Cemaat lokantası - ÖZGÜR MUMCU

Sene 2013. Dönemin başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan şu açıklamayı yaptı: “2004’teki MGK kararı hükümet tarafından yok hükmünde kabul edilmiş, hiçbir Bakanlar Kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır.”
Ne diyordu 2004’teki MGK kararı? “Fethullah Gülen hareketinin yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine karşı bir eylem planı” hazırlansın. 
 
Kim imzalamıştı bu kararı? Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül dahil olmak üzere o dönemin MGK üyeleri. 

 
Yukarıda sayın Akdoğan’ın da ifade ettiği üzere, AKP iktidarı MGK kararını görmezden geldi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök durumu şöyle izah etmişti Ağustos 2004’te “Bu örgüt çok büyük imkân ve kabiliyete kavuştu. ‘Bu iş takip edilsin’ dedim. Hükümeti kesin olarak bilgilendirdik, ‘Bu durum iyi değil’ dedik. Açıkça söyleyeyim fazla bir şey yapıldığını da görmedik.”
MGK kararları gizli. Kamuoyu bu belgenin varlığından iktidar-cemaat kavgası kızıştıktan sonra haberdar oldu. 
 
15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu belge yine gündeme geldi. Başbakan Binali Yıldırım, ekranların önünde 2004 MGK kararının “FETÖ” ile ilgili olmadığını söyledi. Hadi kendisine haksızlık etmeyelim tam olarak şöyle dedi:
“Eski Genelkurmay Başkanı diyor ki, ‘biz uyardık’. Ne uyardınız kardeşim, karara bakıyoruz, Nur Cemaati ve hizmet hareketi izlenmelidir. Ne zamandan beri bu cemaatler terör örgütü oldu?”
Tuhaf iş. İktidarın Gülen cemaatine karşı tedbir alınmasını söyleyen MGK kararını uygulamamasına yanıt verilemeyince sayın Başbakan’ın bulabildiği tek yanıt “ne zamandan beri hizmet hareketi terör örgütü oldu”dan ibaret. Başka biri dese kendine herhalde hapislerden hapis, ihraçlardan ihraç, iktidar medyasında linçlerden linç beğenirdi. 
 
Şu soru hâlâ önümüzde. Gülen cemaatini hangi andan itibaren bir suç örgütü sayacağız. MİT soruşturması mı, 17-25 Aralık mı yoksa 15 Temmuz darbe girişimi mi? 
 
Peki, ya 2004’se bu tarih. Şayet 2004’ü milat kabul edersek o kararın altında imzası bulunan AKP bir hayli zor durumda kalacak. Zira çıkacak tek anlam MGK kararları gizli olduğu için kamuoyunun bu değerlendirmeyi bilecek durumda olmamasına rağmen iktidarın konuya vâkıf olduğu. 
 
Efendim o günler askeri vesayet vardı, askerler dini gruplara karşı hasmane tutum takınıyordu, mecburen imzaladık ama uygulamadık diye bir savunma yapılabilir. Kaldı ki belge ilk ortaya çıktığında getirilen savunma gerekçeleri bu yöndeydi. Gelgelelim şu hakikat değişmiyor. 2004’te MGK uyardı. Bu uyarı görmezden gelindi. Hatta Şamil Tayyar’ın ifadesiyle “Emniyet cemaate bağlandı, dershane ve okul sayısı patladı.”
 
Gündem son sürat değişirken bazı meseleleri hatırlatmak gerekir. 2004 MGK kararı da bunlardan biri.
Cemaatin palazlanmasına doğrudan destek verenler hadi bu koşullarda geçtik hukuki hesabını, siyasi hesabını dahi vermeyecek mi? 
 
Yemeği bir güzel yiyip sonra aşçıyla kavga edince o lokantaya hayatında gitmemiş insanlara fatura çıkarıldığı nerede görülmüş?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘İzmir’in dağlarında...’ - ALİ SİRMEN

14 Kasım 2001 günü Türkiye, kendi sahasında 2002 Dünya Kupası eleme grup maçında Avusturya ile karşılaşıyordu. Maçı Samatya Meydanı’ndaki, Kuleli Meyhanesi’nde, meslektaşım ve dostum Mine Kırıkkanat ve Fransız gazetecilerle birlikte televizyondan izliyorduk.
O gün karşılaşmayı 5-0 kazanan millilerimiz tarihlerinin en büyük zaferlerinden birini elde ediyor ve eleme grubundan çıkarak, finallere katılmanın kapısını açıyorlardı. Futboldaki birbirini izleyen seri başarısızlıklar dönemi artık sona ermiş, bu olaydan bir buçuk yıl önce de Galatasaray, finalde Arsenal’i penaltılarla eleyerek, UEFA şampiyonluk kupasını almıştı.
Meyhanenin puslu ortamındaki ekrana stattaki seyircilerin zafer sarhoşluğu yansıyor, ona da meyhanedeki anason ve kızartma kokulu sevinç naraları ekleniyordu.
İlginçtir tribünlerde de, meyhanede de sevinç “Onuncu Yıl Marşı” ile dile getiriliyor, her iki yer de şu dizelerle coşuyordu:
“Çıktık açık alınla on yılda bin savaştan
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı başkomutan.
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan...”

 
***

Halk birçok vesileyle yaptığı gibi, bu maç sırasında da sevincini Cumhuriyet’in Onuncu Yıl marşı ile kutluyordu.
Oysa Cumhuriyet’in 50. yılı çoktan geçmiş, yetmiş beşinci yılı bile geride kalmıştı. Toplum askerlerin gölgesinde hazırlanmış ellinci yıl marşını artık hatırlamıyor, yetmiş beşinci yıl marşını ise fark bile etmiyordu.
Cumhuriyet’in kuruluş coşkusunu yansıtan Onuncu Yıl Marşı’nın arkasında, toplumsal bir başarı öyküsü olduğu için, hep Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyordu.
Ertesi günü Cumhuriyet’in 78. yılında, coşkuyu Onuncu Yıl Marşı’yla dışavurmanın çarpıcılığını ve bunun nedenini anlatmaya çalışan bir yazı yazdım. Cumhuriyet’in seçkin evladı değerli sanatçısı, Macide Tanır telefon etti. Yazı boşa gitmemişti. 

***
Aradan 16 yıl geçti.
Bu 16 yıl süresince, iktidarı ele geçirenler Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle hesaplaşmak, onu karalamak, Cumhuriyet ilkelerinin ve kurumlarının içini boşaltmak, onları saptırmak, toplumun Cumhuriyete bağlılık duygusunu tavsatmak için yasaklar, baskılar uygulayarak, yalanlar uydurarak, cebren ve hile ile bütün kalelere girmişler, bütün kurumları zapt etmişlerdi. Laik Cumhuriyet’in sıçrama tahtası, baş dayanağı Milli Eğitim, karşıt akımların odağı olmuştu.
Belediyelerin 19 Mayıs’ı kutlamaları, İçişleri Bakanlığı’nın soruşturma açmasına neden olmaktaydı.
Laik Cumhuriyet ve kurucuları, baskıların, saldırıların, iftiraların beyin yıkamaların hedefi haline gelmişti.
Böyle bir ortamda, 21 Mayıs 2017 akşamı, Ataköy Ülker Arena’da, bir gün önce Real Madrid’i deviren Fenerbahçe, finalde bir basketbol ekolü olan Olimpiyakos’u eze eze yenerek, Avrupa Şampiyonu oluyordu.
Salonu dolduran halk İzmir Marşı’nın şu dizeleriyle büyük başarıdan duyduğu coşkuyu dile getiriyordu:
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
Bozulmuş düşman yel gibi kaçar.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa...”
Enver Aysever’in de altını çizdiği gibi, halk bu marşı aslında en çarpıcı bölümü olan “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” kısmını terennüm etmek için söylüyordu.
Evet 2017’de toplum büyük başarısını 95 yıllık bir marş ile “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa” diye kutluyordu.
Bir yanda “coplar, cipler, darağacında sallanan ipler” öte yandan başarı coşkusunu “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa” diye haykırarak kutlayan yüz binler.
O halde demek ki “Korkma sönmez...”

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Benim yalnız ülkem... - ZEYNEP ORAL

Sine Ergün’e Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü Brüksel’de görkemli bir törenle verildi.

Yaşadığımız tüm haksızlıklara, korkunçluklara, felaketlere karşın arada iyi şeyler, güzel şeyler de oluyor...
Sözünü ettiğim güzellik, genç bir yazarımızın Sine Ergün’ün Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü kazanması...
Belçika’nın başkenti Brüksel’de “Concert Noble” adlı saraydayız... 1800’lerin ikinci yarısından kalma, neo-klasik, görkemli bir yapı... Gittikçe büyüyen salonlardan, kristal avizelerin altından, altın çerçeveli aynalar arasından geçip en görkemli salona varıyorsunuz...
Daha kapıdan 12 ülkeden 12 yazarın dev afişi sizi karşılıyor... Bu yıl ödül 12 ülkeden 12 yazara verildi. Arnavutluk, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Karadağ, İngiltere, İzlanda, Letonya, Malta, Sırbistan, Türkiye ve Yunanistan. 


Avrupa Birliği Edebiyat Ödülleri her yıl veriliyor. Edebi zenginliklere, yetenek ve yaratıcı güce sahip genç yazarları keşfetmeyi amaçlayan ve Avrupa Kitapçılar Federasyonu, Avrupa Yazarlar Konseyi ve Yayıncılar Federasyonu tarafından düzenlenen Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü bu yıl kazananlardan biri de Türkiye’den Sine Ergün oldu. 


Görkemli salonda tüm davetliler yerini aldıktan sonra müzik eşliğinde 12 yazar tek tek ülkeleriyle anons edilerek içeri çağırılıyor, dünyanın her yerinden gelmiş insanlar onları ayakta alkışlıyor.
Gecenin ve törenin sunucusu, BBC’nin ünlü gazetecisi Rosie Goldsmith ateş kırmızı giysileri içinde göz kamaştırıyor. Avrupa Birliği Eğitim Kültür Gençlik Bakanı Tibor Navracsics ve Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı Dimitrios Papadimoulis açış konuşmalarında ülkelerarası ilişkiler kurmakta siyasetten çok daha fazla kültür ilişkilerinin etkinliğinden söz ediyorlar. Edebiyatın “ötekini” tanımaktaki önemini vurguluyorlar... Bu ikisi, tören boyunca sahnede kalacaklar...
Her yazarla ilgili önceden çekilmiş küçük bir tanıtıcı film izliyoruz. Sonra yazar sahneye çağrılıyor. Kendi dilinde ödül alan kitaptan bir sayfa okuyor. (O sayfanın İngilizce çevirisini biz de sahnedeki beyazperdeden okuyoruz.) Sonra ödülü vermek üzere o ülkenin büyükelçisi ya da daimi temsilcisi ya da sırf bu tören için Brüksel’e gelmiş Kültür Bakanı sahneye çağrılıyor. Son olarak, yılların televizyoncusu Rosie yazara birkaç soru sorarak sahnede bir mini sohbet kuruyor. 


Sıra Sine Ergün’e geldiğinde kanun hükmünde kararname öyküsünden bir sayfa okuyor. Koca salonda Türkçe çınlıyor. En çok alkışı alanlardan biri oluyor. Öykülerinin kısalığı, vuruculuğu, çarpıcılığı dile getiriliyor. Sine Ergün’ün öyküsü kadar sahnedeki sözleri, tavrı, duruşu, soruları yanıtlaması, kendine güveni de çarpıcı, vurucu ve etkileyici... Ödül alanların en genci o...
Hayır Türkiye’den ne Kültür Bakanı, ne bir büyükelçi ne de herhangi bir yetkili, devleti temsil edecek, bu büyük başarıyla onur duyacak kimse var bu salonda... Sine Ergün’ün eşi Murat, yazarın temsilcisi Ayser Ali ve Türkiye jürisi başkanı olduğum için ben, biz üçümüz dışında Türkiye’den kimse yok... 


Bir kez daha zavallı yalnız ülkemin kültürü, edebiyatı sanatı yok sayışı içimi acıtıyor... Burada, bu onur ve gurur gecesinde yazarımız var, Türk edebiyatı var ama Türkiye yok, çünkü... Türkiye hükümeti 2016 sonunda Avrupa Kültür Sanat projelerinden çekilme kararı aldı.
Çünkü hükümetimiz Avrupa Yaratıcı Kültür-Sanat Projeleri programına kızdı. Bir Türk, bir Alman ve bir Ermeni sanatçıya “Ağıt” başlıklı bir beste ısmarlandı diye kızdı ve bundan böyle katılmama kararı aldı... 


Açıklamam gerek: Edebiyat Yarışması 2016 başında duyurulduğundan ve Türkiye hükümeti yıl sonunda bu programı durdurma kararı aldığından biz çalışmamızı yıl sonuna dek tamamladık. Bu yarışma birkaç aşamalı gerçekleşiyor. Türkiye ayağının sorumluluğu, PEN Türkiye’ye verilmişti. Metin Celâl, Suat Karantay, Çiler İlhan, Tarık Günersel ve benden oluşan Türkiye jürisi 2015- 16 yıllarında yayımlanan öykü kitapları içinden Sine Ergün’ün “Baştankara” kitabını (Can Yayınları) seçtikten sonra, bu kitaptaki iki öyküyü İngilizceye çevirtip uluslararası jüriye gönderdi. Uluslararası jüri, tüm ülkelerin önerilerini aldıktan sonra seçimini yaptı.


İşte Brüksel’de görkemli bir edebiyat gecesi böyle geçti... Beni en etkileyen olaylardan biri de 12 yazar arasında birkaç gün içinde gelişen muhteşem dostluk ve dayanışma ilişkisiydi. Aralarındaki sıcaklık, etkileşim, dostluk tüm tören boyunca hissedilebilir neredeyse elle tutulur yoğunluktaydı. Tıpkı Türkiye’nin giderek sanat ve kültür dünya arenasından giderek çekilmesi, kendi içine ve yalnızlığına kapanması gibi...


Zeynep Oral / CUMHURİYET 

İnsan Hakları Heykeli - ÖZGÜR MUMCU

Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Heykeli 1990’dan beri orada. Az buz değil, neredeyse 30’una basacak. Bugünlerde abluka altında. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni okuyan bir kadını tasvir eden heykelin etrafında polis barikatı var. Dahası heykelin etrafındaki polis müdahalelerinde insanlar gaza boğulup yerlerde sürükleniyor. Bütün bunlar olurken heykelin yerinden kalkıp uzaklaşacağı yok elbette, ne yapsın utanç içinde dizlerinin üstündeki açık kitabı hecelemeye devam ediyor İnsan Hak-lar-ı Ev-ren-sel... Derken bir gaz kapsülü daha patlıyor.

 
Hayata Dönüş felaketinde bir iş makinesinin kolunu koparttığı Veli Saçılık’ın annesi yerde bir polisin tekmesini elleriyle engellemeye çalışıyor. Neden orada bu insanlar? OHAL KHK’siyle ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’ya destek vermek için. Gülmen ve Özakça, açlık grevlerinin 75. gününde gözaltına alındı. Su ve şekerle ayakta duruyorlardı. Avukatlarının açıklamasına göre gözaltı süresi uzarsa bunları da almayı keseceklermiş. 
 
Memleketimiz, Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ihraç dalgası ile sarsılıyor. OHAL KHK’lerinin OHAL ile ilgisi kalmadı. İhraç edilenlerin büyük bir çoğunluğunun ise 15 Temmuz darbe girişimiyle yakından uzaktan bir irtibatı yok. 
 
İhraç edilenlere hukuk yolları kapalı. Sağlık sigortaları, emeklilik hakları yok. Pasaportlarına el konuluyor. 100 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. Cemaatle bağlantılı olduğu ileri sürülenlerin önemli bir kısmının cemaatle bağlantısı iktidar-cemaat koalisyonu döneminde iktidar mensuplarının bağlantısından daha esaslı değil. 
 
Geri kalan ise iktidara biat etmeyenlerden oluşuyor. KESK üyesi misiniz? İhraç. Barış İmzacısı akademisyen misiniz? İhraç. Amiriniz ya da yerinizde gözü olan biri sizi ihbar mı etti? İhraç.
Bir daha iş bulmanız neredeyse imkânsız. O çok moda olan, berbat tanımlamaya göre “medeni ölüm”e terk ediliyorsunuz. Hâkim ve savcılar ihraç korkusundan hukuka uygun karar veremiyor. Toplumdaki adalet duygusu bırakalım zedelenmeyi tamamen tahrip olmuş halde. Adaletin yerini intikam, hukukun yerini ise keyfilik ve baskı almış. 
 
Çaresiz bırakılmış, hak arama yolları kapatılmış, toplum hayatından aforoz edilmiş bunca insan varken toplumsal istikrar bir hayaldir. 
 
İtibarlı bir devlet, OHAL KHK’leriyle kış lastiği düzenlemesi getirmek, evlilik programlarını yasaklamak gibi gülünçlüklere düşmez. Mülkün temelinin adalet olduğunu bilen bir devlet, hukuki güvenlik ilkesini yerle bir ederek, hukuk devletini ortadan kaldırma pahasına insanları savunmalarını dahi almadan görevlerinden ihraç etmez. Kendine güvenen bir devlet, dünyada en çok gazeteci hapseden bir ülke olmaya katlanamaz. 
 
Baskıcılık, keyfilik, hukuksuzluk zayıf ve her türlü manipülasyona açık devletlerin ortak özellikleridir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

6 Ok, 9 Işık, 4 Parmak: ‘Rabia’nın farkı nerede? - TAYFUN ATAY

Pazar günü yapılan ve Tayyip Erdoğan’ı bir parti-devletin tek adamı haline resmen getiren AK Parti 3. Olağanüstü Büyük Kongresi’nin bir sonucu da parti tüzüğüne “Rabia”nın girmesi oldu. Yani Cumhurbaşkanı’nın her daim her yerde kitlesel performansının doruk noktasını oluşturan “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” deyişi, artık tüzüğün “Temel Amaçlar” başlıklı 4. maddesinde de yer alıyor.
Bu Rabia olayında başından beri bir tuhaflık, daha doğrusu tutarsızlık var ama pek üzerine gidilmedi.
 AKP şimdi bu tuhaflık ve tutarsızlığı böyle tüzük girdisi yapacak kadar ciddi bir noktaya taşıdı madem, biz de bunun üzerine gidelim artık...

***
Başparmağı kıvırıp el ayası içine yapıştırarak, diğer parmakları da dik duruma getirerek yapılan Rabia (“4”) işareti, Mısır’da 2013’teki darbe sürecinde doğuş buldu.
Müslüman Kardeşler kökenli devrik cumhurbaşkanı Muhammed Mursi karşıtı olarak Tahrir Meydanı’nda toplananlara mukabil, Kahire’nin Rabiatül Adeviye Meydanı’nda bir araya gelen Mursi yanlılarının ellerinden yükselen bir işaretti o…
Bu süreçle eşzamanlı olarak Türkiye’de Gezi protestoları karşısında hışımla duran Erdoğan tarafından “içselleştirilerek” ithal edildi. Giderek de AKP kitlesince popülerleştirildi.
Bir bakıma CHP için 6 Ok ne ise, MHP için 9 Işık ne ise AKP için de “4 Parmak” Rabia o oldu.
Kabul etmek gerekir ki kitle kültürü çağında siyasetin simge-yoğun sürdürülür haline de mükemmel bir örnek o…

***
Gel gelelim bu “4 Parmak”la irtibatlı olarak sıralananların ne kadar AKP’ye ya da Erdoğan’ın zihnî yetkinliğine mal edilebileceği hususu çok ama çok tartışmalı...
Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet; bir "ulus-devlet" olarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin başından beri yöneticilerinden yurttaşlarına kadar herkesin ağzından duyduğumuz deyişler bunlar. Hiçbir yeniliğe, hiçbir özgünlüğe, hiçbir yaratıcılığa dayanmayan, kimseye de “münhasır” kılınamayacak vurgular.
Bu dört ilke neden AKP’ye mahsus oluyor ki?! CHP de bu ilkelerin arkasında. MHP çok daha fazla, üstelik AKP’den de çok daha erken zamanlardan beri bu ilkelerin arkasında ve onları savunmada.
Ayrıca HDP’nin de bu ilkelere “kategorik olarak" ne kadar karşı olduğu; o da tartışmaya açık ayrı bir konu…
CHP ve MHP’nin “dijital” simgeleri, 6 Ok ve 9 Işık’da da bu ilkeler içkin.
Hatta şu ileri sürülebilir: Eğer 9 Işık, 6 Ok’un detaylandırılmış, biraz “tiftiklenmiş” hali ise, Erdoğan marifeti “4 Parmak” Rabia da 6 Ok’un basitleştirilmesinden, basite indirgenmesinden ibaret.
Neydi 6 Ok, sıralayalım: Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik, İnkılapçılık.
Vatan, millet, bayrak ve devlet, hepsi "teklik" halinde bu 6 Ok’un özüdür.     
Üstelik gündeme getirmeye değmeyecek kadar yerleşik, oturmuş, kurumsallaşmış özüdür.
Bunların 90 küsur yıllık ulus-devlet Cumhuriyet’in bugününde, üstelik de 15 yıldır tek başına iktidardaki bir partinin tüzüğüne temel ilke diye konması çok tuhaf. Adeta bir kendinden, toprağından, memleketinden emin ol(a)mama halini dışa vurur gibi...

***
Fakat kanımca işin aslı-astarı başka.
Rabia bize Mısır’dan ithal dedik. Müslüman Kardeşler patentli bir “marka” o…
Rabia, Arapçada “dört”, “dördüncü” demek… Kahire’deki meydanın adını aldığı 8’inci yüzyılın meşhur kadın sûfisi (“Allah aşkı” denince akla gelen ilk isim) Rabiatü’l-Adeviye de ailesinin dördüncü çocuğuydu.
Bu dinsel-tarihsel altyapı, Mursi’nin Mısır’ın 4’üncü cumhurbaşkanı olmasıyla da buluşunca ortaya “otantiklik” açısından çok etkili bir simge çıktı Mısır’da.
Tahrir Meydanı’nın Nasır’la, Arap milliyetçiliğiyle ve de “Mısırlılık” anlamında millilikle temsiline karşılık Rabia Meydanı İslam’la, İslamcılıkla ve Müslümanlık bağlamında ümmetçilikle özdeştirildi.
Bu arka plân üzerinden Erdoğan ve AKP’nin Rabia’yı ithaline bakıldığında, işarete bize özel ve “sözde” biçilmiş anlamın ötesine geçmek mümkün.
Rabia’nın AKP iradesi açısından özde gerçek anlamı, 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrası balkon konuşmasında telaffuz edilen “Bu millet, ümmetin umudu" sözüdür.
Rabia, AKP’nin dinbaz-politik seyir defterinde ulusaldan evrensele, diğer deyişle Türk-İslamcı milliyetçilikten İslam enternasyonalizmine açılmaya çalışılan kapıdır.

***
Bunları AKP’ye yardımcı olma muradıyla yazdım.
Milletin önüne (Binali Bey’in ifadesiyle) "Besmele"yle bir tek-adam rejimi koyarken işlevsel kıldıkları simgenin şimdi tüzüğe yanlış girilmiş anlamını belki ileride düzeltirler ümidiyle yazdım.
Her ne koşulda olursa olsun; siyasi varlık olarak ne kadar sıkışmış, daralmış, “tek-tip”leşmiş olurlarsa olsunlar, yine de doğruluktan ayrılmasınlar, ne kendilerini ne de başkalarını kandırsınlar telkininde bulunma arzusuyla yazdım.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Gaddarlık saydamlaşırken - ÇİĞDEM TOKER

Bakmayın siz Antalya Belek’te hükümet destekli, kamu bankası sponsorlu ve bakan katılımlı Uluslararası Medya Forumu yapıldığına.
Biliyorsunuz zaten güzel ülkemiz, gazeteciler ve gazetecilik faaliyeti bakımından en riskli ülkelerin başında.
Ve -bizim gibi köklü çınar, sınırlı sayıdaki bağımsız gazete ve mecralar dışındakimedya kuruluşları eğer kapatılmamışsa iki seçenekle baş başa:
“Yanıma hizalan” yahut “akıllı ol paşa paşa”.
“Akıllı olmak”, gerçekleri örtmeye karşılık geliyor.
Gerçekler derken, gizli olanını kastetmiyorum. Güpegündüz, sokak ortasında, kent merkezindeki aleni olaylardan söz ediyorum.

Ayaktaki medya kuruluşları “görmediği” için, artık aleni gerçekler dahi duyulup bilinmiyor. 

***
Gerçeklerin üzeri örtüldükçe ne olduğunu dün gördük:
Hafta başı Ankara’da hak arayan insanlara müdahale eden güvenlik güçleri, kıyıcı bir şiddet uyguladı.
Ankara’nın orta yeri. Yüksel Caddesi’nde.
65 yaşındaki anne Kezban Saçılık yerde sürükleniyor. Kafasında genç bir polisin botu. O polisi, bir annenin doğurduğu kesin. En azından bundan eminiz.
Ve kafası, polisin botunun altındaki yaşlı kadının, kendi annesinden de büyük olma ihtimali yüksek.
***
Veli Saçılık, bundan 17 yıl önce Burdur Cezaevi’ndeyken “Hayata Dönüş” gibi rezil isimli bir operasyonda kolunu kaybetti.
Kaybetti derken, cezaevi duvarını yıkan dozer kopardı demek istedim. (Koparılan kola ne olduğunu yazmaya, şu anda klavye üzerindeki parmaklarım ve yüreğim elvermiyor. )
Veli Saçılık koparılmış koluna rağmen hayata sıkıca tutundu. Kamu görevlisi oldu. Fakat çilesi bitmemişti. OHAL KHK’siyle ihraç edildi.
Açlık grevinin 75. gününde gözaltına alınan eğitimcilere destek için gittiği Yüksel Caddesi’nde sürüklendi o da.
***

Kezban Saçılık yutkuna yutkuna, nefes almakta zorlana zorlana ağlamaklı anlatıyordu dün:
“Kolu yok... Kolu yok... Ya yeter artık ya. Yeter biz kimi öldürdük. Yıllardır çocuğumu... Sanki kan davası gibi. Atleti yok sırtında. Yerde yüzükoyun sürüyorlar.
Biz kimik, biz neyik, katil miyiz, dağdan mı getirdin? Yeter artık yeter. Benim canım acımıyor. Benim başıma tekme vurdular. Yemin ediyorum benim. Yüreğimin acısından hiçbir yerim acımıyor. Benim Velim. Benim Velim... Ya bunun kolunu aldınız, daha neyini alacaksınız? Gözünün içine gaz sıkıyorlar arabanın içinde ya... Yeter artık ya.”
 
***
Şöyle bir noktadayız:
Eğer meraklı bir sosyal medya kullanıcısı değilse, pek az kişi Ankara’nın ortasında neler olup bittiğini duyup biliyor artık.
Dün sabah uğradığım esnafın dükkânı Kızılay’a hiç uzak değil misal.
Çırak, eve geç gidebildiğini çünkü polisin Kızılay’ı kapattığını söyleyince, dükkân sahibi nedenini soruyor. Araya girip anlatıyorum.
İlk tepkisi, “E neden televizyonlar vermedi ki?” oluyor.
Televizyonların ana haber bültenlerinde artık “bu tip” haber vermediğini söylüyorum. Şaşkınlıkla yüzüme bakıyor.
Televizyonları hâlâ eski televizyonlar, gazeteleri hâlâ eski gazeteler sanıyor.
O öyle sanıyor ama Kezban Saçılık’ı yerlerde sürükleyen, kafasını botuyla ezen, gözaltı aracına bindirdiği kişilerin üzerine gaz sıkıp kapıları kapatanlar bu görüntülerin, “ana akım” da yayımlanmayacağını, radyoların bültenine koymayacağını, esnafın dükkânına aldığı gazeteye basılmayacağını biliyorlar.
Gaddarlık, işte böyle saydamlaşıyor.
Dünyanın dört bir yanından Belek’e davet edilen meslektaşları ikna toplantılarına hiç mi hiç benzemiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Onlara bir şey olursa... - MİNE SÖĞÜT

Açlık grevini benim gibi, asla onaylamayabilirsiniz.
Bu direniş modelini vicdanen, ahlaken ve siyaseten son derece yanlış bulabilirsiniz.
Sonuç alınamayacak bir eylem türü olarak görebilirsiniz.
İnsan canını her şeyden üstün tutabilirsiniz.
Yöntemin etiğini sonuna kadar tartışabilirsiniz.
Ama gerçekçi olduğunuzda bilirsiniz ki, haklı bile olsanız bunun önüne geçemezsiniz.
Daha önce de bu ülkede insanlar açlık grevleri, ölüm oruçları yaptılar.
Bundan sonra da yapacaklar.
Bazen haklarını kazanacaklar; bazen hayatlarını kaybedecekler.
Nesiller boyu iktidarın karşısına kendi bedenlerini koyarak dikilecekler.
Devletin vahşileştiği her yerde kaçınılmaz olarak direniş şekilleri de vahşileşir.
Bu vahşetin ortasında kalanlar için yapılacak tek şey...
Yaşamı sonuna kadar savunmaktır.
Bu ülkenin insanları;
İşlerini geri isteyen ve açlık grevi yaparak herkesin gözü önünde eriyen iki insanın başına gelenleri uzaktan izleyerek...
Bakıma en çok muhtaç oldukları bir aşamada hapse atılmalarına ve orada daha çok hırpalanmalarına ses çıkarmayarak... Yaşayamaz.
Yaşasa da ayakta kalamaz.
Ruhen ve ahlaken çöker.
Geçmişine gururla, geleceğine umutla bakamaz olur.
Bu halk onları iktidarın gaddarlığından kurtaramazsa, bir daha hiçbir şeyi kurtaramaz.
Ne kendini, ne çocuklarını, ne de hayallerini ve umutlarını.
Bu vahşet, o iki insanı kaptıktan sonra, hepimizi kapar.
Eğer onlara bir şey olursa...
Bilelim ki asla dağılmayacak tepemizdeki bu kara bulutlar.

Biz;
En lanetli hukuklarla darağacına gönderilmiş onca güzel gencin;
Ve gözden düşerek idam edilmiş bahtsız siyasilerin kara mirasıyla yüklüyüz.
Bu yük yüzünden kaybettiğimiz dengeyi bir türlü kuramamakla lanetliyiz.
Sırtımızda iktidarlara kurban verilmiş yeni cesetlerle asla daha iyi bir dünya hayal edemeyiz.
Şimdi cesareti ve gücü olanlar, çıkarsın kafalarını deliklerinden, itiraz etsin olan bitene kendi dilince, yöntemince.
Sessizlik onaylamaktır, sessizlik suçtan pay almaktır.
Gezi olaylarını, TEKEL direnişini devlete yönelik bir darbe girişimi gibi göstermeye çalışıp gerçek darbeyi bir savunma kılıfına sokarak tarihe geçirmek için her türlü cambazlığı yapanlar;
Ortada kendi niyetlerini ve yöntemlerini deşifre edecek tek bir akıl bile kalmayana kadar demokratik tüm haklara sınır tanımadan saldırmaktalar.
Seçim olmayan seçimlerle, hukuk olmayan hukuklarla, demokrat olmayan bir demokrasiyle bunca zamandır oyalandık.
Bu oyalanmanın bedelini artık ağır ödüyoruz.
“Bu ülke huzur ve refaha kavuşuncaya kadar OHAL neden kalksın?” diyebilecek kadar fütursuz olan bir siyasetçinin elinde cehenneme dönen bu ülke;
“Eylem ölüm orucuna dönebilir, Gezi, TEKEL benzeri eylemlere sebep olabilir” bahanesiyle gözaltına alınıp tutuklanan iki açlık grevi eylemcisini iktidarın inadına kurban verirse...
Bilin ki bu kara lekeyle... bir daha zor gelir kendine.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

22 Mayıs 1950’de CB oldu: Celal Bayar’ın bastonu - NAZIM ALPMAN

Türkeyi’nin “birinci demokrasi” hamlesini oluşturan 1950 Genel Seçimleri ve sonuçları Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti.
Partinin kurucu genel başkanı Celal Bayar, 67 önce bugün (22 Mayıs 1950) TBMM tarafından Üçüncü Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
O vakitler Cumhurbaşkanı’nın “tarafsız” olması gerekiyordu Anayasa’ya göre… Tabii yine o vakitler, Anayasa’ya uyacağım diye yemin eden Cumhurbaşkanları yeminlerine sadakat gösteriyorlardı.
En azından öyle davranmak zorunda hissediyorlardı.
Celal Bayar’ın Kurtuluş Savaşı’ndan gelen komitacılığı, hırsı, inadı, siyasi ihtirası “tarafsız” Cumhurbaşkanı olmasıyla elbette bitip, gitmedi. Aleni olarak bunu yapmasa da Başbakan Adnan Menderes ile birlikte hatta onun üzerindeki yerini ve ağırlığını her zaman korudu.
Fakat bir açığı vardı ki; onu herkes biliyordu, basın yakalamıştı, sayısız defa haber yapmıştı, muhalefet partilerinin sözcüleri Meclis konuşmalarında dile getiriyorlar, seçim dönemlerinde bütün muhalefet hatipleri bu konu üzerine vurgu yapıyorlardı:
-Cumhurbaşkanı, sapında DP harflerinin bulunduğu baston kullanmaktan vazgeçmiyor.
DP kısaltması Demokrat Parti’nin baş harfleri oluyordu. Bu da Celal Bayar’ın “tarafsızlık” ilkesini aleni olarak çiğnediğinin göstergesiydi.
Celal Bayar’ın bu DP harfli bastonu hem onun iktidar yıllarında (1950-60) hem de aktif siyasetten çekildiği yıllar boyunca (1960-1986) ölene kadar dile getirildi:
-Tarafsız cumhurbaşkanı iken bile DP armalı bastonuyla dolaşırdı!

                                                                              •••

21 Mayıs 2017’de (dün) 15 yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Üçüncü Olağanüstü Kongresi topladı, partinin 4. genel başkanı olarak kurucusu Tayyip Erdoğan’ı yeniden eski görevine getirdi.
Cumhurbaşkanı makamına kadar çıkan bir politikacının yeniden parti başkanlığına talip olması her zaman “fedakarlık” olarak görülüp heyecanlı yorumlar yapılırdı.
Sondan itibaren Süleyman Demirel için bu olasılık konuşulmuştu. Kendi partisini Tansu Çiller’e kaptıran siyasetin “Baba”sı bu ağır görevi göze alamadı. Yeni partiyi arkadaşlarına kurdurttu. Gerekçesini açıklarken de şöyle görüşler ifade etti:
-Tarafsız Cumhurbaşkanı olarak yedi yıl görev yapmış birinin parti liderliğine dönmesi kendi görev yıllarını ve tarafsızlığını inkar etmiş olur!
Hassasiyetlere bakar mısınız?
Ondan bir önce Cumhurbaşkanı Turgut Özal eğer ömrü izin verseydi, böyle bir hamle yapacağını rahmetlinin kardeşi Yusuf Bozkurt Özal bu satırların yazarına söylemişti:
-Ağabeyim Çankaya’dan inip Yeni Parti’nin başına geçecekti!
Yusuf Bozkurt Özal başkanı olduğu Yeni Parti’yi ağabeyinin izni ile kurduğunu da sözlerine eklemişti.
Bu söyleşi 1994’te Milliyet’tin Pazar Röportajı sayfasında yayınlanınca -ölmüş olmasına karşın- Turgut Özal’ın “tarafsızlığı” konusunda yorumlar yapılmıştı.

                                                                              •••

Cumhurbaşkanlığı ile “tarafsızlık” konusunda bütün ipleri kopartan ilk siyasetçi Tayyip Erdoğan oldu. 2014 yılının Ağustos ayında halkoyuyla seçilen ilk “tarafsız” cumhurbaşkanı olarak yemin ettikten kısa bir süre sonra çıktı ve açık seçik biçimde ifade etti ki:
-Ben tarafsız olamam, olmayacağım da!
Sonra bu sözlerini güçlendirdi. Kendi partisinin (AKP) milletvekilli aday listelerini bizzat hazırladı. Yaptığı hiçbir şeyi saklamayıp aleni olarak söyleyen Erdoğan, bu konuda biraz yalpaladı. “Tarafsız” biçimde bunu yaptığını söyledi:
-Ben tarafsız Cumhurbaşkanıyım, öteki partiler de getirsinler listelerini onlara da önermelerde bulunayım. Tecrübemden istifade etsinler!
Halbuki “tarafsızlık” onun karakteriyle bağdaşmıyordu. Bu özelliği bir milyon sekiz yüz altmış yedi bin dört yüz otuz beş kez yazılıp çizildi.
Sonunda “benim siyasi karakterime uygun bir Anayasa yapılsın” talebi TBMM’de karşılık buldu. Öyle bir Anayasa yapıldı. Referandumla kabul edildi.
Sadece ülkenin yarısı bunu kabul etmemişti, o kadar!
21 Mayıs 2017 Pazar günü AKP Kongresi’nin tamamı Erdoğan’ın ikinci başkanlığını kabul etti.
Eskiden Başbakan ve AKP Genel Başkanı idi. Şimdi Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı kartvizitine sahip oldu.
Tarafsızlık?
O artık sizlere ömür bir kavram…
Şimdi “taraflı” eleştirileri için özür dileme zamanı:
-Celal Bayar ve DP armalı bastonundan…

Nazım Alpman / BİRGÜN

Hiçlik yürüyüşü - ERK ACARER

Rabia, delege Tosun Paşa, Osmanlı komedisi…

Yeni Atılım Dönemi; Demokrasi, Değişim, Reform sloganı ile düzenlenen 3. Olağanüstü AKP kongresi ile tek adam kutsanırken, görüntüler, hisler, çelişkiler kongreye damga vuruyor.
Kongre; 1950’den bu yana ülkeyi dizayn eden ‘sağ parti’ riyakârlığının son tortusu oluyor. İçinde ‘demokrasi’ ve ‘adalet’ geçen partilerin ülkeyi yerlerde süründürdükleri ortada!
‘Demokrasi’, ‘değişim’, ‘reform’ kavramları finalde, tüzüğe yerleştirilen ve Rabia paketinin içine atılan ‘tekçiliğe’ dönüşüyor: Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan.
Yargıdaki son dizayn, daha çok savaş, daha çok yalan!

‘Partili Cumhurbaşkanı’ devri açılırken, aslında ‘vaat edilen’ ile ‘yürünecek olan yolun’ birbirinden tamamen farklı olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. AKP’nin yeni Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) içinde yer alan isimler ‘gelecek için’ fikir veriyor. Efkan Ala, Süleyman Soylu, Ethem Sancak, Burhan Kuzu ve Bekir Bozdağ bu isimlerden bazıları.

Yargıda dizaynın süreceği, savaşın yükseltileceği ve bir ‘medya bilgesi’nin bu gayri meşru ortama propaganda hizmeti sunacağı anlaşılıyor.

Parti de bitti… Sıradaki

AKP’nin 15 yıllık serüveni, partiler arası rekabetten, artık parti içinde bile muhalefete tahammül edemeyen bir tek adamlığa kayıyor.

Partilerin olmadığını söylemek eksik kalıyor. Artık parti bile yok.

Bu açıdan 3. Olağanüstü AKP kongresi, Adolf Hitler’in ‘sözde muhalif’ Fırtına Birlikleri (SA) liderlerini yediği, ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’ olarak anılan temizlik operasyonuna benziyor.
Baskı yaptıkça sendeliyor, sendeledikçe baskı yapıyor.

‘Tosun Paşalı’ kongre, aslında komik değil dramatik. Öncelikle Erdoğan açısından…
Yaklaşık bin gün sonra ‘hasret bitiyor’ riyakârlığı ile ‘sanki ipler uzun süredir kopukmuş gibi’ AKP’ye dönüyor. Genel başkanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı… Herkesi yiyip koltuğa oturuyor.
İyimserlik ya da umut tacirliği değil…

Bu sonun başlangıcı! Tarihteki tüm ‘acı örnekleri’ gibi…

Erdoğan sürdüremedikçe baskı yapıyor, dışarıdan başlayarak bir sarmal gibi içeriye doğru muhalifleri yok etmeye çalışıyor. Baskı yapıp, elinde tutamadıkça ise sürdüremiyor. Türkiye bir kısıdöngünün içinde!

Nasıl olacak? Erdoğan’ın çıkmazları…

‘Sonun başlangıcı’ sözü hayalci bir bakış açısı değil. Toplumun yarısını görmezden gelen, hassasiyetlerini kaşıyan, araçlarıyla ezmeye çalışan ve gün geçtikçe çok daha fazla kesimi karşısına alan bir liderden söz ediyoruz. Gezi’den bu yana topu topu 4 yıl geçmiş durumda. Bu koşullarda, büyük bir toplumsal hareketin her an patlaması mümkün!

‘Tek adamın’ diğer yumuşak karnı da ‘dosyaları’…

Yolsuzluk ve arsızlıklar… Diyarbakır ‘dan Suruç’a, oradan Ankara’ya, Cizre’deki bodrumlara uzanan katliamlar… Öte yandan darbe ile ilgili sorular bitmek bilmiyor. Özellikle Avrupa bu konuda yeterince tatmin olamıyor. Suriye’deki ‘karmaşık ilişkiler’ ise bir başka sıkıntılı konu.

Sözün özü; işler kongre yapıp, ‘Aslan parçası benim’ demekle yürümüyor.
‘Hiçlik’ yürüyüşü
Günün birinde Talat Paşa, Neyzen Teyfik’in karşısına çıkıyor;
“Gel Neyzen, bırak bu sefil hayatı memur ol!” diye öneride bulunuyor. “Sonra” diye soruyor Neyzen.
Talat Paşa cevap veriyor: “Sonra belki daha da yükselirsin!”
Neyzen dudak büküyor: “Ya sonra…”
Paşa devam ediyor: “Belki, nazır, ötesinde neden olmasın sadrazam…”
Tevfik, duracak gibi değil…
“Sonra, sonra…”
Talat Paşa kaşlarını çatıp, öfkeden kıpkırmızı oluyor:
“Sadrazamın ötesinde ne olacaksın be adam? Hiçbir şey! Padişah olacak halin yok ya!”
Neyzen gülüyor:
“Paşa, ben zaten şimdi de hiçim. Peki, hiçbir şey olmak için neden bu kadar zahmeti bir daha çekeyim?”

Hikâyeyi tersten okutalım…

Neyzen’in zarafetine tezat, onca mücadeleden sonra, bir hiçlik yürüyüşüne tanık oluyoruz…


Tarih tekerrürden ibaret, tarih zar atmıyor. Not alın; bugünden yarına değilse de, dün sonun başlangıcıydı!

Erk Acarer / BİRGÜN

Başında kim olursa olsun AKP’den yeni bir hikaye çıkmaz - İLKER BELEK

Erdoğan yeniden partisinin başına geçti.
Ama zaten o mevkiyi hiç bırakmamıştı ki.  Cumhurbaşkanlığı zaten partiliydi ve rejim de zaten başkanlıktı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra şu lafı eden kendisiydi: “İster kabul edilsin, ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir.” Rejimi daha anayasa değişmeden değiştirmişti.
Bütün bunlara rağmen, tek adamın artık edebileceği tek bir yeni laf bulunmuyor. Kendileri de itiraf ediyorlar. AKP’nin hikayesinin kalmadığını belirtiyorlar. Durum budur.
Erdoğan’ın dünkü kongre konuşmasına yeniden göz atın isterseniz.
Üstelik daha kongre kapanmadan yandaşlar arasında son MKYK hakkında atışmalar başlamıştı bile.

                                                                             *
AKP hem dünyanın hem de Türkiye’nin çok özel bir dönemecinde doğdu ve iktidara taşındı.
ABD büyük Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istiyordu. Kendisine yeni bir aktör lazımdı.
AKP bu amaçla yaratıldı. Arap Baharı’nın başlangıç noktası aslında Tunus değil, Türkiye’dir.

                                                                              *
2002’de AKP’nin en önemli hikayesi arkasındaki emperyalist destekti. Hikayeyi emperyalizm yazmıştı. AKP o hikayenin kendisiydi.
Bu parti 2011 yılına kadar iki konu üzerinden parlatıldı. Birisi demokratikleşme, vesayet rejiminden ve ordunun tasallutundan kurtuluştu. AKP demokrasi kahramanı olarak pazarlandı.
Türkiye’nin salaklaşmış sivil toplumcuları, liberalleri, bu konuda kendisine hiç beklemediği desteği sundular. Ajandasında toplumsal yaşamı dinselleştirmekten, kamuyu tasfiye etmekten, ABD’nin verdiği görevleri yerine getirmekten başka hiçbir şey yazmayan bu partiyi hep birlikte demokrat, insan hakları savunucusu yaptılar. Kürt partisinin lideri Türkiye tarihinin gördüğü en büyük halk ayaklanmasını bile Erdoğan’a darbe girişimi olarak karalayabildi.
AKP’ye siyasi hareket alanı sağlayan ilkiyle ilintili ikinci konu AB üyeliğiydi. Öyle ki, çok geniş bir çevre, özellikle de borsa simsarları, finans şirketleri AB projesini Türkiye’nin en önemli çıpası olarak kutsadılar.
Hikaye işte buydu: Demokratikleşme ve AB üyeliği.
İkisinin de olamayacağını en başından ve defalarca yazdık: AKP eliyle Türkiye otoriterleşecektir. Türkiye’nin AB’ye üye olması imkansızdır. AB çıpası emperyalistlerin Türkiye’yi, AKP’nin de emekçi sınıfları oyalama taktiğidir.

                                                                           *
Bir de o dönemde uluslar arası piyasalarda likidite bolluğu söz konusuydu. Üstelik 2008 kriz sürecinde bütün büyük merkez bankaları piyasalara daha da çok para pompalamıştı. AKP’nin politikası ise mali oligarşiyi cezp edebilmek için dünyanın en yüksek faizini ödemek üzerine kurulmuştu.
Demek ki hikayenin diğer ayağını borca dayalı tüketim çılgınlığı oluşturuyor, haneler tüketici kredileriyle konutlanır, otomobillenirken, şirketler de aldıkları borcu betona yatırıyordu.
Şimdi ise, Türkiye’deki siyasi ortam likit sahiplerince riskli olarak değerlendiriliyor, sermaye girişi yavaşlıyor. Normal. Piyasa denilen, emme basma tulumba misali parayı bir oraya bir buraya pompalayıp, paradan para kazanmaktan başka nedir ki.

                                                                            *
Sonuç şudur: Türkiye, 2002’de üfürülen iddiaların tam tersine: Diktayla yönetilmektedir, muhtemelen 2019 seçimlerine OHAL rejimiyle ulaşılacaktır; AB hikayesi fiyaskoyla nihayete ermiş, AKP Avrupa’nın tamamıyla kavga etmeyi başarmıştır; demokratikleşme denilen süreç AKP’nin devletleşmesiyle sonuçlanmıştır; ekonominin hali ise işsizlik, faiz ve borçluluk durumlarından bellidir.
Hiç söz etmedik ama Kürt meselesi gerçekten de çözümsüzdür. O artık yerli bir konu olmaktan çıkmış, büyük güçlerin müdahalesine muhtaç bir kıvam kazanmıştır.

                                                                              *
Hikayenin hazin sonu AKP’ye biçilen bölgesel rolün bitişiyle ilişkilidir.
AKP başında kim olursa olsun; daha da baskıcı bir yönetim sistemine yönelecek, AB ile ilişkiler düzelmeyecek, ekonomideki göstergeler olumsuz yönde değişecektir.
Zaten partili başkanlık sistemine mecburiyetleri de bunlarla ilişkilidir.


İlker Belek /SOL

İran, Suud, AKP: Amerika bunların neresinde? - TAYFUN ATAY

İran’da “post-İslamizm” kazandı.
Cumhurbaşkanı Ruhani’nin seçim başarısı yabana atılamaz. Bir önceki seçimde yüzde 50’yi ancak aşabilen reformcu ve “Batı’ya açık” liderin şimdi neredeyse yüzde 60 bandına dayanmış olması, üstelik de ekonomide mevcut tüm olumsuz göstergelere (işsizliğe) rağmen halkın “kültürel” bir duyarlılıkla, “biraz daha nefes alma” arzusuyla hareket ettiğini gözler önüne seriyor.
Post-İslamizm elbette “anti-İslamizm” değil. Ama Humeyni dönemini karakterize eden, dünyaya sırf “devrim-ihracı” penceresinden bakan, Ortadoğu’da “İsrail’e ölüm” çağrısı yapan İslamcı siyasete ve bu siyasetin içeride de alabildiğine talepkâr uygulamalarına dur demek... İslam Cumhuriyeti’ni dünyayı karşımıza alarak değil, onunla yakınlaşarak, diyalogla, diplomasiyle, “angajman”la da ayakta ve olması gereken yerde tutabiliriz anlayışı bu...
Bu anlayış seçimi kazandı; bunu “ABD’ye diz çökme” sayan muhafazakâr (“Humeynici”) çizgi ise ciddi bir irtifa kaybına uğradı.
***

Ancak ilginçtir ki bununla eşzamanlı şekilde, İran’ı tüm bu değişmelere rağmen yine de karşısına almaya iştahlı Trump, Suudi Arabistan’la 110 milyarlık bölümü muazzam çeşitlilikte ağır silah satışı olan 380 milyar dolarlık bir “ortak stratejik misyon” anlaşmasına imza attı. Bunun İran’a karşı ve İsrail’in de desteğiyle bir “Sünni NATO” oluşturma yolunda başlama vuruşu olduğu yorumları yapılıyor.
Evet, bu ilginç… Demek ki dış dünyayla yakınlaşma yolunda ne kadar “postİslamizm” e rota kırmış olursa olsun İran’ı dünyanın, özellikle de ABD’nin gözünde “İran” yapan devrimci İslamcılık, İsrail’e tehdit algısı eşliğinde bu ülkeye politik tutum alışlarda hâlâ yönlendirici, yörünge belirleyici oluyor.
***

Bu arada bizim buralarda da komik mi komik neler neler olmuyor ki?!
İstanbul Kongre Merkezi’nde İbn Haldun Üniversitesi’nin ve 4. Uluslararası İbn Haldun Sempozyumu’nun açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan’la da görüşen Tunus En-Nahda hareketi lideri Raşid Gannuşi bir konuşma yapmış ve vermiş coşkuyu!..
Şöyle diyor: “Şu soruyu soruyoruz; tarih yeniden tekerrür edecek mi? Osmanlılar ve Türkler bu sancağı yeniden alarak ümmetin onurunu, şerefini ve başını havaya kaldıracak mı ve Filistin topraklarını özgürlüğüne kavuşturacak mı?”
Gannuşi’nin bu soruyu yönelttiği iktidar, dün Suudi Kralı Selman’ın Riyad’da düzenlediği, Trump’ın da bir konuşma yaptığı, derununda İsrail’in çıkarlarını gözeten “Arap İslami Amerikan Zirvesi”nde 50 küsur İslam ülkesi arasında kendisine uygun görülen koltuğa oturdu!..
Elbette zirvede İran yoktu. Çağrılmamıştı. 

***
Şimdi son dönemde olup bitenlere şöyle kuşbakışı bakalım!..
Trump, başkan seçildikten sonraki ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Trump’ın evine, Beyaz Saray’a gidiyor. Asli amaç, ABD’nin Suriye’de YPG’yi silahlandıran politikasına itiraz etmek ve bundan vazgeçilmesini sağlamak.
Peki sonuç?.. AKP’ye dost ama aynı zamanda “acı söylemek”ten çekinmeyenlerin de değerlendirdiği üzere, “hava alındı!”
Ortak basın toplantısında dillendirilen YPG-PYD maruzatları bir kulaktan girdi öbüründen çıktı.
Oturulan masada bile, mevkidaşlığı gözetmek bir yana, Türkiye’yi küçük düşürücü mahiyette boş koltuklar dikkat çekti.
Buna mukabil Trump, Türkiye’ye rağmen YPG’yi silahlandırmanın ötesinde İran’a karşı da, elbette terörizmle mücadele yaftası altında Suudileri silahlandırma hususunda en küçük bir tereddüt göstermedi.
Bizim payımıza da “Arap İslami Amerikan Zirvesi”ndeki bir boş koltuğa oturmak düştü. 

***
Başlıktaki soruya cevap vererek bitirelim!..
Amerika İran’ın karşısında ve onu hâlâ ciddiyetle muhatap almaya devam ediyor.
Her daim olduğu gibi yine arkasına sığınmış İsrail’le beraber Suudiler’in yanında ve onları teçhizata boğmaya devam ediyor.
Türkiye’nin ise neresinde, ne yapmaya devam ediyor, doğrusu onu tespitte zorlanıyorum.
Sadece bu tabloda onu, “diplomatik” bir dille söylemek gerekirse, “negligible” (ihmal edilebilir) saydığı kestiriminde bulunabiliyorum.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Önümüzdeki süreç: Ya yasadışı yönetim ya iktidarı teslim - ORHAN BURSALI

Her şeyin tek adama endekslendiği AKP Kongresi’ne denecek tek laf, artık tüm parti, hükümet ve devlet faaliyetinin, bugünden itibaren 2019’da yapılacak 3 seçime yönelik olacağıdır: Mart ayında yerel, kasımda da milletvekili ve başkanlık seçimleri. 

 
Yasallığı ne kadar tartışılıyor olsa da referandum ve sonuçları, her üç seçim için yeni referans noktası oldu.
AKP-MHP’nin yüzde 50’yi bulduğu/bulamadığı sonuç, iktidar açısından baş aşağı gidişin veya tek liderin onaylanmadığının tesciliydi.
Referandumun hemen arkasından burada yapılan değerlendirme, önümüzdeki süreçte aynen geçerlidir.
Tüm muhalefet Hayır’da birleştiği gibi, bu seçimlerde akıllı davranır, tümü özverili davranırsa, 2019 AKP için tam bir hüsrana dönüşebilir. 

Az oyla çok vekilli seçim sistemi denenecek
Bugünden bakarsak, ekonomik durumun iktidarın pek de seveceği bir süreç içinde ilerlemeyeceği görülüyor. Buna dış politikayı da katabiliriz. Demokrasi ve özgürlükler konusunda Reis’in anladığı “başörtülü kardeşleri” noktasıdır. Dünya ile çatışmalı durumunu sürdüreceğini de varsayabiliriz. Buradan, referandum sürecinden daha fazla “milliyetçi oy” çıkarması ve daha çok “göbeğini kaşıyan adam” bulması mümkün değildir.
Önümüzdeki dönem en çok gündeme gelecek ve tartışılacak konu yeni seçim yasası olacak.
AKP, daha az oyla daha çok milletvekili ve Meclis çoğunluğunu kazanacağı bir seçim sistemi arayışında olacaktır.
Kimsenin şüphesi olmasın.
Milletin iradesinin seçim sistemleriyle iğdiş edileceği ve çoğunluğun en çok oyu ve vekilliği alacağı bir sistem arayışında olacağı kesin.

MHP’yi AKP’ye eklemleme
Burada pürüz MHP olacak.
AKP’ye yarayacak sistem, MHP’nin aleyhine olacak.
Fakat AKP’nin artık politik tercihi Rabia kararıyla programına girdiğine göre, üzerinde duracağı ana konu, MHP’yi AKP’ye eklemleme olur.
Bu, yeni seçim sistemine buna uygun yeni maddeler ekleyerek de olur.
Seçimlere, koalisyon biçiminde, ortak girebilirler.
O zaman, AKP’ye yarayacak ve çoğunluğun azınlığı ezip geçtiği, daha az oyla daha çok vekillik sistemi, bu Meclis’ten kolay geçer.
Tabii, MHP’nin yüzde 70’inin Hayır dediği bir durum da söz konusu.
MHP içindeki gelişmeleri izleyeceğiz.

Muhalefet uzun, ince yolda
MHP içindeki - dışındaki muhalefetin en büyük zorluğu, kendisini MHP logosuyla ve geçmişiyle özdeşleşmiş önemli bir seçmen duygusallığını nasıl aşacağı, aşıp aşamayacağıdır.
MHP’yi muhalefete teslim etmezler... iktidar ve yargısı geçmişteki gibi atmaca gibi konu üzerinde olacak.
Muhalefetin yeni partileşme sürecindeki mahareti ve becerisi tayin edici olacak.
Buna da fazla gecikmeden soyunması gerekir. Önlerinde gerçekten “uzun, ince bir yol” gözüküyor.
Aslında aynı yol CHP için de söz konusu.
Tüm partiler kendileri ve Türkiye için uzun ve ince bir yola girmiş durumda. 

Ya devlet başa ya da kuzgun leşe
AKP asla demokratik bir parti olamayacak. Bu, eldeki kesinleşmiş bilgidir.
Asla da iktidarı kolay bırakmayacaktır. Bu da diğer bir kesin bilgidir.
Tetikçilerinin referandum gecesi AKP’lileri silahlı savaşa çağırmasını anımsayın.
AKP önümüzdeki süreçte seçmen eğilimini kontrol ederek davranacak.
Baş aşağı gidiş görülünce, iki yol karşılarına çıkacak gibi.
Bu kez sandık sistemini tam çökertecek bir yolsuzluğu gündeme sokmaları.
Ki, YSK’nin son seçimlerdeki yasadışı kararı, bunun için elverişli ortam yaratıyor.
Bu bakımdan, CHP’nin referandumu uluslararası hukuka götürmesi ve buradan sonuç alması, YSK’yi mahkûm ettirmesi, birinci derecede önemli. YSK’nin yasadışı kararını CHP ne yapacak? Bu kararla seçimlere falan gidilemez.
Sandık sistemini tam çökertecek iktidar uygulamaları, önümüzdeki seçimlerde uygulamaya konursa, Türkiye yasadışı bir yönetimle birlikte, yeni bir sürece girmiş olur.
Veya AKP, sonucu kabul edecek ve iktidarı teslim edecek.
Bu ikilemin test edileceği süreç başlamıştır.

***

Son sözü yine AKP kongresi ve tek adam seçimi üzerine yapalım.
Tek adamlık otoritesi ve tasfiyeler, AKP içinde ve dışında sessiz muhalefeti büyütmektedir. Başarısızlıklar, bu muhalefeti daha net ortaya çıkarabilir.
RTE’nin kongre konuşmasında, kendisine ayak uyduramayanlara olan saldırıları ve siyasi ağır sözleri etkili olacaktır.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Kalem ve Kağıt Arası Yaşam - ALİ RIZA AYDIN

Çağdaş anlatımı, klavye ile ekran arası olsa da, kalemin kağıt üzerinde akıp gitmesidir özü. Açılımı da düşüncenin yazıyla aktarılması…
“Yazar” denir kısaca bu buluşmanın sahibine. Kimileri çok yazar, kimileri makul… Ama yaşamı kalem ve kağıtarasında olan hem de kaynağından çıkıp pırıl pırıl, gürül gürül ve de hızlı mı hızlı akan su gibi kalem kullanan insan sayısı azdır.

Ahmet Mümtaz İdil işte bu azlar arasındaydı. Son günlerinde, “kendimi yazılara döndürmem gerek. Tüm rüzgar oradan geliyor” derken, yaşamı ile yazma bağını kendisi de itiraf ediyordu. Yazmadığı zamanlara da müzik ve okuma sığdırdı hep.Odatv baskınında polis evdeki CD’lere el koyunca,  “içlerinde ne olduğuna bakmak için tüm CD’leri dinlemek zorunda kalacaklar; ne iyi, klasik müziğe alışacaklar” diye gülmüştük o gergin günde.
Onun 65, benim 64 yıllık yaşamımızın yarısından fazlasını birlikte geçirdik; iyi dost olduk. 1981 Ocak ayında yayın hayatına giren “Bilim ve Sanat Dergisi” buluşturdu bizi. Dergideki (Mayıs 1981, Sayı 5) ilk yazısı, “Edebiyat” bölümünde “100. Ölüm Yılında Dostoyevski” idi; ömrü boyunca hiç terk etmediği büyük yazar…


Bilim ve Sanat Dergisiyle birlikte, “Yarın Dergisi”… İlk kitabı da “Yarın Yayınları” tarafından 1983’de yayımlanan “Sovyet Romanı” oldu. Kendisi mütevaziliğiyle üzerinde durmadı ama hep anımsattığım halde bir daha da baskı yapmadı bu kitap. Bir yıl sonra 1984’de yayımlanan “Gerçeklik ve Roman” kitabıyla “Akademi Kitabevi Araştırma-İnceleme Ödülü” alıp, aramızdan ayrıldığı güne kadar, yüzlerce yazı, 17 İdil kitabı ve birçok çeviri bıraktı.
İyi bildiği dil olan Rusçasıyla iyi bildiği Rus ve Sovyet edebiyatını hiç terk etmedi.
Sovyet Romanı kitabının girişindeşöyle diyordu: “Sovyet edebiyatı, (…) bazı batılı yazarlar ve eleştirmenler tarafından somut bir çizgiyle ayrı gösterilmeye çalışılmakta ve böylelikle de Sovyet edebiyatının yadsınması yoluna gidilmektedir. Ekim devriminden sonra kurulan yeni düzen ile birlikte yeni bir edebiyatın kurulmasına çalışıldığı doğrudur, ama bu dev bir edebiyat mirasının yıkıntıları üzerinde yükseltilecek, dış hatları kesinkes belirlenmiş bir kalıp arayışı değildir. Hatta öyle ki, her iki dönemde de yaşamış ve her iki önemde de başarılı yapıtlar vermiş yazarların sayısı bir hayli kalabalıktır.” “Sovyet edebiyatı ile batı edebiyatı arasındaki çelişkinin büyük bölümü, sanatsal olayların tarihsel gelişimini yeterince değerlendirememekten doğmaktadır.”
Sovyetler Birliği’nin yapıtlarını kendi dilinde veren birçok cumhuriyetten oluşmasıyla bağlantılı olarak, bu cumhuriyetlerin “köklü bir yazın gelenekleri” olduğunu hep vurguladı. Kitabında da, yazarların bağlı bulundukları cumhuriyetleri belirtmeyi ihmal etmedi.

2009’da Anayasa Mahkemesi Başkanının “benimle çalışmak istemediğini söylemesi” üzerine emeklilik dilekçemi verdikten sonra (sıcak bir yazıyla anlatmıştı bu ayrılışı), Odatv sayfalarında buluştuk. Bu yazardaş buluşması daha sonra soL Gazete ve soLPortal’da sürdü. Sosyalistlerin Meclisi ve Sol Cephe eylemsel/fikirsel buluşma alanlarımız oldu.
Odatv yazılarımı kitaplaştırma önerisine, yayımlanmış yazılardan kitap yapmaya sıcak bakmadığımdan, gönüllü olmadım ama kıramadım İdil’i… Bir de baktım kaşla göz arasında kitap için “önsöz” yazıp göndermiş, bir de Sevgili Oğuz Oyan’a “önsöz” yazması talebinde bulunmuş, onu da almış bile. Kitap iki önsözle hazırlandı ama yine de benim gönülsüzlüğümle yayımlanamadı.
“Dünyayı kavrayışı kitaba yansıtma” başlıklı önsöze şöyle başlıyordu Sevgili İdil: “Önsöz yazmak zordur. Öncelikle kitabı iyi bileceksiniz, haydi onu bildiniz, yazarı çok iyi tanıyacaksınız. Yazarı da çok iyi tanıdınız, yetmiyor; yazarın dünyayı kavrayışını kitabına yansıtıp yansıtmadığını değerlendireceksiniz. Bu koşulları bir araya getiremiyorsanız eğer, çok sevdiğiniz dostunuz için bile kolları sıvadıysanız, kollarınızı eski haline getireceksiniz. Önsöz hatır kaldırmaz…”

O, Anayasa Mahkemesinden ayrılma maceramı ve yayımlanamayankitabın önsözünü yazmıştı her zamanki ustalığıyla. Ama ben, hastalığının ağırlığını bile bile ardından yazmayı hiç düşünmedim ya da düşünmek istemedim. Sevgili Dostum artık yazamayacak ama o kadar çok, o kadar dolu dolu yazdı ki, hep okunacak; okundukça da yaşayacak.

Ve tabii ki satranç: Mümtaz İdil’in olmazsa olmazı… Dünyayı satrançla okuyan insan olmak kolay değil. Satrancın siyaseti ve sınıf karakteri konusunu açtığımda hep heyecanlanırdı.
“Bütünü görebilmeyi başardığında insan, ayrıntının bu bütün içerisindeki rolünü daha rahat anlayacaktır” diyerek ve satrancın gelişme tarihinegönderme yaparak şöyle bağlardı sınıfsallık konusunu:
“Bir Piyon, tüm oyun içerisinde beklenmedik bir hamle yaptı… Hiç önem verilmeyen, tahtanın en değersiz taşı olarak görülen Piyon, beklenmedik bir hareketle tehdit unsuru oldu. Tüm gelişmelere böyle bakmak gerek. Tabii burada, ‘Piyon nasıl bir hamle yaptı?’ sorusunun sorulması gerek haklı olarak.

Rahat uyu Sevgili İdil. Piyonlar tarihsel hamlelerine hazırlanıyor ve Sen o hamleleri yapabilmemiz ve yazabilmemiz için bize çok yol gösterdin, rahat uyu…

Ali Rıza Aydın / SOL

20 dakikalıksınız - İLKER BELEK

Biz, her türlü kötülüğü gözünü kırpmadan yapan ABD ile bir saniye bile aynı ortamda bulunmayı zül sayar, yalnızca emperyalizmle savaş için kullanılıyorsa zamanı kriter olarak alırız.

Durum böyleyken 20 dakikanızı gündem yapıyoruz, zira randevunun zamanlamasından, Amerikan başkanlarının mimik ve jestlerinden, kullandıkları iki kelimeden, görüşmenin süresinden olmadık anlamlar çıkarmak en önemli meşgalenizdir.

20 dakikada ne konuşulabilir ? Koridorlar geçilecek, salona girilecek, masanın çevresine oturulacak, çevirmenler başkanların kulak hizasına konuşlanacak, çeviri zaman alacak, sonra veda faslına geçilecek…

Siz hala ısınmak için bile yeterli olmayan bu süreye sıkıştırılmış görüşmeden zafer çıkarmaya çalışıyor ve Amerika ile ilişkilerde bir dönüm noktası oluşturduğunu iddia ediyorsunuz.

Oysa anlamsızlığı daha baştan belliydi.


Trump diyeceğini en müstesna şahsiyetlerinizin suratına karşı bir hafta önce söylemiş, YPG’ye ağır silahlar vereceğini açıklamıştı.
Elinizdeki YPG dosyasının hiçbir kıymeti olmadığı gibi Fethullah’la ilgili diyeceklerinize de kulak asmayacakları uzun zamandır sergiledikleri hallerle ortadaydı.
Üstelik görüşme gününün sabahı Gülen’in Washington Post’ta yazısı yayımlanıyor ve terör örgütünün şefi Türkiye’nin tarafınızdan tanınmaz hale getirildiğini haykırarak, bir devlet başkanı hakkında ağza alınmayacak laflar ediyordu.
Anlaşılan Trump FETÖ konusundaki tutumunu daha toplantıya girmeden darbecisinin ağzından duyurmayı münasip görmüştü.

ABD’nin kararı çok uzun süredir net. Kürt devletleşmesine dair süreç işletilecek, Gülen kullanılmaya devam edilecek. Emperyalizm için İslam en muteber araçlardan birisidir.

15 Temmuz tam sizin dediğiniz gibi Amerikancı bir darbe girişimiydi. Cemaat çok beceriksiz çıktı ve olay girişim seviyesinde kaldı. Bu arada Putin’in desteğini de unutmamak gerekir.

Peki, daha düne kadar darbenin arkasındaki güç olarak değerlendirdiğiniz Amerika’da şimdi ne işiniz var ? Emperyalizmin, devlet yapısı dağıtılmış bir çevre ülke istedi diye verdiği kararlardan cayacağını, Obama’dan Trump’a Amerikan dış politikasında keskin bir dönüş olacağını mı bekliyordunuz ?

Görüşme sonrasında yapılan ortak basın toplantısında Trump’ın kullandığı iki dakika içinde ettiği laflar ise ABD’nin Türkiye’ye hala hangi referans noktasından bakmakta olduğunun anlaşılması bakımından öğretici.

Bu cahil patronun Türkiye’de gördüğü Kore’de Amerikan askerlerinin yerine ölen Mehmetçikler ve komünizm, yani eşitlik düşmanlığıdır. Türkiye gericiliğine biçtikleri rol budur.

Ama yine de durumlar biraz değişti.

Truman Menderes’in Kore ricasını kabul etme “nezaketi” göstermişti. Siz şimdi “Rakka’da bizi kullanın, yeter ki YPG’den vazgeçin” derken artık oralı bile olmuyorlar.

İlker Belek / SOL

19 Mayıs yasağı - ÖZGÜR MUMCU

Malum, milli bayram kutlamaları son altı senedir çeşitli gerekçelerle iptal ediliyor. İptal kural, kutlama istisna oldu olacak. Bunun elbette rejim değişikliğiyle bir ilgisi var. 23 Nisan’ın yerine nedense “Nisan”a sabitlenmiş Kutlu Doğum Haftası ve 19 Mayıs’ın yerine de Bilal Erdoğan önderliğinde oklu, ciritli, şalvar güreşli “Etnospor” etkinlikleri getirilmek isteniyor. Bu iki etkinliğin, iki milli bayramın hemen öncesinde düzenlenmesi herhalde tesadüf değil. 


19 Mayıs alerjisi o kadar büyük ki, Beşiktaş Belediyesi’nin 19 Mayıs şenlikleri İstanbul Valiliği tarafından iptal edildi. Hangi gerekçelerle? Vali yardımcısı imzalı belgeye göre şenliğin onaylanmama sebepleri şöyle belirtilmiş: “Ülkemizin bulunduğu şartlar, provokatif eylem ve olayların meydana gelebileceği, etkinliklere katılacaklar dahil halkın huzur, güven ve esenliğinin kamu güvenlik ve düzeninin bozulmasına ve toplumda panik oluşmasına sebebiyet verebileceği...”
 

Bu ay gerçekleşen Bilal Erdoğan’ın şenliğine, Beşiktaş İlçe Eğitim Müdürlüğü’nün Bilim, Kültür, Sanat, Spor Şenliği’ne, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Yarı Maratonu’na ise valilik izin vermiş.
Yani “ülkemizin bulunduğu şartlar” iktidarın düzenlediği etkinlikleri etkilemiyor. Valilik provokasyon ihtimalini, kamu düzeninin bozulmasını falan sadece muhalefet belediyelerinin etkinlikleri söz konusu olunca hatırlıyor. 


Gerçi onu da ne kadar hatırladığı şüpheli. 19 Mayıs yasağı sorulduğunda İstanbul Valisi konudan habersiz olduğunu açıkladı. Yani valinin yardımcısı, validen habersiz 19 Mayıs şenliğini iptal edebiliyor. Astlarına inisiyatif vermek konusunda özel sektörü kıskandıracak bir valimiz var.
Parti devleti milli bayramların önüne set çektikçe bayramlara halk sahip çıkıyor. Resmiyetten uzaklaşıldıkça milli bayramlar sıkıcı bir formalite değil hakiki bir bayram havasına kavuşuyor. Bu da Cumhuriyetin kurucu değerleriyle derdi olanlara belli bir hayli dert oluyor. 


Beşiktaş Belediyesi, İstanbul Valiliği’nin kararını üzüntüyle karşıladığını açıkladı. İş burada kalırsa, üç beş sene sonra 19 Mayıs hatırlanmaz hale gelir ve mayıs ayında Gençlik Bayramı niyetine hep beraber Bilal Erdoğan’ın okçularıyla ciritçilerini izleriz.


CHP özellikle “mühürsüz seçim”den bu yana seçmen kitlesinin ve partililerin önemli bir kısmı tarafından pasif olmakla suçlanıyor. 19 Mayıs yasağı bu açıdan da önemli. Cumhuriyet’in kurucu partisi, genel başkanı ve tüm örgütüyle bu yasaklara karşı koymazsa, bu suçlamaların partide yaratacağı sarsıntılar artacaktır. 


Bir vali yardımcısının keyfi ve çifte standartla sakat yasağına karşı bu şenlik Kemal Kılıçdaroğlu’nun da katılımıyla yapılmalıdır. Gerekirse Yenikapı’da.


Yoksa protesto etmenin, üzüntü ve kaygı bildirmenin iktidar cephesinde bir karşılığı yok. 


Şenliği yapın, bayramı kutlayın. İstanbul Valisi’ni de davet edin. Nasıl olsa yasaklamadan haberi yok. 

Yapmayacaksanız seneye giyin şalvarları Etnospor festivalinde güreşin.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Ruhani’ye karşı ‘Katliam Ayetullah’ı’ - Nilgün Cerrahoğlu

Asgar Farhadi’nin Oscarlı son filmi “Satıcı”yı izlerken, yıllar içinde İran’ın ne kadar değiştiğini düşündüm.
Nerede Panahi’nin-“Çember”, “Ofsayt” gibi-“dinci rejimi” bodoslamadan hedef alan
o siyasi duyarlılık dozu yüksek filmleri?
Nerede Farhadi’nin, özde bir Tahran öyküsü olmakla birlikte; dünyanın herhangi bir yerinde geçebilecek ikili ilişkilerdeki “yabancılaşma” serüvenleri? 
 
Son dönem İran sinemasının yükselen yıldız yönetmeni Asgar Farhadi’nin sinemasından baktığımızda “normalleşen” bir İran toplumu izliyoruz.
37 yıl öncesinde kalan “İran devrimi” artık veri olmuş. Bu veriyi içselleştiren Farhadi, bundan böyle çarpık kentleşmeyle kabuk değiştiren, dikişleri atan bir toplumda değişen ilişkiler ve değerler skalasını anlatıyor.
Yarın ilk turu yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri önümüze işte bu yeni “Farhadi İran’ının tablosu”nu koyuyor.
Sandığın en önemli fay hatları “İran’ın dünyayla bütünleşmeyi sürdürüp sürdürmemesi”, “halk ve elitler kavgası”, “işsizlik ve ekonomik sorunlar”, “yolsuzluk” diye sıralanabilir.
 
Siyah ve beyaz İran

 
Cumhurbaşkanlığına ikinci dönem sahip çıkmak isteyen 68 yaşındaki Hasan Ruhani, mimarı olduğu nükleer anlaşma üzerinden bu seçimleri, dünyaya açılmacılarla içe kapanmacılar arasında büyük bir referanduma dönüştürüyor. 
 
Farhadi gibi entelijansiyanın önde gelen isimleri ve de kentli, eğitimli orta sınıfların coşkuyla desteklediği Ruhani’nin karşısında dini lider Hamaney başta olmak üzere “kurulu düzenin” adayı İbrahim Reisi var. 
 
İran devrimi yapıldığında 19’unda olan ve daha 23 yaşındayken “devrim başsavcı yardımcısı” sıfatıyla binlerce muhalifi göz kırpmadan darağacına yollayan Reisi, şimdi “dış açılımcı elitlere” karşı bol din retoriğiyle sözde “halkın” bayrağını yükseltiyor.
Reisi’nin ardında hizalanan isimler arasında kendi adına fiilen kampanya yapan ama son anda Ruhani’ye karşı “muhafazakâr safları sıklaştırmak” için yarıştan çekilerek Reisi’ye destek veren Tahran belediye başkanı Muhammed Galibaf var. 
 
Biz yüzde 96’yı temsil ediyoruz. Ruhani yüzde 4’ün adayı!”sloganıyla kampanya yapan “yüzde 96’cı” Galibaf gibi, Reisi de “din değerleri”nin yanında “biz gerçek halkız!” mesajını işliyor.
Bir çeşit “beyaz İranlılara karşı siyah İranlılar” durumu yani.
Beyaz İranlılar”ın adayı Ruhani oluyor. 
 
Siyah İranlıları” da, Humeyni yıllarında altına imza attığı idamlar yüzünden “Katliam Ayetullah’ı” olarak anılan Reisi temsil ediyor. 
 
Cumhurbaşkanlığında “5 milyon iş yaratmayı” vaat eden Reisi, Ruhani’yi en zayıf noktası olan işsizlik üzerinden vuruyor. Son 4 yılda yüzde 11’den yüzde 12’ye çıkan yüksek işsizlik silahıyla Ruhani’yi yerden yere vuran Reisi, kırsalın ve çevrenin adayı olarak öne çıkıyor.
 
İkinci tur kaçınılmaz görünüyor
Son dönemde bu çevre-merkez, kırsalla büyük kent kapışmasını ve sınıf farklılıklarının en sert biçimde öne çıkmasını; ABD seçimlerinden Fransa’ya dek bütün büyük sandık sınavlarında gördük.
ABD’de Trump çevrenin, Hillary merkezin adayıydı. 
 
Fransa da aynı şekilde çevrenin Le Pen’i desteklediğini, merkez’in Macron’u yeğlediğini izledik. İran’da da işte şimdi bunu andıran bir dalga fark ediliyor.
 
İran’da geleneksel olarak cumhurbaşkanları, 2. dönem de hep seçilegelmiş.
Bizzat adıyla özdeşleşen nükleer anlaşma etrafında hâlâ bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalardan ötürü Ruhani’nin 2. dönemi garantilemesine ne ki çantada keklik gözüyle bakılmıyor.
Gayriresmi yoklamalara göre önde görülen Ruhani’nin kozlarını 2. turda Reisi ile paylaşması bekleniyor. 
 
Ruhani nin Reisi’ye karşı kullandığı başlıca silah ise “yozluk” ve “yolsuzluk”. 
 
Ülkenin en zengin dini vakıflarından birinin başında bulunan Reisi’nin vergiden muaf olmasını, -Türkiye’de benzerine rastlamadığımız!- adaylar arasındaki açık TV tartışmalarında dile getiren Ruhani rakibine, “Nasıl oluyor da herkes vergi öderken siz ödemiyorsunuz?” diyerek kafa tutuyor.
Elit-halk ayrımı ne denli hassas ise bu “yolsuzluk” meselesi de İranlıların o denli duyarlılık gösterdiği bir konu. 
 
Yarın sandıktan çıkacak olan tablo, “yeni İran”ın kimyasını sergilemek açısından ilginç bir rehber sunacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hegemonyalar çarpışınca... - ERGİN YILDIZOĞLU

Pekin’de 14-15 Mayıs’ta toplanan uluslararası “Bir Kuşak ve Bir Yol” (BKBY) forumu, Atlantik’ten Pasifik’e uzanan, Robert Kaplan’ın deyimiyle, “süper kıtanın” üzerinde iki hegemonyanın birbirleriyle çarpışma yolunda ilerlediklerini düşündürüyordu. 
 


İki hegemonya
Bu, iki hegemonyadan biri, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD liderliğinde şekillenen, Soğuk Savaş’tan sonra küreselleşme kavramıyla tanımlanan, “Batı” kapitalizmine ilişkin. Diğeri de Çin’in yükselmeye başlamasının bir ifadesi olarak şekillenmekte olan bir hegemonya. Bu iki farklı hegemonya alanına iki farklı “küreselleştirme” projesi olarak da bakabiliriz. 
 
Avrupa ekonomik krizin, Afrika ve Ortadoğu’da yerel savaşların kustuğu göçmenler dalgasının kültürel basıncının altında çözülüyor. İslamcı terörizmin saldırıları bu kültürel basıncı büyütüyor. ABD’de Trump yönetimi benzer basınçların etkisiyle hem bir yönetim krizi yaşıyor, hem de dış ticarette korumacılığa yönelmeye başlıyor. Kısacası, ABD liderliğindeki Batı merkezli hegemonya düzeni ve onun ifadesi küreselleşme çözülüyor. 
 
Buna karşılık, “Doğu”da, Çin’in, Afrika’da ekonomik ilişkilerin çok ötesine geçen varlığının yanı sıra, ifadesini “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde bulmaya başlayan, yeni bir hegemonya ve “küreselleştirme” (ekonomik entegrasyon) süreci şekilleniyor. Peleponnes Savaşlarından (MÖ 460-404) bu yana tarih, yükselen hegemonya ile gerileyen hegemonyanın çatışmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyor.
 

Hep aynı öykü
Sermaye birikim süreci kısa sürede kendi ürettiği sınırlarına çarpar. Kârlar düşmeye başlarken talep yetersizliği, atıl kapasite, yatırılamayan mali sermaye fazlası sorunları ortaya çıkar. Sermaye, maliyetleri düşürmek için yeni kaynaklara, yeni yatırım olanakları, yeni talep bulmak, hatta ürettiği nüfus fazlasını göndermek için yeni alanlar aramaya başlar. Benzer süreçleri yaşayan sermayelerin kaynaklar, ekonomik alanlar üzerindeki rekabeti ister istemez sertleşir, devletler devreye girmeye başlar. 
 
Çin kapitalizminin öyküsü de farklı değil. Çin’in, 1990’lar boyunca, yılda ortalama yüzde 10’a ulaşan büyüme oranları, 2000’li yıllarda yavaşlamaya başlarken özellikle Afrika’da büyük altyapı yatırımları yaptığına, limanlar, maden işleme kompleksleri kurduğuna, bu kıtaya nüfus aktarmaya başladığına ilişkin “neo-kolonyalizm” öyküleri okumaya başladık. Batı kapitalizminin mali krizini izleyen son on yılda Çin’in, sermaye ihracı, kaynaklara ulaşma, nüfus transfer etme (yerleşimci yaratma) çabaları yoğunlaştı. Çin 2000 yılında sadece 4 ülkenin en büyük ticaret ortağıyken bu sayı, ABD’yi de kapsamak üzere 100’e çıktı. 
 
Kaba iktisadın “Çin’den sermaye kaçmaya başladı” diye anlamadan sevindiği olgu da Çin’in devlet şirketlerinin yanı sıra özel kapitalizminin de sermaye ihraç etmeye başladığını gösteriyordu. Çin’in yatırımları, gönderdiği nüfus, Afrika ekonomilerini, toplumlarını Çin’in gereksinimlerine uygun biçimde değiştirirken, gelecek on yılda 1.6 trilyon dolar Çin sermayesini emmesi beklenen “BKBY” projesi de “Süper kıtanın” Orta Asya alanını, ticareti hızlandıracak altyapı yatırımlarıyla, tren yollarıyla, kredilerle, Çin ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendirmeyi amaçlıyor.
Aynı alanda, daha ufak çaplı da olsa benzer bir proje geliştirmeye çalışan Hindistan, Çin’i yeni sömürgecilikle suçluyor, ABD, Almanya ve kimi Avrupa ülkeleri, BKBY projesinden, esas olarak Çinli şirketlerin yararlanacağına inanıyorlar. 
 
Bu tepkiler, hegemonyaların gelecekte bu projenin coğrafyasında çarpışacağını, bu coğrafyada yer alan ülkelerin, halklarının, bir emperyalist paylaşım rekabetinin hedefi olabileceğini düşündürüyor.
Bu iki hegemonyanın birbirine sürtünmeye başladığı noktada, Türkiye’nin birinci kaygısının, bu hegemonyalardan birine yanaşmayı değil, çatışmaya taraf, paylaşıma konu olmaktan kendini koruyacak önlemleri düşünmesi gerekiyor. 
Bir anlamda II. Dünya Savaşı’ndaki İsviçre gibi…

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

İnsanlık örgütü nasıl çökertildi? - ORHAN GÖKDEMİR

10 gün önce İstanbul Küçükçekmece’de “DHKP-C’ye yönelik” olarak düzenlendiği polis operasyonunda 18 yaşındaki Sıla Abalay öldürüldü. İddiaya göre, daha çocuk yaştaki Sıla Abalay polisle çatışmaya girmişti. Gerisi bildik hikâyeler. Mahalle kapatıldı, etrafta kim varsa gözaltına alındı, ev mühürlendi. Abalay’ın cesedi zırhlı araçlar eşliğinde otopsi için Yenibosna’daki Adli Tıp Kurumu’na götürüldü.


Gece geç saatlerde gerçekleşmişti olay. Daha neyin ne olduğu belli değildi. Olayı ilk duyuranlardan biri “Alo Fatih”i ile ünlü Habertürk Televizyonuydu. “Son dakika” anonsuyla verdiği haberde örgütün üst düzey yöneticisinin polis tarafından ölü ele geçirildiğini duyuruyordu. Sonra Habertürk’ü diğerleri takip etti. Çok emindiler, DHKP-C örgütünün üst düzey yöneticisi “ölü ele geçirilmiş”ti.
Sabah olduğunda olayın hiç de havuz medyasının söylediği gibi olmadığının emareleri ortaya çıkmaya başladı. Mahalle ve apartman sakinleri bir çatışma sesi duymamıştı. Abalay’ın kaldığı ev savcılık tarafından mühürlendi. Olay yerinde inceleme yapmak isteyen avukatlar, daha önce böyle bir uygulamayla karşılaşmadıklarını belirttiler ve "İnceleme yapıldıktan sonra ev sahiplerine teslim edilir, mühürlenmez" dediler.

Ardından “örgütün üst düzey yöneticisi olduğu iddia edilen Sıla Abalay’ın 18 yaşında olduğu ortaya çıktı. Havuz medyası bu durum karşısında geri adım atmadı, onlar örgütün derin stratejisini biliyorlardı. Örgüt gençlere yönelmişti, yönetsel kadrolara da gençleri getiriyordu.
Takvim’den, Ulusal Kanal’a kadar her boydan basın bu “acı gerçeği” yüzümüze çarpmaya devam etti. Bu arada Sıla’ya bir de eylem yakıştırdılar. 7 Aralık 2016’da İstanbul’da Cumhuriyet Savcısı ve iki koruma polisinin bulunduğu araca ateşi o açmıştı.

O gün bu tavrı üretenlerden birinin havuz medyasının yeni keşfi Benan Kepsutlu adlı bir kadın muhabir olduğu bilgisi düştü sosyal medyaya.

***

Sıla Abalay iki yıl önce Berkin Elvan’in polis tarafından öldürülmesini protesto eylemlerine katıldığı gerekçesiyle yine kendisi gibi 16 yaşında bir arkadaşı ile birlikte tutuklanmıştı. Sıla ve arkadaşı adli suçlular ile aynı koğuşa konunca siyasi koğuşa geçmek için 17 gün boyunca açlık grevi yapmış ve sonunda siyasi koğuşa geçmeyi başarmıştı. İki ay tutuklu kaldı, sonra tahliye edildi Sıla. Ama cezaevinden çıkmadan yine gözaltına alındı, gece yarısı salındı. Sıla’nın öldürülmesinin ardından bu hikâye de basın tarafından aleyhinde delil olarak kullanıldı.

Berkin’den sonra hep böyle. Onun için de “elinde sapanı var, polislere bilye atıyordu, teröristti” demediler mi? Hâlbuki daha fiil ehliyeti yoktu Berkin’in. Çocuktu, ana kuzusuydu.
Polis ve devletin bu tür olaylardaki yaklaşımı bildiğiniz gibi. Sıla’dan önce iki çocuğu panzerle ezdiler, ezen polislerin adını bile bilemiyoruz. Basın yok, yargı yok, hukuk kaldırıldı. Olayda pek çok kuşkulu nokta almasına rağmen önceki gün Sıla’nın mezarına çiçek bırakan başka çocukları gözaltına aldı polis. Madem polis onun suçlu olduğunu söylemişti, bunu kabul etmeyen de suçluydu. Bu olaydaki asıl alçaklık ise “basın”ın tavrı. Olayın veriş biçimi basının nasıl bir ağır çürüme içinde olduğunun da göstergesi. “Bu olmaz” diyen bir muhabir yok artık içlerinde, “araştırdınız mı” diye soracak bir haber müdürleri yok. “18 yaşındaki kız çocuğundan üst düzey örgüt yöneticisi mi olur, salak mısınız, vicdanınızı mı kaybettiniz” diyecek editörleri çoktan kapının önüne koydular. Vaziyetleri bu. Baştan ayağa alçaklıktan ibaret bir havuzda boğulmamak için çırpınan zavallılar sürüsüdür artık basın.

***

Basın artık iktidar adına bir yalan üretme mekanizması. O mekanizmanın içinde yer alanlar da zamanla birer yürüyen yalana dönüşüyor haliyle. En çok yalan üretenler de Habertürk, CNN Türk ve NTV’nin oluşturduğu “ana akım” haber medyası. İktidardan, onun kolluk güçlerinden gelen her açıklamayı emir telakki edip yayınlıyorlar. İktidar sözcüleri konuştu mu ülkedeki bütün haber kanalları hazır ola geçiyor. Sıla Abalay vakası işte bu çukurdaki sıradan vakalardan biri.
Habertürk de gece saat 03.00 haber bülteninde muhabir Benan Kepsutlu’ya bağlandı, olayın aslını sordu. Muhabirdeki bilgi polisten fazlaydı. 18 yaşındaki Abalay, örgütün “en üst düzey ismi”ydi ve “İstanbul sorumlusu”ydu. Örgütü 14 yaşında girmiş üç sene de insan öldürme emri verecek kadar yükselmişti. Geçen sene daha 17 yaşındayken birçok saldırının emrini bizzat vermişti. Polis bu azılı çocuğu öldürerek büyük başarı sağlamış, örgüte büyük zarar vermişti. “Sıla öldürülünce örgüt çöktü” dememek için kendini zor tuttuğu belliydi.
Sonra bu başarılı muhabirin “CV”sine baktılar. “Yaptım” diye yazdıklarının yarısı yalandı. Yalanın medyasının yalan muhabiri önemsiz bir yalan söylemişti. Geleceği parlaktı…

***

Cinayetten bir iki gün sonra bir polis açıklaması daha düştü basına. Ardahan'da toprağa verilen ve mezarına çiçek bırakan çocukların bile gözaltına alındığı Sıla Abalay baskın yapılan o evde tesadüf esiri bulunuyor olabilirdi. Polise göre operasyondaki asıl hedef 25 yıldır aranan bir TİKKO üyesiydi.
Sıla öldürüldü ve sessiz sedasız gömüldü. 18 yaşında gözlerinin içi gülen bir kız çocuğuydu. Benan Kepsutlu rahat. Söyledikleri için vicdan azabı çektiğine değin bir emare yok. Kanalın haber müdürü ve editörleri de çıkıp bir açıklama yapmadı. Herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatını sürdürdü. Çünkü onlar emir kuluydu, evde bekleyen çocukları vardı, eve ekmek götürmek zorundalardı.

18 yaşındaki Sıla Abalay nahak yere öldürüldü. Tehlikeli bir örgütün üst düzey yöneticisiydi. Benan Kepsutlu öyle dedi. Sıla ile birlikte “insanlık örgütü” de çökertildi. İnsansız bir ülkedeyiz şimdi…

Orhan Gökdemir / SOL
(Bu yazı haftalık siyasi dergi BOYUN EĞME'nin 12 Mayıs 2017 günü çıkan 74. sayısında yayınlanmıştır.)

Öne Çıkan Yayın

Yandaş şirketler zeytinlikleri istedi: İşte o skandal mektup! -Bahadır Özgür /halkTV-

Meclis’te görüşülen ve başta zeytinlikler olmak üzere koruma altındaki alanları, sulak bölgeleri madenciliğe açan torba yasanın arkasından, ...