3 Temmuz 2018 Salı

AKP’nin Dâhiliye Vekili! - ÖZGEN ACAR

Bir ülkede İçişleri Bakanı’nın görevi; ülkenin iç düzenini, iç güvenliğini sağlamaktır.
1985 tarihli “İçişleri Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un” 2. maddesi şöyledir:
“İçişleri Bakanlığı’nın görevleri şunlardır: 
a) Bakanlığa bağlı iç güvenlik kuruluşlarını idare etmek suretiyle ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, yurdun iç güvenliğini ve asayişini, kamu düzenini ve genel ahlakı, anayasada yazılı hak ve hürriyetleri korumak. (…)”


***

Türk Ceza Kanunu’nun 106. maddesinin 1. fıkrası ise şöyle:
“Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına yönelik (…) tehdit eden kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

***

Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi de şöyledir:
“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”


***

Yasaların bu üç maddesine göre, siz bir yargıç olsaydınız şu sözleri söyleyen kişi hakkında ne karar verirdiniz:
“Valilere, müsteşarım üzerinden talimat gönderdim. ‘CHP il başkanlarını bundan sonra şehit cenazelerinde protokole kabul etmeyin!’ diye…”
Ayrıca muhalif bir partinin eş genel başkanını telefonla arayıp “Artık Türkiye’de yaşam hakkı olmadığı!” sözleri ile tehdit etmekle kalmıyor, ayrıca bu sözleri söylediğini reddetmeyip “Daha da fazlasını söyledim!” diyerek kabul ediyor.

***

“Şehit cenazeleri” hakkında talimat veren ve HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ı telefonla tehdit ettiğini resmen açıklayan bu kişi, bildiğiniz gibi AKP’nin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dur.
Güvenlikten sorumlu olan bir bakanın iç güvenlik tehdidi haline gelmesi nedeniyle CHP’liler 81 ilde AKP’nin Dâhiliye Vekili’ne tepki gösterip İstanbul’da savcılığa başvurdular.
“Huzursuzluk yaratmak, araları açmak” anlamında “nifak tohumu saçmak” diye eski bir deyim vardır. Bu tepkiler yetersizdir... TBMM, Dâhiliye Vekili’nin milletvekilliğini düşürüp dokunulmazlığını kaldırmalıdır.
***

Süleyman Soylu’nun yakın geçmişte söylediklerini anımsarsak soyluluğunu daha iyi anlarız!
20 Nisan 2008… “Bu ülkenin herkese çatan ve kaos yaratan bir Başbakanı var ki, akşam evine gittiğinde karısına ve çocuklarına boynu bükük kalan esnafın, çiftçinin yerine kendini koymuyor. Kendisi evindekilerin yüzüne nasıl bakıyor? AKP iktidarından önce işsizlik yüzde 6’ydı bugün 11.3’e çıktı. Başbakan, at üstünde durmayı nasıl beceremediyse, ülke yönetmeyi de aynı şekilde beceremedi…”

10 Aralık 2008… “AKP hükümeti, yanlış ekonomi politikası sonucu, bayramları da millete zehir etti. İnsanlarımız gülmeyi unuttu. Beceriksizlik ve yetersizlikle, Türkiye’yi krizle karşı karşıya bıraktılar. Paçalarından yolsuzluk akıyor. Türkiye’de ihale ve yandaş belediyeciliği yapılmaktadır…”

31 Aralık 2008… “Ey Recep Tayyip Erdoğan, boyun eğdin, emir eri oldun, milletin ümitlerini boşa çıkardın. Boyan döküldü Tayyip Erdoğan…”

25 Şubat 2009… “Yolsuzluklarla mücadele edeceğim diyen hükümet, Türkiye’yi yolsuzluk çukuru içine batırdı. Tüyü bitmemişin hakkını yedirmeyeceğim dediler. Her gün tüyü bitmemiş yetimin üzerinden siyaset yapıyorlar. ‘Bu ülkeyi rant ülkesi yapmayacağım’ dedi sayın Başbakan, rantın babasını getirdi. Bunlar yarım doktor, yarım hoca…”

14 Mart 2009… “Seçim sürecinde Türkiye’de çok manidar işler oluyor. AKP mensupları uzun zamandır genel başkanları ve başbakanlarını, Başbakan da kendisini padişah olarak görmek istiyor. Ülkemizde sadaka kültürü var. Türkiye’de 3 kişiden biri fukaralık sınırının altındadır. Eleştirilmesi gerekenler insanları bu duruma düşüren hükümettir…”
AKP’ye yanaşmadan önce partiler arasında neredeyse transfer rekoru kıran Dâhiliye Vekili Soylu, AKP’ye geçince şöyle dedi:
“Allah şahittir ki bütün bedenim kan gölüne dönse de Erdoğan’dan ayrılmayacağım!”

Özgen ACAR /CUMHURİYET

2 Temmuz 2018 Pazartesi

Geri istiyoruz onları - SEMA KARADAL

"Birimize bir şey olursa ne yaparız? dediler. Kalanlar, ölenler için şiirler yazar, dedi Metin." 

Zerrin Taşpınar


2 Temmuz 1993’te gençliği adımlayan bir çocuktum ben. O gün çocuk zihnime kazınan görüntüde siyah dumanlar, yükselen alevler, insanlıktan çıkmış şeriat diye bağıran korkunç bir kalabalık var.

İnsanların böylesi kötü olabileceğini ilk kez o zaman gördüm ben, ilk kez o kadar çok korktum “insan”dan. Her kurban bayramında dayanılmaz bir mide bulantısı eklendi sonradan bu korkuya. Din, kurban ve et kokusu Sivas demekti artık, Sivas’tan miras bana ve belki pek çok çocuğa.

Şenlik için gittikleri bir şehirde konuşan, tartışan, şiirler okuyan, türküler söyleyen insanlar neden yakılarak öldürülürler? Aziz Nesin imansızdı, kötüydü, halkı tahrik etti diyorlardı her yerde. Aziz Nesin ve yanındakiler halk değil miydi? Çevremde ise büyük bir sessizlik vardı. Sanki hiç bunlara tanık olmamışız, her şey bizden çok uzaklardaymış gibi. Kapatırsak televizyonu, konuşmazsak, hiç yaşanmamış gibi oluyordu sanki. “Neden kimse kurtarmadı onları” sorusu yıllarca yanıtsız kaldı.

Aziz Nesin o günü yazmış, çok sonraları okudum: “Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâlâ içimde şöyle ya da böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı var. Bu yüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyorum. Uluç Gürkan valiye telefon açıyor: Bizi buradan aldırtın, aldırtabilirsiniz… Müthiş bir çığlık, kadın çığlığı… Sonra korkunç bir sessizlik. Evet ölüm sessizliği… Kısa sürüyor.” Gencecik insanlardı onlar…
Ben çatıda yaşlı bir adam hatırlıyorum. Daha dakikalar önce “ölüyoruz abi” diyen Lütfi Kaleli’ye “ölüyoruz, öleceğiz, başka çare yok” diyen Aziz Nesin... Saatlerce nefes açlığı çekerek, karanlık bir odada “Sivas Aziz’e mezar olacak” seslerini dinlemiş, yorgun, bunca öfkeyi ve onlardan gelecek ölümü kabullenmiş ama yine de çatıda kurtarılmayı bekleyen bir insan. Çatıdan indirilirken tartaklanan, linç edilmek istenen 78 yaşında bir Aziz Nesin…

Merdivende oturmuş ölümü bekleyen üç aydının fotoğrafı var bir de, utancımızın fotoğrafı… Metin Altıok orada bıraktı kalanlara vasiyetini belki de. “Kalanlar, ölenler için şiirler yazar” dedi. Şiirler yazıldı, türküler yakıldı. Bazılarımız Sivas’ı hiç unutmadı, unutmayacak da. Neden kısık sesimiz, neden yetmiyor şiirlerimiz peki?
Temel Karamollaoğlu, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ın Belediye Başkanı. Katliamın önüne geçmek için çaba sarf eden ve kendisi de gerici kalabalığın hedefi olan Vali Ahmet Karabilgin’e göre; belediye başkanı, olayın abartıldığını söyleyerek gerekli önlemlerin alınmasını geciktirdi. Asker geç geldi, polis kalabalığın sırtını sıvazladı, itfaiye isteksizdi... Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz” talimatı verdi. “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş...
Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” dedi. Başbakan Tansu Çiller ise "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi" diyordu (*). Ünlü gazeteciler, demokrat köşe yazarları Aziz Nesin’i suçluyordu.

Olayın başını çeken sanıklar hiç yakalanmadılar. Evlendiler, ehliyet aldılar, askere gittiler, çocukları oldu, hepsi kayıtlara geçti ama yakalanmadılar. Refah gitti, AKP geldi. Katillerin avukatları AKP’den milletvekili, belediye başkanı, bilmem ne müdürü oldular. Dava zaman aşımından düştü. Katil sürüsü elbirliği ile kurtarıldı, aklandı.

Bu arada ben büyüdüm. Pek çok soruma yanıt buldum. Hâlâ anlamakta zorlandığım şeyler var ama. Katliamın kilit isimlerinden Temel Karamollaoğlu ya da benzerleri, çeşitli nedenlerden AKP ile karşı karşıya düştüğünde aklanmış mı oluyorlar mesela? Erdoğan gitmeli, gitsin de peki Karamollaoğlu ne olacak? Çiller’den farkı olmayan Akşener ne olacak? Bazen yaraları sarmak ve zorluklarla baş edebilmek için unuturuz. Hatta bazen boşlukları gönlümüzce, inanmak istediğimiz şekilde doldururuz ki yeniden tutunalım hayata. Karamollaoğlu ve Akşener ile aynı çatı altında kurtuluşu beklemek ancak böyle açıklanabilir herhalde.

Aziz Nesin’le konuşup “sizi kurtaracağız” dedikten ve ölümü bekleyen insanlara umut olduktan sonra sessizliğe bürünen Erdal İnönü’yü de unuttuk. Eli kolu bağlıydı, ne yapsındı dediler, ikna olduk… Defalarca kez, iyi olduklarına inandığımız kahramanlar yarattık ve sessizliklerine katlandık. İnce ince kanayan yaralarımıza tuz bastık, oturduk. Umudumuz öldü, biz yaşamaya (yaşamak denirse buna) devam ettik. Ama Sivas’ta öldüler. Maraş’ta öldüler, Suruç’ta öldüler. Gezi’de öldüler.

Bu düzenden iyilik çıkmayacağını tarihin kendisi tekrar tekrar öğretti bize. Her unuttuğumuzda yenileri eklendi ölülerimize ve eklenecek de. Neyi bekliyoruz, hatırlamak için? Hâlâ geri isteme zamanı gelmedi mi yitirdiklerimizi? “Geri gelmeyecek onlar, biliyoruz. Ama onları istiyoruz. Çünkü özgürlüğümüzü istiyoruz. Çünkü onları boğduran 'irade'nin tutsağı olmaktan kurtulmak ve özgür olmak istiyoruz. Ve özgür de olacağız. Çünkü biz halkız. Biz halkın iradesiyiz çünkü…” (**)
(*) 2 Temmuz 1993, Sivas: Devlet-yobaz işbirliği, soL Haber Merkezi, 02 Temmuz 2010
(**) Geri İstiyoruz Onları
2 Temmuz cuma.
Semah dönüyor onlar.
Avuçlar açık: Ne zaman yalan söyledim!
Ayaklar çıplak: Toprağı ısıtan toprağım.
Sesim ırmak: Bozkıra akıyor.
Kollarım kuş kanadı: Ekin biçiyor.
Gözlerim kapalı: Her şeyi görüyorum.
2 Temmuz cuma.
Düşüyor Sivas’a.
6 Ağustosta Hiroşima’ya
Gök kadar kara bir “güneş”.
Karartıyor güneşi.
“Anne! Anne!” diye yanıyor kardeşim.
“Yanıyor kardeşim anne!”
Caddeler: kömürleşmiş beden.
Ölüm merdivenlerde soluyor ölümü.
Behçet’in “Beyaz Başörtülü Kadınlar” şiirinde özlemleşiyor özlemleri:
yürüyorlar alana doğru
binlerce beyaz başörtülü kadın
ve binlerce yitik fotoğrafı
genç yaşlı kız erkek
ve binlerce desparecidos
analar ve anılar
eşler kardeşler çocuklar
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları
Geri istiyoruz onları bilince sızan ışığı. Kitaba şavkıyan alazı. Şiire inen güvercini. Doru at
sekişli üç telli sazı. Semahın seher yelini. İncecik kızların gülüşlerini. Hasretin hasretini.
Onları istiyoruz.
Geri istiyoruz.
Çünkü desparecidos oldu onlar, yani kayıp.
Çünkü kayboldu onlar da.
Yanmış bedenleri ağrımızda, toprağımızda ama, kayıp onlar.
Çünkü onları boğan irade, “irade-i
meçhul” de ondan.
“İrade-i meçhul”, meçhul olarak kaldıkça, “faili meçhul” olarak kalacak onlar.
“Faili meçhul” olarak kaldıkça
Geri gelmeyecek onlar, biliyoruz.
Ama onları istiyoruz.
Çünkü özgürlüğümüzü istiyoruz.
Çünkü onları boğduran “irade”nin tutsağı olmaktan kurtulmak ve özgür olmak istiyoruz.
Ve özgür de olacağız.
Çünkü biz halkız.
Biz halkın iradesiyiz çünkü.
Şavkıyan ışığın sesiyle, seher yelinin sessizliğiyle, hasretin hasretiyle, içimizde yanardağlar
gibi tutuşan özlemleriyle çığlıklanıyoruz.
geri istiyoruz onları
geri istiyoruz onları
Muzaffer İlhan Erdost

Sema Karadal / SOL

Şehit cenazesinde ‘protokol’ olur mu? - TAYFUN ATAY

Elbette soruyu cenazede, namazda, ibadette “protokol” olur mu diye sormak lâzım. Oraya geleceğiz elbette ama biz tespihi tane tane çekelim ve bu soruyu gündemimize getiren trajik hadise karşımıza nasıl çıktıysa oradan adım adım yolunu açalım kalemimizin... 
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, seçim sonuçları dolayısıyla CHP’yi kriminalize etti. HDP’nin yüzde 10 barajını aşmasının sebebi ve sorumlusu gördüğü ülkenin en eski ve köklü kitle partisini “suçlu” ilan ederek hedef tahtasına oturttu. Hem de “tepeden tırnağa”. Şöyle: 
Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi için CHP’nin önüne insanlar gitti. Peki, ‘bir oy HDP’ye, bir oy CHP’ye’ dendiği zaman kimse CHP’nin önüne gitti mi? Gitmedi. Bu sorumluluk hepsinindir. Sadece Kılıçdaroğlu’na fatura keserek CHP bundan kurtulamaz.” 
Soylu’nun aynı çerçevede valilere bir talimat gönderdiğine ilişkin de gazetelere yansıyan şu sözleri var: “Müsteşarımız üzerinden böyle bir talimat gönderdim. CHP il başkanlarını şehit cenazelerinde protokole kabul etmeyin dedim.

***

Sözlerin ötesi de var vahim mi vahim, ama burada kesip esas tartışmak istediğimiz noktaya gelelim!.. 
Bakan, talimat vermiş ve birileri şehit cenazesinde protokole alınmasın demiş. 
“Cenaze”, “talimat”, “protokol”... Bunlar nasıl bu kadar kolay, rahat ve kaygısız bir araya gelebiliyor, getirilebiliyor; ben şaşkınlık içinde asıl bunu merak ediyorum!.. 
Bu nasıl dindir, imandır, İslam’dır?.. 
Protokol, “hiyerarşi” demek. 
İbadet ise Allah’a kulluk doğrultusunda “eşitlik”te buluşmak demek. 
CHP’yi cenazede “protokol”e alıp almamayı bırakın, asıl cenazeye “protokol”ü nasıl alıyorsunuz; cenaze ile protokolü nasıl buluşturabiliyorsunuz?.. Bunu bir sorun kendinize!.. 
“Cenazede protokol”ü bu kadar doğallaştırmış, olağanlaştırmış, sıradanlaştırmış zihinlerin ve kalplerin, inançlarını, imanlarını ve vicdanlarını bir öz-sorgulamaya tabi tutmaları gerekir.
***

İslami inanç çerçevesinden bakıldığında insanların eşitsizlik dolu, ast-üst ilişkileri ile yüklü bir hayat akışı içinde, (en azından “ideal” olarak) bir tek yerde hiyerarşiden, “protokol”den uzak ve “eşit” olma imkânı buldukları sıklıkla ifade edilir, dillendirilir. 


Bu, ibadettir. 
Camide protokol olmaz, cenazede protokol olmaz, namazda protokol olmaz, secdede, rükûda, kıblede protokol olmaz. 
Hatta devlet ricali açısından tam tersini beklemek dahi hakkımız... Gözden uzak, göze hiç batmayacak şekilde, mütevazı halde, “Allah’ın bir fakir kulu”olarak bir köşede namaza iştirak etseler en hayırlısını yapmış olurlar. 
Cenazede en ön safta, hem de “protokol” adı altında “görünürlük” içindeyseniz bu, Allah rızası için değil, nefsiniz için oradasınız demektir. 
Şehidiniz için değil, kendiniz için oradasınız demektir.

***

Bakan’ın talimatı Bursa’da hemen işlerliğe sokulmuş ve Kahramanmaraş’ta şehit düşen uzman çavuş İsa Özkan’a son vazifesini yapmak üzere cenaze namazına katılan CHP İl Başkanı Hüseyin Akkuş“protokol”e alınmamış, onun arkasında saf tutmuş. 
Çok isabet olmuş! Keşke daha da arkalarda, sadece Allah rızası için orada bulunan cemaatin arasına karışıp iyice görünmez olsaydı!.. 
CHP hemen ilan etsin, bundan sonra, bırakın sadece şehit cenazesini, hiçbir cenazede “protokol”de yer almayacağını!.. Temsilcileri hep en geri safta, tertemiz bir fakirin, bir “gariban”ın yanında dursunlar namaza...

***

Cenaze namazında protokol, ölene saygısızlıktır. 
Cenaze namazında protokol, cemaate saygısızlıktır. 
Cenaze namazında protokol, şehide saygısızlıktır. 
Cenaze namazında protokol, Peygamber’e saygısızlıktır. 
Cenaze namazında protokol, Allah’a saygısızlıktır. 
Dinde-diyanette, iman-ibadette “protokol” bellidir. 
Tek kelimeyle, takva... 
Peki, şehit cenazesinde protokol nedir? 
Tek kelimeyle, tekebbür.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Umut tacirliği, mahalle baskısı, fabrika ayarları - FATİH YAŞLI

Bahçeli’nin geleneksel misyonunu yerine getirip erken seçim çağrısı yaptığı güne kadar muhalif cenahtaki ortalama ruh hali yorgunluk ve yılgınlıktan besleniyor, özellikle 16 Nisan Referandumu’nda yaşananlar insanlara “artık beni kimse sandığa götüremez” dedirtiyordu. Seçim sürecinin başlamasından ve İnce’nin adaylığının kesinleşmesinden pazar akşamı sonuçların açıklanmasına kadar geçen sürede ise aynı toplam çoktan “bu sefer oldu bu iş, kesin olarak gidiyorlar” havasına girmişti.

İktidarın kati surette değişmeyeceğine yönelik birkaç ay önceki inanç ne kadar gerçek dışıysa, sadece kırk elli güne sığan bir seçim kampanyası neticesinde gideceklerine yönelik inanç da o kadar gerçeklikten, hakikatten uzaktı ve ifratla tefrit arasındaki bir gezinmeye, bir akıl tutulmasına işaret ediyordu.

Acaba ne olmuştu da bu kısacık zaman diliminde bu işin bittiği kanaatine varılmıştı? Misal, ekonomi mi çökmüştü, çok ciddi bir kriz mi yaşanıyordu, emperyalizm hükümetin üstünü mü çizmişti, iktidar partisinde çözülmeler ve bir bölünme mi yaşanıyordu, kitleler sokakta mıydı ya da tabandan yükselen bir homurdanma mı vardı?

Hayır, bunların hiçbiri yoktu ama bir yalana inanmak tercih edildi ve o kırk elli gün boyunca -fazlasıyla insani ve anlaşılır olduğundan asla şüphe duymadığım bir şekilde- herkes kendini kandırdı, herkes kendine ve karşısındakine yalan söyledi, herkes -ahmaklık demeye dilimin varmadığı ama öyle olduğu artık su götürmez bir şekilde aşikâr olan- bir iyimserliğe kapıldı.
Bu duruma kendince müdahale etmeye, anlaşılır bir dille durumu anlatmaya ve insanları uyarmaya çalışanlara ise inanılmaz bir “mahalle baskısı”yla, en ağırından meczup, en hafifinden ise “umut kırıcı, bozguncu, pesimist” muamelesi yapıldı.


Bunu ortalama bir muhalif, örgütsüz bir muhalif, muhalifliğinin temel motivasyon kaynağı bu iktidarın gitmesinden ibaret olan insanlar yapabilirdi ve bu gayet anlaşılabilirdi. Lakin ortada kendisine sosyalist diyenlerin, örgütlü olanların, solculuğa dair azıcık mürekkep yalayanların da parçası olduğu bir durum vardı. Onlar da çok açık bir şekilde kendilerini ve kendileriyle birlikte seslendikleri insanları kandırıyorlardı.

Sanki siyaset, hele hele sol siyaset, böyle bir şeymiş, sanki solculuk insanları bir yalana, olmayacak bir şeye inandırmakmış gibi, bunu yapmayanlara “bırakın insanlar birkaç gün mutlu olsun, umut etsin, bekçilik, komiserlik yapmayın” denilebildi.

Bakın yanlış anlaşılmasın, iddialı olmaktan, umudu büyütmekten, pozitif bir dil tutturmaktan ve buradan yürümekten, inançlı olmaktan bahsetmiyorum, bahsettiğim başka bir şey. Hakikatle hiçbir şekilde bağını koparmaması gerekenlerin, yani solcuların, bu kırk elli gün içerisinde, maalesef tam da bunu yapmasından, insanların hakikatle karşılaşacakları gün yaşayacakları hayal kırıklığını ve bunun siyasi sonuçlarını, yani memlekete, siyasete, kendilerine küseceklerini hiçbir şekilde hesaba katmaksızın içi boş bir umudu insanlara pompalayabilmiş olmalarından bahsediyorum.

Sadece bu da değil, sırf bu umut tacirliği üzerinden ve mahalle baskısı çekincesiyle solun en temel ilkelerine, solun abecesine sırt dönüldü, bunlar yokmuş gibi davranıldı bu süreçte. Mesele basitçe matematiksel hesapların, aritmetik öngörülerin ötesine geçti, akla hayale gelmeyecek empatiler geliştirildi, olmayacak işlere susuldu, kahramanlar, kurtarıcılar yaratıldı.
İlk akla gelenler mi, hemen yazalım. 3 Mayıs Türkçülük gününü anarak ırkçılığa, Necip Fazıl’ı anarak ise Cumhuriyet düşmanlığına selam çakan Meral Hanım’dan bir “Cumhuriyet kadını” çıkarılmasından tutun da, Sivas Katliamı’na katliam diyemeyen Türkiye gericiliğinin ana gövdesi Milli Görüş’ün bugünkü lideri Temel Bey’den yumruğu havada bir Che Guevara çıkarılmasına, radikal demokratlarımızın TÜSİAD’la görüşmesine dair tek kelime etmeksizin işçi sınıfı siyaseti yapmaktan bahsedilmesinden tutun da, “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı” ya da “borçların yapılandırılması” söylemiyle yerli ve küresel sermayenin has temsilcisi olmaya soyunan İnce’den bir halk kahramanı yaratılmasına uzanan geniş bir yelpazeden söz ediyoruz.

Velhasıl, “gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” beklentisi ortalama muhalif aklın ötesine geçip solun da aklına sirayet etti, içi boş umut tacirliği solu sol olmaktan çıkardı, toplumun sağcılaş(tırıl)ması sürecine karşı solun temel ilkelerinde ısrar etmek yerine işin kolayına kaçıldı ve tüm bu tavizlere, tüm bu kendinden feragate rağmen sonuç maalesef bir kez daha sağın kazanması, dincilikle milliyetçiliğin ittifakının, Türk-İslam sentezinin iktidarının tescili oldu.
Kuşkusuz buradan bir çıkış var, kolay olmasa da var. Bunun için ise sanıyorum ki her şeyden önce solun “fabrika ayarları”na geri dönmesi, dünyaya sınıf gözlüğüyle bakması gerektiğini unutmaması, matematiksel hesaplardan medet ummaması, asimetrik ittifaklara bel bağlamaması, başkalarının kanatlarının altında büyüyemeyeceğini görmesi, ilkede ve programda ısrarlı olması gerekiyor. 

Bunları bir hatırlayalım, gerisi bir şekilde kendiliğinden gelecektir nasıl olsa.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

24 Haziran'ın perde arkası (1,2,3,4) - MEHMET FARAÇ

Demokrasiyi vuran "sistem!.."(1)

Memleketin bir kesiminin üzerine adeta kül elenmiş gibi!..
"AKP bu kez gidecek" diye umutlanan büyük bir kitlenin ağzını bıçak açmıyor!..
Milyonlarca yurttaş beklenmedik ve ağır bir "hezimet"in şaşkınlığını - öfkesini- yaşıyor ki, bugünlerde kimle konuşsam, "çok sinirliyim, başım ağrıyor" demekle yetiniyor...
İşte bu yüzden de yukarıdaki başlığı okuyanların büyük bölümü, eminim zihninde aynı kaygıyı taşıyor; "Çünkü oylar çalındı!.."
Seçim hezimeti yaşayan muhalif çevreleri böyle düşündüren çok haklı gerekçeler var... Unutmayalım ki, son 16 yıldaki her seçimde sandığa şaibe bulaştı, "hile" ve "hırsızlık" da hep konuşuldu;
Kuşkulu elektrik kesintileri, trafodaki "kedi"ler, başta Suruç olmak üzere, onlarca kentte, sandık başındaki tehdit olayları, usulsüzlükler, ölülere oy kullandırıldığı iddiaları, çöplerde bulunan mühürlü pusulalar, kayıp oy çuvalları vs.
Yalnızca sandık hileleri değil, gaflet, hatalar ve "sistem" eksiklikleri de ne yazık ki kuşkuları-şaibeleri artırdı... Unutmayınız ki, bir önceki genel seçimde CHP'nin 18 bin sandıkta müşahidi yoktu!!!
Geçmiş seçimlerde sandıklarda müşahit bulundurmayan diğer muhalefet partilerinin yol açtığı boşluğu da düşünürseniz, akla şu saptama geliyor; "Kapıyı açık bırakırsanız, hırsız kolayca girer!.."
24 Haziran seçimlerinde yine müşahit boşluğu var mıydı, evet geçmişteki gibi olmasa da ne yazık ki vardı...
Hakkını yemeyelim; özellikle CHP, "gönüllüler"i seferber etti ama o yürekli delikanlıların çoğu da Urfa başta olmak üzere, birçok Doğu kentinde saldırıya uğradı... Dayak ve tehdit görüntüleri sosyal medyada duruyor...
Yani müşahitlerin şiddete şahit olduğu bir ülkede, sandıklardaki boşluğu feodal barbarlık ve bağnaz yapılanmalar silahla- sopayla engellerken, devlet yani siyasallaşmış bürokratik "sistem" seyretmekle yetindi...
                                                                         ***
Umudun yıkıldığı gece!..
Hiç kuşku yok, 24 Haziran toplumsal bilince de zirve yaptırdı... Kitleler oy hırsızlığına isyan noktasına geldiği için herkes teyakkuzda olmaya çalıştı, seçmenler birbirini uyardı ve iktidar partisi de bu yoğun çabalar karşısında gerildikçe gerildi...
Evet; ülke nüfusunun önemli bir bölümü sandığa gitti, muhalefet mitinglerinde milyonlarca insan toplandı ve özellikle de CHP seçmeni son yıllarda ilk kez büyüyen bir umudun ortasında, bütün enerjisini kazanmaya yönlendirdi...
Üstelik halkın ağırlıklı kesimi yalnızca oyunu kullanmakla kalmadı, muhalefet partilerinden yüzbinlerce duyarlı yurttaş "Millet İttifakı"na hizmet için gece yarılarına kadar sandık bölgelerinde ve seçim bürolarının önünde canları pahasına nöbet tuttu...
Ta ki muhalefetin tamamı, "10 milyon fark var" diyerek havlu atınca, sandıkları tutarak umutla bekleyen yüzbinlerce insanın yerini, muhalif çevrelere gözdağı vermeye çalışan kadınlı-erkekli silahlı magandalar aldı!..
Ve seçim bitti, sandık şaibesiyle ilgili tartışmalar bitmedi, belli ki de bitmeyecek...
Doğrusu, muhalefet partilerinin 24 Haziran gece yarısına kadar kitleleri sandıkta tutmak için yaptıkları çağrıların aniden kesilmesi, "muhalefet tehdit edildi" iddiasına kadar geldi ama şu soru da hep yanıt aradı;
"10 milyon farkın kapanmayacağını düşünen muhalefetin gece yarısı yarattığı 'rehavet', acaba 'son anda' sandık şaibeleriyle AKP'nin barajı 'kıl payı' geçmesine ve seçimin ilk turda bitmesine mi yol açtı?.."
                                                                       ***
CHP'nin bilişim sorunu!..
Türkiye ne yazık son 16 yılda "sandık güvenliği"nin olmadığı, şaibelerin-tartışmaların bitmediği seçimler yaşadı ve milyonlar da sürekli olarak "sistem"e müdahale edildiğinden yakındı...
Çünkü partilerin "dijital sistem" üzerinden seçmene ulaşma ihtiyacı dünyanın her yerinde büyürken; örneğin ABD'de siyasi parti bütçelerinin yüzde 11'i "bilişim sistemleri"ne harcanırken, Türkiye'de bu konuda ayrılan para yüzde 1'in altında kaldı...
İşte böylesi bir ortamda; YSK'nın elektronik "sistem"ine müdahale, ajanslar üzerinden oyunlar ve oy birleştirmelerinde hileler konuşulurken, en büyük muhalefet partisi olduğu için CHP de tartışmaların hep odağına oturdu...
Bütün tepkiler aynı konuda birleşti; "CHP sandık sonuçlarını güvenli bir 'sistem' üzerinden takip edemiyor, her seçimde ortaya çıkan genel şaibeler giderilemiyor..."
Örneğin; bugünlerde CHP liderini ve yönetimini istifaya çağıran eski parti yöneticisi Erdal Aksünger'e bakılırsa, "Seçim gecesi CHP'de sistem çalışmıyordu!.. Sonuçlar YSK ve Anadolu Ajansı'ndan takip ediliyordu!!!"
İddiaya göre, CHP'nin seçim "sistem"inde hem "teknik altyapı" sorunu hem de "ağ güvenliği problemi" var... Yani ana muhalefet de diğer partiler gibi, seçim mekanizmasını gerektiği gibi denetleyemiyor...
CHP bu yüzden de YSK'nın "sistem"i üzerinden sandık sonuçlarını karşılaştırma sorunu yaşıyor, "bilişim" üzerinden seçim güvenliği sağlanamıyor...
Düşünsenize; Türkiye'de artık 3 saatte seçim sonucu alınırken, CHP sürekli "sistem" kesintisi sorunuyla medyaya haber oluyor ve gece yarısına kadar seçmene umut dağıtan parti yöneticileri son anda yenilgiyi kabul edince, milyonların önünde zor durumda kalıyor...
Peki; CHP kadroları içinde, partiyi sağlam bir bilişim "sistem"ine kavuşturacak hiç kimse yok mu?..
İnternette kısa bir araştırma yapınca gördük ki, iki dönem milletvekilliği, 6 dönem de Parti Meclisi üyeliği yapmış Tacidar Seyhan gibi deneyimli bir CHP'li kenarda duruyor...
Biyografisine bakılırsa; 7 ülkede askeri projelerden otomotive kadar bütün sanayi kollarında yazılımlar yapan, sektörde sayılı analistlerden biriymiş Seyhan...
Şimdi sormak lazım; endüstri yüksek mühendisliğinin yanı sıra bilgisayar programcılığı da okumuş ve yaşamını CHP'ye adamış böylesi önemli bir "bilişim uzmanı"nın deneyimlerinden neden yararlanmamış ana muhalefet?..
Evet; 24 Haziran'a şaibe bulaştığı tartışmaları belli ki daha çok devam edecek...
O halde etkili ve güvenli bir "bilişim"in sandık kaygılarını gidermeye katkı sunacağı bilindiğine göre; özellikle CHP bir an önce kendi "öz kaynak"ları ve deneyimli "kadro"larıyla "sistem" altyapısını güçlendirmelidir... Baksanıza, gelecek yıl yerel seçimler var...

AKP nasıl kazandı?..(2)

Yazının başlığına bakanların büyük çoğunluğu eminim bu soruya aynı yanıtı vermiştir; "Seçime yine hile bulaştı!.."
Bugünlerde öfkelerinden yanlarına yaklaşılmayan milyonlarca AKP karşıtının kaygıları ve tepkilerini haklı çıkartan vahim gerekçeleri hepimiz biliyoruz... "Toplu oy" kullanıldığını gösteren internetteki onlarca video bile başlı başına seçim "hile"lerini dışa vuruyor...
Erdoğan ile İnce arasındaki 11 milyon ve "Millet İttifakı" ile "Cumhur İttifakı" arasındaki yüzde 20 oranındaki oy farkının tamamı çalınamayacağına göre, AKP seçimi nasıl kazandı peki?.. İşte bu sorunun sosyal, siyasal, bürokratik ve ekonomik yanıtları da var;
AKP ve Erdoğan'ın artık gitmesi gerektiği yolundaki tepkiler zirveye çıkmıştı ama seçim kararının alınmasından itibaren bir gerçek dikkatimizi çekmişti;
AKP tabanı ve "nagehan" tayfası kaygılıydı ama Erdoğan'ın yüzünde daha önceki seçimlerde görülen endişe pek de belli etmiyordu... Üstelik muhalefete karşı alaycı bir üslupla konuşuyordu Erdoğan!.. Velhasıl, tuhaf bir rahatlık vardı AKP yönetiminin yüzünde... Hem de çok tuhaf!!!
MHP üzerinden durup dururken seçim kararı alınmasının ardından dikkat çeken bu rahatlık, "AKP kaybedeceği seçime girmez" şeklindeki yorumlarla birleşince, kuşkunun yanı sıra merak da çıkmıştı ortaya...
İşte o aşamalarda, muhalefetin bir gerçeği ısrarla gözardı ettiğini defalarca yazdık, uyardık; "Yoksullaştır-köleleştir projesine dikkat!.."
Üstelik çaresiz kitleleri devlete mahkûm eden o sinsi plana ısrarla vurgu yaparken, en son bu köşede Aileden Sorumlu Bakan'ın, "9 milyonu aşkın Yeşil Kartlı var" sözlerine de yer verdik...
Ve geçen haftalardaki yazılarda sıralanan saptamalarla; devletin "yardım"larıyla yaşayan, hatta yaşlılardan annelere, okuyan çocuklardan evdeki engellilere kadar tüm yakınları için "para" alan aile reislerinin çoğunun çalışma gereği bile duymadığına dikkat çektik...

                                                                         ***
Vali, muhtar, taşeron!..
Ancak unutmayalım ki, yalnızca Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı ve benzer yapılarla belediyelerin üzerinden yaşamlarını sürdüren, her seçimde AKP'ye oy veren kitleler ayakta tutmadı iktidarı...
Seçim öncesi birçok çevre, "parayı alırlar ama Erdoğan'a oy vermezler" dese de, 13 milyon emeklinin büyük bölümü, bin TL tutarındaki "bayram harçlığı" nedeniyle de AKP'yi desteklemek zorunda kaldı...
"Bedelli askerlik" için yıllardır sosyal medya üzerinden kampanyalarla çırpınan milyonlarca gencin seçimlerdeki etkisi ise kesinlikle gözardı edilmemeli...
AKP'li bakanların, "askerlikle ilişkili 5.5 milyon genç var" şeklindeki sözleri ve "seçimden sonra bedelli askerlik çıkacak" vaatleri de, bu konuda beklentiye giren milyonlarca genci AKP'ye yanaştırdı...
Muhalefetin "bedelli" ile ilgili çelişkili açıklamalar yapması da ne yazık ki gençlerin güvenini sarsınca, Erdoğan bu önemli potansiyeli oy deposuna dönüştürdü...
Ve tabi ki, Bahçeli'nin dillendirdiği "af" beklentisi de kesinlikle unutulmamalı...
İktidarın, neredeyse yüzde 90'ını etkisi altında tuttuğu "medya"nın muhalefete ağır taarruzu, kesintisiz AKP propagandası yapılması, muhalefet liderlerine uygulanan utan verici medya ambargosu ve yandaş kalemşorların "zafer" algısı yaratmak için çırpınması da seçim yarışında haksız rekabeti artırdı...
Ancak iktidar için başka propaganda alanları, aracıları ve merkezleri de vardı... Örneğin; "Siyasallaşmış bürokrasi, valiler, muhtarlar, aşiretler, tarikatlar ve cemaatler..."
Erdoğan'ın aylar boyunca on binlerce muhtarı sarayında ağırlaması ve sürekli propaganda yapması elbette boşuna değildi...
Avrupa gezileriyle de ödüllendirilen muhtarların büyük bölümü iktidarın militanları gibi, bürokrasi ile seçmen arasında oy taşeronluğu yapmak zorunda bırakıldı...
Ve gelelim, özellikle Doğu ve Güneydoğu'da seçimin kaderini değiştiren, seçmeni de "kıskaç"ta tutan, çaresiz bırakan akıl almaz "baskı"lara;
Saadet Partisi'nin milletvekili adayları, il ve ilçe yöneticilerinin durup dururken "istifa" etmesi de Doğu ve Güneydoğu'da tarikat ve cemaatler üzerinde yoğunlaştırılan baskıların sonucuydu...
FETÖ ve benzeri "operasyon"lara uğramaktan çekinen ve bölgede "kaanat önderi" diye adlandırılan dini kişiliklerle feodal önderler de valiler ve bürokrasinin kuşatmasında iktidara destek vermeye zorlandı...
                                                                        ***
Pusuda bekleyen "plan"lar!..
Ve tabi ki, Suruç gibi ilçelerde cinayetlere kadar varan sandık kavgalarında öne çıkan "aşiret"lerin büyük bölümünün AKP'nin potansiyel oy deposu olarak kullanılması da iktidara seçim kazandıran önemli etkenlerden biri oldu...
PKK'nın baskılarıyla bunalan kitleler, terör ve şiddet yorgunu ilçelerin önemli bölümünde yüzbinlerce seçmene hükmeden aşiretler bir yandan politik destek diğer yandan da devlet "yardım"larıyla AKP'ye oy taşırken, aynı zamanda diğer siyasi partilerin sindirilmesi ve çalışmalarının engellenmesinde de etkili oldular...
Özellikle CHP "gönüllü"sü gençlerin Güneydoğu kentlerinde saldırıya uğradığını, ölümle tehdit edildiğini gösteren dehşet verici videolar, AKP yanlısı tarikat, cemaat ve büyük aşiretlerin iktidar partisi dışında hiç bir siyasi harekete nefes aldırmamaya çalıştığını gösterdi...
Görülüyor ki; yalnızca elektrik kesilmeleri, "trafodaki kedi"ler, oy torbalarının değiştirildiği iddiaları, başkasının yerine ya da "ölüler" adına oy kullandırılması, "YSK" bilişim "sistem"ine müdahale tartışmaları AKP'yi seçim "kuşku"larının ortasına yerleştirmiyor...
Yukarıda sıralandığı gibi; devlet olanakları, bürokrasi baskısı, sosyal örgütlenme ve siyaset gücüyle kitlelerin sandığa yönlendirilmesi de kuşkusuz çok kapsamlı ve çok etkili bir "örgütlenme"nin ürünü...
Evet; muhalefetin 24 Haziran gecesi kitleleri önce "teyakkuz"da tutması sonra da "fark kapanmaz" gerekçesiyle "rehavet"e sevk etmesinin AKP'ye son anda barajı geçme ve seçimi "ilk turda bitirme" şansı verdiği iddiaları daha çok tartışılır...
Ancak unutulmasın ki; yazının başından itibaren sıralanan örnekler "AKP nasıl kazandı" sorusunun daha somut, daha gerçekçi ve daha çarpıcı gerekçeleridir...
Diğer yandan toplumun ağırlıklı bir kesimi, AKP'lilerin 24 Haziran öncesi, "A ve B planlarımız da var" dediğini nedense gözardı ediyor!!!
İşte o "plan"ların içinde, yukarıda sıralanan gerekçelerin dışında da "kuşku"lu bir çalışma yöntemi varsa, hiç endişeniz olmasın "tarih" eninde sonunda onları da sandıklardan dışarı kusacaktır!!!


Muhalefet nasıl kaybetti?..(3)

Hiç kuşku yok; seçim muhalefet için hezimet olsa da, 24 Haziran'ın toplumsal, siyasal ve psikolojik açıdan büyük yararları, AKP dışındaki partilere de önemli uyarıları oldu...
Uzun yıllardır AKP'nin hep kazandığı seçimler yüzünden umutları tükenen, dayanakları yıkılan ve azimleri kırılan milyonlarca insan tutunacak yeni "dal"lar bulunca üzerlerindeki ölü toprağını bir nebze olsun savurdu ve yollara, meydanlara döküldü...
CHP'nin son yıllarda hep yenilgi yaşamasının ardından Muharrem İnce, kitlelerin bağrında küllenmiş ateşi yeniden alevlendirdi, İYİ Parti "merkez" için umut olmaya çalıştı, Milli Görüş'ün Saadet'i ise kitlelere yeni mesajlar vererek fark yaratmak için çırpındı...
Peki; yeni seslere ve söylemlere rağmen, meydanlardaki kalabalıklarla ilk kez enerji yükselten, umut artıran, heyecan yaratan muhalefet partileri neden kaybetti?..
Kimse kendini kandırmasın; oyları arttırmak, fazla vekil çıkartmak ve "baraj"ı geçmek gibi savunmalar 16 yıldır iktidarı bırakmayan bir parti karşısında teselli ikramiyesi olmaktan öteye gidemez... Çünkü siyaset başlı başına iktidara gelmek sanatıdır...

                                                                         ***
CHP'yi sarsan çıkmaz !..
CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, AKP'li Erdoğan karşısında yüzde 30'u aşkın oy alabilirken, ne şaşkınlık ki, toplumsal muhalefetin zirve yaptığı, milyonların meydanları doldurduğu bir süreçte cumhuriyeti kuran parti yüzde 22'ye kadar düşerek bir kez daha hayal kırıklığı yarattı...
Ne yazık ki "gerçek tabanı"nı tasfiye etmekle eleştirilen CHP, son vekil listeleriyle de kitleleri kucaklayamadı... Vekillerin çoğunu kimse tanımıyor... Seçmenin karşısına tabandan gelmiş isimlerin çıkartılamaması CHP örgütlerinde büyük yılgınlık yarattı...
Tuhaf değil mi; memleket işsizlikten, açlıktan, iflaslardan ve sosyal kaostan yakınırken, neredeyse herkes AKP'nin tüm icraatlarından şikayetçiyken Muharrem İnce'ye oy veren yüzde 8'lik bir kitle Atatürk'ün partisinden desteğini esirgedi!..
Sosyolojik olarak araştırılması gereken bu paradoksun perde gerisindeki "çıkmazlar" da ayrı mesele;
Ana muhalefet, İnce'nin yarattığı enerjiyle meydanlarda vardı ama sokaklarda etkili biçimde yoktu... Dikkat çekici, şaşırtı ve herkese mesaj verebilen propaganda malzemelerine pek rastlanmadı...
Meydanları hınca hınç dolduran Muharrem İnce'nin propaganda görselleri yok denecek kadar azdı ve bu durum tüm Türkiye'yi afiş-pankartlarla donatan AKP karşısında psikolojik yılgınlığa da yolaçtı...
Peki ya söylem?.. İşte asıl mesele... CHP; propaganda sürecinde Man Adası rezaletinden, 17-25 Aralık rüşvet ağından, yolsuzluklardan, cumhuriyet düşmanlığından, özelleştime yağmasından, dinci eğitim ve kadrolaşmadan neden ısrarla söz etmedi acaba?..
Ana muhalefet; mitinglerinde, reklam filmlerinde, söylemlerinde, propaganda malzemelerinde Atatürk'e, cumhuriyete, laikliğe ve Altıok'a etkili biçimde neden vurgu yapmadı ki?..
Üstelik AKP ve Erdoğan bile tanıtım filmlerinde konuyu bir şekilde Atatürk'e, İlk Meclis'e ve Kurtuluş Savaşı'na getirebilirken!!!
Bu yaklaşım HDP ve Saadet çevrelerini ürkütmemek içinse, doğrusu kendi tabanını sarstığı için CHP açısından bir strateji hatası...
                                                                         ***
HDP'ye çalışan muhalefet!..
Ve unutulmasın ki; "kinci" cumhuriyetçisinden liboşuna Cumhuriyet gazetesinden Atatürk düşmanlarına kadar Altıok karşıtlarınca da yürütülen "HDP barajı aşsın" kampanyası CHP'yi birçok bölgede olumsuz etkiledi...
PKK'nın partisi Doğu'da bile oy kaybederken, CHP içinden bir kesimin de perde gerisinden yürüttüğü kampanyalar nedeniyle ana muhalefetin etkin olduğu İstanbul, İzmir ve Ankara'nın çoğu ilçelerinde bile HDP oyları ikiye katlandı...
Velhasıl, "düşmanımın düşmanı dostumdur" stratejisine sığınanlar, Doğu'da "oylar AKP'ye gitmesin" diye HDP'yi desteklerken, ana muhalefetin oylarının bir bölümü PKK'nın partisine kanalize edildi, CHP ve İnce olumsuz etkilendi...
İşte bu durum Trakya, Orta Anadolu ve Karadeniz gibi kentlerle İstanbul çevresindeki parti tabanında ve kararsızlar arasında tepki çekti, "merkez"de duran ve iktidara tepkili kitlelerin oyları da ağırlıklı olarak MHP'ye, bir kesim de İYİ Parti ve AKP'ye kaydı...
AKP'nin, bu tartışmalar üzerinden özellikle CHP'ye yüklenmesine karşı etkili bir politika da geliştirilemedi...
İnce'nin Demirtaş'ı cezaevinde ziyareti üzerinden CHP'ye adeta hücum edilirken; ana muhalefet, AKP'den kaynaklanan "Habur rezaleti" ve "açılım"ın getirdiği yıkımları gündeme getirmedi, iktidarın rezalet politikaları yüzünden en çok şehidin son 16 yılda verildiği de anlatılamadı.
Bu eksikliğin üzerine bir de Erdoğan'ı alkışlayan genaral ve "apolet" meselesi çıkınca, zaten HDP muhabbetine öfkeli kesimler MHP'ye Doğu ve Güneydoğu'da bile oy patlaması yaptırdı!!! Yani asker, polis, korucu, şehit yakınları ile teröre tepkili kitlelerin oyları hiç propaganda yapmayan Bahçeli'ye gitti...
                                                                         ***
Yükselen milliyetçilik...
İşte tam da bu aşamada, CHP içinde otorite kabul edilen önemli bir siyasetçinin şu sözleri hem dikkat çekici hem de ideolojik sarsıntı da yaşayan siyaset için yol gösterici;
"Bazı unsurları ve destekçileri HDP çevreleri ve politikalarıyla yakınlaşan, kendi öz tabanından, Altıok'tan uzaklaşan CHP yönetimi, milliyetçi oyların MHP ve İYİ Parti üzerinden toplam yüzde 22'ye kadar yükselmesini iyi okumalı..."
"Milliyetçi" demişken kısa süredeki örgütlenme çabalarına rağmen yüzde 10 barajına dayanan ancak medya ambargosu da yaşayan İYİ Parti'nin önüne çıkan fırsatı daha iyi değerlendirebileceğini de söylemek lazım...
"İnce'nin adaylığı öncesi"nde CHP tabanından da seçmen alan İYİ Parti, "merkez partisiyiz" iddiasındayken, tüm kesimleri, yani "dört eğilim"i de kucaklayan daha dikkatli bir örgütlenme, propaganda ve mücadele stratejisi gerçekleştirebilirdi...
Ve tabi ki; listelerini "Ülkücü-Milliyetçiler" dışındaki kitleleri de kucaklayan, Atatürkçü, cumhuriyetçi, sosyal demokrat isimlerle de destekleyebilseydi, Akşener'in partisi eminim yüzde 15'i de aşabilirdi...
Gelelim "Millet İttifakı" içindeki Saadet Partisi'ne... Hiç kuşkusuz farklı söylem ve propaganda ile ilginç bir çıkış yakalamış olsa da, "Saadet" gibi partilerin, siyasal İslamcılığı bünyesinde tutan AKP gibi yapılar karşısında tutunması hiç kolay değil...
Saadet tabanı ve benzerleri nihayetinde kendi öz ideolojilerinin lokomotifi sayılan Erdoğan'a oy vermeye devam ederler... Ne de olsa "hilafet" hepsinin nihai beklentisi değil mi?..

Türkiye nereye sürükleniyor?..(4)

Türkiye'nin yarısını bir kez daha şoka uğratan 24 Haziran seçimlerinden önce, bu ülkede "gelecek kaygısı" zaten tavan yapmıştı... Ve şimdilerde o kaygı yerini ne yazık ki korkuya da terk etmeye başladı ki, bundan sonrası "vah" memleketin haline!..
Neden mi peki bu korku, ülke genelinde niçin büyüyor toplumun yarınlarla ilgili endişesi?..
Herkes hemfikir olmalı; muhalefetin başarısızlıklarından gına geldi artık... Kangrenleşmiş hezimetler yüzünden toplumun birçok kesimi arasında öfke tavan yapmış ve kitleler son 16 yılda, her seçimi kazanan AKP iktidarının "güç" şımarıklığıyla daha da pervasız davranabileceğinden endişe ediyor...
İşte, her zamanki gibi "şaibe" karışmış bir seçimin ardından yaşanan "hezimet"in yalnızca sandıkta kalmayacağını gösteren çok vahim işaretler;
İçişleri Bakanı'nın şehit cenazelerinde CHP il başkanlarına ambargo uygulaması bile başlı başına bir pervasızlık örneğidir ki, hiçbir yurttaş bu ülkede artık kendini rahat hissedemez...
Çünkü bu tür öteleyici-ayrımcı uygulamalar aynı zamanda toplumun bir kesiminin gelecekte daha da kıskaca alınacağının ve baskı altında tutulacağının işaretleri sayılır ki, işte o zaman memlekette ne huzur kalır ne de güven ortamı...
İçişleri Bakanlığı'na bir önerimiz var; seçimlerde toplu oy kullananların, sandıklarda gençleri tehdit edenlerin, Güneydoğu'da müşahitlere saldıranların, seçim gecesi yurdun her köşesinde silaha sarılarak insanların can güvenliğini tehdit eden magandaların peşine düşülmelidir...
Son dönemde başarılı operasyonlara uğrayan uyuşturucu çetelerini, memleketin turizm bölgelerini haraca bağlayan mafyaları, her an pusuda olan IŞİD gibi terör örgütlerini ve suç firarilerini iyice kıskaca almak, ülkeye-topluma huzur getirir, polise ise saygıyı arttır...

                                                                         ***
Kaosun sofradaki sinyali!..
Evet; 24 Haziran'a gölge düşüren pervasızlığın ardından yaşananlar da çok düşündürücüdür... Baksanıza, kimi CHP'liler Meclis'teki görevleri biter bitmez Silivri'ye gönderildi...
Siyasetin diğer cephelerinde yaşananlar da önümüzdeki dönemin çok tartışmalı ve sarsıntılı geçeğinin işaretlerini veriyor;
Bakalım, "açılım" gafletiyle ülkenin huzurunda büyük yara açan AKP iktidarı, HDP'li bir vekilin "Öcalan'a özgürlük" talebine nasıl karşılık verecek ve "gidişat" hangi kaotik ortama doğru sürüklenecek?..
Peki; bayramda emekliye harçlık veren AKP iktidarının, ekonomik baskılar için hiç de zaman kaybetmeden harekete geçmesine, milletin boğazını daha da sıkmasına ne demeli?..
İşte daha geçen pazar AKP'ye oy yağdıran milyonlarca seçmeni de şoka uğratan fahiş zamlar yağmur gibi gelmeye başladı... Doğal gaza yüzde 20 zam, sigaraya, tünellere zam ve pusudaki olası insafsız zamlar...
Milletvekili seçiminde oy kaybeden, ancak Erdoğan'ın başarısının ardına gizlenen AKP'liler marketleri, pazarları dolaşıyorlar mı acaba?..
Artık kimse pazardan filesi dolu halde evine dönemiyor, çünkü soğanın-patatesin daha geçen hafta 6-7 liraya satılabildiği bir ülkede her şey o kadar fahiş oranda pahalandı ki, "insaf" önümüzdeki günlerde de yerlerde sürünmeye devam edecek!..
Sıradan değil, konuyu çarşı-pazara ve zamlara getirmenin çok yaşamsal bir gerekçesi var; AKP'ye oy kaybettiren pahalılık, geçim sıkıntısı ve zam gibi ekonomik darboğazın önümüzdeki dönemde sosyal kaosu tetikleyen ve iktidarı yıpratacak en büyük etken olacağını hiç unutmayınız...

                                                                         ***
Siyasette kim büyüyecek?..
Evet; yazının başlığında yer alan, "Türkiye nereye sürükleniyor" sorusunun yanıtını kesinlikle muhalefet verecek...
Kitlelerin güvencesi artık hezimet yaşamaktan vazgeçmesi gereken (yine) muhalefettir... Silkelenmeli, kendine gelmeli ve kendini teselli etmekten de vazgeçmelidir muhalefet...
Çünkü Türkiye çok yaşamsal ve "kuruluş" felsefesi ile uygar dünyanın gidişatı açısından da yeni bir güzergaha girdi!..
Hiç kuşkusuz bu güzergah cumhuriyetin ağır taşlarının da yerinden oynatılabileceği bir süreç olacaktır... O halde, muhalif siyaset bunu önlemek için yeniden örgütlenerek, yeni stratejiler yaratarak ve etkili mücadele yöntemleri belirleyerek halkın önünde "lokomotif" olamazsa, AKP'nin pervasızlığı daha da artacaktır...
AKP'ye desteği sürdüreceğini açıkça ilan eden MHP ile şimdiden "İmralı" politikalarıyla gerginlik yaratmaya çalışan ve cumhuriyetle kavga konusunda AKP'den pek de farkı olmayan HDP'ye söylenecek söz yok!..
Asıl önemlisi, "ana muhalefet" bir an önce yeniden yapılanmalı, donanımlı liderlik anlayışı ve kadrolarla güçlendirilmeli, halkı kucaklayacak, sokakları etkileyecek bir strateji geliştirmelidir...
CHP, sağdan-sola savrulmalar yerine, kendi "öz tabanı"nı daha da kaybetmemek için, "Altı ok" ilkeleriyle cumhuriyetin kalkanı gibi hareket etmeli, "Aydınlanma"nın kazanımlarını korumalı ve her türlü öteleyici-ayrıştırıcı örgütlenme yapılanmalarından arınarak, "cumhuriyet" diyen kitlelere sarılmalıdır... Aksine, parçalanma kaçınılmazdır...

                                                                          ***
Gelişerek, "iyi"leşmek!..
Ve siyasetin yeni güzergahı İYİ Parti bundan böyle daha da dikkatli yürümelidir...
Dün de yazdık; "dört eğilim"i kucaklamadan "merkez parti" olunamayacağına göre, Akşener ve ekibinin diğer muhalefet partilerindeki "erozyon"ları ve gerekçelerini de yakından takip ederek yeniden örgütlenmeleri kaçınılmazdır...
Hele de MHP'nin oy patlaması yaparak daha da güçlendiği bir siyasal ortamda, İYİ Parti, "MHP'nin bir başka versiyonu" gibi eleştirilerden arınmak zorundadır...
İYİ Parti için, önümüzdeki yerel seçimler büyümenin ve küçülmenin en önemli sınavı olacaktır... Partiyi "baraj"ın önünde, "kritik" noktada tutan 24 Haziran sonuçları bu saptama ve öngörünün en etkili kanıtıdır...
Temel Karamollaoğlu'nun kitleleri her açıdan şaşırtan söylemi ile bir yandan AKP'nin taban baskısıyla mücadele eden diğer yandan kendine "yeni bir taban" yaratmaya da başlayan Saadet Partisi'ne gelince...
Hiç kuşkusuz; AKP konusunda muhafazakar-dindar tabanı (ideolojik olarak) uyaracak en etkili yapı olduğu için, Saadet meydanlardan çekilmemeli, şaşırtcı TV reklamları, ilginç propaganda yöntemleri ve kucaklayıcı söylemlerini de geliştirerek büyüyeceğini kesinlikle gözardı etmemelidir...
Velhasıl; Türkiye'nin umudu, enerjisi son dönemde iyice zirve yapan kitleleri "cesur" ve kucaklayıcı politikalarla -doğru- yönlendirecek bir muhalif siyasete kaldı...

Hiç kuşkunuz olmasın; erkene alınacak yerel seçimler AKP'nin ve ülkenin yanı sıra, muhalefete ilişkin çok etkili kararlara ve sonuçlara da gebedir!..


MEHMET FARAÇ / YENİÇAĞ

Temelinde hırsızlık olan bir uygarlık! - Arslan BULUT

Basınımızın değerli isimlerinden Bekir Coşkun, Ottowa'da, festival meydanına yuva yapan bir göçmen kuşun yuvasının bozulmaması için bütün ülkenin nasıl seferber olduğunu anlattıktan sonra, sözü cesedi bulunan küçük Eylül ve halen kayıp olan dört yaşındaki Leyla'ya getirdi ve kıyaslama yaparak, yazısını "Böyle bir şeydir işte uygarlık. Uğruna çırpındığımız ama halkımıza anlatamadığımız şey..." diye bitirdi.
                                                                        ***

Yazının yayınlandığı gün Anadolu Ajansı bir haber geçti. Habere göre Çankırı'nın Orta ilçesine bağlı Kayılar köyünde bulunan Hacıkızı Türbesi'ndeki sanduka üzerine yuva yapan bülbüle köylüler sahip çıktı. Hacıkızı Türbesi'ne açık bırakılan pencereden giren bülbül, içeride bulunan sanduka üzerine yuva yaparak yumurtladı. Bir süre sonra yumurtadan çıkan yavrular, köylülerin ilgi odağı oldu. Köylüler, yavruların zarar görmemesi için türbeyi ziyarete kapattı.

Başka bir haberde ise Bursa'daki "leylek festivali"ne yer verildi ve "Karacabey ilçesinde düzenlenen '14. Uluslararası Leylek Festivali'ne katılanlar, gözlem kulesi ve göle açıldıkları kayıklardan, evlerin çatıları ile elektrik direklerine yuva yapan leylekleri izledi." bilgisi verildi.

                                                                         ***

Elbette, bir toplumun uygarlık derecesi, hayvanlara davranışlarıyla ölçülebilir. Son zamanlarda kedilere köpeklere yönelik vahşet haberleriyle de sarsılıyoruz. Fakat bunlara rağmen güzel gelişmeler de yok değil. Eskiden sokak kedileri, insanlara yanaşamaz, hele hele çocukları gördükleri anda kaçarlardı. Şimdi sokak kedilerine bakan insanlarımız çoğaldı. Artık kediler insan görünce kaçmıyor. Daha geçen akşam sokakta yürürken bir kedicik, ayakkabı bağlarımla oynamak istedi...

Diğer taraftan, "kuş donuna girmek" gibi İslam öncesi kültür değerlerimiz vardır. Eski camilerimizin tamamında kuş evleri inşa edilmiştir. Beyazıt meydanında kuşlara yem atmak geleneği hâlâ devam ediyor. Yani böyle bir uygarlık anlayışından geliyoruz. "Medeniyet" Arapça olsa da "uygarlık" kelimesi daha eskidir ve Türkçedir. Uygurlardan gelir. Fakat bugün kapitalist sistemin bütün değerlerimizi birer birer yok ettiği de gerçektir.

Ayrıca Kanada da tıpkı ABD gibi yerlilerin yok edilmesiyle kurulmuş, temelinde katliam olan bir devlettir. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye'de yapılan katliamlara askerleriyle destek veren ülkelerden biridir Kanada! Yine dünyanın dört bir tarafında siyanürle altın arayıp, doğayı zehirlemektedir.

Kısacası uygarlık ölçüsü sadece bir kuş için seferber olmak değildir.

                                                                          ***

Kuşuna böceğine sahip çıkan bir toplum olmak bir yana insana saygıyı unutan bir düzene geçtiğimiz de kesin. Bunun sebebi ideolojik saplantılardır. Bugün kendi ideolojilerini İslâm zanneden, kendilerinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan, ehliyeti, liyakati tanımayan, adaleti ayaklarının altına alan bir siyasi düzen içinde yaşıyorsak sebebi ideolojik körlüktür. Liderini peygamberleştiren, siyasi duruşlarını iman haline getiren, katılmayanları da "düşman" gibi gören ve ona göre davranan insanlardan uygar davranış bekleyemezsiniz.

Kaçırılan çocuklara sahip çıkarlar, bir kuşa veya kediye, köpeğe de ilgi gösterebilirler. Fakat kendi siyasi tercihlerine karşı çıkan insanlara her türlü hakareti ederler, ellerinden gelse onlara yaşama hakkı da tanımazlar.

Diğer taraftan, halktan alınan vergileri, dışarıdan alınan borçları, özelleştirmeden elde elden gelirleri ise nereye harcadıkları belli değildir. Bazıları "bunca köprü, geçit, tünel yapıldı ya" diye itiraz edebilir. Yollar hariç bunların tamamının parası, "yap işlet devret" modelinden dolayı halktan alınıyor!

İhalelerin yüzde 10-40 arası komisyonla verildiğini de herkes biliyor. Bu komisyonların toplamı kaç milyar dolar eder bir tahmin edin!

Dolayısıyla temeli hırsızlık olan bir düzen içinde yaşıyoruz. Hırsızlık üzerine de uygarlık kurulmaz!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

1 Temmuz 2018 Pazar

Segâh tekbir eşliğinde rejim duası - ORHAN GÖKDEMİR

“Eski rejimin son, yeni rejimin ilk günü” dedi 24 Haziran için Economist dergisi. Doğrudur, aksini iddia edecek değiliz. Dergideki yazıda denildiği gibi "daha İslamcı, daha milliyetçi ve otoriter" yeni bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Bundan kuşku yok.

Fakat “Eski Türkiye”nin ne olduğu konusunda kuşkularımız var. Kastedilen büyük ölçüde 12 Eylül cuntası tarafından yıkılan eski Türkiye mi, yoksa yine o cunta tarafından kurulmuş olan ve çok çabuk eskiyen “yeni” eski Türkiye mi belirsiz.  Eski Türkiye’nin aslında hepsi olduğunu söyleyen birkaç siyasi odak var mesela. Liberaller 12 Eylül rejimi ile birlikte hepsini aynı torbaya koyuyor ve “Kemalizm” diye adlandırıyor. Kürt siyasal hareketi içindeki liberal damar da bu tezi onlarla itirazsız paylaşıyor. AKP için de aşağı yukarı vaziyet budur.

Hâlbuki Kemalizm dedikleri şey 12 Eylül’de Kenanizm tarafından yıkıldı. Kenanizm, tıpkı Economist’te söylendiği gibi “Eski Türkiye’nin yıkıntıları üzerinde” daha İslamcı, daha milliyetçi ve daha otoriter bir rejim kurduğu iddiasındaydı. Kemalizm’in “milliyetçi batıcı” çizgisinden ayrılmışlar ve “dinci milliyetçilik” yoluna girmişlerdi. Buna daha şık bir biçimde “Türk-İslam Sentezi” demekteydiler.  

Fakat bu rejim daha kuruluş aşamasında, 1984’te, büyük bir Kürt direnişiyle karşılaştı. 1990’lı yıllar boyunca bu direnişi otoriterlikle tahkim edilmiş dinci milliyetçi bir yöntemle çözebileceklerini sandılar. Sonunda Kürt kalkışmasını bastırmakta kullandıkları bu yöntem devleti ve toplumu çürüttü. Çürümüş o yapıdan RP-AKP gibi dinci-islamcı oluşumlar türedi. Onlardan biri olan AKP şimdi yeni bir rejim kuruyor. Ne olacakmış yeni rejimin özelliği; Daha İslamcı, daha milliyetçi ve daha otoriter. Yeniliği nerede? Kenan gitti Tayyar geldi; Milli Güvenlik Kurulu gitti, başkan ve adamları geldi. Az yenilik sayılmaz!

Ama çok şükür Mehmet Ağar ve Süleyman Soylu gibi eski rejim şahsiyetleri yerli yerinde. Süleyman Soylu, Demokrat Parti’nin prensiyken Mehmet Ağar’ın adamı olarak anılıyordu. Şimdi de öyle anılıyor. 1990 yıllardan daha saldırganlar üstelik. Pervin Buldan’ı, bir kadını arayarak tehdit edecek kadar da pişkin. 20 yıl önce bugün yaptıklarını eski rejimi korumak için yapıyorlardı, şimdi eskisini yıkıp yenisini kurmak için yapıyorlar söylediklerine inanacak olursak. Bu kıvraklıkla neden olmasın?

***

Bu tür durumlarda Profesör Taha Parla’nın, 1986’da, yeni Türkiye’nin eskisinin kurulduğu yıllarda, Murat Belgelerin yayınladığı Yeni Gündem dergisindeki bir makalesini hatırlıyorum. Makalenin başlığı “eski” yeni rejimin ideolojik yönelimini haber vermektedir: Dinci Milliyetçilik…

Diyor ki Parla makalesinde özetle, 12 Eylül'den sonra kamu yaşamında birçok önemli değişiklik meydana geldi. Bunlardan biri de, din-devlet ilişkisi konusunda 60 yıldır sürmekte olan bir kültür savaşının ve siyasi mücadelenin taraflarının ve bunların güç konumlarının değişmesidir. 1980-86 yönetimleri klasik Kemalist laiklik ilkesini hiç değilse kısmen ve fiilen terk etmişler; dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamanın hattâ siyasi yaşamın sınırları içine almışlardır. Din, ama belli bir tür din ve dinsel gruplar, toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına geçmiştir.

Yani? Yeni yönetim ve bürokrasi klasik Kemalist laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslâm Sentezi adı altında oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe razı gelmişlerdir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir. Burada bir al-ver dengesi söz konusudur. Bürokratik-otoriter devlet, seçilmemiş ya da güdümlü yönetimlere kitlesel popülarite sağlayabilmek, halkı karşısına almamak için, geleneksel Kemalist laiklikten ödün vermiş; buna karşılık, dinin ve belli dinsel grupların, devlet denetiminde de olsa, kamu yaşamındaki statüleri ve meşruiyetleri 1980 öncesine göre çok yükselmiştir…

Bilmem daha açık anlatılabilir mi? 12 Eylül faşizmi Kemalizm’in “milliyetçi batıcı” çizgisini yıktı ve yerine “dualı” bir milliyetçilik geçirdi. Dualı milliyetçilik modernleşme çizgisinden uzaklaşma ve yeniden gelenekselleşme çizgisine dönmeyi temsil ediyor. Saray taklidi 1100 odalı TOKİ binasına konulan altın varaklı klozetlerin tercümesidir bu. Dualı milliyetçilik, kendini tahkim etmek üzere Osmanlı motiflerinin peşine düşmüştür. Ama şu kadarını söyleyeyim dualı veya duasız, Osmanlıyı yıkan şeydir milliyetçilik.

***

Ne demek istiyoruz? Şu: aslında yeni rejimde bir yenilik yok. 12 Eylül rejimi ilerlemiş, AKP’nin nezdinde tamamına ermiştir. 12 Eylül, 24 Ocak kararlarının ardından grev yapılmasın diye gelmişti. Şimdi OHAL var, amacı emekçiye grev yaptırmamaktır. Darbeyi davul zurna ile karşılayan MESS gitti, yerine her darbenin ardından “Türkiye kazandı” diyen yancı TÜSİAD oturdu. Zenginlik ve yoksulluk aynı hızla artıyor. Daha az sayıda zenginimiz daha çok zengin, daha fazla sayıda yoksulumuz daha çok yoksul oldu. Bunun dışında devlet aynı devlet, gericilik aynı gericilik, faşizm aynı faşizm. Değişen ne? Dinci milliyetçilik, milliyetçi dinciliğe dönüştü.  Az daha İslamcılıktır…

***

Dedikleri gibi, eski rejimin son, yeni rejimin ilk günüdür 24 Haziran. Fakat Beştepe sarayı dışında yeni olan en ufak bir şey yoktur bunda. Derin bir siyasi ve ideolojik krizin ortasında "daha İslamcı, daha milliyetçi ve daha otoriter" olarak yeni görünmek zordur.
Yani? 12 Eylül’ün “eski” yeni rejimiyle bir sorunları yoktur. Onun mirasçısı ve uzantısıdırlar. Yalnızca en eski rejime, Kemalizm’e, generallere göre daha sınırsız bir kin beslemektedirler. Sebebi derin tarih bilinçleri değil, Kemalizm’in dini devletin alanından uzaklaştırmış olmasındandır.

Döndük başa. Tıpkı cuntacı generallerin yaptığı gibi AKP de dini, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çıkarıp, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından birine dönüştürüyor. Dağ taş imam hatip, dağ taş din. Burada da bir al-ver dengesi söz konusu. Bürokratik-otoriter devlet, hileyle seçilmiş ya da güdümlü yönetimlere kitlesel popülarite sağlayabilmek, halkı karşısına almamak için dine yaslanıyor. Böylece din ve belli dinsel gruplar, kamu yaşamında statü ve meşruiyet kazanıyor.

Ama 15 Temmuz kalkışmasından biliyoruz, patlar bu formül. Devletin arkasından sürüklenen dinin yerini, dinin arkasından sürüklenen devlet aldı mı ikisi de yıkılır. Hem devlet dine yaslanarak ayakta kalabilseydi Osmanlı yıkılır mıydı?

***

Kenanizm ile Tayyarizm’in ortak yanı rejimlerini süngünün ucuyla mazlumları dürtükleyerek kurmalarıdır. Sorun şu ki süngüyle iktidarı alabilirsiniz fakat iktidarınızı süngünün üzerine oturtamazsınız. Bu kadar yoksul yarattıysanız etkisiz kalır elinizdeki kuvvet; İslamcılık, milliyetçilik ve otoriterlik de bir işe yaramaz.

Demem o ki yeni bir ülke kurmak için OHAL yeterli değildir.

İnanmıyorsanız Kenanizm’in hazin sonunu hatırlatayım. İzmir marşıyla geldiyseniz eğer, belediye bandosunun çaldığı segâh tekbiriyle gidersiniz. 

Öyle veya böyle…

Orhan Gökdemir / SOL

Bağımsız, çağdaş, toplumcu: Avukat Hareketi - Mine G. Kırıkkanat

Romalı düşünür ve avukat Cicero, hukukun önemini anlatırken “Atını senatör yapan imparator” örneğini verir: Roma İmparatoru Caligula, atını çok sevmekte ve onu senatör yapmak istemektedir. 

Roma senatosu, kanlı despot Caligula’nın korkusundan, öneriyi kabul eder. Böylece tarihte ilk kez, bir at “senatör” unvanını alır. 

Cicero, verdiği bu örnekle yetkili organ tarafından usulüne uygun şekilde çıkartılan her yasanın “hukuk” olamayacağını, adalete yönelmeyen, kamusal kaygısı olmayan düzenlemelerin “hukuk” olarak kabul edilemeyeceğini, bundan iki bin yıl önce söylüyordu…

Aradan geçen zamana karşın, günümüz Türkiye’sinde yaşanan hukuksuzluklar yukardaki çarpıcı örneği anımsatıyor. Ülkemiz, ne yazık ki yüzlerce yıl önce bile kabul edilmeyen bir hukuk anlayışına hapsolmuş durumda. Hukuk, artık biçimsel olarak dahi uygulanamaz bir halde. Bu anlamda, Türkiye’nin uzunca bir süredir sanki anayasası yokmuş gibi yönetildiğini belirtmek gerekir…

 Cumhuriyet’in aydınlanmacı ve kamucu yanı, kültürü, kurumları ve kazanımları, gözlerimizin önünde, hem de hukuk araçsallaştırılarak tasfiye ediliyor.
Yargı uzun bir süreden beri siyasetin etkisi altında ve adalet üretemiyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, adalet üretemeyen bir hukuk düzeni ya da yargı sistemi, işlevini yitirmiş demektir. Böyle bir durum asla kabul edilemez!

***

Bizler, ortaya çıkan bu sonuçla öncelikle hukukçuların, özellikle de avukatların ve onların örgütü olan baroların mücadele etmeleri gerektiğini düşünüyoruz.
Ancak bu süreçte barolar, özellikle İstanbul Barosu, etkisiz ve yetersiz kalmıştır. Hatta İstanbul Barosu, tarihsel görevlerine ve birikimlerine aykırı bir şekilde, olup bitenlere uyumlu bir sessizlik ve tepkisizlik içindedir. 

Avukatlık mesleğinin onur ve saygınlığı yıpratılmakta, avukatlık yok sayılmaktadır.
Oysa sorulması gerekmez mi:
“Dikilmesi değilse eğer karşısına
Hukuku yok edenlerin,
Avukatı avukat yapan nedir?”
Bizler bu soruya yanıt bulmaya çalıştık, nedenlerini araştırdık, sorunu bütün boyutlarıyla inceledik ve avukatlığın; hukukun, insanlığın birikimlerinin bu kadar kolay yok edilemeyeceğine inandık. Avukatların hak, hukuk ve adalet sevgisini, mücadele azmini, dik duruşunu göstermek için yola çıkmaya karar verdik.

Sıradanlığa mahkûm olmak istemeyen, hukuku yok edenlerle uyumlu bir sessizliğe bürünmeyi reddeden bir grup hukukçu olarak; şikâyet etmeyelim, çözüm üretelim, elimizi taşın altına koyalım dedik.
***

İşte böyle bir ortamda, “bağımsız, çağdaş, toplumcu” bir anlayışla, avukatın kişisel ve mesleki sorunlarını ülkenin sorunlarıyla harmanlayarak mücadele edilmesi gerektiğini düşünen “Avukat Hareketi”ni başlatıyoruz. 

Bizler, tek adam yönetimine karşı kolektif düşünen, tartışarak ortaklaşa karar alan bir kadro hareketiyiz. 

Avukatlığın ve baronun geleneğine sahip çıkarak tıkanan, eskiyen, körelen bir anlayışı aşmaya çalışıyoruz. 

Köhne zihniyetli hukuk anlayışına karşı kardeşce bir dayanışma üretmek için omuz omuza, yan yana duruyoruz. 

AVUKAT HAREKETİ, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini gerçek anlamda yaşayabilmeleri, onurlu ve insanca bir yaşam sürebilmeleri için ekonomik çıkarlar karşısında kamusal yarara öncelik veren toplumcu bir harekettir. 

Hukuk ve yargıyı ele geçirilecek bir mevzi gibi gören anlayışı, tasarlanmış bu saldırıyı önleyecek tek güç, avukatlardır. İtiraz eden, çözüm üreten, mücadeleci, etkin bir İstanbul Barosu için yola çıktık. 

Gelin, avukatı hukuka, yargıya sahip çıkmaktan alıkoyan; özgürlüğünü ve bağımsızlığını elinden alan cendereden kurtulalım. Hukuku özelleştiren, avukatı işçileştiren, yargılamayı teknik bir faaliyete dönüştüren gidişe dur diyelim.
Gelin, özlemi duyulan böyle bir ‘Baro’yu birlikte inşa edelim!
*
*Avukat Hareketi’nin 27 Haziran’daki açılış toplantısındaki konuşmalardan notlar. Gereği ve yararına aklımla, gönlümle inandığım bu hareketi, ‘karınca kalemimce’ destekliyorum!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET