31 Temmuz 2014 Perşembe

Araplaşmak- DENİZ KAVUKÇUOĞLU

Yazılarını ilgiyle, beğenerek okuduğum sevgili Nilgün Cerrahoğlu’nun dünkü yazısındaki “Bugün Ortadoğululaşmanın tam ortasındayız” tümcesi üzerinde düşündüm.
Doğru bir saptamaydı. “Şakayla karışık… Sadri Alışık ve de Cumhuriyet Türkiyesi’nin en sevilen şairlerinden Attilâ İlhan’la anılagelen Çolpan İlhanın cenazesinde nasıl ‘bir dönemin sonu’ duygusunu iliklerimize dek yaşadıysak; Başbakan’ın 
 Başakşehir Fatih Terim Stadyumu açılışındaki 9’ gollü grotesk iktidar maçını izlerken.. o denli bir ‘yeni dönem başlangıcı’ duygusunu yaşadık.Vıcık vıcık… Bu artık tam bir Ortadoğu” diyordu.
Öyle ya başımızda halkın oylarıyla devletin en üst makamına çıkıp “sultan olmak”düşleri kuran bir Başbakan, yeni Osmanlıcılık ülküsüyle yanıp tutuşan bir Dışişleri Bakanı, İslam adına kadınlara kahkahayı haram kılan bir Başbakan Yardımcısı, PTT 1. Lig takımlarından Ankaraspor’un adını “1299 Osmanlı” olarak değiştirmeye niyetli Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı…Daha ne olsun?
***
Ne var ki Ortadoğu’da bizdekine benzer vıcıklaşmaları yaşamayan, siyasal sistemlerinden, ideolojik görüşlerinden bağımsız olarak “ciddi” diye tanımlayacağımız İran, İsrail, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi gibi devletler de vardı.
Biz hızla Ortadoğululaşırken aynı zamanda da Araplaşıyorduk. Ortadoğu’daki her çatışmada mutlaka taraf oluyor, Sünni Arapların yanında saf tutuyorduk. Suriye’deki El Kaide, El Nusra, IŞİD (İslami Cephe) gibi terör örgütlerine Türkiye’den silah sevkıyatı yapıldığı tutanaklarıyla açıklanmış, bizlerle birlikte dünya âlem de öğrenmişti.Taraf olduğumuz her çatışma bizi Ortadoğu bataklığına biraz daha sürüklüyordu. Ortadoğu’daki Sünni Müslüman Arapları bir cephede toplayıp liderliğine soyunmak olarak tanımlayabileceğimiz “yeni Osmanlıcılık” hayali Türkiye’ye bölgede dosttan çok düşman kazandırmıştı.
Kanlı çatışmaların sürdüğü Ortadoğu’da savaş mağdurlarına insani yardımlarda bulunmaya kimsenin itirazı yoktu. Fakat bu yardımlarda da adalet ve eşitlik ilkesi gözetilmiyordu. Örneğin, Irak’taki Türkmenlere yardım yapıyor, fakat Suriye’de Sünniteröristler tarafından sarılmış Rojava Kürtlerinin mağduriyetini görmezden geliyorduk. Türkmenler, Türkiye Türklerinin soydaşı ise Rojava Kürtleri de Türkiye Kürtlerinin soydaşı idi. Türkiye Cumhuriyeti bu topraklarda yaşayan Türklerin de Kürtlerin dedevleti olarak insani yardımlar bağlamında benim soydaşım - senin soydaşın ayırımı yapabilir miydi?
Yapıyordu.
***
Daha önceleri ağır aksak da olsa işleyen devlet aygıtı AKP iktidarında işlemez duruma gelmişti. Yargı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı hallaç pamuğu gibi atılmış, Cumhuriyetin seksen yılda kurduğu sistem son on yılda rayından çıkarılmıştı.
İktidar otokratikleştikçe kuvvetler ayrılığı ilkesi ayaklar altına alınmış, 76 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurumları Başbakan’ın ağzından çıkacak bir çift söze göre hareket eder duruma gelmişti.Ülke bir korku imparatorluğuna dönüşmüş, insan hayatları karartılmıştı. Çeşitli toplumsal kesimler ideolojik, siyasal ve dinsel öğeler kullanılarak birbirine düşmanlaştırılmıştı.
Araplaşmanın bir ölçüde yansımalarıydı bunlar.
Gördüğümüz, tanık olduğumuz her şey bize bugünkünden çok daha ağır felaketler getirecek “yeni bir dönemin” başlangıcında olduğumuz duygusunu yaşatıyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan’ın alacağı olası bir yenilgi, içinde bulunduğumuz süreçte iyiye doğru bir kırılmayı gerçekleştirebilir mi?Niçin olmasın?   

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Akgündüz’ün Kirli Kahkahaları-ÇİĞDEM TOKER

İçinde Fadıl Akgündüz adı geçen ilk haberi 1999’da yazdım.
Onun ahalinin gözünü kamaştırmak üzere, yalnızca bir adet “ürettirdiği” otomobilin hayali fabrikası için topladığı milyonlarca liraya karşılık, devlete bir kuruş vergi ödemediği ortaya çıktığında da takvimler 2000 yılını gösteriyordu. O zamanın Maliyesi, Akgündüz’ün o zamanın parasıyla 40 trilyon TL’lik vergi borcu için haciz başlatarak dört bankadaki hesaplarını dondurmuştu

Haber, Maliye kaynaklı olmasına rağmen Fadıl Bey çok sinirlenmiş; akşamındayurtdışından bağlandığı TV’lerde “Bu para benim için leblebi çekirdek parası” demişve haber dolayısıyla da o zaman çalıştığım gazeteye noter kanalıyla ihtarnamegöndermişti.
15 yıl sonra bugün Fadıl Bey, “ikinci nesil” dolandırıcılığıyla yine manşetlerde.
Ömrümüz yeterse, zatı şahanelerinin üçüncü; hatta dördüncü nesil dolandırıcılığına da şahit olmamız muhtemeldir.
Hiç, “Bu nasıl oluyor?” falan demeyelim.Bir kere dolandırdığı millet, 2002 seçimlerinde kendisini “vekili” seçerek ödüllendirdi.
O seçim, bugün ikinci nesil dolandırıcılığını konuştuğumuz Akgündüz ile bugün cumhurbaşkanı adaylığını konuştuğumuz Erdoğan’ı tuhaf bir kavşakta buluşturdu.
***
Akgündüz’ün vekilliğinin düşmesiyle sonuçlanan “Siirt seçimlerinin iptali”, Recep Tayyip Erdoğan’ı Meclis’e taşıyacak; postu kurtarmak için sığındığı yasal dokunulmazlık pek kısa sürse de Akgündüz’e “fili dokunulmazlık” kazandıracaktı.
O fiili dokunulmazlık sayesindedir ki “nitelikli dolandırıcılık” suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına mahkûm olan Fadıl Akgündüz, “zamanaşımı”ndan kurtardı...
Bu “kurtuluş” ona yeni dolandırıcılık imkânları için zaman ve meşruiyet altyapısıhazırladı.
İktidar partisinin Akgündüz’e desteğini hiç esirgememesi ise “ikinci nesil” kurbanlar açısından bir rıza üretme mekanizmasına dönüşecekti.Bugünkü dolandırıcılığın konusu olan Caprice Gold Oteli’nin bundan dört yıl önceyapılan temel atma törenine katılanlara bakmak, bunu görmek için yeter:
Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge, Bayrampaşa Kaymakamı VeyselYurdakul, AKP Siirt Milletvekili Afif Demirkıran, AKP Şırnak Milletvekili Abdullah Veli Seyda, Siirt Jetpaspor Asbaşkanı ve eski Beşiktaşlı milli futbolcu Alpay Özalan...
***
Fadıl Bey, 170 milyon dolarlık son dolandırıcılığına, mali krizi gerekçe üretirken hiç utanıp sıkılmadan “Soma katliamı”n dan bahsedebiliyor.
Niye sıkılsın?

İktidarın Fadıl Bey’e desteği, sadece törenlerinde boy göstermekle sınırlı kalmadı ki.
Devlete bir kuruş vergi vermediğini 15 yıl önce yazdığım Jetpa Holding, bugün OECD’nin “vergi cenneti ada” listesinden hiç çıkmayan Maldivler’de 18 milyon dolarlık devre mülk satışı yapacak kadar rahat faaliyet gösterebiliyor; hayal satarak orada da milyonlarca dolar toplayabiliyorsa, bu da Maliye’nin dolaylı desteği sayesindedir.Akgündüz’ün 62 milyon TL sermayeli Jetpa Holding’ine bugüne kadar Maliye’den denetim ekibi ya da vergi borcuna karşılık haciz gittiğini ne zaman duyduk?
Bakanı Akgündüz’ün hemşerisi olan Maliye Bakanlığı, sicili bu kadar kötü bir“mükellef” için görevini yapsa, Fadıl Akgündüz ne bu son dolandırıcılığa cesaret edebilir, ne de büyük bir pişkinlikle “Siz bizi aramayın, ne zaman ödeme yapacağımızı sormayın” diye yazı yazabilirdi.Ama yazabildi.
Çünkü herkesin içinde kirli kahkahalar atmasını sağlayan iktidar, hep arkasındaydı.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

29 Temmuz 2014 Salı

Hepiniz çok kirlisiniz!-Necdet Saraç/YURT

Bu ülkede bağımsız adalet hiç olmadı. Bazı istisnai kararlar olsa da yargı hep iktidara ve siyasi konjonktüre uygun davrandı. Yargı adil olmadı, adalet dağıtmadı... İktidarı elinde bulunduranlar hep intikamcı oldular! Adil yargılama bir yana, öç aldılar! O yüzden bu ülkede demokrasi ve hukuk bir türlü dikiş tutmuyor. Dönün bakın, neredeyse bütün siyasi davaların hepsinde sonuç hep iktidar lehine şekilleniyor. Dün de böyleydi, bugün de böyle…

İstiklal Mahkemeleri’nden bu yana durum hep aynı… Dersim yargılamalarına bakın; İktidarı elinde tutanlar, daha yargılama başlamadan suçluyu ilan etmiş ve asmaya karar vermişler ya, artık kaçarı yok! “Çıban başı” olarak ilan edilen adamın yaşının büyük olması bile sorun olmuyor, idamı engellemiyor. Seyit Rıza’nın yaşı hemen küçültülüyor ve idam ediliyor!


Ya Nazım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve birçok kişi 1938’de adına “Harp Okulu ve Donanma Davaları” denen uyduruk bir davadan dolayı kırk dereden su getirilerek mahkûm edilmedi mi? Peki, ya o “çok demokrat” ilan edilen bütün sağcıların olduğu gibi Erdoğan’ın da her fırsatta atıfta bulunduğu Menderes dönemi? Hani geçenlerde çatı adayının "Adnan Menderes ve arkadaşları olmasaydı, Türkiye hiçbir zaman diktatoryadan, mutlakiyetten ve totaliter rejimlerden kurtulamazdı” dediği dönem…

1951- 52 yıllarında ve bir yıl aralıksız süren “Komünist tevkifatı” bugün hatırlanmak bile istenmiyor. Demokrat Parti, o yıllarda ABD’yle işleri yoluna koymak ve NATO’ya üye olmak için zorla “komünizm tehlikesi” icat ederek, uydurma belgelerle tam 187 kişi zorla yargılanmadı mı? “Gözaltına alınanlar arasında asker de var” denilerek, gözaltına alınanlar özel bir hükümet kararnamesiyle hem “Komünist Masası” polislerince hem de “askeri hakimler” tarafından sorgulanmadı mı? Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Ruhi Su, Enver Gökçe ve Behice Boran gibi onlarca kişi cezalandırılmadı mı? Türk askerlerinin Kore'ye gitmesine karşı çıktığı için dönemin Barış Derneği’ne karşı “vatana ihanet” suçlamasıyla linç kampanyası yapılmadı mı? Peki ya o çok demokrat olan Menderes’in “Vatan Cephesi” dönemi. CHP’ye destek veriyor diye Ulus Gazetesi ve birçok gazeteyi kapatan yargı neyin nesiydi? Bağımsız ve objektif miydi?

DP dönemi böyle de 27 Mayıs yargılamaları farklı mı? Yassıda yargılamaları bağımsız mıydı? Dönemin yargıçları Menderes ve ekibine karşı adil miydi? “Köpek davası, bebek davası” gibi birçok “dava” yargılananları mutlaka mahkûm etme üzerine kurgulanmamış mıydı?


Ya 1971 darbe döneminin Sıkıyönetim mahkemeleri. Sıkıyönetim mahkemelerinde mahkeme heyeti askeri yargıçlardan oluşurken, bazı mahkeme heyetlerinin başkanları hukukçu olmayan askerlerden oluşmuyor muydu? Denizleri yargılayan mahkemeye Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlık etmiyor muydu? Denizlerin ne yapıp yapmadıkları, hangi suçu işleyip işlemediklerinden daha çok, daha yargılama olmadan “üçe üç” şeklinde idamlarına karar verilmemiş miydi?

12 Eylül dönemi yargılamaları, Devlet Güvenlik Mahkemeleri. Hangisi adil yargılama yaptı? “Asmayıp da besleyelim mi” diyenler 17 yaşında Erdal Eren’i yaşını büyüterek idam etmediler mi? Sonra adları “Özel Yetkili” olan mahkemeler ya da şimdiki mahkemeler? Hangisi bağımsız, hangisi adil yargılama yapıyor? Ergenekon, Balyoz, Oda tv, Devrimci Karargâh, ÇHD… Ne oldu, hepsi çöktü… Çünkü bütün davalar iktidarın tercihine göre şekilleniyor… Yargıçlar, savcılar hukukçudan daha çok, iktidarın memuru pozisyonundalar…

Bir insanlık suçu olan Sivas katliamı davasında zaman aşımı kararı alan mahkemeler bağımsız mı? Ali İsmail Korkmaz’ın davasını Kayseri’ye, Abdullah Can Cömert’in davasını “güvenlik gerekçesiyle” Hatay’dan Balıkesir’e alan zihniyet hukuki kaygılarla mı hareket ediyor? Okmeydanı Cemevi bahçesinde polis kurşunuyla öldürülen Uğur Kurt’a ateş eden polise “amirleri ateş etme, silah sıkma” talimatı vermesine rağmen, polisin ateş ederek Kurt’u öldürmesini savcının "meşru müdafaa" olarak değerlendirmesi hukukun bağımsızlığını mı, taraflılığını mı gösterir?

Elini nereye atsan yargının bağımsız olmadığını gösteren onlarca örnek var! Dönem değişiyor, isimler değişiyor, anlayış aynı! Hukuksuzluk, adaletsizlik diz boyu. Hukuk sistemi ve yargılama iktidara göre şekillendiği için dün kahraman olan bugün çok rahat hain olabiliyor! Dün hukuksuzluğu, adaletsizliği birlikte hayata geçirip, sıkı işbirliği yaparsan sonuç böyle olur… Sonra da… “Haram lokma yemedik” diye kahramanlık taslamaya kalkacaksın. Ürettiğin sahte belgeleri hemen unutacaksın! Hrant Dink’i de… Yıllarca hapiste yatırdığın kişilerle ilgili yaptıkların da “haram” sayılmayacak? “Şerefli polislermiş, ters kelepçeymiş, zulümmüş”, geçin bunları! Cemaatiyle, iktidarıyla hepiniz çok kirlisiniz…

Necdet Saraç/YURT

Bir Cenaze, Bir Maç-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Çolpan İlhan’ı uğurlarken Kemal Kılıçdaroğlu“Biz onun filmleriyle büyüdük” dedi ya, içim cız etti… 
Çolpan Hanım’ın ölüm haberini aldığımda benim de ilk aklıma gelen bu oldu… 
Gözümün önüne Çolpan İlhan, Sadri AlışıkVahi ÖzMualla Sürer ve Feridun Çölgeçen’li kadrosuyla yazlık açık hava sinemalarında çekirdek çıtlatarak izlediğimizTurist Ömer filmleri geldi. 

“Gazoz” türlerinin yeni çeşitlendiği yıllardı… 
Film arasında, büfe kuyruğunda kızlı-erkekli, gülüşerek Coca Cola, Pepsi, Fruko almak bile başlı başına keyifti. 
Öylesine fakir ve içe kapalı bir ülkeydi burası. 
Perdeden yansıyan siyah beyaz filmde de zaten sadece toplu taşıma araçlarının seyrettiği boş caddelerde, “özel araba lüksüne” ancak ayrıcalıklı “zenginlerin” sahip olduğu anlatılmaktaydı.... 
Ama bu hiç kimseyi ırgalamaz, rahatsız etmezdi… 
Para ve zenginlik henüz baştacı edilen değerler değildi. 
Kusursuz bir yaz gecesinde, çoluk çocuk, yıldızlar altında içilen “Fruko” ile de pekâlâ mutlu olunabilirdi.
 

Türkiye hâlâ daha siyah beyaz televizyonun “necefli maşrapa” aşamasındaydı... 
Ajda Pekkan dahi henüz “süper star” olmamıştı. 
Şöhret basamaklarını yeni tırmanmaktaydı ve benim Yeşilyurt’ta yaşadığım o yıllarda, Vespa motosikletli genç yan komşumuzla flört ediyordu. 
Dar bir sokak arasındaki Kulüp Mini isimli bahçeye her yaz Pepino di Capri’nin geldiği yıllardı onlar. Dönemin en heyecan verici uluslararası sanat etkinliği buydu…. 
Bizler, küçük olduğumuz için içeri alınmazdık. 
Bu yüzden biz de gözümüz gibi sakındığımız bisikletlerle gittiğimiz Kulüp Mini’nin ağaçlıklı duvarlarına tüner, geç saatlere dek Pepino di Capri’nin buğulu sesi ve büyülü şarkılarını dinlerdik.
Pandora’nın kutusu açılmamıştı 
Çocukluk yıllarımız olduğundan… Demirel’in yükselişiyle filan uzun boylu ilgili değildik. 
Küçük ve kapalı dünyamızın kavanozunda yaşıyorduk. 
Okul kitaplarından bellediğimiz kadarıyla Türkiye, genç cumhuriyeti nicedir kurmuştu. Laik yasaları/seküler hukuku ve günlük yaşamda birebir karşılık bulan kadın-erkek eşitliği ile Batı’nın parçası olmuştu. 
1974 Kıbrıs çıkarması dahi daha yaşanmamıştı... 
Kâbus gibi sonra birden diplomatların vurulmasıyla önümüze çıkan “Ermeni soykırımıiddiaları” ile karşı karşıya gelmemiştik. 
Pandora’nın kutusu daha açılmamıştı. Tarihin sonuna geldiğimizi düşünmekteydik… 
“Turist Ömer” filmleri denli naif dünya içindeydik. 
Yepyeni bir dünya kurulduğunu, bizim de geri dönüşü olmayan biçimde, o yeni dünyada yer aldığımızı farz ediyorduk. 
Bu coğrafyadaki dünyaların aslında öteden beri hayatları savurmak pahasına tekrar tekrar yıkılageldiğini, yerlerine kolaylıkla başka dünyaların kurulabildiğini henüz fark etmemiştik. 
Geçende posterlerine iliştirilen “Edep ya hu” çıkartmalarıyla taciz gören Beren Saat’in “Çocukluğumun ülkesini özledim” mesajlarını okuduğumda da bunları düşündüm…. 
Onun çocukluğu benimkinden gerçi çok sonra, 90’larda... 
Faili meçhuller, Kürt sorunu, 28 Şubat gibi sert altüst oluşlara rağmen, ’90’lı yıllarda da temel parametreler ülkede henüz değişmemişti. 
Türkiye’nin o dönemde hâlâ kör topal Batı’da bulunan siyasi değer ve referansları, Ortadoğu ile takas edilmemişti. 
Bugün Ortadoğululaşmanın tam ortasındayız.
Siyasi coğrafya değişti 
Şakayla karışık… Sadri Alışık ve de Cumhuriyet Türkiyesi’nin en sevilen şairlerindenAttilâ İlhan’la anılagelen Çolpan İlhan’ın cenazesinde nasıl “bir dönemin sonu”duygusunu iliklerimize dek yaşadıysak; Başbakan’ın Başakşehir Fatih Terim Stadyumu açılışındaki “9” gollü grotesk iktidar maçını izlerken.. o denli bir “yeni dönem başlangıcı” duygusunu yaşadık. 
Vıcık vıcık… Bu artık tam bir Ortadoğu. 
Sadece Saddam Irak’ında böylesine ölçüsüz bir güç gösterisi düşünülebilir. 
Halk böyle bir gösteriye gık çıkarmadan ancak Ortadoğu ülkelerinde razı gelebilir. 
İngiltere’de Cameron’ı, İtalya’da RTE’nin oğlu yaşında Renzi’yi böyle bir “şov”un ortasında düşünebiliyor musunuz? 
Bu kertede aşikâr bir “güç parodisine” girişen lider, sandığı bir daha hayal edemez. 
Evet biz artık dolu dolu bir Ortadoğu ülkesiyiz.

Liderin bir Ortadoğu ülkesinde gol atması için önünün açılması/temizlenmesi çok doğal. 
Attığı her golde stadyumun ayakta alkışlaması da öyle doğal. 
Ünlülerin liderle aynı takımda yer almak için birbirlerini tepelemeleri keza gene doğal. 
Maçı, devlet kanalından nakleden spikerin; tarihi bir karşılaşma anlatmanın edasıyla“Turuncular bastırıyor. Golün adı Recep Tayyip Erdoğaaan!” diye bağırması sonuna dek doğal. 
İktidara biat eden gazetelerin bunları arkadan.. “Usta işi goller”, “O golü futbolcular atamıyor!”, “Aşırtma gol muhteşemdi!” diye manşetlere taşıması alabildiğine doğal. 
Ortadoğu’nun göbeğinde yer alan Erdoğan’ın bu “Cesur Yeni Dünya”sının baştacı edilen şartları ve değerleri bunlar. 

Şaşılacak hiçbir şey yok. 
Doğal karşılanmayan artık sadece bizleriz. 
Başka bir coğrafyanın Türkiyesi’ne takılıp kaldığımız ve o Türkiye’yi hâlâ şiddetle arayıp özlemeye devam ettiğimiz için.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Köy Enstitülerinin İntikamı...- AHMET CEMAL

Bilinen özdeyiştir: “İntikamın çorbası soğuk içilir.” 
Toplumlara karşı işlenen suçlarda bu özdeyiş, neredeyse hiç şaşmayan bir kuralı dile getirir; ve yine toplumlar bağlamında, yukarıdaki özdeyişe şöyle bir ekleme yapmak belki yerinde olur: “İntikamın çorbası soğuk içilir ve içilmesi uzun sürer.” 
İktidarlar tarafından toplumlara karşı işlenen ve hele toplumların geleceğine kötü ipotekler koymaktan farksız suçlar, artçılarının ne zaman biteceği kestirilemeyen, dev yer sarsıntıları gibidir. Üstelik bu türden artçıların şiddeti, zaman içerisinde hafiflemek şöyle dursun, katlanır bile! 

1937’de, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün son döneminde temelleri atılan ve 1940’ta yürürlüğe konulan Köy Enstitüleri modeli, dünya kültür tarihinde eşi olmayan bir kitlesel eğitim devrimiydi. Amacı, modern dünya ile ancak 1923’ten sonra tanışan ve yüzde doksanından fazlası henüz okuma yazma bilmeyen bir toplumu kitlesel bir seferberlikle en kısa zamanda “bilimsel yüzyıl” diye adlandırılan bir yüzyılda ayakta tutabilecek bir eğitimin temellerine oturtabilmekti. Yani, Köy Enstitüleri, amacı sadece okuma yazma öğretmekle sınırlı bir kurum değildi; batının Aydınlanma’sını 200 yıl arayla kaçırmış bir toplumda Aydınlanma’yı inşa etmekti. 
İlk başta bu, kulağa gerçekten ütopya kadar erişilmez bir hayal gibi gelir. Ne var ki, dünya tarihinde bütün büyük eylem insanlarının mayaları hayalperestlikle yoğrulmuştur.Mustafa Kemal de onlardan biriydi. Kendisinden başka hemen herkesin bir imparatorluk yıkıntısından başka bir şey görmediği bir zeminde o, bir cumhuriyetin hayalini kurdu. Bu cumhuriyeti gerçekleştirdikten sonra da kafasında bu kez çağdaş uygarlık düzeyini (muasır medeniyet seviyesini) yakalayabilecek, dahası bu düzeyi aşabilecek kadar aydınlanmış bir toplum hayalini şekillendirdi. 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe’de son nefesini verdiğinde, bu hayalin de temellerini atmıştı. 
Onun ardından Hasan Âli Yücel ve İsmail Tonguç gibi eylem insanları, bu hayali gerçekleştirdiler. Milli Şef İsmet İnönü, 1940’ta bu girişime bütün desteğini vermesi yüzünden Devlet Adamı diye anılmayı hak etti. Öte yandan aynı İnönü, 1946’dan başlayarak ve Türkiye’de çokpartili demokrasiyi yerleştirme idealinin ateşlemesi ile, Köy Enstitülerinin çatısı altında toplanan neredeyse tüm ideallerden ödün vermeye başlayarak, böylece de tarihte hiçbir rejimin ve ideolojinin cehalet temelinde yükselemediği gerçeğini göremeyerek, asla Mustafa Kemal gibi bir devlet adamı olamayacağını kanıtladı. 
Bu noktada Köy Enstitülerinin kapatılmasının bütün günahını 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’ye yüklemeyelim. Köy Enstitülerinin resmen kapatıldığı 1953 yılına gelindiğinde, bu kurumdan geriye zaten yalnızca bir enkaz kalmıştı. 
Günümüzde bu ülkede geri kalmışlık, koyu bir din bağnazlığı ve eski itibarını yitirmişlik bağlamında hangi taşı kaldırırsak kaldıralım, altından en verimli dönemlerinde zorla yıkıma sürüklenmiş olan Köy Enstitülerinin intikam arayan ruhu da çıkacaktır. Bu saptamanın abartılı olduğunu düşünenler, lütfen yakın tarihimizi bir kez daha ama artık o tarihi öğrenmek amacıyla okusunlar!  

AHMET CEMAL
Cumhuriyet

Kıbrıs, Ortadoğu, Ankara...- Erol Manisalı

20 Temmuz 2003, Girne’deki Dome Otel’de kutlamalar için gece resepsiyon var;Abdüllatif Şener AKP hükümeti adına KKTC’de bulunuyor, kendisiyle sohbet ediyoruz. Ona, “Türk yıldızları bugün gösteri uçuşu yaptılar, bu son gösterileri olabilir” diyorum. 
“Hocam nereden çıkardınız, neden böyle bir şey olsun ki” yanıtını veriyor. 
Ben de “Başbakanınız, ‘40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek, bu iş Denktaş’la olmaz’ diye net açıklamada bulundu, ben bundan vardığım sonucu çıkarıyorum”diyorum. 
2014’te müdahalenin 40. yılı kutlandı, ama onun dediği gibi adada her şey değişti: 
- Rumlar 2004’te, 1960 Londra ve Zürich anlaşmalarına rağmen AB’ye afiyetle alındılar hem de adanın bütününü temsilen.

- KKTC’nin tanınması için Rauf Denktaş’tan başka ortalıkta kimse bırakılmadı. 
- 2003 Annan Planı çekişmesinde Denktaş yalnız kaldı, Kofi Annan ile Ankara doğrudan doğruya anlaştı. 40 yılın son 11 yılı Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarları açısından tam bir fiyasko oldu ve bugünkü noktaya gelindi. 
- Bugün geldiğimiz noktada ve adadaki son ikili görüşmelerde Rumlara, “yavaşyavaş da olsa istedikleri birçok şey verilmeye başlandı”. 
- 23 yıl önce Çekiç Güç anlaşmasından sonra “Ortadoğu’nun yeniden yapılandırmaplanı uygulamaya başlanmıştı”. AKP hükümeti yeni planın en sadık müttefiki ve uygulayıcısı oldu. 
- Irak’ın 2003’te işgali ve sonrasında Irak Kürdistanı’nın kurulmasında Ankara en sadık ve etkili müttefik olarak gözüktü. 
- Adanın çevresindeki denizler ve yeraltı kaynaklarının sahiplenilmesinde Ankara tamamen devre dışı kaldı. Dışişleri’nin göstermelik ve kerhen yaptığı sözlü ve yazılı tepkiler dışında hiçbir etkili araç kullanılmadı, uluslararası anlaşmalardan doğan haklarımız ve yetkilerimiz göz ardı edildi.
Stratejik önem 
Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması, dört ayaklı Kürdistan’ın oluşumu ve Akdeniz’e uzatılmak istenen Kürt koridoru için Kıbrıs’ın geleneksel önemine yenileri eklenmiş bulunuyor. 
- Irak ve Suriye operasyonları ve destekler büyük ölçüde bu kanaldan yapılmaktadır. Adadaki askeri altyapı olanakları son 10 yıl içinde hızla genişletilmiştir. 
Mısır, Lübnan, Suriye ve Irak üzerindeki müdahalelerde ada çok önemli bir konumdadır. Ayrıca Doğu Akdeniz’deki yeraltı kaynakları açısından potansiyel olanaklar büyüktür. 
- Bu nedenlerle ABD, AB büyükleri ve İsrail, Türkiye’nin Kıbrıs’tan elini ayağını çekmesini istiyorlar. Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da siyasi, iktisadi ve askeri çıkarların Batı açısından korunabilmesi için gerekli olan şey budur. 
AKP hükümeti döneminde bu amaca yönelik gelişmeler “istikrarlı bir biçimdesüregeldi”.
Dün ve bugün 
Cumhurbaşkanı son resmi gezisini KKTC’ye yaptı. REFAHYOL hükümetinin 1995’te,“Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı” olarak Gül, Başbakan Erbakan’ın 20 Temmuz 1995’te KKTC’ye biraz da ite kaka getirilmesinde etkili oldu. Bunun ayrıntılarını Denktaş’la anılarımda yazmıştım(*). 
Erbakan’dan Tayyip Erdoğan’“Kıbrıs cephesinde” 180 derecelik dönüş yaşandı ve bugünkü noktaya gelindi. Yarın mı? Erdoğan’ın 2003’te dediği gibi Ankara’nın Kıbrıs (ve Doğu Akdeniz) politikasında ‘U’ dönüşü sürecek, eğer Erdoğan iktidarda kalırsa. 
Bugün Derviş Eroğlu bütün iyi niyetine ve çabalarına karşın hükümet ve Rumlar tarafından sıkıştırılmış bir biçimdedir: Manevra alanı iyice daraltılmış bulunuyor. 
Kıbrıs’taki değişim Irak, Suriye ve Türkiye’deki değişimin bir “bağlı değişkeni olarak”ortaya çıktı. AKP hükümeti kaldıkça aynı süreç (ve trend) yürüyecektir.
(*) E. Manisalı, “Denktaş’ın Öbür Yüzü”, Kırmızı Kedi Yayınları, 2011  

EROL MANİSALI
Cumhuriyet

27 Temmuz 2014 Pazar

Vatan Nasıl Sevilir?-IŞIL ÖZGENTÜRK

Bu ülkede kime sorsan, “Ben bu vatanı çok seviyorum” der. Şimdi sorularımızı sıralayalım: 
- Hiç Güneydoğu ya da Doğu’ya giden bir tura katıldınız mı? 
- Anadolu’nun en önemli uygarlığı Bin Tanrılı Hititlere dair kaç heykel gördünüz ve kaç kent gezdiniz? 
- Hasankeyf’i biliyor musunuz? Gittiniz mi? Orada yapılacak barajın neleri su altında bırakacağını biliyor musunuz? Bununla ilgili herhangi bir yere imza atınız mı? Herhangi bir protesto eylemine katıldınız mı? 
- Selçuk-Efes’e gittiniz mi? Kentin muhteşem genelevine hayretle baktınız mı? İlk tuvaletleri gördünüz mü? 
- Bodrum Kalesi ve Sualtı Müzesi’nde hayallere daldınız mı? 
- Konya’daki Mevlana şenliklerine gittiniz mi? 
- Kayseri’deki Selçuklu medreselerine, camilerine hayran oldunuz mu? 
- Uluslararası bir çabayla kurtarılan Zeugma kenti mozaiklerinin sergilendiği Antep’teki muhteşem müzeyi gördünüz mü? 
- Peygamberler kenti Urfa’da Balıklıgöl’e yem attınız mı? 
- Zılgıt çeken kadınların bu işi nasıl başardıklarını düşünüp hiç zılgıt çekmeye çalıştınız mı? 
- Antakya’da üç dinin bir arada yaşamasına tanıklık ettiniz mi? 
- Maveraünnehir nereye denir? 
- Bir sabah vakti Karadeniz yaylalarında uyanıp, o günü size bağışlayan hayata teşekkür ettiniz mi? 
-Antalya’ da Antalya Müzesi’ne gidip yorgun Herkül’le bir fotoğraf çektirdiniz mi? 
- Mimarların mimarı Koca Sinan’ın kaç eserini gördünüz? 
- Sevdiğiniz ve etkilendiğiniz beş romancının adları nelerdir? 
- Klasik Türk müziğinde nam salmış beş şarkıyı söyler misiniz? 
- Beş halk ozanı sayabilir misiniz? 
- Türk sinemasından en sevdiğiniz beş filmi sayabilir misiniz? 
- Karadeniz’de Sümela manastırında duvarları süsleyen belki de ilk zenci İsa’yı gördünüz mü? 
- Anadolu uygarlıklarından Likya uygarlığının toprak yollarında yürüdünüz mü? 
- Türkiye denizlerinde kaç cins balık yaşar? 
- Türkiye topraklarında kaç bin endemik bitki yaşar? 
- Türkiye topraklarında kaç çeşit endemik canlı türü yaşar? 
- Lüferin soyunun tükenmemesi için elinize bir mezura alıp balıkçılarda sarıkanat boylarını ölçtünüz mü? 
- Hiçbir hayvan barınağına gidip gönüllü çalıştınız mı? 
- Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri nelerdir? 
- Termik santral nedir? Zararları nelerdir? Biliyor musunuz? Hiçbir termik santral yapımını protesto eden bir eyleme katıldınız mı? 
- Türkiye’nin altının silme altın madeni olduğunu biliyor musunuz? 
- Hiç inatla bölgenizdeki bir eski binanın resimlerini çekip, binanın yaşatılması için gerekli yerlere başvurdunuz mu? 
- Anadolu Medeniyetleri Müzesi kimin emriyle kurulmuştur? Hiç gittiniz mi? 
- Osmanlı’dan beri sürgün yeri olan Sinop Cezaevi’nde kaç muhalif yazar yatmış biliyor musunuz? 
- Adana neden Yılmaz Güney’lerin, Yaşar Kemal’lerin, Orhan Kemal’lerin yurdudur, hiç düşündünüz mü? 
- En son hangi protesto eylemine katıldınız? 
Sorularımız bunlar, daha da çoğaltılabilir, öyle “vatan sevmek” kolay değil. Her şey gibi o da tanınmak ister, bilinmek ister ve emek ister. 
Sevgilerle, hadi kalemi alıp sorulara yanıt verin. 
Bu soruları sizlere ilk kez 1 Nisan 2013 tarihinde sormuştum, sorulara nasıl yanıt verdiniz bilmiyorum ama ben birkaç soru daha ekledim. İzninizle: 
- Göbeklitepe nerededir ve arkeoloji tarihini nasıl değiştirmiştir? 
- Frikya uygarlığı ve Frikya Vadisi ülkemizin hangi yöresindedir? 
- Sinan’ın en güzel eserlerinden Rüstem Paşa Camii nerededir? Gördünüz mü? 
- Ani harabelerinin hikâyesi nedir? Hiç gittiniz mi? 
Sizlere kolay gelsin, ben şöyle bir Moğolistan’a gidip geleceğim. Bayramınız şen olsun...  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Büyükada’da Üç İstila: Erdoğan, Araplar, Martılar-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Büyükada’ya adım atar atmaz… karşınıza hemen “Ada sahillerinde bekliyorum”dercesine.. dev Erdoğan posterleri ve logoları çıkıyor. 
“Milli İrade, Milli Güç”; “Milletin Adamı”, “Türkiye’nin Gücü” yazıları ve bayrakları arasında sersem oluyorsunuz.

Başınızı hangi yana çevirseniz, sadece onun “Sağlam İrade” pozları ile karşılaşıyorsunuz… 
Öyle ki insan kendisini bir anda sadece Erdoğan’a ait olan, özel bir “Erdoğan adası”na çıkmış gibi hissediyor. 
Kenarda kıyıda evet birkaç Ekmeleddin ve Selahattin Demirtaş reklamı da var ama bunlar eser miktarda… 
Demirtaş’ın anonsları, nerdeyse pul gibi, minnacık. Görmek için büyüteç gerekiyor. 
İskele parmaklıklarına asılı, “iki adet” “ekmek” Ekmeleddin reklamının da, hani neredeyse dostlar alışverişte görsün niyetine, “eşantiyon” gibilerinden asılmış hali var.
Oysa ki burası bir CHP adası. 
Önceki dönemdeki gibi son 30 Mart seçimlerinde de Adalar Belediyesi’ni CHP aldı. 
Ama tam gaz yapılan propagandaya bakıldığında -ki şu satırları yazdığım anda bir yandan da gümbür gümbür “Dombra” çalıyor!- yalnızca AKP hegemonyası hissediliyor. 
Her zaman olduğu gibi, “ada”, “Türkiye makrokozmos”unun küçük skaladaki bir örneği aslında. 
Türkiye genelinin tablosu, adanın, hemen fark edilen minik evrenine, ayırt edici tüm özellikleriyle yansıyor. 
“Büyükada”da somut görülen bu “Erdoğan adası” hali; “Erdoğan Türkiyesi”durumunun bire bir projeksiyonu oluyor.
Geri sayım... 
Bilgisayarın başına aslında seçim değil, şöyle hafif bir “Büyükada” yazısı için oturmuştum… 
Ne de olsa ramazan dolayısıyla “ada”nın son sakin günlerini yaşıyoruz. 
Ramazan boyunca ara veren “Arap istilası”; bayramın ilk gününde adayı tüm hızıyla yeniden teslim alacak. Benim gibi eski tüm “ada müdavimleri” için bu, kasvetli bir geri sayım anlamına geliyor. 
Çünkü Arap turistler adaya adım atar atmaz, güneşin en tepede olduğu acımasız öğlen saatlerinde bile bizler için “fayton” bulmak bile bir kâbus halini alıyor ve uzak bir“seraba” dönüşüyor. 
Kıyıdaki lokantalar, kahveler; haremlik-selamlık masalarla doluyor. 
Çarşı içinde yürümek; işten çıkış saati Karaköy köprüsünde yol almaya benziyor. Adanın tüm çehresi ve doğası değişiyor. 
Ramazan biter bitmez; Avcılar, Büyükçekmece, Eminönü, Kartal, Maltepe, Yalova ve hatta taa İzmit’ten adaya yolcu taşıyan gemiler, bitişik düzen sırayla yapılan iskelelere yanaşacak ve her yıl adayı batırırcasına girişilen büyük çıkarma başlayacak. 
Şimdilik sadece martı çıkarması yaşıyoruz...

‘Sokak çocuğu’ martılar 
Martı çıkarması” dediysem.. bu yılın “martı çıkarması” farklı. 
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “İstanbul deyince aklıma martı gelir/Yarısı gümüş, yarısı köpük/ Yarısı balık yarısı kuş” romantizmi mazi olmuş. 
Agresif martılar bundan böyle ancak olsa olsa… Can Yücel’in “Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin” dizelerini düşündürüyor. 
Ama “deniz”de değil bu martılar düpedüz artık “sokak çocukları” gibi yolda geziyorlar. Ve kümes hayvanları gibi kediler, köpeklere yarenlik ediyorlar. 
Denizde yeterli balık bulamadıklarından mı; yollarda giderek artan “atık” bolluğundan mı.. hayvanlar karınlarını artık deniz yerine hep daha çok “kara”da doyuruyor.
Müşterilerin tostunu götürüyorlar 
Öyle ki Anadolu Kulübü’nde örneğin, havuzda martıların yakın markajına yakalanmadan öğle yemeğinizi asla yiyemiyorsunuz. 
Ne kadar kovsanız, kışkışlasanız nafile. 
İnsanlardan hiç korkmuyorlar, göz diktikleri müşterilerin tabağına doğrudan atmaca gibi inip; ne bulurlarsa götürüyorlar. 
Havuz bölümünde servis yapan Mine’nin anlattıklarına göre “müşterilerin ağzından tostunu kapıp götüren” martılar var. “Bu öyle tedirgin edici ki bir durum ki” diye anlatmayı sürdürüyor Mine; “artık sehpaların üzerine içinde yiyecek bulunan hiçbir şey bırakamıyoruz!”... 
Hitchcock’un “Kuşlar”ını andıran türden bu şekilde bir martı istilası, gerçekte tüm Akdeniz’de hissedilen ciddi bir sorun…. 
İnsanlar Venedik’te artık mesela evlerinin balkonunda yemek yiyemiyor… 
Çatılara baharda yuva yapan ve bir daha ayrılmayan martı aileleri yüzünden, teraslarına çıkamıyorlar. Bu durumda olan öyle çok insan var ki; “sos gabbiani/imdat martı” adı verilen yeni ağlar ve hizmetler kuruluyor. 
Önlem alınmazssa, yakında bizler de “Rüzgâr ve martı… sordular seni neredesin?”şarkılarını bırakıp; bu gidişle “imdat martı” arayışına girmek zorunda kalacağız. 
Tüm sevgili okurlara iyi bayramlar...  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Cehalet Bulaşıcıdır-ZEYNEP ORAL

“İliklerime kadar sevdiğim ülkemde bunları yaşamak da varmış!” Mario Levi’nin bu sözleri söylemek zorunda kalması, hâlâ içimi acıtıyor; hâlâ utanç içindeyim. Yazarımızın yaşadığı, onunla birlikte hepimizin yaşadığı, adını koyalım, ırkçı ve faşist bir saldırıydı. 
Evet ırkçı ve faşist bir saldırı... İsrail hükümetine öfkelenip Yahudilere kızmak, elbet ırkçılıktır, nefret suçu işlemektir. Daha da vahimi (en az ırkçılık kadar vahim olanı) cehalettir. Mario Levi’ye yapılan saldırı haberi birkaç gün önce gazetemizde,“Cehalete Teslim Olmamak” başlıklı yazımla aynı sayfalarda yer alıyordu.
***
“Birkaç kendini bilmez cahil, Mario Levi’nin kitaplarını protesto etme çağrısı yapmış, ne var bunda büyütecek” deyip geçemeyiz çünkü cehalet bulaşıcıdır. Cehalet, kolay olandır. Cehalet, kolay yayılandır. 
İsrail hükümetinin savaş uçaklarına petrol vereni, petrolü taşıyıp ceplerini dolduranları protesto edemeyen çıkarcı pisliklerin, hiç okumadıkları kitapları protesto etmeleri; o güne dek hiç görmedikleri “Akdeniz” heykelini kırmaları cehalettendir.
***
Kimileri “Cehalete Teslim Olmamak” yazıma öfkelendi, her AKP’liyi cehaletle suçladığımı söyledi. (Hayır öyle demedim. Cehalet kadar elbet çıkar ilişkilerinin de payı var!) Ama cehalete şimdiye dek hiç bunca prim verilmediği de ortada. 
Her yağmur yağdığında ortalığı sel götürüyorsa bunda cehaletin payı var. Her yıl aynı asfalt beş kez çöküyor beş kez yeniden yapılıyorsa bunda cehaletin de rolü var...“Saatimi Zarrab hediye etti, ama parasını ben ödedim” savunmasını ya da Obamabenimle değil, Ben Obama ile görüşmüyorum” savını, millet yutuyorsa bu da cehaletten... 

Cehaletle bütünleşen kin ve öfkenin Sivas’ta Madımak Oteli’ndeki icraatını gördük. Nefret suçu işleyenlerin nasıl beraat ettiklerini gördük. Orada öldürülenlerin, yakılanların suçlandığını yaşadık... Evet, cehalet bulaşıcıdır. Tıpkı nefret suçları gibi bulaşıcıdır.
***
Çeşitli sanatsal kurumlarımızın ve Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in Mario Levi’ye sahip çıkma çabası değerlidir ama yetmez. 
İlkokuldan üniversiteye kadar tüm eğitim kurumlarında nefret söylemine, nefret suçlarına ilişkin derslerin konulması gerekir. 
Devletin, hükümetin her kademesinin nefret söylemi ve suçlarını lanetleyerek örnek oluşturması gerekir. (IŞİD’e terörist diyemeyen, Berkin’e terörist diyenlerin bunu yapmaları zor elbet!) 
Anımsayın: Bir gazete Soma katliamının ardından, “Soma patronunun damadıYahudi” manşetiyle çıkabiliyor ve Erdoğan’a saldırılarda Yahudi damadın rolü var mı” diye sorabiliyor ve bundan hiçbir ceza almayabiliyordu!
***
Sevgili Mario Levi’yi önce yalnız kitaplarından tanıyordum. Son bir iki yıldır PEN Yazarlar Birliği Türkiye Merkezi’nin yönetim kurulunda birlikte çalışırken onu daha yakından tanımak fırsatı buldum. 
Yapıcı ve olumlu kişiliğiyle, yaratıcı kimliği, çözüm önerileri, hoşgörüsü, yaydığı pozitif enerji nedeniyle ona saygım sevgim çoğaldı. Ona yapılmış saldırıyı, hepimize, bütün ülkeye yapılmış sayıyor ve arkadaşıma, çalışmaya, üretmeye devam; cehalete karşı mücadeleye devam diyorum.

Bu hafta korkunç bir yaprak dökümü yaşadık. Sevda Şener, Verda Erman... Şimdi de Ayhan Baran ve Çolpan İlhan... Tüm sevenlerine sabırlar diliyorum. Bizler, bizden sonraki kuşaklar, bu aydınlık insanları yaşatmaya devam edecek.  

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Laiklik, din ve siyaset-Fatih Bilici/SOL

Bu gün edindiğimiz kültür birikimi ve eğitim seviyesi ile din siyaset sahnesinin dışına çıkartılabilir mi?
Din/ler tarihin her döneminde egemen sınıfların kullandığı en büyük ve en güçlü silah olmuştur. Bu durum bu gün de aynıdır.
Kısaca ilk dinin ortaya çıkış – doğum tarihine baktığımızda; Mısır'da köle edilmiş İsrail halkının mevcut tanrılardan daha güçlü veya o dönemlerde bilinen tüm tanrıların güçlerini bünyesine alan ve hepsinden çok daha güçlü, sonsuzluğu olan bir Tanrı’nın yardımıyla kurtulabilecekleri fikri, kaçış ve halkı ikna etmenin en güçlü anahtarıydı.
Musa ve kardeşi Harun’a düşen bu zor görev ise Mısır’ın güneş Tanrısı RA'ya karşı halkı inandırmak ve kaçışı baştan sona organize edebilmekti. Bu kaçış öyküsü kırk yıl sürer ama sonunda başarılır. (M.Ö. 3200 – 3500 civarları)
Musevilik (Yahudilik) din olarak bugünkü Kudüs civarlarına yerleşirler. Böylelikle çok Tanrılı dinler dönemi de sonlanarak tek Tanrılı dinler dönemi başlar.
İnancın önde gelenleri halkın manevi beklentilerini mayalayıp kabartırken, bölgenin diğer halklarına göre de inançlarını şekillendirmişlerdir. Ayrıca bu inancı yetkisel anlamda ast – üst yetkileriyle disipline etmişler. Fakat tüm bunları yaparken de kendi halklarına karşı inanç şeriatlarının kendilerine verdiği geniş yetkiler ile baskı yapmaya da başlamışlar.
Daha sonra Nasıralı İsa adında bir insan, kendi halkının din otoritelerinin zulüm aracı olan şeriata ve diğer uygulamalara kafa tutmaya başlar. Bu eylemlerini sergilerken de uygulamada ki despotlukların karşısına sevgi, kardeşlik ve zengin karşıtlığı gibi ezilenleri etrafında toparlayacak devrimci değerleri koyar. M.S 33 yılında da bu eylemlerinin bedelini bölgenin Roma valisinin de yargılamasıyla çarmıhta öldürülerek öder.
Fakat Nasıralı İsa’nın yaşarken sergilediği davranışları ve söylemleri kendisinden sonra Hıristiyanlık inancı adıyla çığ gibi büyüyerek farklı bir din daha ortaya çıkar.
Daaha sonraki zamanlarda yine aynı coğrafyada bölgenin ekonomisine bir oymakları (yanlış anımsamıyorsam Sadukiler ) aracılığı ile el koymuş olan İsrail oğulları aynı zamanda diğer bölge halkları ve içlerinden türemiş olan Hıristiyanlarla da bir didişme hatta bir savaş içerisindelerdi. Hızlı yayılan Hıristiyanlık ve Yahudi baskıları bölge halklarını tedirgin etmeye başlamıştı.
Bölgede durum bu iken iki arada bir derede sıkışıp kalan Araplardan bir kişi (Hz. Muhammed) ortaya çıkarak yeni bir din olarak İslamiyet’i ilan eder. (M.S. 613)
Burada dikkatlerinizi birkaç noktaya çekmek istiyorum.
İlk olarak Musevilik ortaya mevcut güce –otoriteye (Mısır RA) bir isyan, bir ekonomik özgürlük ve bağımsızlık amacı ile çıktıklarını görmekteyiz.
Hıristiyanlığında yine aynı şekilde Yahudiliğin şeriat yasaları ile kendi halkını baskıladığı ayrıca dini kullanarak bazılarının zenginleşmesine karşı yoksul halka öncülük ettiğini görüyoruz.
Yine Müslümanlığında tüm bunların arasında bir sıkışmışlık ile beraber, "bu bölgede biz de varız, artık yeter" der gibi ve yine diğerlerinden de etkilenerek, hatta onlara özenerek ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Fakat tümünün güç aldığı yer ise kendi halklarının biraz ileri gelenleri olsa da çoğunluk olarak yoksul ve ezilip, örselenmiş yığınlardır.
İşte tam da bu noktada şunu çok rahatlıkla diyebiliriz. Tüm din veya inançların ortaya çıkış gerekçeleri ve kendilerini geliştirme çabalarının tümü siyasaldır.
Sosyoekonomik çatışma ve etkileşimler sonucu meydana gelen bir gebelikten, ister müdaheleli, ister sezeryan veya normal yolla olsun, o doğumdan meydana gelen kesinlikle siyasaldır.
Bu gerçekliği "Hayır ilk başlarda çıkışı olarak maneviydi ama sonradan siyasallaştı" diye izah etmeye kalkışmak sağlıklı ve bilinçli düşünen bir aklın ürünü olamaz. Burada kendimize sormamaız gereken ciddi ve akılcı soru şudur:
Siyasal olan bu gerçeği laiklik ile siyasal alanın dışına çıkarabilir miyiz?
Bu konuda abuk – subuk kalem oynatan çoktur. Sol ilahiyat, sol İslamiyet gibi. Bu tür fikir savunmalarını ciddiyet ve bilim ile izah edemeyiz. Ezilmişlik, sömürülmüşlük ortak sorun olabilir. Fakat bilimsel sosyalist olduğunu söyleyen birisi, aynı zamanda ben koyu bir ilahiyatçıyım derse burada ilk akla gelen takiyeciliktir.
Peki kendi ülkemiz 91 yıldır laiklik dini siyasal alandan çıkararak bireylerin tercihlerine ve vicdanlarına taşıyabilmiş midir? Bu sorunun yanıtı hayır olduğuna göre; biz neyi tekrar-tekrar sorgulamalı ve onunla yüzleşmeliyiz? Şu soruyu da kendimize sormalıyız: Din egemen güçlerin elindeki güçlü bir silah ise biz o elleri kırarak dini bireylerin özel yaşamına saygın bir şekilde nasıl taşıyabiliriz?
İşte bu coğrafyanın ezilen halkları birbirlerinin kanlarını onlarca, yüzlerce yıldır bu nedenlerle akıtmaktadırlar. Burada engizisyonları, haçlı seferlerini ve diğer din savaşlarını bu kısa not ile vererek geçiyorum.
Sosyal, ekonomik bir olgunun yerine, biraz daha iyileştirilmiş, renklendirilmiş bir başka olgu koyulup bu halka benimsettirilebilir. Ama din veya inanç olunca bu durum başkalaşır. Buralara çöreklenmiş tüccar tekelciler alaşağı edilerek, din halkların yüreğinde tercihe göre şekillenmelidir.
Dini siyasal alanın dışına çıkarmanın bir başka yolu ise bana göre; toplumun eğitimine odaklanarak, bilinç düzeylerini en üst seviyelere taşımak ile mümkün olabilir. İkinci olarak ise bu bilinçten sonra topluma dinlerin doğum, yaşam, sevgi, kardeşlik ve savaş alanlarında ki etkilerini hiç saptırıp süslemeden insanlara anlatmaktır.
Eğer ki dünya dualar ile değiştirilebilseydi insanlık bu gün aynı inanç sahiplerinin birbirlerinin kellelerini kesip övünmek amacıyla yayınladıkları videolar ile açlık ve susuzluktan bir deri bir kemik kalmış bebekleri akbabaların nasıl parçaladığını da izlememiş olurdu.
Fatih Bilici/SOL

Neden aday?-Rıfat Okçabol/SOL

Başbakan, AKP kurulmadan önce Refah Partisi adayı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapıyor. Belediye başkanlığı sırasında, imam hatipli kimliği ve kültürüyle, günümüzün en azılı ve acımasız dinci terörist Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturmasıyla ve “Devlet laik olur insanlar laik olmaz; demokrasi hedefe kadar gidilecek tramvaydır” gibi söylemleriyle tanınıyor. Pek kitap okumadığı, sinemaya, tiyatroya, konsere ve operaya gitmeyi sevmediği, güzel sanatlarla arasının iyi olmadığı biliniyor.
Fırsatını bulduğunda tedrisinden geçmiş olduğu Erbakan’ı terk edip Amerika’ya yakınlaşıyor ve AKP’yi kuruyor. 1993’te Sivas-Madımak’ta “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkacağız” diyerek nice canları diri diri yakanların avukatlığını üstlenenleri de yanına alıyor; ya belediye başkanı ya da mebus yapıyor! 2002 seçimleri öncesinde, YÖK’ün ve milletvekili dokunulmazlığının kaldırılacağı ve seçim yasasının değişeceği gibi pek çok vaatlerde bulunuyor; Başbakanlığında bu vaatleri unutuyor.
Belediye başkanlığı dönemiyle ilgili olarak hakkında açılmış soruşturmalar bulunuyor; milletvekili seçildiği için bu soruşturmalar sonuçlandırılamadığından, soruşturulduğu davalardaki sanıklık durumu hâlâ devam ediyor.
17 ve 25 Aralık 2013’te patlayan yolsuzluk olaylarında, bazı AKP’i yetkililerin çocuklarının ve kimi iş adamlarının evlerinde kasa kasa ve ayakkabı kutuları içinde çıkan paraları herkes görüyor. Yolsuzluk soruşturmaları sırasında ortaya çıkan telefon konuşmalarından, çocuğunun evindeki paralar dağıtıldıktan sonra bile evde kalan paranın 30 milyon Avro gibi küçücük bir meblağ olduğunu herkes duyuyor. Bu yolsuzluk olayları sırasında, Başbakan’ın “Savcısıyım” dediği davaların uyduruk delillerle düzenlenmiş “birer kumpas” olduğu ortaya çıkıyor.
Savcısı olduğu kumpas davalarının polislerini, savcılarını ve hakimlerini yere göğe sığdıramazken, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarını ucu AKP’lilere dokununca, meclisteki çoğunluğa dayanılarak alelacele yasaları değiştirip yargıda değişikliğe gidiyor. Önce yolsuzluk davasıyla ilgili olarak soruşturma başlatan polis ve savcıların çoğu görevden alınıyor; şimdilerde de soruşturma yapanların tutuklanıp yargılanması süreci başlatılıyor. Yolsuzluğa adı karışıp istifa etmek zorunda kalan bakanlarla ilgili olarak bir meclis soruşturma komisyonu kuruluyor. Soruşturma Başbakan’a/onun çocuklarına kadar uzanabilir korkusuyla, komisyon toplanmasının cumhurbaşkanlığı seçimi sonuna kalması için her yol deneniyor! Başbakan, belediye başkanlığında başlatılan soruşturmalardan bile aklanmamış durumdayken, şimdi bir de 17 ve 25 Aralık yolsuzluklarının üstünü örtmeye kendini adamış görünüyor!
Başbakan, meclisin çoğunluğuna hakim olduğu gibi bakanlara da hakim. Hiçbiri onu sözünden çıkmıyor/çıkamıyor. Gülen cemaatiyle dalaşmasında bile, içlerindeki cemaatçilerden ancak 2-3’ü istifa edebiliyor. Silahlı kuvvetlerden polise, TRT’den yargı organlarına kadar tarafsız olması gereken tüm devlet kuruluşlar da onun dediğinden şaşmıyor. Abdullah Gül de, Cumhurbaşkanı olarak onun her dediğini yapmış bulunuyor. Başbakan, başbakan olmakla yetinmiyor ve illa “Cumhurbaşkanı da olacam” diyor!
Devlet memurları seçimlerde aday olduklarında görevlerinden istifa ederken başbakan istifa etmediği gibi, seçim süresinde TRT dahil devletin tüm olanaklarını kullanıyor! Bununla da yetinmiyor! Diğer varlıkları bir yana yalnız 2011’de 3,3 milyon lira olan nakit parası, günümüzde 4,4 milyona çıkmışken seçim çalışmaları için yandaşlarından para toplamak üzere bağış hesabı açıyor. Bu arada, mal varlığının hepsini beyan etmemekle suçlanıyor!
Anayasa cumhurbaşkanının tarafsızlığını öngörse de, Başbakan, yedi yıl bir AKP noteri gibi işlev gören A. Gül başta olmak üzere önceki cumhurbaşkanlarını “saksı” yerine koyup, tüm toplumun değil de, yalnız AKP’nin cumhurbaşkanı olacağını, diğer yurttaşları yok sayacağını ve diktatörleşeceğini gösteren şu açıklamayı yapıyor: “Ben tarafsız cumhurbaşkanı olmayacağım” diyor!
Üstelik Soma faciasında esas suçluların AKP içinde oldukları da ortaya çıkmışken. Soma faciası sırasında ve herkesin gözü önünde, “Eleştirirseniz dayak yersiniz” demişken, olayları protesto eden gence tokat atmışken, protestoculara “İsrail dölü” diyerek hakaret etmeye çalışmışken, özel danışmanı da bir madenciyi tekmelemişken; Gezi olayları sırasında, toplumu birbirine düşürmek için, “Türbanlı kadını dövdüler” ve “Camide bira içtiler” diyerek günlerce gerçek olmayan suçlamalarda bulunmuşken; Gezi olaylarında polis şiddetine kurban gidip aylarca komada kalan Berkin öldüğünde, yandaşlarına Berkin’in annesini yuhalatmışken! Neden cumhurbaşkanlığına aday oluyor?
Yalnız Erbakan’a vefasızlık yapmıyor. AKP’yi birlikte kurdukları kişileri, içlerinde “Abi” diye yere göğe sığdıramadıkları dahil olmak üzere, bir çırpıda elinin tersiyle itebiliyor. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda birlikte kumpas kurarken göklere çıkardığı cemaat mensuplarına şimdi hakaretlerde bulunuyor. Araları iyiyken kendisinin atadığı ve terfi ettirdiği kişilere, “Bunlar ihanet içinde devlete sızmışlar” diyor! “Barış ödülü” aldığı Libya lideri Kaddafi’nin linç edilmesi için ABD ile işbirliği yapmaktan çekinmiyor! Bir zamanlar ailecek tatile çıktıkları Suriye lideri Esad’ı yok etmek için şimdi dinci fanatik katillerle işbirliği yapıyor. Eskiden dost olduğu Irak lideri Maliki ile bugün kanlı bıçaklı oluyor. Eskiden kanlı bıçaklı olduğu Barzani ile bugün neredeyse kankan durumuna geliyor. Dış siyasette “sıfır sorun” sloganıyla yola çıkıp hiçbir dost komşu ülke bırakmamış bulunuyor! Dışlama sırasının bir zamanlar “Kardeşim” dediği Gül’e geldiği görülüyor!
Vefasızlıkta tavan yaparken cumhurbaşkanlığına aday oluyor! Neden?

Rıfat Okçabol/SOL