14 Haziran 2018 Perşembe

Dinmeyen bir futbol senfonisi: Dünya Kupası - İsmail Sarp Aykurt / SOL

Formalarında büyük harflerle CIS yazan, Türkçesi Bağımsız Devletler Topluluğu olan, sonrasında ise kapitalist bir bataklığa dönen ve günümüz Rusyasına bağlanan süreç 2018 Rusya Dünya Kupası’na kadar gelmiş bulunuyor. Bir zamanlar Sovyet gençlerinin, sayısız emekçinin top koşturduğu bu alanlarda ‘Anayurt çağırıyor’ heykelinin altında, Şostakoviç’in en güzel bestelerini yaptığı direnişin kenti Leningrad’da, Hitler faşizminin iyiden iyiye dövüldüğü Stalingrad’ın yorgun sokaklarında piyasanın o ağır tahribatı var şimdilerde.

Futbol, ilk oynandığı günden beri yayılımını sürdürüyor. Buna ister Türklerden tepük, ister İtalyanlardan Calcio, Japonlardan Kemari ya da Fransız halkı için La Choule deyin isimler değişse de içerik değişmiyor. Bu içeriğin en önemli beynelmilel organizasyonlarından biri ise bugün yarın başlayacak olan futbolun en büyük organizasyonlarının hiç kuşkusuz başında gelen Dünya Kupası. Futbolun, popülerleşmesine eşlik eden kapitalist gelişme ve genişleme ile sonradan futbolun başına çöreklenen ve dünya çapındaki örgütlü futbolun temsilcisi olduğu iddiasını taşıyan FIFA, şimdilerde küresel futbol kapitalizminin en önemli cazibe merkezi konumunda. FIFA bu organizasyonların hâlâ en büyük örgütçüsü.

1904 yılında düzenlenen ilk FIFA Kongresi’nden sonra tam adı Uluslararası Futbol Federasyonu olan FIFA futbolun o döneme ait temel sorunlarını incelemeye alıyor. Bunlar arasında tam bir futbol birliğinin sağlanamaması ve kuralların da tam bir düzen içerisinde uygulanmasında ortaya çıkan sorunlar başa yerleşmiş durumdaydı. Bu anlamda sorunun oluşmasında "futbol mağruru" Britanya ekolünün de yeri olduğunu not etmek gerekiyor. Ancak FIFA’nın bu konudaki çabalarının işe yaradığını biliyoruz. Çünkü FIFA, dünya çapında bir turnuva, bir şampiyona düzenleme hakkının yalnızca FIFA’ya ait olduğu tezini öne çıkarıyor ve bu, futbolun şimdilerde adına "dünya çapında bir suç örgütü" yakıştırmaları yapılan FIFA’ya "ait" gösterilmesinin de bir anlamda sebebi haline dönüşüyor. Britanya ile FIFA tekelinde bir oraya bir buraya sündürülen futbolun bağımlılık süreci de aslında böyle başlıyor demek mümkün.

1919 yılında Fransız Futbol Federasyonu’nun başına getirilen Jules Rimet ve genel sekreter Henri Delaunay dünya kupası fikrinin somut hale gelmesine ön ayak olan iki kişi olarak söylenebilir. Özellikle de 1920’li yıllar dünya kupası fikrinin son halinin planlanmasını önceleyen dönem oldu. Çünkü Rimet Artık FIFA Başkanı olmuştu. Zaten FIFA’nın 1904 yılındaki kuruluşunda yer alan Rimet, 1954 senesine kadar aktif başkanlık yürüttü. Geleneksel burjuva diyebileceğimiz bir isim olan Rimet düzenlenmesine aracılık ettiği ilk dünya kupası olan Uruguay adresli kupada bizzat bulundu ve kupa onun adı ile kazanan takıma takdim edildi. 1946’da Jules Rimet’nin adı verilse de kupaya, 1930-1970 yılları arasında ellerde yükselen heykelciğin isminin de pekâlâ Rimet ismine angaje olduğunu söylemek zorlama olmayacaktır. Kupa o dönemde Fransız bir heykeltıraş olan A. Lafleur’un eseridir. Eser ise zafer tanrıçası Nike’ı tasvir etmektedir.

İLK İZLER: KUPANIN SEYİR DEFTERİ
1920 yılında Belçika’nın Antwerp şehrinde prensipte kabul edilen Dünya Kupası fikri, profesyonelleşmenin de kabul edilmesi ile olimpiyatların başka bir mecraya kaymasına aracılık etti. Olimpiyatların dayandığı konsept amatörlüğe zemin hazırlıyordu. Ancak öte yandan profesyonellik de ‘zımni’ yollarla artmaya devam ediyordu. Tüm bu zeminden hareketle Rimet ile Deleunay’ın FIFA kongresindeki ikna konuşmaları “Birçok ülkede profesyonellik kabul ediliyor ve olimpiyatlarda artık en iyi futbolcular yer alamayacak” çıkışı ile destek aldı. 1930’da ilk kupa Uruguay’da gerçekleşti. Son iki olimpiyat şampiyonu Uruguay’a verilen bu unvan yıllarca sürecek bir geleneğe dönüştü. Uruguay bu şansı ‘parasal’ yollar ile çözmüş; FIFA’da sanki olimpiyat şampiyonu takımı bu şekilde ödüllendirmişti. İlk Dünya Kupası’na katılan tüm ülkelerin ulaşım, barınma vb. masrafları ev sahibi ülke tarafından karşılandı. 1930 Dünya Kupası 1929 Büyük Ekonomik Krizi’nin gölgesinde gerçekleşiyordu. Uruguaylılar mutluydu, ancak aynı mutluluğu Avrupa kıtası için söylemek zordu.

1934 Dünya Kupası 2. Dünya savaşını önceleyen bir turnuva olmuştu. Tarihin bu evresine baktığınızda, 1936 Münih Olimpiyatları ile oldukça benzer bir doğrultu ve zeminde gerçekleştiğinden kimse kuşku duymadı 1934 İtalya’nın. Dünya kupaları tarihinin ikinci ve en kötü örneklerinden birisi oldu bu turnuva. Mussolini'nin faşist rejiminin açıktan bir propagandası halini alan Dünya Kupası'nda İtalyanlar'ı fazlasıyla memnun eden hakem kararları da sonuçta etkili oldu ve bu kahrolasıca rejim futbolun tüm olanaklarından ziyadesiyle faydalandı. Finalden önce İtalya Milli Takımı'nı Roma'da askeri geçit törenine çıkarmak isteyen faşist bir adam vardı bu turnuvada… Özetle İtalyan faşizmi ile can çekişen 1934 Dünya Kupası ile ırkçı Nazi nasyonalizmi ile iğdiş edilen 1936 Berlin Olimpiyatları çok büyük ve birbirine yakın tarihli analojiler olarak tarihte yerini almıştı. 1938’de ise işgalin başladığı ve Avusturya’nın ilhak edildiği yılların futbola gölge düşürdüğü yıllardan oldu. Avusturya’nın devreden çıkmasıyla birlikte kupaya katılan takım sayısı 15’e düştü. 6 Alman ve 5 işbirlikçi Avusturyalı oyuncunun oynadığı Nazi Almanyası İsviçre’ye yenilerek elenmekten ise kurtulamadı. Bu yıllardan akıllarda kalan Nazi çalımcısı Avusturyalı, namı diğer kâğıttan adam Mathias Sindelar oldu. Nazi milli takımı kendi ülkeleri ve liderliği ile tarihin çöplüğüne giderken, Sindelar ise Nazilere direnişi ve ısrarla Nazi milli takımını reddedişi ile akıllarda kaldı.

SOSYALİZM KUPADA: SOVYETLERİN KUPA DENEYİ
1958 yılı önemli bir yıl oldu. Kupaları kimin aldığından ya da gol kralı kimin olduğundan bağımsız, bu yılın en büyük gelişmesi Sovyet futbol takımının Dünya kupasına dâhil olmasıydı. Kolektif oyun anlayışı, antrenman yöntemleri, fizik yapısı ve henüz bilinmedik yönleriyle dâhil oldu turnuvaya Sovyetler… Çeyrek finale kadar uzandı Sovyetler, ancak ötesine geçemedi. Ve fakat o yıl İsveç ve Brezilya’nın yılı oldu. 1966 yılında ise kupanın adresi İngiltere idi. Turnuva oynanan maçlardan çok şampiyonanın başlamasına 3 gün kala Londra’da sergilenen kupa ortadan kayboldu. Fakat ne şanstır ki aynı kupa Londra’nın güneyindeki kenar mahallerinden birinde ve Pickles adlı bir köpek tarafından çalılıklar arasında bulundu. Zaten ilginç zamanlar yaşamıştı kupa. 1966 yılından önce J. Rimet adını taşıyan kupa 2. Dünya Savaşı esnasında dönemin FIFA yöneticilerinden Ottorino Barassi tarafından bir ‘ayakkabı kutusu’ içerisinde ve yatağının altında saklandı.
Açıkçası, ayakkabı kutusunda değerli eşya ya da şimdilerdeki gibi para saklama egzersizlerinin yeni bir şey olmadığını buradan anlamak oldukça mümkün.
1962 Dünya Kupası önemlidir. 1960 yılında ilk Avrupa Şampiyonası’nda ilk şampiyonluğunu kazanan Sovyetler Birliği, büyük kalecisi Lev Yaşin önderliğine turnuvadadır.  İlk maçta Yugoslavya‘ya karşı kalesini kapatan Sovyet kaleci, ikinci grup maçında Kolombiyalı futbolcu  Coll‘un kornerden attığı golü engelleyememiştir. Hepsini çıkaracak değildir ama öyle iyi bir kalecidir ki beklentiler bir çığ gibi büyür onu izledikçe. Buna karşın Sovyetler Birliği gruptan lider olarak çeyrek finale yükselir ancak çeyrek finaller hiç de iyi gitmemiştir. Şili karşısında da, kalesinde iki gol görür Yaşin. Golü attıktan sonra sevinmek yerine Sovyet kalesine gider, Yaşin‘e sarılır ve golü kutlamaz Rojas… Anlaşılan o ki ona gol atmış olduğuna gözlerini inandıramaz. Turnuva yine çeyrek final bileti ile sona erer Sovyetler için.


“Ona istediği parayı ödemeye hazırım. Ailemin tüm mücevherlerini satıp borca girmem gerekse bile onu almak isterdim. Ancak Bay Yaşin için biçilebilecek bir değer yok, tıpkı Prado Müzesi’nde duran ünlü ressamların tabloları gibi…” derler onun için, onun derdi ise ülkesi Sovyetler Birliği’dir. 1966 Dünya Kupası’nda da Sovyetler Birliği’ni yarı finale kadar taşır Yaşin. Bu onun son Dünya kupası olur ancak bıraktığı iz hiç silinmez, hatırlarda kalır. Bir konuşmasında ona sorulan ve tipik olduğunu rahatlıkla ifade edeceğimiz “Başarının sırrını neye borçlusun” türden sorulara karşılık şöyle söyler, biraz da alaycı bir ifade takınarak sanki:
“Maçtan hemen önce sakin kalabilmek için bir sigara içer ve kaslarımı yumuşatmak için de sert bir likör yuvarlarım…”

 Lev Yaşin bir futbol ve futbol efsanesi değildir sadece, o bir Sovyet’tir. Sovyet insanının yeşil sahalardaki izdüşümüdür. “Yuri Gagarin’i uzayda uçarken izlemekten daha iyi bir his varsa o da iyi bir penaltı kurtarmaktır” diyecek kadar da bağlıdır ülkesine ve sevdiği oyuna…

Her ne kadar 2018 Rusya Dünya Kupası Yaşin’li bir afişe konu olsa da ‘konunun geçtiği yer’ Sovyetler Birliği olmaktan artık uzaktır. Yaşin ise ‘dünyanın en büyük suç örgütlerinden biri olan’ FIFA tarafından reklam amaçlı anti-sovyetizm kokan bir afişe sığmayacak kadar büyük bir işçi evladıdır. Ve onun yetiştiği ülke piyasacı Rusya değildir.
1966 yılında İngiltere’nin kazandığı Dünya Kupası’nda Sovyetler Birliği futbol takımı tarihinin en büyük başarını elde etmişti. 23 Temmuz 1966 yılında çeyrek finalde Macaristan’ı 2-1’lik skorla eleyen SSCB, 2 gün sonra Batı Almanya’ya hemen sonrasındaki üçüncülük maçında da Portekiz’e kaybediyordu. Nikolay Morozov’un öğrencileri 4.lük ile yetinmişti. 1970’te ise yine bir yarı final kapısından dönülmüştür. Tıpkı 1958 ve 1962’de olduğu gibi…

1974 yılı Sovyetler Birliği’nin dünya kupasında boy göstermediği bir yıl olur. Diskalifiye edilmiş olduğu söylenir SSCB’nin. Oysaki o yıl futbolun onurlandırıldığı ancak emekçilerin katledildiği yıllardan biridir. CIA destekli bir darbe planı ile Salvador Allende’nin Şili’sini emperyalist ABD’nin kucağına bırakan faşist işbirlikçi Pinochet’in yönlendirdiği bir takım ile ve kanlı katliamların yaşandığı bir stadyumda oynamak gibi bir ilkesizliğe asla ortak olmaz Sovyetler Birliği.

Sovyet Futbol Federasyonu mesajını iletmiştir:
“Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol stadyumu oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkartılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şilili yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder”.

KUPANIN TURNUSOL KAĞIDI: SOSYALİZM
Sovyetler yoktu 1974’teki turnuvada ancak Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) başarılı bir turnuva geçirdi. Aynı gruba düşen DAC ile kapitalist Batı Almanya karşı karşıya geliyor, Magdeburg’lu Demokratik Alman golcü ve kimsenin bilmediği bir isim Jürgen Sparwasser 77. dakikada ünlü Batı Alman savunma oyuncuları Vogts ve Schwarzenbeck’i geçiyor, büyük kaleci Sepp Maier topu fileden alıyordu. Sparwasser’in attığı gol Batı Almanya’yı ikinciliğe itmişti. 2 bin taraftarıyla Hamburg’ta gülen taraf sosyalizmin ülkesi oldu. Son tahlilde ise DAC, gruptan çıkma ile yetiniyor ve Batı Almanya ise şampiyon oluyordu.  Batı Almanların tek mağlubiyeti Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne karşı alınmıştı. 1974 yılındaki Dünya Kupası özel bir kurala da tanıklık etmişti. İlk kez kırmızı kartın uygulandığı ve turnuva tarihinde ilk kez bir kırmızı kart gösterilen moment yaşandı orada. Buradaki ilginç an, kırmızı kartı ikinci sarı karttan gösteren kupa tarihindeki ilk Türkiyeli hakemin Doğan Babacan, kartı gören ismin ise Şili'li solcu futbolcu kaptan Carlos Caszely olmasıydı.

1978 Dünya Kupası ise başlamadan bitiyordu Sovyet takımı için. Macaristan ve Yunanistan ile girişilen grup mücadelesi sonucunda o dönemki uygulama ile UEFA / CONMEBOL Kıtalararası play-off oynama hakkı kazanan Macaristan diğer katılımcı ülke Bolivya’yı her iki maçta da yenerek turnuvaya katılmayı başarıyordu.

1982 ve 1986 Dünya Kupalarına da katıldı Sovyet takımı. Bu defa kalede ‘Dünyanın en güzel gollerini yiyen adam’ vardır. Ya da o golleri o yediği için dünyanın en güzel golleri diye adlandırılır onlar. Çoğu kez söylendiği ve yazıldığı gibi. Rinat Dasaev öyle bir kaleciydi. Sovyetler Birliği dağılana dek, 1990 Dünya kupası başarısız geçse de, katılmayı başarmıştı turnuvaya. Büyük antrenör Valeriy Lobanovski, topuk pasının mucitlerinden sayılan Sovyet futbolcu Eduard Streltsov, Simonyan, Ivanov, Banishevsky, Malofeyev, libero ekolünündeki en büyük isimlerden Albert Shesternyov, Sovyetlerin büyük forvetlerinden Byshovets, gelmiş geçmiş en büyük isimlerden Oleg Blokhin, Bobrov, Zavarov, Demyanenko, Alennikov ya da Belanov… Tüm bu isimler Sovyet futbol geleneğinin en önemli dişlilerini oluşturdular. Taa ki, Sovyet sosyalizmi ‘geçici’ bir paralizasyona maruz kalana dek.

Formalarında büyük harflerle CIS yazan, Türkçesi Bağımsız Devletler Topluluğu olan, sonrasında ise kapitalist bir bataklığa dönen ve günümüz Rusyasına bağlanan süreç 2018 Rusya Dünya Kupası’na kadar gelmiş bulunuyor. Bir zamanlar Sovyet gençlerinin, adını saydığımız sayısız emekçinin top koşturduğu bu alanlarda ‘Anayurt çağırıyor’ heykelinin altında, Şostakoviç’in en güzel bestelerini yaptığı direnişin kenti Leningrad’da, Hitler faşizminin iyiden iyiye dövüldüğü Stalingrad’ın yorgun sokaklarında piyasanın o ağır tahribatı var şimdilerde.

Ve de bir Dünya Kupası yeniden, Sovyetsiz, sosyalizmsiz ve olabildiğine aynılaşmış…
Şimdi söylesenize herkes o kadar ‘aynıyken’ bir turnuva ne kadar heyecan verebilir ki insana?

Hele ki, yoksa sosyalizm.

İsmail Sarp Aykurt / SOL


Çok kritik bir kavşak - ERGİN YILDIZOĞLU

Adayların meydanlardaki performanslarına, meydanların heyecanına, sosyal medyadaki hareketliliğin içeriğine bakınca, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması,  İnce’nin zaferiyle sonuçlanması, HDP’nin barajı geçmesi, AKP’nin Meclis’te çoğunluğu kaybetmesi gerekir diye düşünüyorum. Ancak OHAL ve onunla çıkarılmış türlü yasalar gerek seçim sonuçlarını, gerekse de seçimlerden sonraki gelişmeleri büyük ölçüde çarpıtacak. 
 
‘Yorulma’ ve ‘paslanma’... 
İktidardaki siyasal İslam cephesinde bir şaşkınlık, dağınıklık söz konusu. Liderliği, “yorgunluktan”“paslanmadan” yakınıyor; hem korktukları hem de öfkelendikleri söylenebilir; topluma anlattıkları hikâye de iç tutarlılığını kaybetti, absürt sonuçlar yaratmaya başladı. AKP’nin liderinin Bingöl ve Bursa, Niğde mitinglerinde sergilediği görüntüler gerçekten çok anlamlıydı.
 
Muhalefet cephesindeyse umut, heyecan, özgüven, hareketlilik giderek artıyor. Böylece, AKP ve siyasal İslam açısından seçimlerde alınması gereken risklere ilişkin çıta hızla yükseliyor. Muharrem İnce’nin yürüttüğü kampanyanın, kişisel olarak sergilediği tarzın, Demirtaş’ın duruşunun çıtanın yükselmesinde önemli bir rol oynadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. 


Tüm bunlardan ben, kendi hesabıma, eğer başkanlık seçimleri birinci ya da ikinci turda iktidarın zaferiyle sonuçlanırsa, HDP barajı geçemezse, seçimlerde sıra dışı müdahalelerin rol oynadığı, bir meşruiyet sorunu doğduğu sonucuna varacağım. 
Diğer taraftan, “yorulma”“paslanma” aşamalarında, siyasi hareketlerin liderliklerinin iç çelişkileri derinleşir, kadrolarının özgüveni, mücadele azmi zayıflamaya başlar. Bu koşullarda, siyasi olayları, örneğin, seçimlerin sonuçlarını sıra dışı yöntemlerle ve araçlarla müdahale ederek belirlemek zorlaşır, müdahale çabaları verimliliklerini kaybeder, göğüslenemeyecek tepkiler üretmeye başlar. 

Geçen ay Foreign Policy de yayımlanan “Seçimler nasıl çalınır” başlıklı bir araştırma, “Otokratların seçimleri, seçmen daha sandık başına gitmeden çalmaları gerekir; seçimleri sandık başında, sandıklar açılırken çalmaya kalkanlar çoktan kaybetmiş demektir” diyordu. Bu saptamanın ışığında Türkiye’deki durumun tam olarak nasıl şekilleneceğini öngörmek kolay değil. Ancak, seçimleri sandığa gitmeden çalma olasılığının giderek zayıfladığını, ikinci olasılığın daha ağır basmaya başladığını söylemek olanaklı. Bu nedenle sandıkların güvenliği, her zamankinden daha önemli. 
 
İki konu daha var 
Göz önüne alınması gereken iki konu daha var. Birincisi, “iktidarı” Erdoğan’a indirgemenin, çok vahim bir yanılgı olacağını sık sık vurguluyorum. Karşımızda bir rejim sorunu var. Rejimin, siyasal İslamı temsil eden AKP ve liderliğinin, bu seçimlerden istedikleri sonuçları alamadıkları takdirde, 16 yıldır elde ettikleri kazanımları korumak için, ciddi bir direniş sergileme olasılıkları çok yüksektir. Bu direniş, güvenlik örgütlerinden devlet bürokrasisine, eğitimden sağlığa, camiler-vakıflar gibi dini kurumlardaki, kadrolara kadar, hemen her düzeyde, kendini gösterebilecektir. Eğer seçimlerden istedikleri sonuçları alabilirlerse, aynı kesimlerin, bu kez seçim öncesinde yaşadıkları korkunun etkisiyle muhalefete yönelik, çok sert bir saldırı başlatma olasılığı çok yüksektir. 

İkincisi, dış kaynak bağımlısı Türkiye kapitalizmi, çok ciddi bir borç krizinin eşiğindedir. Hatta, kimi analistlere, örneğin, “Türkiye, Brezilya finansal madenin içindeki kanaryalar mı” diye soran Kenneth Rogoff’un, Project Syndicat sitesindeki son yorumuna bakılırsa, bu kriz çoktan başlamıştır. 

Seçimlerden sonraki yönetim bu krizle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu kriz ne siyasal İslamın ahbap çavuş kapitalizmi, ne de neoliberal ekonomi yönetim anlayışı ile, toplumda, özellikle emekçi sınıfların yaşamında büyük bir yıkım yaratmayı göze almadan yönetilemez. Dolayısıyla ekonomik krizin yönetimine ilişkin sorunlar, siyasal İslam’ın sergileyeceği tepkinin yaratacağı sorunları daha da ağırlaşmaya adaydır. 

Besbelli ki, ülke çok kritik bir kavşaktadır.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Rüyaları tasarlamak... - ALİ MURAT HAMARAT

Dünya Kupası’nın babası Jules Rimet ile en büyük kupaları tasarlayan heykeltıraş Silvio Gazzaniga’nın öyküsü.

Dört yılda bir alemi saran “47 ayın sultanı”na sayılı gün kala bazı isimler rahmet istiyor. Tıpkı FIFA tarihinin en uzun süre başkanlığını yapan Jules Rimet gibi.

Dünya Kupası’nın babası Jules Rimet 1873’de doğmuştu. Meşin yuvarlağa kısa sürede aşık olan Fransız, arkadaşlarıyla top koşturuyor, bir yandan da hukuk okuyordu. Red Star Paris’i kuran futbol sevdalısı, 1919’da federasyon başkanı olmuştu. Dur durak bilmeyen Rimet, iki yıl sonra da FIFA’nın bir numarası seçiliyordu.

Dünya futbolunun patronu, o zamanlar sadece 20 üyesi olan birliğin büyümesinde önemli rol oynuyordu. Vatandaşı Henri Delaunay Güney Amerika’dan esinlenip Avrupa’nın da kendisine ait bir turnuvası olması gerektiğini savunduğunda olaylar gelişiyordu. Bu teklifi reddeden FIFA, kendi organizasyonun peşine düşmüştü. Brüksel’de yaşayan zengin diplomat Enrique Buero ile birlikte kolları sıvayan Rimet, 1928’de noktayı koyuyor; ilk Dünya Kupası iki yıl sonra Uruguay’da düzenleniyordu.
Son iki Olimpiyat Oyunları’nda altın madalya takımının hem başarısı taçlandırılmış hem de ülkenin bağımsızlığa kavuşmasının ve anayasasının kabulünün 100. yıldönümü ölümsüzleştirilmek istenmişti.

13 Temmuz 1930’da futbolda yeni bir dönem başlıyor, organizasyonun ilk golünü Rimet’nin vatandaşı Lucien Laurent atıyordu. Son kez 1954’te Bern’de sahne alan FIFA Başkanı, artık adını taşıyan kupayı Almanya’nın kaptanı Fritz Walter’e takdim etmişti. O yıl koltuğuna veda eden Rimet, 1956’da da vefat etmişti.

Jules Rimet Kupası
Her ne kadar resmen 1946’da FIFA’nın unutulmaz başkanının adı verilse de, 1930-1970 yılları arasında ellerde yükselen zarif heykelciği tanımlar Jules Rimet Kupası. Fransız heykeltıraş Abel Lafleur’ün eseri olan zafer tanrıçası Nike, dünya futbolunun muzafferlerinin taçlandırılmasına yaramıştı. Üç defa kazanan ülke, ilaheye sonsuza kadar sahip olacaktı. İşte o tanrıçanın öyküsü içimizi burkacaktı.

Mussolini’nin özel çabalarıyla kazanılan 1934 İtalya Dünya Kupası’ndan bir sonraki şampiyonada da gülen spagetti diyarının FIFA’dan sorumlu yetkilisi Ottorino Barassi, İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin düşmesinden çok heykelciği kaptırmamanın derdindeydi. Müttefik devletler kapıya dayandığında, bir ayakkabı kutusuna konan ilaheyi ilahlar korumuştu...

1966’da futbolun beşiği İngiltere’deydi organizasyon. Her şey harikaydı da, şampiyonanın başlamasına az vakit kala ayaklanmıştı kupa. Bir pazar akşamı telefon etmek için evinin karşısındaki kulübeye yönelen David Corbett’in köpeği Pickles, bir arabanın yanında gazeteye sarılı olarak bulmuştu heykelciği. İngiliz polisinin başarısız fidye organizasyonu bir köpeciği kahramanlaştırmıştı. Her ne kadar emniyet kuvvetleri uzun süre Corbett’i sorguya alsa da, talihli sahip sonradan salıverilmişti.

“Turşucuk” birinci sayfaları uzun süre süsledi, yılın köpeği seçildi. Bir yıllık bedava mamaysa cabasıydı. Çeşitli ülkelerden davetler bile alan Pickles, muzaffer İngiltere’nin kaptanı Bobby Moore ve şürekâsının kutlama partisinde bile boy göstermişti. Kedi peşinde ağaca takılıp boğularak can verene kadar pek meşhur olan bu köpek olmasa, kim bilir belki de şampiyona kupa değil, Kraliçe’nin tacı verilecekti.

1970’te Meksika’da gülen Brezilya, üçüncü Dünya Kupası’nı kazandıktan sonra heykelciğin sahibi olmuştu. 1983’te edebî istirahatgâhından çalınan Jules Rimet Kupası eritilmişti. Merak etmeyin, ilahenin yerinde bugün yeller esmiyor, Lafleur’ün heykelinin replikası arz-ı endam eyliyor.

1974’ten bu yana verilen Dünya Kupası’na gelince... Yedi ülkeden 53 sanatçı teklif veriyor, Silvio Gazzaniga’nun projesi hayat buluyordu. Fakat FIFA bu sefer pinti davranıyor; üç kere zafere ulaşana kupanın daimi olarak verilmesinden vazgeçiyordu.

2016’da vefat eden İtalyan sanatçıyı belki bilmiyorsunuz ancak onun imzasını taşıyan başka eserleri o kadar yakından tanıyorsunuz ki...

Galatasaraylıların her 17 Mayıs’ta gözlerini yaşartan 2000’deki finali kim unutabilir? İşte o efsanevi mücadeleden sonra törende kaldıran 15 kiloluk gümüş kupayı unuttunuz mu? Peki 100 gün sonra kazanılan Süper Kupa’yı...
İşte tüm bu kupalara imzasını atan heykeltıraştı Gazzaniga. Milano’daki Bertoni şirketinde çalışırken, milyonlarca insanın rüyalarını süsleyen sanat eserlerine imzasını atmıştı. Sadece futbol için değil, voleybol ve beyzbol için de tasarlamıştı.

Kim bilir belki de rüyaların tasarımcısıydı İtalyan heykeltıraş. Şanslı azınlık için gerçek oldu kupaları; milyonlar için hâlâ hayal! Tıpkı Jules Rimet’nin düşü gibi...

 ALİ MURAT HAMARAT / BİRGÜN

Her mahalleye kıraathane değil, her mahalleye kreş - SELİN SAYEK BÖKE

24 Haziran’a 12 gün kala AKP’nin “dâhiyane’” vaatleri 16 yılın sonunda geleceğe dair söyleyecek sözü kalmamış olan iktidarın çaresizliklerine işaret ediyor. Öte yandan tam da neye ihtiyacımız olmadığını göstererek, Türkiye’nin gerçek ihtiyacını ortaya koymamıza da imkân veriyor.


Birkaç hafta önce uluslararası finans çevrelerine siyasete göbekten bağımlı bir Merkez Bankası’nda ısrar edeceğini “müjdeleyen” iktidar, bugün de her sabah işsizliğin karanlığına uyanan 6 milyon insana, yarınların endişesiyle boğulan milyonlarca gence, işsiz günlerini geçirecekleri kıraathaneler vaat ediyor. Erkeklerin buluştuğu kıraathanelerle kurulacak bir gelecek, kadınlara da onlarsız bir hayat müjdeliyor. Bir de Millet Kıraathanelerinde internetin de olacağı müjdesiyle somutlaşan AKP’nin Sanayi 4.0 ve teknoloji anlayışı var tabi...

Millet Kıraathanesi projesini hafife almamalı, zira AKP’nin Türkiye vizyonunu detayıyla ortaya koyuyor. Üretimsiz, ayrımcı, işsiz, teknolojiyi üretmeye değil tüketmeye bağımlı bir gelecek… İşte tam da burada çağı yakalayan, Sanayi 4.0 devriminin teknolojik dönüşümünde öncü olacak üretici güçleri merkezine alan, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan, güvenceli ve yüksek ücretli bir istihdamla zenginleşen Türkiye geleceğinde milyonları ortaklaştırma fırsatı karşımıza çıkıyor. Millet Kıraathaneleriyle değil Mahalle Kreşleri ve Aktif Yaşam Merkezleriyle!

Biz her mahalleye kıraathane kurmayacağız. Bilhassa böyle yapmayacağız. Biz her mahallenin çocuklarının gideceği kreşler, yaşlı ve bakıma muhtaçlarının hakları olan bakım hizmetlerine erişebilecekleri Aktif Yaşam Merkezleri kuracağız. İnternette gezinmeyi değil, interneti üretim gücüne dönüştürmesi için KOBİ’lerimizin dijital dönüşümünü destekleyecek, işgücünün bu dönüşümde ihtiyaç duyacağı becerileri edinmesini sağlayacak aktif istihdam politikalarını uygulayacağız. Kısacası biz gerçek bir sosyal devleti kuracağız.

Türkiye’nin bu üretim dönüşümünü gerçekleştirmek, hak temelli sosyal devleti kurmak için kaynağı da kapasitesi de var. Mesele kamu kaynaklarını sosyal devlet önceliği ile yönlendirmeyi tercih edecek bir halkçı kalkınma programını uygulayacak bir siyasi anlayışı iktidara getirmek meselesi.

GSYH’nin yaklaşık yüzde 1’i kadar kaynakla yapılacak bu sosyal devlet yatırımlarıyla 719 bin yeni iş yaratmak mümkün. Tercih çok açık… AKP Türkiyesinde kıraathanelerde bedava kek eşliğinde iktidarın propaganda medyasını internetten izleyerek vakit öldürmeyi vaat eden işsizlik var. Oysa kuracağımız halkçı kalkınmaya dayanan Türkiye’de kreşleri ve aktif yaşam merkezlerini inşa edecek mühendis, mimar, inşaat işçisi; kreş sınıflarında öğrencileriyle buluşan öğretmenler, bakım hizmetlerini sağlayacak sağlık çalışanları, yemekhanelerdeki aşçılar, teknolojiyi öğretecek ve altyapısını kuracak bilişimcilerle hakça yaşayacak milyonlar var. Verimsiz mega projeler yerine insanı merkezine alan böyle bir halkçı kalkınma hamlesinin yatırımlarıyla 2,5 kat daha fazla istihdam yaratabiliriz. Hem de stajyer, bursiyer, kursiyer yani esnek çalışma değil, gerçek tam zamanlı güvenceli ve güvenli istihdam.

Erken eğitim imkânlarına erişecek olan çocuklar, akranlarından 1,5 yıl daha önde becerilerle ilkokula başlıyor, daha kolay iş buluyor, buldukları işlerin de güvenceli ve daha yüksek ücretli olma ihtimali artıyor. Çocukları ve ebeveynleri için güvenli ve güvenceli sosyal bakım hizmetine erişemediği için bugün istihdam piyasasının dışına itilen milyonlarca kadın iş arama özgürlüğünü kazanıyor. Kısacası, bu anlayış değişikliğiyle katılımcı ve kapsayıcı, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan bir kalkınma için önemli bir adım atılmış olacak.

Bu yatırım programının aktif istihdam politikaları ile işgücü piyasasını düzenleyici politikaları içerecek bütüncül bir programla desteklenmesi, verimliliği de arttıracak. Eşit ebeveyn izni, tam-zamanlı çalışma mesaisinin insana yakışır işler çerçevesinde kısaltılması, işlevsel esneklik sağlayacak uygulamalar, çocuk kreş-anaokulu açılış-kapanış saatleri ile işyeri mesai başlangıç-bitiş saatlerinin koordinasyonu gibi politikalar bu kamu yatırımlarıyla eşzamanlı olarak uygulamaya geçirilmeli.

Kıraathanelerin vaat ettiği işsizliğe son verecek yatırımlarla, kadını yok sayan erkek egemen mahallelerin yerine kadını ekonomiye ve hayata ortaklaştıran atılımla, teknolojik dönüşüme insan dokunuşlarını da katarak Sanayi 4.0 karşısında boğulmamızın önüne geçecek bir dijital dönüşümle, Türkiye’nin krizin eşiğinden dönüşünün reçetesi mahallelerimizden başlayacak. 

Artan işgücü verimliliği, azalan işsizlik ve yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik eden bir kalkınma, katma değeri yüksek üretimle artan gelirler, azalan cari açık ile borçluluk…

Şimdi ilk iş, 24 Haziran’da Türkiye’nin dönüşümünü sağlamak üzere, sosyal devleti kurmayı tercih edecek bir programa oy vermek. 25 Haziran sabahından başlayarak da, bu atılım için hep beraber işe koyulmak.

Az kaldı...

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

13 Haziran 2018 Çarşamba

Ekonomi ve toplum: Seçimlerin ötesine bakmak - FATİH YAŞLI

Ekonominin durumunun Türkiye toplumunun sandıktaki tercihleri üzerinde önemli bir etki yaptığı ve belirleyici bir nitelik taşıdığı açık. Ekonominin iyileştiği durumlarda iktidarda olan partiye desteğin arttığını, kötüleştiği durumlarda ise zayıfladığını, hatta seçimlerin kaybedildiğini biliyoruz. AKP iktidarı döneminde ise -2008 küresel ekonomik krizinin üzerine gelen 2009 yerel seçimlerini saymazsak- ilk kez böylesine bozuk bir ekonomiyle ve yine ilk kez ekonominin toplumun bir numaralı gündem maddesi haline gelmesiyle seçimlere gidiyoruz.


Bu noktada asıl sormamız gereken soru şu: Ekonominin bu durumu seçmen tercihleri üzerinde muhakkak bir etkide bulunacak ama bu etkinin derecesi, yoğunluğu ne olacak?

Evet, bir yandan ekonomik kriz göz göre göre geliyor doğru. Son verilere göre ihracattaki çok az bir artışa mukabil ithalatta ciddi bir artış var, bu da cari açığın daha da büyümesi anlamına geliyor. Türkiye gibi kronik döviz bağımlısı ekonomilerde bu durum, krize doğru gidişin en önemli göstergelerinden biridir. Bunun yanı sıra enflasyon artık çift hanelere yerleşmiş durumda ve yeniden tek haneye öyle kolay kolay inmeyecek. Hayat giderek pahalanırken, açlık ve yoksulluk sınırı da giderek yükselecek. Dövizden kaçışı durdurmak için yapılan faiz artırımı ise yatırımların yavaşlaması, ekonominin bir durgunluğa girmesi ve zaten yüksek olan işsizlik oranlarının daha da artması anlamına gelecek.

Ancak öte yandan 7.4 olarak açıklanan büyüme oranına bakarsak, bu büyümenin önemlice bir bölümünün hanehalklarının harcamaları neticesinde gerçekleştiğini görüyoruz ki bu, toplumun borçlanarak ya da daha yüksek maliyetlerle de olsa tüketmeye devam edebildiğini gösteriyor. Ayrıca ücretlerle enflasyon arasındaki makas henüz dramatik ölçülerde açılmış değil ve tarım kesiminde ciddi bir sıkıntı olsa da birtakım telafi mekanizmaları işlemeye devam ediyor. Buna büyük şehirlerin özellikle kenar mahalleleri ve varoşlarındaki “sadaka devleti” uygulamalarını da eklediğimizde, geniş halk kesimlerinin ekonomiye bakarak “yeter artık” diyecekleri bir noktaya henüz gelmediğini söylememiz mümkün hale geliyor. 

Ancak görünen o ki seçim sonuçları ne olursa olsun, ister iktidar yoluna devam etsin, isterse de değişsin, Türkiye ekonomisini çok zor günler bekliyor ve yine kim gelirse gelsin, krizin faturası, birtakım nüanslarla olsa da halkın üzerine yıkılacak. Bunun ideolojik altyapısı ise iktidarıyla muhalefetiyle daha şimdiden hazırlanmaya başlanmış durumda.

Seçim öncesi muhalefetle kavga etmeyeceğiz elbette ama topluma ve memlekete karşı sorumluluk hisseden insanlar olarak, özellikle seçim sonrasını göz önüne alarak birtakım uyarılarda bulunmak zorundayız.

Öncelikle, ağzını her açanın “bağımsız merkez bankası” dediği ve dolayısıyla bilinçli ya da bilinçsizce neoliberalizmi savunduğu bir muhalefet tarzından emekçiler lehine bir şey çıkmaz. “Bağımsız merkez bankası” da “özgür para piyasaları” da sermayenin iktisadi programına aittir, bizim değil.

O çok övülen “Güney Kore modeli”, askeri diktatörlük altında emekçilerin düşük ücretlerle çalıştırılması, sendikaların devlet güdümüne sokulması, sola siyaset alanında yaşam hakkı tanınmaması ve ekonominin üç beş holdingin tekeline alınması demektir. Güney Kore modeli, Türkiye toplumuna matah bir şeymiş gibi örnek gösterilemez, dayatılamaz.

“Yapısal reformlar” adı altında savunulan düzenlemeler, IMF/Dünya Bankası orijinli politikalardır ve uygulandıkları her yerde topluma yıkım getirmişlerdir. Bugün Türkiye’de tarım bitmişse, taşeron çalışma kural haline gelmişse, kamu mülkleri özelleştirme adı altında peşkeş çekilmişse bunun gerisinde zaten “yapısal reformlar” vardır. Bunlar bir kurtuluş reçetesi olarak sunulamaz.

Devasa boyutlara ulaşan borçlar Türkiye toplumunun değil, Türkiye sermaye sınıfının borçlarıdır. Sermaye bu borçlarla semirmiş, büyümüş, kârlılığını artırmıştır. Kimse Türkiye toplumuna “bu borçları yeniden yapılandıracağız ve birlikte ödeyeceğiz” diyemez. Borçları kim aldıysa, o ödemelidir. 

Türkiye ekonomisinin kurtuluşunun Kemal Derviş programına dönüşte olduğunu söyleyenler açıkça yalan söylemektedir. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumun da, emekçilere reva görülenlerin de, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de gerisinde Derviş’in ve memuru olduğu Dünya Bankası’nın programı vardır. Derviş programına dönüş hiçbir şekilde savunulamaz, birtakım sol soslarla bu program bir kez daha Türkiye toplumunun önüne konulamaz.

Ekonominin en önemli gündem maddesi olduğu bir seçimde, bu gündemin “esas”tan değil, “usul”den konuşuluyor olması ve emekçilerin, çalışanların, geniş halk yığınlarının gerçek çıkarlarının siyasetin ana gündem maddesi haline gelmemesi hem ironik hem de trajiktir. Sol, özellikle seçimlerden sonraki yol haritasını söz konusu ironiyi ve trajediyi ortadan kaldırmak, emekçileri siyaset sahnesine taşımak üzerine kurmalıdır. Bu kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Zirve’ye ilişkin - MUSTAFA K. ERDEMOL

Nihayet buluştular. ABD Başkanı’nın bir ara yapmaktan vazgeçtiği Zirve’nin gerçekleşmesinde Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong un’un ısrarı etkili oldu. Dolayısıyla tüm dünya “barış” konusunda samimi olan tarafın hangisi olduğunu da gördü. Sadece bu değil, hakkında olmadık “haberler” uydurulan genç liderin bir canavar olmadığı da artık anlaşılmış oldu.


Zirve’nin sonuçlarının pratik yansımalarını göreceğiz tabii. Taraflardan ABD, Zirve’ye “kalıcı bir nükleersizleştirme” sağlama amacıyla gitti, malum. Ama ABD medyasının her şeyi bilen “uzmanları” Kuzey Kore’nin elindeki nükleer programı tamamen durdurması için 15 yıl gerekli olduğunu ileri sürüyorlar. Trump’ın yapacağı şey bu sürenin mümkün olduğunca kısalması. Kim’den talebi bu oldu muhtemelen.

Daha önce de belirtmiştim; iki ülkenin “nükleersizleşmeyi konuşmaktan” anladıkları aynı şey değil. Daha doğrusu Kim, bir nükleersizleşme için ülkesine yabancı yatırımı, ticareti engelleyen yaptırımlardan kurtulmayı şart koşuyor haklı olarak. ABD’nin ise önceliği bu değil. Kuzey Kore’den “kendisinin tehlikeli olduğunu kabul etmesini” bekler gibi adeta. Zirve’de bu konuda ikna edilmesi gereken tarafın Kuzey Kore olduğunu sanıyor ABD. Oysa Kuzey Kore’nin yıllardan beri, o nükleer testleri yapmasına neden olan, 30 bin ABD askerinin Güney Kore’de bulundurulmasına itirazları var. Bir nükleersizleştirme olacaksa Kuzey Kore’ye saldırılmayacağı, etrafının kuşatılmayacağı garantisinin verilmesi şart. 

Kim, Zirve öncesi ciddi jestler de yaptı bilindiği gibi. ABD’nin uzun bir süredir propaganda amacıyla kullandığı üç ABD’li mahkûmu salıverdi örneğin. Bu, politik sonuçları Trump’ı ülkesinde zor durumda bırakan bir jestti aslında. Amerikan medyasında Trump’un bu “salıverme”yle ilgili, olarak ne tür tavizler verdiği konuşuldu uzun süre. Oysa bir taviz söz konusu değildi. Zirve’nin gerçekleşmesi için ısrarlı olan Kuzey Kore, bu konudaki samimiyetini gösterecek bir fırsat olarak değerlendirdi üç mahkûmun serbest bırakılmasını.

ABD medyasında Kim’in ciddiyeti sorgulandığında Trump’ın “ben sadece dokunarak da olsa anlarım” demesi, kendisine bir hayli fazla “kıymet” biçtiğini gösteriyor elbette ama bu Kuzey Kore’yi “dünya ailesine” katan ABD Başkanı olma konusundaki hırsının da bir göstergesi. “Sadece ben yaparım” tarzına da çok uygun. 

Zirve’de iki ülke heyetleri de görüştü. ABD ekibine Dışişleri Bakanı Mike Pompeo başkanlık yaptı. Trump’ın Kim’e “sonunun Kaddafi’ye benzeyeceği” tehdidini savurmasının üzerinden çok zaman geçmedi ama Pompeo zirve öncesinde “Başkan Trump umut verici bir adım attı” demişti. Pompeo “adımı atan”ın Kim olduğunu bilmiyor olamaz.

Kim’in söz konusu tehdide aldırmayıp, ülkesini her fırsatta savunmaya hazır olduğunu söylemesi, ama bunu yaparken de mutlaka görüşmenin gerçekleşmesi gerektiğini vurgulaması kimse için sır değil. 

Zor bir süreçten sonra gelindi Zirve’ye. Örneğin daha geçen yıl Trump, Kim’e “Küçük roket adam” diye hakaret etmişti. Kuzey Kore’den Trump’a verilen yanıtta da “zihinsel sorunları olan, bunak” ifadeleri geçiyordu. ABD medyasının dediği gibi “artık Kim ile Trump arasındaki kelimeler savaşı sona erdi” Zirve sayesinde.

ABD medyası ile “kamuoyu” Kim’e insan hakları ihlallerinin sorulup sorulmayacağını merak ediyormuş. Bu konudaki tahmin Trump’ın bunları dile getirmeyeceği yönünde idi. 

Japonya-Güney Kore: Ne istiyorlar?
Zirve’yle ilgili olmayan yok elbette ama özellikle Japonya ile Güney Kore’nin daha fazla ilgisini çektiği çok açık. Her iki ülke Kuzey Kore’nin nükleer kapasitesinin etksizileştirilmesini istiyor. Çünkü bu iki ülke Kuzey Kore’yi bölge için “tehdit” olarak değerlendirdiler hep. 

Japonya bir de 1970’ler ile 80’lerde Kuzey Kore tarafından kaçırıldığını iddia ettiği Japon vatandaşlarının durumunun da Zirve’de ele alınmasını bekliyordu. Japonya’nın iddiasına göre en az 12 Japon vatandaşı Kuzey Kore’de “rehin” durumda. Bu konuda Trump’ın ne söylediği de merak konusu.

Bakalım, günlerce merakla beklenen Zirve’den gerçekten somut olarak ne çıkacak.

Bekleyip, göreceğiz.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Nikaragua Medya Kolektifi Koordinatörü Sefton: ABD Venezuela taktiğini Nikaragua’da uyguluyor - ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

Eylemler sosyal güvenlik sistemiyle alakalı değil. Nikaragua’da yaşananlar Venezuela’dakinin karbon kopyası olduğu söylenebilir.


Orta Amerika ülkesi Nikaragua’da nisanda sosyal güvenlik reformu tasarısına karşı başlayan eylemler devam ediyor. Devlet Başkanı Daniel Ortega tasarıyı geri çekse de protestolar sağ muhalefetin kışkırtıcı eylemleriyle büyüdü. Sokakta silahlı çetelerin, siyasi arenada sağcı liberal partilerle iş çevrelerinin başını çektiği muhalefet, başkanlık süresi 2021’de dolacak Ortega’nın görevden çekilmesini istiyor. Hükümetle muhalefet arasındaki görüşmelerden bir sonuç alınabilmiş değil. Ülkede yaşananları Tortilla con Sal medya kolektifinin koordinatörü Stephen Sefton’a sorduk. Tortilla con Sal, 10 yıldır haberleri anti-emperyalist bir bakış açısıyla veriyor. Amaçları, “NATO propagandası yapan medya kaynaklarının etkisini azaltmak”. Kolektifin Koordinatörü Sefton aslında İrlandalı. Londra’da inşaat işinde çalışırken, “Reagan’a ve Thatcher’a karşı anti-empertalist dayanışma göstermek” için 1986’da Nikaragua’ya gelmiş. Burada gönüllü olarak derslik inşalarında çalışmış. 1994’ten beri ise kalıcı olarak Nikaragua’da yaşıyor.

»Protestolara neden olan sosyal güvenlik reformuna neden ihtiyaç duyuldu?
Sosyal güvenlik sistemi her yıl ciddi miktarda açık veriyor. Nikaragua 2007-2011 arası IMF programlarına tabiyken, IMF’nin önerisi, hizmetleri azaltmak ve hizmete erişen kişi sayısını düşürmekti. Hükümet buna direndi. Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FSLN) iktidara geldiği 2007’de 500 bin kişi sosyal güvenlik hizmeti alabiliyorken, bu yılın başında sisteme 1 milyon kişi entegreydi. Ayrıca hizmetler geliştirildi. Fakat bu, mali açık sorununu daha da kötü hale getirdi.

»Fakat sokaktakiler ödemelerin artışını protesto ettiklerini söylüyorlar.
Özel sektörün karşısında hükümetin sosyal güvenlik önerisi şu oldu: Hizmetleri kısmayalım, hizmet alan sayısını azaltmayalım; fakat katkı payını yükseltelim. İşçiler ücretlerinin yüzde 6,25’ini pirim olarak veriyor, hükümet bu oranın yüzde 7’ye çıkarılmasını ve daha geniş kapsamlı sağlık hizmeti verilmesini önerdi. Bu esnada, işverenin payının 3,25, hükümetin katkısının ise 1,25 artması öngörüldü. Hükümet ayrıca, emeklilik ücretinin yüzde 5 azaltılmasını istedi ama aynı zamanda emeklilere aktif çalışanlara verilen sosyal güvenlik haklarının aynısını vermeyi teklif etti. Emekliler Örgütü kabul etti. 1 Temmuz’da yürürlüğe girmesi öngörülen planın tartışılması, meclise gitmesi, değişikliklerin yapılması gerekiyordu. Fakat birden bire protestolar başladı. Protestocular, öneriyi anlayamadı bile. Sağcı muhalefetin yayın organlarındaki başlıkları doğru kabul ettiler.

»Protestolar nasıl başladı?
Sağcı muhalefetin medyası reformu tamamen yanlış tanıttı. Öğrenciler 18 Nisan’da barışçıl protestolara giriştiler. Sandinist gençliğin onlara saldırması da polisin sert şekilde düzen sağlamaya çalışması da yanlıştı. Fakat 24 saat içinde muhalefet destekçisi aşırılıkçı aktivistler, ellerinde silahlarla eylemlere hakim oldular, öğrencileri şiddete teşvik ettiler, eylemleri istismar ettiler. 19 Nisan’dan 21’ine kadar protestolar aşırı derecede şiddetli hale geldi. Protestoların ilk kurbanları öğrenciler değildi. Ölen ilk kişi Sandinist bir polis memuru, hükümet destekçisi ve olaylarla ilgisi olmayan bir market çalışanıydı. Bu eylemler ne barışçıl ne de sosyal güvenlik sistemiyle alakalı.

Suç örgütleri fonluyor
»Ortega nasıl tepki verdi bu duruma?
21 Nisan’da diyalog çağrısı yaptı, 22 Nisan’da reform önerisini geri çekti. Fakat şiddet devam etti. Diyalog başladı, polisin sokaklardan tamamen çekilmesini istediler. Ortega kabul etti. Diyalog için 16 Mayıs’ta görüşüleceği açıklandı, ama tam da o gün şiddet arttı. Şiddet muhaliflerin büyük olasılıkla organize suç örgütleri tarafından fonlanan paramiliter güçlerinden kaynaklanıyor. Muhalefet çeteleri yangını söndürmek için gelen itfaiyeye de saldırdı. Nisandan beri çeteler, 30 kadar okula, hastanelere ve ambulanslara saldırdı, hükümet ve belediye binalarına zarar verdi. Çok sayıda sıradan insanı öldürdüler. Şu andaki durum o kadar tehlikeli ki her gece, bir saldırı ihtimaline karşı hazırlık yapıyoruz. Sağ kanat yenildiğinin farkında fakat çaresizce şiddeti yoğunlaştırıyor.

»Protestocuların bileşenleri neler?
Barışçıl öğrenci eylemlerinin katılımcıları genelde özel üniversitelerdendi. Aralarında çok az devlet okulu öğrencisi vardı. Fakat barikatları daha sonra çeteler kurdu, belediye binalarına ya da polislere çeteler saldırdı. Şiddet eylemlerinde siyasi muhalefetin aşırılıkçıları ve organize suç örgütlerinin parayla tuttuğu kişiler var. Nisan’da muhalefet suçlulara polise saldırmaları için 10 dolar ödüyordu, şimdi ise barikatlar için günde 30-40 dolar ödeniyor. Çok açık ki silahlı muhalefet çeteleri, sağcı iş sektörü, organize suç örgütleri, Katolik Kilisesi ve ABD’li sağcı siyasetçilerce destekleniyor, fonlanıyor ve örgütleniyor.

»Organize suç örgütlerinin bu eylemlerdeki rolü ne?
Nikaragua hükümeti, Orta Amerika’da, organize suç ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadelede en başarılı hükümet. B3-4 haftadır Mara’ların (Honduras ve El Salvador’daki çeteler) Nikaragua’daki saldırılarda yer aldığına dair haberler var. Bu eylemleri finanse etmek için Kolombiya’dan da para geldiğine eminim. Ev yapımı havanların tanesi 3 dolara mal oluyor, son birkaç haftadır bunlardan binlerce ateşlediler. Bu maliyeti kim karşılayabilir? Bu spontan bir protesto değil, çok iyi örgütlenmiş bir operasyon.

Sivil Birlik içinde ticaret sektörü, zengin tarım üreticileri, tarım işçisi örgütleri (bazıları manipüle edildiklerini düşünüp çekildiler), eski Sandinistler, anaakım liberal partiler bulunuyor. Taleplerinin hiçbiri sosyal değil. Daha fazla işçi hakkı, daha iyi sağlık sistemi, daha iyi eğitim demiyorlar. Tek istedikleri Ortega’nın gitmesi. Eski Sandinistlerden oluşan MRS (Sandinist Yenilenme Hareketi), en az 2003’ten beri ABD'den para alıyor. MRS Başkanı Ana Margarita, geçen sene ABD’ye giderek, Miami’de yaşayan Castro karşıtı Kübalıların önde gelen temsilcilerinden Ileana Ros-Lehtinen’le görüştü. Daha sonra Nica yasası çıkarıldı. Bu yasa, ABD’nin yönetiminde bulunduğu uluslararası finans kurumlarının kredilerine Nikaragua’nın ulaşamamasını öngörüyor. Bu protestolar sosyal güvenlik yasasına karşı değil, bu ABD’nin ve bir ölçüde Avrupa Birliği’nin desteklediği rejim değişikliği inisiyatifi.

‘ABD, bağımsız kanal istemiyor’
»Ortega’nın kanal projesi, ABD’yi rahatsız etmişti, bu meselenin protestolarla ilişkisi ne?
Nikaragua’nın stratejik konumu, onun hem doğal varlığı hem de laneti. 19’uncu yüzyılın diplomasi tarihini ABD, Britanya ve diğer Avrupalı güçlerin Orta Amerika üzerindeki idare çabası belirledi. Bunun önemli nedenlerinden biri bölgenin konumuydu, Nikaragua özelinde ise kanal imkânıydı. ABD okyanuslar arası kanal üzerinde kendisinden başka hakim istemiyor. 2015’ten bu yana ABD, Nikaragua hükümetine karşı propaganda savaşını şiddetlendirdi. Bence o tarihte Nikaragua’da Çin ve Nikaragua’nın sahip olduğu bir kanala müsamaha göstermeyeceğine karar verdi. Trump yönetimindeki ABD hükümeti ve neoconlar, her yerde ABD egemenliğini garantilemek istiyorlar. Kendilerinin idare etmediği ve Panama Kanalı’na rakip bir kanalın fısıltısını bile duymak istemiyorlar.

»Kaosun kanalla alakası var diyebilir miyiz?
Kanal bu durumun küçük bir parçası. Ana sebep Nikaragua’daki sosyalist, katılımcı, demokratik model. Öncelik kâr değil, insanın refahı. ABD ve müttefikleri işte buna müsamaha gösteremiyorlar, Venezuela, Nikaragua, Küba’ya saldırmalarının, Bolivya’ya saldıracak olmalarının nedeni bu. Venezuela'daki arkadaşlarım Nikaragua'da yaşananların Venezuela'dakilerin karbon kopyası olduğunu söylüyor.

»Ortega’nın başkan yardımcısı olarak eşi Rosario Murillo’yu göstermesi tepki çekmişti. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Murillo ve Ortega Nikaragua’daki en popüler kişiler. Son anketlerden birinde, Ortega’ya destek oranı yüzde 79, Murillo’ya destek ise yüzde 78. Murillo da bir Sandinist. FSLN içinde 2000’de kadınlar lehine demokratikleşmenin mimarlarından. Nikaragua halkının Murillo’nun başkan yardımcılığı konusunda kaygılı olduğunu söylemek yanlış. Tabi bu muhalefetin anlattığı hikâyelerden biri.

»Son durum nedir?
Ediyor.153 yerel yönetimden 30’unda barikat var. Bu barikatlar, günlük ekonomik yaşantıyı sekteye uğratıyor. Sıradan insanların büyük çoğunluğu, hükümeti destekleseler de desteklemeseler de protestolardan bıktılar. Polise yönelik saldırılar sürüyor. 

Hükümet hâlâ orduyu görevlendirmedi ve öyle görünüyor ki bunu yapmaları gerekmeyecek.

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN

O kıraathanelerde “isyan” planlanıyordu: Bir an evvel açılmalı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kahvehanelerin düzene karşı tehlikeli olduğunu ilk fark edenler İngiltere Kralı II. Charles ile Padişah I. Ahmet’tir.

Geleneğimizde olduğunu söyleyip duruyor ama kıraathanelerde okuma yazma bilmeyenlere bilenler gazete okurdu. Hepsi bu. Sanki oralarsa felsefe, bilim konuşuluyormuş da tekrar bu kurumlarla kavuşacakmışız gibi hava yaratıyor AKP’Genel Başkanı.. Bilenler öyle olmadığını biliyor ama bunu da yandaşlarına seçim vaad olarak sunacak kadar önemsiyor.

Oysa tehlikeli bir iş yapıyor. Örneğin Nakşibendi tarikatının Osmanlı’ya olan eleştirilerinin aracı olarak kullandıkları ‘Karagöz- Hacivat” gölge oyunu kıraathanelerde de sergilenirdi. Eleştirilerde aşırıya gidildiği için İkinci Abdülhamit bu gölge oyununu yasaklamıştı. Oynatılan kıraathanelere cezalar da verilerek hem de.

Benim açımdan sakıncası yok, AKP Geel Başkanı’nın açacağı “millet kıraathaneleri” beklediği sonucu vermez. Sonuçta herhangi bir metnin “kıraat” edilmediği, (okunmadığı) yerler olan bu mekanlar düpedüz kahvehaneydi, kandırmayalım birbirimizi. O nedenle kahvahane diyelim biz de en iyisi.

Kahvehanelerin toplumsal işlevi konusunda çok şey yazılmıştır. Nice edebiyatçının, şairin mekanı olmuştur kahvehaneler. Fransız yazar Boris Vian, “kafeler olmasaydı, Sartre da olmazdı” dermiş. Bence haklı. Çünkü Sartre odadan hoşlanmaz, odayı “burjuva konforunun simgesi” sayardı. Onun yazmak için tercihi hep kafeler olmuştur. “Kafede çalışıyorum. Bana ait eşyalar ve nesnelerle dolu kendime ait bir dairem olsaydı kaybolduğumu hissederdim” der.

Zweig “...eski kitap satan dükkanları didik didik eder, yeni ne çıktıysa hemen öğrenmek için, kitap tezgahlarını gözden geçirirdik. Ama herşeyden önce okur, her şeyi okur, elimize ne geçerse okurduk. Bütün genel kitaplıklardan kitap alır, elimize geçenleri birbirimizle değiştirirdik” der. Zweig gibi biri böyle yapacaktı elbette. Yazdıklarında şaşılacak bir yan yok yani. Ama şunları de ekler ardından: “... her alanda en yeniyi öğrendiğimiz yer, yine de kahvehanelerdi.” Zweig’ın Viyana’sındaki kahvehanelerde bir fincan kahve karşılığı oturulur, tartışılır, sayısız dergi, gazete, kitap okunurdu. Belki Zweig’ın sözünü ettiği Viyana’daki o kahve kıraathane sayılabilir.

Kim, kahvede oturan Troçki mi? 
Kahvehanelerde AKP Genel Başkanı’nın pek hazzetmeyeceği işler olabilir, uyandırayım. Örgütlenmeler, planlar, projeler yapmak için çok da uygun yerlerdi. Rusya’da devrimin başladığını duyan bir üst düzey görevli, “gidin işinize, Rusya’da kim devrim yapacak? Cafe Central’deki Bay Troçki mi?” diye tepki göstermiştir örneğin. Yani, bir edebi mekan olarak itibarı büyük olan kahvehanelere herkes aynı gözle bakmıyordu. Söz konusu üst düzey görevli, Fransız Devrimi’nin kıvılcımlarının atıldığı ilk yerin Paris’teki ünlü Cafe Foy olduğunu biliyor muydu acaba?

Avrupa’lılar kahvehaneyi Osmanlılardan öğrendiler. İlk kahvehaneler 1629’da Venedik’te açıldı. Bunlardan La Serenissima ünlüydü diye anlatılır. İngiltere açılan ilk kahvanede Oxford’dadır. Sahibi bir Yahudi idi. 1654’te açılan Queen’s Lane Coffee House halen Oxford’da çalışmaya devam eder. Londra’da açılan ilk kahvane ise 1652’de St Michael’s Alley’de açılan kahvanedir. Gittikçe çoğalmaya başlayan kahvehaneler zamanla politikanın, edebiyatın konuşulduğu mekanlara dönüştüler. Paris’te kurulan ilk kahvehane de Pasqua Rosée tarafından kuruldu. Buranın müdavimleri arasında Voltaire, Jean Jacque Rousseau, Diderot da vardı. Hatta Diderot ile arkadaşlarının ünlü ansiklopedisinin temelleri burada atıldı.

Günümüzde Romanya Merkez Bankası olarak kullanılan bin, ülkenin açılan ilk kahvehanesiydi. Kurucusu da Osmanlı’da askerlik yapmış olan Kara Hamie adlı biri. Zweig’ın kafelerine bayıldığı Viyana’da ilk kahvaneyi 1683 yılında bir Ukraynalı açtı. Bu girişimci aynı zamanda sütle kahve servisi yapan ilk kişi olarak bilinen Jerzy Franciszek Kulczycki’dir.

Açıldıkları hangi ülke ya da kent olursa olsun tüm bu kahvehaneler dönemin isyankarlarının, asilerinin daha sonra devrimcilerinin doluştuğu yerlere dönüştüler. Bunun başına bela olacağını anlayan ilk egemen de İngiltere Kralı II.

Charles’tır. Kahvehanelerde kendisi ile İngiliz hükümeti aleyhşinde “asi fkirlerin” yaygınlaştığı bu mekanlara bir hayli baskı yapmıştır ama tümüyle yok etmeyi başaramamıştır. Londra’da bazı kahvehanelerde entelektüel tartışmalar,i edebiyat okumaları yapılırdı. Küçük bir ücret verir girerdiniz. “Kuruşluk Üniversite” diye de adlandırılmıştır bu tür kahvehaneler. 16. yüzyılın ünlü Fransız yazarı Antoine François Prévost, Londra kahvehanelerinde “hükümete karşı tüm bildirileri okuma şansı bulunan yegane yerler” olarak tanımlıyor.

Şu kıraathane tanımına uygun olan mekanlar bizden çok İrlanda’da vardı aslında bir zamanlar. 18. yüzyılda Dublin’deki kahvanelkerde didden “kıraat” yapılırdı. Buralar “ilk okuma merkezleri” olarak değerlendirilirdi. Öyle ki burada bulunan kitaplara abone de olabiliyordu dileyen.

Tontine Cafe
ABD’de, New York’ta 1793’de kurulmuş bir Tontine Cafe vardı. Fransız Devrimi’nin etkisi nedeniyle çok tartışmalar olurdu burada. Bir gün Fransız devrimciler kahvehanenin çatısına Fransız Özgürlük Bayrağı astılar. Dönemin medyasında çok yer almış bir eylemdi bu. Büyük destek gördüğü için bayrak orada uzun süre asılı kaldı.

Cambridge bir kafe
Cambridge’de eğer yolunuz düşerse mutlaka görmeniz gereken bir mekandan da söz etmem gerek. Cambridge, Londra’ya bir saatten daha az bir mesafede. Bu güzel üniversite kentinin yakınlarındaki Grantchester kasabasının hemen yanı başındaki The Orchard kafe, dünya edebiyatının belki de en ünlü mekanı sayılmalı. Burası ününü, vaktinin çoğunu burada geçiren ünlü İngiliz şairi Rupert Brooke’a borçlu. Çok başarılı bir şairdi Brooke. “The Soldier” adlı şiirinin ilk kıtasında geçen “If I should die, think only this of me: / That there’s some corner of a foreign field / That is forever England” dizeleri yazıldığı günden beri ezbere bilinir neredeyse herkesçe. Brooke’un Yahudi düşmanlığı gibi büyük bir suçu vardı, maalesef. Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere karşı savaşmak için gittiği Çanakkale’ye ulaşamadan, gemide sıtmadan öldüğünde 27 yaşındaydı. Çok genç bir ölüm. Bütün dünyayı İngiltere’den ibaret sanıyordu belki de, başka ülkeleri gezmiş olmasına rağmen. Birinci Dünya Savaşı’na tanık olmuş sayılmaz tam anlamıyla. Yaşasaydı, İkinci Dünya Savaşı’nı da görmüş olsaydı, bu duygulu şairin başta Yahudi düşmanlığı olmak üzere birçok olumsuz düşüncesi değişirdi gibi geliyor bana. İşte Brooke da dahil olmak üzere dönemin tüm İngiliz entelektüelleri bu kahvede zaman geçirirlerdi.

Bizde kahvehaneler
Peçevi’ye göre bizde ilk kahvehaneler 1555 yılında açılmıştır. Biri Halep’ten biri Şam’dan gelmiş iki kişi Tahtakale’de dükkan açıp kahve satmaya başlamışlar. Her mesleğin olduğu gibi kahve esnafının da bir piri olduğunu söyler Evliya Çelebi. Şeys-h Şazeli’dir bu pir. Mezarı Yemen’dedir. İstanbul’da kahvehanelerin sayısı artınca molla takımı rahatsız oldu haliyle. AKP Genelbaşkanı’nın herkesin kafasını gömüp kitap okuduğunu sandığı bu yerler aslında padişah eleştirilerinin, vezirlere kızgınlıkların dile getirildiği yerlerdi. Molla takımı “halk kahveye gitmekten mescide gelmez oldu” diye şikayetler yağdırır yetkililere. Dönemin şeyhülislamlarından Ebussut Efendi, kahve içmenin yasak olduğuna ilişkin fetva bile çıkarır ama neyse ki padişah onaylamaz fetvayı. Birinci Ahmet döneminde çok sayıda kahve kapatılmıştır ama fenalık fesatlık yuvası oldukları gerekçesiyle.

Yani AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı’nın “millet kıraathanesi” fikri benim açımdan pek bir güzel. Bir an evvel açmasında yarar var.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN