19 Mayıs 2014 Pazartesi

95’inci Yıldönümünde...- ORHAN ERİNÇ

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıç tarihi konusunda ağır basan görüş 19 Mayıs 1919’dur.Büyük kurtarıcı ve kurucu Atatürk o gün Samsun’a ulaşmış ve karaya ayak basmıştır.
Bu mutlu ve kutlu günün 95’inci yılındayız.
Bir yandan Soma’da yitirdiğimiz 301 canın yarattığı hüzünlü ortam, öte yandan “laik Türkiye Cumhuriyeti nerelere sürükleniyor?” sorusuna şimdilik yanıt bulmaktazorlanışımız, bayram coşkumuzu gölgeliyor.
***
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmış olmasından rahatsızlık duyanlar, başlangıcının 95’inci yıldönümünde neredeyse kol geziyorPadişahlığın ve halifeliğin sürdürülmesi için İngiltere’nin mandası olmayı yeğleyenlerin torunları, hem tarihi tersyüz etmeye uğraşıyorlar, hem de Atatürk düşmanlığına yeniyandaşlar türetmenin savaşımını veriyorlar.Ham bir hayal peşindeler ama yaratmaya çalıştıkları görüntü, tehlikenin farkında olmayanlar için sürdürülebilirmiş gibi geliyor.
***
1926 yılında Falih Rıfkı Atay ile Siirt Milletvekili Mahmut Bey (Soydan) Atatürk’le uzun bir söyleşi yapmışlardı. Atay, tamamlanamayan söyleşinin bir bölümünü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayınladı.
19 Mayıs’ın 25’inci yılında da (1944) 48 sayfalık bir kitapçık olarak yayımladı.
19 Mayıs öncesini, Atatürk’ün ağzından ve Atay’ın kaleminden izleyelim.
***
Bir gün İsmet Bey’i (İnönü) davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey “- Gene ne var?” dedi. Sual sorarken gözlerinin içi yüksek zekâsı ve itimat veren derin neşesi ile gülüyordu...
- Ne haber, dedim.- Tahmin edeceğin gibi...- Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım.
İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim:- Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim.- Ne yapacaksın, diye sordu.
Bu münasebetle söylemeliyim ki benim daima en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu mülakatın (buluşmanın) sebepsiz olmadığına hükmetmişti.
- Mesela, dedim, hiçbir sıfat ve selahiyet (yetki) sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir.
Yüzüme baktı tekrar, neşeli ve ümitli güldü:

- Karar verdin mi?- Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver?
İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar dolaştım. Birdenbire ayağa kalktı gülerek: - Yollar çok, mıntıkalar çok, dedi.
(.......) 
Bu dakikada siz de düşünürsünüz
 ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum?
Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati (kesin) bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalaa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbikedilmeye başlandıktan sonra ‘keşke şu tarafını, bu tarafını da düşünseydim... Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaçkalmazdı...’ gibi, tereddütlere (duraksamalar) yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür.
Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke (silah bırakışması) sırasında dört, beş ay İstanbul’da kalışım sırf bunun içindir...”
***
19 Mayıs - Falih Rıfkı Atay / Ankara - 1944  

ORHAN ERİNÇ
Cumhuriyet

Kişiliksiz mi Diktatör mü? - CUMHURİYET

Şakaydı, Gerçek Oldu!
Yerel seçimlerden sonra CHP’nin en önemli “iç gündem” maddelerinden birisi de partinin “vitrini” niteliğindeki Merkez Yönetim Kurulu’nda yapılması planlanan değişiklikti. Nitekim, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, art arda partisinin yetkili kurullarını toplayıp hem Cumhurbaşkanlığı, hem yerel seçimler, hem de MYK değişikliği konusunda görüşlerine başvurdu. Ancak bu süreçte doğal olarak yoğun bir“MYK kulisi” de konuşulmaya başlanmıştı. Gazetelerin “olası” MYK üyeleri ile ilgili kulisleri yazdığı ve değişikliğin henüz yapılmadığı 23 Nisan’da ise CHP MYK Meclis’te toplandı. O dönem MYK için adı geçen Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, toplantı henüz başlamadan önce MYK üyelerinin bulunduğu salona girip“Beni genel başkan gönderdi” diyerek bir koltuğa ilişiverdi. “MYK kulisleri” nedeniyle üyelerin “tedirgin” olabileceğini de dikkate alan Ağbaba, “Merak etmeyin, sadece pasta börek yemeye geldim” diye espri yapıp salondan ayrıldı.
Bu toplantıdan bir süre sonra Kılıçdaroğlu, MYK’de değişikliğe gitti ve Veli Ağbaba, yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına getirildi. Kılıçdaroğlu da yeni MYK üyeleriyle ilk kez geçen perşembe günü toplantı yaptı. İşte Ağbaba, o toplantıda bazı “yanlış anlamaları” önlemek için yine kendi esprili üslubuyla açıklama yaptı:
“Bakın bu sefer börek yemeye değil, gerçekten MYK üyesi olarak toplantıya geldim!”
Kişiliksiz mi Diktatör mü?
AKP’nin Afyon kampında bir milletvekilinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisinin aday olmamasını isteyen bir milletvekilinin ANAP örneğini vererek “Özal, Çankaya Köşkü’ne çıkarkenYıldırım Akbulut gibi kişiliksiz birini partinin başına getirdi, ANAP bu yüzden dağıldı” demesine sinirlenen Başbakan Tayyip Erdoğan, bu ülkenin başbakanlığını yapmış birisine “kişiliksiz” denmesini doğru bulmadığını söyleyip eklemişti:
“Böyle bir ifadeyi hiçbir milletvekilime yakıştıramam. Bir daha böyle şeyler duymamayım.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin 47. Hükümeti’nin başbakanı Yıldırım Akbulut’a “kişiliksiz” denmesine kızan Başbakan Erdoğan, 1, 2, 4, 5, 6, 7, 8, 26, 27 ve 28. hükümetlerin başbakanlığını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı’nı yapmış İsmet İnönü’ye neler demiş bir anımsayalım:
- Sayın Baykal anayasa değişikliği ile her yerde mücadele edileceğini söylerken son derece münasebetsiz bir şekilde Churchill ve Hitler örneğini veriyor. İlla Hitler’e benzetince bir siyasi figür arıyorsa kendi genel merkezlerindeki eski genel başkan fotoğraflarına baksınlar. Orada Führer’e özenip kendisine Milli Şef dedirtmiş genel başkanlarının Hitler’vari bıyıklarının altından kendilerine gülümsediğini görecekler.
- Ey CHP, diktatör senin içinde. Kim? İnönü. İtalya’da Nazi, faşizm iktidar olduğunda onları ilk tebrik edenlerden olmuştur. Ve öyle ki bunlar Dersim’de katliamın baş sorumlusudur.
- Bu ülkenin tarihinde tek bir diktatör vardır, o da CHP’nin milli şefidir. Ama aynı CHP, merhum Menderes’e de merhum Özal’a da bize de diktatör diyecek kadar yüzsüz olmuştur.
‘Taşeron’ Meclis
Soma’daki maden felaketinin ardından kamuoyunda oluşan tepkiyle milletvekillerince iş güvenliği ve kamuda taşeronlaşma politikaları eleştirilmeye, taşeron çalıştırmanın temel istihdam politikası haline dönmesi de sorgulanmaya başladı. Milletvekilleri kamuda taşeronlaşmayı sorgulayadursun, biz de milletvekillerinin görev yaptığı TBMM’deki duruma yakından bakalım.
TBMM, kamuda taşeronlaşma politikalarının etkilerinin en sert görüldüğü kurumların başında geliyor. Öyle ki, 10 yıl önce TBMM’de taşeron çalışan tek bir kişi bile bulunmazken, bugün Meclis’in temizlik, bahçe, yemek hizmetlerini sağlayan çalışanların büyük bir bölümünü taşeron işçiler oluşturuyor.
Kamudaki taşeronlaşma rüzgârına bir yere kadar kadar direnebilen TBMM’de ilk taşeron işçiler 2005 yılında alındı. TBMM’de ilk kez 68 işçiyle başlayan taşeron istihdam o kadar çok sevilmiş olacak ki, yıllar itibarıyla katlandı. Çalışanların mutsuz ve özlük haklarının tırpanlanmış olmasına karşın “maliyeti düşük olunca” tek bir taşeronun bulunmadığı TBMM’de artık neredeyse milletvekili sayısının iki katı kadar taşeron işçi bulunuyor. TBMM’de çalışan taşeron işçi sayısı 2006 yılında 92, 2007’de 267, 2008’de 383, 2009’da 507, 2010’da 497, 2011’de 610, 2012’de 800 ve 2013’te 1019 kişi oldu.
Milletvekilleri son 10 yılda Türkiye’de 5 kat artan taşeron istihdam politikalarını eleştirirken, TBMM’de taşeron işçi artışı tam 15 kat oldu. İlk taşeron işçilerin çalışmaya başladığı 2005’ten günümüze kadar TBMM’de yaşanan taşeron işçi artışı bu anlamda Türkiye ortalamasını bile üçe katladı.

Ayşe Sayın, Emine Kaplan, Mahmut Lıcalı
CUMHURİYET

Borca saplandık - CUMHURİYET

Taksit ve vade sınırlaması da kredi ve kart borcunun hızını kesmedi, borçlu sayısı martta yüzde 38 arttı.

Mart ayında ferdi kredi borcunu ödemeyen kişi sayısı 54 bin 862, kredi kartı borcunu ödemeyen kişi sayısı 78 bin 230 oldu. İlk 3 ayda ise bu iki tür borcunu ödemeyenler 347 bine yaklaştı. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi, Mart 2014’e ait “negatif nitelikli ferdi kredi ve kredi kartı” rakamlarını açıkladı. Sonuçlar, kredi kartı ve kredi sınırlamalarının başladığı şubat ayından sonra borcunu ödemeyenlerin yine de artmaya devam ettiğini, ancak artış hızında bir yavaşlama olduğunu gösteriyor. Martta ferdi kredi borcunu ödemeyenlerin sayısı geçen yılı aynı ayına göre yüzde 49.8 arttı. Şubat 2014’e göre artış yüzde 1.9 oldu. Kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı ise geçen yılın aynı ayına göre yüzde 31.5 yükseldi. Şubat 2014’e göre ise yüzde 2.5 düşüş gerçekleşti. Bu iki tür borcu ödemeyenlerin toplam sayısı ise geçen yılın aynı ayına göre yüzde 38.4 artarak 133 bin 92 kişiye yükseldi. Şubat 2014’e göre yüzde 0.7 düşüş olsa da yılın ilk 3 ayında 346 bin 796 kişi ferdi kredi ve kredi kartı borcunu ödemeyedi. Öte yandan, 2009’dan bu yana oluşan birikime bakıldığında ferdi kredi borcunu ödememiş kişi sayısının 1 milyon 202 bin, kredi kartı borcunu ödememiş kişi sayısının da 1 milyon 650 bin kişiye ulaştığı görülüyor. Bunların toplamı da 2.9 milyon kişiye yaklaştı. Türkiye’deki kredi kartı sayısı Mart 2014 son itibarıyla 57.3 milyona ulaştı. Bu geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3 artışı ifade ediyor.

70 milyar liralık vergi tahsil edilemedi
Maliye Bakanlığı’nın tahsil edemediği vergi tutarı ise yılın ilk 4 ayında 69.7 milyar liraya ulaştı. Ocak-Nisan 2014 döneminde vergi tahakkuku 180 milyar 659 milyon 195 bin lira olurken, vergi tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 9.3 artışla 110 milyar 952 milyon 603 bin lira düzeyinde gerçekleşti. Bu dönemde tahakkuk eden vergi gelirlerinin yüzde 61.47’si tahsil edilebildi. Tahsil edilemeyen vergi tutarı ise 69 milyar 706 milyon 592 bin lira oldu. Nisan 2014 itibarıyla bütçesi fazla veren iller Ankara, Antalya, Bursa, Hatay, Mersin, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Tekirdağ, Zonguldak ve Kırıkkale oldu. Kalan 70 ilin gelirleri giderlerini karşılayamadı.

CUMHURİYET

Soma'da 'Kazaya rıza, kadere teslim' bildirisi - CUMHURİYET

Soma'da mezarlıklarda ailelere dağıtılan bir bildiride "Kardeşlerimizin vefatı bizi müteessir etti. Fakat; kazaya rıza, kadere teslim İslamiyet'in şiarıdır" ifadelerinin yer alması dikkat çekti ve sosyal medyada bildiriye tepkiler dile getirildi.

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, o bildiriyi yayınlayarak "Soma'da mezarlıklarda dağıtılan bildiri: "Bu kaza kaderdir, razı gelin" yazıyor. madem 'kadere teslim olmak İslamiyetin şartı', Tayyip Erdoğan neden 1500 korumayla geziyor? İkiyüzlüler..." diyerek tepki gösterdi.
İŞTE O TWEET; 

18 Mayıs 2014 Pazar

Soma katliamı ve 19. yüzyıl kapitalizmine geri dönüş - E. Attila Aytekin

Kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren belirgin bir eskiye dönüş yaşadığı tespiti sıklıkla yapıldı. Bu eskiye dönüş hem ideolojik anlamda hem de somut toplumsal üretim ilişkilerinde geçerli. İdeolojik anlamda neo-liberalizm kapitalist toplumların düşünce hayatını uzun zamandır tahakküm altında bulunduruyor; Keynesçi modelin gerilemesiyle birlikte liberalizm, özüne, yani klasik liberalizme, 20.yüzyıl öncesi, refah devleti öncesi dönemine döndü (bu anlamda ‘neo-liberalizm’ tabiri gayet yerinde). Bu kökten piyasacı görüş, sermaye birikimi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını amaç edinirken piyasanın düzenlenmesine yönelik tüm adımları reddetti. Refah devleti kapitalizminin piyasayı düzenleyen adımlarının önemli bir kısmı emeğin belirli ölçülerde korunması ve emeğin yeniden üretiminin güvence altına alınmasına yönelik olduğundan bu düzenleme karşıtlığı beraberinde bariz bir emek karşıtlığını da getirdi. Emeğin yeniden üretiminin sorumluluğunu tamamen tek tek emekçilere yıkan bu anlayış ideolojik düzlemde en veciz ifadesini Britanya başbakanı Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur” sözünde buldu ve üretim ilişkilerine de finansallaşma, enformelleşme ve taşeronlaşma olarak yansıdı.
Kapitalizmin küresel ölçekte yaşadığı bu ‘flashback’ın bir boyutu da kapitalist sermaye birikiminin doğa ve insana karşı en ufak bir kaygı taşımaksızın, neredeyse kısıtsız biçimde işlediği döneme dönüş oldu. Marx’ın ‘ilksel birikim’ dediği bu dönem, 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılda hortladı. Çevrenin kayıtsızca talan edildiği ve yoksul insanların sermaye birikimi için yerlerinden edildikleri ve ellerindeki ekonomik, fiziksel ve toplumsal varlıkları kaybetmeye zorlandıkları bu süreçler David Harvey tarafından ‘mülksüzleşme yoluyla birikim’ olarak adlandırıldı.
Bir laboratuvar olarak görülen Latin Amerika’da daha önce uygulanmaya başlansa da küresel ölçekteki yaygınlaşması mahşerin üç atlısı, yani Thatcher, Ronald Reagan ve Papa II. Iohannes Paulus (taze Aziz Jan Pol) bayraktarlığında olan neo-liberal politikalar Türkiye’ye de 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül askeri rejimi ve ANAP hükumeti eliyle girdi. Ancak AKP döneminde Türkiye iyiden iyiye neo-liberal sermaye birikim modeli için bir dikensiz gül bahçesi haline geldi. Sermaye AKP iktidarında tam bir altın çağ yaşarken sendikalar etkisizleştirildi, emek hareketi sindirildi ve neo-liberalizmin iki yüzü, yani hem kuralsızlaşma hem de mülksüzleşme yoluyla birikim ekonomik hayata egemen oldu.
Mülksüzleşme yoluyla birikimin temel ajanı TOKİ oldu. 1980 öncesinde gecekondulaşmaya göz yumarak en azından kente yeni göçen emekçilerin barınma sorununu kendilerinin çözmesine izin veren sermaye ve devlet artık emekçilerin merkeze görece yakın mahallelerden yaşamasına dahi tahammül etmeyerek onları kentin piyasada en değersiz görülen bölgelerine sürmeye başladı. ‘Kentsel dönüşüm’, artık neredeyse gizlemeye bile gerek duyulmayan bir sınıf nefretinin şiarı oldu. Küresel eğilimlere de paralel biçimde doğal afetler ve afet riski de kentsel mekandan rant üretmek için kullanıldı.
Ülke ekonomisinin yaşadığı neo-liberal dönüşümün bir başka sonucu enformelleşme ve taşeronlaşmaydı. Bunun en feci neticelerinden biri de en temel iş güvenliği ilkelerinin bile sermayedarlar tarafından sistematik olarak ihlal edilmesi oldu. Bu durum kendini bilhassa ölümlü iş kazalarının sayısında yaşanan dramatik artışta gösterdi. Ekonomide gemi inşaatı ve inşaat gibi düşük katma değerli sektörlerin öne çıkması emekçilerin canlarının ucuzlaması üzerinden sermaye birikimini dayattı.
AKP iktidarının ve sermayenin işçilerin sağlığı ve güvenliği konusundaki pervasızlığı öyle boyutlara ulaştı ki yeraltı madenciliği gibi doğası itibariyle tehlikeli olan ve iş güvenliğine ciddi yatırım yapılmasını gereken sektörler de özelleştirme ve taşeronlaşmayla karşı karşıya kaldı. Madencilikte en büyük iş kazalarının 1980 sonrası yaşanması tesadüf değil kuşkusuz ancak AKP bu konuda da ülkeye çağ atlattı. Türkiye’nin en büyük iş kazası ve dünya tarihindeki sayılı büyük kazalardan biri olan Soma katliamının AKP iktidarında yaşanması şaşırtıcı değil; bu “şeref” elbette AKP’nin olacaktı!
Yüksek lisans tezim için Osmanlı döneminde Zonguldak kömür havzasını araştırırken şöyle bir tabloyla karşılaşmıştım: madenler özel işletmecilerce işletilmekteydi, işçilerin sağlığı ve güvenliği hiçe sayılmaktaydı, işçiler düşük ücretlerle çalıştırılmakta ve ücretlerinden keyfi kesintiler yapılmaktaydı, iş kazaları vaka-i adliyeden sayılıyordu. Üstelik kronik işgücü açığını çözmek için bir dönem zorunlu çalışma da (‘mükellefiyet’) dayatılmıştı. Daha sonra kentin mevcut durumuna odaklanan başka bir araştırma için Zonguldak’a tekrar gittiğimde 19. yüzyılın bazı sorunlarının hortladığını gözlemledim: özelleştirme, taşeronlaşma, kaçak ocaklar, düşük ücretler, özel sektörün güvenliği önemsememesinden kaynaklanan kazalar… Hatta madencilerin kredi borçları yoluyla bir tür yeni mükellefiyet…
Soma katliamına yol açan etmenlerin Zonguldak’takilere benzer olduğu anlaşılıyor. Devletten kiraladığı ocakta ton başına maliyeti şu kadardan şu kadara düşürdük diye böbürlenen kapitalistin maliyetten kıstığı alanlardan birinin iş güvenliği olduğu kesin. Soma’ya da Zonguldak’a olduğu gibi 19. yüzyıl kapitalizmi özelleştirme ve “rödövans” yoluyla girmiş.
Üstelik yaşadığımız şeyin büyük bir eskiye dönüş olduğunu en yetkili kişi, bizzat Tayyip Erdoğan kabul etti. Akıl sağlığı yerinde olan bir insanın en az 300 madencinin hayatını kaybettiği bir yere gidip, “büyütmeyin canım, bunlar olağan şeyler” demesi olacak şey değil kuşkusuz, yine de Erdoğan’ın maden kazalarının olağanlığını kanıtlamak için verdiği örnekler iktidarın meseleye bakış açısını göstermesi açısından önemli. Farklı ülkelerden verdiği en yeni örnek 50 yıllık olan Erdoğan, 1860’larda yaşanan kazalardan rahatça bahsetmekte beis görmedi. İşçilere ve yakınlarını kaybeden insanlara şunu söyledi aslında: ‘19. yüzyılın kapitalizminde yaşıyorsunuz; iş güvenliği, sosyal güvenlik yok; öldünüz, öleceksiniz; böyle bir durumda bekleyebileceğinizi en iyi şey cesedinizin çıkartılması ve otopsinizin hızlı yapılmasıdır.’
Her tür sağduyusunu yitirmiş olan Erdoğan Soma’da açık konuştu ve sermayenin perspektifini dolaysız olarak temsil etti. Onu bu kadar açık konuştuğuna pişman etmek de bizim boynumuzun borcudur.

Siyaset yapma! - İLHAN CİHANER

Gene aynı nakaratı tekrar etmeye başladılar:
“Birilerinin maden şehitlerini siyasi malzeme olarak kullanıp...”
“Sayın Başbakanımıza yönelik söylemlerde bulunan insanlar, şehitlerin acısını yaşayan insanlar değil, kendine siyasi nema çıkarmaya çalışan kişiler...”
Aslında “siyaset yapma” konulu yazıyı Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına getirilen eleştiriler üzerine yazacaktım. Yargı pratiklerine ve ülkenin genel sorunlarına ilişkin eleştirel bir konuşmayı siyasi konuşma diyerek mahkum etmek, “cübbeni çıkar öyle siyaset yap” demek ya cahilliktir ya da üçkağıtçılıktır. Cahilliktir çünkü siyaset sadece parlamentoda ya da siyasi partilerde yapılmaz. Hatta günümüz koşullarında TBMM’de ve partilerde siyaset yapmak daha zor bir iş haline gelmiştir. Üstelik seçim barajlarıyla, eşitsiz hazine yardımlarıyla, polisiye baskılarla daraltılmış bir politik alanda, “karşıma çık aday ol” demek dalga geçmektir. Bunu yapmak da bazan tuzağa düşmektir. (Barajı bırak, havuzu bırak, hazineyi bırak siyasetçi kim bakalım demek gerek!)
Gerçi bunların zihniyeti eşitsiz mücadeleye alışık. Daha birkaç gün önce onlarca korumasıyla bir yurttaşı dövdü liderleri. Elemanlarından birisi, polisler tarafından yere yıkılmış bir başka yurttaşı, tekmeledi. Polislerin ve muktedir patronun arkasına sığınarak yaptı bunu. (Burada da korumaları bırak, görevi bırak delikanlı kim bakalım demek gerek!)
Ceza adalet sistemi sonuna kadar siyaset alanıdır. Koruduğu ya da cezalandırdığı eylemlerle, infaz rejimiyle siyasetin belirlediği bir alan olduğu kadar siyasetin iklimini de belirler. Hele idari yargı. Eleştirilen konuşmanın yapıldığı Danıştay’ın da dahil olduğu idari yargı doğrudan siyasi bir alandır. Ne demişti ödüllendirilen bir “kıdemli yargıç”, HSYK seçimleri sırasında: “...Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak... HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız” nitekim kazandılar. Kazanmakla yetinmeyip Soma gibi, Roboski gibi katliamlarda pay sahibi de oldular .
Danıştay’ın kamucu içtihatlarını sıfırladılar. Meslek odalarının, yurttaşların dava açma olanaklarını kısıtladılar. Hükümetin hukuksuzluklarının arkasında durdular. Bir Danıştay Başkanı “bundan sonra yok öyle onu durdur, bunu durdur” diyerek itiraf etti.
Şimdilerde iktidarın siyasi sorumluluğunun olduğu olayları eleştirenleri “siyaseten nemalanmak istiyorlar”, “siyasi malzeme olarak kullanıyorlar” diyenler, eğer ahmak değillerse, üçkağıtçıdır, yağma ve sömürü düzeninin bir parçasıdır. Üçkağıtçıdır çünkü “verili iktidar ilişkilerini” siyaset konusu olamayacak kadar/tartışılmaz/doğal, zorunlu/değiştiril(e)mez olarak göstermek istiyorlar. Karşılarındaki her düşünceyi de kriminalize etmeye çalışıyorlar. Siyaseten sorumlu oldukları bir olay mı oldu? Gelsin darbe yaygarası, dış güçler yaygarası, istikrar safsatası. Bunun ekonomide yansıması neo-liberal yağma ve sömürü düzeninin mümkün tek düzen olarak algılatılmasıdır. Hele bir de “kaza, kader, fıtrat” sosuyla süsleyip, hatimlerle, “cübbeli hoca timleriyle” tevekkül telkin edersen, bırakın mümkün tek düzen algısını “ilahi düzen” olarak bile yurtturabilirsiniz bu yağma, sömürü ve cinayet düzenini. Bu arada da sömürü derinleşir.
Ben bu yazıyı yazmaya çalışırken Soma’da ÇHD’li avukatların savcı talimatı olmadan gözaltına alındığı, Valiliğin tüm eylemleri yasakladığı, Başbakan’ın elemanlarının İstanbul’da bir gazeteciyi tartakladıkları haberleri veriliyordu.
Artık devlet aygıtının “hukuk kılıfına sokulmuş legal zorunu” bile beklemeyip kendisi/elemanları tarafından doğrudan güç kullanmaya başlayan bir “siyasi figürle” karşı karşıyayız. Bir eşik daha aşıldı. Korkutucu bir eşik. Korkutucu bir eşik dediysem despotların “sıradışı” sonlarına giden yolda şiddeti meşrulaştırmaya giden bir eşik.
Umarım Başbakanlık’ta “yaşam odası” kurmak zorunda kalmazlar!
İLHAN CİHANER
SOL

‘Hasta mı, Kötü mü?’ - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bir psikolog okurum, “Psikolog olarak anlamaya çalıştığım ve sizin de anlamayaçalıştığınız ancak memleketin büyük çoğunluğunun maalesef anlayamadığı bir hastalık halini tıpkı meslektaşlarımla tartıştığım gibi size de iletmek istedim. Hasta mı kötü mü?” diye yazıyor ve ekliyor:

“Ruh hastalığı bazen kötülükle karışır, özellikle paranoidler her tepkiyi kendinedüşmanlık sanır ve saldırır. Birini çağrıştırıyor mu? Bazen gördüklerimizi tarif etmektezorlanıyor da olabiliriz. Hatta psikologlar da kimi zaman hastanın davranışlarını tahlil ederken herhangi bir teşhis koymak zorlaştığında meslektaşlarıyla tartışırlar, ancakherhangi bir insanın başkalarının acılarının ortasında bile kendine bir düşmanlıkvarmışçasına saldırması, dayılanması, hatta diyelim herhangi bir tepki gösteren alakalı alakasız herkese ‘İsrail’in dölü’ ifadesinde olduğu gibi kafasındaki yanlış inançlar ve değerlerle saldırması, muhakemesini iyice kaybettiğini ele verir. Kişinin… herkesi düşmanı sanarak saldırganlaştığı hali kötülüğünden değil, hastalığındandır, ağır hastalığındandır…”
Boks ve futbol demokrasisiTalihsiz ve akıl almaz gelişmelere sahne olan Başbakan’ın Soma çıkarmasındayaşananları, yalnız biz değil, dünya anlamakta zorlanıyor.
Taziye amaçlı olduğu varsayılan bir gezide göz önünde cereyan eden “yumruk-tekme”olayları, yüzlerce kişinin yaşamını kaybettiği tarihi maden kazası trajedisinin bile önüne geçti.Bir vatandaşın Başbakan tarafından yumruklanması/tokatlanması; özel harekâtpolislerince yerde hareketsiz hale getirilen bir başka yurttaşın gene Başbakan’ın yardımcısı tarafından nefretle, acımasız biçimde tekmelenerek yol ortasında dövülmesi; başlı başına ayrı bir “olay” ve ayrı bir trajedi oluşturdu.
Bundan böyle artık biz dünyanın gözü önünde çekilen “meydan dayağına rağmen”;dayak atana gönüllü oy veren bir ulusun fertleriyiz.
Dünyaca böyle görülüyor ve algılanıyoruz.
Başta BBC olmak üzere belli başlı tüm dünya TV’leri döne döne bu haberleri geçti. Tüm büyük gazeteler, bu gurur kırıcı görüntüleri sayfalarına taşıdılar.
Başbakan’ın gelecek hafta sonu ziyaret edeceği Almanya’nın Die Welt gazetesi,Yusuf Yerkel tekmesine, birinci sayfanın üçte ikisini kapsayacak ebatta üç büyükfotoğrafla yer vermişti…Elimdeki gazetelerden İspanya’da El Pais, İtalya’dan Repubblica ve Corriere dellaSera gazeteleri Yerkel’in değme futbolculara taş çıkartan “altın tekmesini”(!) ayrıntılarıyla işlemişlerdi.
Dünyanın bundan böyle bize duyacağı/ göstereceği saygı; bizim kendimizegösterdiğimiz bu saygı boyutlarının ölçüsüyle sınırlı olacaktır. İnsanlar bize “Pes!” diyebakacaklardır: “Hem dayak yiyorlar. Hem de oy veriyorlar. Doğrudan el kaldırmaktançekinmeyen; kameralar yanında yurttaşına aldırmadan ‘Bu ülkenin Başbakanı’na yuhçekersen tokatı yersin!’ diyen/diyebilen hükümet başkanlarını görünen o ki yakında bir de cumhurbaşkanı yapacaklar!” diye parmak ısıracaklardır.
Güç zehirlenmesiİleri Törkiş demokrasimizin seçmenleri olarak bizler bu itibarla; kafası gözü yarılanadek her akşam dövülmesine karşın “Ama o benim kocamdır!” diyerek bir türlüboşanamayan çaresiz kadınlardan farksızız...
Sorunlu olan Erdoğan’dan önce asıl bizim ruh halimiz bana göre.Ortadaki bu açık tabloya rağmen RTE’nin hâlâ Cumhurbaşkanlığı adaylığının “güçlüolasılık” olarak geçerliliğini koruyor olması, öncelikli olarak Türk seçmenin psikolojisinin incelenmesini şart koşuyor esasen...
Erdoğan’ın güç zehirlenmesiyle bir noktadan sonra “gerçekle bağlantısını yitirmesini” anlayabiliyorum…
Ünlü laftır: “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” derler…
Dün… “Kasımpaşalı Haylaz” yazısında da belirttim.Erdoğan lider olmadan daha, müritleri onu uçurmaya başladı!
İleride “lider olması ihtimali” dahi, kendisini her tür yağlayan, aklayıp paklayan,kanatlandıran müritlerince havalandırılmasına yetti.
RTE’nin üç genel seçim, iki referandum aldığı on iki yıllık liderlik ve başbakanlıkserüvenini bunun üzerine koyun.
Her dediğine tartışmasız baş sallayan, “Siz ne ederseniz iyi edersiniz, ne takdirbuyurursanız iyi buyurursunuz efendim-cileri” ekleyin…
Ruh sağlığı dört dörtlük yerinde insan bile şaşırır. “Vay be! Ben neymişim? Analar neler doğuruyor?” olur sonunda eminim.Erdoğan’dan çok daha donanımlı, birikimli ve hazımlı insanların dahi ayaklarını yerdenkesen bir şey güç sarhoşluğu.Nerede kalmış “Kasımpaşalı haylaz”lıktan T.C. Başbakanlığı’na ışınlanan Erdoğan…
Demokrasilerde denge-fren mekanizmaları işte tam bunun için var. Ama Türkiye’dedenge-güç mekanizmaları iflas etti. Hukuk devleti bitti, işler “şiddet” aşamasına geldi!
Elimizde artık sadece sandık kaldı...
İşten atılma tehdidi altında AKP’ye oy vermeye zorlandıklarını itiraf eden Soma’nınmaden işçileri örneğinde görüldüğü gibi, sandığın da çok yazık ki ağır şartlarla teslimalındığını biliyoruz.
Adım adım, göz göre göre kaçınılmaz sona yuvarlanıyoruz.
Yazıklar olsun!

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Altın Hareketinin Ödemeler Dengesindeki Yeri - ÖZTİN AKGÜÇ

Bir ülkeye altın giriş ve çıkışının ödemeler dengesini etkilediği, ödemeler dengesinde yer alması gerektiği konusunda görüş ayrılığı olmamakla birlikte, ödemeler dengesinin hangi bölümünde, cari işlemler, sermaye hesabı, finansman hesabı, resmi uluslararası rezervlerin yer alması konusunda uygulama farklılıkları ya da tutarsızlıklar görülmektedir.
 
Altının bazı sanayi dalları için fiziki girdi olmasının yanı sıra ödeme aracı ve ülkenin resmi uluslararası rezervine dahil olması özellikleri, ülkeye altın giriş ve çıkışının muhasebesinde farklı uygulamalara yol açmaktadır. 
Ülkeye altın giriş ve çıkışı, nedenine göre (i) dış ticaret dolayısıyla cari işlemler hesabında; (ii) finansman hesabında, (iii) resmi uluslararası rezerv hesabında, (iv) hatta sermaye hesabında yer alabilir. 
Altın, üretimde girdi olarak kullanılmak üzere ithal ediliyorsa, altın ithalatının dış ticaret alt bölümünde cari hesaplarda yer alması uygundur. 
Ülkeye altın girişi, altının ödeme aracı olmasından kaynaklanıyorsa finansman hesabında yer alması gerekir. Altın ithalatı Merkez Bankası tarafından yapılıyorsa, resmi uluslararası rezervler hesabında yer almalıdır. Ayral, istisnai olarak altın hibe yoluyla ülkeye giriyorsa sermaye hesabında gösterilmelidir. 
Altın girişine koşut olarak ülkeden altın çıkışı da, nedenine göre ödemeler dengesinin değişik bölümlerinde yer alır, farklı yorum ve değerlendirmelere yol açar. 
Mal ihracatı olarak nitelendirilmesi, cari işlemler hesabında yer alması için, altının yurtiçinde üretilmesi ve/veya yurtdışından ithal edilmiş olmakla beraber yurtiçinde üretim sürecinden geçirilerek, katma değer yaratılarak ihraç edilmiş olması gerekir. 
Bir yükümlülüğün yerine getirilmesi amacıyla, ödeme aracı olarak ülkeden altın çıkışı oluyorsa, finansman hesabında yer almalıdır. Ödeme amaçlı ülkeden altın çıkışının mal ihracatı olarak gösterilmesi yanıltıcıdır. 
Merkez Bankası, altın mevcudunu, yurtdışına altın satışı yolu ile azaltıyorsa, bu durumda ülkenin resmi uluslararası rezervleri azaldığından, altın çıkışı rezerv hareketlerinde gösterilmelidir. 
Yurtdışı yerleşiklere altın hibe ediliyorsa, bağışlar, sermaye hesabında yer alır. Yurtdışından altın satın alınıp işlem görmeden üçüncü bir ülkeye satılıyorsa, bu tür bir ticaretin, transit ticaret kapsamında yer alması gerekir. 
Ülkeye altın giriş çıkışlarında belli muhasebe standartlarına uyulmazsa, ülkeden altın çıkışı ihracat artışı, cari işlemler açığının daralması gibi yanıltıcı yorumlara yol açar. 
Günümüzde ülkede üretilse bile altın ihracatı değil, katma değeri yüksek ileri teknoloji ürünler ihracatı, ulusal geliri artırma, cari işlemler açığını daraltma açısından önemlidir. Türkiye’nin dışsatımında ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 1.8 olarak hesaplanmaktadır. Bu pay gelişen ülkeler grubunda dahi en düşük, alt düzeyi oluşturmaktadır. 
Gerçekten başarı kazanmak istiyorsak ileri teknoloji ürünü malların ihracatında en alt sıralardan kurtulup en azından orta sıralara doğru ilerlememiz gerekiyor. 
Katma değeri az montaj sanayii ürünleri ihraç ederek ya da ihracat kapsamını yapay şekilde genişleterek, hayali ihracatı da devreye sokarak ihracat artıyor diye övünmenin kişiler dışında ülkeye bir yararı yok. Bu yolla ne dış ticaret açığı kapanır ne ihracatın ithalatı karşılama oranı yükselir, ne de ihracat çarpan etkisiyle ulusal gelir de hızlı artışa yol açar. Sadece övünmeye, siyasal propagandaya malzeme olur. 
Sağlıklı yorumlar, değerlendirmeler için de ödemeler dengesinin muhasebe standartlarına uyum sağlamamız gerekiyor.  

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

16 Mayıs 2014 Cuma

AKP'nin 'anti-isyan' timi Soma'da görevde - CUMHURİYET

Acılı Soma halkı, bugün ilçeye gelen sakallı ve cüppeli şahıslar tarafından, "İsyan etmeyin, onlar şehit oldu" denilerek telkin ediliyorlar.

Türkiye, Soma'da kaybettiği madencilerine ağlıyor. Acılı Soma halkı dün ilçeye gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı protesto etmişti. Bugün ise Soma'da AKP'nin 'anti-isyan' timi adeta göreve başladı. Sakallı, cüppeli şahıslar, acılı madenci yakınlarına, "İsyan etmeyin onlar şehit oldular, dua edin" diye telkinde bulunuyorlar.

Madendeki Yangının Suyla Trajedisi - ÇİĞDEM TOKER

SOMA - “Bulduğumuzda hepsinin de iki eli dua eder durumda yukarı doğru açıktı. Sedyeye koymak için düzelttik. Tekrar dua eder hale geldi.” 

İkinci günkü kurtarma çalışmasına katılan bir görevli böyle anlatıyor. Adı bende saklı... 
Yerin yüzlerce metre altında dua ederek kurtarılmayı bekleyen bir grup işçiyi halka halinde oturmuş, elleri havada bulduklarını söylerken gözlerini siliyor. 
Bir başka görevli, herkesin tanıdığı ikiz kardeşlerin birbirine sarılarak bulunduğunu anlatıyor. “Herhalde kelimeişehadet getirdiler” diye ekliyor. 
Cenazelerin sedyeye kat kat sarılarak konulmasının sebebi de buymuş: Zehirli gaz, kanı donduruyormuş ve “düzeltmek” çok zor oluyormuş. 
Sabah iki yeğenini toprağa vermiş, şimdi de başka bir yakını için ocağa gelen bir işçiye sordum: “İlk gün sedyede oksijen maskesiyle çıkarılan işçilerin, aslında içeride cansız bulunduğu doğru mu?” 
Doğruymuş... Oğlunun televizyonda maskeyle çıkarıldığını gören bir annenin daha sonra evladını bulamadığını anlatınca “Peki neden böyle bir şey yapılmış olsun” diye sordum. İşçinin verdiği yanıt, tuhaf ve muhakemeyi zorlasa da çok düşündürücü: 
“Kan parasını az ödemek için... Bize vereceği para daha az olacağı için...” 
Kat kat, hikâye hikâye böyle bin kez ölünür mü? Burada ölünüyor işte.
***
Soma maden ocağının altı, hâlâ “işçi” bedeni dolu. Önceki akşam durdurulan kurtarma çalışması sabah hâlâ başlamamıştı. Çalışmaların Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti dolayısıyla durduğu gibi “dehşet verici” bir söylenti kulaktan kulağa yayıldı. “Bu kadar da vicdansızlık olur mu” sorusuna, işçi yakınları “Olur tabii. Geceye bırakacaklar. Gündüz çıkarmaya artık cesaret edemiyorlar” diyor. 
Ancak asıl iki nedenin, madendeki “yangın” ile “bu yangını söndürmek için basılan su” olduğu konuşuluyor. 
En alttaki yangın sürüyormuş. Madenden çıkarken, nöbeti devreden kurtarma ekibi“kimyevi toz” da kullanmaya korktuklarını söylüyordu. 
Basılan suyun ise cenazelerin şişmesine ve bütünlüğünün bozulmasına yol açtığı ve bu durumdaki cenazelerin sedyeye nasıl aktarılacağı konuşuluyordu.
***
Dündar Sural, tozun toprağın arasında çömelmiş yeğeninin çıkarılmasını beklerken anlatıyor: 
“Soyunma yerleri leş gibi. O tuvaletlerde köpeği bağlasan durmaz. O yemekhanede açlıktan ölecek halde olsan iştahın kesilir. Duvarlar leş gibi. Yerler b.k dolu. Biri keşke Cumhurbaşkanı geldiğinde bunu bağırsa.” 
Engelli İsmail Yıldırım çıldırmış gibi bağırıyor: “On guruşluk değerimiz yok. Paran varsa değerlisin. Sattılar bizi buraya. Sattılar. Bizim altımızda cipler yok.” 
İlk günden beri ocağın başındaki acılı ailelerin dilinden düşmeyen bu “cip” konusu ne peki? Şirketin Genel Müdürü Ramazan Doğru, Soma’nın içinde lüks cipiyle dolaşmayı çok severmiş. AKP’li eşi Melike Doğru’nun özel şoförü varmış. Hafta sonları mangal partileri dillere destanmış. 
İlçede yayılan söylentiye göre, karıkoca patlamanın ardından yurtdışına “kaçmış”. Gören duyan, nerede olduklarını bilen yok. 
Zaten, ilk andan beri şirket de ortada yok... “Hani?” diyor taksi şoförü“Cumhurbaşkanı’nı karşılayan ekipte, genel müdürün olması gerekmez miydi?” 
Dönüş yolunda sohbet ettiğimiz İbrahim, karşı yönden gelen beyaz otobüsleri gösteriyor. Önlerinde “İmbat Madencilik” tabelası asılı en az yedi sekiz otobüs geçiyor. İbrahim soruyor: “Hani üç günlük yas vardı? Hepsi hikâye! Bu moralle nasıl çalışacaklar?” 
Sonra ben soruyorum: “Sence bu maden faaliyete devam eder mi, kapanır mı?” 
“Bence kapanması lazım. Kapanmazsa bil ki arkasında Başbakan var abla.”  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

O Tokat Hepimize! - CAN DÜNDAR

Neyzen Tevfik’in dörtlüğü sanki Evren’den Erdoğan’a uzanan süreci anlatıyor: 
“Türkü yine o türkü/Sazlarda tel değişti/ 
Yumruk yine o yumruk/ Bir varsa el değişti.”
***

İyi oldu bu değişim: 
Eski Türkiye”, modası geçmiş bir dipçikle yönetiliyordu. 
Yeni Türkiye” copla, tekmeyle, tokatla yönetiliyor. 
Diktatörlüğün fıtratında var çünkü bu... 
İtiraz sevmiyor, protestoya dayanamıyor. 
Önünde el pençe divan durulmadı mı, öfkeleniyor, saldırganlaşıyor. 
Ama milletin gözü açıldı; o diklendikçe halk da dikleniyor. 
Üniversiteye gidiyor, talebe ayağa kalkıyor. 
Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor, hukuk karşısına dikiliyor. Danıştay’a gidiyor, hataları bahsi açılıyor. 
Konuğu geliyor; demokrasi dersi dinliyor. 
Maden bölgesine gidiyor, yuhalanıyor. 
Kendi kabarttığı öfke dalgası, tehlikeli bir şekilde kendisine yöneliyor. 
O mukadderattan kaçmak için, “İnlerine gireceğiz” dediklerinden bir esnafın marketine girip saklanıyor. 
Orada da yüzüne yüzüne hesap soruluyor. 
Çaresiz, tokatı konuşturuyor.
***
Üç kuruşluk ekmek kavgasında, daha çok kazanç hırsı uğruna yitirdiği evladını yeraltından çıkarıp yine yeraltına defnetmiş insanların yüzüne, tarihin en iyi operasyonunu yaptığını söylüyor. 
Orada aldığı oya güvenip “İşin doğasında var bu” diyor. 
Uygar dünyada bu ilkelliğin örneği kalmadığı için ancak 19. yüzyıl İngilteresi’nden örnek verebiliyor. 
İşin fıtratında illa ölüm olmadığını, özelleştirme politikalarının, taşeron uygulamalarının, denetimsizliğin, kâr maksimizasyonu peşindeki vahşi kapitalizmin bu katliamı hazırladığını biliyor. 
Oradaki canları kurtarabilecek bir önergeyi daha iki hafta önce reddettiğini pekâlâ hatırlıyor. 
İktidarı döneminde iş cinayetlerinin yüzde 40 arttığını, bu son katliamla toplumsal öfkenin iyice kabardığını görüyor. 
O yüzden bu “fıtrat”a karşı çıkanlara, danışmanıyla birlikte tekme tokat girişiyor. 
Tepki bir ateş topu gibi ülkeye yayıldığında da, ilk işi Gezi Parkı’nı kapattırmak oluyor. 
Köşeye sıkıştırılıp habire dövülen toplumların sonunda nasıl patladığını iyi biliyor. 
Gezi’yi unutamıyor. 
Korkuyor.
***
Korkmalı! 
“Üzüntümüz, öfkemizin tohumudur” pankartından... 
“Olağan şeyler bunlar” diyerek canını hepten yaktıklarının isyanından... 
Makam arabasına saldıranlardan, market kapısına dayananlardan... 
Onca baskıya, gaza, mermiye, zulme rağmen inatla sokağa çıkanlardan, kendisinden korkmayanlardan korkmalı... 
“Alın yazısı” diye boyun eğmeyenlerin öfkesinden, o yumruğun iadesinden, yarın korumaların da yetmemesinden korkmalı... 
İşin doğasında var bu... 
Despotsan, fıtratın çoğu korku...  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

OY SOMA, OY OY!! - AHMET TAN

Cumhurbaşkanını protesto eden... 
Başbakan’ı yahalayan... 
Bakanlara “şerefsizler” diye bağıran... 
Soma halkının büyük çoğunluğu AKP’li. 
Belediye başkanlığı da AKP’de. 
76 bin seçmen var. 
Soma’daki aktif madenci sayısı ise 12 bin (eksi 283)?! 
Yüksek Seçim Kurulu’na göre son yerel seçim sonuçları şöyle: 
AKPi yüzde 43.3 (28.857 oy) 
MHP yüzde 28.7 (19.122 oy) 
CHP yüzde 22.3 (14.852 oy) 
SP Yüzde 2.5 (1.670 oy) 
BBP yüzde 0.5 (362 oy)

***
Acaba AKP, Soma’da da evlere bedava kömür dağıttığı için mi yüzde 43.3 oy aldı?
CAYIR CAYIR
Alman dergisi Der Spiegel manşet atmış: 
“CEHENNEME GİT ERDOĞAN!” 
Cumhurbaşkanı seçiminde bizim seçmen de manşetin altını tamamlar ve “Kömürünü de unutma!” derse gidecektir!
DANIŞMAN 
Başbakan kömür işinin “fıtratından” söz ederken yine de insafllı davrandı, örneği yakın zamanlardan verdi. 
Sözünü ettiği İngiltere’de de 1866’da 361 kişi ölmüştü. 
Daha eskiye, ortaçağa da gidebilirdi. 
Demek ki madenci yakınlarını tekmeleyen danışmanı Yusuf Yerkel’in arka ayağını kullanmaktan vazgeçmesi ve biraz daha ders çalışması gerekiyor! 
İngiltere’de maliyeti düşürmek için tüneller ancak çocukların girebileceği genişlikte açılıyordu. 
Ve madenlerde daha çok 14-15 yaşında çocuklar çalıştırılıyordu. 
Kömürün taşınması için de bizim “Midilli”, onların “Pony” dedikleri çok güçlü “bücür at”ırkı türetilmişti. 
O sevimli atların özelliği “eşekler”den farklı olmaları. 
Ve tekme atmayı bilmemeleri!
FITRATIN BATSIN, LÜTFEN 
Oy toplamak için, 
Bedava kömür... 
Bedava kömüre, 
Taşeron şirket... 
Taşeron şirkete... 
Ucuz can ve denetimsizlik gerek. 
Hepsinin toplamı, BEDAVA ÖLÜM... 
Başbakan’a göre ise “BU İŞİN FITRATI” demek!  

AHMET TAN
Cumhuriyet

15 Mayıs 2014 Perşembe

Hayat Pahalı, Can Ucuz! - MUSTAFA BALBAY

Soma tipi kazalar, kaderin değil ihmalin eseridir. Yıllardır adım adım yükselen maden ocağı kazaları önceki gün tüm ülkeyi sarsan facia ile birlikte tarihin en yüksek noktasına ulaştı. 
Öncelikle faciada yaşamını yitiren tüm işçilerimize Tanrı’dan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyoruz. Sonuçta acı hepimizindir, Türkiye’nin başı sağ olsun. Bu insani dileğimizi paylaştıktan sonra gerçeğe dönelim... 
Biz gelişmeyle büyümeyi birbirine karıştırıyoruz. Gelişme, ülkenin her anlamda ileri gitmesi, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamasıdır. Büyüme ise pek çok alanda rakamların üst düzeylere çıkmasıdır. Örneğin Türkiye, cep telefonu satışı bakımından gelişmiş ülkeler ortalamasının üzerinde. Avrupa’da bir kişi ortalama 2-2.5 yılda bir cep telefonunu yeniliyor. ABD’de bu rakam 3 yılı buluyor. Türkiye’de ise insanlar yeni tasarımları yakından izliyor ve 6 ayda bir cep telefonunu yeniliyor. Piyasa büyük. Peki, insanların kendini ifade etme özgürlüğünde gelişme var mı? 
Yok... 
Kadına yönelik ayrımcı tutumdan basın özgürlüğüne, iş güvenliğinden iyi eğitim alma hakkına kadar Türkiye insani gelişmişlik ölçütü olan hemen her alanda 100. sıraların altında geliyor. 
Soma faciası bu gerçeğin yüzümüze vurulmasıdır. 
Türkiye’de hayat pahalıdır, can ucuzdur.
***
Olumsuz durumlarla ilgili verilerde ise ilk sıraları kimseye kaptırmıyoruz. Madencilik sektöründeki iş kazaları bunların başında; Avrupa birincisiyiz. Maden Mühendisleri Odası’nın verilerine göre, dünyada da Rusya ve Hindistan’ın ardından üçüncü sırada yer alıyoruz. Çin’de de ölüm oranı çok yüksek ama üretimle karşılaştırıldığında Türkiye bu ülkeyi de solluyor. 
Çin’de her bir milyon ton üretimde 1.3 kişi yaşamını yitirirken Türkiye’de 7 kişi ölüyor. 5 kattan daha ağır bir tablo. 
Yeraltı kömür işletmeleri bakımından Türkiye’nin şartlarına en yakın ülke Polonya. Oysa Türkiye’deki ölüm oranı bu ülkenin 5 katı. 
Türkiye’deki maden ocaklarının durumu, işyeri güvenliği, çalışanların eğitimi, iş güvenliğine yapılan yatırım, kamu denetimi dikkate alındığında Soma faciasının bağıra bağıra geliyorum, dediği ortaya çıkacaktır. 
Son yıllarda hızla artan, Meclis’e getirilen yeni çorba yasayla daha da yaygınlaştırılması hedeflenen taşeronlaşma yukarıda sıraladığımız tatsız tabloyu kalıcılaştırıyor. Özelleştirme, devletin zarar eden kurumlarının elden çıkarılıp özel sektör elinde verimli hale getirilmesi diye sunuluyordu ama yaşama geçen bu değil. Kâr eden kurumların devredilmesi ve işyerinin daha güvensiz hale gelmesiyle sonuçlanan bir bataklıkla karşı karşıyayız.
***

Önceki gün Soma’dan gelen ilk haberlerin ardından herkes, yeraltındaki insanların canlı kurtarılma olasılığını konuşmaya başladı. Sonrasındaki haberler ne yazık ki umut vermiyordu. Çünkü böyle bir kazaya hazırlıklı bir yönetim anlayışı yoktu. Her sorumludan başka ses çıkıyordu. Biri, “Madene temiz hava verildi. Bu, zaman kazandırır” derken bir başkası, “Oraya verdiğiniz temiz hava yangını daha da arttırır, felaket getirir” yorumu yapıyordu. 
Her büyük kazada olduğu gibi Türkiye seferberdi, herkes Soma’ya akıyordu ama kimse doğru dürüst ne yapacağını bilmiyordu. 
Soma ders olur mu? 
Keşke... 
Bir sendika çıkıp olumsuzlukları eleştirirse Başbakan’ın vereceği yanıtlar sıralamasında birinci sırayı şu almaz mı: 
- Baretini çıkar, siyasete gir!

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Kömür Değil, Haksız Kâr, Ucuz Emek Karası - ŞÜKRAN SONER

Başbakan dünyadaki iş kazaları, maden kazalarından, 1800’lü yıllarda kalmış verileri de kullanarak, kamuoyunu olamasa da yandaşının, seçmeninin kafasını karıştırıyor olabilir. Bizdeki iş kazalarını iş cinayetlerine dönüştüren, bu ülkenin de teknolojik birikimleri ile alınabilir önlemler alınmadığı, yüksek kârlarla ucuz emeğin eksen yapıldığı çalışma koşullarının verilerinden ne haber? Çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinde karnemiz hep bozuktu, zaten ölüm ve sakat kalma oranlarında dünyada en kötü sıralarda yer alan ülkeydik. İktidarlarının insansız büyüme projeleriyle haksız, hukuksuz kârlar, ucuz emek cenneti; iş cinayetlerinde yüzümüz kömürünkinden kara... 
Meslek hastalıkları kayıtlarını tutmayarak hesap vermekten sıyırırken, saklanamayan ölümlü, yaralanmalı iş kazalarında, madenlerde, inşaatlarda dünya rekorlarını kıran ülkeler arasında ön sıralarda hep yer alıyorduk. İktidarlarının özelleştirme, haksız-hukuksuz kârlara kâr katma, kayıt dışı üretim, taşeronlaştırmayı yaygınlaştırması, emeği ucuzlatma, çalışma koşullarını olumsuz bozma politikaları ile.. Başbakanımızın çok övündükleri ekonomimizi piyasalar düzeni üzerinden büyütürken, insani değerler ölçümlemelerinde hızla geriye çeken, kuralsız üretim koşullarında ucuz emek pazarı, işsizlikte patlama yaratan İktidarları icraatları ile gelinmiş birkaç veriye bakmak;“Kömür değil, haksız kâr, ucuz emek cinayetlerinin karası..” diyebilmek için yetiyor da artıyor bile... 

Ak adını kullandıkları İktidarlarının partisini Fazilet’in içinden koparmada kamuoyuna ilk yansıyan eylemleri, Meclis’te işçilerin iş güvencesi hakkını düzenleyen yasaya karşı çıkmak olmuştu. Aslında işçilere iş güvencesini getiremeyen söz konusu yasaya karşı bile büyük bir siyasal fırtına kopartılmış Ecevit koalisyon iktidarının çöküşünde rol oynayan bu ideolojik kavgada, Fazilet’in kalan milletvekilleri iş güvencesinin getirilmesinden yana oy kullanırlarken, AKP kurucu kadroları açık oy kullanarak, kürsüden söz alarak yasaya karşı çıkmışlardı... İktidarlarının seçim kazanması sonrası ilk anlamlı yasa değişkilikleri arasında iş yasasındaki çalışma koşuları, sürelerinin esnekleştirilmesi olmuştu. Küresel ideolojiden yana dünyada da işçi aleyhine esen rüzgârlarla çok popüler olan bu esnekleştirmeyi getiren yasanın uygulanması ortamında, çok iyi bildiğiniz üzere mesaisiz, yasanın saatlerine uyma zorunluluğunun denetimsizliğini kullanarak, Türkiye’deki çoğunluk işçiyi, milyonları toptan haftanın 6 günü, en az 8 saat, yasayı 8-10 saat aşarak kölelik düzeninde çalıştırmak, her meslekte genel kural değil mi?
***
Çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği denetimi koşullarında yasaları unutun... Yasal kamu denetimi geçmişi mumla aratan geri düzeyde, yok anlamında. Kamunun hızla özele geçirilmesi sonrası güvenliksiz, kuralsız üretim koşulları, ucuz emek düzeninde dibe indirgemenin ise sonu gelecek gibi değil. Biz sadede gelelim, dünyayı da şaşırtan bu çağda, bu teknik birikimle, bu kadar yüksek sayılı iş cinayetleri, Soma cinayetlerini doğru okuyabilmeden bir iki veriye gelirsek... Kamuda 130 dolar olan madendeki üretim maliyetini kazadan sorumlu işveren 23 dolara indirgemiş olmakla övünürken, üretim patlaması da yapmış... Nasıl başarmış? Kamuda verimsiz çalışma ile bu uçurum rakamlarını açıklayabilmenin mantığı, haklılığı olabilir mi? 
Kaza sonrası uzman meslek örgütlerinin olay incelemesinden uzak tutulmalarını nasıl açıklayacağız. Henüz belleğimizde çok taze, kamu işletmesi TTK’deki son ölümcül büyük kaza raporundan taşeron elindeki iç hizmetler cinayeti çıkmamış mıydı? Dünyanın bilinen en ağır emek sömürülü Çin ekonomisinde dahi, iş kazaları, maden kazaları verileri son on yılda düzelirken, Türkiye’de artışı nasıl açıklayacağız? Eskisinden beter verilerin, cinayetlerin hesabı kimden sorulabilir? Çok sıradan bir karşılaştırma; kamu işyerlerindeki iş kazalarının ortalama 4 katı özel sektörden çıkıyor. Kaldı ki bu veriler kâğıtlardan, sosyal güvenlik ödemelerinden kaçırılamayanlardan çıkıyor... 
Bir de doğal kaynaklarımızın ucuz emek, yüksek, haksız kazançlar uğruna tüketilmesi boyutu var ki... Madenlerde durum çok çarpıcı. Çünkü madenlerde üretim maliyeti, işçi sağlığı, iş güvenliği önlemleri ile, maden ocağının uzun dönemli verimli işletilebilmesi arasında doğrudan ilişki var... Önce üretim koşullarına uygun işçi sağlığı - iş güvenliği önlemleri gerekiyor. Sonra teknik donanımlı, sürdürülebilir üretim koşulları... Uymazsanız sadece işçi ölümü, yaralanmaları ile iş cinayetlerini yaratmıyorsunuz, madenin yağmalanmasını sağlıyorsunuz. Ucuza çok kazanç ancak en verimli damarların alınması, ocağın yağmalanmasıyla olabiliyor. Burada keselim isterseniz, bugün canları yananlara saygı, haksız cinayetlere, yaralanmalara, sorumlularına karşı isyan, “Yetti gayrı” diyebilmenin günüdür. Diyebilecek örgütlülüğümüzü, siyasi medyatik güdüleme bombardımanında algılamalarımız uç noktalarda çarpıtılırken, haksızlıkları sorgulayabilecek bilincimizi, aklımızı koruyabiliyorsak elbet...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Soma’nın peşini bırakmayacağız - Utku Çakırözer



Kılıçdaroğlu: Göstere göstere geldi
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile dün Soma’ya giderken, önündeki dosyadan bir belge çıkararak “Göstere göstere gelen bir olaydır bu” dedi. 
Gösterdiği belgede Soma madenlerinde 2011- 2013 arası yaşanan kazalarda ölen ve yaralananların sayıları var. 2011 ile 2013 yılları arasında 10 kazada 20 madenci ölmüş. Çok sayıda madenci de kazalardan yaralı kurtulmuş.

‘Araştıralım dedik, AKP reddetti’ 
Kılıçdaroğlu tabloya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı: “İşte bu tabloya dayanarak arkadaşlarımız 23 Ekim 2013’te önerge verdiler ve ‘Bu sorunun bir araştırılması gerekir’ dediler. İktidar partisi ise böyle bir araştırmaya ihtiyaç duymadı. AKPoylarıyla reddedildi. Meclis’te bu yıl iki kez iş kazalarından söz ettik. Her ay itibarıyla iş kazaları sonucu hayatını kaybeden işçilerden söz ettik. Ama fazla görülmedi ve duyulmadı. Defalarca söyledik. Kimsenin işine gelmiyor dinlemek. Şimdi bu kadar insan hayatını kaybetti. Biz bir daha araştırma önergesi vereceğiz. Umarım bu kez vereceğimiz araştırma önergesine iktidar da destek olur ve olay ayrıntılarıyla ortaya çıkar.” 
CHP’nin verdiği önerge kabul edilmiş olsaydı ne olurdu? Kılıçdaroğlu şu yanıtı verdi: 
“O önerge kabul edilseydi bu tür kazaların yaygınlığının nedenleri daha rahat araştırılabilirdi. Bu kaza önlenebilirdi demiyorum, ama maden şirketleri de ‘Bu işe parlamento el koydu, daha dikkatli olmamız gerekirdi’ diye bir tavır sergileyebilirlerdi. Parlamentonun ilgi göstermediği ve araştırmadığı bir alanda, şirketler de yasalara aykırı uygulamalar içine girmeye cesaret edebiliyorlar.”
Yılbaşında Soma’daydı 
CHP liderinin maden işçileri konusunda özel bir hassasiyeti de var: 
“Birkaç yıl önce yılbaşını Soma’da bir maden ocağında geçirmiştim. Şimdi kaza yaşanan ocak aynı yer mi bilemiyorum. Ama orada maden işçilerinin ne kadar zor koşullarda çalıştığına gözlerimle tanık olmuştum.”
En büyük eksik ‘denetim’ 
Madenlerdeki iş kazaları konusunda ise genel bir değerlendirme yaptı: 
“Denetim yapacak olan yürütme organıdır. Saptanacak her kusur, yürütme organı kusuru olarak kabul edilir bütün çağdaş demokrasilerde. Çünkü denetim organı yetkisi, yasalarla ilgili kamu kurumuna verilmiştir. Onların sürekli ve sistemli bir denetim yapmaları gerekiyor.”
‘Bilirkişi cesur davranmalı’ 
Ana muhalefet partisi CHP, 200’ün üstünde can kaybına neden olan vahim kazayla ilgili nasıl bir yol izleyecek? Kılıçdaroğlu şu aşamada üç önceliğe dikkat çekiyor: 
“1. Savcılık bu kazanın çıkışını soruşturacaktır. Önce bir bilirkişi görevlendirecek. Rapor hazırlayacak bilirkişi namuslu ve cesur davranmalı. Bu işin karanlıktan aydınlığa çıkabilmesi için. Bilirkişinin dürüstlüğü işçilerin hak aramalarının da yolunu açacak. Bir yerde bir kusur varsa, hayatını kaybedenlerin aileleri hak talebinde bulunabilecekler. O raporda tüm ailelerin hakları teslim edilmeli.”
Ölen çocuk var mı? 
2. Çalışanların ne kadarının sigortalı olduğu tespit edilmeli. Bunu yapmak çok kolay. İşveren işe başlamadan önce sigorta yapmak zorunda. Bu yükümlülük yerine getirilirken onun aydınlanması gerekiyor. 
3. Çocukların ve kadınların yeraltı maden ocaklarında çalışması yasak. Ölenler arasında çocuk var mı yok mu onlara da bakılması gerekiyor.”
‘İktidara bırakırsak karartılır’ 
Kılıçdaroğlu bu talep ve soruların araştırılması konusunu sadece iktidara bırakmayacaklarını belirterek “CHP olarak biz de bunları izleyeceğiz ve araştıracağız. Olayı sadece iktidara bırakmak karartılmasına yol açabilir” diye konuştu.
‘Gerçekler açıklanmadı’ 
Kılıçdaroğlu şu aşamada hükümete eleştiri yöneltmekten kaçınarak, “Olay çok sıcak. Yeterince bilgi edinip salı günkü grup toplantımızda ayrıntılı bir açıklama yapacağım” dedi. CHP lideri sadece kazadan sonra kamuoyunun bilgilendirilmesi konusunda eleştiri getirerek şöyle konuştu: 
“Dün akşam televizyonlar devletin resmi kurumlarına dayanarak 5 ölü açıklarken, ben Soma Kaymakamı ile konuşuyordum. Daha o anda 100’ün üzerinde can kaybı olduğunu öğrenmiştim.”
‘İş kazalarında neden birinciyiz?’ 
CHP lideri, madenlerdeki kazaların yanı sıra Türkiye’de “iş kazaları” konusunun da sorgulanması gerektiğini belirtti: 
“Şu soruyu hepimiz kendimize sormalıyız: İş kazalarında neden Avrupa birincisiyiz? Neden dünya üçüncüsüyüz? '44emek ki bir sorunumuz var. Bu sorunun çözümü parlamentoda olur. Bu kadar yoğun iş kazalarının olduğu bir ülkede parlamento bu işi araştırmayacağım diyorsa, bir sorunumuz var demektir.” 
İşçi güvenliği konusunun Türkiye’de önemsenmemesinden şikâyetçi olan Kılıçdaroğlu, “Kamyonla hayvan taşınırken bile mutlaka izin alınır. Ama insan taşınırken bunların hiçbiri yok. İnsan hayatı bu ülkede neden bu kadar ucuz?” diye konuştu.