25 Ekim 2017 Çarşamba

Laiklik bu mudur?- MİNE SÖĞÜT

Ron Mueck’in Abdülmecit Efendi’nin tarihi köşkünde sergilenen heykelini “çıplak” diye hedef alan...
“Böyle” bir sanat eserinin Osmanlı’nın son halifesine ait bir mekânda sergilenmesini dine ve geleneklere hakaret olarak kodlayacak kadar kör cahil olan...
O cehaletten beslenen edepsizlikle sergi mekânına dalan...
Bir avuç adam bağırıyorlar;
“Laiklik bu mudur?”
Yaptıkları iş rezil; ama sordukları soru tam yerinde.
“Laiklik bu mudur?”
Evet, laiklik tam da budur.
Laiklik...
Bir ülkede yaşayan herkesin...
En eğitimlisinden en eğitimsizine, en akıllısından en aptalına, en zengininden en fakirine, en sağcısından en solcusuna, en yaşlısından en gencine, en dinsizinden en müminine kadar her kesimin...
Din ve sanat işlerini birbirinden ayırabilmesidir.
Bu ayrımı yapabilecek temel algıyı bünyesinde barındırmasıdır.
Sanatın evrensel dilini anlamasa, bilmese ya da ona karşı kayıtsızlığı tercih etse bile...
Kimseyi sanata düşman olmaya kışkırtmamasıdır.
Ve kimse tarafından da buna kışkırtılamamasıdır.
Anlamadığı, bilmediği şeyi dilerse anlamaya, öğrenmeye çalışabileceği olanaklara sahip olmasıdır.
Dilerse o yaratıcılığın bir parçası olabilecek fırsatı bulmasıdır.
Sanatın dilinden korkmamasıdır.
Cahilin cüretinden korkmasıdır.
Laiklik;
Cehaleti körükleyen politikalara asla prim vermemektir.
Din ticareti yapan politikacıların maskelerini itirazlarına aldırmaktan tekrar ve tekrar ve tekrar indirmektir.
Halkı arkaik korkularla eğitmeye ve yönetmeye çalışanların karşısında inatla diklenmektir.
Laiklik;
Dünyanın herhangi bir yerinde yapılmış bir sanat eserini...
Muhafazakâr ve saldırgan bir politikanın hedefi olmayı umursamadan...
Tehditlere kulak asmadan...
Baskılara boyun eğmeden...
Cehaletin cüretine prim vermeden...
Kendi bildiğinin arkasında durarak...
Evrensel etiği temel alarak...
Sanatın neye yaradığını unutmayarak...
Tekrar ve tekrar ve tekrar...
Kamuya açık her türlü sergi mekânına inatla getirmektir.
Sanatın özgür dilini sona kadar ne pahasına olursa olsun savunmaktır.
Eğer bu ülke bir gün laiklikten tamamen vazgeçerse...
Bir daha asla dilediğiniz gibi resim yapamazsınız.
Heykel yontamaz, film çekemez, şiir yazamazsınız.
Hikâyeleriniz, romanlarınız toplatılır.
Tiyatro oyunlarınız, danslarınız sansürlenir.
Sergileriniz yağmalanır, şarkılarınızın sesi sonuna kadar kısılır.
İşin kötüsü elinizden alınan haklarınız için eylem yapamazsınız, dava açamazsınız, canınızı tehlikeye atmadan haklarınız için hiç savaşamazsınız.
Laiklik...
İşte bunlar olmasın diye vardır.
Sahip çıktığı sanat da özgür düşüncenin ve cesaretin kadim kaynağıdır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Gelişigüzel olanın gidişi de güzel olur - TAYFUN ATAY

Melih Gökçek’in ömrü CHP’yle uğraşmakla geçti.
23 yıllık “Ankara saltanatı”nda CHP Gökçek için kendini var edebildiği, herkese fark ettirebildiği ve yerinden edilemez saydırabildiği “Öteki” oldu.
Gökçek hep CHP’den hareketle kendini inşa etti Ankara’da…
O yüzden bu uzun sürede başlangıçta CHP’ye yönelik hayli şiddetli, öfkeli, garezli seyreden karşıtlık çabaları, giderek nispeten neşeli ve komik hale de geldi.
2011’de Kılıçdaroğlu muhalifi “Baykalist”lerin CHP liderine Alevicilik yaftası üzerinden kazan kaldırdıklarına dair “güvenli kaynaklar”dan aldığı “duyum”u televizyonda canlı yayında ballandıra ballandıra anlatırken sordular ona; neden CHP ile bu kadar uğraşıyorsunuz diye…
Kendisini en çok hatırlayacağımız, dudak ucuna yerleştirdiği o hin gülümseme eşliğinde “Hobim o benim” diyerek yanıtladı.
Şimdi bakıyoruz şu son bir iki haftada olan bitene ve dün gelen istifa kararına da…
Onun sosyal medyada hanidir pek çok insanın hobisi haline gelmiş olmanın ötesinde artık Erdoğan’ın hobisi haline geldiğini de düşünür oluyoruz!.. 

***
Gökçek, siyasi, ideolojik ve kültürel olarak kendisi açısından “dışardaki öteki” sayılacak bir unsurla (CHP) yer yer doğal ve kaçınılmaz, ama daha çok yapay ve göstermelik çatışmalar üreterek kendisine elden geldiğince uzatabildiği bir “yerel-iktidar” ömrü var etti.
Ama o, siyasi, ideolojik ve kültürel açıdan “içerdeki öteki”ne yenildi.
Bir güç muhterisi için esas tehdit ve kalıcı yıkım odağı, kendisiyle aynı dili konuşan “içerdeki öteki”dir.
Kavganın hası, esas “içerde”dir.
Onun için çok meşhur ve anlamlıdır, “İhtilal evlatlarını yer” sözü…
Onun için her Danton’un bir Robespierre’i vardır.
Ve onun için her Sezar’ın da bir Brütüs’ü vardır…
Elbette AKP özelindeki iç çekişme yukarıdaki tarihsel örnekler kadar kanlı- bıçaklı seyretmiyor ve aman, seyretmesin de zaten!..
Fakat yaşananlara baktığımızda AKP’nin iktidar macerasında bir “Reis”in kalıp “bin reis”in elendiği kıran kırana bir iç çekişme tablosuyla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söylemek mümkün… 

***
Gökçek’in istifa edeceğini açıkladığı sosyal medya mesajı sonrasında Erdoğan’ın attığı “Gençler”e vurgun ve de vurgulu Twitter mesajlarına bakın!..
Orada “AKP Reisi”nin yıllardır dilinden düşmeyen “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının;
“Haydi gençler başlayın, haydi gençlik hop hop hop” ile yer değiştirdiğini;
“Nihavent”ten “pop”a doğru bir “gençlik aşısı”na gidildiğini;
Ve Erdoğan’ın yıllarca beraber yürüdüğü, AKP kurmayı denilebilecek pek çok ismin nihaventle nihayete erdiğini düşünür olacaksınız!..
Gül, Şener, Arınç, Davutoğlu, Atalay, Çelik, Çiçek, Topbaş
Ve şimdi Melih Gökçek, Recep Altepe; muhtemelen yarın da Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur
***
Neden böyle oldu ve oluyor peki?..
Çünkü AKP iktidarının tarihi, özde Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetçi olmaktan bir karizmatik otoriteye, tapınılası bir “kült”e dönüşmesinin tarihidir.
AKP, Erdoğan’la birlikte kol kola, omuz omuza, kafa kafaya verip beraber yürüyenlerin partisi olarak doğsa da artık “Erdoğan’la doğmuş” ve ona bağlı, ona tutkun, ona vurgun yeni bir kuşağın, işte onun diliyle “Gençler”in partisi…


Evet, AKP, “Erdoğan kültü”ne beşiklik yapmıştır.
Dolayısıyla başlangıçta AKP’nin Erdoğan’ı vardı.
Şimdi Erdoğan’ın AKP’si var.
Ve bu, parti bünyesindeki genç kuşakların gözünde böyle en çok…
O yüzden Erdoğan’la birlikte yola çıkmış herkes, bir başka deyişle kendisi dışında herkes, “metal yorgunu”!..
Erdoğan, “metal yorgunu” lafzıyla aslında “içerdeki ötekiler”i tasfiye ediyor.
“İçeri”yi kendinden ibaret hale getiriyor.
***
İleride her ikisi de siyasi yükselişlerine AKP’nin “prehistoryası” olan Refah Partisi’nde aynı zaman diliminde başlamış Melih Gökçek ve Recep Tayyip Erdoğan için çözümlemede bulunanlar belki de şöyle bir sonuca varacaklardır:
Gökçek: CHP ile uğraştı, kaybetti.
Erdoğan: AKP ile uğraştı, kazandı!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Gökçek’in gidişi - ÖZGÜR MUMCU

Çocukluğum ve ilk gençliğimde Ankara Belediyesi SHP yönetimindeydi. 1994 yerel seçimlerinde sosyal demokrat partilerin akıl almaz bir aymazlık göstererek ayrı adaylar çıkartmasıyla Melih Gökçek kıl payı belediye başkanı oldu. Çöplerden çıkan oy pusulalarının damgasını vurduğu bir hayli şaibeli bir seçimdi. 1999’daki yerel seçimlerde Gökçek’in gitmesine garanti gözüyle bakılıyordu. Ancak sosyal demokrat partilerimiz yine aynı saçmalığı yaparak seçimlere farklı adaylarla girdi ve Ankara’yı Melih Gökçek’e bir daha hediye etti.
Sonrasında AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber Gökçek, Ankara üzerindeki hâkimiyetini pekiştirdi. Unutulmamalı ki Melih Gökçek Ankara Belediye başkanlığını kazanmamış, dönemin merkez sol partileri toplam oyları yüzde 40’ları aşarken belediye başkanlığını kaybetmeyi becermiştir.
Şayet Ankara, 23 sene boyunca belediyecilikten zerre anlamayan, şehirciliğe özel bir nefreti varmış gibi kenti tahrip eden, onlu yaşlarının başında hormon dengesi henüz oturmamış bir ergenin yanında olgun kalacağı bu adamın yönetiminde kaldıysa hata kendi içlerindeki anlamsız kavgalarla yerel yönetimleri kaybeden sosyal demokrat partilerdedir.
Normal şartlar altında Melih Gökçek’in belediye başkanlığından ayrılması şenliklerle kutlanacak bir hadisedir. Ancak normal şartlar altında yaşamıyoruz ve siyasetin bütün kötü özelliklerini bünyesinde toplamış bu şahsın artık Ankara Belediyesi’ni yönetmeyecek olmasına sevinemiyoruz.
İstanbul’dan sonra Bursa ve Ankara belediye başkanlarının istifaları memleketimizde her şeyin tek bir kişinin denetiminde olduğunu bir daha gösterdi.
Bugün Sayın Erdoğan haricinde hiçbir siyasetçinin yarını belirli değildir. Melih Gökçek gibi şahsi dükalığını kurmuş birini gönderebilen bir gücün karşısında hiçbir milletvekili, bakan ya da belediye başkanı duramaz.
Aynı durum iktidarı destekleyen medya için de geçerlidir. Reisin bir sözüyle anlı şanlı köşe yazarları ya da yorumcular tarihten silinebilir.
İktidar bloku siyasetçisiyle, yorumcusuyla iradesiz bir kalabalıktan ibarettir. Reisin değneğini kaldırmasıyla hizaya girecek bir koyun sürüsünden farkları kalmamıştır.
Dolayısıyla Sayın Erdoğan haricinde hiçbir AKP’li siyasetçinin sözünün kamuoyunda bir kıymeti bulunmamakta. İki gün sonra görevden alınıp alınmayacağı belirsiz, hiçbir ağırlığı bulunmayan, kendi iradesi olmayan bu kişiler siyasi kariyerlerini Erdoğan maskesi yüzlerine uyduğu müddetçe sürdürecek birer aparattan ötesi değildir.
Ne diyelim. 
Bu kendi eserleri. Bütün çabalarından geriye devasa bir saray ve silik şahsiyetleri kaldı. Hayrını görsünler.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

24 Ekim 2017 Salı

Avrupa’nın üzerinde ayrılık hayaleti dolaşıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Katalonya, İtalya aslında Avrupa’da zor oluşturulan birliği ayrıştıran bir süreci tetikleyecek gelişmelerin başlangıcı sayılabilir. Fransa’nın Korsika sorunu daha bitmedi.

Katalonya yolu açtı. Zaten birliğini sağlayalı şunun şurasında fazla zaman olmayan İtalya’da da ayrılık için değilse bile daha fazla özerklik için iki bölge referanduma gitti. Bağlayıcı olmayacağı bilinmekle beraber referandum sonucu Lombardiya ve Veneto bölgesinde merkezi yönetimden daha geniş haklar almayı isteyenlerin çoğunlukta olduğunu gösterdi. Demek ki söz konusu bölgelerin vatandaşları şimdiki özerklik seviyesinden memnun değiller. Bunun ilerisi için ciddi bir tehlike sinyali olduğu düşünülebilir. Avrupa’nın bir çok ülkesi yakında buna benzer sorunlarla karşılaşacak.

İtalya, birliğini sağlayalı çok uzun olmadı. Şimdi İtalya olarak adlandırdığımız ada üzerinde 19 yüzyıla kadar şehir devletleri mevcuttu. Sicilya ile Sardunya adaları da çok güçlüydü, Hepsinin kendi anayasaları vardı. Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik dalgasının etkisiyle gelişen İtalyan milliyetçiliği sayesinde 1870’de İtalya Krallığı kuruldu, başkenti Roma olan.

İtalyanlık etrafında birleşmiş toprak  sahiplerinin yönettiği bölgeler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yetkileri belli kurallara bağlı bölgeler haline geldiler. 1948’de kabul edilen İtalya Anayasası’nın 116. Maddesine göre ülke 20 ayrı bölgeye bölündü. Sardunya ile Sicilya’nın da aralarında bulunduğu beş bölgeye de otonomi verildi. Bu 20 bölgenin hepsinin kendi parlamentoları, hükümetleri var. Bu bölgelerin halk tarafından seçilen başkanları bulunuyor. Kendilerine ait bayrakları bile var. Yani İtalya aslında paramparça bir ülke.

Bu 20 bölgenin 15’i içişlerinde özgür. Ama mali konular ile dış politikada merkezi hükümete bağlı durumdalar. Otonom olan beş bölge ise dış politikada yine merkezi hükümete bağlılar ama mali konularda bağımsızlar. Topladıkları vergilerin yüzde 60’ını kendilerine ayırıyorlar. Bu otonom bölgelerin bir özelliği de konuşulan dillerin Fransızca ya da Almanca olması. Sardunya ve Sicilya’da da yerel diller var ama merkezi hükümet bunları resmi dil saymıyor, bu da ileride sorun yaratacak bir durum.

İşte daha fazla özerklik için iki gün önce referanduma giden Lombardiya bölgesi ya da eyaleti 1948 Anayasası ile özerlik verilmiş 20 bölgeden biri. Başkenti de Kuzey İtalya’nın en büyük kenti olan Milano. Tarihi bir arka planı var bu bölgenin. Adını Lombardlar’dan alıyor bir kere.Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra güçlü bir krallık kuran bir kavimdir bu. Çok defa Fransızların işgaline uğramış bir krallıktı ama hep Almanya’ya bağlı kaldı., Almanya’nın köklü Habsburg hanedanınca yönetildi. Bir ara Nalopyon tarafından Fransa’ya dahil edildi ama sonra Avusturya’ya geçti.

1815 yılındaki meşhur Viyana Kongresi İtalya’nın hanedanlara geri verilmesini öngörüyordu. Kongre İtalya’yı yedi hükümete bölmüştü. Piemonte bunlar içerisinde en güçlü olanıydı. Bu yedi hükümetin tümü mutlakıyetle yönetilen hükümetlerdi.

Lombardiya bölgesi, İtalyan Birliği kurulunca bu birliği oluşturan Piemonte hanedanına katıldı.O gün bugündür İtalya içindedir.Dediğim gibi 1948 Anayasası gereği de özerklik tanınan 20 bölgeden biridir. Şimdi eski krallık hayaliyle yaşayan Lombardiya Krallığı yanlıları cılız da olsa varlar. Bölgenin İtalya’dan ayrılmasını istiyorlar ama taraftar bulmuş değiller. Bu nedenle “davalarına” destek verdiği için onlar da faşist Umberto Bossi’nin Kuzey Ligi’nin “fakir Güney’i beslemek zorunda mıyız” diyerek ekonomik gerekçelerle kurma mücadelesini verdiği “Po Ovası Cumhuriyeti”ni destekliyorlar. Ama bu referandum bunlarla ilgili değildi. “Lombardiya ve Veneto bölgelerinde, vergi yönetimi de başta olmak üzere öz kaynakların kullanımında etkin söz sahibi olmayı öngören özerkliğin, merkezi hükümetten talep edilip edilmemesine yönelik istişare referandumuna gidildi”. 20 bölgeden 5’inde zaten yüksek özerklik var, bunlara bu iki bölge de katılırsa bu yeni bir şey olmayacak, ancak Katalonya ile birlikte Avrupa’da bir araya getirilmiş milletlerle oluşturulmuş “ulus devletler”de çeşitli çatlamalar olacağına ilişkin kuşkuyları arttıran gelişmelerin bir işareti olarak görülüyor İtalya referandumu.

Peki Korsika sorunu ne olacak?
Katalonya en sarsıcısı oldu kuşkusuz, İtalya şimdilik sadece ilerisi için bir tehlike sinyali, peki tüm bu gelişmelere, şimdi uzun süre bastırılmış bir sorun olan Fransa’nın Korsika Sorunu’nu yeniden canlandırabilir mi? Korsika dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askeri olan Napolyon’un doğum yeri, malum. 250 bin nüfuslu bir ada. Konuşulan dil de Fransızca değil, ada nüfusunun çoğunluğu Korsika dilini konuşuyor. Adanın Fransa’dan bağımsızlığını kazanması için 1970’ten beri mücadele veren örgütler var. Bu örgütlerin eylemleri sonucu Fransa Korsika’ya 1982’de “özel statü” tanımıştı. Ama bu Korsikalıların bağımsızlık isteklerini önleyemedi. Ada hâlâ Fransa için, şimdilik bastırılsa da hala sorun.
1998’de dönemin Korsika Valisi öldürülmüştü örneğin. Fransa 1991’de dönemin İçişleri Bakanı’nın adını taşıyan bir yasayla adanın mevcut statüsünü daha da yükseltti ama bu da bağımsızlık savaşı veren örgütleri durduramadı.
Korsika halkı kendi dilini konuşuyor ama resmi dairelerde Fransızca konuşmak, okullarda Fransızca eğitim görmek zorunda. Fransa Korsika dilini resmi diller arasında saymak yerine France 3’de haftada 40 dakika Korsika dilinde yayın yapıyor.

Korsika Ulusal Kurtuluş Cephesi

Adanın Fransa’dan bağımsızlığını alması için silahlı mücadele veren örgütlerden en tanınmışı Korsika Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale Corse –FLNC). 60’lardan beri başlayan tüm Fransa karşıtı hareketler bu örgüt adı altında toplandı. FLNC, devlet dairelerine, “yabancı” olarak tanımladığı Fransızlara, Fransız bankalara ve ticari kurumlarına saldırılar gerçekleştirdi. Örgütün uzun zamandır yasal siyaset yapma arayışı içinde olduğu da biliniyor.
Katalonya, İtalya aslında Avrupa’da zor oluşturulan birliği ayrıştıracak bir süreci tetikleyecek gelişmelerin başlangıcı sayılabilir. Şimdilik zor görünse de Almanya için de benzeri bir süreç kendisini gösterebilir. Bu ayrılık istekleri bir etnik, dini, mezhebi gerekçeye dayanmak zorunda da değil. Bölgesel gelişmişlik de kopuş için bahane edilebilir. Avrupa’nın övündüğü külütrel siyasi birliğin aslında pek de köklü ya da sağlam olmadığını gösteren  örneklerle karşılaştık son aylarda. Katalonya biten değil ciddi olarak başlayan bir sorun, Korsika mutlaka patlayacak bir kriz. Emperyal güçler, Balkanlar’da Yugoslavya’yı parçalarken, Ortadoğu’da haritayı değiştirirken, uzak Asya’da savaş kışkırtıcılığı yaparken üzerinde bulunduğu zeminin kaydığının farkında değil.

Avrupa, “üzerinde nasıl bir hayalet dolaştığını” herhalde henüz fark edemedi. Bu, ayrılık hayaleti.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Türkiye'de aydınlanma üzerine - OĞUZ OYAN

Geçen Cuma (20 Ekim) Ankara'da Danıştay önünde Aydınlanma Hareketi hukukçularının, eğitimci ve akademisyenlerinin, 2017-18 eğitim-öğretim yılı için hazırlanan gerici eğitim müfredatına karşı yürütmeyi durdurma talepli bir iptal davasının başvurusu ve bir basın toplantısı için buluştuk. Gerici eğitim mefredatına karşı Aydınlanma Hareketi'nin bu anlamlı müdahalesi ciddi bir katılım eksikliğini de gözümüze batırıyordu: Cumhuriyetin kurucu partisinin altıokundan birisi hakkındaki siyasal tavrının yetersizliğine (genel başkan düzeyindeki sessizliğine), bu konuda hukuksal düzlemi  kullanma fırsatını tepmesi de eşlik ediyordu.

 21 Ekim Cumartesi günü ise, bizim de kurucusu olduğumuz Aydınlanma Hareketi'nin Yazılama Yayınevi'nden Temmuz 2017'de çıkardığı "Yeni Bir Aydınlanma İçin- Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz" başlıklı kitabının Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM)'ndeki tanıtım toplantısına bazı yazarlar ve editörlerle birlikte katıldım. 10 yazardan beşinin (benim dışında Korkut Boratav, Serpil Güvenç, Barış Terkoğlu ve Ali Rıza Aydın'ın) temsil edildiği bu toplantıda, ayrıca editörlerden Zeynep Ağdemir ile NHKM sorumlusu Özkan Öztaş hazır bulunup birer takdim konuşması yaptılar. Yazarların kısa sunuş konuşmalarından sonra kitabın yazarlarca imzalanması aşaması da oldukça önemli bir ilgiye konu oldu. Ben bu toplantıda yaptığım konuşmamı burada daha geniş okuyucu kitlesiyle paylaşmak istiyorum. Konuşmacılara tanınan beşer dakikalık sunuş zamanına kendimi ayarlayabilmek için yazılı bir metne sadık kalmayı düşünmüş ve aşağıda aktardığım notlarımı bu amaçla hazırlamıştım.

***

Türkiye'de Aydınlanma'nın tarihsel ve siyasal seyrine ilişkin olarak burada şu altı saptamayı yapmak istiyorum.

Birinci saptamamız,  Osmanlı Devleti'nin hiçbir zaman tam bir şeriat devleti olmadığı üzerinedir. Başka deyişle, şeri hukuk hiçbir dönemde tek başına toplumsal ilişkileri düzenleyememiştir. Örfi hukuk başlangıçtan itibaren devrede olmuş ve giderek artan bir ağırlıkla düzenleyici rol üstlenmiştir.
19. yüzyılda, özellikle Tanzimat hareketi ve izleyen Batıcı reformlarla bu bakımdan daha belirleyici seküler hukuk adımları atılmıştır: Şeyhülislamın yetkilerinin dini alana daraltılarak Adliye ve Maarif Bakanlıklarının kurulması (1839), dinsel ayrımcılık yapılmadan can ve mal güvencesinin getirilmesi (1856), 1860'ta kurulan Nizamiye Mahkemeleri'nin ihtiyacı için dünya işleriyle ilgili fıkıh hükümlerinin bir medeni kanunda (Mecelle:1874-78) toplanması, 1880'de pozitif bilimleri öğreten İdadi liselerinin açılması, askeri eğitimin laikleştirilmesi, 1914'te dini mahkemelerin denetiminin de Şeyhülislamın elinden alınıp Adliye Nezareti'ne verilmesi...

İkinci saptama siyasal İslam hareketi üzerine: Siyasal İslam, kökenlerinde Tanzimat ve Islahat reformlarını "gavurla eşitlenme" olarak gören bir akımdır ve ilk örgütlenmesini 1908 Devrimi'ne karşı da bu temelde gerçekleştiren bir hareket olmuştur. Ancak çok palazlanamadan Cumhuriyet ile birlikte beli kırılmıştır; tekrar başını kaldırması ancak -CHP'nin hoşgörüsü altında- çok partili düzene geçişle olacak ve önce merkez sağ partilerin himayesinde ve sonra da bağımsız partileşmeyle Türkiye siyasetinde yerini alacaktır.

Burada şu vurgu önemsiz olmayabilir: Osmanlı'da ulema devlet üzerinde bir otorite kuramamıştır; devlet de ulemayı ve inanç sistemlerini tam denetimi altına almaya çalışmamıştır. Ancak  bir kırmızı çizgiyle: Din veya tarikat temelli hareketlerin hiçbiri Osmanlı'da bir siyasi güç elde etmeye kalkışmamışlar, eğer kalkışırlarsa da "rafizilik" sayılıp hemen siyaseten halledilmişlerdir. (Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, YKY, 2015:90). Bu bakımdan, 1970'lerden itibaren iktidarı hedefleyerek partileşen siyasal İslamcılık, Osmanlı dönemi de dahil yepyeni bir durumdur. 21. yüzyılda gitmemek üzere iktidara tırmanan siyasal İslamın hikayesi ise hem 1970'lerin devamı hem de dış/iç ilişkileri bakımından dönüşmüş biçimidir.

Buradan şu iki saptamayı da yapabiliriz:

Üçüncü saptama, 1920 Devrimi'nin herşeye sıfırdan başlamamış olduğudur. Bununla birlikte, eğer Cumhuriyetin radikal dönüşümleri sahneye çıkmasaydı, büyük olasılıkla şeri hukuku dar bir alana sıkıştırmakla birlikte onu yoketmeyen uzlaşmacı bir ikili hukuk rejimi yürürlükte olurdu. Bu bakımdan, geçmişin kazanımlarını taşıyor olmak Cumhuriyetin laiklik anlayışındaki radikalliğin önemini azaltmamaktadır. Kaldı ki,  laikliği tasfiye çabalarının bugün bile önemli dirençlerle karşılaşmasının arkasında Cumhuriyetin harcındaki bu köklü dönüşümlerin izlerini bulmaktayız.

Dördüncü saptama ise, AKP'nin bugün Türkiye'yi götürmek istediği yerin, Osmanlı'da bir simetriğinin bulunmadığıdır. AKP'nin soyut hayallerinin Osmanlı'nın daha gerisinde bir düzeni tarif ettiği, özellikle de Osmanlı'nın son yüzyılının daha gerisinde olduğu  açıktır. Nitekim, siyasal İslamcıların önceki temsilcileri gibi, Tanzimat sonrasındaki gelişmeleri külliyen reddeden bir anlayış zaman zaman AKP saflarında da tezahür etmektedir. Ama Osmanlı'nın daha önceki yüzyıllarında da kendilerine örnek alabilecekleri bir "Devr-i İslami saadet" dönemi mevcut olmadığından, bunu inşa etmek hevesinde oldukları görülmektedir. Burada kullanılan Osmanlı retoriği, tarihin olgular sepetinden "istediğini seç al" tarzında bir spekülasyondan ibarettir. Bu, iktidar partisine, hem sözde tutarlı bir toplum projesi varmış çalımı atma imkanı vermekte, hem de kendi sağından gelebilecek tehditleri savuşturma fırsatı sunmaktadır. Ama bu hevesler de, hem anakronik olması, hem uluslararası ilişkilerin yeni boyutunda yepyeni ve taşınamaz bir gerilik etkeni olması, hem de Türkiye toplumunun bugünkü bilinç ortalamasının tahammül sınırlarını aşan bir zorlama olması nedeniyle sürdürülemez niteliktedir.

Beşinci bir saptama  Türkiye burjuvazisinin tahammül sınırları üzerinedir. Toplumun ve özellikle de işçi sınıfının dinselleştirilmesi üzerinden sömürü ilişkilerinin herhangi bir toplumsal dirençle karşılaşmadan sürdürülmesi burjuvazinin kadim taleplerindendir. 12 Eylül askeri rejiminin bu yöndeki adımlarını sermayenin bütün katmanları tam kadro desteklemiştir. Benzer nedenlerle, 2002 sonrasında AKP rejimi de ilk 10 yılında burjuvaziden tam destek almıştır. Bunun güçlü bir nedeni de, AKP'nin neoliberal zihniyetinin topluma hesap vermeden tüm kamusal/toplumsal birikimlerin pervasızca talan edilmesindeki cüretkarlığı olmuştur. Burjuvazinin her kesimi bu talandan pay kapmıştır.

Ancak şimdilerde sermaye birçok nedenle rezervler geliştirmektedir.
Bir: Halk kesimlerinin ve çalışan sınıfların yaşam tarzına müdahalelerin kendi yaşam tarzına da yönelmeye başlaması veya bunun orta erimde kaçınılmaz olduğunu görmesidir.
İki: Kamu ihalelerinin giderek genişleyen bir dışlama yaratmasıdır. Sermaye birikimine bu tür müdahalelere uyum -iktidara yanaşarak- belki sağlanabilir, ama içinde önemli belirsizlikler de barındırarak...
Üç: Mülkiyete tecavüzün günübirlik bir olaya dönüşmesi ve hukuk güvencesinin sarsılmasıdır. Bu, serbest birikim rejimi de dahil olmak üzere kapitalizmin kutsallarına bir saldırı olarak görülmektedir.
Dört: İktidar alanının 'tek adam tapıncı' düzleminde totaliterleşmesidir. Dolayısıyla iktidara ulaşma kanallarının tekleşmesi, hatta partili yerel yönetim iktidarlarının da bu mutlak güce tam tâbi kılınması, sermayenin çeşitli fraksiyonlarının siyaseti, siyasi ve iktisadi kararları, rant dağıtım kararlarını etkileme gücünü aşındırmaktadır. Siyasal İslamcı iktidarın hegemonyasını kurma biçiminin çatışmacı olması ve iktidarını olağan siyasi yollarla terketmeme eğilimi, bütün bunların bir iç savaş potansiyelini içinde taşıma olasılığı, kapitalist birikimin çok temel bir gereksinimi olan "siyasi istikrara" tehdit olarak algılanmaktadır.
Beş: İktidar partisinin ve liderinin sorumsuz, öngörüsüz, hata üstüne hata yapan ve bunların siyasi bedelini ödemediği gibi bunlardan ders de almasını bilmeyen dış politika zikzakları da, toplumun geniş kesimleri için olduğu kadar, hatta ondan da fazla burjuvazinin kaygılarını yükseltmektedir. Çünkü dış istikrarsızlıklar giderek içteki istikrarsızlıklara eklenmekte, yabancı sermaye hareketlerinin yönünü değiştirmekte, yerli sermayenin dış dünyayla kurduğu ekonomik-kültürel ilişkilerini, gerçekleşmiş yatırımlarını veya planladığı yatırım kararlarını bozmakta ve Türkiye'nin dış ekonomik ilişkilerine zarar vermektedir. Ayrıca, örneğin eğer AKP doğru yerde dursaydı Suriye'nin 6 yıl önce önlenebilir olan parçalanması, bugün tüm bölgeye sıçrayabilecek bir savaşı tahrik etmekte ve sermayenin bölgesel açılımlarını istikrarsızlaştırmaktadır.

Toplumu dinselleştirme eğilimleri sermayenin birikim sorunlarından kuşkusuz ayrı düşünülemez. Dinsel ideoloji, kuşkusuz, sermayenin hegemonya kurma araçlarının önemli bir bileşenidir. Ama bu saptama bizi sermayenin bütün kesimleri ile İslami akımlar arasında birebir özdeşlik kurmaya veya sermaye fraksiyonları arasındaki farklılıkları görmemeye götürmemelidir.

Buradan altıncı bir saptamayı da Samir Amin'in (Modernite, Demokrasi ve Din, Yordam Kitap, 2014: 43) şu sözünü hatırlatarak yapabiliriz:  "Otokrasi ve teokrasi bir ve bütündür".  Bu saptama gerçi bizlerin yeni farkına varacağımız bir saptama değil, Türkiye gerçekliğinde ise gündelik yaşantımızın bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak, eğer hâlâ şartsa, şunun altını bir kez daha çizmek için gerekli:  Cumhuriyet'in Aydınlanma devrimlerinden köklü bir kopuşu ve hatta bunun tersine çevrilmesini hedefleyen bir hareketin, toplumun aydınlanmış kesimlerini Ortaçağ karanlığına teslim olmaya zorlanmasının demokrasi/sandık kandırmacalarıyla gerçekleştirilebilir olmadığı açıktır.

Dolayısıyla, İslamizasyon programının, otokratik olmayan bir yönelişle tutturulması mümkün değildir.

O halde, İslamizasyona karşı çıkmak (veya laikliği ve aydınlanmayı savunmak) aynı zamanda otokrasiye karşı çıkmaktır veya tersi.

Bu kitapla yapılan, yapılmak istenen de sanırım budur.

Oğuz Oyan / SOL

Dön yüzünü güneşe kardeşim… - ORHAN AYDIN

Ülke İ. Melih’e kilitlenmiş başka bir şey görmüyor.
Vapurda eli çantalı iki ihtiyar gevrek gevrek konuşuyorlar.
-Kolay yem değil adam, kim bilir ne belgeler, bilgiler var elinde.
-Kaç yıldır başkan seçtiriyor kendini, paraysa para, kariyerse kariyer, karizmaysa  karizma, siyasetse siyaset.
-Direniyor.
Kahkahayla gülüyorlar. Yan taraflarındaki saçı-sakalı birbirine karışmış genç keyifleniyor muhabbetten.
-Oğluna devrediyormuş her şeyini. Çocuk bu yaşta Karun olacak.
-Oğlan zaten Karun. Televizyonu, futbol takımı, onlarca şirketi filan var. Siz kendi derdinize yanın.
-İstifa etse ne olacak etmese ne olacak, hesap soran var mı?
Muhabbetin arasına müzik yapan arkadaşın şarkısı balıklama dalıyor.
“Olacak olacak olacak o kadar”
Kurgu gibi.
Anlayacağınız ağzı olan konuşuyor.
Oysa önce müfredat, sonra müftü nikâhı, okullarda tecavüzcü-yobaz vakıflar, kitap fuarına saldırı, ardından sergiye Vandallık.
Yetmedi vergi düzenlemesi adıyla zam yağmuru, ABD ile vize çıkmazı, AB ile dibe vuran ilişkiler, ekonomi de hızla sona doğru kayış, kardeş halkların topraklarında asker taburları, Zarrab davasındaki iğrenç kokular.
Hak gaspları, Nuriye ve Semih’in itildiği karanlık, 90 cam işçisinin durumu, kadın cinayetleri, altı yaşında bir çocuğun polis panzeriyle ezilmesi ve bitmek tükenmek bilmeyen tecavüz olayları.
Yolsuzluklar, adaletsizlik, Sayıştay raporlarında yüzlerce usulsüzlük filan deve de kulak.
“Nesini söyleyeyim canım efendim, gayrı düzen tutmaz telimiz bizim”
Aynı gün kırk yıllık arkadaşımla çay içiyoruz, bahis yine aynı.
-Pisliğin teki. Her tür düzenbazlığın altında-üstünde adı var. Ben en çok çürük elma gibi sırıtışına sinirleniyorum.
15 Temmuz sonrası yazdığını hatırlıyor musun “.. güle güle Cumhuriyet.”
-Sosyal medya canavarı. Kendine laf eden etmeyen kim varsa herkese söz yetiştirdi.
Tetikçilik yapıp insanları hedef gösterdi.
-Bunlar buzdağının görünen yüzü. Kendini ve tüm varlığını ayakta tutan menfaat ilişkileri ağıyla yeni bir Ankara kurulur.
-Farkında mısın, aynı Kadir Topbaş bahsinde olduğu gibi hiç kimse     suçluysa yargıya teslim edin, Ankara yalnızca ülkenin en borçlu belediyesi değil tüm Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun en borçlu belediyesidir. Hesap versin     demiyor.
CHP sahip çıkıyor, “seçimle gelen seçimle gider.”
-Akıl tutulması.
-Daha beteri, desene suçlarını açıklayın diye.
-Açıklamayacak, açıklamaz, içinde kendisi de var çünkü, o zaman sen açıkla, elinde binlerce belge var, sıkıştır duvar dibine.
-Bu düzen siyaseti kirli kardeşim. Kimse kimsenin ayağına basmak istemiyor.
İstanbul’da “Kadir ağabi” diye sahip çıktılar, ne oldu, adam yürüdü gitti, ardında koskoca bir İstanbul talanı bıraktı, sonra ondan bin beter başka bir rantçı işin başına kondu.
Topbaş ile ilgili yolsuzluk, usulsüzlük belgeleri vardı hani, nerede o belgeler, ne bekliyorsunuz seçimleri mi, baksanıza şu kente ne hale geldi?
-Kuralsız pis bir oyun ülkeyi yeniden ele geçirmenin hesapları üstüne dönüyor.
-Bu kez işi zor.
-Eğer yine her şey seçimlere havale edilirse kolay, inan hem de şimdiye kadar olduğundan bin kez daha kolay.
İsteyen istediği yerde, istediği hesabı yapsın, tutturamaz. Tüm ipler elinde, sandık dediğin tamamen mühürsüz zarflarla dolacak, yasasını bile çıkardı. Kim engel olacak?
-Yapamaz.
-Yapar, şimdiye kadar nasıl yaptıysa yine yapar.
-Biz ne yapacağız peki, bu alavere dalavereye boyun mu eğeceğiz?
-Dün yüzünü güneşe kardeşim. Hafta sonu İzmir’den bir ses yükselecek.

 “Sosyalizm Cumhuriyet’e çok yakışacak” diyen bir ses, işçinin, emekçinin, yoksulun, gencin, kadının, çocuğun, ötekinin, doğanın ve hayatın mutluluğunu isteyen bir ses, birlikte eşit ve özgür yaşanır bir ülke çağrısı yapan bir ses.
Ona kulak ver.

Orhan Aydın / SOL

Zorbanın İslamı - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da toplanan Medeniyetler Şûrası’ nda, ABD’yi kastederek, “kusura bakmasınlar ama, ben bu ülkeye medeni demem” dediği gün, antikapitalist İslam akımının önde gelen kişilerinden yazar İhsan Eliaçık, Kayseri Kitap Fuarı’nın yapıldığı Dünya Ticaret Merkezi’nin girişinde, kentin belediye başkanının kışkırttığı, yönlendirdiği iddia edilen kişilerin tekme, sille tokat saldırısına uğruyor ve meydan dayağından, hatta linçten polisin müdahalesiyle zor kurtularak, Türkiye’nin ne kadar uygar ve çağdaş olduğunu da bir kez daha dünya âleme gösteriyordu.

Kayseri’nin AKP’li Belediye Başkanı Mustafa Çelik, Kayseri Kitap Fuarı çerçevesinde İhsan Eliaçık’ın, yayınevinin düzenlediği söyleşisini de iptal etmiş ve kendisine de etkinliğe gelmemesini söylemişti. Ama, ünlü İslamcı yazar, belediye başkanının tehditlerine karşın, doğduğu kent olan Kayseri’ye gitmiş, fuar binasına girmeye çalışırken saldırıya uğramıştır. 

***

Dünya Ticaret Merkezi önündeki polislerin olaya müdahaleleri ve yazarı korumaları üzerine olayın daha da büyümesi, Eliaçık’ın dayak yemesi, hatta linç edilmesi önlenmişse de saldırganların emellerini gerçekleştirmeleri ve Eliaçık’ın fuara girişi polisin kararı ile sağlanmıştır.
“Antikapitalist İslam”ın ülkemizdeki önde gelen kişilerinden olan İhsan Eliaçık’a saldıranların “dinsiz, ateist” gibi sıfatlar kullanmaları olayın taraflar arasında inanç farklılaşmasından doğduğunu kanıtlamaktadır.
Gezi olayları sırasında, Tayyip Erdoğan’ı eleştirirken kullandığı dil yüzünden, zamanın başbakanı tarafından mahkemeye verilen, AKP’nin “aptestli kapitalizm” uygulamasına sert saldırılarda bulunan, bu çevrelerce “Gezi İmamı” olarak nitelenen ve cemaatlere aşina olanlarca “tabu yıkan” kişi olarak anılan İhsan Eliaçık, kendini inançlarına içtenlikle bağlı, itikadının gereklerini yerine getiren bir mümin olarak görüyor ve ilan ediyor.
Değil yalnız laik ülkelerde, İslam inancında da kimsenin inancının içtenliğini ve derecesini sorgulayıp yargılamak kimsenin haddi olmadığına göre, hiç kimse Eliaçık’ın Müslümanlığını yadsımaya cüret edemez.
Ama Kitap Fuarı’nın girişinde yazara saldıranlar bunu yapmaktan çekinmiyorlar.
Dikkat buyurunuz! Saldıranlar Müslüman ve saldırıları İslam adına yapıyor, ama aynı zamanda saldırıya uğrayan da Müslüman ve saldırıya uğramasının nedeni de yine İslam.
Bunu biz söylemiyoruz, Eliaçık’a “ateist, dinsiz, Kayseri’nin utancı” diye saldıranların bizzat kendileri söylüyorlar.
***

Demek ki, 2017 Türkiyesi’nde saldırılara maruz kalmamak için Müslüman olmak da yetmiyor, ama aynı zamanda, gücü elinde bulundurduğu için her şeye kadir olduğunu düşünenin istediği, onaylayacağı türden Müslüman olmak gerekiyor.
Kimliklerin ve inançların getirilip, politikanın göbeğine oturtulduğu bir ülkede onaylanmış, güce biat etmiş AKP yanlısı Müslüman olmazsan, Müslümanlık da, kişiyi dinci saldırıdan masun kılmıyor.
Kayseri’de mazlumun İslamı ile “benim gibi düşüneceksin, biat edeceksin!” diye dayatan zorbanın İslamını karşı karşıya getiren bu olay laikliğin, mutekit, içten Müslümanlar da dahil, herkes için gerekli olduğunu kanıtlayan çarpıcı bir örnektir.
Resmen kâğıt üzerinde hâlâ “laik!” ama fiilen “zorbanın İslamı”nın dayatmacısı rejimin polisinin ise, demokrasilerde olması gerektiği gibi, yazara müdahaleyi bertaraf ederek, fuara girişin önündeki engelleri kaldırmak yerine, saldırganların amaçladıklarını gerçekleştirerek, girişi yasaklamasının şaşılacak bir yönü yok.
Rejim Zorba’nın İslamı olunca, güvenlik güçleri de o yönde hareket edecek ve zorbanın karşısına mazlumun İslamı dahil kim çıkarsa çıksın, ezip geçecektir.
Evet bir kez daha hatırlatalım:
Laiklik herkese lazım.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

23 Ekim 2017 Pazartesi

Habsburg ve Osmanlı stratejileriymiş...- OSMAN ÇUTSAY

İş bayağı ciddileşti anlaşılan: Almanya’nın sağcı günlük gazetesi Die Welt’in en parlak analistlerinden bir yazarı, yeni dönemin “sağ-daha sağ” koalisyonlarına vurguyla, bir Habsburg Monarşisi veya Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hatırlatmasında bulununca, ister istemez yeni çağrışımları tetiklemiş oldu.

Gerçekten de öyle.
Bundan 100 yıl önce iki imparatorluk tam anlamıyla ateş altındaydı, dağıtılıyordu, malum: Habsburg ve Osmanlı.

Ya bugünlerde?

Die Welt’in -yeri geldiğinde- sosyal demokrat vs. sinyaller veren, fakat antikomünizminden hiç geri adım atmayan, bu arada yer yer parlak analizlere imza atabilen yazarı, Dirk Schümer, dün kimilerinin aşırı sağ dediği “sağ ulusalcı” parti FPÖ (Avusturya Özgürlükçü Partisi) ve lideri Heinz-Christian Stracher’in, büyük parti Hıristiyan Demokrat ÖVP ile koalisyona gitmesi halinde, Viyana’nın doğuya, eski Habsburg’un siyasal coğrafyasına doğru hareketlenme temrinleri yapabileceğine dikkat çekti. Yazar, Visegrad Grubu denilen Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya üzerindeki nüfuzunu geliştirme hesapları yapan “sağ-daha sağ” (ÖVP-FPÖ) bir hükümetin Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da da ek bir nüfuz alanı yaratabileceğini, buraların tarihsel Habsburg monarşisinin ilgi ve çıkar alanı olduğunu ima etti.

Viyana’da yeni hükümet henüz kurulmuş değil.
Fakat Die Welt analistinin bir yerlerden koku aldığı açık.
Gerçekten de, Viyana’da 31 yaşındaki Sebastian Kurz başkanlığında kurulacak yeni hükümet, doğuya mı yönelecek ve hegemon Almanya ile arasına belli belirsiz bir mesafe mi koyacak?
Bunu yapabilir mi?
Bir şeyler olduğu kesin. Sadece ekonomide değil, siyaset sınıfında da birbiriyle çekişen çıkarların yeni coğrafi bölünmeleri/maceraları tetiklemesi mümkün.
AB’nin kriz demek olduğunu anlamak ve kabul etmek istemeyenler, İspanya’dan İtalya’ya, aslında bütün bir Güney ve Doğu Avrupa coğrafyasına bir göz atsa, bu inatlarından vazgeçmek için yeterince gerekçe bulacaklar, ama olmuyor.

Angela Merkel’e yakın Die Welt’in, bünyesinde birçok “aslında solcu analist” bulundursa da, ana yönelimi değişik renklerdeki antikomünizmdir ve bu gazete herhalde eşitsiz gelişme yasasından hareketle böyle belirlemelerde bulunacak değil. FPÖ katılımlı bir koalisyon hükümetinin, bu partinin sırtından Doğu Avrupa’daki “sağ ulusalcılar” ile işbirliğini derinleştirmesi kimseyi şaşırtmayacak.

Gerçi Sebastion Kurz, Berlin ile ilişkileri zorlayacak böyle arayışlara prim vermeyeceğini söyleyip duruyor, ama ortada bir sıkıntı da var. Sonuçta belirsiz denizlere yelken açılmayacak: Muhtemelen Habsburg’un at koşturduğu alanlarda, emperyalist birikim sayesinde geçmişten çok daha sağlam tutamak noktaları oluşturarak, yeni pazarlara açılmak hedefleniyor. Birileri böyle düşünüyor.

İki mesele var.
Bir: Doğu Avrupa’daki nasyonalist dalgaya binerek bazı yeni birlikler kurma, pazarlar açma hesapları AB’yi sarsar. Doğuya yöneliş, batının lehine olmayabilir. Bu kadar dengesizliğe, yeni bir dengesizlik daha eklemek başlı başına bir macera. Ama bir türlü üstesinden gelinemeyen AB krizi, kendi zenginlerini de, birbirlerinin ayağına basarak böyle arayışlara mecbur bırakıyor.

İki ve asıl önemlisi: Viyana’nın Habsburg’un gölgesini aramasıyla, İslamcı Ankara’nın yıllardır Osmanlı’nın gölgesini araması (“Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”) arasında bir fark olabilir mi? Yeni Osmanlı çökerken, yeni Habsburg yükselebilir mi? Sahneye ek bir sürtüşme kaynağı daha çıkacağını şimdiden ileri sürmek mümkün.

İslamcı Ankara’nın yüzüne gözüne bulaştırdığı ve altında kaldığı o yönelimin daha eli yüzü düzgün bir versiyonu Viyana’da denenebilir. Berlin-Paris-Brüksel hattı bunu nasıl göğüsler, bilinemez, ama deneyecekleri anlaşılıyor.

Bizim için önemli olan şu: Geçmişin imparatorluk enkazında, kapitalizmin büyük krizine, emperyalist birikimlerine rağmen çare bulamıyorlar.
Solun bu krize mevcudu koruyucu bir çare arama yükümlülüğü yok. Ama krizden neden sosyalist bir toplumla çıkılması gerektiğini geniş emekçi yığınlara ve aydın katmanlara anlatmak gibi bir görevi var. “Kriz önlenemiyor, devleti kurtaralım” anlayışı ile “Krizi önleyemezler, krizden sosyalizmle çıkabiliriz” anlayışı taban tabana zıt iki “çare“dir.

Osmanlı ve Habsburg, yeni versiyonlarıyla halkların tepesine yıkılacak tarih öncesi gölgeler gerçekten de...

İslamcı Ankara çöktü ve cumhuriyeti de beraberinde uçuruma çekti. Viyana, zenginin kaderinin daha farklı olacağını düşünebilir.
Artık AB’nin alıştığımız yapısını koruması hiç mümkün değil.
Nereden inceyse oradan kopacak da, sonuçları ne olacak?
İslamcı Ankara kadar Avrupa başkentlerinin de şaşkınlığı ortada.

Osman Çutsay / SOL

Emperyalizmle sözleşmeli 'bağımsızlığın' sonu buraya kadar - İLKER BELEK

İsrail tam destek veriyor,
ABD zamanı değil diyor,
Rusya sessiz kalıyor,
İran ve Türkiye tehdit ediyordu.
Barzani dinlemedi. Tartışmalı bölgeler de dahil sandıkları kurdu. Tarihe geçti: Günlerden 25 Eylül 2017 idi. “Bağımsızlık” için büyük ekseriyetle “evet” çıktı. KDP dışındaki Kürt çevreler de ABD gibi zamansız gördüler. Ama davete icabet etmekten de geri duramadılar. Hatta Goran neden itiraz ve kabul ettiklerini açıkladı. Konjonktürel hatayı, tarih önünde zor duruma düşmemek için sandığa gitmişti. Sonrasında fırtına koptu. İsrail, yine tam destek, devlet kurmanın Kürtlerin hakkı olduğunu söyledi. ABD “biz size özel teklifte bulunduk, erteleyin, İbadi ile görüştürelim, süreci yayalım, anlaşamazsanız referandum için arkanızda duralım demiştik” dedi.
Bu karşı çıkanlar için işaretti.
Zaten çatışmalar başladıktan sonra ABD “tarafsız”lığını açıklayacaktı.
AKP-İran-İbadi arasındaki trafik hızlandı. Gelip gitmeler, görüşmeler, açıklamalar, küfürler.

Barzani “tarih yazıldı” dedi, geri çekilmedi, kim bilir belki arkasının gelebileceğini tahmin etmiyordu. AKP tehditle yola getirmeye çalışıyordu. Zamanında kırmızı pasaport veren, saraya bayrağını diken, Barzani petrol gelirlerini cebe atarken memurlarına maaş ödeyen sanki kendileri değildi. Şimdi Irak coğrafyasındaki dostla düşman yer değiştirmişti.
Bütün bunlar şüphesiz stratejik derinliğin gereğiydi. Daha üç gün önce AKP’yi Başika’da işgalci sayan ve meydanlarda “sen benim ayarım değilsin” diye fırçalanan İbadi ile ortaklık kuruluyordu.
Her neyse uzatmayalım: Üç vakte kalmadan İbadi ordusunu Kerkük’e doğru hareketlendirdi. Arkada tankları önde İran patentli Haşdi Şaabi vardı. Mübalağa cenk olunmadı. Kenti elinde tutan KYB-Talabani anahtarını kapıda bırakarak çekildi.
Sonradan, bunun İran Devrim Muhafızları komutanı Kasım’la anlaşmalarının gereği olarak gerçekleştiği açıklandı. Kürtlerin bağımsızlığı Kürtleri bölmüş, Barzani’ye göre Talabani ihanet etmişti. Şüphesiz İsrail ve ABD çevrilen işler ihanetten sayılmıyordu.
Talabani ise hiçbir zaman Kerkük’ü savunma sözü vermediğini söyledi. İbadi Kerkük’e Haşdi Şaabi’yi gönderirken, Barzani de bu arada PKK’yi çağırmıştı. Malum bir zaman Kobani için desteğe koşan Peşmerge idi. Şengal’i IŞİD’den birlikte kurtaran PKK ile Haşdi Şaabi Kerkük’te karşı karşıya geldi. Talabani kaçınca PKK çekildi, dedi ki “bunlar birbirine düştü, bizim gücümüz yetmez”.

AKP için durum yine hayli karışıktı. Zira PKK’den farksız terör örgütü dediği Haşdi Şaabi yeni müttefik İbadi adına Kerkük’ü kurtarmıştı. Bu arada basına kafaları karıştıracak haberler sızıyordu. Denildiğine göre Kerkük’ü Talabani ve Barzani anlaşmalı olarak İbadi’ye sunmuşlardı.
Yok öyle değildi, Talabani ile İran arasında 9 maddelik bir anlaşmaya varılmış, Talabani böyle ikna edilmişti. O anlaşmanın bir maddesi oldukça önemliydi.
Buna göre Kerkük’e ayrı bir statü tanınacak, kent etnik yapıya dikkat edilerek birkaç özerk parçaya bölünecekti. Özerklik sınır tanımıyor, demokrasiyi ilçeler düzeyinde tesis etmek üzere yayılıyordu.
Anlaşılan artık ülkeleri bölmek yetmiyordu, sıra kentlere gelmişti. Sanki orta çağ kent devletleri modeline geri dönülüyordu.
Evet dönülüyordu.
Hemen sonrasında (1 Ekim) Katalonya bağımsızlık için referandum yaptı. İspanya, üzerine ordu gönderme kararı aldı. Sanki birisi İbadi diğeri de Barzani olmuştu.
Yetmedi.
Sonra Bavyera biz de ayrılmak istiyoruz dedi.
Çok geçmedi İskoçya ve İtalya’da Lombardini ve Verona biz de biz de diye bağrıştılar.
Bu arada emperyalistlerin ne dediği, yaptığı önemliydi şüphesiz.
Rusya hiç kimsenin kendisini Erbil ile doğal gaz işi yapmaktan alıkoyamayacağını söylüyor,
ABD ise hem Rusya hem de kendisiyle arayı bozmak istemeyen İbadi’ye yanında olduğunu hissettirirken Barzani’ye de had bildiriyordu: “Bağımsızlıksa, referandumsa, hepsinin zamanını ben belirlerim” manasında.
Bu arada olan her zaman olduğu gibi yoksul emekçi halka oldu. Barzani Kerkük’ü Kürtleştirmişti, şimdi sıra Kürtlerin kovulmasındaydı. Oysa Kerkük’ü IŞİD’den kurtaran Peşmerge’ydi.
Ama Peşmerge’ye Erbil’i veren de ABD.

Sıkıldınız mı?
Ben sıkıldım.
Bu işler çok sıktı.
Bu düzenden kurtulmak lazım.
Kimin eli kimin cebinde belli değil, ama emperyalizmin elinin çok uzun olduğu belli. Bu arada AKP’nin elinde tuttuğu vanalar da halen açık.

Bu işler böyledir. Emperyalizmle iş tutan onun sahasında, onun kurallarıyla oynuyor demektir. Tek belirleyici tekellerin kazancıdır.
Irak referandumunun, emperyalizmle sözleşmeli “bağımsızlık” oyunlarının emperyalizmin elini güçlendirmekten ve halkları çaresiz bırakmaktan başka bir işe yaramadığı, bölünmenin sonunun olmadığı, “özerklik” denilen projenin yalnızca halkları böldüğü, düşmanlaştırdığı anlaşılmış olmalıdır.

Etnik siyaset böler. Etnik siyaset o etnik yapıyı bile böler.
Zaman bölünme değil, birleşme zamanı. Kimlikleri değil, sınıfı; kimlikçiliği değil, büyük insanlık anlatılarını; özerkliği değil, büyük anayurdu savunma zamanı.

Yalnızca sınıf siyaseti, kimliklere bakmasızın birleştirir. Yalnızca sosyalist mücadele bizi bu onursuz ilişkilerden, kirli oyunlardan kurtarır.

Eşitlik, bağımsızlık ve özgürlük yalnızca sosyalizmle kazanılabilir. Emperyalizmin vereceği “statü” yalnızca onun bilmem kaçıncı eyaleti olmaktır.

İLKER BELEK / SOL

İktidar ve kültür - Ergin Yıldızoğlu

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Siyasi iktidar olduk ama sosyal ve kültürel alanlarda iktidar değiliz” yakınmasından sonra, siyasal İslama yakın düşünce kuruluşları durumdan vazife çıkarmaya başlamışlar.


SETA, 24 Ekim’de “Türkiye’de Kültürel İktidar Sorunu” başlığıyla, “Kültürel iktidar meselesi önemli tartışma konularından biridir. Kültürel alanın erken Cumhuriyet döneminden itibaren belirli bir zümrenin egemenliğinde olması ve son yıllarda bu duruma yönelik dengeleme arayışları tartışmayı daha da ilgi çekici kılmaktadır” saptamasıyla sunulan bir panel gerçekleştiriyor.
SETA’nın sunuşundaki saptama, bana Benjamin Martin’in geçen yıl yayımlanan The Nazi-Fascist New Order for European Culture (Avrupa Kültürü için Yeni Nazi-Faşist düzen) başlıklı kitabını anımsattı. Martin, kitabında, genelde “açık şiddet” ve “kültür düşmanlığı” (“kültür sözünü duyunca elim silahıma gider” filan...) ile bilinen Nazi-faşist rejimlerin aslında, kültürel egemenlik konusuna büyük önem vermiş, tüm Avrupa kültürünü yeniden inşa etmeyi arzulamış olduklarını gösteriyor. 

Neden şimdi?
Haziran seçimlerinin, referandumun sonuçları toplumun yüze 50’sinin siyasal İslamın modelini kabul etmemeye kararlı olduğunu kanıtladı. Bu bağlamda, hegemonya teorilerine, tarihe bakarak iki saptama yapabiliriz: 1) Kısa dönemde zaman AKP’den yana işlemiyor. Bu nedenle muhalif yüzde 50 üzerindeki fiziki şiddet artacaktır. 2) Kısa dönemde, AKP arzuladığı toplumsal denetimi kuramayacak, rejimi istikrar kazanamayacaktır. Öyleyse kısa dönemde, siyasal İslamın iktidarını geriletecek fırsatlar çıkabilir. Bu fırsatlar kaçırıldığı takdirde AKP’nin kültürel egemenlik kurma çabaları, orta dönemde sonuç vermeye başlayacak, uzun dönemde, bugün direnmeye devam eden blok giderek eriyecektir. 

Faşizm ve kültür
AKP’nin kültürel egemenliğini kurma çabaları üzerinde düşünürken, Nazi-faşist rejimlerin pratiklerini anımsamak yardımcı olabilir.
Benjamin Martin’in vurguladığı gibi Nazifaşist rejimler, aydınlanma, akılcılık, eşitlik, özgürlük kavramları üzerinde yükselmiş bir kültüre düşmandılar. Nazi-faşist iddialara göre, eskiden ahenkli, herkesin yerini bildiği bir toplum vardı. Aydınlanma, modernite, sekülarizm bu ahengi bozdu, o toplumu yıktı. Bu süreçte en büyük günah da aydınlanma geleneğini sekülerkozmopolit (Yahudi, enternasyonalist, komünist kavramlarını aynı anda kapsar) kültürü yayan “belirli bir zümreye” (modernist entelektüellere, sanatçılara) aittir. 
 
Şimdi, herkesin kendi yerini bildiği ahenkli toplumu yeniden inşa etmek gerekir. Bu inşa sürecinin en önemli aracı da, ahengi bozan yabancı unsurları hedef alan fiziki ve kültürel bir temizliktir. Böylece ahenkli bir toplum, lideri-partiyi toplumu bütünleştiren bir organik devlet kurulabilir. 
 
Hitler ve Mussolini, açık fiziki şiddetin, imha politikalarının yanı sıra, dönemin kültür endüstrisini, ülkelerinde ve Avrupa çapında ele geçirerek, kimi sanatçıları, entelektüelleri satın alarak, kültürü bir silaha çevirmeyi amaçladılar. Böylece, yabancı unsurlardan arınmış, geçmişin ahenkli kültürünü canlandırmaya olanak sağlayacak yeni bir kültür endüstrisi, bu kültürün üzerinde yeni bir imparatorluk yaratılacaktı. Kavramların da içi boşaltılacak, örneğin, faşist partiler başlangıçta kendilerini antikapitalist olarak sunacak, ancak devraldıkları devleti ele geçirmeye başladıkça bu iddia yok olacak, hâlâ savunmaya devam edenler yok edilecekti. Bunlarla, Türkiye’de son 15 yılda yaşananlarla, son dönemde gündeme gelen kültürel egemenlik tartışması arasında güçlü paralellikler kurulabilir. 
 
Dün muhalefetin direnci, cumhuriyetçi, laik elite karşı mağduriyet iddiası, demokratikleşme atılımı, Kürt açılımı fantezileriyle zayıflatılmıştı. Şimdi bunlara, “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız” türünden açıklamalarla “antiemperyalizmi” fantezisi ekleniyor. 

Ne demişler, “bir kez kandırırsan sana, iki kez kandırırsan bana ayıp!”

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yakındığınız, kendinizsiniz! - TAYFUN ATAY

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki “Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde “Biz bu şehrin kıymetini bilemedik, bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” demiş. 



FETÖ’den beri giderek kristalleşen bu “nedamet” (pişmanlık) söylemi, artık bu iktidarın alametifarikası, yani en ayırt edici karakteristiği haline gelmiş durumda.
Erdoğan, 15 yıllık iktidar serüveninde borçlu olduğu her şeyi ağır bir dille yanlışlıyor ve yakınma nedeni yapıyor kendine...
Aslında kendini yanlışlıyor ve kendinden yakınıyor, ama (kendisinin Referandum sonrasındaki “mağrur” ifadesiyle dillendirelim) atı alan da Üsküdar’ı geçti gitti hep!..
“FETÖ” ne olduysa sayenizde oldu ve atı alan Üsküdar’ı geçti, sonra “Rabbim de, milletim de beni affetsin” dediniz!..
İstanbul’a da ne olduysa sayenizde oldu ve atı alan Üsküdar’ı geçti, şimdi “İhanet ettik, ben de bundan sorumluyum; maalesef maddi kaygılar birçok hassasiyetin önüne geçiyor” demektesiniz!.. 

***

Eskiden, hep kibir ve hınçla bezenmiş yüzünü görmekteydik bu iktidarın...
Belli ki bundan sonra nedametle bezenmiş yüzüne daha çok aşina olacağız.
Zamanında, “heykellerin içine tükürerek”, her daim ormanları otoyol yaparak, insanlara nefes alacak, eğlenecek, neşelenecek yaşam alanlarını dar ederek iktidarlarının değirmenine su taşımış belediye başkanlarından da şimdi nedamet duymuyorlar mı?!
Evet, nedamet, AKP dinbazlığının artık en belirgin yüzü... 

***

Cumhurbaşkanı, “100 kat bina yapmak sizi medeni yapmıyor ama biz de bu tuzağın içine düştük” diyor.
Tuzağın falan içine düşmediniz! Tuzak değil “temel” bu...
İktidarınız bu temel üzerinde kuruldu.
İnşaata dayalı büyümeyi, şantiye kapitalizmini “Besmele”yle buluşturduğunuz, “helâl” addettiğiniz, kutsal kıldığınız yerde yeşerdi iktidarınız!..
Sizin şimdi söylediklerinizi yıllarca “İstanbul elden gidiyor”, “tarihî miras elden gidiyor”, “medeniyetimiz elden gidiyor” diye dillendirmekten tüy bitti bir dolu insanın dilinde...
Siz o zaman inşaatı ibadet sayarcasına kaldırılan hafriyatlarda parça parça edilmiş arkeolojik buluntulara “üç beş çanak çömlek” deyip bunun peşine düşenleri eleştiriyor, kınıyor, azarlıyordunuz.
Şimdi diyorsunuz ki: “İstanbul’da tüm ihtişamıyla Batı Roma’nın, Bizans’ın izlerini görürken, aynı zamanda Medine’nin tevazuuna ve manevi derinliğine de şahitlik edersiniz.”
15 yıllık iktidar aşkınız, haşmetiniz ve hışmınız sayesinde artık Roma’nın, Bizans’ın ihtişamı şöyle dursun, Medine’nin tevazuuna da, manevi derinliğine de şahitlik edebileceğimiz hiçbir şey kalmadı ortalıkta.
İstanbul’un mahvına hafriyat kamyonlarınızla, onların atıklarıyla şahitlik ediyoruz!.. 

***

Dahası var; diyorsunuz ki:
“Bizler çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini onu kaybedince anlıyoruz. Son yıllarda şehirleşme noktasında ciddi sorunlarımızın olduğunu defaatle birçok toplantıda ifade ettim. Estetikten, incelikten ve köklü medeniyet değerlerinden yoksun tekdüze bir mimari anlayışın giderek yaygınlık kazandığını görmekten üzüntü duyuyorum. Gönüllerimiz daralıyor. Binalarımız yükseldikçe ufkumuz kararıyor.”
O kadar güzel, yerli yerinde, hislerimize tercüman sözler ki!..
Fakat siz bunu söyleyecek en son kişi...
Bile değilsiniz!
Bunu söylemeye hiç hakkı olmayan kişisiniz.
Memleketi bir inşaat cehennemine siz çevirdiniz.
İstanbul’u tarihiyle, deniziyle, estetiğiyle ayırt edilen “deruni” bir şehir olmaktan çıkarıp toz-toprak ve çukurlarla ayırt edilen dev bir şantiye siz yaptınız.
Hayret ki bunlara bakıp şimdi yakınıyorsunuz!
Hâlbuki biz sizden bu tablo ile övünmenizi bekliyoruz!..
İktidar tablonuz bu çünkü...
Avusturyalı yazar ve hiciv ustası Karl Krauss psikanaliz için, “çaresiymiş gibi göründüğü hastalığın aslında kendisidir” demiş.
Bundan esinle biz de diyoruz ki şehirleşme adına, medeniyet adına, manevi derinlik adına yakındığınız ne varsa...
Aslında kendinizsiniz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Nazan Erkmen... - Erdal Atabek

Bir Cumhuriyet kadını.
Çalışkan.
Bir sanat insanı.
Yaratısını çocukları hayallerinde uçurmaya adamış.
Çocuklar için mi resim yapıyor?
Hayır, hepimiz için resimliyor dünyayı.
Hepimizin içindeki hayalci çocuğu canlandırıyor.
Bir yaratıcı, bir tasarımcı.
Fakültemizin ilk seçilmiş kadın dekanı olmuştu.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi.
Bauhaus geleneğinden gelen bir tasarım fakültesi.
Bauhaus.
Sanatla toplumun gereksinmelerini buluşturan sanat anlayışı.
Toplumdan kopuk bir sanatı değil, toplum için yapılan sanatın temsilcisi.
Toplumuyla iç içe olan sanat.
Resim, heykel, iç mimari, seramik, grafik, fotoğrafçılık-sinema, halk sanatları.
Nazan Erkmen müzik bölümünün kurulmasına öncülük yapıyor.
 
Sanat kültürünün gelişmesi çok önemli.
Geçmişte emek veren ustaları bir toplantıda öğrencilerle buluşturuyor.
Kültür konferansları, sergiler, bienaller, trienaller.
Fakülte uluslararası bağlantılarla zenginleşiyor.
Dekan Nazan Erkmen bir dinamo.
Sürekli çalışma temposunu yükseltiyor.
Bu onun sanatçı yanından izdüşümler.
Amma bir yanı daha var ki!..
***
Atatürk Cumhuriyeti’nin yılmaz savunucusu.
Atatürk’ün eserini yaşatan kadınlardan.
Cumhuriyet kadınları.
Her yerde görüyorum, göğsüm kabarıyor.
Alanlarda, yollarda, evlerde.
Okullarda, şirketlerde, kurumlarda.
Göğüsleri Cumhuriyetle kabarmış.
Dimdik yürüyen Cumhuriyet kadınları.
İşte, Nazan Erkmen o kadınların seçkin bir örneğiydi.
Cumhuriyet onun için misyondu.
Varoluş nedeni.
Bizim gibi.
Bizim bütün varlığımız gibi.
Atatürk Cumhuriyeti.
Mustafa Kemal.
Bağımsızlık.
Laiklik.
Toplumun laik eğitimi.
Bilinçli insanlar Türkiye’si.
Ortak hedeflerimizdir bunlar.
Nazan Erkmen bunları arkasında bırakmadı.
Aydınlanma değerlerini insanların kalplerine gömdü.
Rönesans’ın ışığını çevresine yayarak yaşadı.
Şimdi artık o değerlerle yaşayacaktır.
Şimdi artık o ışıkla hepimizi aydınlatacaktır.
Biz eğer bütün bunları unutursak,
Biz eğer bütün bunlara sırt çevirirsek,
Biz eğer bu uygarlık dünyasına sahip çıkamazsak,
Nazan Erkmen o zaman ölmüş olacaktır.
O zaman biz de, bizler de ölmüş sayılacağız.
Varoluş, soluk alıp vermek değildir.
Varoluş, varlığının ne olduğunu bilerek yaşamaktır.
Neden yaşadığını bilmeyenler aslında yaşamıyor,
Neden yaşadığını bilenler ise hiç ölmüyor.
Ne mutlu insanlık için yaşayanlara.
İşte onlar hiç ölmeyecekler...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

22 Ekim 2017 Pazar

Lenin'den Gramsci'ye: Kapital için ‘Kapital’e karşı devrim’ - KANSU YILDIRIM / BİRGÜN

Antonio Gramsci, düşünsel boyutta Ekim Devrimi’nin önemini ve ‘biricikliğini’ kavrayan Marksistlerin başında gelir. Gramsci açısından devrimin, aslında “Karl Marx’ın Kapital’ine karşı bir devrim” özelliği taşımasına yol açar. Çünkü Rusya’daki olaylar, yalnızca tarihsel materyalizmin eleştirel şemalarını altüst etmekle kalmamış, olağan koşullar altındaki muhtemel bir tarihsel düzenliliğin de dışına çıkmıştır.

“Sovyet iktidarı mucizeler yaratan bir sihir değildir”. Lenin, Devrim’den iki yıl sonra böyle seslenir: Sovyet iktidarının cehaleti, kültürsüzlüğü, barbarca bir savaşın sonuçlarını, yağma dolu kapitalist düzenin ürünü olan kötülükleri bir gecede yok edemeyeceğini söyler. Haklıdır; Çarlık otokrasisinde sömürülen ve ezilen sınıflar açısından Ekim Devrimi, sadece bir kapı aralamıştır. Kapıyı kimin araladığı, daha da önemlisi içeriye nasıl girdiği ve kapıyı açık tutup tutamadığı en az devrim öncesi ve sonrasındaki moment kadar önemlidir.

Bolşevik Devrimi’nin teorik ve pratik boyutları, aralık mesafesini de belirler. Pratik boyut, en basit ifadesiyle, Petrograd İşçi ve Köylü Vekilleri Sovyeti’nin bir toplantısında dile getirildiği üzere eski devlet aygıtının temelleri ile paramparça edilmesi ve Sovyet örgütleri biçiminde yeni bir idari mekanizmanın kurulmasıdır. “Ezilen yığınların kendisi yeni bir iktidar yaratacaktır” diyen Lenin, yeni tip devletin dümeninde ezilen sınıfların olduğunu söyler. Ekim Devrimi’nin materyalist karakteri, egemen sınıfların siyasal birliğini sağlayan organı parçalaması ve devlet iktidarını proletaryanın siyasal egemenliğini inşa etmek üzere ele geçirmesidir.

Sovyet deneyiminin teorik (düşünsel) içeriği, belki de, pratik (eylem) yönüne kıyasla uzam-zaman açısından özel bir tür aşkınlığa sahiptir. Teorik öncülleri Marx’a kadar uzanır. Marx’ın 1852’de Weydemeyer’e mektubunda1 sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, bu diktatörlüğün kendisinin, tüm sınıfların ortadan kaldırılmasını ve sınıfsız topluma geçişi oluşturduğunu kanıtladığını yazar. Bu satırlar daha sonra Lenin’in düşüncesinde  de yer edinecektir. Weydemeyer’e yazılan satırlar, Lenin’in kaleminde, “İnsanlığı ücretli kölelikten kurtarmak için bunları [ezen sınıfları] baskı altına almak zorundayız” şeklinde cisimleşir.2 Ekim Devrimi, Marx’tan bugüne değin aynı zamanda düşünsel boyutta da bir devrimdir.

“Kapital’e karşı”
Antonio Gramsci, düşünsel boyutta Ekim Devrimi’nin önemini ve ‘biricikliğini’ kavrayan Marksistlerin başında gelir. 24 Aralık 1917’de Avanti Gazetesinde, Bolşevik Devrimin “olaylara ilişkin olmadığını”, “ideolojilere ilişkin bir devrim olduğunu” yazar.3 Bu da, Gramsci açısından devrimin, aslında “Karl Marx’ın Kapital’ine karşı bir devrim” özelliği taşımasına yol açar. Çünkü Rusya’daki olaylar, yalnızca tarihsel materyalizmin eleştirel şemalarını altüst etmekle kalmamış, olağan koşullar altındaki muhtemel bir tarihsel düzenliliğin de dışına çıkmıştır.
‘Kapital’e Karşı Devrim’ nitelemesine yol açan, Rusya’da proletaryanın tarihsel materyalizmin kanonlarına göre şekillenen güzergahın dışına çıkmasıdır. “Bolşevikler”, der Gramsci, “Kapital’deki önermelerin bazılarını bir tarafa atıyorlar, onun dinçleştirici/içkin düşüncesini değil”. İlk bakışta çelişkili gibi görülebilecek bu yorumun kaynağındaki çekirdek düşünce ise kendi içinde tutarlıdır: Gramsci, normal zamanlarda kolektif [devrimci] iradenin oluşması için “uzun, tedrici bir sürecin olması” gerektiğinden, “geniş kapsamlı bir sınıfsal deneyim” ile tikel iradeleri örgütlemenin gerekliliğinden bahseder.

Normal koşullar altında Marksist tarihsel eleştirel kanonların gerçekliği yakalamasındaki başarısının sırrı genel hatlarıyla şu ‘düzenliliktir’: Burjuvazi ve proletarya arasındaki, yani iki temel sınıf arasındaki sınıf savaşımı tarihi yaratır; proletarya kendi yoksulluğunun farkındadır ve yaşam standartlarını iyileştirmek için burjuvaziye baskı uygular — burjuvaziyi üretim tekniklerini geliştirmesi için zorlar. Proletaryanın yarattığı itki ve burjuvazinin baskısı arasında pek çok kişi saf dışı kalır, geride kalanların ihtiyaçları acil hale gelir ve toplumsal çalkantı içerisinde yeni bir düzen düşüncesinin nüveleri belirginleşir. En önemlisi, kitleler kendi potansiyellerinin ve “toplumsal sorumluluk yüklenme kapasitelerinin bilincine” varırlar. Gramsci’nin özetlediği bu düzenlilikte, nihai aşama “kendi kaderlerinin hâkimi olmalarıdır”.

Bolşevik Devrimi, söz konusu düzenlilik durumunun ötesine sosyalist propaganda ile geçmiştir. Üç yıl boyunca savaş ve sefalet arasında sıkışan ezilen sınıfların siyasal iradesi “neredeyse bir günde oluşmuştur”. Gramsci, savaş, kıtlık ve açlıktan ölüm ile otokrasinin baskısına karşı oluşan iradeyi tarif ederken söz konusu iradenin “birinci devrimden sonra mekanik”, “ardından etkin ve bilinçli oluştuğundan” bahseder. Gramsci’ye göre tarihsel materyalist kanondaki zaman öğesini hızlandıran ve “halkın iradesini oluşturan” şey, irade faktörü yani “sosyalist propagandadır”.

Bolşeviklerin siyasal alanın inşasında izlediği yol, abartılı olmayacaksa, kitabın sonundan başına doğru bir okumadır. Devrimin gelişmiş kapitalist toplumsal formasyonlarda gerçekleşeceğine yönelik hâkim görüş, Bolşeviklerin müdahaleleriyle yeniden yoruma açık hale gelmiştir. Bu, mekana (devlet ölçeğine) olduğu kadar, zamana yönelik de bir müdahaledir. Gramsci şöyle ifade eder: “Marx’ın kolektivizm için gerekli bir koşul olarak mütalaa ettiği ekonomik olgunluk düzeyine erişmeye yöneleceklerdir. Devrimciler de kendi hedeflerine tam ve eksiksiz olarak ulaşmak için gerekli olan koşulları yaratacaklardır. Ve bunları kapitalizmin yaratabileceğinden daha hızlı yaratacaklardır”.

Gramsci, irade faktörünü özellikle vurgulasa bile her şeyin üzerinde yükseldiği zemin yapısal ‘koşullar’dır. Gerek tarihsel düzenliliğin nasıl işlediğini, gerekse devrimci iradenin hızını anlatırken koşulların neye ne kadar izin verdiğini göz önünde bulundurur. Zaten ‘Kapital’e karşı’ demesinde de, olayların her zaman önceden belirlenmiş bir doğrultuda seyretmesinin mümkün olmayacağı düşüncesi hâkimdir. Bu düşüncenin izi Lenin’de takip edilebilir. 

Devrimden bir yıl sonraki bir yazısında koşullara dikkat çeker: “Kapitalizmden sosyalist sisteme geçiş uzun ve zorlu bir mücadeleyi gerektir. Çarlığı devirdikten sonra Rus devriminin daha ileri gitmesi kaçınılmazdı; burjuva devriminin zaferinde duramazdı; çünkü savaş ve onun tükenmiş halka çektirdiği anlatılması güç ızdırap, toplumsal devrimin patlak vermesi için uygun bir zemin oluşturuyordu”.4

“Bizim Marx”
Ekim Devrimi’nin dünya devrimleri tarihinde ‘biricikliğine’ yol açan diğer bir etken, Marx’ın görüşlerini kavrama biçimidir. Gramsci’nin Marx’ı kavrayışı Devrime ilişkin bakış açısını da belirler. “Kapital’e Karşı Devrim” makalesinde bir paragraf önce “Bolşevikler Karl Marx’ı bir tarafa atıyorlar” derken, bir sonraki paragrafta Kapital’in içkin düşüncesinden ayrılmadıklarından söz eder.
Gramsci Marx’ın doğumunun yüzüncü yılında yazdığı “Bizim Marx” 5 makalesinde “Herkes, farkında olmasa da, bir parça Marksisttir” der. Gramsci için Marx, ne yoktan var eden ne “kendi imgeleminden özgün bir tarih görüşü çıkaran” ve ne de “mutlak ve sorgulanamaz normlarla yüklü bir dizi mesel bırakan bir Mesih” değildir. Marx, “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” diye seslenirken ve eserleriyle düşünceyi dönüştürürken dünyayı da dönüştürdüğü için “bir eylem adamıdır”.

Bolşevik Devrimi’ndeki irade öğesinin Gramsci’deki anlamı, Marx’ın eserlerinde geçen ‘volontarizm’ kavramına yaklaşımıyla belirlenir. Volontarizmin kendi başına anlam içermediğini ya da genellikle keyfi irade anlamında kullanıldığını ifade eden Gramsci, iradenin siyasal eylemde içerik kazanmasının üzerinde durur: “Marksist anlamda irade, hedeflere ilişkin farkındalık demektir, bu da kişinin kendi gücünün tam bir bilgisine sahip olması ve onu eylemle ifade edebilmesi demektir”. Her irade, belirgin sınıf karakteri ile anlamlı hale gelir.

Başta Lenin ve Bolşeviklerin iradesinden bahsedilirken bağlam, siyasal eylemlilik halidir. Halihazırda üretim araçlarının mülkiyetine sahip sınıf kendi nesnel pozisyonunun farkındadır ve egemen pozisyonunu kaybetmemek üzere irade ortaya koyar. Ezilen ve bağımlı sınıflar ise iradelerini siyasal örgütlülükle temellendiremedikleri ölçüde, başka bir irade tarafından mülk edinilirler. Marx’ın pre-kapitalist toplumlardaki sınıf ilişkilerinden bahsederken üzerinde durduğu bir nokta da, sınıf egemenliğinin bir başkasının iradesinin mülk edinilmesi olduğuydu. 1917, işte buna son verdi!

Siyasi doğrulanma
Ekim Devrimi’nde ortaya çıkan siyasal eylem ve Sovyet iktidarı ile inşa edilen siyasal alan, Gramsci’nin düşüncesindeki “Marksist anlamda” iradenin doğrulanmasıdır. Lenin açısındansa geçmişe ve geleceğe dair bir doğrulanma söz konusuydu. Lenin, 1913 yılında Pravda’da yayımlanan “Karl Marx’ın Doktrinin Tarihsel Yazgısı” makalesinde dünya tarihini (1) 1848 Devrimlerinden Paris Komünü’ne, (2) Paris Komünü’nden 1905 Devrimine, (3) 1905 Devrimi’nden bugüne olmak üzere üç döneme ayırır. Makalesinin sonuna “Marksizmin ortaya çıkışından bu yana dünya tarihinin üç büyük döneminin her biri Marksizme yeni bir doğrulanma ve zafer getirmiştir” diye de not düşer.6
Ekim Devrimi, en başta belirtildiği üzere bir sihir olmadığı gibi, bir Mesih kelamının mutlak yazgısı da değildir. Devrim, yoksulluk içerisinde yaşayan halklara eşitlik ve özgürlüğün kapısını aralayan, çoğunluğu oluşturan mülksüz sınıfların azınlıktaki burjuva sınıflardan Bolşeviklerin öncülüğünde siyasi iktidarı aldığı, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” sürecidir. Ekim Devrimi, ‘devrimci ateşi yaktı’ ve Lenin’in cümleleri ile “bu ateş, kendini, işçi devriminin temel direği olan Sovyetlerin yaratılmasında dışa vurdu”. Gramsci’nin ‘Kapital’e Karşı Devrim’ diye nitelendirdiği devrimci moment, bıraktığı mirasla birlikte, Marksizmin zaman ve mekan ölçeğinde siyasal doğrulanmasıdır.

KANSU YILDIRIM 
BİRGÜN-PAZAR

***
1 K. Marx to J. Weydemeyer in New York (5 March 1852), in Marx & Engels Collected Works: Letters 1852-55, Volume 39, Lawrence & Wishart, pp. 64-65
2 V.I. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev. M. Salim Spatar, Celal Üster, Yordam Kitap, 2016, sf. 114
3 Antonio Gramsci, “Kapital’e Karşı Devrim”, içinde Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, (Haz.) David Forgacs, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2010, sf. 39-44. Gramsci’den tüm alıntılar bu esere aittir.
4 V.I. Lenin, “Kurucu Meclisin Lağvedilmesi”, içinde Seçme Yazılar: Devrim, Demokrasi, Sosyalizm, Çev. Sungur Savran, Yordam Kitap, 2009, sf. 256
5 Antonio Gramsci, “Bizim Marx”, içinde Gramsci Kitabı, sf. 44-48
6 V.I. Lenin, “Karl Marx’ın Doktrinin Tarihsel Yazgısı”, içinde Seçme Yazılar, sf. 181, 185

Faşizmin sanrıları ve faşist sansür mekanizması - BİRGÜN/PAZAR

Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. 

António de Oliveira Salazar’ın sansür mekanizmasını dönemin faşist sansür pratiğinden ayıran ilgi çekici bir durumdan bahsedilebilir. Portekiz’deki sansür, esasen diğer pratiklerden farklı değildi. Hatta belirli açılardan onlara bir “örnek” teşkil ediyordu. Buna karşın Salazar, ülkede öyle ağır bir sansür bulunmadığı konusunda ısrarcıydı. Belki sadece birkaç ufak (!) müdahaleden söz edilebilirdi o kadar. Bu durum Portekiz halkı tarafından Salazar’ın sanrıları olarak değerlendiriliyordu. Salazar ise ısrarını anayasaya dayandırıyordu.
1933 yılında yürürlüğe giren Portekiz Anayasası’nın 8. maddesine göre, her birey ve topluluk, anayasa tarafından tanınan düşünce ve ifade özgürlüğünü, dilediği şekilde deneyimleyebilirdi. Anayasanın söz konusu maddesi incelendiğinde, ortada sansürü engelleyecek bir koşulun bulunduğu zannedilebilir. Ne var ki Salazar’ın Estada Novo’sunda (Yeni Devlet) siyasi ve hukuki işlerliğin başlıca düzenleyicisi yasalar değil kararnamelerdi.
 
Yasalar ancak iktidar müdahale etmediği sürece geçerliydiler ve çoğunlukla bir hareket noktası olmanın ötesinde bir işlevleri yoktu. Bahsi geçen müdahale kararnameler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu noktada Salazar’ın kararları, yasaların üstünde bir hükme sahipti. Öyle ki burada hukukun kararnameler aracılığıyla askıya alınmış olduğu ya da eşdeyişle iktidar yararına bir serbest yasalılık haline dönüştürülmüş olduğu söylenebilir. Bu durum özellikle 8. madde açısından oldukça çarpıcıdır.
Anayasanın 8. maddesi, 22469 Sayılı Kararname ile geçersiz kılınabiliyordu. Bu kararname uyarınca, devletin ilkeleri ve diğer temel konularda toplumu yanlış yönlendiren düşüncelere sansür uygulanması serbest bırakılıyordu.

Bahsi geçen doğru ve yanlış ayrımı, elbette Salazar tarafından belirleniyordu. Bu noktada 22469 Sayılı Kararname yeterli gelmemiş olacak ki, 23203 Sayılı Kararname çıkarılmıştır. Bu kararnameyle sansürün kapsamı önceden belirlenen sınırların ötesine taşınıyordu.
Örneğin basın artık isyana teşvik etmek ve isyan başlatmak gibi gerekçeler dolayısıyla suçlanabilecek ve kurumu kapatmaya kadar gidebilen sansür fiillerine maruz kalabilecekti. Ayrıca yeni kararnameyle beraber, devletin kişiliği ve ilkeleri Estada Novo’nun başkanıyla özdeş kılınıyordu. Böylece ona dair kullanılacak her yanlış sözcük suç ilan edilebilecek ve sansür kapsamına alınabilecekti.

Sansüre konu edilen başlıca alanlardan biri de kitaplardı. Sansür kurulu basılmaması gereken kitaplar için düzenli listeler yayınlıyordu. Bu listeler içinde birçok ismin yanı sıra basılmaması gereken kitaplara ilişkin belirli kategoriler ve tanımlar da bulunuyordu. Kitabın içeriğinden yazardan önce yayın yönetmeni sorumluydu.
Bu yüzden yayınevleri listelerin dışına çıkmamak için azami dikkat gösteriyorlardı. Tiyatro ve diğer sanat dalları için de durum pek farklı değildi. Sansür kurulunun sanattan beklediği, Estada Novo ve başkanı Salazar’ın övülmesinin ötesinde değildi. Bir sanat eserinde en son görmek istedikleri, eserin belirli bir eleştiri içermesiydi. Kurul sanat eserleri için de listeler ve yönergeler aracılığıyla sansürün kapsamını hâlihazırda ortaya koymuştu.

Sansürün kapsamı
Sansürün kapsamının belirlenmesi, olası suçları ve cezaları sıralamayı, özetle ceza ve yaptırıma dayalı fiilleri mümkün kılıyordu. Fakat Salazar’a göre, bunlar önleyici fiiller olmadan yeterli değillerdi. Bu yüzden mekanizmada önleme dayalı fiiller de bulunuyordu. Örneğin gazete, bülten, dergi gibi periyodik yayınlar için sansür kuruluna, baskı öncesi belirli bir depozito yatırılıyordu. Bu depozito olası bir suç halinde ceza bedeli olarak alınıyor ve sonrasında cezanın mahiyetine göre dava açılıyordu. Kurulun suç kavramı hayli belirsizdi. İçeriğin yanı sıra, iktidarın o anki yararı da gözetiliyordu.
Örneğin bir tarım bölgesine dair kuraklık haberi, olası bir memnuniyetsizlik dolayısıyla sansürlenirken, sulama kanallarının yakın zamanda tamamlanacağı bir başka bölgede, benzer haberler açılıştan hemen önce gündeme sokuluyordu. Bu sırada ulusal basın kuruluşlarının uluslararası basın kuruluşlarıyla yaptıkları tüm yazışmalar kontrol ediliyor ve telefon görüşmeleri dinleniyordu. Uluslararası haberlere dair sansür işlemleri de iktidarın yararına göre belirleniyordu. Örneğin bir başka ülkede vuku bulan antifaşist bir ayaklanma haberine, ulusal bir basın kuruluşunda rastlamak neredeyse imkânsızdı. Bu haberin daha sansür kuruluna sunulmadan otosansüre alınacağı açıktı.

Salazar’ın sansür kuruluna dönük eleştirilere yanıtı, sansürün sadece komünistlere(1) uygulandığı, onların Estada Novo’nun bir parçası olmadıklarıydı. Estada Novo’nun hiçbir üyesinin sansür kapsamı altında olmadığını öne sürüyordu. Salazar Estada Novo’nun üyesinin Tanrı’yı, ülkeyi, otoriteyi ve aileyi tartışmamasını salık veriyordu. Bunun dışında kalan her şey, onun düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı altındaydı. Peki, hakikaten öyle miydi?

1945 yılına gelindiğinde, sansür akıl almaz bir boyuta ulaşmıştı. Salazar komünistleri engelleyemediği ölçüde sansürü daha da ağırlaştırıyordu. Bunda komünistlerin adil şekilde seçimlerin yapılması, sürgünlerin ve tutsakların özgür bırakılması çağrılarıyla başlattıkları imza kampanyasının büyük etkisi vardı. Kampanyanın yaygın bir etkisi olacağı bekleniyordu. Öyle de oldu. Bunun üzerine Salazar, öncelikle kampanyanın imzacılarını, özellikle de memurları tespit ederek, imzacılara yönelik bir soruşturma süreci başlattı. Daha sonra, bu ve benzeri eylemlerin daha yayılmadan önlenmesi amacıyla yayın kuruluşlarına ve basım merkezlerine resmi birer görevli atama kararı aldı. Bu durum kısa bir şaşkınlık halinin ardından kanıksandı. Sansür kurulu tarafından atanan görevli, tıpkı diğer çalışanlar gibi yayın kuruluşuna ya da basım merkezine geliyor ve kendi üstüne düşen sansür işlemlerini yapıyordu. Yayınlanacak ya da basılacak her metin, çizim ya da fotoğraf kurul görevlisinin onayından geçiyordu. Onaydan geçmeyecek olan yayınların nitelikleri ise saymakla bitmiyordu. Devlete, iktidara, devlet içindeki kişi ve kurumlara, kamu hizmetlerine, dini inanç ve ritüellere dair eleştirilerden, mahkeme süreçlerinin anlatılmasına ve hatta astroloji yorumlarının aktarımına kadar uzanan bir çeşitlilik söz konusuydu.

Bu durum sonrası komünistler, kapalı alan yayın kuruluşlarını ve baskı merkezlerini daha da sağlamlaştırdılar. Bütün baskılara rağmen güçleniyorlardı. Böylece sansür ülkenin önemli bir kesimi için etkisini adım adım kaybediyordu. Komünistler sınırlı olanaklarına rağmen, üstüne düşünülmüş hamleler sayesinde düşmana karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yayınlar elden ele geçiyor, halk nezdinde yaygınlaşıyordu. Salazar’ın engellemeleri yayınların yaygınlaşmasını durduramıyordu. Bunların karşısında aciz kalan Salazar, siyasi polisi yeni bir isim (PIDE) altında yeniden yapılandırdı. Siyasi polis önceden de kapsamlı yetkilere sahipti. Örneğin yargıya gerek duymadan başına buyruk hareket edebiliyordu. Salazar, siyasi polisin hesap verdiği tek kişiydi. Bu yeniden yapılandırmayla ise Salazar onlara bir sınırsızlık yetkisi tanıyordu. Bu noktada gözaltı yetkisi önemli bir konu olarak beliriyordu.
Siyasi polis, hakkında herhangi bir şüphe duyduğu bir kimseyi, zaman sınırı olmaksızın gözaltına alabilme yetkisine sahipti. Bu yetki uyarınca bir kimse, komünist olduğundan şüphe duyulduğunda, yüz seksen günlük gözaltı süreleri doğrultusunda alıkonabiliyordu. Bu gözaltı süresi üç yıla kadar çıkartılabiliyor ve Salazar’ın onayıyla daimi bir tutukluluk haline çevrilebiliyordu. Anayasanın ilgili maddesine bakıldığında, gözaltında tutulan kimsenin avukat edinme ve avukat görüşü gibi hakları vardı. Ne var ki fiilen değil avukat görüşü, bir avukat edinmek dahi olanaksızdı. Öyle ki gözaltında tutulan kimsenin müebbet hapis altına alınması ya da maruz kaldığı yoğun işkence sırasında ölmesi yüksek bir ihtimaldi.(2)
Komünistlerin sansürü kırma çabaları Salazar’ın sanrılarını daha da arttırmıştı. Bir yandan sansürü ve faşist baskıları inkâr ediyor, diğer yandan saldırılarını sürdürüyordu. Siyasi polis ve muhbir sayısı sürekli arttırılıyordu. Sokağa çıkan herkes yanı başında kendisini dinleyen birini ensesinde hissediyordu. Her kafede en az bir polis ya da muhbir bulabilmek mümkündü. Saçma denebilecek gerekçeler gözaltı nedeni sayılıyordu. Ne var ki halkın içten içe büyüyen tepkisi basit dışavurumların ötesine geçmeye başlamıştı. Bu Salazar’da bir korku hali yaratmıştı. Bunun üzerine kimi geri adımlar atmaya başlamış ve belirli reformlar yaparak tepkileri azaltma yoluna girmişti. Bu yapılanları halkın mücadelesiyle elde edilen kazanımlar gibi değil de kendi bahşettiği hediyeler gibi göstermeye çalıştı. Fakat halk kazanımların farkındaydı ve Salazar geri adım attıkça daha da ilerliyordu. 1970 yılında Salazar’ın ölümünün ardından Estada Novo’nun yıkılışı başladı.

Karanfil Devrimi
1974 yılına gelindiğinde, çoğunluğu yurtsever ve komünist askerlerden oluşan askeri bir örgütlenme (MFA), Afrika sömürgelerindeki özgürlük hareketleriyle savaşmayı reddetmiş ve ülke çapında bir isyan başlatmıştır.(3)
Askerlerin isyanını destekleyen on binlerce insanın kırmızı karanfiller eşliğinde sokağa çıkmasıyla isyan siyasal bir devrime dönüşmüştür. PIDE merkezi işgal edilmiş, belgelere el koyulmuş, siyasi polisler tutuklanmıştır. Salazar’ı destekleyen herkese savaş açılmış ve faşistlerin kurumlardan tasfiyesi başlamıştır.
Bu sırada komünistler ise olası bir halk cumhuriyeti için uygun bir zemin hazırlıyorlardı. Örneğin halk meclisleri süratle örgütlenmeye çalışılıyordu. Ne var ki 1975 yılında ılımlı sağcı askerler ve sosyal demokratların ittifakıyla komünistler kısmi bir yenilgi alarak, daha fazla ileri gidemediler. Diğer yandan, örneğin Yunanistan deneyiminden farklı olarak, edinebildikleri oranda siyasi yapıda belirli bir yer edinmiş ve kazanımlarını bugüne kadar bir oranda koruyabilmişlerdir.(4)
Bütün baskı, işkence, katliam fiillerine ve dayatılan akıl dışılığa rağmen, antifaşist cephe başarılı olmuş ve Salazar’ın Estada Novo’sunun devamlılığı kendi ömrüyle sınırlanmıştır. Estada Novo’nun yıkılışıyla alınan ilk kararlardan biri sansürün mutlak suretle yasaklanması ve olası sansür kasıtları için en ağır cezalar belirlenmesi olmuştur. Karanfil Devrimi eksiklerine rağmen çokça ders çıkarılabilecek antifaşist tarihsel bir örnek olarak alınmalıdır.
Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. Bu noktada komünistler, sansürün kırılmasından kapalı alan örgütlenmelerin sürdürülmesine kadar kapsamlı, tarihsel bir birikime sahiptir. Bu bağlamda yenilmesi mümkün değilmiş gibi gözüken düşman, sansürün kırıldığı oranda teşhir edilirken, sansür uygulayanların kullandığı zora karşılık verilmesi gerektiği daha çok dilden dile, daha çok kulaktan kulağa ulaşır. Böylece faşist zora daha kararlı karşılık verilerek, faşizm geri adımlar atmaya zorlanır. Sonunda, faşizmin dayanak noktaları aşınır, zayıfladığı oranda çözülür ve halkın sokaklara akmasıyla paramparça olur.

ÖNDER KULAK / BİRGÜN PAZAR

***
1 Komünistler ifadesiyle kastedilen çoğunlukla Portekiz Komünist Partisi’dir.
2 İşkence faşistler tarafından yaygın şekilde kullanılan politik bir araçtı. Bu konuda bir çalışma için bkz. Christopher Reed, “How the CIA Taught the Portuguese to Torture”, Counterpunch, 21.05.2004.
3 MFA çoğunlukla düşük rütbeli askerlere dayanıyordu.
4 Bu konuya dair güncel bir çalışma için bkz. Mark Bergfeld, “The Next Portuguese Revolution”, Jacobin Mag, 22.05.2014.