24 Mayıs 2014 Cumartesi

Şarlman’dan Erdoğan’a Almanya-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Burası Kuzey Ren Vestfalya eyaleti.
Hasılatı Rusya’nın toplam hasılatı ile yarışan; Almanya’nın en zengin ve sanayileşmiş yöresi…Başbakan’ın ziyaret edeceği Köln bu eyaletin parçası.
Biz Köln’e uzanmadan önce gezimizi “Avrupa’nın kalbi” sayılan Aachen kentinden başlatıyoruz.
Aachen ve Köln arası bir saat.
Ş a r l m a n ’ ı n K u t s a l R o m a - G e r m e n İmparatorluğu’nun merkezi olan Aachen; Avrupa ve Almanya’nın neredeyse “özet tarihi” gibi.
1200 yıl önce burada ölen Kutsal Roma imparatorunun anısına bu yıl kentte özel etkinlikler yapılıyor.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ardından Avrupa’da yeni bir imparatorluk kuran ve sınırları Kuzey Denizi’nden İtalya’ya, Pireneler’den Elbe’ye uzanan topraklara hükmeden Şarlman; Hıristiyanlığı Eski Kıta’da ilk kez “ortak din” yapmış ve ortak yazı, ortak para kullanmış. Bu nedenle 742-814 döneminde yaşayan hükümdar, yaşlı Avrupa’nın “babası” kabul ediliyor.II. Dünya Savaşı’nda imha edilen kent merkezinde iki tarihi yapı dikkat çekiyor: Şarlman’ın yaptırdığı, bir “Bizans tarzı” katedral… Bir de katedralin karşısında seküler yapı belediye binası.
AB inşasına hizmet eden önemli şahsiyetlere, Eski Kıta’nın en prestijli nişanı olarak sunulan “Şarlman Ödülü”; günümüzde hâlâ, Şarlman sarayının parçası olan bu belediye binasının salonlarında veriliyor.İspanya’yı Avrupa’ya sokan Felipe Gonzalez’den, II. Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nın ilk başbakanı olan Adenauer’a; AB Komisyonu’nun vizyon sahibibaşkanı Jacques Delors’dan, Avrupa’nın kurucusu Schumann ve Monnet’e; Almanyaların birleşmesini sağlayan Mitterrand ve Kohl’dan; MerkelHavel veBlair’e… Avrupa’nın tüm büyük siyasetçileri, burada taç giyen Germen-Roma imparatorlarının izinde bu salonda ödüllendirilmiş...
9. asra uzanan geçmişle bugünün Avrupası arasında böylece bağ kurulmak istenmiş ve “Avrupa projesinin devamlılığı” vurgulanmış.
Aachen’ı gezdiğinizde bugünün Avrupası’nın köklerinde özetle Şarlman’ın “Hıristiyan Avrupa” tahayyülünün olduğunu somut biçimde görüyorsunuz.
Ama Aachen, bugünün mülti-külti dünyasında daha çok bir özlem olarak kalmaya mahkûm olan Hıristiyan Avrupa”nın simgesi değil sadece.
Aynı zamanda Avrupa’nın çok güçlü olan diğer ruhu “bilim”in de merkezi...
Kahverengi kömür teknolojisi 
Kömür ocaklarıyla ünlü Ruhr Havzası’yla iç içe bir kent burası. Yeraltından kömür çıkarmak çok tehlikeli ve pahalı olduğundan bu ocaklar 80’lerde kapanmış. Onların yerine, “kahverengi kömür madenciliği” başlamış…Kuzey Ren Vestfalya’nın bir diğer endüstri merkezi olan Wuppertal’dan Aachen’e yol alırken ufuk çizgisinde yolda hep ileri teknolojiyle toprağı kazıyarak maden çıkaran dev makineleri gördük. Civarda da yer yüzeyinden çıkan kahverengi kömürü, elektrikenerjisine dönüştüren termik santrallar göze çarpıyordu.
Aachen zamanla önemli teknoloji, inovasyon, bilim merkezi olmuş. Üniversitesiyle nam salan kentte 60 bin öğrenci var. Öğrenciler, kent nüfusunun dörtte birini oluşturuyor. Kafe ve birahaneler bu yüzden çok canlı.

Kent çıkışı Paris’in “Pompidou” kültür merkezine benzer bir yapı ile karşılaşıyoruz. Burası dev bir hastaneymiş. Üniversitede hocalık yapan ve bize eşlik eden Prof. Brieniek, Almanya’nın en büyük hastanelerinden olan yapının; ilginç öyküsünüaktarıyorRusya ile olası bir savaşta, müttefik askerleri en güvenlikli yerde tedavi edebilmek için Almanya’nın en batı ucundaki Aachen’e, Soğuk Savaş’ta bu hastaneyi yapmışlar ama hastane bitene dek Soğuk Savaş da bitmiş. “4 bin hekim” bugün bu muazzam üniversite hastanesinde görev yapıyor. Hasta-hekim sayısı, neredeyse eşit...
Aachen, Avrupa tarihinin böyle çok çeşitli evrelerinin izlerini taşıyor.Çıkışta “Soğuk Savaş” öyküleri dinlediğimiz kente, II. Dünya Savaşı’nın izlerinde girdik...
Aachen otoyolunda örneğin büyük bir Amerikan mezarlığı var.
General Patton, Aachen kentinin kuşatılması öncesinde, 10 bin asker için bu mezarlığı hazırlatmış.
Burayı ancak büyük kayıplarla ele geçireceğini bildiğinden; askerlerine mezar olacak yeri soğukkanlılıkla önden yaptırmaya çekinmemiş!
Erdoğan Türkleri bölmüşWuppertal-Aachen-Dusseldorf ve Köln gezisinde, karşılaştığım tüm Türklere,Erdoğan’ın hep beklenen Almanya çıkarmasını sordum.
Soma yeni olmuştu.
Almanya’daki kutuplaşma, Türkiye’yi bölen tablodan farksızdı. Bir Köln birahanesinde tanıştığım Tuncelili Sevda; Başbakan çok ayıp etti!” diyerek konuştu: “AilesiSoma’da toprak altında kalsaydı; bunları yapar mıydı? Erdoğan böylece ülkeyi ailesi gibi görmediğini göstermiş oldu.
Kaldığım otelde garsonluk yapan Elazığlı Erhan ile Karadenizli Adem ise ne yaparsa yapsın Erdoğan’ı affetmeye”, mazur ve hoşgörmeye hazırdılar.
Adem; “Modernleşmenin bedeli!” diyerek Erdoğan’a toz kondurmuyordu.
Eşi Diyanet’te görev yapan Erhan, “affetme”nin de ötesinde, Erdoğan’ın yurttaşa el kaldırdığına inanmaya dahi yanaşmıyorduOlmaz!” diyordu: “O asla böyle bir şey yapmaz! Mutlaka yalan ve iftiradır!Törkiş kutuplaşmanın Almanya’yı germesinden korkan Merkel özetle haklı…
Avrupa’nın bu en müreffeh, güvenli ve dingin ülkesinde; bir “Erdoğan itiş kakışı”nın çıkması düşünülebilecek en son şey...  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Midhat Paşa ve Namık Kemal-ORHAN ERİNÇ

Yargı konusundaki bunalım ve güven eksikliği Soma’daki toplukıyımın soruşturması nedeniyle bir kez daha gündeme geldi

Sorun günümüzün sorunu değil. Balyoz, Ergenekon, Odatv, Şike, Askeri Casuslukdavaları için söylenenler yıllar önce de söylenmişti.
Yapılıp bozulabilen (prefabrike) inşaat henüz bulunamadığı için, Abdülhamit’inhışmına uğrayan Sadrazam Midhat Paşa, Yıldız Sarayı’nın eklentisinde kurulan ÇadırMahkemesi’nde yargılanmış ve idama mahkûm edilmişti.
Midhat Paşa’nın anayasaya saygı gösterilmesi girişimlerinden bunalan Ulu Hakan Abdülhamit Han(!) uyduruk olduğu bilinen bir iddia ile Paşa’yı Sultan Abdülaziz’i öldürmekle suçlamıştı.
Yargılamanın ayrıntıları önceki Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ’un“Suçlamalara Karşı Gerçekler” kitabında yansıtılıyor.(1)“İbretlik Midhat Paşa Davası ve Bugün” başlığını taşıyan bölümden Paşa’nın mahkeme heyetinin yaklaşımını değerlendiren şu paragrafı aktarmakla yetiniyorum:“Bu mahkemeye ne lüzum vardır. Şahit dinlememek, delil ve belgeleri incelememek, bilirkişilere itibar etmemek, kanunları ayak altına aldıktan sonra mahkemeye ne lüzum var. Tanzimat’tan önceki duruma geri döndüğümüzü gördüğüm için çok üzgünüm.Bu benim için sizin vereceğiniz bir ölüm kararından daha acıdır.”
***
“Vatan Şairi” olarak tanımlanan Namık Kemal’in sonu da bir süre sonra MidhatPaşa’ya benzer şekilde getirilmiştir.
Midhat Paşa’nın idam kararının ardından Namık Kemal korkusuzca bir demeç vermişve yargıçları eleştirmiştir.
Sözü Namık Kemal’e bırakalım:(2)
***
Ey hâkimler, size, duyduklarınızı kavramakta en güç gelen doğruluktur. Öngörünüze en vahşi ise hakikattir. Hâkim bir kudret sahibidir, kudret sahibi cellat olamaz. Hâkim hakkın koruyucusudur. Hakka karşı silahlanmaz. Adaletin kuludur, zulmün önünde tapınamaz. Dayanıklılık dünyasının kalesidir, değme çarpma ile gedik vermez. Hâkim memleketi ve devleti imar edendir, vatan savaşçısı olmaz. Hâkim gümüş kalemleri evler yıkmakta ve canlar yakmakta değil, zulme karşı ve zorba takımının başını ezmekte kullanır.
Ey hâkimler, Hazır karşınızda duran hürriyet şehidinin elleri bağlı ve göğüsleri açıktır. Kanlarınısaçın, sizin için aşamalar ve yüksek orunlar düzenlenmiştir. Maaşlar, armağanlarhazırdır.
Ey hâkimler, kıyamet gününe inanın. Kıyamet, muhakkaktır. Masumun hakkını alacak bir büyük mahkeme var. İnsanların yaptıklarını tartacak bir adalet terazisi var. Bu yalan dünyada en alçak bir çıkara, en hasis bir hırsa mağlup olup da dinin ve dünyanın saadet sarayını yıkmak insanların ve hele hâkimlerin üstünlük niteliğine yakışmaz.
Bir zorbanın kendi gibi yalancı ve yok sayılacak iltifatına, bir geçici dünyanın gümüş ve altın gibi pisliklerine secde edip de birçok günahsızın kanına girmeye değmez. Hep bunları bir inatçı zorbanın arzu ve hevesine hizmet etmek düşüncesi ile ve birkaç kuruşun neşesi ile yaptınız. Bizler hakkımızın korunmasını Hakk’a, ayrımına varılmasını da halka bıraktık. Hemen sizin gibi namusuna küsmüş hâkimler elinde kalan millete Allah rahmet eylesin.

1- Suçlamalara Karşı Gerçekler-İlker Başbuğ / Kaynak Yayınları-Aralık 2013
2- Eski İstanbul Hatıraları-Sadri Sema (Hazırlayan Ali Şükrü Çoruk) - Kitabevi-Eylül 2002  

ORHAN ERİNÇ
Cumhuriyet

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Yalnız Değilsin Özdil!.. - CÜNEYT ARCAYÜREK

Gerçeği söylemek gerekirse, aslında RTE ve AKP iktidarı yazılan onca eleştiriyi çoktaaan hak etmişti. Fakat Yılmaz Özdil’in vurguladığı gibi,Burada asıl mesele şu: Somali’ye ağlayanlar, Soma’da insanları yumruklayanlar,Soma’da insanları yerlerde tekmeleyenler kimdi?
Kendi günahlarını başka yöne çekmeye çalışıyorlar.Bu aslında AKP döneminin tipik propaganda dönemi.
Önce iftira atıyorlar, sonra kendini savun bakalım diyorlar. Yani bu Balyoz davasında da böyledir. Ergenekon davasında da böyledir.
Odatv davasında da böyledir.
İnsanları yalanlarla, iftiralarla karalıyorlar, ondan sonra ‘Hadi git şimdi kendini savun’ demeye getiriyorlar”. (19 Mayıs 2014-Hürriyet)
***
Başbakan’ın 19 Mayıs gününü fırsat bilerek topladığı gençlere yaptığı konuşmanın özü, Yılmaz Özdil’in yukarıda aktardığımız vurgulamaların ta kendisidir.
Soma faciasının ilk iki günü işletmeye toz kondurmadı.
Sonra baktı ki hava tersine esiyor. Çark edip önce işletmeyi ve sonra da faciadaki sorumluluğuyla hak ettiğinin karşılığını gösteren eylemlere ve medyada kaldıysa iki üç kişiden biri, zaten aylardır haklı eleştirilerine diş bilediği Özdil’i, Hürriyet’ten kovmaya çağırdı Aydın Doğan’ı; hem de açık canlı yayında söylemeye, medyaya kinini öfkesini kusmaya başladı.

Özdil’in daha önceki günlerden düne kadar yazdıklarına, Halkçı TV’de facia ile ilgili bütün söylediklerine katılıyorum ve...... Yalakalık dışında kalan, üç beş liraya kalemlerini RTE’ye tutsak eden medya dışında kalmaya özen gösteren “öteki medyadan” Özdil ve hatta Yazgülü Aldoğaniçin, yahu bir kez olsun şu 12 yılda, evet bir kez topluca RTE’ye karşı direnişegeçmeyişini hayretle, şaşkınlıkla izliyorum.
RTE’nin, patronuna Özdil’i kovma çağrısına kadar götürdüğü saldırılarını medyada duyan, işiten, izleyen yok sanki.
Hemen bütün sütunlar, köşeler başka hava çalıyor. Utanç verici bir tablo medya dünyası için.
10 yaşındaki çocuk, polis derdest edince altına işiyor. Medyada RTE korkusundan!..
RTE’nin yönettiği bir ülkede zaten valisinin, Emniyet müdürünün açıklamalarına nasıl inanacaksın?Örneğin, çocuk 10 değil 13 yaşında imiş, eylemcilerle birlikte imiş falan filan diye açıklamalar yaparak RTE’ye layık, insanlıktan da devlet yöneticisi olmaktan da nasiplerini alamadıklarını kanıtlıyorlar.
***
20 Mayıs. Özdil, dün Hürriyet’teki köşesinde:Duyguların sızlar ayaz gecelerde...
Düşünürsün.
 Bu kadar mı alçak olabilirler?Kimler ekti bu nefret tohumlarını memleketime?
Hangi kindarlar yetiştirdi bu haysiyet cellatlarını?
Kim kurdu bu linç mangalarını?

Kaç paraya satıyorlar kalemlerini, yalamaktan pütür kalmamış dillerini?Düşünürsün...
Somali’ye ağlayıp Soma’yı
 yumruklayanları, yerlerde tekmeleyenleri?Ürperirsin, soğuk ter gibi...
Ya da gözyaşı
 gibi…Süzülür yağmur damlaları, tentenin derisinden, silersin yanaklarını usulca, parmaklarının ucuyla...... Baş başa kalırsın yalnızlığınla” diyor. Hayır dostum, cesur yürekli meslektaşım  Özdil:
Baş başa kaldığını söylediğin dün de bugün de yazdığın gerçeklerde yalnız değilsin.Belki bir elin parmakları kadar az ama senin gibi düşünen, yazan...
... Gaddarlığı, diktatör özentisi kişiliğiyle, devlet olanaklarını kendi kişisel ihtirasları ve duygularını tatmin etmek uğruna kullanarak -bana kalırsa devlete karşı suç işleyen- bu Başbakan’a direnen, karşı duran bu meslekte hâlâ üç beş gazeteci var...... Kuşkun olmasın RTE, kaleminden başka hiçbir gücü olmayan, senin gibi ulusal iradeyi amaçları dışında kullanma yetisi de bulunmayan Yılmaz Özdil...
... Demokrasi tarihinde topluma olan görevini yapan bir gazeteci olarak çoktan yerini aldı.
***
Özdil olayının gündeme getirdiği bir başka sorun, bizim bir başka talihsizliğimiz şu:
Özdil’i kovdurmayı üstelik saldırgan bir
 dille TV’lerde açıklayan RTE’ye karşı medyanın suskunluğuna karşın, gerekli somut ve eylemsel yanıt verecek, bu demokrasi ayıbına karşı başını parti içerisindeki dalgalanmalardan kaldırıp bakamayan bir ana muhalefetimiz olması!
Tek umut seçmenin vicdanı ve sandığa uzanan elinin RTE’ye oy vermemesi dileği.
O da bak sağına bak soluna, her seçimde yoğ imiş bu milleti bahtı kara maderinden kurtaracak dedirtiyor insan mantığına, aklına!  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

Soma’da Yiten Canlar Neyin Bedelidir? - DENİZ KAVUKÇUOĞLU

Hayat, gerçekleri tokat gibi çarpıyor insanın suratına. Bu kez tokadın dozu altından kalkılamayacak ölçüde şiddetli oldu. Soma’daki emekçi kıyımı ülkenin vicdan sahibi insanlarını derin bir yasa boğdu.
Çok yazıldı, çizildi. Dokuz yıl sonra dünyanın en büyük on ekonomisi arasında yer alacağı savlanan Türkiye çalışma güvenliği açısından Avrupa’da sonuncu, madenci ölümleri açısından ise dünyada ilk sıradadır.
Bu noktaya bizi, benzerine ancak 19. yüzyılın sanayi ülkelerinde görülen vahşi kapitalizm getirdi. İşlevi, yürürlükteki düzeni karşıtlarını ezerek, sindirerek, yok ederek sağlama almak olan devlet üstlendiği bu görevi tutuklamalarla, hapis cezalarıyla,yasaklamalarla, baskılarla, TOMA’larla, biber gazlarıyla başarıyla sürdürdü, sürdürüyor.
***
Soma’daki 301 emekçinin ölümü somut olarak devlet-şirket işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir kıyımdır. Başka bir deyişle o madenlerin mülkiyetini elinde bulunduran devlet üreteceği kömüre alım garantisi verdiği bir şirkete madenin işletme hakkını vermiştir. Şirket de aldığı önlemlerle Türkiye Kömür İşletmeleri döneminde 130-140 dolar olan üretim maliyetini 23.80 dolara düşürmüştür. Soma’da yitirilen 301 madencinin canı şirketin aldığı, devletin de onayladığı bu ekonomik önlemlerin kanlı bedelidir.Bunu görmek için ekonomist olmaya gerek yoktur; yukarıda işverenin ağzından belirtilen maliyet düşürümü bu oranda ancak tam otomasyon, işçi ücretlerinin düşürülmesi, üretimin olağanüstü artırımı, çalışma koşullarının kötüleşmesi, iş güvenliğine ilişkin kuralların göz ardı edilmesiyle mümkün olabilirdi. Tam otomasyonsöz konusu olmadığına göre üzerinde durulacak olan diğer noktalardır.

Bu nedenledir ki Soma Madencilik Şirketi yöneticileri gibi hükümet de “suçluların telaşı” içindedir. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği 2011 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na verdiği bir raporda Soma’daki facianın yaşanacağını bilimsel olarak belirtmiştir.
Ortada bir “suçlular” kümesi vardır. Bu kümeye işveren ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile maden işçilerinin ödentileriyle refah içinde hayatlar süren Türk-İş’e bağlı Maden-İş’in yöneticileri de dahildir.
***
AKP hükümeti ve yandaşlarının düzeni aklama çabalarını, liberallerin ahlı vahlı yakınmalarını bir yana bırakarak sonuca gelelimSoma kıyımı 1800’lü yılların ikinci yarısında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ortaya konan ve günümüze kadar hiçbir burjuva-liberal düşünürün çürütemediği, kapitalizmin özü olan emek sömürüsünün, artık değer ediniminin yansıması olan “emek-sermaye” çelişkisinin somut bir sonucudur. Hırs, olabildiğince düşük maliyetle en yüksek kârı elde etmeyi amaçlayan kapitalizmin motorudur.
Eğer Soma benzeri kıyımlar bir daha yaşanmak istenmiyorsa bunun mücadelesi emek-sermaye çelişkisinin emek lehine çözülmesi doğrultusunda verilmelidir.
Bu ülkenin Türk’ü de, Kürt’ü de kapitalizmin bir ürünü olan milliyetçilikle zehirlenmiştir. Özellikle “sol” tanımını kendilerine yakıştıran sosyal demokrat ve sosyalist olma savındaki siyasal partiler kendilerini bu zehirden arındırmalıdırlar. Özlerine dönmelidirler. Emek-sermaye çelişkisi somut, çıplak bir gerçektir. Bu gerçeğe dayanmadan ileri sürülen her türlü düşünce, öneri, eleştiri boştur, safsatadır.
Bir durumu değiştirmek için hayatta karşılığı olan temel gerçeklerden yola çıkmak gerekir. Yoksa Soma kıyımı benzeri acı olayları bir daha, bir daha yaşar ama hiçbir yere varamayız. Aynı bedeli bir daha, bir daha öderiz.

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet 


Amansız ve Yamansız Yargı - MİNE G.KIRIKKANAT

22 Temmuz 2004’te, Ankara-İstanbul seferini yapan hızlandırılmış tren raydan çıktı; 38 kişi öldü, 95 kişi yaralandı. Aradan yirmi gün geçmişti ki, Tavşancıl mevkiinde iki trenin çarpışmasında 8 kişi öldü, 88 kişi yaralandı.

Art arda gelen bu kazalar Türkiye’yi derinden sarsmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor,AKP’li yetkililerden asla kimsenin vermeyeceği hesaplar soruluyordu.
13 Ağustos 2004 günü, “Tanrısal Tarafsızlık” başlığı altında şöyle bir yazım yayımlandı:
***
Ateş yakar. Su boğar. Gaz patlar. Elektrik çarpar. Yağmur yağar. Dere yatağı taşar.
Tren demiryolunda gider. Araba araba yolunda. İki kere iki dört eder.
Tutuşturduğunuz orman, yanar. Yüzme bilmeden atladığınız su, boğar.
Çakmak
 çaktığınız birikmiş gaz, patlar. Çıplak elle dokunduğunuz elektrik akımı, çarpar. Mazgalları tıkarsanız, yağmur su baskınına yol açar.
Dere yatağına yaptığınız evleri, su basar.
Bir daha
 basmaz der oturursanız, yine basar, yine basar, yine basar.
Çünkü dere, aman insanlar boğulmasın diye yatak değiştirmez.
Her yağmurda geri
 gelir.
Eğimsiz yollar, her yağmurda göle dönüşür.
Her yağmurda
 dönüşecektir.
Yolları kazıp bariyer koymazsanız, içine insanlar da düşer, hayvanlar, hatta arabalar da.
Deprem bölgesine kurduğunuz çürük binalar, yıkılır.
Yeniden aynı yere ve aynı çürüklükte yaparsanız, yine yıkılır.
Kırmızı ışıkta durmazsanız, arabanız da haşat olur siz de.
Bir gün olmaz, iki gün olmaz, ama üçüncüsünde olur.Ters yönlerden aynı demiryolunda ilerleyen trenler, zamanında durdurmazsanız;makastı, sinyaldi aldırmazsanız, çarpışırlar. Demiryolunu yenilemeden trenleri hızlandırırsanız, devrilirler.
Bir gün devrilmez, iki
 gün devrilmez, ama BİR GÜN mutlaka devrilirler.
***
Kendisi ziyan olmuş adam, 10 çocuk yaparsa, 9’u ziyan olur.
Birine bakmaktan aciz kadın, 10 çocuk doğurursa, yine 9’u ziyan olur.
Her şey olurlar, ama “adam olamazlar. Ölürlerse ölürler, kalırlarsa...
Kalırlarsa, orman yakarlar. Gaz kaçağını çakmakla ararlar. Yüzme bilmeden göle atlarlar. Elektrik kablosunu çıplak elle tutarlar. Kazdıkları çukuru açık bırakırlar. Dere yatağına ev yaparlar. Deprem bölgesine yıkılacak bina. Zaten benzin deposunu doldururken sigara içen, mazgalları tıkayan, üstlerine alfalt döken, yolları eğimsiz yapan, kaldırımları düzgün döşeyemeyen, kırmızı ışıkta durmayan, yüzyıllık demiryollarından hızlandırılmış tren geçirenler de onlardır.Her şey olurlar; futbolcu olurlar, tüccar olurlar, kendilerine benzeyen milletinvekilleri olurlar, bakan olurlar, hatta başbakan olurlar.
Çok saygılıdırlar, her bayramda gider analarının babalarının ellerini öperler, amaadam gibi adam, rasyonel adam olamazlar. Çünkü üstlerindeki cilanın altında, rasyonel olmayan ana babaları vardır.Çünkü aynı kafayla, aynı yanlışları yapacaklardır.Çünkü Allah, kendisine tapana tapmayana aldırmaz. Kendisine güveneni kayırmaz. Makine duayla çalışmaz.Yağmur ne duayla yağar ne de duayla durur. Doğa, rasyonel olmayanı vurur yere. Çünkü doğa yasaları, insan yasaları gibi delinmezVe ateş yakar, su boğar, gaz patlar, elektrik çarpar, dere yatağı taşar, trenler demiryollarında giderler...
***
Bu yazıda, Türkiye’de madenciliğin hali ve madencilerin “fıtratı” eksik kalmış. Ama siz benim ne demek istediğimi anladınız. İçinizden, “Kömür yanar, grizu patlar…” diye başlayın, zaten eksik olan her şeyi tamamlar, benim aklıma gelmeyen işleri de eklersiniz. Vahim olan, 2004’ten 2014’e kafaların salt durmakla kalmayıp daha da gerilediği bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyip bu yazının her faciayı açıklayabilir niteliğini korumasıdır. Adam olamayanların adam olmayanları seçmek, adam olmayanların da iktidarı adam olmayanları kayırmak için kullandıkları yerde, aynınedenlerin aynı sonuçları doğurduğu elbette kan revan içinde anlaşılacak; belki de hiçanlaşılmayacaktır. 2004’teki hızlı tren faciası için açılan kamu davası 2012’de zaman aşımına uğradı. Kimse istifa etmedi, kimse cezalandırılmadı. 2014’teki Soma katliamının nasıl kovuşturulacağı belli değil mi?
“Kölelerin de patronların da imanı, yalandır.” MAXIME GORKİ
G N O K T A S I
“Size bu e-postayı 82 yaşındaki dostum Bülent Bey’in isteği üzerine yazıyorum.
Kendisi
 yazılarınızı sürekli takip eder ve sorununa çözüm bulacak tek kişinin sizolduğunuzu düşünüyor. Kadıköy Sanatçılar Sokağı’ndaki Anarat Hıggutün Ermeni Katolik vakıf binasında hizmet veren Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin müdavimi olan Bülent Bey, binanın bahçesindeki havuzun bu yıl yapılan tadilatla üzerinin kapatılmış olmasından şikâyetçi.
Binanın bahçesine ayrı bir güzellik katan o havuzun kapatılmasını kabul edemiyor ve hatta Nâzım Hikmet’in ruhuna aykırı olduğunu düşünüyor.
Beni bu hususu size iletmekle görevlendirdi. İlginiz için şimdiden teşekkür ederim.Saygılar, Aycan” Y.N.: Ben de CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin böyle zarif bir isteğeduyarsız kalmayacağını ve ilgileneceğini umarım!  

MİNE G.KIRIKKANAT
Cumhuriyet

19 Mayıs 2014 Pazartesi

19 Mayıs 1919’dan 19 Mayıs 2014’e...- MUSTAFA BALBAY

Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta söze şöyle başlar:“1919 yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım.”
Bu giriş cümlesinin ardından, “genel durum” der ve Osmanlı İmparatorluğu’nun o gün içinde bulunduğu durumu, genel görünümü özetler.
Bugünün diliyle paylaşmak gerekirse Atatürk’ün penceresinden görünüm satı rbaşlarıyla şöyledir:- Osmanlı’nın içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş. Ordu zedelenmiş.- Uzun yıllar savaşan ulus, yorgun ve fakir düşmüş.- Ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar kendi derdine düşmüş.- Padişah yalnızca kendini ve tahtını güvenceye alabileceği önlemler peşinde.
- Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümet padişahın buyruğuna bağlı halde.Kendini ayakta tutacak her türlü duruma razı. - Yabancıların tek beklentisi devletin bir an önce çökmesi...
- Durumun korkunçluğu karşısında ülkenin her yerinde, her bölgesinde kimi kişiler kurtuluş çareleri aramaya başlamış. Bu arayışlar bazı kurumlar doğurmuş. Ancak bunlar birbiriyle bağlantısız ve dağınık...

***
Atatürk, 19 Mayıs 1919’daki durumu özetledikten sonra kendi kararını, “ya istiklal ya ölüm” olarak açıklıyor ve mücadelesini tarihin sayfalarında kalıcı hale getiriyor.
Kestirmeden gidip bugün de benzer bir tablo içindeyiz demek kolaycılık olur.
19 Mayıs 2014’teki durumu da, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi gerçekçi biçimde ortaya koyup yapılması gerekenleri elbirliğiyle üretmek gerekiyor.Bugün 95 yıl öncesine göre daha olumlu ve daha olumsuz diye sınıflandırabileceğimiz şartlar var. Soma faciası nedeniyle 19 Mayıs’ı bir bayram olarak kutlayamamak bile“durumu” özetlemeye yeter.
Zira Soma faciasından daha elim facia, bu olay karşısında yöneticilerin takındığı tutumdur.
1919’dan ileride miyiz, geride miyiz tartışmasını bir yana bırakalım, soralım:Eğer bir başbakan Soma faciasının öteki ülkelerde de yaşandığını anlatmak için 1860 yılındaki kazaları örnek gösteriyorsa, bizim yönetim anlayışımız nerededir, hang iyüzyıldadır?
***
Bugün en büyük düşman cehalet, devletin ve toplumun tüm katlarını sarmıştır.Cehaletin en tehlikelisi, hareket halinde olan ve elinde güç bulundurandır.Cumhuriyetin kuruluşundan beri mücadele halinde olduğumuz cehalet, kendisini çağıngereklerine uydurdu ve her yeri kuşattı. Öyle ki, yolsuzluklara alışanlar, “Velev ki soyuyor...
Soyuyorsa bizi soyuyor, size ne”
 diyecek kadar körleşebildiler.
Ancak Soma ile iş o noktaya vardı ki, “Ölüyorsak biz ölüyoruz, size ne” denemiyor.Soma bir başka milat oldu. Soma, 1919’dan 95 yıl sonra nerelere savrulduğumuzu ortaya koydu.
Nutuk’la başladık, öyle noktalayayım. Nutuk, durumu anlatmakla başlar, Gençliğe Hitabe ile son bulur. Atatürk’ün 15 Ekim 1927’de Meclis kürsüsünde okumaya başlayıp 20 Ekim’de noktaladığı Nutuk’taki en son sayfa Gençliğe Hitabe’dir. Atatürk bu bölümde de “gelecekteki olası durumu” anlatır ve buna karşı gençliğe düşen“vazifeyi” paylaşır.
Bugün, “damar” deyince sadece “maden damarlarını” anlayanlara karşı verilmesi gereken büyük bir mücadele var.Bugün, Atatürk dönemini aştıklarını iddia edenlerin önce ona ulaşabilmesi gerekli. 19 Mayıs 2014’te durum vahim...
Ancak buna karşı yapılması gereken kahırla başımıza geleceği beklemek değil,mücadele edecek bir ruhun da var olduğunu bilerek cehaletle savaşı yükseltmek.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

95’inci Yıldönümünde...- ORHAN ERİNÇ

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıç tarihi konusunda ağır basan görüş 19 Mayıs 1919’dur.Büyük kurtarıcı ve kurucu Atatürk o gün Samsun’a ulaşmış ve karaya ayak basmıştır.
Bu mutlu ve kutlu günün 95’inci yılındayız.
Bir yandan Soma’da yitirdiğimiz 301 canın yarattığı hüzünlü ortam, öte yandan “laik Türkiye Cumhuriyeti nerelere sürükleniyor?” sorusuna şimdilik yanıt bulmaktazorlanışımız, bayram coşkumuzu gölgeliyor.
***
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmış olmasından rahatsızlık duyanlar, başlangıcının 95’inci yıldönümünde neredeyse kol geziyorPadişahlığın ve halifeliğin sürdürülmesi için İngiltere’nin mandası olmayı yeğleyenlerin torunları, hem tarihi tersyüz etmeye uğraşıyorlar, hem de Atatürk düşmanlığına yeniyandaşlar türetmenin savaşımını veriyorlar.Ham bir hayal peşindeler ama yaratmaya çalıştıkları görüntü, tehlikenin farkında olmayanlar için sürdürülebilirmiş gibi geliyor.
***
1926 yılında Falih Rıfkı Atay ile Siirt Milletvekili Mahmut Bey (Soydan) Atatürk’le uzun bir söyleşi yapmışlardı. Atay, tamamlanamayan söyleşinin bir bölümünü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayınladı.
19 Mayıs’ın 25’inci yılında da (1944) 48 sayfalık bir kitapçık olarak yayımladı.
19 Mayıs öncesini, Atatürk’ün ağzından ve Atay’ın kaleminden izleyelim.
***
Bir gün İsmet Bey’i (İnönü) davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey “- Gene ne var?” dedi. Sual sorarken gözlerinin içi yüksek zekâsı ve itimat veren derin neşesi ile gülüyordu...
- Ne haber, dedim.- Tahmin edeceğin gibi...- Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım.
İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim:- Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim.- Ne yapacaksın, diye sordu.
Bu münasebetle söylemeliyim ki benim daima en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu mülakatın (buluşmanın) sebepsiz olmadığına hükmetmişti.
- Mesela, dedim, hiçbir sıfat ve selahiyet (yetki) sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir.
Yüzüme baktı tekrar, neşeli ve ümitli güldü:

- Karar verdin mi?- Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver?
İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar dolaştım. Birdenbire ayağa kalktı gülerek: - Yollar çok, mıntıkalar çok, dedi.
(.......) 
Bu dakikada siz de düşünürsünüz
 ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum?
Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati (kesin) bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalaa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbikedilmeye başlandıktan sonra ‘keşke şu tarafını, bu tarafını da düşünseydim... Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaçkalmazdı...’ gibi, tereddütlere (duraksamalar) yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür.
Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke (silah bırakışması) sırasında dört, beş ay İstanbul’da kalışım sırf bunun içindir...”
***
19 Mayıs - Falih Rıfkı Atay / Ankara - 1944  

ORHAN ERİNÇ
Cumhuriyet

Kişiliksiz mi Diktatör mü? - CUMHURİYET

Şakaydı, Gerçek Oldu!
Yerel seçimlerden sonra CHP’nin en önemli “iç gündem” maddelerinden birisi de partinin “vitrini” niteliğindeki Merkez Yönetim Kurulu’nda yapılması planlanan değişiklikti. Nitekim, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, art arda partisinin yetkili kurullarını toplayıp hem Cumhurbaşkanlığı, hem yerel seçimler, hem de MYK değişikliği konusunda görüşlerine başvurdu. Ancak bu süreçte doğal olarak yoğun bir“MYK kulisi” de konuşulmaya başlanmıştı. Gazetelerin “olası” MYK üyeleri ile ilgili kulisleri yazdığı ve değişikliğin henüz yapılmadığı 23 Nisan’da ise CHP MYK Meclis’te toplandı. O dönem MYK için adı geçen Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, toplantı henüz başlamadan önce MYK üyelerinin bulunduğu salona girip“Beni genel başkan gönderdi” diyerek bir koltuğa ilişiverdi. “MYK kulisleri” nedeniyle üyelerin “tedirgin” olabileceğini de dikkate alan Ağbaba, “Merak etmeyin, sadece pasta börek yemeye geldim” diye espri yapıp salondan ayrıldı.
Bu toplantıdan bir süre sonra Kılıçdaroğlu, MYK’de değişikliğe gitti ve Veli Ağbaba, yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına getirildi. Kılıçdaroğlu da yeni MYK üyeleriyle ilk kez geçen perşembe günü toplantı yaptı. İşte Ağbaba, o toplantıda bazı “yanlış anlamaları” önlemek için yine kendi esprili üslubuyla açıklama yaptı:
“Bakın bu sefer börek yemeye değil, gerçekten MYK üyesi olarak toplantıya geldim!”
Kişiliksiz mi Diktatör mü?
AKP’nin Afyon kampında bir milletvekilinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisinin aday olmamasını isteyen bir milletvekilinin ANAP örneğini vererek “Özal, Çankaya Köşkü’ne çıkarkenYıldırım Akbulut gibi kişiliksiz birini partinin başına getirdi, ANAP bu yüzden dağıldı” demesine sinirlenen Başbakan Tayyip Erdoğan, bu ülkenin başbakanlığını yapmış birisine “kişiliksiz” denmesini doğru bulmadığını söyleyip eklemişti:
“Böyle bir ifadeyi hiçbir milletvekilime yakıştıramam. Bir daha böyle şeyler duymamayım.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin 47. Hükümeti’nin başbakanı Yıldırım Akbulut’a “kişiliksiz” denmesine kızan Başbakan Erdoğan, 1, 2, 4, 5, 6, 7, 8, 26, 27 ve 28. hükümetlerin başbakanlığını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı’nı yapmış İsmet İnönü’ye neler demiş bir anımsayalım:
- Sayın Baykal anayasa değişikliği ile her yerde mücadele edileceğini söylerken son derece münasebetsiz bir şekilde Churchill ve Hitler örneğini veriyor. İlla Hitler’e benzetince bir siyasi figür arıyorsa kendi genel merkezlerindeki eski genel başkan fotoğraflarına baksınlar. Orada Führer’e özenip kendisine Milli Şef dedirtmiş genel başkanlarının Hitler’vari bıyıklarının altından kendilerine gülümsediğini görecekler.
- Ey CHP, diktatör senin içinde. Kim? İnönü. İtalya’da Nazi, faşizm iktidar olduğunda onları ilk tebrik edenlerden olmuştur. Ve öyle ki bunlar Dersim’de katliamın baş sorumlusudur.
- Bu ülkenin tarihinde tek bir diktatör vardır, o da CHP’nin milli şefidir. Ama aynı CHP, merhum Menderes’e de merhum Özal’a da bize de diktatör diyecek kadar yüzsüz olmuştur.
‘Taşeron’ Meclis
Soma’daki maden felaketinin ardından kamuoyunda oluşan tepkiyle milletvekillerince iş güvenliği ve kamuda taşeronlaşma politikaları eleştirilmeye, taşeron çalıştırmanın temel istihdam politikası haline dönmesi de sorgulanmaya başladı. Milletvekilleri kamuda taşeronlaşmayı sorgulayadursun, biz de milletvekillerinin görev yaptığı TBMM’deki duruma yakından bakalım.
TBMM, kamuda taşeronlaşma politikalarının etkilerinin en sert görüldüğü kurumların başında geliyor. Öyle ki, 10 yıl önce TBMM’de taşeron çalışan tek bir kişi bile bulunmazken, bugün Meclis’in temizlik, bahçe, yemek hizmetlerini sağlayan çalışanların büyük bir bölümünü taşeron işçiler oluşturuyor.
Kamudaki taşeronlaşma rüzgârına bir yere kadar kadar direnebilen TBMM’de ilk taşeron işçiler 2005 yılında alındı. TBMM’de ilk kez 68 işçiyle başlayan taşeron istihdam o kadar çok sevilmiş olacak ki, yıllar itibarıyla katlandı. Çalışanların mutsuz ve özlük haklarının tırpanlanmış olmasına karşın “maliyeti düşük olunca” tek bir taşeronun bulunmadığı TBMM’de artık neredeyse milletvekili sayısının iki katı kadar taşeron işçi bulunuyor. TBMM’de çalışan taşeron işçi sayısı 2006 yılında 92, 2007’de 267, 2008’de 383, 2009’da 507, 2010’da 497, 2011’de 610, 2012’de 800 ve 2013’te 1019 kişi oldu.
Milletvekilleri son 10 yılda Türkiye’de 5 kat artan taşeron istihdam politikalarını eleştirirken, TBMM’de taşeron işçi artışı tam 15 kat oldu. İlk taşeron işçilerin çalışmaya başladığı 2005’ten günümüze kadar TBMM’de yaşanan taşeron işçi artışı bu anlamda Türkiye ortalamasını bile üçe katladı.

Ayşe Sayın, Emine Kaplan, Mahmut Lıcalı
CUMHURİYET