22 Haziran 2018 Cuma

İslamcılığın ‘distopyası’ Erdoğan - TAYFUN ATAY

Bir İslamcılık programı ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilecek Millî Görüş, “İdeolojiler Çağı”nın ürünüdür. Rabia ise “İmaj Çağı”nın, yani ideolojiler değil, “imgeler çağı”nın ürünü.


Bugün İslami siyasetin simgesel merkezinde Rabia var. Daha doğrusu onu her yerde 4 parmağını öne-yukarı kaldırarak gözümüze sokan, hakikilikten uzak bir “imge” var.İslamcılık mevzu bahis edilecek olursa, bir “distopik imge”...

Cumhuriyet Türkiye’sinde Necmettin Erbakan İslamcılığın ütopyasını temsil etmiş bir siyasi aktördür. Recep Tayyip Erdoğan ise İslamcılığın “distopya”sını temsil eden aktör... İslamcılığın ütopyasından, yani onu benimseyenler için bir “gelecek umudu” olmasından bir distopya, yani ân içinde ve gelecekte bir boş umut, bir bitmiş hayal olmaya doğru yol nasıl katedildi, bakalım!..
“Millî Görüş”, Cumhuriyet Türkiye’sinde, laikliği ciddi siyasal hassasiyet meselesi yapmış bir statüko karşısında olabildiği ölçüde, ve dünya konjonktürü de göz önünde bulundurularak geliştirilmiş, kısmen örtük bir “yerli İslamcılık” projesiydi. 1970’ler dönümünde, yürürlükteki siyaset sahnesine Milli Nizam Partisi/Milli Selamet Partisi ile çıkan Erbakan, Türkiye’de kapitalist işleyişin ivme kazanmasıyla çıkarları sarsılan, kendini tedirgin hisseden, gelecekten kaygılı kesimlere seslenirken ütopik bir siyasi programla karşımızda idi. Ve “ne Amerika (kapitalizm) ne Rusya (sosyalizm), tek yol İslam” demekteydi.

AKP kurmaylarının Erdoğan başta olmak üzere 2000’ler başında yola çıktıklarında hareket noktası bu yaklaşımın reddidir ve bir “helâl kapitalizm” arayışı doğrultusunda “İslamcı” değil “muhafazakâr demokrat” olduklarını söylerler. O ölçüde ki 2004’te Erdoğan, başbakan olarak Financial Times muhabirine mülakat verirken “Müslüman demokrat” lafzını bile “düzeltip” kendilerine ilişkin doğru nitelemenin “muhafazakâr demokrat” olduğunu belirtir. Israrla din partisi olmadıklarının altını çizerek dini siyasete karıştırmayı doğru bulmadıklarını da kaydeder (Vincent Boland, “Eastern Premise”, FT Weekend, 5 Aralık 2004).

‘Sonradan ‘din’ der oldular’
Bu doğrultuda hem Erbakan’ın siyasi çizgisinin başlangıçtan bugüne içinde olmuş, hem de Erdoğan’ı ilk gençlik yıllarından bu yana tanıyan bir “kaynak”, her iki siyasi anlayış arasındaki farkı şöyle işaret ettiğinde haksız sayılmaz: “Erbakan hep ‘din’ dedi. Bunlar (Erdoğan ve AKP) ‘din’ diyerek gelmedi, ‘demokrasi’ diyerek geldiler. Ha, ama şimdi ‘din’ diyorlar, o ayrı mesele...” Erbakan, “hep din dedi” ve bu, adı konmamış bir İslamcılıktır. Dinin yaşanan hayatın içinde her yerde her zaman olmasında ısrar yani... AKP ise başta “din” değil, “demokrasi” diyerek geldi; bu da “muhafazakâr demokrat” tabirinde aşikârdı. “Dindar nesil yetiştirme” hevesinden de eser yoktu.
Fakat o günler geldi ve yukarıdaki ifadedeki “Şimdi ‘din’ der oldular” sözünün hakkı verildi... Verildi de bu “din demeye başlama” durumu, şartların zorlamasıyla bağlantılı bir iktidarı kaptırmama isteğinin sonucuydu esasen... O yüzden pragmatist, stratejik, “hipokratik” (ikiyüzlü) çerçevede karşımıza çıktı ve dini sahiplenme demek olan dindarlığı değil, dini kullanarak dünyayı sahiplenme demek olan “dinbazlığı” işaret etti. Dolayısıyla İslamcılığı değil, “post-İslamizm”i işaret etti. “Din” diye diye dünyayı değiştirmeyi değil, olduğu şekli ile dünyayı talep ve elde etme halini işaret etti.
İslami bir ütopyayı değil, “distopya”yı işaret etti.

‘Milli Görüş’ten ‘Rabia’ya...
Bu durumun çarpıcı bir simgesel ifadesi de “Millî Görüş” ile “Rabia” farkıdır.

Erbakan deyince akla “Millî Görüş” gelir. Erdoğan deyince “Rabia” geliyor.

Bir İslamcılık programı ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilecek Millî Görüş, “İdeolojiler Çağı”nın ürünüdür. Hayatın akışında “yazılı kültür”ün önceliğini koruduğu, insanlığın yol alışında ideolojilerin kılavuzluğundan henüz vazgeçilmediği bir dönemde Türkiye’de İslami siyasetin dillere dolanmış simgesi Millî Görüş idi.

Rabia ise “İmaj Çağı”nın, yani ideolojiler değil, “imgeler çağı”nın ürünü.

Görünürlüğün çok ama çok ön plana çıktığı, okumanın gözden düştüğü, insanların spotları, sloganları, şarkı sözlerini okumakla, dinlemekle yetinir olduğu görsel kitle kültürü dünyasında Türkiye’deki İslami siyasetin de öyle ağır, “programatik” yazılı metinlerle uğraşacak vakti yok. O metinlere dayalı, uzun, (kendi kulvarında) entelektüel duyarlılığa sahip, dolayısıyla sıkıcı söylemelerle kaybedecek vakti de yok.

O yüzden Rabia yetiyor: “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet...” Eşittir, tek adam.
Bugün İslami siyasetin simgesel merkezinde Rabia var.

Daha doğrusu onu her yerde 4 parmağını öne-yukarı kaldırarak gözümüze sokan, hakikilikten uzak bir “imge” var.

İslamcılık mevzubahis edilecek olursa, bir “distopik imge”.

SOSYOLOG SEVİNÇ DOĞAN* : AKP Türkiye partisi olmaktan çıktı

-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi, nereye gidiyor?

İktidar-kitle siyaseti bağlamında, geniş toplumsal kesimler nezdindeki itibar, meşruluk ve rıza devşirebilme anlamında düşünürsek AKP Türkiye partisi olmaktan çıktı, çıkıyor. AKPErdoğan toplumsal kutuplaşma zemininde düşmanlık ve taraftarlık sınırlarını sürekli biçimde körükleyerek, kendi seçmentaraftar kitlesini ayırıyor. Onları sürekli teyakkuz halinde tutuyor ve sadece siyah-beyaz olan bir tercih skalası içinde bakmaya zorluyor.

Oysa AKP ilk dönemlerinden son beş-altı yıla kadar toplumun tüm kesimlerine hitap eden ve geniş kesimleri kapsayan bir Türkiye partisi olma iddiasındaydı. Parti söylem ve propagandaları, çok daha inandırıcı biçimde bu izlenimi pekiştiriyordu. İktidarı ve onun açtığı olanakları gören kesimler de bir biçimde bu parti ağlarına katılmada beis görmemişlerdi. Zaten bir şirket gibi işleyen partiye katılmak, neoliberal iş ve yaşam koşullarında, pragmatik bir adım olarak da görülüyordu- özellikle AKP’nin hitap edebildiği alt-orta sınıflar için böyleydi.

İktidarı alan ve gittikçe iktidar alanını genişleten, bürokrasi da dahil tüm yönetim kademelerinde güç elde eden, yükselişteki bir siyasal partinin yarattığı ivme söz konusuydu. Fakat çember, yapısal anlamda da özgün koşullarla da daralmış görülüyor. Yani doların yükselişi, hayat pahalılığı, borçlanma oranı gibi bir dizi ekonomik yapısal koşulun yanında Türkiye özgünlüğünde, Kürt meselesinin bugün geldiği evre, tutuklamalar ve şiddet araçlarının tekrar öne çıkması, muhalif kesimlerin derinden hissettikleri hoşnutsuzluklar ve seçim sürecinde oluşturdukları ezber bozan ittifak siyaseti, iktidar çemberini daraltmış görünüyor.

Aslında 7 Haziran seçimleriyle birlikte ne Erdoğan’ın tüm Türkiye’nin lideri olduğu ne de AKP’nin tüm Türkiye’nin partisi olduğu açığa çıkmıştı. O zamandan bu yana, toplumsal değişim arzusuna karşı daha otoriter ve sert bir siyaset tarzı ile karşılık veriliyor.

Geniş kesimlerin rızasından vazgeçildi
Bir parti olarak AKP’nin kaderi Erdoğan’a bağlandıkça, AKP Erdoğan ile özdeşleştikçe sınırlar ve hatlar da keskinleşiyor. Bugün artık iktidarı desteklemeyen kesimler (ki toplumun yarısı demek) iktidar tarafından dışlanmakta, suçlu ya da hain ilan edilmekte. İktidarın otoriter pratikleri, 15 Temmuz sonrasında OHAL ilan edilmesiyle hukuksal alanda ve uygulamada ‘baş ağrıtmayacak’ biçimde mevzuata uydurulmaya çalışıldı. Fakat her şeye rağmen bunun kolay olmadığı görülüyor. Toplumun büyük bir kısmı, adalet sistemine güvenini yitirmiş durumda ve devletin işleyişi/yönetim anlayışı hukuksal alandan güç ilişkilerine kaydıkça huzursuzluk, istikrarsızlık ve inanç da azalıyor. 16 Nisan referandum sonuçları bu hissiyatların bir yansıması olarak da görülebilir. Ki sonuçlar iktidar nezdinde memnuniyetsizlik yaratmış, parti içinde büyükşehir belediyelerine de yansıyan tasfiyeler gündeme gelmişti.

Artık sınır dışı operasyonlarla, yükselen militarist atmosfer içinde, sürekli ‘büyük resme’ işaret ederek, Türkiye’nin kaderinin kendi kaderine bağladığı olduğunu iddia eden bir anlayış ön planda. Aslında AKP Türkiye partisi olmaktan çıktıkça, devletin bölünmez bütünlüğünün ve selametinin savunucusu olduğu iddiasını daha çığırtkan biçimde öne sürüyor.

Fakat bu öykü inandırıcı gelmiyor. Büyük bir anlatı kurmak için geniş kesimlerin rızasına ihtiyaç var ama iktidar kendisi geniş kesimlerin rızasından vazgeçmiş durumda.

Bunlarla beraber iktidara taraf olan kesimler için, taraftarlık düzeylerinin en son kertede ‘oy’ ile ifade bulduğuna inanılırsa, yaşanan değişimlerin ne kadar yansıyacağı muamma. Bir biçimde bu kesimlerin gönülleri artık kaymış olsa dahi, ilişkilerini kopardıklarına dair net emareler açığa çıkmış değil. İktidara güç veren, onun gövdesini oluşturan ve bugün artık bağlılıklarını parti değil ‘reis’ üzerinden gösteren kesimlerin desteği sürüyor.

Kazanımlarını ve statülerini kaybetmek istemeyen, güç dengeleri değiştiğinde önünü göremeyen kesimler iktidara destek olmaya devam ediyor. Bu koşullarda, kendisini gerekirse feda etmeye hazır olduğunu ‘gösteren’ bir anlayış da öne çıkıyor. Bu anlayışın bir ‘yıkıcılık’ içinde olduğu da gizlenmiyor.

Tüm bunlarla birlikte, bugün seçim sürecinde gerçekleşen siyasal ittifaklar, tüm ezberleri bozan bir yerde duruyor. İktidar 24 Haziran seçimlerinde moral üstünlüğünü kaybederken, 15 yıldır yarattığı hatta RP dönemini de sayarsak 25 yıldır dayandığı ağlara ve deneyimlere yaslanarak devam ediyor. Ruhunu yitirmiş ancak varlığını sürdüren bir “siyasal corpus”, renksiz ve soluk da olsa oyun kuruyor, kurmaya çalışıyor.

-Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Burada R.T Erdoğan’ı değerlendirirken sadece kendisi üzerinden değil, Erdoğan’ı Erdoğan yapan, bir lider ve reis olarak Türkiye siyasetinde öne çıkaran koşullara ve toplumsal kesimlere bakmanın daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Çünkü hem sınıfsal anlamda geçirdiği dönüşümün (ki buna eğitim sermayesi de dahil), hem etnik/ hemşerilik bağları anlamında gösterdiği aidiyet ve kimliğin, hem de siyaset yapma biçiminin belli toplumsal kesimler için temsil edici olduğunu düşünüyorum.
MSP döneminde Akıncılar içinde yer alan, RP döneminde Milli Gençlik Vakfı’nda yoğrulan ve AKP ile siyasete ön safhalarda atılan, iktidarı ve bunun deneyimlerini yaşayan belli kesimlerin kendi değişim serüvenlerini gördükleri biri Erdoğan. AKP için bir parti “habitus”undan, yani hayat pratikleri içinde onları benzer güzergâhlarda buluşturan ortak yatkınlık ve eğilimlerden bahsedersek, Erdoğan da bu habitusun içinde. Örneğin sınıf atlama hikâyelerinden dini referansları işaret eden yaşam tarzlarına, politik geçmişlerinden gelecek kurgularına kadar belli ortaklıklar ve eğilimler bu kesimleri buluşturuyor. “Dinsiz” devlete karşı gelen değil, artık onu tamamen sahiplenen, belediyelerde “kravat”la tanışan, popülist siyaset yapma biçimini öğrenerek “ılımlılaşan”, dahası piyasa süreçlerine dahil ve idealist değil gayet maddiyatçı olan, sadece kendine bakan bir birey anlayışını besleyen bir kültürel yapıdan çıkan öznelliklerden bahsedilebilir bu anlamıyla.

Erdoğan partideki kadınlar için ‘fetiş’
Aslında popülist bir siyasetçi olarak Erdoğan’ın daha pragmatik ve sınırlarının da bu anlamda daha esnek olacağı varsayılabilir ancak örneğin toplumsal cinsiyet meselesinde sergilediği sürekli erkeklik performansı ya da Ermeni meselesinde sahiplendiği “suç ortaklığı”nı gösteren tavrı, toplumdaki kimi hâkim kodlarla örtüştüğünü, bunları taşıdığını gösteriyor.

Erdoğan özdeşlik kurulan da bir güç imgesi aynı zamanda. Reisten bahsederken onun duruşuna, tavrına ve siyasal manevralarına methiyeler dizen erkekler sıkça kendilerini onun yerine koyup özdeşlik kuruyor. Erdoğan parti içindeki kadınlar için de bir “fetiş”. Çoğu orta yaş grubuna mensup ev kadınları, Erdoğan’a hayranlık duyuyor. Bu kadınların bir erkeğe olan duygularını ve coşkularını dizginsizce ifade etmelerinin “meşru” olduğu yegâne kanallardan biri olarak varsayılırsa, neden böyle davrandıkları ve hissettikleri toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden azade değil kuşkusuz. Sonuçta belli kesimler için Erdoğan onları temsil eden bir figür hâlâ. Daha da önemlisi kendi kaderini de Erdoğan’ın kaderine bağlamış da durumdalar.

Fakat bugün aynı zamanda Erdoğan’ın bir lider olarak yıldızının eskisi gibi parlamadığı da görülüyor. “Yeni” olarak söylenen bir şey kalmadı. Vaatler var, ancak son birkaç yılın bilançosu bu vaatlerin gerçekleşme ihtimalini askıda bırakıyor.

Artık İstanbul da tamamen fethedilmişken ve İstanbul’u dönüştürürken kendileri de dönüşen kesimler kendi yarattıklarından hoşnutsuzken (Erdoğan İstanbul’a ihanet ettim demişti), hizmet siyasetinin de sonuna gelindiği anlaşılıyor. Artık özünde mevzileri korumak dışında yeni hiçbir şey önermeyen bir siyasal iddia var.

*Sevinç Doğan, siyaset sosyoloji alanında doktorayapıyor. 2016 yılında yayımlanan “Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi,Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma” (İletişim Yayınları) kitabı, 2017 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülü’nü aldı. Şu an farklı kuruluşlarca düzenlenen siyasi algı araştırmalarında ve yerel kentsel tarih alanında çalışmaya devam ediyor.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

16 yıldır ne iş ne de eğitim - ASLI AYDIN

Türkiye, uygulanan çarpık politikalar nedeniyle, uzunca bir süredir zenginliklerini tüketen, varlıklarını yok pahasına elden çıkaran bir ekonomiye sahip. Peki, nasıl bu hale geldik? Neden artık gelir elde edemiyoruz? Neden dış kaynağa muhtacız? Kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomi olma trenini nerede ve ne zaman kaçırdık vb. birçok soruyu bugünkü mevcut durumu, temel ekonomik sorunlarımızı tartışmak için soruyoruz. Dış borç rakamları, cari açık, TL’nin değer kaybetmeye devam etmesi, işsizlik, enflasyon ve yoksulluk temel ekonomik sorunlarımızdan bazıları. Bunlardan işsizliği mercek altına aldığımızda, tek bir işsizlik oranı verisinin ardına sığdırılamayacak kadar büyük boyutta meseleler ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin tartışmasız en büyük serveti, büyük çoğunluğu gençlerden oluşan emek gücü. Bu güce salt kas gücü olarak bakanlar, bu gücün yaratıcılığını ve aklını görmezden gelmeyi seçiyorlar. Bu yüzden de bu servetin nasıl eridiğini gözden kaçırıyorlar.

Öncelikle bugün bir genç, iş bulmak isterse iktisadi alanların içinde en fazla hizmetler sektöründe iş bulabiliyor. Türkiye’nin istihdam yapısı ancak buna izin veriyor; istihdamın yüzde 55’i hizmetler sektöründe yer alırken, sanayide ancak yüzde 19,7’si iş bulabiliyor. Son bir yıllık değişim incelendiğinde, bu dağılımda tarımda 1 puan gerileme gözlenirken, sanayi yerinde sayıyor ve bu 1 puan hizmetlerde artış olarak karşımıza çıkıyor. Bu da ekonominin genel ahvalini bir kez daha gözler önüne seriyor, tarımsal faaliyetler erirken, buradan işsiz kalanlar, yok olan tarımsal arazilerin üzerine dikilen AVM’lerde ancak iş bulabiliyor.

İş bulabiliyor derken, elbette hepsi iş bulamıyor. Çünkü iş bulabilmek için bir yerlerde bir tanıdık olması neredeyse şart.

Resmi kayıtlara göre ülkemizde 3 milyon 210 bin işsizin yüzde 91’inin iş bulma kanalı olarak eş, dost, tanıdığa yönelmesi de bundan. Diğer taraftan azımsanmayacak sayıda (779 bin kişi) işsizin ‘özel istihdam bürolarını’ tercih etmesi, emeği ‘piyasada kolay alınıp-satılır bir meta’ haline getiren bu tür uygulamaların ülkemizde ne kadar yaygınlaştığını da gösteriyor. Bir başka acı gerçek ise, iş bulma konusunda ümidini kaybetmiş olanların sayısının 635 bin kişiye ulaşması. Bu nüfus, işsiz bile sayılmıyor, sayıldığında ise işsiz sayısı 3 milyon 845 bine yükseliyor.


DİSK-AR verilerince, yüksek öğrenimli işsizlik oranı yüzde 11; geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 17. Eğitim ve öğretim sistemi dışında kalan ve iş bulamayan gençlerin sayısı (NEET) ise 2,5 milyonun üzerinde. Bu geniş genç kitle ile Türkiye, bu ligde OECD ülkelerin en altında yer alıyor. Örneğin İzlanda ve Hollanda’nın NEET oranları sırasıyla yüzde 5,2 ve yüzde 7,8 iken, Türkiye yüzde 28,2 gibi yüksek bir oranla, gençliğine iş ve eğitim olanağı sağlama konusunda en başarısız ülke olarak yer alıyor.

Dolayısıyla Türkiye’de gençlere ne iş var ne de eğitim. Eğitim olanağına erişebilenler ise ne iş bulabiliyor, ne de istedikleri işlerde çalışabiliyor. Örneğin mühendislik fakültelerinden mezun olanların yüzde 87’si işgücüne katılırken, bu kişiler arasında yüzde 9’u işsiz kalıyor. Bu şu demek, yüzde 9 için iki seçenek var: ya işsiz kalmaya devam edecek ve sonunda ümidi kırıklar arasına girecek ya da ücrete, çalışma koşullarına bakmadan ‘diğer işlerde’ çalışmaya razı olacak.

Mezun olup da işsiz kalan hatta uzun süre işsiz kalıp da ümidi kırılanlar arasına en fazla girenler ise fizik mezunları!

İş olanakları daralırken, iş sahibi olanların da işlerini ellerinden alan bir gidişat ortada. Büyüme verilerini incelerken sürekli bahsettiğimiz sorun, ülke kaynaklarının doğru kullanılmadığı, istihdam ve katma değer yaratmayan verimsiz, ranta açık alanlarda harcandığı idi. İstihdamsız büyüme derken, ülkede yaratılan ekonomik büyümenin istihdama yansımadığından bahsediyorduk. 2009-2017 dönemindeki işsizlik ve büyüme verileri incelendiğinde makasın 2011 yılı hariç hiç kapanmadığı görülecektir. 2011 yılında da sıcak para rüzgarlarının desteğiyle oluşan ekonomideki hareketliliğin istihdama yansımasının da ancak kısa bir süre geçerli olduğu fark edilecektir. Hatırlanacağı üzere, 2009 yılında yaşanan ekonomik daralmanın en ağır faturası çalışanlara kesilmiş, işsizlik yüzde 13,6’lara sıçramıştı (mevsim etkilerinden arındırılmış veri). Sonrasında büyümede, dış borçlanmaya ve sıcak paraya dayalı bir ivme sağlansa da bu ivme istihdama yansımadı. Hatta 2015 yılında bir önceki döneme göre yüzde 7,5 büyüyen ekonomide işsizlik yüzde 9’dan yüzde 10’a çıktı. İşsizlik vererek büyüyen ülke olarak tarihe geçtiğimiz anlardan biridir.

Sonuç olarak, birkaç gün sonra sandık başına gideceğimiz şu günlerde, ülkede mevcut sistemin ne iş ne eğitim, ne de bilgi ve beceriye dayalı bir işe müsaade etmediği ortada. İş bulmaya, nitelikli iş sahibi olmaya, emeğinin hakkı olan ücreti elde etmeye yönelik ümitsizler ordusuna giderek daha fazla kişinin katıldığı ülkemizde, ümidin ancak yeni bir sistemle yeşereceği de ortada.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Bu seçimin aritmetiği var - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi için 24 Haziran 2018 Pazar günü Türkiye sandığa gidiyor. Bir değil, iki seçim yapılacak. Cumhurbaşkanlığı ve TBMM için iki ayrı oy pusulasını aynı zarfa koyup aynı sandığa atacağız.


Alabildiğine karışık bir yöntem olduğu kabul ediliyor. Zaten böyle olması için iktidar partisi elinden gelen ve aklından geçen ne varsa hepsini yasa haline getirip “hukuki” hale getirdi. Anayasa’ya göre arkası mühürsüz oy pusulaları bile “geçerli” kabul edildi. Sandıkların yerleri değiştirildi. Özellikle iktidar partisine en düşük oy çıkan bölgelerde bu düzenleme yapıldı. Hiç kimse, “Merak etmeyin, seçimlere hile karıştırılmaz, bu hükümet asla böyle bir şeye izin vermez, demokrasinin namusu sandıktır, iktidar sandığa ihanet etmez” diyemiyor!

İşte böylesi bir “ahval” ve “şerait” altında seçimlere gidiyoruz. Yani şartlar çok “namüsait”…

Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’ndakine çok benzeyen bir durum söz konusu…

Ama öte yandan da Ataol Behramoğlu’nun ülkesine olan sevgisini, güvenini ve umudunu yansıttığı şiiri duruyor orta yerde:

“Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
 Zinciri altında kımıldayan
Bitecek sanıldığı yerde başlayan!”


İşte böylesine bir yerdeyiz.

AKP çok yıprandı. Kolay değil 2002-2018 arasında 16 yıl iktidarda kaldı. Yola çıkarken partinin en tepe noktalarında bulunanlar içinde sadece 1 kişi yerinde duruyor. Her yerde o var. Seçim kampanyasının ortasında o duruyor. ‘Yaparsa o yapar’ deniliyor. Her şeyi o yapıyor! Seçim kampanyasının en etkileyici filminin seslendirmesini bile… Bu seçimin çok önemli noktasında Kürt seçmenlerin ağırlıkla oy verdiği Halkların Demokratik Partisi (HDP) yer alıyor. Yüzde 10’luk barajı aşması gerekiyor. Ki, muhalefet AKP’yi tek başına iktidar konumundan indirebilsin. İlk kez birbiriyle farklı yelpazede yer alan siyasi partiler (CHP-SP-İYİ Parti-DP) bir araya geldiler. Kampanya boyunca çok iyi çalıştılar. Ama bütün bu emeklerin kaderi HDP oylarının sandığa girmesi ve girdiği oranda da çıkmasına bağlı. Bu da yetmiyor. Batı illerinden HDP’ye 7 Haziran 2015’te çıkan oyların, yine aynı oranda çıkması gerekiyor. Hatta biraz daha üzerinde olabilmeli ki, 66 ile 100 milletvekili AKP’ye “hediye” edilmesin.

Bu tespit sadece HDP’lilere ait değil. Bağımsız kişiler, kurumlar, analizciler de bu yönde görüş açıklıyorlar.
Özetle ifade etmek gerekirse şöyle denilebilir: -Bu seçimin aritmetiği var.
                                                                    
                                                                     ***
İnce’nin eşeği
Cumhurbaşkanı Adayı Muharrem İnce’nin 1973 ve 1977 seçimlerinde CHP adına Bülent Ecevit’in seçmen üzerindeki etkisine benzer bir dalga yarattığı kabul ediliyor. Hazırcevap oluşu, nükte yeteneği sürati, üstün hitabet yeteneği, hiç sürç-ü lisan etmemesi, seçmenlere “hah işte budur” dedirtti.

Yıllardır tek kale oynayan Erdoğan’ı çok şaşırttı. O kadar ki, Muharrem İnce’nin ne yaptığını ancak günler sonra kavrayıp, ona cevap yetiştirmeye kalktı. Ama olmadı tabii…

Mesela Erdoğan dedi ki: Bay Muharrem Edirne’ye gitti, Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti!

Herkes kendi kendine sorup Erdoğan adına cevapladı: Ne zaman gitti? 

-Yirmi altı gün önce!

Deniz kenarında yaşayanların bildiği bir şaka sözü vardır. İnce böylesi bir yanıt verdi mi acaba?

-Uyan da balığa çıkalım!

Bu kampanya döneminde Muharrem İnce gerçek bir politika yıldızı haline geldi. Ona yakıştırılan fıkra tadında anekdotlar bile anlatılır oldu.

Yandaş-çanak-vidanjör medya mensubu bir gazeteci İnce’yi sıkıştırmak için “Siz Samsun’da bisiklete bindiniz” diye sorup taşı gediğine koyduğunu zanneder: Eşeğe de inecek misiniz?

İnce anında cevabı yapıştırır:

-Neden olmasın, sen kendini hazır hissettiğin anda söyle, hemen bineyim!

                                                                    ***
Erdoğan’ın müthiş öngörüsü
AKP resmi olarak 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri’nde iktidara geldi. Ama Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olması için 2003 yılının Mart ayının gelmesi gerekti. Erdoğan bir takım “katakulli” ile seçim dışında bırakılmıştı. Yüzde 34 oy ile TBMM’de ezici bir çoğunluk elde edince, Siirt’te yeni bir seçim düzenlendi. Ve Erdoğan bu özel seçimi kazanıp parlamentoya girdi. Altı ay geçici Başbakanlık yapan Abdullah Gül koltuğunu Erdoğan’a devredip Dışişleri Bakanı oldu.

Erdoğan henüz bir aylık Başbakan iken bir yurt içi gezisinde Akşam gazetesinden Şakir Süter’i uçağına tek gazeteci olarak davet etti. Şakir, sahici gazeteci olduğundan aklına gelen ve sorulması gereken bütün soruları sordu. Erdoğan da cevap verdi. Bunlardan biri de şu idi: Kaç yıl iktidarda kalacağınızı öngörüyorsunuz?

Erdoğan en iyimser tahminini yaparak şöyle dedi: Üç dönem… Sanıyorum ki, bir iktidar üç dönemde yapabileceklerinin hepsini gerçekleştirebilir!

İşte şimdi o yerdeyiz Erdoğan 5’er yıldan üç dönemi tamamladı. Şimdi gitme vakti. Eğer seçmenler onu göndermeyi başarırsa, bu Erdoğan için de büyük bir artı olacaktır. 15 yıl sonrasını o zaman görmüştü denilecek!..

Bir de şu var: Güçlü bir iktidarın en önemli başarısı iktidarı seçim kaybederek devretmesidir.

-Sandıkla geldi, sandıkla gitti!

Nazım Alpman / BİRGÜN

AKP'nin en büyük suçu şimdi kozu oldu! - Arslan BULUT

Seçime az bir süre kala, AKP'nin elindeki tek koz, Kandil'e yapılan operasyonlar!
Herkes biliyor ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni PKK ile masaya oturtan, Abdullah Öcalan'ın mesajının HDP mitinginde okunmasını sağlayan, Habur'dan giriş yapan teröristleri serbest bırakmak için çadır mahkemesi kuran ve Dolmabahçe'de yine Abdullah Öcalan'ın yazdığı 10 maddelik mutabakat metnine imza atan AKP iktidarıdır. Dolayısıyla, bu konuda şimdiki söylemlerinin hiçbir inandırıcılığı yoktur.
                                                                                      ***

Üstelik 10 madde içinde yer alan eşit vatandaşlığa dayalı PKK söylemi, AKP'nin seçim bildirgesinde de vardır. Buradaki "eşit vatandaşlık", Anayasa'daki "kanun önünde eşitlik" ilkesi ile karıştırılmamalıdır. Eşit vatandaşlıkla kastedilen, etnik kökenlerin Anayasa'da zikredilmesi, böylece Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denilir" tanımının terk edilmesidir. Ortak vatan ile istenen de Türkiye'nin Türk Milleti'ne değil farklı etnik kökenlere ait olduğunun Anayasa'da zikredilmesidir.


Esasen, Türk Milleti yerine dini bir kavram olan "İbrahim milleti"nin yerleştirilmek istenmesi, "Ne mutlu Türk'üm diyene" yazılarının silinmesi, "Türk'üm, doğruyum" andının kaldırılmasının sebebi BOP eş başkanlığıdır. Çünkü BOP projesi, bölgede Türk, Arap ve Fars kimliklerinin yerini yeni bir "Orta Doğu kimliği"nin almasına dayanır. Bernard Lewis, bunu 1996'da İstanbul'da açıklamıştı.
                                                                                      ***

AKP'nin kuruluş felsefesinin gereği de budur. Zira AKP, 2001'de kurulurken Amerika'dan gönderilen gizli bir belgeyi parti programına hemen kemen aynen almıştır. O belgede, Tayyip Erdoğan'a "Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve millî hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız..." deniliyordu.

AKP'nin kendisi bir CFR projesidir. Parti programı, 2001'in Temmuz ayında ABD'den gönderilmiştir. Bunu 26 Ağustos 2001 tarihinde belgesiyle ispat etmiştim.
AKP'nin "Millî birlik ve kardeşlik projesi" dediği proje, bu projedir.
Küresel dayatmalar AKP program ve tüzüğüne yerleştirilmiştir.
Kurucular Kurulu kitabının 8'inci sayfasında "Partimiz merkeziyetçi devlet anlayışından vazgeçilmesini öngörür" denilmektedir.
                                                                                    ***

Türkiye'nin neden ekonomik krizle boğuştuğu, soğanın neden 8 liraya çıktığı ise bellidir. Dışişleri Bakanlığı'nın İnternet sitesinde, Tayyip Erdoğan'ın, 27 Ocak 2004 günü, "Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve Türkiye'nin Ekonomik Kalkınması" konulu CSIS Konferansı'nda yaptığı konuşma metnine tesadüfen rastlamıştım! Erdoğan, orada her şeyi itiraf ediyordu!

Erdoğan, "Çalışmalarımız Dünya Bankası ve Uluslararası Finans Kurumu'nun uzmanları ile kendi uzmanlarımızın yürüttüğü alan çalışması ve ilgili çevrelerin katılımıyla yapılan toplantılar sonunda ortaya çıkan ve 'Türkiye'de Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Reform Programı' olarak kabul edilen eylem planı çerçevesinde gerçekleştirilmektedir." diyordu.

Yani Erdoğan ekonomiyle ilgili kanunların, Dünya Bankası ve IMF ile birlikte hazırlandığını da itiraf etmişti.

İşte o politikaların sonucu ekonomik krizdir.
                                                                                      ***

Bekir Bozdağ ise "Seçimde hile vardı algısı yaratmak için başarısızlıklarına kılıf uydurmak için çalışıyorlar. Türkiye'nin en iyi yaptığı işlerden birisi sağlıklı ve güvenli seçimdir. Seçimlerde bugüne kadar hile ve hurda hiçbir dönemde olmamıştır" diyor!

Oysa Türkiye'de hile yapılmayan tek bir seçim yoktur. Eski seçimlerde, bir ilçede seçmen sayısından fazla oy çıktığı bile görülmüştür. Şimdi ise sanal seçmenler ve sanal oylar kullanılıyor! Yani gerçekte olmayan veya ölmüş bulunan insanlar adına oy kullanılıyor. Öyle değilse bana birisi, nüfus kayıtlarında 2.5 milyon ölünün neden canlı göründüğünü izah etsin!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

21 Haziran 2018 Perşembe

300 odalı yazlık: Nerede bu bolluk, harca harca ülkeyi tüket - ORHAN BURSALI

Turgut Özal cumhurbaşkanlığında bir doğa harikası olan Okluk Koyu’nda küçük bir Cumhurbaşkanlığı yazlık köşkü yaptırdı... Gerçi o zaman da küçük bir kıyamet kopmadı değil. Özal’dan sonra Cumhurbaşkanı Sezer, köşkü olduğu gibi korudu, gidip kaldı mı, doğrusu bilmiyorum. 

Ama az ile hiçbir zaman yetinmeyen ve az nedir bilmeyen son cumhurbaşkanı döneminde, Atatürk’ün mirası AOÇ parsel parsel yok edilmeye başlandı. Ortaya biliyorsunuz 1000 odalı bir saray çıktı. 

O da yetmedi, Özal’ın köşkünü beğenmedi, herhalde nedir bu ormanda bir av kulübesi gibi, Cumhurbaşkanlığı’na yakışır mı diye düşündü ve Okluk Koyu’na 300 odalı bir saray daha kondurdu: Yazlık Saray efendim.. 

Burada binlerce ağacın kesilerek bir doğa katliamı yapılmasını, gelen söylentilere göre beğenilmeyen mermerlerin sökülüp değiştirildiği, kaça çıkacağı konusunda asla şeffaf olunmadığı gibi konuları bir kenara bırakıyorum. 

Meselem Cumhuriyet döneminde saray tipi yapıların inşası...

Tabii hiçbirine “saray” demiyorlar. Birine Beştepe diyorlar, diğerine de herhalde Cumhurbaşkanlığı yazlık köşkü falan diyecekler. 

Ama yapılışları, mantığı, görkemliliği, üslupları, kısaca anlayış tamamen saray konseptiyle örtüşüyor.
 
Saray yaptırma merakının, Cumhuriyet dönemiyle zerre ilgisi yoktur. Tek bir saray yaptırılmamıştır, devleti yönetenler, bugünle kıyaslarsak mütevazı davranmışlardır bile diyebiliriz.

Baskı ve mutlaklık simgeleri 
Saray; krallık, padişahlık, hanlık, sultanlık, imparatorluk dönemlerinin simgesidir. 
Ülkelerinin tüm zenginliklerini babalarının malı ve milleti de kulları olarak gördükleri için, ülkenin - devletin hazinelerini istedikleri gibi harcarlardı ve saraylar inşa ederlerdi. Bu saraylar, güç ve mutlaklık gösterisinin simgeleridir. Bir amaçları da halkı görkemli yapılarla psikolojik olarak ezmektir. Tüm katedrallerin, muazzam dini yapıların da en önemli işlevlerinden biri budur. 

Cumhuriyete geçmiş veya meşrutiyetle yönetilen ülkelerin hiçbirinde yeni saray inşa edilmemiştir. 

Hepsi Cumhuriyet dönemi öncesi rejimlerin yönetim binaları olarak bugüne miras kalmıştır. Pek çok Cumhuriyet hükümeti de ülkeye miras kalan sarayları kullanmamakta, yeni sivil yapılarda çalışmaktadır. 

Bizde de saraylar müzedir.

Saray dönemlerine geri mi döndük 
Saray-müzeleri yeniden yönetim birimlerine dönüştüremezsiniz, hem bugünkü ihtiyaçları karşılamaz hem de buna kalkışırsanız tefe koyarlar. Peki ne yaparsınız? Kendinize yeni saraylar inşa edersiniz. Bu iktidar ve liderinin Osmanlı özentiliğinin tipik ifadelerinden biridir bu. Liderin çevresinde bizzat oluşturulan kul düşünceli taraftar kitlesi de, yıllardır RTE’yi padişah, sultan olarak görmekte, liderin çıkartıldığı göklerde, ancak saraylarda yaşayabileceği inancı karşılıklı olarak kesinleşmektedir. RTE kendini buna layık görüyor; seçimle gelinen / gidilen Cumhuriyet döneminde, kendine mutlaklık inşa etmektedir. İktidardan düşecektir Burada “yoksul ülkede bu ne şaşaa”,“doğmamış yetimin hakkı” vb gibi kalıplar üzerinden bir gevezelik yapmayacağım. Hiçbir seçilmişin böyle bir harcama yapma hakkı olmadığını, her seçilmişin kendisine emanet edilen harcama yapma yetkisini böylesine kullanamayacağını, saray maray gibi inşalara asla kalkışamayacağını, halkın hiçbir seçilmişe verilmiş böylesine bir izni olmadığını söylüyorum.

RTE iktidardan düşecektir, eninde sonunda. Muhalefetin bu sarayları kişinin değil ülkenin yararına en iyi şekilde kullanacağı açıktır. 

Muhalefette hiçbir vicdan sarayı kabul etmez. 

AKP içinde de bu vicdana sahip çok sayıda kadro olduğuna da inanıyorum. 

Bu yapılar inşa ediliyor, soruyorum: Hangi hakla?

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Tek kişilik oyun: AKP - TAYFUN ATAY

AKP’nin harcını karmış olanlar “16 sezondur izlediğimiz dizi”nin kadrosundan geldi geçti, çıktı, çıkarıldı. İlk sezondan bugüne ise değişmeyen tek aktör var: Erdoğan.


AKP denen siyasi oluşumun harcını karmış olanlar; sonrasında bünyesine katılıp yıllarca emek vermiş olanlar; onlardan da sonra ortaya çıkıp daha “taze” bir iştahla bu iktidar makinesinin parçası olmayı arzulamışlar...

Hepsi, “16 sezondur biteviye izlediğimiz dizi”nin kadrosundan geldi geçti, çıktı, çıkarıldı.AKP bugün neredeyse 4’üncü nesil aktörleriyle sahne almaya hazırlanırken ilk sezondan bugüne değişmeyen tek aktör var karşımızda.

Ruşen Çakır 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin (RP) büyük başarısının hemen ardından yayımlanmış “Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisi’ni Anlamak” başlıklı kitabının sonunda şu değerlendirmeyi yapar:
RP içinde, kitle partisine dönüşüldüğünün farkında olan ve bu yeni döneme damga vurmak isteyen farklı odaklar var. Bu odakların başında ‘yenilikçiler’ geliyor. 1984-89 arası ANAP tarzı belediyeciliğe yakın olduğu izlenimi veren R. Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği bu kanat, RP’nin ruhuyla 83 ANAP ruhu’nu harmanlayabilir. Böyle bir yaklaşım, Türkiye’deki İslami hareketliliğin en dinamik akımı olan ‘İslami liberalizmi’ RP kanallarından akıtabilir. Bunun sonucunda RP’den, ‘yeni ve daha İslami bir ANAP’ çıkabilir. RP’nin ANAP’laşmasının karşısındaki ihtimal ‘2000’li yılların Milliyetçi Cephesi’ne dönüşmesidir. Bu noktada R. Tayyip Erdoğan’ın rakibi olarak Melih Gökçek sivriliyor. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı tüm sağ partilerin milliyetçi muhafazakâr kanatlarıyla yürüttüğü karmaşık pazarlıklarla kazanan Gökçek, aynı zamanda 1991 seçimlerindeki RPMÇP- IDP ittifakının mimarlarından biriydi. Erdoğan’ın globalleşmeyi gözeten liberal-kentli stratejisinin karşısına Gökçek’in İç ve Doğu Anadolu’daki ‘ezan-bayrak’ duyarlılığını gözeten faşizan-taşralı stratejisinin çıkması ihtimal dâhilindedir.”

Bu uzun alıntıdaki öngörülerin hepsi gerçekleşti: “RP ruhu ile 83 ANAP ruhu”nu harmanlamış bir AKP oldu; “İslami hareketin en dinamik akımı olan İslami liberalizm” (ılımlı İslam), RP’den değilse de ondan türeme-kopuşla ortaya çıkmış AKP kanalından akıtıldı; “RP’den yeni ve daha İslami bir ANAP” olarak AKP çıktı; öte yandan “2000’lerin Milliyetçi Cephesi” mahiyetinde bir AKP de gördük ve şu ara görmeye devam ediyoruz; İç ve Doğu Anadolu’daki, hatta tüm memleket sathındaki “ezan-bayrak” duyarlılığını gözeten “faşizan-taşralı” bir stratejiyle yol alan ve almaya devam eden bir AKP de var bugün karşımızda...

16 sezondur değişmeyen tek isim
Bu öngörülerin hepsi çıktı, ama şu farkla: Bunların hepsini bir tek kişi, “vakti-saati” iyi ayarlayarak, konjonktürel dikkatle hayata geçirdi 2000’ler başından bugüne kadar...
Alıntıda zikredilen ve 20 küsur yıl felaket bir “Ankara baronu”na dönüşmüş, Ankaralıların demokratik yollardan tüm çabalarına rağmen yerinden edilememiş Melih Gökçek ise yine o “tek” kişi marifetiyle “tık” diye, bir çırpıda silindi gitti.

Sadece o mu?.. AKP denen siyasi oluşumun harcını karmış olanlar; sonrasında bünyesine katılıp yıllarca emek vermiş olanlar; onlardan da sonra ortaya çıkıp daha “taze” bir iştahla bu iktidar makinesinin parçası olmayı arzulamışlar... Hepsi, “16 sezondur biteviye izlediğimiz dizi”nin kadrosundan geldi geçti, çıktı, çıkarıldı.

AKP bugün neredeyse 4’üncü nesil aktörleriyle sahne almaya hazırlanırken ilk sezondan bugüne değişmeyen tek aktör var karşımızda.

Parti, siyaset, iktidar, her şey de onunla ve onda artık...

Her şeyi kendisi için yaptı
Tayyip Erdoğan yeri geldi liberalizme oynadı, “din partisi değiliz” dedi, milliyetçiliğe mesafe koydu... Yeri geldi “ezan-bayrak” retoriği eşliğinde milliyetçileşti, “dindar nesil istiyoruz” dedi. Yeri geldi, “Millî Görüş’ün ruhuna Fatiha” okuduğu anlamına gelebilecek Batı-merkezli, Batı’ya endeksli ilişkilerin başında oldu; yeri geldi Millî Görüş’ü gömüldüğü mezardan çıkarıp hortlatacak Batıkarşıtı girişim ve söylemlerin pratisyeni oldu.

Yeri geldi, Kürt meselesinde “barış süreci”nin önünü açıp Öcalan’ın mesajını Diyarbakır semalarında çınlattırdı ve Kandil’e barış elçileri göndertti. Yeri geldi, Kürt meselesinde “savaş süreci”nin önünü açarak Demirtaş’a zindanlardan “ketıl”la tweet atmayı reva gördü, Kandil’e bombalar gönderdi.

Bunların hepsini yaptı ama kendisi için yaptı.

Erdoğan’ı yakından tanıyanlar için bu tablo, daha işin başında, o imam-hatip sıralarında otururken şekillenmeye başlamıştı bile...

İlk mezunlarından olduğu Fatih’teki İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda hocaların öğrencilere en sık ve sıkı telkini şuydu: “Siz, ileride Türkiye’yi yöneteceksiniz.”

Kültürel, ideolojik ve politik bilinci bu sıralarda çatılmış Erdoğan’ın daha o yıllarda kendisini geleceğin cumhurbaşkanı olarak gördüğünü söyleyenler var. Bu bağlamda belki kimilerine iddialı (ve “determinist”) gelebilecek bir söz sarf etmeden geçemeyeceğim: Bugünden bakıldığında Türkiye’de İslamî siyasetin 1970’ler ortasından bu yana kat ettiği yolun “özel” bir okuması da bu hareketin içinde kabına sığamayan bir “Ego”nun aşağıdan yukarıya, tabandan tavana, dipten zirveye önlenemez yükselişidir.

Refah’ın ‘gizli özne’si
Yine de bazı kaynak kişiler bunu fark edip önlemek isteyen birinin olduğunu ileri sürmekteler. Bu, Necmettin Erbakan’dır.

Aynı kişiler, RP’nin yükseliş döneminde özellikle İstanbul’daki çalışmalara bakıldığında liderlik koltuğunda Erbakan olsa da partinin “gizli özne”sinin daha o zamanlar Erdoğan olduğunu da ifade ediyorlar.

1980’lerin ikinci yarısından itibaren RP’nin, onu önceleyen MSP’den farklı olarak bir “kitle partisi”ne dönüşmesinde Erdoğan asli rol oynadı.

Kahvehanelerden meyhanelere, pavyonlardan genelevlere kadar kapı kapı dolaşarak partisinin propaganda ağını alabildiğine genişletip yaygınlaştıran odur; aynı kanalları kadın kollarına açıp onların da kapı kapı dolaşmasına öncülük eden odur; araştırma şirketi kurdurtarak kamuoyunun nabzını sürekli tutmaya dönük stratejileri ilk geliştiren de odur.

Nihayet Beyoğlu ilçesinde yüzde 2-3’lerde dolaşan oyları yüzde 23’lere taşıyan da odur. Bilenler böyle söylüyor.


AKP’nin ‘prehistoryası’
Dolayısıyla gidişat o zamandan bellidir ve Erbakan engellemeye çalışmıştır Erdoğan’ın yükselişini. Özellikle de 1994 yerel seçimlerinde İstanbul büyük şehir belediye başkanlığı için desteğini Ali Coşkun’dan yana koyarak... Ancak tabanın, yani “kitle”nin Erdoğan talebi karşısında direnememiş, teslim olmuştur.

Bu bile Erbakan liderliğinde 1970’lerden 90’lara süre gelmiş siyasi hareketin Türkiye’de “Refah” adı altında kitleselleşmesinin Erdoğan’a borçlu olunduğunu düşünmeye yeter bir veri.
Demek ki AKP iktidarının, daha özel olarak Erdoğan hegemonyasının 2000’lerin başından itibaren izlenebilen bir tarihi olduğu gibi bir “prehistoryası”, yani tarih-öncesi de var ve bu da RP yıllarına, özellikle onun 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesine kadar geriye gitmekte.

Erbatur Çavuşoğlu: İnşaat tarikatı

AKP , bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000'ler başından bugüne, nereden nereye geldi ve nereye gidiyor?


AKP’yi 2000’lı yıllarda temsil eden kadrolar, 1980’lerin sonlarında kazanılan yerel yönetimlerde “mekân” üzerinden zenginlik üretme, bunu yandaş sermaye gruplarını güçlendirerek yapma ve yine bu zenginliği yandaşlara dağıtma mekanizmalarını deneyimlemişlerdi. Hem yerel hem de merkezi iktidar alanı genişleyip hegemonik hale geldikçe sermaye üretme, biriktirme ve transfer etme modellerinde çok daha kararlı ve yetkin bir politika izlenmeye başladı. AKP giderek yandaş sermayesini yaratan ve seçmenlerine de küçüklü büyüklü rantlar dağıtmayı başaran, tepeden tırnağa bir saadet zinciri şeklinde işleyen bir suç örgütüne dönüştü denilebilir.

2000’li yılların Türkiye’si tarım ve hayvancılıkta kendi nüfusunu doyuramayan, sanayi üretiminde ucuz montaj ve tekstil üretiminden fazlasını yapamayan, dünya piyasasına bir avuçtan fazla kültür, sanat, bilim insanı sunamayan, turizmde cüzi bir ucuz turist akışından başkasına sahip olmayan, kısaca üretmeyen ve sağlıksız büyüyen bir ülke konumunda. Türkiye’nin işleyen tek sektörünün inşaat olduğu, ancak inşaata dayalı büyüme politikalarının sürdürülebilir olmadığı da açık.

-İnşaat kapitalizmi, maneviyatları oldu
İnşaat sektörü kalkınma fetişine sahip bir toplumu manevi olarak beslerken, mekân üzerinden defaten çoğaltılabilir artı değer üretebilen, bu artı- değeri paylaştırarak yandaş kazanan bir sihirli araç durumunda. Yaratılan “inşaat tarikatı”nın üyeleri normalde reel gelirleriyle yıllar sürecek bir birikime, bir imar değişikliği kararıyla ve ayrıcalıklı bir inşaat müsaadesiyle sahip olabilmekteler. Başlangıçta inşaata dayalı büyüme modeli bir kalkınma alternatifi iken bugün bu sektörün işlemesinin sürmesi için sürekli iş icat etmek gereken bir noktaya gelindi. AKP dönemindeki dev yatırımların çoğu toplumsal ihtiyaçlardan ziyade inşaat sektörünün devamlılığı için üretilmekte. Elbette bu büyüme, büyük bir çevre katliamına, emek sömürüsü ve sayısız iş cinayetine ve kentlerin tarih ve hafızasının yok edilmesi pahasına gerçekleşmekte.AKP inşaat kapitalizmini sürdürebilmek için bütün medya araçlarını devreye sokarak modernleşme, kalkınma, büyüme gibi vaatlerle ikna üretmeye çalışırken, yasalar, buldozer, polis gücü gibi zor ve baskı araçlarını da sıkça kullanmakta.

-Tayyip Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
2000’li yıllarda Türkiye siyasetinin en önde gelen figürü olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın rövanşist siyaset tarzı, tehditkâr üslubu ve söylemleri Türkiye toplumunu son derece olumsuz etkilemiş ve giderek muhaliflerini bile aynı üslup içine çekmeye başlamıştır denilebilir. Bu siyaset tarzının ülkeye verdiği hasarları, toplumun kamplaşması, gündelik hayatın şiddet ve nefret ile sarmalanması ve toplumun içe patlaması olarak görüyor ve yaraların sarılması için sadece iktidar değişiminin yeterli olmadığını, yeni bir siyasal kültür inşasının gerektiğini, toplum kesimleriyle, doğayla, şehirlerimizle, yağmalanan ve ötekileştirilen her şey ile maalesef epeyce uzun sürecek bir yüzleşme ve barışma sürecine ihtiyaç duyacağımızı tahmin ediyorum.

*Erbatur Çavuşoğlu, İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde 20 yıl öğretim üyeliği yaptı. “İnşaata Dayalı Büyüme Modelinin Yeni- Osmanlıcılıkla Bütünleşerek Ulusal Proje Haline Gelişi: Kadim İdeoloji KorporatizmeAKP Makyajı” ve “İslâmcı Neo-Liberalizmde İnşaat Fetişi ve Mülkiyet Üzerindeki Simgesel Hale” başlıklı çok önemli iki makalenin yazarı (“İnşaat Ya Resulullah” kitabı içinde, İletişim, 2016).

Tayfun Atay / CUMHURİYET

YARIN: İslamcılığın ütopyası, distopyası

İşçiler TAMAM derse ülke de dünya da değişir! - Arzu Çerkezoğlu

Türkiye’de de tüm işçi sınıfını güvencesizleştirmeye dayanan ve yoksullaşmayı borçlanma ile ikame etmeye çalışan sermaye düzeni büyük bir kriz ile karşı karşıya. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kapitalistler, kendi yarattıkları vahşi kapitalizme çare bulmakta zorlanıyor. Eşitsizliğin ve güvencesizliğin körüklediği kitlesel hoşnutsuzluk, savaşlarla, yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla, cinsiyetçilikle istismar ediliyor. 16 yılda AKP tarafından idare edilen neoliberal model içerisinde bu krizi aşacak bir formül gözükmüyor. Nüfusunun neredeyse tamamının ücret gelirleriyle yaşadığı, bir ücretliler toplumu halini alan Türkiye, tarihin en sınır tanımaz sermaye iktidarına mahkum edilmek ve bu vahşi sermaye düzeni bir rejim değişikliği ile güvence altına alınmak isteniyor.


Karşı karşıya olduğumuz rejim değişikliğinin sınıfsal temelini çözümlediğimizde, işçi sınıfının bu kuruluşu durdurabilecek tek gerçek güç olduğunu da görmek çok zor değildir.

AKP iktidara geldiğinde milli gelirin, yani bu ülkede üretilen toplam değerin yarısını alan ücretliler bugün ise nüfusun dörtte üçünden fazlası olmasına rağmen, milli gelirin sadece üçte birini alabiliyor. 24 Haziran bu adaletsiz düzene işçi sınıfının TAMAM diyeceği gün olacaktır. 

Son bir yılda dövizin hızlı artışıyla iğneden ipliğe her şeye zam geliyor. Enflasyon yüzde 10’u geçti, durdurulması da mümkün görünmüyor. 24 Haziran her gün ama her gün ücretleri eriyen işçi sınıfının yoksullaşmaya TAMAM dediği gün olacaktır.

Üretmeyen bir ülkede, borçlanarak yaşıyoruz! Aralık 2002’de tüketicilerin bankalara borcu 6.6 milyar lira iken bugün 500 milyar liraya ulaştı. Tüketicilerin borcu 16 yılda dolar cinsinden en az 30 kat, TL olarak en az 75 kat arttı! AKP’nin 16 yılında yurttaşlar 368 milyar TL faiz ödedi ve aslında faiz lobisine çalıştı. Hızla yoksullaşan işçi sınıfının borçla yaşamaya TAMAM deme vakti gelmiştir. 

Resmi işsiz sayısındaki artış durdurulamıyor! Aralık 2002’de 2.5 milyon resmi işsiz var iken bu rakam bugün 3.5 milyona yükseldi! İş aramaktan vazgeçenleri dahil ettiğimizde gerçek işsiz sayısı 6 milyonu aştı. Genç işsizliği ve kadın işsizliği ürkütücü boyutlarda. Her 5 gençten 1’i işsiz. Neredeyse her evde bir üniversite mezunu işsiz var. 5 milyonun üzerinde genç ne okula ne işe gidiyor. 24 Haziran, işsizlik ve geleceksizlik dayatan bu düzene işçi sınıfın TAMAM dediği gün olacaktır.

16 yılda 21 bin işçinin iş cinayetlerinde öldüğü bir ülkede, emeği herhangi bir üretim girdisi olarak görenler, “daha fazla kar için daha fazla kan” diyen bir sermaye birikim düzenini kader/fıtrat olarak savundular. Emek ve meslek örgütleri başta olmak üzere getirilen hiçbir öneriyi dikkate almadılar. Sonuçta 2002’de 872 işçiyi yitirmişken, 2017’de 2006 işçi kardeşimizi iş cinayetlerinde kaybettiğimiz bir ülke yarattılar. “Kâr oranları düşer” diye diye, “rekabet gücü azalır” diye diye ölümlere göz yumanlara işçi sınıfının TAMAM demesi artık bir ölüm kalım meselesidir. 

Her türlü aksi iddiaya rağmen taşeron zulmü sürmektedir, kadrolu olanın ise iş güvencesi yoktur, kiralık işçilik gibi taşerondan beter bir istihdam biçimi kapıdadır. Tek kişinin emriyle herkesin ama herkesin işsiz kalabildiği bir ülkede herkes ama herkes güvencesizdir. Ve aslında 24 Haziran tüm işçi sınıfının, emekçilerin güvencesizliğe TAMAM diyecekleri bir gündür.

“OHAL’den istifade” grevlerin yasaklandığı, mahkemelerde, sokaklarda, meydanlarda hak aramanın engellendiği/sınırlandırıldığı bir ülkede öncesiyle ve sonrasıyla 24 Haziran hesaplaşma günüdür. İşçi sınıfı bir yandan kendisine karşı inşa edilen bir diktatörlüğe TAMAM demeli, öte yandan da laik, demokratik bir cumhuriyetin ancak ve ancak emeğin değerleriyle kurulacağı bilince çıkarılmalıdır. 

Bu zor günlerde, bu ülkeyi yeniden kurma iradesi ve iddiasıyla, emeğin birleştirici ve yaratıcı gücü, 24 Haziran’a kadar, 24 Haziran’da ve sonrasında, hem sandıkta hem de meydanlarda gösterilmelidir.

Arzu Çerkezoğlu - DİSK Başkanı

BİRGÜN

Erdoğan kaybederse... - ARSLAN BULUT

Tayyip Erdoğan, Suruç'ta bir dükkânın basılması ve çıkan olaylarda dört kişinin öldürülmesini "PKK saldırısı" diye göstermişti!


Şanlıurfa toprağına ayağını bastığında ise aynı Erdoğan, "Suruç'taki hadise güvenlik güçlerimiz ve savcılığımızca soruşturuluyor. Her şey ortaya çıkarılacak ve suçlular adalet önünde hesap verecek." dedi.

Doğru olan tutum ikincisidir. Çünkü milletin birliğini temsil makamında olan kişi, hukuk devleti kurallarına göre hareket eder.
                                                                                      ***

Türkiye'de rejimin fiilen değişmesi, devleti "parti devleti" haline getirdi. 24 Haziran seçimleri ile birlikte yeni sistem yasal olarak işlemeye başlayacak?
Hangi sistem başlayacak?
Bunu MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan çok net bir şekilde açıkladı, Adan, "15 Temmuz'dan sonra denkleme tabi olan Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye'de demokrasi tarifini değiştirmiştir. Bugün demokrasi, güçlü millet iradesi, güçlü devlete dönüşmüştür." dedi. Aslında MHP yönetimi, 15 Temmuz 2016'dan sonra denkleme dahil olmuş değildir. MHP yönetimi, Bahçeli'nin "3 Kasım 2002" diye erken seçim tarihi verdiği günden beri "telefon talimatları ile denklem kuran irade"nin sözcülüğünü üstlenmiştir. Abdullah Gül'ün, Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilebilmesi bu denklem sayesinde mümkün olmuştur.

                                                                                       ***

Yeni sistemin nasıl çalışacağını ise AKP adına Hayati Yazıcı açıkladı ve "Cumhurbaşkanı ile uyumlu çalışacak, zıtlaşmayacak, parazit yapmayacak, mızıkçılığa yol açmayacak bir Meclis çoğunluğuna, AK Parti çoğunluğuna hayati derecede ihtiyaç var" dedi.
Meclis'teki itirazları, "parazit yapmak" olarak gören zihniyet, demokrasiyi rafa kaldıracağını şimdiden ilân ediyor!

AKP'li bakan Ahmet Demircan'a göre "Türkiye o baskı altındaki parlamenter sistem düzeninden demokrasinin bir diğer versiyonu olan başkanlık sistemi, cumhurbaşkanlığı hükümeti modeline geçecek. Artık milletten bağımsız, millete rağmen irade kullanma dönemi bitecek"miş...
Parlamenter sistem demek, milletvekillerinin, seçildikten sonra da seçmen iradesinin baskısını enselerinde hissetmeleridir.

Yeni sistemde ise bütün yetkiler tek bir kişide toplanacağından, millet iradesi değil bir kişinin iradesi geçerli olacaktır. O bir kişinin iradesi, yani kararları yanlış olursa, millet mahvolacaktır! "Ya doğru kararlar verirse" denilebilir. Milletin kaderi ne olursa olsun bir kişinin eline bırakılamaz. Bu kişinin diyelim ki ruh sağlığı bozuldu! Ülkeyi nasıl yönetecek?

Aynı Demircan, Türkiye'nin kendi iradesiyle kaynaklarına hâkim olacağını ve kendi gücü ile iş birliği alanlarını tesis edeceğini de söyledi. AKP döneminde çıkan petrol yasası ile Türkiye'yi sömürge haline getirdiklerini bilmiyor olabilir mi?

Bu yasaya göre; yabancı şirketler çıkardıkları petrolün yüzde kaçını devlete bırakacak hatırlıyor musunuz? Sekizde birini! Ve yasaya göre "Petrol hakkı sahibi, ihraç ettiği petrolden sağladığı dövizi yurt dışında muhafaza edebilir, işletme ruhsatları ise 50 yıllık olarak verilebilir."
Türkiye kendi kaynaklarına böyle mi hâkim olacak? Daha kısa bir zaman önce ormandaki dikili ağaçları satışa çıkaran AKP iktidarı, çiftçinin tarlasında kullandığı sulama suyunu da özelleştiren bir yasa çıkarmadı mı? Yaylaları birleştiren sözde "yeşil yol", yaylaları Arap zenginlerine pazarlamak için yapılmıyor mu?

Yine, Tayyip Erdoğan, "Korkaklar zafer anıtı dikemez. Şimdi diyorum ki 24 Haziran'da bu kardeşinize bu desteği verin, biz destan yazmaya devam edelim." diyor.

Zafer anıtını nereye dikeceğiz? 2004'ten itibaren Yunanistan'a bırakılan Ege'deki Türk adalarına Yunan bayrağı dikildi! Hangi zafer anıtı? Boşaltılmış Kandil'e mi bayrak dikilecek? Fırat'ın doğusundaki PKK devleti ne olacak?
                                                                              ***

Bu arada, bazıları "Erdoğan kaybederse hem Türkiye kaybeder hem de İslam alemi kaybeder." diyor. Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da, Yemen'de kaybeden İslam alemi değil midir? Özellikle Suriye, Libya ve Yemen'de Müslümanların kaybetmesi kimin sayesinde sağlandı?
Yani ABD adına...

Doğrusunu ise İsrail'in Haaretz gazetesi yazdı. Davide Lerner adlı köşe yazarı, "İsrail için en iyi seçenek Türkiye'de seçimi Erdoğan'ın kazanması olabilir" dedi!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

20 Haziran 2018 Çarşamba

Makedonya - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tatsız bir durum. Makedonya’nın kendi adıyla uluslar sahnesinde yer almasının Yunanistan’ın son derece ilkel “milliyetçi” yaklaşımıyla engellenmesinin savunulacak bir tarafı yok. 

Önceki gün atılan karşılıklı imzalar sayesinde Makedonya artık Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak anılmayı kabul etti. Ancak bu sorunun henüz çözüldüğü anlamına gelmiyor. Çünkü hem Yunanistan’da hem de Makedonya’da anlaşmayı protesto eden çok sayıda insan var. Yunanistan’da başına ne getirilirse getirilsin Makedonya adının kullanılmamasını isteyenler, Makedonya’da ise başına bir ek getirilmeden Makedonya adının kullanılmasını isteyenler sokaklara döküldüler.

Makedonya’nın NATO’da yer alması, Batı’ya kapılanma çabaları, tüm bunların hepsi bir yana, adını sadece Yunanistan istemiyor diye kullanamaması kabul edilir bir durum değil. Makedonlar kendilerini Yunan olarak görmüyorlar, aralarında eski solcu yeni sağcı Mikis Teodorakis gibilerinin de bulunduğu kimileri de “sadece bir Makedonya var o da daima Yunan’dır” diyor ısrarla.

Nedir bu ısrarın nedeni ?
Yunanistan Makedon Kralı Büyük İskender’i bir Yunan kahramanı olarak kabul eder. Makedonya, İskender’in “güç merkezi” idi, malum. Makedonya’nın eski başkenti Vergina, günümüzde Yunanistan sınırları içinde . Selanik de Makedonya’nın başkentlerinden biri. Yunanistan, Makedonya’nın ileride bu topraklara ilişkin hak iddialarından çekiniyor. 

Bölge zaten, “Balkanlar”a uygun bir karışıklık içinde. Yunan milliyetçisi her şeyi Yunan görüyor. Arnavut milliyetçisinin hedefi ise Kosova’yı ve Makedonya’nın bir kısmıyla, kuzey Yunanistan’ı kucaklayan “Büyük Arnavutluk”u oluşturmak. Sonra bölgede Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanan, Balkanlar’dan geçecek olan, Çin’in “Tek Kuşak Tek Yol” ticari karayolunun giderek artan cazibesi de önemli bir faktör. 

Yunanistan bu konuda etkili olmayı istiyor. Makedonya’yı etkisizleştirme çabası içinde bunu da saymak gerek.

Emperyalistlerce parçalanan Yugoslavya’da bu sorunlar yaşanmamıştı. Bu büyük emekçi halklar federasyonu dillerin, etnisitelerin, kültürlerin büyük ortaklığıydı. Parçalanınca Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ devletleri çıktı ortaya. Balkanlar’ın yüzünü değiştiren bir gelişme oldu bu. Yugoslavya iç savaşı sırasında Kosova’nın etnik Arnavut bölgesi yeniden yapılandırıldı. Sırbistan’da Hırvatistan’da milliyetçilikler hortlatıldı.

ABD, Balkanları Avrupa-Atlantik bloğuna entegre etmek istedi hep. Tüm çabalarını buna harcadı. Kosova’nın erken bağımsızlığı, Yunanistan’ın ikna edilerek Makedonya’nın adının değiştirilip NATO’ya alınacak olması hep bu politikanın sonuçları. 

Yunanistan’ın zaten etnik patlamalara uygun bir atmosferi olan bölgede, bir ulusun kendisi için kullanmayı seçtiği, tarihi hakkı da olan bir adı, sadece kendisinin olduğu iddiasıyla kullandırmaması, bu nedenle çıkacak krizde ABD ve müttefiklerinin eline muazzam bir “malzeme” vermesi demek.

Peki Makedonya gerçekten Yunan mı?
Bunun yanıtının “hayır” olduğu Yunanistan’ın söz konusu ülkenin adını “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olarak kabul etmesinden belli değil mi? Makedonya olmasa neden Kuzey Makedonya olduğunu kabul etsin.

Üstelik bundan önce Makedonya’ya Yunanistan tarafından önerilen bir diğer isim de “Yukarı Makedonya” idi. Yani o bölgede yaşayanların Makedon oldukları konusunda aslında Yunanistan’ın da itirazı yok.

Kimin itirazı var peki?
Muhafazakâr, sağcı, ırkçı, faşist partilerle, Ortodoks Kilisesi’nin. Yani bir ülkede huzurun, barışın, çağdaşlığın düşmanı kim varsa onların.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Korkma! - FATİH YAŞLI

Dost-düşman ikiliğine indirgenmiş siyaset anlayışıyla sandığa indirgenmiş demokrasinin ve milli irade fetişizminin sentezi, seçimlerin bir tür iç savaş manzarası sunmasına neden oluyor. “Biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden işleyen iktidar dili, kendinden olmayanları kolaylıkla “iç düşman” olarak nitelendirebiliyor, kolaylıkla herkese “terörist, bölücü, vatan haini” damgasını vurabiliyor. Üstelik bu dili bir azınlık gruba karşı değil, toplumun en az yarısına karşı kullanıyor, bunda herhangi bir sakınca görmüyor.


Toplumsal kutuplaşmanın birtakım sahte ve yapay unsurlar aracılığıyla derinleştirilmesini ve buradan gücünü tahkim etmeyi bir strateji olarak benimseyen iktidar partisi, seçimlerde bunun dozajını da artırıyor, hem kutuplaşmayı derinleştiriyor, hem de korkuyu çoğaltıyor. Görece “normal” koşullarda gidilen tek seçim olan 7 Haziran seçimlerinin ortaya koyduğu tablo, normallikle iktidarın oyları arasında bir ters orantı olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. İktidar da bunun farkındalığıyla Türkiye’yi bir kez daha, “olağanüstü” koşullarda, üstelik resmen ilan edilmiş bir olağanüstü hal yönetimi altında seçimlere götürüyor.

Kutuplaşma ve korkutma bu seçimde de başat yöntem ancak sürenin kısıtlı olması nedeniyle bu sefer şapkadan -en azından şimdiye kadar- çıkartılabilen bir tavşan yok. Afrin Operasyonu çoktan unutuldu, Menbiç’te ABD’yle karşı karşıya gelmek zaten mümkün değildi, Kandil’e bir harekât çokça dillendirildi ama seçime sadece birkaç gün var ve belki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması halinde denenebilir ama pazar gününe kadar o da pek mümkün görünmüyor.

Dolayısıyla elde pek malzeme yok ve bu yüzden korku bu sefer seçim sonrası için kullanılıyor. Örneğin yoksullara “Eğer biz gidersek yardımlar kesilecek” deniliyor, dindarlar “Biz gidince imam-hatipleri kapatacaklar” diye telaşlandırılıyor, sıradan vatandaşa “Bunlar köprüleri, tünelleri yıkacaklar” diye sesleniliyor, genel olarak tüm toplum seçimleri iktidar partisinin kazanamaması halinde ortaya çıkacak istikrarsızlık üzerinden korkutuluyor ve muhalif kesimlere ise aba altından “iç savaş” sopası sallanıyor.

Bu sopanın esas gösterilme nedeni ise elbette ki seçimlerin nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili. Yani eğer seçimler bir tür hileyle kazanılacaksa ya da sonuçları tanınmayacaksa, toplumun muhalif kesimlerinin buna karşı sokağa çıkma ihtimali, daha şimdiden bertaraf edilmek isteniyor. Bunun için yandaş köşe yazarları ya da kimi bakanlar olası bir iç savaş durumunda muhaliflerin başına geleceklere dair birtakım imalarda bulunuyor, kimi sosyal medya hesaplarından silahlı mermili fotoğraflar paylaşılıyor, toplumun iradesi şimdiden teslim alınmaya çalışılıyor.

Peki bunu yapabilirler mi? Yani bir iç savaşı göze alabilirler mi? Gitmemek için her türlü şeyi yapabilecek, gözünü karartmış bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu hepimiz biliyoruz; devleti, askeri, polisi ellerinde tuttuklarını ve kullanmaktan kaçınmayacaklarını da. Hatta sokağa çıkmaya hazır birtakım paramiliter güçlerin varlığından da haberdarız. Ancak tüm bunların bir sınırı var, yapabilecekleri her şeyi bir yere kadar yapabilirler.

Neden mi? Nedeni şu: 16 yıllık geniş kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesine rağmen, toplumun en az yarısının inşa edilen rejime itirazının olduğunu, rejim tarafından kapsanamadığını hatta tarafsızlaştırılamadığını görüyoruz. Sokakta Gezi, sandıkta ise 7 Haziran seçimleri ve 16 Nisan referandumu bunun en iyi kanıtıydı. Üstelik toplumun teslim alınamayan kesimlerinin çoğunluğunun büyük şehirlerde yaşayan, eğitimli, iş güç sahibi insanlar olduklarını biliyoruz.
Dolayısıyla bu kadar geniş bir toplamı sopayla idare etmenin birtakım sınırları var. Belki birtakım karanlık ilişkilere girişilir, hatta kan dökülmesi bile söz konusu olabilir ama Türkiye her şeye rağmen böyle idare edilebilecek bir ülke değildir. Hele bir de yaklaşan büyük ekonomik krizle birlikte, iktidarın kendi tabanında dahi çok ciddi bir meşruiyet kaybı yaşayacağı düşünüldüğünde, birtakım maceralara girişmeye hevesli olunsa bile, bunun yaratacağı sonuçları göze almak öyle kolay olmayacaktır.

Tam da bu nedenle, seçimlere üç gün kalmışken ve elbette ki seçim sonrasında da korkuya teslim olmayı gerektiren bir durum yoktur. “Artık yeter” diyen ve seçim sürecinde korku duvarını aştığını gördüğümüz bir halkın karşısında durmak öyle kolay olmayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, korkunun sahipleri örgütlüdür ve “Korkmuyoruz” diyenlerin en büyük zafiyeti örgütsüz olmalarıdır. Dolayısıyla korkuya teslim olmayacakların bir araya gelmesi, omuz omuza vermesi, kolektif bir aklı ve cesareti büyütmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN