‘25 Yıl’ oldu! - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, bugün “Hıfzı Veldet Hoca”nın aramızdan ayrılışının “25. yılı”.
Günümüzün Türkiyesinde yaşananların, özellikle de son “15 yılda” bize yaşatılanların, bir bakıma esintilerini, daha doğrusu ilk öncülerinden kimilerini Velidedeoğlu’nun yaşamında görmek olası.
Cumhuriyet’te yazmaya “1942”de başlar -zorunlu ama kısa süreli aralar dışında- hemen hemen “50 yıl” sürecektir bu köşe yazarlığı, kuşkusuz onca dizi yazıyla birlikte.
Aslında Cumhuriyet’in öncüsü olan, Ankara’da yayınlanan “Yeni Gün”de de, gazetemizin kurucusu “Yunus Nadi”nin çağrısı üzerine yazıları yayınlanmış, böylece -köşe yazarı olan gazetenin sahiplerinden daha uzun bir süre makaleleri Cumhuriyet’te yer almış olmasının mutluluğunu, hep içinde taşıdı Velidedeoğlu.



“12 Mart 1971 Faşizmi” döneminde henüz üniversitede görevi sürmekte olan “Hıfzı Veldet”, Cumhuriyet’teki pazar yazılarında iktidarı eleştirmeyi hiç ara vermeden yürütür; “Mussolini Faşizmi”ni İtalya’da yaşayarak öğrendiği için eleştirileri oldukça ağır olur. Nitekim bu dönemin Başbakanlarından biri olan “Ferit Melen”, bu eleştirilere çok kızdığını her fırsatta belli eder.
Ayrıca, ülkede yaşananlara, üyesi olduğu “İstanbul Üniversitesi”nden ses çıkmamasına karşı da veryansın eleştirilerini sürdürür.
Velidedeoğlu her yıl yaz dinlencesini, Uludağ’da geçirmekte, yaz aylarında dağ çok sessiz olduğundan kitaplarının çoğunu burada yazdığı gibi pazar yazılarını da düzenli olarak yazıp gazeteye göndermektedir.
“1972” yılının “Temmuz” ayında yine Uludağ’da çalışmalarını sürdürürken, bir gün radyodan, İstanbul Üniversitesi’nin yıl sonu “Senato” toplantısında on profesörün emekliye ayrıldığını içlerinde kendisinin de bulunduğunu duyar. Bu haber ertesi gün gazetelerde “manşet” olur.
Oysa Velidedeoğlu, “1972” öğretim yılında da derslerini eksiksiz sürdürmüş -hep olduğu gibi- salon dolmuş taşmış; dışardaki bilimsel toplantılarda ülkeyi, fakülteyi temsil etmiş; konuşmaları (bildiriler) daha ertesi günü basında yer almış; bunlar bir yana Adalet Bakanlığı’nca yenilenecek “Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun) ön tasarısını hazırlamış, “Mayıs” ayında, “Türkiye’de Üç Devir” kitabının -500 sayfalık- birinci cildi kitapçılarda yerini almış, şimdi Uludağ’da, ikinci cildin çalışmalarına başlamıştır.
Öncekiler dışında, bu son kitabına aldığı, 1970’in bitimine doğru yayınlanan bir pazar makalesinden alınan şu satırlara bir bakalım: “Radyolardan ‘biz hükümet olarak büyük Türk Milleti’nin refah ve saadeti için çalışıyoruz...’ şeklinde seslerini duyduğumuz, kendilerini ‘devlet’ ve ‘hükümet’ sanan feodal zihniyet kalıntıları, halkın uyanmasına imkân bırakmamak için bugünkü günü tarihsel bir fırsat sayıyorlar, bunu sağlamak için gizli, açık her tedbire başvuruyorlar; mesela resmi devlet okullarından daha çok sayıda, medrese bozuntusu ‘hafız kursları’nın çocuklarımızın körpe kafalarını doldurmasına göz yumuyorlar, hatta halkın kendi öz çıkarlarına karşıt olan işbirlikçilerin çıkarlarını korumak için, bu körpe dimağlar arasında muteassıp militan ordularının temelini kurma yolunu arıyorlar... Böylece halkın, çekirdekten başlayarak, bir daha uyanmamacasına uykuya dalmasını, uyananların ve uyaranların ise ‘vatan haini’, ‘komünist’ veya ‘kâfir’ ithamlarıyla yok edilmesini sağlama amacı güdüyorlar...”
Görüleceği gibi değerli dostlar, iktidarı bu denli açıkça ve acı bir dille eleştiren bir öğretim üyesini görevinde tutmak, onca gence ders vermesine izin vermek olacak şey midir?
Bir bakıma günümüzde inanılmaz sayılara taşınan “öğretim üyesi kıyımı” olayının, “45 yıl” önceki -tek kişilik- bir örneği...
Ne var ki, Velidedeoğlu, tüm yazımı, noktasından virgülüne dek, kaleminden çıkmış “1961 Anayasası”nın, temelini oluşturan “Erkler Ayrımı”nın ürünü olan “Danıştay”a başvurur.
“Danıştay” ilkin oybirliğiyle “yürütmeyi durdurur”; kısa bir süre sonra da -“19”- üyenin “18”inin kabul oylarıyla- “emekliye ayırma” kararını “iptal” eder böylece “Üniversite Senatosu”nun artık “ders veremez, bilimsel çalışma yapamaz” kararını kaldırır... (9.2.1973)
Bu sonuç karşısında Velidedeoğlu: “Demek ki, her şeye rağmen, Ankara’da hâkimler vardır!” diyecekti...
Bugün biz aynısını söyleyebilir miyiz?
Söyleyemezsek de, hiç olmazsa -hukukun dolaysiyle adaletin “Kör” edildiği bu ortamı yaratan Erdoğan’ın, “erkler ayırımı’na, bunu içeren “1961 Anayasa’sına bu denli şiddetle karşı oluşunun ilk adımını, bunun Velidedeoğlu ile bağlantısını, bugün aramızda ayrılışının “25.” yılında bir kez daha izninizle analım diyorum değerli dostlar.
“1994” yılında, Refah Partisi’nin kurucu üyelerinden olan Erdoğan, “1994” yılında İstanbul Belediye Başkanı olur olmaz ilk icraatına, hemen ertesi günü, “Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Caddesi”nin tabelasını indirip, caddenin adını değiştirmekle başlar.
Ne ki, Erdoğan’ın bu tutumu, daha sonraları, Güneydoğu Anadolu’nun kimi kentlerinin “HDP”li Belediye Başkanlarınca örnek alınacak, bu bölgenin kentlerinde de, tarihsel anlamı olan cadde ve sokakların adları değiştirilecekti.
“1961 Anayasası” ile getirilen böylece “Siyasal Hukuk Devleti”ni, “Sosyal Hukuk Devleti” ile bütünleştiren anayasa sürecine girilir ki, başta “işçi sendikaları oluşturma” ve “grev hakkı” tanınacaktır işçi emekçilerine; daha sonra bu haklar öteki emekçiler için de geçerli olacaktır.
Velidedeoğlu, 33 yıl önce kendisine “Türk Hukuk Kurumu”nun Başkanı olan öğrencisi “Prof. Dr. Muammer Aksoy” tarafından verilen “Onur Ödülü” törenindeki konuşmasında şunları söyleyecektir:
1) Demokratik ‘parlamenter yönetim’,
2) Bütün yargının (mahkemelerin) bağımsızlığı,
3) İdarenin yargısal denetimi,
4) İnsan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, 5) Sosyal devlet, yani kişinin ekonomik ve sosyal durumunun ve geleceğinin Devletçe güvence altına alınması,
kavramları, gerçek “Hukuk Devleti”nin oluşturan temel ilkelerdir, temel öğelerdir. Bunlardan birinin eksik olması ülkede, hukuk devletinin kurulup yerleşmesini önler. (23.12.1984)
Kuşkusuz “Cumhurbaşkanı Recep Tayyib”in, daha birincisinden başlayarak ortadan kaldırmak istediği kavramlardır bunlar; dolaysiyle Velidedeoğlu’nun açıkça belirttiği gibi bu tutumun tek anlamı vardır, “Hukuk Devleti”ni yok etmek... Kuşkusuz, izin vermeyeceğiz, 16 Nisan’daki “Hayır!” oylarımızla!

NOT: Bugün saat 11.00’de, Karacaahmet Mezarlığı’nın Müdürlük binasının bulunduğu küçük alandaki kabrinde Velidedeoğlu’nu anacağız.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

‘Yenikapı ruhu’ ABD’ye sıçradı - Nilgün Cerrahoğlu

Diplomat bir dostum “Irish Times”dan bana bir yazı yollamış...
“Donald Trump ABD Başkanlığı’na ne kadar dayanır?” başlığını taşıyan yazı;
Washington’daki gazetecilerle, “Müslüman yasağına” karşı çıkan ABD’li yargıçların, tıpkı Putin Rusya’sında olduğu gibi “anonim ölüm tehditleri” aldığını belirtiyor ve ekliyor: “Gidişat gidişat değil. Bu tehlikeli sarmal nerede durur? Ya Başkan’a karşı güçler onu sonunda devirecek ya da Başkan bu mevcut düzeni yıkacak!” 



Eskiden yalnız “üçüncü dünya demokrasileri” için yapılan bu çözümlemeler, Trump Amerika’sında sıradanlaştı.
Bir ABD Başkanı’nın “alaşağı edilmesi” ya da “devrilmesi” ihtimalinden uluorta böyle söz edilmesi, çok yakın zamanlara dek şoke edici bir şeydi.
Artık değil.
Trump, demokrasinin asli unsuru medyayı “halk düşmanı” ilan ediyor...
Medya da Beyaz Saray’a adım attığından beri “Başkanın görevden alınması/impeachment” olasılığından, şaşırtıcı olmayan, olağan bir alternatifmiş gibi bahsediyor.
 
‘Derin devlet’in başkanla imtihanı 
 
Bundan daha birkaç gün önce “New York Times”ın manşetinde de “(İstihbarat örgütlerinden sürekli akan) sızıntılar, ABD’de bir derin devlet oluşumu korkusuna işaret ediyor” başlığını taşıyan bir yazı vardı.
Devlet kurumları arasındaki bu bilek güreşinin “Türkiye, Mısır, Pakistan gibi ülkelerde rastlanan derin devlet olgusunu” andırdığına işaret eden yazı, Trump’ın başkanlık güçlerini en abartılı sınırlara dek kullanmasının, bir anayasal çıkmaza yol açabileceğinden söz ediyordu.
Konu sırf ABD’nin “Türk usulü bir derin devlet sendromu ithalinden” ibaret değil.
Trump Amerika’sı, “bizden olanlar”ı “olmayanlar”a karşı sürekli tansiyonu yüksek bir miting atmosferinde gaza getiren devasa bir “Yenikapı ruhu” dalgasından da etkilenmiş görünüyor.
Cuma akşamı Trump’ın first lady Melania ile yaptığı Florida mitingini izledim.
Çiçeği burnunda Başkan ve karısı, gülücükler dağıtarak “Air Force One”dan inip apronun yanında kurulan miting alanındaki kürsüye yürüdüler.
Nar kırmızısı giysisiyle göz kamaştıran Melania konuştu önce. Ağzını açarken hemen, Hıristiyanlığın en bilinen dualarından olan “Göklerdeki Pederimiz”i okudu. Yeni bir Evita edasında “kadınlar ve çocuklar için çalışacağını” müjdeledi. Ve pop şarkıcılarını andıran bir alkış tufanıyla kürsüden indi.
Başkan Trump ise tam bir “Yenikapı üslubuyla” esip gürledi.
Ayağının tozuyla basına saldırdı. Kalabalıklara “Medya halk düşmanı” dedi ve ekledi: “Okuduklarınızın hepsi yalan. Hiçbirine inanmayın. Basının kendisi başlı başına bir problem haline geldi!”
 
Evrensel değerlerin çöküşü
 
Trump’ın niyeti, “basının aracılığını” giderek devreden çıkarıp kalabalıklara bundan böyle Florida’da yaptığı gibi seçim kampanyaları dışında da “doğrudan” hitap etmek.
Dünyanın en güçlü ülkesinin başındaki liderin yerleşik demokrasi kurallarını bu şekilde boşlayarak mayınlaması, şimdiye dek görülmemiş bir durum.
Dünyanın lider ülkesindeki düzenin yıkılmasıyla eş anlama gelen bu durum, birkaç gün önce sona eren Münih Güvenlik Konferansı’nda da pek çok yanıyla ele alındı.
Trump’ın Cumhuriyetçi kamptaki baş muhaliflerinden, eski başkan adayı John McCain, Münih Konferansı’nın anahtar oturumlarından birinin açılışını yaparken, 40 yıldır katıldığı toplantıda benzeri bir tabloyla hiç yüzleşmek zorunda kalmadığını söyledi ve dünyanın gelişmiş demokrasilerindeki gidişatı şöyle özetledi:
1.Evrensel değerlerden kopup eski kan, ırk bağlarına geri dönmek.
2.Müslümanlar başta olmak üzere tüm göçmenler, sığınmacılar, azınlık gruplarına artan kinle bilenmek.
3.Kalabalıkların gitgide artan şekillerde otoriterleşme ile flörtleşmesi...
 Bilinen uluslararası düzenin çöküşünü ilan eden dünyanın bu en etkili jeo-politik forumu da evrenin görülmemiş bir belirsizlik evresine girdiğini tescil ediyor.
Belirsizlik ortamları ne yazık ki hemen hiç istisnasız, hep “tek adam”ların işine yarıyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Engeller yıldırmasın - ÖZGÜR MUMCU

Malum mesele. Soğuk Savaş boyunca çoğunlukla buzdolabına kaldırılmış olan kimlik konusu dolaptan çıktı. Siyasetin sadece etnik ve dini farklılıklar üzerine inşa edilmesinin nasıl tehlikeler içerdiğinin ilk örneğini Yugoslavya iç savaşında gördük.
Etnik ve özellikle dini fay hatlarının pek kırılgan olduğu Ortadoğu’da ise Batı müdahalesi sonrası derin bir kargaşa meydana geldi. ABD işgalinden sonraki Irak seçimlerine bakmak bile yeterli. Genel seçimden çok nüfus sayımı. Şiiler Şiilere, Sünniler Sünnilere, Kürtler ise Kürtlere oy veriyor. Bu da milletin parçalanması ve dolayısıyla ulus-devletin işlevsiz hale gelmesi neticesini doğuruyor.
Çoğulcu demokratik bir toplumda azınlık haklarının en geniş bir şekilde sağlanması başka iş, halkın etnik ve dini kimliklerin üzerinde bir siyasi projede buluşamayarak devlet kurumlarının felç olması başka.
Türkiye de uzunca bir süredir kimlik siyasetinin açmazlarına çözüm bulamayan bu sebeple de Ortadoğu’daki tabloya yaklaşan bir seyir izliyor. Herkesi kimliğine hapsolmaya iten bu seyir kabaca İslamcı parti, laik parti, Türk partisi ve Kürt partisi diye toplumu donmuş kalıplara dökme riski taşıyor. MHP’nin AKP içinde erime süreci devam ederse bu kalıplar üçe ineceğe de benziyor.
Bu sebeple bu referandum çok önemli. Hayır oyu şimdiden etnik ve dini ayrımları aşan bir siyasetin işaretlerini veriyor. Çok farklı kimliklerden seçmenler, tek kişi yönetimine karşı kimliklerinin ötesinde bir yerde buluşuyor.
Ortadoğulaşma tuzağından kurtulmak için kaçırılmaz bir fırsat.
Atatürkçüler, Milli Görüşçüler, ülkücülerin önemli bir kısmı, Kürt siyasal hareketi, sosyal demokratlar, sosyalistler “hayır” seçeneğinde birleşiyor.
Farklılıklarına rağmen memleketin geleceği ve darbe günü bombalanan Meclis’i işler tutmak amacıyla “hayır” oyu verecekler.
Evet cephesi ise iktidar partisi sözcüleri ve artık ülkücü hareketin sadece genel merkezini temsil eden Devlet Bahçeli ve birkaç arkadaşına dayanıyor.
Yani “hayır” toplumu etnik ve dini kimliklerinin, yaşam tarzlarının üzerinde birleştiren seçenek. Bu durum, son derece kutuplaşmış bir toplumun gerektiğinde ve zor zamanda farklılıklarını geride bırakıp beraber yaşama iradesi göstermesi açısından da çok anlamlı.
Evet propagandasının ana aktörleri Erdoğan ve Yıldırım işte bu “birlik ve beraberlik” ve “ulus olma bilinci”nin evet tercihi için ne kadar tehlikeli olduğunu fark etti.
Hayır oyu kullanacakları neredeyse terörist ilan etmeleri ve toplumsal kutuplaşmayı körükleyen söylemlerinin ardında bir korku yatmakta.
Bunca olan bitenden sonra, her şeye rağmen kendi azmi ve kararlılığıyla kendini kurtarmak için birleşmiş bir milletin hayırlı bir iş yapmasından duyulan korku.
Çoğulcu demokratik bir rejimde parlamento içinde toplumun farklı kesimlerinin uzlaşması tek çıkar yol.
Önerilen anayasa değişikliği ise azgelişmiş ülkelerde görülen tek kişi rejimiyle toplumu zapturapt altına almayı ve seçimleri bir nüfus sayımından ibaret hale getirmeyi öngörüyor.
Yani biraz Suriye, biraz Irak.
Suriyeleşmeye, Iraklaşmaya yani çözülüp dağılmaya karşı kimlikleri aşan bir hayır cevabı aynı zamanda farklı kimliklerin dayanışma içinde ve kardeşçe yaşamasının da yolu. O yol göründü. Geriye o yolda azim ve kararlılıkla yürümek kaldı.
O yolda çıkarılacak engeller kimseyi yıldırmasın. Toplumun bütün kesimlerini kapsayan bu “milli” harekete AKP seçmeninin kayda değer bir kısmının katılması da yakındır. Yol hepimizin yolu. Beraber yürüyelim.


ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Müjdat Gezen’le dertleşiyorum... - ZEYNEP ORAL

Sevgili Müjdat Gezen... Günlerdir tüm dostların uğradığın saldırı karşısında söylediklerini okuyorum, dinliyorum... Ne söylesek, hep eksik kalacak... Sadece dostlar mı! Sanatı seven, çağdaşlığı seven, Cumhuriyeti seven, aydınlığı seven, başta Atatürk’e olmak üzere Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkan insanların seninle dayanışma içinde olmaları çok doğal. 
 
Doğal olmayan şu: O, beyni kara, kafası, yüreği kara, o kara sakallı, kara cüppeli yobazın yaktığı ateşle seni korkutacağını sanması... Seni doğru bildiğin yolundan döndüreceğini, vazgeçeceğini sanması! İşte asıl gafil, bunlar! Seni hiç tanımamış olan gerizekâlı azmettiriciler! 

 
Seni ilk kez ustan Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda izlediğimde (60’lardaydı) neredeyse çocuktun... 70’lerde TRT’ye Perran Kutman’la birlikte yaptığın, güldürü ve eleştiriyi harmanladığınız o sımsıcak programlarda toplumun nabzını avucunun içine aldın... Hapse düşmen tiyatrodan değil, kitaptan! Savaş Dinçel’le, Cem Yayınları’ndan çıkan (1978) “Çizgilerle Nâzım Hikmet” kitabı yüzünden tutuklanıp hapishaneyi de okula çevirdiniz, önünüze geleni eğittiniz! 
 
Sonra yıllar boyu sinema, tiyatro, televizyon ve yazın yaşamın birbiriyle yarıştı… Ama yetinmedin!
1991’de tüm mal varlığını satıp “Müjdat Gezen Sanat Merkezi”ni (MSM) kurdun.
Hatta “Ücretsiz özel okul açmak YAS-SAK!” diye, (eğitim ücretsizdi) iki yıl boyunca hapis cezasıyla yargılandın da, sonunda beraat ettin. Beraat edince sevinçten olsa gerek bir de MSM Ormanı kurdun!
Yıllar içinde buradan yetişen gençler, günümüzün başarılı oyuncuları oldu. Hatta yeri geldi onlar da eğitmen oldu. O arada nice çocuk okuttun. Vatanını seven, aydınlık kafalı çocuklar yetiştirdin! 
 
E senden de korkulur be Müjdat! 
 
Okuyan insan istemiyor bu ülke, hâlâ anlamadın mı!.. 
 
Okuyan öğrenir. Öğrenince düşünür. Düşününce sorar. Yorumlar. Eleştirir. Tartar... Yalanla gerçeği; doğruyla yanlışı ayırmaya başlar!. Yani bir gün söylediğini ertesi gün inkâr edeni dinlemez olur. Bir öyle bir böyle fır dönenleri lanetleyiverir! Yani “aldatıldım” , “yanıldım” diye sallayanlara biat etmez olur! 
 
Okuyan, düşünen, tiyatro yapan, nitelikli müzik besteleyen, yorumlayan, dinleyen, sanatın zenginleştirici ve yaratıcı gücünden yararlanan, aydınlık, çağdaş insan istemiyor bu ülkeyi yöneten zihniyet... Daha anlamadın mı canım kardeşim.
 
Bak daha dün Kırmızı Kedi Yayınevi’nin camını çerçevesini indirdiler; dağıtımını yasaklattırdıkları Bahçeli’yle ilgili kitap yüzünden ... 
 
Bunca akademisyene savaş açmaları da korkudandır.
Hapishanelerin biat etmeyenlerle doldurulmuş olması da korkudandır.
Ve inan bana sevgili kardeşim, şu referandum tarihi yaklaştıkça korkularının daha da büyümesine hiç ama hiç şaşmıyorum. 
 
“Hayır” diyeceklere bedel ödetmek için ellerinden geleni yapıyorlar ve daha da yapacaklar. Korktukları için. 
 
Nefreti, öfkeyi, gerilimi, tehditleri, saldırıyı, pencere cam indirmeleri, senin sanat ve kültür merkezini kundaklamaları, korkudandır... KORKULARININ BÜYÜMESİNDEDİR. 
 
Ama canım kardeşim, Sevgili Müjdat, sen kendin dedin ya: “İçimizdeki bu Atatürk ve Cumhuriyet Ateşini” ne yobazın karanlığı ne de “evlerinde zor tutulan yüzde 50” söndürebilir... Bütün mesele korkmayanların çoğalmasında... 
Umarım gerçekleşir.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Müjdat Gezen’i ‘kundaklamak’ zordur! - EMRE KONGAR

Müjdat Gezen’i “kundaklamak” kolay değildir...
Bir efsane gibi anlatıldığına göre:
“Özgürlüğüne o denli düşkündür ki”, doğduğunda annesi bile onu “kundaklayamamıştır...”
Çünkü Müjdat elini ayağını özgürce oynatmaya, mimik ve jestleriyle mesajlar vermeye daha doğar doğmaz başlamış ve özgürlüğünden ödün vermediği için “kundaklanamamıştır”!
 
***
Büyük sanatçıdır...
Ama büyük sanatçı almaktan da öte “Büyük İnsan”dır!
Bütün yaşamını, sadece sanata değil, sanat eğitimine de vakfetmiştir...
Çağdaş Türkiye’nin ancak eğitimle ve sanatla ilerleyeceğine inanır...
Varını yoğunu yatırdığı Müjdat Gezen Sanat Merkezi MSM’de, yetenekli çocuklara bedava sanat eğitimi vermekle yetinmez...
Kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği bir biçimde, sayıları da bilinmeyen yaşlı ve muhtaç sanatçılar için bakımevi yönetir.

 
***
Yurtseverdir, tam bir barışçıdır:
Teröristlerin son İzmir Adalet Sarayı saldırısında şehit ettikleri Polis Memuru Fethi Sekin’in çocuklarına ömür boyu eğitim bursu vermiştir.
 
***
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne, benzin dökerek yapılan “Kundaklama” girişimi, bir bireyin alçakça bir münferit eylemi değildir:
Arkasında onu azmettiren bir medya ve bir siyasal görüş vardır; bir siyasal eylemdir!
Güvenlik güçlerinin, saniye saniye kamera tarafından kaydedilmiş olan bu saldırının faillerini ve azmettiricilerini bir an önce yakalamasını ve adalet önüne çıkarmasını bekliyoruz. 

***
Müjdat Gezen, o gün katıldığı bir televizyon programında, Cumhurbaşkanı’nın, Genelkurmay Başkanı’nın ve Belediye Başkanı’nın kendisini arayarak “Geçmiş olsun” dediklerini söylemiş, bu dayanışmaya teşekkür ederek, “bir yanlış anlama olmasın diye” arayanların isimlerini de belirtmiştir:
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ.
Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu.
 
***
MSM’ye düzenlenen bu “kundaklama” girişiminin Referandum süreciyle ilgili olarak, iktidar tarafından sürdürülen çatışmacı atmosferin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve Belediye Başkanı tarafından MSM ile gösterilen dayanışmayı ise toplumun Demokrasiye sahip çıkmasının bir işareti olarak algılıyorum.

Emre Kongar / CUMHURİYET

‘Ben İslâm’ım!.. İslâm benim!’ - TAYFUN ATAY





İran’la şu ara yine “papaz olundu”. Yadırgamadık, hanidir alışığız çünkü bu ülkeyle böyle inişli-çıkışlı münasebete… Bir bakmışsınız İran baş tacı. Sonra bir de bakıyorsunuz İran yerin dibine geçirilmekte.
Bugünkü tablo aslında İslâm-içi güç ve nüfuz mücadelesinin bir tezahürü ve ezelden beri İslamiyet’in yayıldığı topraklarda karşımıza çıkar. Bu İslâm-içi mücadelede karşılıklı olarak en bilindik hamle de Müslüman rakibi “tekfir etmek”tir.
Tekfir, bir Müslümanı küfre, kâfirliğe, yani İslâm-dışılığa nispet etme, denk sayma ameliyesi… Haricîlerin ortaya çıkışından, dolayısıyla İslâmiyet’in erken dönemlerinden beri de karşımızda. Müslüman toplumu kendi kontrolünüze alma yolunda size rakip olanları devre dışı bırakmak için yaygın bir strateji bu. Körfez ülkelerini ziyarete giden Cumhurbaşkanı’nın Bahreyn’de yaptığı konuşmada İran’a yönelik sözlerine bakınca da bir “tekfir” kokusu almamak neredeyse olanaksız. Zaten İran’ın tepkisi ve iki gündür gerilen ilişkiler de bu yönde düşünmeyi teşvik ediyor.
Erdoğan, İran’ı Irak ve Suriye ağırlıklı Ortadoğu politikasında “Pers milliyetçiliği” yapmakla itham etti. Ardından bir dizi kalemşör de tabiri yaygınlaştırma yolunda harekete geçtiler. 


***
Hey gidi günler, gel de Erbakan Hoca’yı yâd etme!..
Tayyip Erdoğan’ın İstanbul İl Başkanlığı’ndan Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yol tuttuğu Refah Partisi’nin genel başkanı olarak Necmettin Erbakan, iktidar şansı yakaladığı REFAHYOL hükümeti kurulur kurulmaz (28 Haziran 1996) ilk yurtdışı ziyaretini İran’a yapmıştı.
Tabii kıyamet de kopmuştu. Bir bakıma 28 Şubat (1997) darbesine giden yolda askere verilen ilk koz sayılmıştır bu.
O dönem durum böyleydi.
Ve İran, daha da öncesinden, 1980’lerden itibaren, şimdi “Pers milliyetçiliği” yaftasıyla onu adeta tekfirleyen İslamcı mahfillerin “mihrabı”ydı!..
O zamanlar, bırakın “Pers milliyetçiliği”ni, İran’ın Şiîliğinin dahi esamisi okunmuyordu. Bundan dem vuranlara, “İslâm devrimi”nden ve akabinde şekillenmiş “İran İslâm Cumhuriyeti”nden kamaşmış gözler eşliğinde parmaklar dudakların ortasına oturtularak sus işareti yapılıyordu!..
Bu ülkede İslâmî yayın patlaması da, İslâmcılığın güncellenerek iyice serpilip gelişmesi de 1980’lerden itibaren (iç-dinamik olarak “Türk-İslâm Sentezi”nin resmî ideoloji yapılması kadar) hiç mi hiç yabana atılmayacak bir dış-dinamik olarak İran devriminin coşkun dalgalarının sonucudur.
Tayyip Erdoğan’ların, Abdullah Gül’lerin ve aynı minval üzere diğer siyasal aktörlerin yükselişinin önü de bu süreçte açılmıştır.
***
Şimdi İran’ı “Pers milliyetçiliği” yapıyor diye tu-kaka etmenin sebebi ise yukarıda da işaret edildiği üzere Suriye batağına İslâmiçi bölgesel nüfuz mücadelesi bağlamında saplanmış olmak. 



Burada İslâm’ı kendi uhdesine almaya dönük hayatî bir “politik” ihtiyaç söz konusu tabii. O yüzden tıpkı IŞİD’i “DEAŞ”layıp İslâm-dışı kılma gayreti gibi, İran da “Pers milliyetçiliği” lafzıyla “tekfir” ve İslâm-dışı diye “tefrik” (ayırt) edilmeye çalışılıyor.
Bir yandan da İslâm bünyesinde basit, vasat ve geri tepmesi kuvvetle muhtemel bir “özcülük” pratiği bu. Yani, “Ben, ama yalnız ben İslâm’ı temsil ederim” demek… Diğerleri, İslâm adına yanlış, bozuk, sapkın örnekler demek…
Fransa Kralı 14. Louis’nin meşhur “L’État, c’est moi” (“Devlet, benim!”) sözünden, siyasal çerçevede cuk oturacak bir esinlenmeyle söyleyecek olursak demek istiyorlar ki:
Ben, İslâm’ım… İslâm da benimdir… Ve benden başka İslâm yok!..
Korkarım çok kötü geri tepecektir. Rakipler, kendi “gerçek İslâm”larıyla misillemede bulunurken sizin tarihinizde-coğrafyanızda yürürlükteki İslâm anlayış ve pratiğinin içinde “tekfir”e vesile ne bid’atler (dine aykırı uydurmalar) sıralayacaktır, düşünmek dahi istemiyorum!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bütçede müteahhit ödemeleri - ÇİĞDEM TOKER

Ocak ayı bütçe harcamalarına devam ediyoruz.
AKP iktidarı, inşaat sektörüne sağladığı kolaylık ve finansman yöntemleri ile siyasi ömrünü uzatıp tahkim etti. Apayrı bir uzmanlık ve zaman gerektiren konunun kısa özeti için bakınız büyük şehirlerin panoramik görünümü...
Bu yazıda bu panoramik görünümün bütçeye yansımasına bakacağız.
Maliye’nin açıkladığı verilerle birlikte, kamu yatırımlarını yürüten müteahhitlere bütçeden yapılan hakediş ödemeleri de ortaya çıktı. 

33.6 milyar TL hakediş
Ocak ayında müteahhitlere 250.4 milyon TL ödendi. Başlıkta “müteahhitler kral” dememin nedeni ise bu rakamın, geçen yılın aynı dönemindeki ödemenin iki katı olması: 2016 Ocak ayında müteahhitlere 128.6 milyon TL ödenmişti.
Yılın tamamına baktığımızda müteahhitlere yapılan toplam hakediş ödemesinde durum şu:
Ocak-Aralık 2016: 33.6 milyar Tl.
Bu tutar bugüne kadar yapılmış en yüksek ödeme değil. Rekor, 34.6 milyar TL ile, iki seçimin yapıldığı 2015 yılında kırılmış. Bu tutar, bir önceki yıla göre (2014) 5.5 milyar TL’lik bir artışa karşılık geliyor.
İki yılın ortak ve ilginç bir özelliği var: Devletin hizmet binaları yaptırmak için bütçeden müteahhide aktardığı para, her iki yıl da tekrarlanmış: 9.2 milyar TL.
Devletin inşaatla büyüdüğünü kanıtlamak için bundan güzel metaforlu kanıt mı olur?
Hizmet binaları için güncel veri olan ocak ayında 3.2 milyon TL ödendiğini görüyoruz. 

En büyük ‘diğerleri’
Bütçedeki “müteahhitlik giderleri” içinde, “diğerleri” başlıklı bir torba kalem var ki, en yoğun ödeme de bu başlıkta kayda geçiyor.
Misal, ocakta bütçeden hakediş için çıkan 250.4 milyon TL’nin 245.5 milyon TL’si “diğer” müteahhitlik hizmetleri için ödenmiş.
 
Nedir bu “diğer” diye, analitik bütçe rehberine baktığınızda; yol, kanalizasyon, hizmet binaları “dışında” kalan ödemelerin buraya dahil edildiğini görüyoruz. (Yap-İşlet-Devret projeleri kapsamında verilen garantilerin bu “torba”da olması muhtemeldir.
2016’daki hakediş tutarı olan 33.6 milyar TL’nin 13.3 milyar TL’si yol yapımına giderken 10.3 milyar TL’si, işte bu “diğerleri”ne gitmiş.) 
 
Müteahhitlik hakedişlerinde, hizmet binaları yapımındaki artış trendi dikkat çekiyor.
İçinde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın, hastanelerin, camilerin de yer aldığı bu başlık, yıllar itibarıyla sırasıyla şöyle bir seyir izliyor:
2013: 6.5 milyar TL, 2014: 8 milyar TL, 2015: 9.2 milyar TL, 2016: 9.2 milyar TL.
Böylece, hizmet binaları için müteahhitlere yapılan hakediş ödemesi, dört yılda (2013-2016) 33 milyar TL’ye ulaşıyor.
 
Ocak ayı verisi, 2017’deki müteahhitlik hakedişlerinin büyüyeceğine işaret. Nitekim Türkiye Müteahhitler Birliği’nin (TMB) yayımladığı son İnşaat Sektörü Analizi’ndeki beklenti de bu tahmini doğruluyor. Raporda, kamu yatırımları ile kentsel dönüşüm sürecinin yurtiçinde inşaat sektöründe büyümeyi tetikleyeceği ifadesine yer veriliyor. 
 
Kamu yatırımlarına paralel olarak müteahhitlere ayrılan paydaki artışın, sıradan bir bütçe gelişmesinden fazlasını anlattığını ise iyi biliyoruz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Liman şehre veda ederken - METİN CELAL


İstanbul’un en önemli özelliklerinden biri liman kenti olmasıdır. Karaköy Limanı’na gemilerle gelen yolcular Tophane’den başlayarak Pera’ya yönelerek şehre yeni boyutlar katarmış. Çokuluslu, çok renkli bir kent olmanın en önemli unsurlarından biri limanlar.

Doğuş Grubu ve Bilgili Holding’in gerçekleştirdikleri Galataport Projesi ile birlikte tarihi Karaköy Limanı tarihe karışıyor. 4.5 milyar lira yatırım yapılan projenin 2018’in son çeyreğinde tamamlanması hedefleniyor. Fındıklı’dan Karaköy’e kadar uzanan sahil tamamen inşaata açılıyor. Var olan binaların neredeyse tamamı yıkılıyor. Liman korunacak dense de yerine başta oteller, restoranlar ve ofis binaları olmak üzere birçok ticari bina inşa edilecek. İstanbul’un kalbinde yeni bir rant alanı yaratılmış oluyor. 


Galaport’la ilgili tartışlamalar 5-6 yıldır sürse de projenin neleri içerdiği, neyin korunup neyin yok edileceği anlaşılabilmiş değil. İstanbul’un görünümünü değiştirecek bir projede neler yapılacağını İstanbullular olarak bilmiyoruz. 2018’in sonunda Kadir Topbaş’ın Kanatlı Martı’sı ile birlikte Kabataş’tan Karaköy’e tüm sahilin görünümünün tamamen değişeceği anlaşılıyor.
İnşaat ve yıkımlar bir yılı aşkın süredir devam ediyor. Tophane’deki nargileciler, bölgedeki antrepolar yıkıldı, yıkılıyor. Kim bilir ne tarihi yapılar tarihe karışıyor, yok oluyor. Farkındalık için can alıcı yıkımlar olması gerekiyor.


“Binaların cephelerinde şehir siluetini bozacak yapısal değişiklik olmayacak” deniyor. Yani sadece dış cepheleri koruyarak binaları yıkacağız, diyorlar. Buna acı bir örnek olarak geçen hafta yıkılan Karaköy Yolcu Salonu’nu gösterebiliriz. Mimar Rebii Gorbon’un eseri olan bina İstanbul’un görünümünde simgelerden biriydi. Yapı, İstanbul’un ve Türkiye’nin ilk ve modern deniz yolcusu uğurlama ve karşılama salonu olma özelliğini taşıyordu. Korunması gerekirdi (bkz. “Galataport’a ilk tarihi ‘kurban’”, diken.com.tr). Konsorsiyum, yıktık ama tamamen aynısını yapacağız, diyor. Bu var olanı yok edip daha geniş inşaat alanı için imitasyonunu yapmak. Koruma Kurulu neden bu binayı korumadı diye sormuyorum. 


Yıkılacak binalardan biri de İstanbul Modern’in kullandığı antrepo. Galaport Projesi’nin bilinmezliği içinde bu binanın korunacağını sanıyorduk ama geçen yıl yıkılacağı ve başka bir yerde yeni bir müze binası yapılacağı açıklandı. Bu da antrepoların bulunduğu bölümde siluetin tamamen değişeceğini kanıtlıyor.


İstanbul Modern’in mimari projesi için müze tasarımında dünyanın en deneyimli mimarlarıyla görüşmelerin sürdüğü de belirtiliyor (bkz. istanbulmodern. org). Bu ünlü mimar “siluet bozulmasın mı” diyecek yoksa Topbaş’ın martısına bakarak “İstanbul’un en görünür yerine modern bir bina ile imzamı atayım” mı diyecek, göreceğiz. 


İstanbul Modern, yeni binasının inşası sürerken Karaköy Limanı’nın tarihi binalarından Paket Postanesi’nde faaliyet gösterecek. İstanbul Modern binasına anlamlı bir sergi ile veda ediyor. “Liman” sergisinde “19. yüzyıldan günümüze Türkiye sanatında deniz kenarında ve liman çevrelerinde gelişen kültürel ve toplumsal hayatı mercek altına al”mak hedeflenmiş. Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu küratörlüğünü yaptığı sergide Fausto Zonaro’dan başlayıp Cevat Dereli, Abidin Dino, Burhan Doğançay, Feyhaman Duran, Ara Güler, Nedim Günsür, Nuri İyem’den genç kuşak sanatçılara varan etkileyici bir seçki yapılmış.


4 Haziran’a kadar sürecek sergi için Theodosius (Yenikapı) Limanı’na dair arkeolojik çalışmalardan günümüze İstanbul kentinin tarihini limanlar üzerinden özetleyen zaman çizelgesi de hazırlanmış. Bu zaman çizelgesine dikkatli bakmakta fayda var. Galataport ile İstanbul’un görünümünün değişmez ve geri dönülmez bir şekilde nasıl değiştiği daha iyi anlaşılacaktır.


Metin Celal / CUMHURİYET

Herkesin HAYIR’ı kendine… - KEMAL OKUYAN





Referanduma gidilirken, karşımızda adlı adınca bir cephe var: Evet cephesi. Erdoğan ile Bahçeli arasındaki işbirliğinin örtülü kısmını bilemem, kimisi şantajdan kimisi ödülden söz ediyor. Ancak siyasal ve ideolojik açıdan bu iki aktör ve onların temsil ettiği toplumsal kesimler arasında yakın bir bağ mevcut. Hatta diyebiliriz ki, Evet’ler Osmanlı düşkünlüğünde birleşiyor. Cumhuriyet düşmanlığı yani...


Buradan doğrultusu belli, düpedüz gerici bir cephe çıkıyor; bunun tartışılacak tarafı yok.
HAYIR’da ise böyle bir ortaklıktan hiçbir şekilde söz edemeyiz. Anayasa değişikliğini kabul etmeyen kesimleri birleştiren olsa olsa Erdoğan’a dönük öfke olabilir ancak biliniyor ki, HAYIR’cılar arasında birbirlerine Erdoğan’a karşı öfkelerini unutacak ölçüde nefretle bakan unsurlar var.
Öyle olsa da, sandığa gidip HAYIR’ı tercih edecek, sonra aynı duygularla sonuçların açıklanmasını bekleyecekler.

Burada şaşırtıcı bir şey yok. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkıp çıkmayacağına karar verilen referandumda da böyle olmamış mıydı? “Çıkalım” diyenler arasında ırkçı-milliyetçi odaklar vardı ve emekçi halkın çıkarları adına Avrupa Birliği’ne üyeliğe karşı çıkan sol unsurlarla aynı tavrı aldılar.
Aldılar almasına da, bu bir işbirliği filan değildi. Farklı nedenlerle, iki seçeneği olan bir kavşakta aynı tercihi yaptılar.

16 Nisan referandumunda da aynısı olacak. HAYIR’da elmalar, armutlar, ayvalar toplanacak.
Bunda yanlış ya da şaşırtıcı hiçbir şey yok.

Yanlış olan HAYIR tercihlerine ipotek konmaya kalkılması, HAYIR'ların kişiliksizleştirilmeye çalışılması.

Efendim, parti adına çalışma yapılmasınmış. Solcular sokağa çıkınca ters etki yaratıyor, Erdoğan’a fazla yüklenince onu sevenler gıcık olup Evet’e dönüyormuş. AKP dememeli AK Parti demeliymişiz. Hatta kimilerine göre doğrudan HAYIR propagandası yapmamalı, alıştıra alıştıra söylemeliymişiz kararımızı… HAYIR’ların Erdoğan’ı da kurtaracağı iddiasını da herhalde duymuşsunuzdur.
Evet, bu kafa yapısı ile birlikte HAYIR’ların artması için uğraşacağız.

Ancak “herkesin HAYIR’ı kendine” diyerek!

Sakın şimdi “ne gerek var HAYIR cephesini bölmeye” diye diklenilmesin. Olmayan bir şey bölünmez. 15 Temmuz’da AKP koalisyonu içinde sert ve kanlı bir hesaplaşma yaşandığında, Amerikancı-gerici Gülen cemaatine karşı koymanın bir sürü onurlu yolu varken Erdoğan’ın yardımına koşturup Yenikapı ruhu diye bir şey icat eden biz değiliz. Öncesinde cemaatle flört ederek sözüm ona derin stratejilere bel bağlayan da biz değildik.

Referandumda utanarak-sıkılarak değil, gür bir sesle HAYIR diyeceğiz. HAYIR derken neye HAYIR dediğimizi de anlatacağız. Gerekçelerimizden utanmayacağız. Bu gerekçelere 16 Nisan akşamı HAYIR çıktığında fazlasıyla ihtiyaç duyacağız. Asıl mücadele o zaman başlayacak. Olmadı Evet’ler üstün gelirse, dünyanın sonu gelmeyecek, mücadele daha da keskinleşecek.

Ne dedik, herkesin HAYIR’ı kendine.

16 Nisan’da oylanacak olan Tek adam yönetimi değildir. Tek adam yönetimi ilkelliktir, reddedilmelidir, tamam. Ama tek adam yönetimine dayanmayan kötülükler, zorbalıklar, eşitsizlik ve adaletsizlikler ne olacak?

16 Nisan’da oylanacak olan makineyi dağıtmış olan AKP’dir, onun şefi Erdoğan’dır. Doğru, Anayasa değişikliği ile birlikte, Erdoğan’ın kişisel otoritesi memlekette her şeye maydonoz olacak.
Lakin soru şu: Aynı icraatlar bir değil, beş kişinin imzasını taşısa, ya da parlamentonun iradesini arkasına alsa meşru mu olacak?

Bu soruya yıllarca “evet” dendiği için ülke bu hale geldi?

Hırsızlığın, talanın, eşitsizliğin, sömürünün, savaş çığırtkanlığının, bilim ve sanat düşmanlığının, cehaletin meşruiyeti olmaz.

Başkanlık dekorunun önünde sorgulamamız ve reddetmemiz gereken bunlardır.

“Bunlarla uğraşmayın, hele bir referandumu atlatalım” diyenler bir kez daha AKP’ye yardımcı oluyor. İnsanlar aç, insanlar mutsuz, insanlar kaygılı. AKP seçmenin bir bölümü ekonomik zorluklar nedeniyle partisini ve Erdoğan’ı sorguluyor. Yine AKP seçmeninin bir bölümü dinselleşmede ipin ucunun kaçırıldığını düşünmeye başladı.

Ama çok büyük sorun o ki, AKP tabanında bu sorgulama ve soğuma gözlenirken AKP’ye oy vermeyenleri seçeneksizlik ve çaresizlik hissi her geçen gün daha fazla teslim alıyor. Özelleştirmeleri sineye çek, zorunlu din dersini sineye çek, grev yasaklarını sineye çek, tek adam yönetimine itiraz et!
E, bu inandırıcı olmuyor.

Herkesin HAYIR’ı kendine. Herkes bildiği yoldan, kendi amaçları için HAYIR’ları çoğaltsın.

Kemal Okuyan / SOL

Binali'nin mektupları - OĞUZ OYAN

Geçen hafta 16 Şubat tarihli Hürriyet'te 18-30 yaş arasındaki 15 milyon gence doğrudan isimleri belirtilerek ve Başbakan Binali Yıldırım'ın el yazısı ve imzasıyla hitap edilerek yazılacak "neden Evet" kampanyasına ilişkin bir haber vardı. Tam bunun kaynağı nereden sorusu sorulmaya başlanmışken, 20 Şubat Pazartesi günkü Hürriyet'te, CHP'li Divan üyesi Elif Doğan Türkmen'in yüksek iletişim giderleriyle kıyaslanmaktan çekinildiği için, 4,5 milyon liraya malolduğu belirtilen 15 milyon mektubun AKP tanıtım bütçesinden karşılanacağı ve posta masraflarını azaltmak için de daha çok İl Başkanlıkları üzerinden elden dağıtılacağı bilgisi basına servis edilmişti.

Bu konuya girmemiz, CHP'li Divan üyesinin milyon lirayı aşkın iletişim giderlerini mazur göstermek değil. Bir Divan üyesinin yeterince süzgeçten geçirilmeden o göreve getirilmesini veya kamu parasını kendi yerel politikası için kullandığının ortaya çıkmasından sonra dahi kendini haklı görüp görevinden çekilmeye direnmesini (veya onun direncinin Parti/Grup yönetimince en başından kırılamamasını) mazur göstermek hiç değil.

Bugünkü niyetimiz, önseçim sisteminin ve bunun doğurduğu "seçilememe" kaygılarının, bazı adayları gelecek yarışta öne geçmek için ne gibi adil olmayan yollara savurmaya zemin hazırladığını tartışmaya açmak da değil.

Derdimiz, adil olmayan seçim/halkoylaması süreçlerinin başını iktidar partisi çekerken, kamu parası sınırsız bir biçimde bu partinin kampanyasına harcanırken, medya çıkar ve baskı düzenekleriyle iktidarın emrine sokulurken, "Hayır" kampanyaları fiili yasaklarla engellenirken, değiştirilene kadar geçerli olan Anayasa hükümlerine (102, 103 ve 104. maddelere) aykırı olarak, üzerine yemin ettiği tarafsızlığını çiğneyerek "araziye" çıkmış Cumhurbaşkanı "Hayır" diyecekleri "gafil yalancılar" diye suçlarken, bütün bunların Divan üyesinin haberi kadar gündemde yer alamaması.
Şimdi 2011 seçimleriyle ilgili anımsatacağımız bir başka mektup olayının da gündem olamayacağını, Ahmet Hakan ve benzeri ayar verme/denge çekme yazarlarının köşelerinde yer bulamayacağını bilerek yazıyoruz bu yazıyı.

                                                                                    ***

2011 seçimlerine İzmir'e büyük bir saldırıyla girişmişti iktidar partisi. Haziran'daki genel seçimden hemen önce, 2 Mayıs 2011'de İBB Başkanı Aziz Kocaoğlu ve 129 belediye ilgilisine "yolsuzluk" suçlamasıyla operasyon yapılmıştı. (Bu davanın ikinci dalgası da 22 kasım 2011'de gelecekti). O zaman AKP+FETO bu işi birlikte kotarmıştı. Hedefe ulaşmak için her yol mübahtı.
Bu arada, İzmir'den aday gösterilen iki bakanın, biri Anayasa gereği istifa etmiş eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, diğeri Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İzmir'de Valiliğin tüm imkanlarını kullanarak seçim çalışmalarını yürütmeleri, yerel televizyonları ve basını adeta kendilerine tahsis ettirmeleri, bu arada seçim yasaklarına uymayacak şekilde işlem ve harcamalar yaparak İzmirli 2,9 milyon seçmene ayrı ayrı mektup yazmaları gözleri tırmalıyordu.

Bir başka örnek de, PTT'nin 305 posta dağıtım aracının, üretim bölgesi olan Marmara'dan İzmir'e getirilip büyük bir törenle sanki İzmir'e kazandırılmış gibi kampanya yapılması, ardından bunların yüzde 90'dan fazlasının gene Marmara Bölgesi'nin İstanbul, Bursa, Kocaeli ve Trakya'daki illerine karayoluyla sevkedilmelerinin kamuyu uğrattığı zararlardı. Binali Yıldırım, seçim sürecinde istifa etmiş bakan gibi değil de, Anayasayı fütursuzca çiğneyen bir eski bakan gibi davranmaktaydı. Bu iki konu hakkında 2 Ağustos 2011 tarihinde ayrı ayrı soru önergeleri vermiştim. (Meclis Başkanlığı'na geliş tarihleri 04.08.2011; esas numaraları, sırasıyla, 7/44 ve 7/45).

Meclis içi denetim yollarından sonuç alamadığım için, bir vatandaş olarak 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde sorularıma yanıt arayacağımı da kamuoyunun bilgisine 5.12.2011'de bir basın duyurusuyla bildirmiştim. Bundan sonrasında çok ilginç bir gelişme yaşanacaktı.
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde Başbakana ve  PTT Genel Müdürlüğüne sorduğum sorularıma iki ilginç ve çelişik yanıt geldi.

Başbakanlığın bu soruları yönlendirdiği bakanlıklardan Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Ertuğrul Günay, kısa yanıtında, “seçim döneminde bütün seçmenlere değil, özellikle merkez ilçede örnekleme yoluyla seçmene ulaşılmaya çalışılmıştır. Organizasyon büyük ölçüde kampanyayı destekleyen arkadaşlar tarafından gerçekleştirilmiştir”  demektedir. Bu yanıt bizi tatmin etmediği için, “arkadaşların” kimler olduğunu ve örnek kitlenin kapsamını yeniden sorduk.


Buna henüz yanıt gelmeden, PTT’den ayrıntılı bir yanıt alacaktım. Yanıtta, “AKP 1. Bölge Mv. Adayı Kütür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile 2. Bölge adayı Ulaştırma Eski Bakanı Binali Yıldırım’ın mesajını içeren 2.904.485 adet gönderi, AKP İzmir İl Teşkilatından Ömer Cihat Akay ile yapılan 25.05.2011 tarihli sözleşme kapsamında PTT bünyesindeki Birleşik Posta Sisteminde basılıp, katlanıp, zarflanarak dağıtımı yapılmıştır” … “Bu doğrultuda 02.06.2011 tarihinde, İzmir Posta İşleme ve Dağıtım Başmüdürlüğü tarafından baskı bedeli (KDV hariç) 162.680.21 Avro ve dağıtım bedeli (KDV dahil) 278.830.56 TL toplam karşılığı olarak 720.000 TL öncelikli tahsil edilmiştir” denilmekteydi.

PTT'nin de bağlı olduğu Ulaştırma Bakanlığı'nın değişmez ismi Binali Yıldırım hiçbir yanıt vermeyerek bu konulardaki tecrübesini konuşturuyordu ama Kültür ve Turizm Bakanı benim sorularıma gerçekleri tamamen çarpıtarak yanıt vererek her ikisini de tam bir suçüstü haline düşürüyordu.

Bu ibretlik suçüstü olayının ikinci perdesi, 10 Ocak 2012'de benim Genel Kurul'da bu olayı anlatarak milletvekiline kasıtlı olarak yanlış bilgi veren ilgili bakanın  (ve bakanların) istifasını talep etmem üzerine yaşandı. (Bkz. 10. 01. 2012 tarihli Meclis Tutanakları). Ertuğrul Günay'ın sataşma üzerine cevap hakkını kullandığı sıradaki "bizi kıskanıyorsunuz, siz de yazsaydınız" gibi yanıtlarıyla hem pişkin, hem de savunma yapamaz durumda olduğundan acıklı hali, doğrusu bir koltuk için bu durumlara düşülür mü sorusunu orada hazır bulunan iktidar milletvekillerine bile sordutmuştu.
Büyük yara almanın etkisiyle daha sonraki günlerde AKP İzmir İl Başkanlığı üzerinden bana yanıt verilmeye kalkışıldı, ama her defasında daha büyük çelişkiler ve bulanıklıklar yaratarak...

                                                                                      ***

Kıssadan hisse: Türkiye'de siyasetin bir erdemi ve onuru olması gerektiğini bir kitlesel talep haline getirmek en öncelikli meselelerimizden biri olmaya devam etmektedir. Bu gereklilik AKP döneminde katbekat büyümüştür. Anamuhalefet partisi başta olmak üzere muhalefet partilerine bu konuda daha büyük sorumluluk düşmektedir. O yüzden hiç açık vermemek, iyi örnekler oluşturmak yükümlülüğü altındadırlar; aksi durumda iktidar partisinden hesap sormanın ahlaki düzlemini yitirirler. (Örneğin dün 17-25 Aralık'ın peşini hiç bırakmayacağız diyen Devlet Bahçeli, bugün bu ahlaki düzlemi yitirmiştir).

Sonuç olarak Binali, milyonalilere mektup yazmayı seviyor. Bunun finansmanını ve kamu kaynak ve personelinin bu işte kullanılıp kullanılmadığını milletvekillerinin sorularına bırakalım. Başlangıç noktası, halka yalan söylemenin suç sayılması olmalıdır. "Hayır" diyecekleri terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçlayan bir çarpıtma siyaseti, bu ülkeden bir daha başını kaldıramayacak şekilde sökülüp atılmalıdır.

Oğuz Oyan / SOL

Görev zararı ve şeffaflık - ÇİĞDEM TOKER

Ocak ayı bütçe verileri geçen hafta açıklandı. Biliyorsunuz, Ziraat Bankası ile Halk Bankası bu ayın ilk haftasında bir OHAL KHK’si ile Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildi. İki banka, bu devir nedeniyle özel bir dikkati hak ediyor. Zira son iki yıldır kamu bankalarının görev zararlarında belirgin artışlar var.
Geçen ay iki kamu bankasına aktarılan görev zararı tutarları şöyle:
Ziraat Bankası: 225.3 milyon TL
Halk Bankası: 85.9 milyon.
Bir önceki yılın aynı dönemine baktığımızda, 2016’da Ziraat Bankası’na 219, Halk Bankası’na ise 67 milyon TL görev zararı aktarıldığını görüyoruz. 

***
Bütçeden 12 ayda aktarılan toplam tutarlar ise şöyle:
-Ziraat Bankası: 1 milyar 751 milyon 603 bin TL. (Bu tutar, bir önceki yıla göre 380 milyon TL artışı ifade ediyor. 2015: 1 milyar 371 milyon.)
-Halk Bankası: 941.5 milyon TL. (Bir önceki yıla göre 251 milyon TL artış. 2015 bütçesinde 690.4 milyon TL.)

***
Görev zararı, KİT sistemine yasayla verilmiş bir “sosyal görev”i ifade ediyor. Kuruluş yasalarına bakılırsa, Ziraat Bankası tarım ve hayvancılık; Halkbank ise esnaf kesimini finanse ediyor.
Dolayısıyla görev zararının, “banka zararı” anlamına gelmediğini biliyoruz. (Bunu not düşüyorum; çünkü ne vakit, görev zararlarıyla ilgili bir konu olsa, sanki yanlış yazılmış gibi her iki banka da bu ayrıntıyı vurgular.)
Ancak görev zararı meselesinin övünülecek bir noktada olmadığını bilelim. 2001 krizinin ardından, devasa görev zararının acı fatura kesilerek tasfiye edildiğini, dönemin bakanı Ali Babacan’ın “hamdolsun bitti” dediğini hatırlatarak. 

***
Görev zararıyla ilgili en hassas konuyu bu güncel tutarlar oluşturmuyor. Aktarılan rakamlar, gerek bütçe, gerekse bankalar bakımından tolere edilemez büyüklükte değiller. Konuyu ele almamın nedeni, iki kamu bankasının TVF’ye devri karşısında, 2001 krizi ve görev zararları ilişkisini hatırlatmak. 
 
KİT’lerin görev zararları, 2001 krizinde “halının altına süpürülen pislikler” olarak anıldı. KİT’lere kaynağı olmayan harcamalar hovardaca yaptırılmış ve bu tutarlar saklanmıştı. Krizin patlamasında, eksik raporlama ve yanlış bilgilerin payı büyüktü.
Yıllar sonra yeniden konuşmaya başladığımız görev zararları, bugün için düşük tutarlarda görünse de TVF’nin Sayıştay denetimi dışında tutulması, çok eskide kaldığı sanılan bu riski yeniden gündeme taşıyabilir. 
 
Biz şu anda Maliye Muhasebat Genel Müdürlüğü verileri altında, iki kamu bankasına aktarılan görev zararı tutarlarını izleyebiliyoruz. 
 
Peki, bundan sonra Meclis adına denetim yolu kapatılan bir TVF yapısının, görev zararının gerçek boyutlarını örtmeyeceğini kim söyleyebilir? 

 
Bu soruyu sormak için haklı nedenlerimiz var.
TVF’ye yine OHAL KHK’siyle Savunma Sanayi Destekleme Fonu’ndan (SSDF) 3 milyar TL aktarılmasına karar verildi. Bütçeden geçen sene SSDF’ye verilen pay 5 milyar TL’ye yakın. Yani SSDF’nin 6-7 ay boyunca birikimli olarak kendisine aktarılan bir tutarı, tek kalemde TVF’ye verdiği bir operasyondan söz ediyoruz.
Peki, biz bu 3 milyar TL’nin nerelere ve nasıl harcandığını biliyor muyuz?
Cevap: Hayır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Güdümlü değil, gönüllü insan Süheyl Batum - ALİ SİRMEN

Bahçeşehir Üniversitesi, Anayasa Hocası Prof. Dr. Süheyl Batum’un derslerine son verdi; nedeni Süheyl
Hoca’nın, Barolar Birliği’nin referandumda “hayır” kampanyasına katılması.
İktidar “hayır”dan veba gibi korktuğundan ne yapacağını, nereye saldıracağını, neyi yasaklayacağını bilemiyor; yandaşları, hezeyan içinde, gaf üstüne gaf yapıyor.
Böyle bir ortamda “hayır” diyenler horlanıyor, dışlanıyor, tartaklanıyor, kamu hizmetinden atılıyor; teröristlikle, vatan hainliğiyle suçlanıyor, ölümle tehdit ediliyor.
Bu çabalar sonunda korku her tarafı sarıyor; kişilerin, kurumların, velhasıl tüm toplumun hücrelerine kadar işliyor. Bu korku ortamında iktidarın sansürüne bile gerek kalmadan, kurumlar kendileri otosansür uyguluyorlar; gazeteci İrfan Değirmenci Kanal D’den atılıyor, Prof. Süheyl Batum’un bir zamanlar rektörü olduğu Bahçehir Üniversitesi tarafından derslerine son veriliyor. Digitürk, 30 yıl önce Pinochet iktidarı sırasında, Şili’de yapılan, hayırların üstün çıktığı anayasa referandumu sırasındaki kampanyanın öyküsünü anlatan Pablo Larrain’in “No” filmini yayından kaldırıyor.
Böyle bir korku ve baskı ortamında, yapılan referandumun milli iradenin gerçekten tecellisini sağlayacak özgür koşullar altında geçeceğini iddia etmek sahtekârlıktır.
Bu durumda 16 Nisan referandumu, İstiklal Marşı “korkma...” diye başlayan bir toplumun korku ile imtihanı olacak. 

***
Süheyl Hoca’nın bu alanda ilk örnek olmayan derslerine son verilmesi olayı, bir altın kuralı hatırlatma gereğini duymama neden oldu:
İyi bir öğretmenin kürsüden uzaklaştırılmasıyla asıl cezalandırılan öğrenciler olur.
Süheyl Hoca sapına kadar iyi bir öğretmendi ve tüm benzerlerinde olduğu gibi, bu kez de cezalandırılan yine öğrenciler oldu. Ama ne gam! Öğrencileri kim takar ki?
Öğrenmek fiilinin başlı başına suç olduğu (tek istisnası korkuyu öğrenmek) ülkelerde öğrencinin potansiyel suçlu olarak algılanıp hep itilip kakılması da doğaldır.
Şimdi gelelim Süheyl Batum’a:
Süheyl Hoca’yı mensubu olduğu Galatasaray camiasının kurumlarından biri olan Galatasaray Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi dekanı iken tanıdım. O sırada vermekte olduğum “Devrim Tarihi” derslerinden birinde Cumhuriyet anayasalarını anlatması ricamı kırmadı, girdi anlattı ve yıl sonu sınavında bütün öğrencilerin o bölümle ilgili soruyu üstün başarıyla yanıtlamalarıyla bir kez daha gördüm ki bu sevilen parlak akademisyen aynı zamanda çok başarılı bir öğretmendi.
Bir ara ortak televizyon programı da yaptığımız Süheyl Batum’u siyasete ilk girdiği günlerde de yakından izledim. 

***
Siyasete atılma nedeni, hukukun üstünlüğüne, özgürlüğe, demokrasiye duyduğu tutku derecesindeki bağlılıktı.
Anayasal demokrasinin üstünlüğü, özgür düşüncenin vazgeçilmezliği, özgürlükçü ve adil bir topluma gönülden bağlılığı, bu parlak ve genç akademisyeni siyaset sahnesine iten ana öğe oldu.
Siyasete özgürlüklerin ve demokrasinin gönüllü bir savaşımcısı olarak girdi. Ama kendi bağımsızlığını ve özgürlüğünü korumaya da özen gösterdi.
Burada da bir altın kuralı daha, bu kez yaşayarak öğrendi: İnsanlar çoğu zaman bir davanın gönüllüsü olmanızla yetinmezler, ama aynı zamanda güdümlü de olmanızı isterler sizden.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demiş olan atalarımızın da belirttikleri gibi, gönüllü olan, ama güdümlü olmayandan hiçbir yerde hoşlanmazlar, her yerden kovalarlar. Güdümlü olmadan gönüllü olan aydının vay haline!
Güdümlü olmadan demokrasi davasının gönüllüsü olan Süheyl Batum, şimdi de “hayır” dediği için öğrencilerinden koparılmış. Kuşkunuz olmasın ki bu olay onu yolundan döndürmeyecektir.
Süheyl Batum’un şahsında “hayır!” diyen, gönüllü olup da güdümlü olmayan aydını saygı ile selamlıyorum.
Yolun açık olsun Süheyl Hoca!



Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘İktidarı bozan kaybetme korkusudur’ - AHMET İNSEL

İnsanlığın çok eski zamanlardan beri bildiği bir gerçektir. İktidar, yani başkaları üzerinde karar alabilme yetkisi, bu yetkiyi kullananları bozar. 19. yüzyılda Lord Acton bunu, “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar” diyerek özetledi. İşin aslı, iktidarın mutlaklaşmasıyla birlikte bu mutlak yetkileri kullanan kişi veya grubun da giderek daha fazla korkmaya başlamasıdır. Bu nedenle, iktidarın bozma kapasitesi, iktidardan düşme, iktidarı kaybetme korkusuna paralel olarak artar.
Platon, Devlet’in 8. ve 9. bölümlerinde, yönetimi bozulmuş kentleri anlatır. Bu kentlerde yöneticiler ahlaksızlıklarını yurttaşların fark etmeleri ve otoritelerini yitirmekten korkarlar. Bu korku yöneticileri daha fazla baskı ve şiddet yöntemleri benimsemeye götürür. İktidarın şiddeti ve hukuksuzluğu arttıkça, yönetenler yönetilenlerin öç alma arzularından giderek daha fazla korkarlar. İktidarı kaybetmemek artık onlar için hayat memat meselesi haline gelir. İktidarı kaybetme korkusu arttıkça, iktidarda kalma çabası iktidardakileri artarak bozar. Artık iktidarı kaybetme korkusunun esiri olmuşlardır ve bu nedenle akılcı olanı değil, korkunun emrettiklerini yaparlar. 



Birmanya’da askeri diktatörlüğe karşı yıllarca mücadele etmiş olan Aung San Suu Kyi, 1990 yılında verdiği bir konferansta, “Bozan iktidar değil, korkudur” deyip devam eder: “İktidarı elinde tutanların bunu kaybetme korkusu ve iktidarın şiddetine boyun eğenlerin korkusu onları bozar.” İktidarın mutlaklaşması kimseye hesap vermemesi demektir. Hesap vermeme ayrıcalığını suiistimal etmek, iktidarı kaybedince hesap verme korkusunu katbekat arttırır. Eğer mutlak iktidarın şiddetine maruz kalanlar da korkudan boyun eğerler ve iktidarın mutlaklığına, hesap vermezliğine rıza gösterir veya gösterir gibi yaparlarsa, iktidar yönetenleri daha da fazla bozar. 
 
Bu nedenle iktidarın belli zaman aralıkları içinde el değiştirmesi, demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olmasa da demokrasi için son derece önemli bir dirilik kaynağıdır.
Dün Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber, iktidarı kaybetme korkusunun bugün yönetimdekilerin esas endişesi haline geldiğini açık biçimde gösteriyor. Anayasa değişikliği paketinde bütün gücü tek bir elde toplayan cumhurbaşkanına göreviyle ilgili soruşturma açılması neredeyse imkânsız hale getiriliyor. Bununla yetinmeyip, bu koruma cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanları da kapsayacak biçimde genişletiliyor. Bu yöneticiler için Meclis soruşturması açılması önerisi Meclis üye tam sayısının salt çoğunluğu tarafından verilebilecek. Şimdiki halde 55 milletvekilinin bunu talep etmesi yeterli. Sonra soruşturma komisyonu kurulması için Meclis üye tam sayısının beşte üçünün oyu gerekecek. Bu engel de atlanır, çoğunluk partisinin hâkim olduğu soruşturma komisyonu Yüce Divan’a gönderme kararı alabilirse, o zaman Meclis üye tam sayısının yüzde 66’sının (400 vekil) evet oyu vermesi gerekecek. Yürürlükteki kural, Yüce Divan için Meclis salt çoğunluğunu yeterli görüyor. 
 
Bütün bunlar gelecekle ilgili denebilir. Ancak anayasa paketi halkoylamasında kabul edilip, yürürlüğe girerse, bu kuralın eskiye dönük işlemlerle ilgili soruşturmalar için de geçerli olacağı iddiası bu güçlendirilmiş “koruma zırhı”nın esas nedenini ele veriyor. İktidarı kaybetme korkusunun kaynağı artık sadece iktidar olanaklarını kaybetme endişesi değil, esas neden hesap verme korkusu.
İktidar mutlaklaşıp, hukuk devleti dışına çıktıkça, iktidardan düşüp hesap verme korkusu artar. Bu korku arttıkça hukuk dışılığa daha fazla yönelinir ve iktidarda mümkün olan en uzun süre kalmak için her yol mubah olarak görülmeye başlanır. Yakın tarih diktatörlüğe, hukuksuzluğa doğru bu “ileri kaçış”ın onlarca örneğiyle doludur. 
 
Türkiye’de seçmenlerin elinde bu korku fasit dairesini kıracak son derece önemli bir fırsat var. Bu fırsat, Cumhurbaşkanı’nın açıkça söylediği gibi, “gücü tek kişiye veren” bu anayasa değişikliği önerisine hayır oyu vermektir. Hayır oyu vereceğini ilan edenlere, bunun kampanyasını yapanlara karşı yürütülen büyük korkutma ve sindirme operasyonu, esas korkanın iktidardakiler ve onların işbirlikçileri olduğunu apaçık gösteriyor.

Ahmet İnsel / CUMHURİYET

Adaletin namusunu kurtaran hukukçular ve yargıçlar - EMRE KONGAR


Sevgili okurlarım, Prof. Rona Aybay, Türkiye’nin en seçkin hukukçularından ve akademisyenlerindendir.
Hukukçu bir aileden gelir:
Ağabeyi Prof. Aydın Aybay Cumhuriyet Vakfı’nın kurucularındandır.
Bir başka ağabeyi Kaptan Gündüz Aybay, Deniz Hukuku konusunda uzmandır.
Rona Aybay da, ağabeyleri gibi Türkçe âşığı, Hukuk Profesörlüğünün yanında dil uzmanı da olan bir yazardır.
12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra 1402’lik olarak üniversiteden ihraç edilmiş 7 yıl sonra Danıştay kararıyla üniversiteye dönmüştür.
Bosna-Hersek İnsan Hakları Mahkemesi’nde, Avrupa Konseyi tarafından seçilmiş uluslararası yargıç olarak görev de yapmış, övündüğümüz bir aydınımızdır.
Pazar günkü yazımda “1402’liklerin tasfiyesi” hakkında verdiğim bilgilere önemli katkı yapan bir mektup yollamış.
 
***
Sevgili Emre Kongar,
Türk akademik ve siyasal yaşamımızın önemli olaylarından sayılan “1402’likler” konusunu, başından sonuna en iyi bilenlerden olduğumu söyleyebilirim.
Çünkü, hem kendim 1402’liklerdenim, hem de şimdi artık hayatta olmayan Bülent Tanör ve Üstün Korugan da içinde olmak üzere birçok 1402’lik öğretim üyesinin avukatlığını rahmetli ağabeyim (o da 1402’lik olan) Prof. Aydın Aybay’la birlikte üstlenmiş; İdare Mahkemelerinde ve Danıştay’da davaları savunmuş ve sonunda 1988 yılında, 1402’liklerin göreve dönmelerini sağlayan Danıştay İçtihadı Birleştirme Kararının oluşmasına, avukat olarak katkı sunmuş biriyim.
Bu satırları yazışımın nedeni; 19 Şubat 2017 günü yayınlanan “Unutamadıklarım” başlıklı yazınızda yer alan ve 1402’liklerin göreve dönmelerinin yasayla sağlandığını belirten şu tümcenizi, okurlara yanlış bilgi verebilecek nitelikte görmemdir:
“On yıl sonra, Üniversiteden atılan ve ‘1402’lik denilen öğretim üyelerinin hepsinin, benim gibi istifa edenler de dahil olmak üzere, kadro şartı aranmaksızın Üniversite’ye onurlarıyla geri dönmelerinin yasayla sağlandığını (….) unutamıyorum.”
Gerçek durum şudur: 1402’liklerin göreve dönmesini sağlayan bir yasa değil, Danıştay’ın “Türkiye’de yargıçlar var” dedirten ve evrensel hukuka katkı niteliğindeki kararı olmuştur.
Anayasa Mahkemesi emekli yargıcı ve Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Fazıl Sağlam’ın, Anayasa Hukuku kitabından aldığım şu tümce durumu açıklamaktadır:
“Danıştay böylece insan haklarının ve hukuk devleti ilkesinin zedelenmesine yol açan büyük bir hukuksal sorunu henüz seçilmiş Meclisler bu konuda herhangi bir çözüm üretmeden önce çözmeyi başarmış ve Meclis bu çözüme paralel bir yasa değişikliğini ancak 5 yıl sonra gerçekleştirebilmiştir.” (Anayasa Hukuku, Lefkoşa, 2013, s. 348).
Sadece saygın bir gazete yazarı olarak değil ama aynı zamanda bir bilimkişisi olarak, okurlarınıza yanlış bilgi vermek istemeyeceğiniz inancıyla dikkatinize sunmayı gerekli gördüm.
Saygılarımla,
Avukat Prof. Dr. Rona Aybay 

***
Evet, değerli okurlarım, o zamanlar, “Askerlerden brifing aldılar” diye eleştirilen Yüksek Yargıçlar, bir Askeri Darbe Dönemi’ndeki tasarrufun bile “hukuka aykırı” olduğunu saptayabilmiş, akademisyenlerin temel hak ve özgürlüklerini, politikacılardan önce koruyabilmiş, hak ihlallerini önleyebilmiştir.
Prof. Rona Aybay da bu hak ve hukuk mücadelesini yürüten ve başarıya ulaştıran birkaç demokrat aydın hukukçu akademisyenden biridir.
Ben, ancak benim gibi istifa edenlerin de haklarını iade eden Meclis yasası ile Üniversite’ye dönebildiğim için, Danıştay’ın, Cumhuriyet yargısını onurlandıran bu kararını, yazımda zikretmeyi ihmal etmişim.
Meclis’te 1402’liklerin haklarını iade eden yasa tasarısı görüşülürken, her türlü engeli aşmak için, “Kadro şartı aranmaksızın” ayrıldıkları yere atanmaları öngörülmüş, müzakereler sırasında benim adım örnek olarak verilerek o dönemde “istifa edenlerin” de Üniversite’ye dönmeleri sağlanmıştı. 

***
Hiç kuşkunuz olmasın:
Türkiye’nin Demokrasi ve Hukuk Tarihi, bugünleri de “o günler” gibi, bütün onurlu ve onursuz tutum ve davranışlarla birlikte kaydediyor!

Emre Kongar / CUMHURİYET

İşsizlik patladı - HAYRİ KOZANOĞLU

Çalışacak yaştaki insanlarımızın yarısı bile üretim sürecine emeğiyle katkı koyamıyor. Haliyle bu tablo, Türkiye’nin kalıcı bir büyüme ve kalkınma rotasına giremeyeceğini gösteriyor.

Geçen hafta açıklanan kasım ayı işsizlik oranı yüzde 12,1’e yükseldi. Bu son 80 ayın en vahim tablosuna işaret ediyor. Şubatta açıklanan oran, ekim-kasım-aralık döneminin ortalamasını yansıtıyor. Demek ki, 16 Nisan referandumunun hemen ertesi günü ocak oranını, diğer bir ifadeyle aralık-ocak-şubat ortalamasını öğreneceğiz.


İşsizlik kış aylarında mevsimsel nedenlerle yükselişe geçiyor, genellikle de ocakta zirve yapıyor. Örneğin 2016 Ocak’ta 2015 Kasım’a oranla yüzde 0,6 artış gerçekleşmişti. Son 9 yılın ortalaması ise yüzde 1,1 sıçramaya işaret ediyor. Demek ki referanduma yüzde 13’ü aşan bir işsizlikle girme ihtimali çok yüksek. RTE’yi asıl endişelendiren de, ekonomik kaynaklı memnuniyetsizliğin sandığa yansıması.

Gerçi nisandaki veri aralık-ocak-şubatı yansıtacak; bu saatten sonra yapılacak bir müdahale, istatistikleri değiştirmeyecek. Ne var ki RTE siyasi teorisiyle, ortalama vatandaşın veri setlerinden çok, ekonominin kendi yaşamına yansıyan şekliyle ilgilendiğini biliyor, istihdam seferberliğiyle kötü gidişatı durdurmaya gayret ediyor.

Nitekim RTE, hafta sonu yaptığı bir konuşmada, “istihdam sözü verip yerine getirmeyeni tüm Türkiye’ye ifşa edeceğim” yollu tehditler savurdu. Bu ifade bile referandumda istediği sonucu alırsa bizi nasıl bir Türkiye’nin beklediğini gösteriyor. Ekonomiye biz kamucu ekonomistlerin önerdiği gibi ”plan program” da, liberallerin arzuladığı biçimde “piyasa” da yön vermeyecek. Açıkça “sopa ekonomisiyle” yönetileceğiz.

100 kişiden sadece 45’inin işi var
İşsizlik rakamlarına daha yakından göz attığımızda, 15 yaşından yukarısındaki her yüz yurttaşın, ancak 52,1’inin çalışma isteği belirttiğini, bunların sadece 45,8’ine istihdam kapılarının açıldığını gözlemliyoruz. Diğer bir ifadeyle, çalışacak yaştaki insanlarımızın yarısı bile üretim sürecine emeğiyle katkı koyamıyor. Haliyle bu tablo Türkiye’nin kalıcı bir büyüme ve kalkınma rotasına giremeyeceğini gösteriyor.
Son açıklanan rakamlara göre, işgücüne 2015’in ayın döneminden bu yana 980 bin kişi katılırken, bunların 390 binine iş bulunabilmiş, 590 bin kişi ise işsizler arasına katılmış. DİSK-AR’ın Şubat Ayı İşsizlik ve İstihdam Raporu’na göre ise, iş bulma ümidini kaybeden, iş aramayan ancak çalışmaya hazır olan kimseleri de katarak bulunan “alternatif işsizlik tanımı”, gerçek anlamda işsizlerin sayısını 6 milyon 611 bin, gerçek işsizlik oranını ise yüzde 20 olarak veriyor.
Durum Avrupa’dan da vahim
Yıllardır AKP yetkilileri ne zaman Avrupa’yla bir sorun yaşasalar, eski kıtanın krizden geçtiğini söyler, ekonominin bir türlü belini doğrultamadığı iddiasıyla ortaya çıkarlar. Bu tez tümüyle yanlış değil. Ne var ki, Avro Bölgesi’nde son rakamlara göre işsizlik yüzde 9,6’ya inmiş bulunuyor. İşsizliğin Yunanistan’la birlikte en yüksek seyrettiği İspanya’da bile bu oran yüzde 18,4 düzeyinde seyrediyor. Örneğin Almanya’da yüzde 5,9, Brexit sonrası Britanya’da yüzde 4,8 işsizlik var.
Basit bir kıyaslama, Türkiye’de işgücü piyasasının durumunun İspanya’dan da vahim olduğunu göstermeye yeter. Çünkü İspanya’da işgücüne katılım oranı yüzde 59. Kadınlar ise emek piyasasında Avrupa standartlarına göre düşük bir oranda, yüzde 52,5’le yer alıyorlar. Hesaplayınca, İspanya’da çalışacak yaştaki her 100 kişiden 48,7’sinin istihdam sahibi olduğunu ortaya çıkıyor. Almanya’da ise bu oran yüzde 56. Bize gelince, vurguladığımız gibi sadece yüzde 45,8.

Toplumsal cinsiyet açığı yüzde 40
Çünkü Türkiye’de, biraz yükselmekle birlikte kadınların ancak yüzde 32,7’si işgücü piyasasında. “Toplumsal cinsiyet açığı”, yani işgücüne katılan erkeklerle kadınlar arasındaki yüzde 40’lık uçurum devam ediyor. Belki daha vahim bir gösterge, “ne eğitimde ne istihdamda” yer alan 15-24 yaş arası gençlerin oranı yüzde 23,9. Bu 2015’teki yüzde 23,3’ten bile yüksek. Kadınlarda ise, ne bir işi ne de okulu olanların oranı yüzde 33,6. Diğer bir ifadeyle, genç nesildeki kadınların üçte birinin geleceğe yönelik bir umut beslemesi için bir neden görünmüyor. Gençlerine, kadınlarına bir gelecek hazırlayamayan bir ekonominin, 2023’ler için parlak bir tablo çizmesi de imkânsız görünüyor.

İstihdam Paketi sandığa endeksli
Türkiye’de şu anda istihdam piyasasında 30,7 milyon kişi bulunuyor. Bu rakam her yıl 1 milyon kişi artıyor. RTE “referandum seferberliğiyle” 1 milyon yeni iş açılması talimatı vermiş. Yeni alınacak her işçi için 666 TL İşsizlik Fonu’ndan ödenecek, işverenden de 106 TL daha az vergi alınacak. Bahane ise, işçiye bir istihdam bulmasa dahi bu para zaten ödenecekti.
Sonunda insanların emekleriyle üretime katılması, sosyalleşmesi haliyle kötü bir şey değil. Gelgelelim ilkesel olarak, işçi sınıfına ait olan, sadece işsizlik durumunda kullanılması gereken bir fona el atılması doğru değil. Üstelik yol olması, başka amaçlarla bu kaynağa başvurulması tehlikesi de var. Türkiye Varlık Fonu keyfi uygulamalar için en büyük tehlikeyi, yolsuzluk ve usulsüzlük kapısını oluşturuyor. Zaten üretimi, yatırımı artırmadan zorlama önlemlerle ekonomiyi düzlüğe çıkarmak olanaksız. Geçen hafta Resmi Gazete’de yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile getirilen istihdama yönelik teşvik ancak 31.12.2017’ye kadar geçerli. Meali; referandumu, olası bir erken seçimi bir kurtaralım, sonrasını gariban işsizler düşünsün!


HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Dinci siyaset neden hep Amerikancıdır? - İLKER BELEK

Obama’nın son döneminde fena halde Amerika karşıtıydılar. Hatta, ABD ile araları açıldığında yanlarında yer almadığı için solu bile eleştiriyorlar, darbe destekçiliğiyle suçluyorlardı.
Türkiye’yi NATO’ya sokmuş bir neslin evlatları antiemperyalizm taslıyordu.


Çok değil daha bir iki ay önceydi. Obama’yı Kürtlere silah verdiği, IŞİD mücadelesine hava desteği sağlamadığı için yerden yere vuruyorlardı. Fethullahçı darbenin arkasında da ABD vardı. AKP vatan savunmasındaydı, yabancı güçler büyüyen Türkiye’yi ve O’nun liderini çekemiyordu.
Rusya ile iş pişiriliyor, Suriye’ye ortak akınlar düzenleniyor, NATO’dan çıkılıp, Şanghay’a giriliyordu.

Trump’la birlikte bütün değerlendirmeler yine değişti. ABD’nin darbeleri, CIA’nın işkencehaneleri unutuldu. Öyle ki, Trump’ın Müslümanlara giriş yasağı koyması, Kürtleri ağır silahlarla donatarak Rakka’ya yönlendirmesi, tamamı görmezden geliniyor. Oysa bunlara bakıldığında Obama daha masum kalıyor.

Zira mesele başka. Obama yaşanan bir ilişki neticesinde kararını vermiş, arayı açmıştı. Trump ise yeni, acaba gözüne girmek becerilebilir mi ?
Siyasal İslam’ın, dinci siyasetin derdi budur.
İki gün önce, Münih Güvenlik Konferansı’nda CIA eski direktörü Petraeus’un söyledikleri bunun için kutsal derecesinde kıymet görür.
Petraeus Türkiye’nin NATO için ne denli vazgeçilmez olduğunu anlatıyor ve ABD’nin yeniden eski sıcak ilişkiyi tesis etmesi gereğinden söz ediyor.
Aslında ABD açısından değişen bir şey yok. Her zaman olduğu gibi Türkiye’yi kıvamda tutuyor, bölgesel stratejisini şekillendirmeye çalışıyor.

ABD’nin ne melun bir devlet olduğundan, Fethullah’ı nasıl koruduğundan, gerçekleştirdiği darbelerden dem vuranlar, şimdi CIA şefinin ağzının içine düşüyor. Onlara göre, Petraus’un “YPG PKK’nin kuzenidir” demiş olması, ABD’nin Türkiye ile iş yapma niyetinin göstergesi oluyor. Kutluyorlar. Oysa aynı anda, Rakka’ya YPG’yi sokma planını engellemek üzere Amerika’ya giden AKP heyeti yüz geri ediliyor.

Siyasal İslam’ın aklı da, antiemperyalizmi de, bağımsızlıkçılığı da bu kadardır.
O’nun ilkesi falan yoktur. Bu durum aynı anda hem “Bab’dan sonra Rakka’ya gireceğiz” hem de “yalnızca taktik destek vereceğiz” demelerinden bellidir. Birisi içeriye, tabana, başkanlık için; diğeri ise dışarıya, emperyalistlerin yüzüne edilen laflardır.

Suriye’de denklemin içinde kalma derdindeler. ABD kabul etse Rakka’ya kim bilir kaç askeri ölüme gönderecekler.

Amerikancılar, emperyalizme muhtaçlar, pazarlık etmeye çalışıyorlar ve bütün bunlara Rusya’nın ne diyeceğini bile düşünemeyecek kadar çaresizler.
Hep böyleydi. Temel referansları Özal, ABD koruması altında Irak’a girmenin, bir koyup, üç almanın düşlerini kuruyor ve komşu bir ülkenin topraklarına göz dikmiş olmaktan en ufak bir utanç duymuyordu.

Neden böyledir ? Neden siyasal İslam emperyalizme karşı bağımsız davranamaz ? ABD çoğunluğu Müslüman çevre ülkelere etmediğini bırakmazken O’na duyduğu sevdadan vazgeçemez ? Neden NATO’nun kanatları altına sığınmaya mecburdur ? Neden fırsatçıdır ?
Bunun tek nedeni kapitalist üretim ilişkilerine, piyasaya, paraya olan tutku ve tutsaklığıdır.
Kapitalist yoldaysanız onun uluslar arası kurumsallığını da kabulleneceksiniz. Hem piyasa ekonomisi uygulayalım, devleti patron sınıfının hizmetine sunalım, ülkeyi yabancı sermayeye sınırsızca açalım, NATO’nun silahlarını kullanalım; hem de bu düzenin kurallarına itiraz edelim, siyaseten bağımsız kararlar alalım, bu ikisi bir arada olmaz.

Bunu da aslında en iyi siyasal İslam bilir. Pratik olarak. Zira hep iktidardaydı. Kendi bildiği gibi davranmaya kalktığında boynundaki iplerin gerildiğini hisseder. Yabancı sermaye kaçıverir, kredi kuruluşları not kırıverir, Rusya koordinatları bildirilmiş askeri birliği vuruverir ve artık ağzınızı açamaz haldesinizdir.

Daha birkaç ay önce ABD için etmedik laf bırakmayan bu dincilerin şimdi CIA eski şefinin laflarında çare aramalarının nedeni budur.

İlker Belek / SOL

Gidişatın önlenmesi şarttır - İZZETTİN ÖNDER

Adeta yüklenilmiş bir misyonu yerine getirircesine ülke kurumları bir bir çökertiliyor. Akademi, yargı, güvenlik, medya vs hemen tüm kurumlar çökertiliyor. Her ne kadar kurumların da zaman içinde değişime uğraması doğal olmakla beraber, değişim ileri hamle olması durumunda olumlu görülür. Ancak, ülkenin içinden geçtiği durum ve bugün yaşanan sıkıntıların değerlendirilmesi sonucunda kurumların dönüştürülmesinin anlamlı değişim olarak değil, çöküş ve yozlaşma olarak görülmesi gerekir.

Özelleştirmelerin başlatıldığı 1980’lerde bir kısım akademisyen ve ülke sevdalıları uygulamalara karşı çıkarken, bir kısım dostlar da özelleştirmelerin yapılmasına karşı çıkmayarak ipin ince yerinden kopmasına yol açılmasını savunuyorlardı. Bugün topluma yaşatılan feci sürüklenişte aynı mantıksal tartışmanın anlamlı olup olmayacağı üzerinde düşünülmesinin dahi abes olacağı kanaatini taşımaktayım. Değerli meslektaşım Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım’ın, Şubat 2017’de DİSK’in Sesi’ nde “Referandum Stratejisi’ne Dair Söyleşi” nde ve haftalık yazılarında çok net biçimde ortaya koyduğu üzere, bu referandum ifade edildiği üzere bir mini referandum değildir. Mini paket olarak toplumun önüne sürülen anayasa değişiklik yasası özünde köklü bir değişikliktir ve, ondan öte, ileri için tasarlanan daha büyük değişiklik planının ilk basamağıdır. Deniz hocanın ifadesiyle,  “Meselenin özünde ilk 4 madde yatıyor ….Saray için bu bir geçiş anayasası. Devletin, kamu örgütlenmesinin ve ‘hukuk’ un Saray etrafında yeniden tanzimi sürecinin anayasal yetkiyle sürdürülmesi; yani ‘inşa’ devrinin tamamlanması için bir yetki devri anayasası. Kamu kurumlarını kaldırıp başkalarını yeniden kendi hiyerarşisi etrafında kurabilecek; bakanlıkları kaldırıp yenilerini kurabilecek; istediği gibi yeni bir devlet düzeni bu yetki yasasıyla inşa edecek. Bütün devlet hiyerarşisini, devlet toplum ilişkilerini bu pakette sağlanan yetkiye dayanarak düzenleyecek. Bütün bunların tamamlanması aşamasında ise yeni devlet kuran iktidarların yaptığı şekilde; eskinin hiçbir hukuksal, anayasal kısıtlamasıyla bağlı olmadan ‘asli kurucu iktidar’ olarak yeni rejimin nihai yeni anayasasını yapacak. Plan bu. Nedir o kısıtlar, ‘eski rejim’ in ‘bunları değiştiremezsin’ dediği kısıtlamalar? Biliyoruz ki ilk 3 madde. Yani devletin Cumhuriyet, başkentinin Ankara, kâğıt üstünde bile olsa işleyişin Laik, Demokratik bir Hukuk Devleti olduğunu düzenleyen maddeler. Kuruluş senedi. Nihai hedef bu senettir ve bu nedenle ‘yeni anayasa’ ambalajı/hakkı, tabuta son çivi çakıldıktan sonra yapılacaklar için saklanmıştır.

Hatırlayalım: AKP’li Anayasa Komisyonu üyesi, Bursa milletvekili İsmail Aydın Meclis görüşmeleri sırasında ne demişti? ‘İlk 4 madde de değiştirilebilir’. Zaten uygulamayacakları temel hak ve özgürlüklerle ilgili daha önceden uzlaştıkları 60 maddeyi pakete eklediklerinde teklifi ‘yeni anayasa’ olarak sunmaları mümkün olacakken bunu yapmayan iktidar açısından asıl mesele budur. Aşamalı karşı devrim anayasa sürecine de böyle yansıyor….Saray için bu bir geçiş anayasası”
Bu sav geçerli gibi gözüküyor. Birincisi AKP iktidarı, Kürt Açılımı da dâhil olarak hiçbir projeyi açık seçik ortaya koymamış, her adımda beklenti yaratarak son kozu kendisine saklamıştır. Kısacası, AKP iktidarı tüm politikalarını devlet yönetimi mantığına yakışır şekilde güçlü devlet adamı anlayışı ile değil, adeta düşmanı ya da rakibi ile savaşma mantığı ile uygulamıştır. Önceki anayasa referandumunda halkımıza lolipop çubuğu sunup, “yetmez, ama evet” aymazlarının da yönlendirmesi ile yargıyı ele geçirerek kendisine despotluk yolunu açmış olan AKP, şimdi de, hem de OHAL baskısı altında, halkın elini kolunu bağlayarak, ileride yeni oluşumun temellerini daha rahat atabilmek için kendisine yeni kanal açmaya hazırlanmaktadır. O nedenle bu referandum halkımız ve ulusumuz için yaşamsal önemi haizdir. Tasarıdaki 600 kişiden oluşan parlamento, bakanlar vb gibi sözcüklere aldanmadan, tercihimizi, bizi biz mi yöneteceğiz, yoksa bir kişinin güdüsüne mi gireceğiz şeklinde düşünüp, basiretli karara varmalıyız.



Tasarı kabul edilse de ret edilse de Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğu gerçeği kısa sürede değişmeyecektir. İki durum arasındaki yaşamsal fark şuradadır ki, suskun bir ulus giderek bilinç bulanıklığı ya da körelmesi yaşayarak sömürüyü fark edemez hale gelir. Ülkenin böyle bir yola sokulmasının amaçlı olduğu akademinin çökertilmesi ile anlaşılmaktadır. Eğitimin çökertilmesi ve akademik personelin kurum dışına atılarak kadroların yandaşlarla doldurulması toplumun idrak kapasitesinin köreltilmesini amaçlamaktadır. YÖK başkanının boşalan kadroların acilen doldurulduğu mealindeki ifadesi ile akademinin başına geçirilen şahsın konu ile bilgisi ya da, ondan da önemlisi, ilgisi ve amacı açık değil mi?

İzzettin Önder / SOL

‘Sözde hâkimler’ - ‘yalancı basın’ - ERGİN YILDIZOĞLU

ABD’de yaşananlar (bir türü iyi anlayabilmek için en gelişmiş örneklerine bakmak gerekir) bize, kapitalist-liberal- demokrasinin işleyişine ilişkin önemli ipuçları veriyor: Bu devlet biçiminde, egemen sınıfın iktidarını öncelikle, seçilmişler (geçici yönetim) değil, anayasa ve ona göre atanmışlar (kalıcı yönetim) ve “kapitalist gerçekçilik” içinde kaldığı sürece basın güvence altına alır. Bu yüzden, “atanmışlar-seçilmişler”, ikilemi üzerinden yasamayı ve yürütmeyi (güçler ayrılığını) etkisizleştirmeye, muhalif sesleri susturmak için yandaş basın yaratmaya çalışan bir siyasi çizgi aslında devletin yapısını değiştirmektedir. 
 


Trump’ın ilk adımları
ABD’de Başkanlık seçimlerini kazanan Trump’ın ilk uygulamalarına, şekillenen yeni hükümete bakınca, “alternatif-sağ” olarak tanımlanan bir akımın projesi üzerinden, “devletin biçimine”, egemen ideolojinin meşruiyet sınırlarına yönelik bir müdahale girişimi ile karşılaşıyoruz. Devletin güvenlik bürokrasisi, federal bürokrasi, yargı ve büyük medya, bu müdahaleye, şu ana kadar görebildiğimiz kadarıyla, başarıyla direniyor.
Trump hemen bir seri kararnameyle, Beyaz-Hıristiyan üstünlüğü fantezisine, “uygarlıklar çatışması” projesine uygun olarak, Müslümanların ABD’ye girişine kısmi bir yasak getirdi; arkasından, dini kuruluşların özgürlüklerini, LGBT bireylerin haklarını kısıtlayacak yönde genişletti. Müslüman nefretiyle, Rusya ile sınırları pek de belli olmayan ilişkileriyle ünlü bir emekli general Flynn’i Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atadı. Çalışma Bakanlığı’na da “fast food” dükkânları zinciri olan bir milyarderi getirdi.
 
Atanmışların direnişi
Yargı ve güvenlik bürokrasisi: Yargı, Müslümanlara ilişkin kararı iki kez bozarak durdurdu. Güvenlik bürokrasisi basına sızdırdıkları bilgilerle, Trump’ı Flynn’i görevden almaya zorladı. Trump’ın General Flynn’in yerine düşündüğü yeni aday, teklifi kabul etmedi. Bu sırada Wall Street Journal’da istihbarat kurumlarının, “Trump yönetiminde güvenmedikleri için rapor vermek istemedikleri” aktarılıyordu. CIA ve NSA Trump yönetiminin kadrolarının Rusya bağlantılarını araştırmaya devam ediyor.
Federal Bürokrasi: Bu kaynaktan basına sızan bilgiler üzerine, savunma bakanı emekli General Mattis, deniz komandolarının bir İran gemisini, “Yemen’de Husilere silah götürüyor” gerekçesiyle ele geçirmesine ilişkin (potansiyel olarak savaş çıkarabilecek) bir emri geri aldı; Trump da, CIA’nın, işkence merkezlerini yeniden açmaya, federal bürokrasi içinde LGBT bireylerin haklarını kısıtlamaya yönelik kararları rafa kaldırdı. Trump’ın, Filistin sorununa ilişkin “artık iki devlet çözümünü desteklemiyoruz” sözlerini, bizzat kendi atadığı Birleşmiş Milletler Temsilcisi yalanladı. Bu sırada, Savunma Bakanı Mattis ve Dışişleri Bakanı Tillerson’un, Obama döneminde egemen olan çizgiyi, benzer bir Rusya politikasını izledikleri görülüyordu.
Basın: New York Times, Washington Post, Wall Street Journal, The Atlantic Monthly, CNN gibi ulusal çaplı yayınların, Trump yönetimini izlemeye aldığı, liberal-demokratik mutabakata ters, egemen ideolojinin meşruiyet sınırlarını aşan girişimlerini teşhir ederek, popülaritesinin, ilk 30 günde, önceki başkanlara kıyasla tarihte görülmemiş seviyelere düşmesine yol açtılar. Bu gazetelerin satışları da artmaya başladı.
Trump’ın düş kırklığıyla sarf ettiği “sözde-hâkimler” ifadesi, basına yönelik “sahte haber” suçlamaları, Twitter’deki hezeyanları ise tepki çekiyor, alay konusu oluyor; yönetemeyecek algısını güçlendiriyor. Anlaşılan, atanmışlara karşı seçilmişleri desteklemek de her zaman “demokrasiyi” savunmak anlamına gelmiyor, aksine kimi zaman da biz de olduğu gibi totaliter bir rejime gidişin önünü açabiliyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava- İsrail’in İran’a karşı başlattığı s...