikat-cemaatleri sokarken geçen hafta TBMM’de bütçe görüşmeleri vardı. Merve Kılıç’ın haberinde, Diyanet’in bütçesinin 2025 yılı için yüzde 41 artışla 130 milyar TL olarak öngörüldüğü açıklandı. Tasarruf önlemleri sağ olsun, bütçe yetmezse sıkça gündeme gelen araçlardan vazgeçerler mi acaba derken Mustafa Çakır imzalı şu haberi atlamak olmaz:
Tasarruf önlemleri kapsamında kamudaki araçlarda da kısıtlamaya gidilmesi öngörülmüştü. Ancak ortaya çıkan tabloya göre, kamuda 120 bine yakın araç bulunurken ihtiyaç fazlası olduğu gerekçesiyle Özelleştirme İdaresi’nce toplanan araç sayısı 1000! CHP’li bir milletvekilinin ifadesine göre ise 2025’te bu yıla göre yaklaşık 300 araç daha fazla alım yapılacak.

ÖNERİLERE RET

İktidarın, 2025 bütçe teklifi görüşülürken muhalefetin verdiği değişiklik tekliflerinin hiçbirisi kabul edilmedi. Şaşırdık mı? Reddedilen öneriler arasında muhalefetin ek öğretmen ataması, kamu özel işbirliği projeleri kapsamında şirketlere verilecek garanti tutarlarının netleştirilmesi, emekli ikramiyelerinin düzeltilmesi de var. “Ben yaptım oldu” yönetim biçiminin örneklerinden biri daha yaşanmış oldu.

Toplumda adaletsizlik, liyakatsizlik duygusu derinleşirken emekçinin isyanı da meydanlara yansıyor. KESK önceki gün Ankara’da eylemdeydi. Çayırhan’da madencilerin özelleştirmeye karşı direnişleri soğuk havaya, zorlu koşullara karşın sürüyor.

Bir yanda MHP lideri Bahçeli’nin Öcalan açılımı”, bir yanda iktidar cephesinin kayyum atamaları, CHP’li belediyelere de yönelik art arda soruşturmalar... Tüm gelişmeler iktidarın muhalefete baskısının daha da artacağının göstergesi. Ama bu “Gerilimi tırmandır, toplumu sindir sustur” politikasının kimseye faydası olmadığı ortada. Hele ki yanı başımızdaki Suriye başta olmak üzere bölgesel gelişmelerin yeniden alevlendiği, çok aktörlü çatışmaların yayıldığı bir dönemde, toplumsal kutuplaşmayı körükleyecek adımlardan kaçınmanın daha da önemli olduğu düşünülürse.
                                                  /././
İstanbul'da sahte alkol can almaya devam ediyor: Ölü sayısı 8'e yükseldi!

İstanbul Fatih'te sahte alkol tüketiminden zehirlenerek hayatını kaybeden kişi sayısı artıyor. Sahte alkolden dolayı ölen kişi sayısı 8'e yükseldi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/istanbulda-sahte-alkol-can-almaya-devam-ediyor-olu-sayisi-8e-2274934)

                                                                      ***
Artan yapılaşmanın yanı sıra denize girecek alan da kalmayınca yurttaş isyan etti: Adalar rant kıskacında -Şeyda Öztürk-

Prens Adaları olarak da bilinen İstanbul’un adaları her geçen gün doğal zenginliğini yitiriyor.Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından onaylanan ve Adalar için hazırlanan imar planlarına karşı açılan davada İstanbul 8. İdare Mahkemesi, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ancak Prens Adaları da olarak bilinen İstanbul’daki Adalar’ın tek problemi bu değil. Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada ve Sedef Adası’nda yıllar içinde yapılaşma arttı. Adalıların tüm itirazlarına karşın kamuoyunda “azmanbüs” olarak da adlandırılan minibüsler seferlerine başladı. Yurttaşın yıllardır ücretsiz kullandığı plajlar, özel şirketlere verildi. Deniz dolduruldu, birçok noktaya da iskele yapıldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/artan-yapilasmanin-yani-sira-denize-girecek-alan-da-kalmayinca-yurttas-2274865)

 (Cumhuriyet)