4 Temmuz 2018 Çarşamba

Matbaa kapitalizmi ya da ‘Gutenberg Galaksisi’nin sonu - TAYFUN ATAY

Türkiye’de devlet marifetiyle şekillenmiş kapitalizmin cismani karşılığı Vehbi Koç  üzerinden kurguladığı tatlı romanında Erol Toy“Çokzade Fehmi”nin yükselişini anlatırken “gazete ve kapitalizm” ilişkisi açısından çarpıcı şu satırlara da yer verir: 
“Gazeteler, ancak reklamların gelişmesiyle sanayileşirler. Sanayileştikleri anda da reklam; kâğıt, makine ve öteki araçlar öneminde yer alır. Çünkü gazeteciyi de besleyen ana madde haline gelir. Bordrolar ona göre düzenlenir. Borçlanmalar hep buna dayanır. Öyle olduğunda, reklamın kesilmesi korkusu, her şeyin üstüne çıkar. Kendini tümüyle reklama dayamış bir basın, reklam verenin tüm isteklerini yerine getirmek durumunda kalır. Yoksa yaşayamaz” (E. Toy, “İmparator”, 1974 
[17. Baskı], s. 132). 

1950’li yıllar Türkiye’sinin gerçekliğine karşılık gelen bu kurgusal izlenimden, bugüne ait taze bir izlenime sıçrayalım. Yayın faaliyetine yarın nokta koyacak Gazete HaberTürk’ün sahibi Ciner Holding adına yazılı açıklama yapan yönetim kurulu başkanı Mehmet Kenan Tekdağ, şunları kaydetti iki gün önce: 
“20. yüzyılın büyük çoğunluğunda en önemli kitle iletişim aracı gazetelerdi. Bununla birlikte kitle iletişim araçları teknolojisinde meydana gelen olağanüstü gelişmeler (televizyon, internet, mobil iletişim teknolojisi) gazetelerin yazılı baskısının 21. yüzyılda sürdürülebilir bir geleceği olup olmadığı konusunu gündeme getirdi.Önlenemez tiraj düşüşleri, diğer taraftan medya ekosisteminde yazılı basının aldığı reklam payının düzenli kayba uğraması gibi sebepler [dünyada] yüzlerce gazeteyi yazılı baskılarını sonlandırmak mecburiyetinde bıraktı. Son beş yılda ülkemizde de gazetelerin yazılı baskılarının tirajı düzenli olarak düşmekte, reklamdan aldığı pay düzenli olarak azalmakta, buna mukabil baskı maliyetleri sürekli artmakta iken televizyon ve internet mecralarının erişim ve reklam payı düzenli olarak yükselmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak yazılı basın faaliyetlerimizi 5 Temmuz 2018 itibarıyla sonlandırmaya karar verdik”.

***

Türkiye demek ki “gazete sanayii”ni hepi topu 70 yılda tüketti. “Çokzade Fehmi”den “Cinzade Turgay”a kadar, reklam diye diye 1950’lerden itibaren şişti de şişti bu sanayi ve şimdi yine reklam diye diye sönmekte… 
Elbette bir bakıma hepimiz dönülmez akşamın ufkundayız!..

***

İnsanın haber-bilgi-düşünce ihtiyacının endüstriyelleşmesinde geldiğimiz nokta bu… “Matbaa kapitalizmi” bitti, “dijital kapitalizm”le yola devam ediyoruz;  Gutenberg galaksisi” tarihe karıştı, Bill-Gates galaksisi”nde gün tüketiyoruz.

İnsan dünyasını iletişim deneyimi açısından tarihsel olarak 3 “galaktik” aşamaya ayırmak mümkün: “Homeros Galaksisi”, “Gutenberg Galaksisi”, “Bill-Gates Galaksisi”. İletişimin “çıplak söz”, yani mitos, destan, deyişe (sözlü kültüre); yazılı basılı materyal, yani kitap, dergi, gazeteye (yazılı kültüre); ve ister söz, ister yazı, ister hareket olarak elektronik görüntüye (görsel kültüre) dayandığı tarihsel aşamalar… 


Yazılı kültürün insan yaşamına hâkim olmaya başladığı 15’inci yüzyıl ortasından bunun “sonunun başlangıcı”nı işaret eden 20’nci yüzyıl ortasına (televizyonun kitleselleşmesine) dek, iletişimin öznesi kitap, dergi ve en önemlisi gazete idi. 
Gazete, “Gutenberg Galaksisi”nin iletişim şahikasıydı. Şimdi ise, en son HaberTürk hadisesinde de olduğu üzere, “Galaksi”nin yıkımına şahitlik ettiğimiz mecra…

***

Aslına bakılırsa gazeteler, televizyon endüstrisinin hayatımıza hâkim olduğu dönemden başlayarak zaten geri plâna düşmüş, “yazılı kültür”ün bağrından ziyade “görsel kültür terkisinde” yol almaya koşulmuş ve koyulmuşlardı. Yaklaşık 30 yıldır gazetelerde yazıya görsel (resim, illüstrasyon, fotoğraf) değil, görsele göre yazı “oturtmak” âdetten değil mi?! 

Böyle böyle, yazıyı “tüketecek” takatin her yeni nesilde daha da düştüğü bir insanlık hali çıktı ortaya. Hele ki artık 140 karakterle yazılıp çizilen bir dünyada gazete sayfalarında  “makale” niteliğinde yazma çabasının da karşılık bulmadığı noktadayız. Ancak kısa, kestirme, satır-başlı ve “spot”lama ile yazarak okunabilme imkânı olan bir dünyada gazete, “kâğıttan TV” ve şimdilerde “kâğıttan WEB” olmaktan öteye gitmez oldu. 

Eh, bir dönem mangalda kül bırakmayan matbuat erbabının şimdi iktidar zoru karşısında “kâğıttan kaplan” olduğu da çıktı mı ortaya!.. 

Gidiş bu gidiş... 

Yakında “yandaşlık” doğrultusunda sun’i, gerçek-dışı tiraj tabloları ile herkesi aldatan ve aslında iktidar gücü ile ayakta duran “tezvirat”a da aynısı olacak. Sıradan holdingler için şimdi durum ne ise “holdinglerin holdingi” bu iktidar için de aynı şekilde,   “rantabl”  olmadıkları gerekçesiyle “zevait”ten ibaret sayılacakları günler onlara da çok yakın… Hürriyet’te, HaberTürk’te yaşanan “final”ler, onlara da “kader”dir.
 
Bunu bilerek yapsınlar ne yandaşlık yapacaklarsa!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Meksika’dan deneyi - CEYDA KARAN

“Yalan söylemeyeceğiz, çalmayacağız, halka ihanet etmeyeceğiz. Çok yaşa Meksika!” Bu sözler Meksika’da  geçen p azar günkü seçimlerden zaferle çıkan solcu lidere ait. Andrés Manuel López Obrador, ismi yerine kullanılan yaygın kısaltmasıyla AMLO’ya…


AMLO, 1910-20’lerdeki Meksika devriminden beri ülkenin dümeninde kalmış Kurumsal Devrimci Parti (PRI) ile 60 senelik sağcı Ulusal Eylem Partisi’ni (PAN) sandığa gömdü. AMLO’nun kendisi PRI’den Jose Meada ile PAN’dan Ricardo Anaya’ya 30-40 puan fark attı. Yüzde 63’lük katılım oranına ulaşılan seçimde yüzde 53.8 ile başkan oldu. Yetmedi henüz dört sene önce 43 öğrencinin ‘buhar olduğu’ Ayotzinapa kriziyle PRI’den koparak şekillenmiş Ulusal Yenilenme Hareketi’nin (MORENA) başını çektiği ‘Birlikte Tarih Yapacağız’ (Juntos haremos historia) sol ittifakıyla Kongre’nin iki kanadının yanı sıra eyalet valiliklerinin yarısı ve başkent belediye başkanlığında ipi göğüsledi.

AMLO ve MORENA’nın zaferleri Meksika için bir ilk. Dolayısıyla kurumsal nizama atılan ‘solcu’ çalımı neoliberal dünyanın dikkatine mazhar oldu. AMLU’nun iddialarının altını dolduracak duruşu olup olmadığı bir yana kaşlar havalandı. ‘Popülizm ve otoriterlik’ söylemleri ‘Chavez ve Latin solu’ benzetmeleri zuhur etti.
Türkiye ile kıyas…
ABD’nin güney komşusunu son dönemde Trump’ın sınıra çekeceği duvar, eski lideri PRI’dan Enrique Pena Nieto’yu aşağılamaları ile biliyoruz. Tabii Türkiye’deki başkanlık seçiminin oransal sonucu ve pek moda ‘popülizm’ etiketinden hareketle iki ülkeyi aynı safa koyan aklıevveller çıkıyor. Hiçbirisi değil. Meksika, belki tam tersinden Obrador’un girişteki vaa tlerine yansıyacak denli bize yakın. Ve ille bir kıyas yapılacaksa CHP deneyimi ile olabilir.
Amerika’nın kapısı ve kurumsal nizam
Meksika; Aztek imparatorluğuna uzanan, MezoAmerika ve Hispanik kültürle harmanlanmış 130 milyonluk bir nüfusu barındırıyor. Petrol üreticisi önemli bir ekonomi. ABD’nin Orta Amerika’ya açılan kapısı. 20’nci yüzyılda Pancho Villa ve Zapata’da sembolleşen köylü isyanlarıyla sömürgecilerin püskürtüldüğü çalkantılı tarihiyle kuzey komşusundan ayrı bakılamayacak bir ülke. Dün de öyleydi, bugün de… 1920’den itibaren sönümlenmiş Meksika devriminin taşıyıcısı olmaktan çıkmış, sözde ‘ortanın solu’ diye anılan PRI ve son dönemlerde iktidarı al-ver ettiği sağcı-liberal PAN kurumsal nizamın siyasi hareketleri. Dolayısıyla Meksika’nın bütün sorunları da onlarla bağlantı.
Üç kilit sebep
AMLU/MORENA’nın ‘umuda’ dönüşmesinin birbiriyle bağlantılı üç kilit sebebi var: Yolsuzluk, yoksulluk, uyuşturucuyla savaş/şiddet.
PRI yönetimleri çeyrek asırdan fazladır neoliberal/küreselleşmeci kalkınma modelinin icabını yaptı. Sonuç bir yanda büyük zenginlik ,  bir yanda derin yoksulluk, katlanan eşitsizlikler. Bugün nüfusun yarısı yoksul, yoksulluk sınırının altında yaşayan 9 milyondan fazla insan var. Meksika Orta Amerika’dan ABD’ye ekonomik göçün odağı. Üçüncü meselede, yani uyuşturucuyla savaşta ABD modeli uygulandı. Uyuşturucu kartelleriyle ordu öncülüğünde savaş, ABD’den alınan 3 milyarlık eğitim ve teçhizat yardımları. Sonuç facia. Ülkede sadece geçen yıl 26 bin insan organize suç çetelerinin savaşında öldü, 35 binden fazlası kayıp. Seçim sürecinde de 120’den fazla aday ve yerel parti çalışanı öldürüldü.
AMLU’nun üçüncü denemesi
AMLU’nun yükselişi üçlü denklemin tezahürü. Kendisi 1980’lerde siyasete PRI’den atılıp yolsuzluk ve kötü yönetimden soğuyarak ayrılmış, bu süreçte Demokratik Devrim Partisi’ne dönüşecek hareketten (PRD) 2000’de Meksiko City’nin belediye başkanlığına seçilmişti. Başkanlık hedefine üçüncü denemede ulaştı. 2006’da kıl payı farkla yenildiğinde hile iddialarıyla başlattığı protesto hareketi işe yaramadı. 2012’de PRI adayı Nieto’ya daha büyük farkla yenildi.
‘Mafya iktidarına’ karşı vaatler ve gerçekler
Bu kez kurumsal yapıyı ‘mafya iktidarı’ diye nitelendirmekten kaçınmadığı seçimde MORENA eşliğinde sandıktan çok güçlü çıktı. “Yolsuzluk Meksika’nın kültürel markası değil, siyasi karar meselesi. İdeallerim ve ilkelerimin arkasındayım” diyor. Ücretleri artırma, gençler için burslar, yaşlılar için sosyal refah projeleri, enerji ve gıda fiyatlarını sabitleme, tarımda sübvansiyonlar vaa t  ediyor. Tüm Meksikalıların başkanı olacağını söylerken, “göçmenler, inanan l ar inanmayanlar, her felsefeden ve cinsel tercihten olanlar…” diye eklemesi liberal âlem tarafından artı hanesine yazılıyor.
Ancak iş bu hedefler için hangi ekonomik/siyasi modeli tutturacağında düğümleniyor. Geçmiş sözlerinin aksine kamulaştırma yapmamaktan, vergileri artırmamaktan söz ediyor. Merkez Bankası’nın özerkliğine saygı duyacağını belirtiyor. Devlete ait petrol şirketi Pemex’in yabancı şirketlerle kontratlarını tek tek gözden geçireceğini söyleyince kaşlar kalkıyor. İktidar arzulaması ve kitleleri harekete geçiren tutkulu liderliği adet olduğu üzere ‘popülist’ yakıştırmalarına yetiyor. Anayasa gereği bir dönem olan görev süresini uzatmayacağını söylese de hemen ‘Chavez’ akla düşüyor.
ABD ile derin meseleler
Uyuşturucu kartelleriyle ordu kanalıyla savaş yerine eğitime ve ekonomik fırsatlara vurgu yapması, alt ve orta çete üyelerini aflarla kazandırmak, güney sınırını askersizleştirmekten ve göçmenlerle ilgilenmekten söz etmesi ABD’ye meydan okumak anlamına geliyor. Trump ile zaferi sonrası olumlu mesajlaşmaları oldu. Ancak evdeki hesabın çarşıya uymayacağı ayan beyan ortada. ABD Başkanı’nın yeniden müzakereye yöneldiği NAFTA da diğer başlık. ABD’nin tarımda korumacı tedbirleri Meksika tarımını bitirmekteyken AMLU ülkesinin çıkarını nasıl savunabilecek?
Latin soluna benzemesin de…
AMLU Brezilya’nın Lula’sı, Britanya’nın Corbyn’ine benzetiliyor. WSJ için o ‘öngörülemez lider’, FT ‘popülist solculuğa yöneleceğinden’ kaygı ifade ediyor. NY Times ‘atipik solcu, ılımlı yolu tutturursa…’ notu düşüyor. İşin garibi hepsi Meksikalıların sorunları ve değişim arzusunu anlıyorlar. Fakat insanlığı yapısal krizler, yoksulluk, işsizlik, milliyetçilik, nefret eşliğinde faşizme taşıyanların biteviye akıl hocalığı ve en ufak ‘sol’ kıpırdanmaya surat ekşitmekten vazgeçmiyorlar. Günahları eğip bükülen kavramlara yüklerken burundan kıl aldırmamak daha kolay.
Kıssadan hisse… ABD neoliberal nizamının son yıllarda Latin solunu pusuya düşürmesi düşünüldüğünde AMLU’nun seçilmesi önemli. Ancak AMLU, muhtemelen sözünü ettiği “köklü ve hatta radikal ama düzenli barışçı dönüşümün” bir hayalden ibaret olduğunu yaşayarak görecek. Meksika ile ulu piyasa tanrısının vahiyleri arasında sıkışıp kalacak.

Türkiye benzetmelerine gelince…

Meksika’dan Türkiye’de bunlarla hiç derdi olmayan iktidara değil ancak muhalefete dersler çıkar.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Halkların patates tarihi - Erinç Yeldan

Arkeolojik buluntular patatesin günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce, Peru’da kullanılmakta olduğunu gösteriyor. Patatesin Avrupa kıtasına taşınışı ise İspanyol askerlerinin 1532 yılında Peru’ya ulaşmaları sayesinde. İspanyol akıncılar bölgede altın istilasını sürdürürken, İnkalı madencilerin chuñu adını verdikleri patates meyvesini yediklerini görmüşler. 

Tarihçilerin yorumlarına göre İspanyollar patates ile tanıştıklarında aslında “altından daha değerli” bir ürün ile karşı karşıya olduklarının ayırdında değillerdi. Nitekim, patates ucuz ve protein bakımından zengin bir besin maddesi olarak Avrupa kıtasına hızla yayılacak, nüfus artışını hızlandıracak ve ucuz bir ücret malı olarak emekçilerin hızla yeni kapitalist birikim rejiminin “yedek işsizler ordusu” saflarına katılmalarına öncülük edecekti. 

Ancak, patates İspanya’ya 1570’lerde ulaştığında ilk önceleri bir gıda maddesi olarak değil, daha çok hayvan besini ve ısınma malzemesi olarak kullanıldı. Gene tarihçilerden öğrendiğimiz bilgilere göre, patatesin insan besini olarak ilk kullanımı 1573’te, Sevilya’daki bir hastanede gerçekleştirilmiş. Bu arada İspanya kralı II. Philip, Peru’dan elde edilen patates yumrularını Vatikan’a, dönemin Papa’sına göndermiş. Papa da yumruları, o sıralarda doğrudan doğruya sağlık sorunları ile boğuşan Norveç elçisine iletmiş. Elçi Clusius, patatesi Viyana, Frankfurt ve Leyden’de ekilmesine öncülük ederek, bu değerli besinin Avrupa’da yayılmasına olanak sağlamış. 

Her yeni fikir gibi, insanoğlunun patatese de “kuşkuyla” yaklaşmış olduğunu görüyoruz. Dönemin Avrupalıları patatesin “yeraltından çıkan bir meyve” olduğunu görünce uzun süre “zehirli” bir çiçek olduğuna inanmışlar; üstelik bir de “şeytan elması” olarak adlandırarak bahçelerine sokmamışlar. Ancak 1750’den sonradır ki Fransa ve Almanya’da önce soyluların, sonra da askerlerin mutfaklarına giren patates, nihayet halkın ucuz besin kaynağına dönüştürülebilmiş. Dönemin verileri, Fransa’da patates üretiminin 1815’te 2 milyar litreye ulaştığını, 1840’ta ise 11.7 milyar litreyi aştığını belirtiyor. İktisat tarihçileri, böylelikle patatesin Avrupa’da Malthus sınırlarını aşmak için çok önemli bir rol oynadığını yazıyorlar. Sanayi devrimi kuşkusuz sadece bir “mühendislik” meselesi değildi.

Sanayi üretiminin katlanarak büyümesi için giderek yoğunlaşan ve “iyi beslenen” bir işçi sınıfına gereksinim duyulmaktaydı. Patates hızla Kuzey İngiltere’nin kömür madenlerinde çalışan işçilerin bahçelerine değin ulaşacak ve ucuz işgücünün besin kaynağı haline gelecekti. Nitekim, bu gözlemlere dayanan Friedrich Engels de patatesin bu denli yaygınlaşmasını “tarihtedemirin icadına eşdeğer” bir olgu olarak değerlendirmekteydi. İtalyan düşünür ve yazar Umberto Eco’ya göre de “patates, insanlığın ortaçağdan kurtuluşunu sağlayan en önemli buluşlarından”  birisiydi. 

Patatesin iktisadi yaşamdaki bu anahtar rolüne ilişkin en derin olaylar zinciri ise İrlanda’da 1845 – 1849 yılları arasında patlak veren Büyük Açlık (Gorta Mór) felaketiydi. Patates yumrularında 1840’larda baş gösteren salgın hastalık sonucu bütün Avrupa’da üretimi neredeyse durma noktasına gelmişti. Ancak, patates üretimindeki daralma birçok tarihsel nedenden dolayı en şiddetli İrlanda’yı etkilemiş ve yaklaşık 1 milyon insanın ölümüne neden olmuş; yüz binlerce İrlandalının da göçe zorlanmasına yol açmıştı. Tarihçiler arasında patatese dayalı kıtlığın niye en şiddetli olarak İrlanda’yı etkilemiş olduğu bugüne değin süren bir tartışma konusu. Bu nedenler arasında İrlanda’nın o dönemde çoğunlukla patates tüketimine dayalı bir ekonomi olması; serbest ticareti özendiren Hububat Yasaları aracılığıyla kuralsızlaştırılan piyasa sisteminin denetimsiz ve spekülasyona açık kâr hırsıyla birleşmesi sonucu yaşanan aşırı dalgalı üretim yapısı; büyük toprak sahiplerinin işlevsiz bıraktığı verimsizleştirilmiş devasa tarımsal araziler, vb. sayılmaktadır.

***

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2017 yılında 4.8 milyon ton patates üretildi. Bu miktarın yaklaşık yüzde 5’i ihraç edilmektedir. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü yayın organı Yeni Ay’ın temmuz sayısında Burcu Ünüvar’ın bizlere ilettiği bilgilere göre Türkiye’de kişi başı patates tüketimimiz yıllık 47.9 kg. Türkiye tahıl sektöründe kendine yeterlik oranında ise patates yüzde 108’lik payla başı çekiyor. Medyada geçen haberlere göre, Gürcistan’ın ‘patates hastalığı’ sebebiyle mart ayından itibaren geçici olarak Türkiye’den patates ithalatını askıya alması, depolarda ürün birikmesine ve bu ürünlerin bir kısmının da ekonomik değerinin zamanla yok olmasına yol açtı. 

Gördüğümüz üzere, halkların patates tarihi dikkate alınmaya değer, son derece ilginç bir öykü. Türkiye’de de derinleşmekte olan ekonomik durgunluğun ve yaklaşan krizin enflasyon, cari açık, dış borç yükü, işsizlik, vb. gibi bir dizi göstergesinin yanında, patates fiyatlarının da halkın gündelik yaşamını en yakından etkileyen bir olgu olarak medyanın ve siyasetin merkezinde yer alması çok doğal.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Yeter ki siyasette stagflasyon olmasın - SELİN SAYEK BÖKE

Artan ne? 

Azalan ne? 

Kazanan kim? 

Kaybeden kim?

Seçim sonuçlarından değil, artan fiyatlardan, seçim sonrası gelen zamlardan, dün açıklanan enflasyon verisinden bahsediyorum.

Avrasya tünelinden geçiş ücretleri, yüzde 21.4 zamla 23.30 TL’ye yükseltildi. Değişen vergilendirme sistemiyle sigara fiyatlarına yaklaşık 1 TL zam geliyor. Kredi kartı faizleri arttı. Aylık azami kredi kartı faiz oranları TL için yüzde 1.84’den 2.02’ye çıkarıldı. Siyasi zorlamayla düşürülmüş olan konut kredi faizlerindeki artışın da haberleri geliyor. Faizler zirvelerde dolaşıyor. Ortalama ihtiyaç kredi faiz oranı da ticari kredi faiz oranı da neredeyse 5’er puan artarak yüzde 25’lere dayandı. Seçime giden süreçte oluşan bu faiz oranları, son 9.5 yılın zirvesinde…

Zamlar ardı ardına sıralandı, daha ertelenenler var. Bu zamlar seçim sonrasına ötelenmiş olan mali tablonun dayattığı artışlar. Üstelik makroekonomik tablo bize fiyatların artmaya, hayatın pahalanmaya devam edeceğini söylüyor.

Yıllık enflasyon yüzde 15.39’a zıpladı! Artmadı, resmen zıpladı. 2003 bazlı tüketici fiyat endeksine dayalı enflasyon rakamlarının tarihsel olarak en yüksek düzeyi yaşanıyor. Bir önceki zirveyi Kasım 2017’de yüzde 12,98 ile görmüştük. Resmileşen Başkanlık rejimiyle bu zirvelerin sürekli kılınacağı ve her zirvenin bir öncekini aşacağı açık.

Başkanlık rejiminin enflasyon yaratacağını uluslararası deneyimlerden öğrenmeye açık olan her göz görüyor, biliyordu. Veriler konuşuyor. Otoriter rejimlerde enflasyon oranları demokrasilerdeki ortalamanın neredeyse 20 katı. Demokrasilerde enflasyon yüzde 3 iken otoriter rejimlerde yüzde 57! Ne yazık ki, tek adam rejiminin artık resmileştiği bu yeni dönemde Türkiye de, bu uluslararası deneyimin örneklerinden biri olacak.

Geçici fiyat etkilerinden arındırılmış enflasyonu gösteren çekirdek enflasyon da neredeyse yapışkan hale geldiği yüzde 12 düzeyinden yüzde 14’lere zıpladı. Bu durum, hayat pahalılığındaki artış eğiliminin kalıcı olacağına işaret ediyor.
Yılbaşından bu yana TL’deki sürekli değer kaybının bu enflasyonda etkisi olduğu, üstelik bu etkinin devam edeceği de bir gerçek. TL sadece 2018’in başından bugüne yüzde 23’ün üzerinde değer kaybetti. Biliyoruz ki her yüzde 10’luk değer kaybı enflasyonu 1.5 puan artırıyor. Ve yine biliyoruz ki ekonomi politikası artık çaresizliğe dönüşen bir etkisizlik gösterdikçe de bu enflasyonist etki artıyor. Benzin, ilaç, kağıt, artık patates ve soğan dahil her şey daha da pahalı…

Nitekim gıda enflasyonu yüzde 18.9’a yükseldi! Aynı dönemde dünyada gıda fiyatları, FAO’nun gıda fiyat endeksine göre yüzde 2 arttı. Rekoru sadece kendi tarihimiz içerisinde kırmıyoruz. Başkanlık rejimiyle dünyada da rekorlara imza atıyoruz.

İstikrar arayanlara da pek müjdeli haberler barındırmıyor bu gelişmeler. Bugün tüketici açısından yüzde 15’lere zıplayan enflasyon, üreticinin üretim maliyetlerinde çok daha yüksek bir oranla kendisini hissettiriyor. Yıllık üretici fiyatlarındaki artış yüzde 20.16’dan yüzde 23.71’e yükseldi. Artan maliyetlerin üretici tarafından tüketiciye yansıtılacağına şüphe yok. Pahalanacak. Hem de her şey. Zorlaşacak. Hem de herkes için. Üretici için de tüketici için de… Beyaz yakalı çalışana da üretim bandındaki işçiye de…

Artık Türkiye bu iktidar eliyle kur - faiz - enflasyon sarmalına sokulmuş durumda. Faiz artarken, kur da artıyor, enflasyon da. Öyle bir sarmal ki, korkulan yaklaşıyor. Söylegeldiğimiz hep buydu. Ekonomik yavaşlama ve reel sektörde durgunluk içinde artan enflasyon… Stagflasyon sadece kitaplarda yazan bir kavram değil, işte korkulanın, zorlaşan hayatlarımızın ta kendisi…
Çok olmadı, henüz 10 gün önce bitti seçim. Fiili başkanlıktan, resmi Başkanlık rejimine geçiş sağlandı. Seçim sonucunun özeti fiilen yaşıyor olduğumuz Başkanlık rejiminin kurumsal yapısının resmileşmesi. Bu açıdan seçimin sonucunun daha çok baskı, daha çok ötekileştirme, daha çok talan, daha çok sömürü olacağını öngörmek mümkün.

Öte yandan, Türkiye’nin bu sarmaldan çıkışını sağlayacak olan siyaseti doğru kurabilmek için bugün ihtiyacımız olan, bu özetin ötesine geçecek bir değerlendirme… Maalesef bir kez daha toplumsal dinamikleri farklı bir siyasete taşımaya imkan verecek bir değerlendirme yerine, yine ‘‘şimdi birlik beraberlik zamanı’’ söylemine sığınarak, toplumun birlikte büyüttüğü, birlik ve beraberliği sürekli kılacak olan siyasetin yıkımı tercih ediliyor.

Oysa şimdi, tam da bugün, seçim öncesi gelişmiş olan umudu yıkacak adımlar yerine güven verecek, yapıcı eleştirinin gücünü değişime yansıtmaya hazır, özgüvenli bir siyasete ihtiyaç var. Gerçeklerle cesaret ve özgüvenle yüzleşmeye, yeniyi bu özgüven üzerine kurmaya ihtiyacımız var.

Her şey çözülür. Stagflasyon da, enflasyon da, her şey… Mesele, tercih, irade, istek, hedef ve kararlılık meselesidir. Ekonomide her sorunun çözüm yolu vardır. Mesele, yeter ki siyasette stagflasyon olmasın..!

Maalesef şu ana kadar muhalefet yakasında seçim sonucu ve yeni dönem değerlendirmeleri çok mekanik bir matematiksel analizle sınırlandırıldı. Üstelik o matematiksel değerlendirme de tek gözü kapalı yapılıyor. 

Azalan neydi? 

Artan neydi?

İşte enflasyon rakamları açıklandı. Artanı, azalanı, kazananı, kaybedeni gördük.

Peki ya seçim sonuçlarında? İşte şimdi bunları konuşma zamanı…

SELİN SAYEK BÖKE  / BİRGÜN

Leyla... - Selcan Taşçı Hamşioğlu

Eylül'e kahırla yazarken bile bir umut vardı içimde;
Sanki Leyla nefes alıp veriyordu bir yerlerde.
Kendimi kandırıyormuşum.
En çok ihtiyacım olan şeyi yapıp, kendimi kandırıp kolaya kaçıyormuş; gerçeklerden kaçıyormuşum.
İnsan kılıklı canavarlar toplumunda yaşıyor olduğumuz gerçeğiyle -bunu bin kere tecrübe ettiğimiz halde- yüzleşmekten kaçıyormuşum.
Leyla da öldü.

"Melek" olmadı... Bu kötü, berbat, rezil, kirli dünyadan "kurtulmadı"... "Acıları son" bulmadı. Bunlar, en çok ihtiyacımız olan şeyi, yani kendimizi kandırabilmeyi sağlama teknikleri; lakin değiştirmiyor olup biteni.
Leyla öldü, öldürüldü!
Buz gibi, kan dondurucu gerçek bu.

***

Resmi açıklamaya göre;
Tecavüz yokmuş...
İstismar yokmuş..
Darp yokmuş...
Şiddet yokmuş...
İşkence yokmuş...
Leyla'yı koruyamamanın "teselli ikramiyesi" her biri;
Tenezzül edecek miyiz!
Bir çocuğun öldürülme şekline şükredecek miyiz?
"Çocuğun olduğu yerde katledilme ihtimali vardır"ı hazmedip, kabullenip; katlin biçimini "normalleştirmek" için mi olacak mücadelemiz?
Bu, bu demek çünkü!
"Çocukları koruyamıyoruz, elimizden kayıp gidişlerini izliyoruz, taş üstünde taş bırakmama imkanlarına sahip olduğumuz halde bulamıyoruz, kurtaramıyoruz ama öyle büyük cezaları çıkaracakmış gibi yapıp korku salıyoruz ki faillere, 'en az hasarla(!)' ölmelerini sağlayabiliyoruz" demek!
Lanet olsun böyle acziyete!

***

"Resmi açıklama"yı doğru kabul edelim. Bir infial korkusuyla, pedofilinin "bulaşıcı" olduğunun kavranması üzerine  başka sapıklarda teşvik edici etki göstermesin diye bir tür tedbir olarak yapılmış bir açıklama olmadığını, sahiden "korkulan(!)" manada bir zulme maruz kalmadığını farz edelim...
Kaçırmışlar.
Aç bırakmışlar.
Dili damağı kurumuş.
Midesi kazınmış; ama öyle mecazından değil içini delercesine.
Ağlamış belki.
Tek başına belki bir karanlık izbede.
Çaresizce ağlamış günlerce. Korkmuş. Titremiş. Acı çekmiş. Kıvranmış. İnleyerek belki... Belki kendinden geçerek, sızdığı yerde can vermiş işte!
İşkence değil mi bu da?
İnsanlığa sığar mı?

***

Neden bilmiyorum ama "pis kokular" geliyor benim burnuma; "hal"in rezilliğini pekiştirecek bir hikayesi var sanki bu ölümün.
Sadece bir his, içimi kemiren laftan anlamaz bir kurt, yüreğimi ele geçiren bir sinsi şüphe;
Sanki en iyi ailesi biliyor bu hikayeyi...
Ki açıkçası işin "polisiye" boyutu gram umrumda değil, Leyla'yı geri getirmeye yaramayacak her şey havanda su dövmek bana göre.

***

Daha çok tecrübesizim, çok yeniyim bu konuda ama "anne" olmak çok acayip bir şey -eminim baba olmak da öyledir-; doğru bir tarif mi bilmiyorum, zaten tarif verecek halde de değilim ama her çocuk biraz da sizin çocuğunuz oluyor "anne" olunca... Eylül'le birlikte, Leyla'yla birlikte sizin içinizde de bir damar ölüyor mesela... O gün sizin de cenazeniz oluyor. Sizin de yasınız... Siz de dükkanı kapatmak istiyorsunuz; "yalan dünyanın yalan işleri"ne dair her şeyin canı cehenneme diye!

***

Ya da bunlar benim naif varsayımlarım!
Baba olduklarını sandığım ve böyle yapmayan adamlar da var çünkü. Çıkıyor ve "Avrupa'da her bir dakikada, ABD'de 40 saniyede bir çocuk kayboluyor" diye istatistikler verip günaşırı çocuk kaybolan bir ülkede yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmemizi filan bekliyorlar!
Çocuklar ölüyor ve onlar çocukların ölmesiyle değil, bu ölümün kendi koltuklarına etkisiyle ilgileniyorlar!

***

Midem bulanıyor.

***

Bizim mahalle için siyasetten kaçma "fırsatı"; çocuklar ölüyor ve evet yanlış okumadınız birileri bu ölümleri fırsata çeviriyor;
Yaşasın, siyasetten kaçma, iktidarın hışmına uğrama ihtimalinden yırtma vakti!
Eğitim sistemlerinin -adlı adınca söyleyeyim- içine edilirkenden başlayarak Türkiye'deki çocukları hedef haline getiren her nevi cinsiyetçi, gerici politikaya sustuk, sustuk, sustuktan sonra bol bol konuşalım şimdi;
Nasıl koruyacağız çocuklarımızı?
Ben söyleyeyim "vatanın neşesi"nin hiç öyle Diyanet'in yaz Kuran Kursu ilanlarındaki gibi "camideki çocuk sesi"nden geçmediğini anlayarak her şeyden önce! Dindarlaştırmak için bile yaşatmanız, yaşatabilmeniz gerekiyor çocukları çünkü!
Ayrıca sağır mısınız;
Ülkenin dört bir yanında "çocuk" değil, çocukların ardından yükselen ağıt sesleri yükseliyor camilerde!


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

3 Temmuz 2018 Salı

Buradayız, milyonlarız, ayaktayız - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Seçim sonrasında “ben söylememiş miydim” korosu sahnedeki yerini aldı. İktidarın kaybedeceği seçime girmeyeceğini iddia edenlere göre 24 Haziranda bir şeyleri değiştirmek için gece gündüz çalışanlar boşa kürek çekmişti. Meydanları doldurmak, havuz medyasını boykot etmek, sandıkları terk etmemek, YSK önünde beklemek hepsi tam teşekküllü bir mizansene katkı yapmaktan öteye bir anlam ifade etmiyordu. Ne öneriyorsunuz sorusuna tatmin edici tek bir yanıt üretmeden sahadakileri saflıkla itham edenler bir yana dursun, bir de artık zinhar sandığa gitmeyeceğini söyleyenler çıktı. Bu koşullarda yalnızca sandığa gidip sonra da ilk hayalkırıklığında küstüm oynamıyorum diyenlerin benmerkezciliğiyle “biz demiştik” kibrinin çok ortak noktası var.

Bugün için “iktidar aslında kan kaybetti” naifliği ne kadar tehlikeliyse müzmin karamsarlık da o kadar tehlikeli. O nedenle bardağın hem dolu hem de boş tarafına bakmakla yükümlüyüz.

* AKP, 12 Eylül referandumundan bu yana sürdürdüğü, 16 Nisan’da resmiyet kazandırdığı rejim değiştirme projesini idari - kurumsal anlamda nihayete erdirdi. Yüksek komuta ve yüksek yargı tek adam rejimine çoktan boyun eğdi. Önümüzdeki dönemde hızla çıkarılacak uyum yasaları teferruattan ibaret. AKP ile MHP arasında yeni rejimin kurumsallaşması bağlamında ciddi bir restleşmenin patlak verme ihtimali de düşük.

* AKP’nin tek başına meclis çoğunluğu elde edememesi elbette iktidar hanesine yazılan eksi bir puan. Ancak AKP’nin Meclis aritmetiğinde MHP’ye muhtaç gibi görünmesinden muhalefet lehine umut devşirilemez. Aksine MHP’nin kilit konumu rejimin açık faşizme gidişini hızlandırır. Bahçeli’nin ve Soylu’nun tehditleri buna kanıttır. AKP-MHP koalisyonu, tıpkı önceki AKP-Fethullahçılar koalisyonu gibi devleti paylaşma ve reorganize etme ortaklığıdır. MHP’nin güvenlik bürokrasisini tümüyle ele geçirmek isteyeceğini, adalet ve içişlerinde mevzi kavgası yaşanacağını öngörmek mümkündür. Ancak bu bloku çatırdatacak olan iç kavgalar değil toplumsal muhalefetin ne yaptığıdır.

* Saray’ın gücü ile Meclis’in yetkisi arasındaki asimetri mevcut kompozisyonda iktidarın lehine muhalefetin ise aleyhine. Meclis’in çok daha işlevsel olduğu günlerde iktidarı köşeye sıkıştıramayan muhalefetin bunu şimdi başarması pek olası görünmüyor. Dolayısıyla “Meclis’te geçit vermeyiz” iddiası boş bir vaatten öte bir anlam ifade etmiyor.

* Meclis’te muhalefetin politik çeşitliliğinin artması yasama-denetleme işlevinden çok meclisle sokak ilişkisi bağlamında kıymetli. Özelleştirilen fabrikaların, yoksullaşan çiftçilerin olduğu yerde AKP çok oy aldı tekerlemesine hapsolmadan, 24 Haziran öncesinde olduğu gibi meydanlar, kahvehaneler, fabrika önleri politik tartışmanın mayalandığı, halk katılımının yükseltildiği yerel meclislere dönüştürülmeli. Acı reçete kapıdayken yalnızca seçim zamanı değil 365 gün emekçiyle, işsizle, gençlerle omuz omuza olunmalı.

*“İktidar bloku yönetim krizi içindedir” iddiasından umut devşirmekten vazgeçilmeli. Bu rejim, krizler üzerine inşa edilmiş bir olağanüstü idare tarzı. Toplumun tümüne dair rıza üretimine ihtiyaç duymayacak kadar bölünmüş toplum tezinden güç alıyor. Normalleşme beklentisi de muhalefetle ılımlı ilişki tavsiyeleri de rejimin gerçekliğiyle bağdaşmayan, aldatıcı laflar. OHAL’in kalkma ihtimali sermaye çevreleriyle yeni rejimin kurumsallaşmasına dair pazarlığın bir parçası, özgürlükler ve adalet açısından zerre kadar ilerleme olmayacağı aşikâr.

* Ana muhalefet partisi kendisine yönelik 15 Temmuz’dan çok önce başlayan iktidar saldırılarına karşı uzun soluklu bir direnç gösteremediğinden kazandığı mevzileri hızla kaybetti, kaybediyor. Berberoğlu’nun tutuklanmasında gördüğümüz üzere ilkin yüksek sesle tepki veriyor fakat hızla “normal” koşullarda siyaset ayarlarına dönüyor. Bu hata 24 Haziran akşamının yönetilememesine, iktidarın CHP’ye seçim gecesi verdiği gözdağına, Soylu’nun şehit cenazesi talimatına kadar uzanıyor. CHP, dostlar alışverişte görsün misali tepkiler vermekten vazgeçmedikçe yalnızca CHP’liler değil tüm muhalifler bedel ödemeye devam edecek.


* 24 Haziran öncesi muhalif politik dalganın yükselişi bir kez daha teslim olmayan milyonların varlığını gösterdi. Su çatlağını buluyor, Gezi’de, 7 Haziran’da, Hayır kampanyasında, Adalet Yürüyüşü’nde nasıl kendini gösterdiyse seçim sonrasında da varlığını sürdürecek. Üniversite mezuniyetlerinde cesaretle boyun eğmeyeceklerini haykıran gençler bu iradenin göstergesi. Bundan sonra iki çok temel görev önümüzde duruyor. İlki ilerici, laik, sol, demokrat kitlenin tek adam rejimine karşı direncini arttıran mekanizmaları inşa etmeyi sürdürmek, ikincisi ise ‘karşı mahalleye’ sesimizi duyurmanın araçlarını bulmak. Her ikisinin yolu da yüzünü halka dönmekten, gündeliği örgütlemekten geçiyor.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Seçimler tamam, ya şimdi? - OĞUZ OYAN

Cumhurbaşkanı adayı olan şahıs, henüz bir KHK ile bile yasal dayanağı oluşmamış olan yeni yönetim şemasını seçimlerden kısa süre önce açıklayıverdi. Şema, ortada bir güneş gibi duran Cumhurbaşkanı etrafında kümelenmiş bir galaksi sisteminin spiral kollarını andırıyordu. Gerçi kozmolojik anlamda galaksilerin merkezinde bir güneş değil, binlerce güneşten daha yoğun bir “karadelik” yer alır.
OĞUZ OYAN / Emekli Öğretim Üyesi.

Baskın seçimlere götüren siyasi oportünizm
İki ay kadar önce iktidar partisi ve ortağı baskın bir seçimi planlarken birkaç fırsatçılık hamlesini birden yapabilmeyi ummaktaydı. Bunlardan birincisi, bu seçimlerin olağan tarihlerinde yapılması durumunda karşılaşılması muhtemel bir kriz konjonktürüne yakalanmamaktı. İkincisi, milliyetçi sağ siyasette başlayan yeni bir partileşme sürecini gafil avlayarak seçimlere katılmasını engellemekti. Üçüncüsü, kriminalize edilen ve önemli yöneticileri tutuklanan HDP siyasetinin ittifaklar kurmasını siyaseten engellemek ve bu hareketi baraj altına iterek potansiyel milletvekili sandalyelerini yağmalamaktı. 

Bu son iki siyasi hamlenin beklenen sonucu ise, ikibuçuk partili bir Meclis yapısında Anayasayı değiştirecek nitelikli çoğunluğa (400+ milletvekili) sahip olarak bir kurucu meclis gibi çalışmayı sağlayabilmekti. Nihayet, dördüncü beklenti de, Akşener’in adaylığının muhalefetin ortak aday çıkarmasını engelleyeceği ve anamuhalefet partisinin de güçlü bir aday çıkaramayacağı üzerine kurulmuştu.

Bu hamlelerden birincisi hedefini buldu, çünkü halk katmanları tarafından bir kriz algısının yerleşmesinden önce seçimler gerçekleştirildi. Ancak diğer iki hamle, anamuhalefet partisinin aktif ve pasif müdahaleleriyle hedefini bulamadı. CHP yönetiminin İYİP’e 15 milletvekili ödünç vermesiyle iktidarın birinci oyunu bozuldu. İkinci oyunu (HDP’yi kriminalize ederek baraj altı bırakmak) ise CHP tabanı kendi inisiyatifiyle (stratejik oy tercihiyle) bozdu.
Bu arada, anamuhalefet partisinin, pek istemeyerek de olsa, M. İnce’yi aday göstermesi cumhurbaşkanlığı yarışının beklenenin ötesinde bir çekişme ve ilgiye konu olmasına ve tüm seçim konjontürünü belirlemesine yol açtı.
İktidarın kaygıların ne kadar gerçek olduğu seçim sonuçlarıyla belli oldu: 1 Kasım 2015’teki oy oranı yüzde 49,5’ten yüzde 41,85’e gerileyen ve Meclis çoğunluğunu yitiren AKP, eğer MHP ittifakı olmasaydı bu defa cumhurbaşkanlığı için de yüzde 42’yi aşamayacaktı. Nitekim Cumhur İttifakı’nın yüzde 52,75 düzeyindeki oyu RTE’nin yüzde 52,59’luk oyuyla neredeyse örtüşmektedir. Üstelik seçim yasalarıyla, bağımsız olması gereken anayasal kurumların yapısıyla bunca oynamasına, medyayı baskılamasına, seçim manipülasyonlarına rağmen ucu ucuna bu sonuçlara ulaşabilmiştir.

Bu sonuçların ne kadar şaibeli olduğu tartışmasına girmeden şu saptamaları yapalım: 1 Kasım seçimlerine kıyasla AKP’nin kaybı 7,65 puan, CHP’nin 2,8 puan, MHP’nin 1 puandır. Toplamı 11,45’tir. Bundan HDP ve SP’nin toplam 1,5 puanlık oy artışını düşerseniz, seçime ilk kez giren İYİP’in 9,9’luk oyuna ulaşırsınız. MHP, İYİP’e kaptırdığı oyları daha önce (Haziran-Kasım 2015 arasında) AKP’ye kaptırdığı 4,4 puanlık oyun geri dönüşüyle telafi etmiş gözükmektedir. MHP’nin neden erimediğine ilişkin bir değerlendirmemize gönderme yapmakla yetiniyoruz (Bkz. Sol Haber Portalı, 26 haziran tarihli yazımız). CHP’nin oy kaybını kısmen HDP’ye yapılan transferler açıklayabilir; ancak bu CHP’nin başarılı olduğu anlamına gelmez. Partinin seçim kampanyasının çok sönük planlanmasını da mazur göstermez.


Seçim kampanyaları üzerine
Bu seçimler boyunca ideolojik saflaşmaların esnemeye çok yatkın olmadığı veya kutuplaştırma politikasının ideolojik katılıkları daha da pekiştirdiği bir kez daha gözlemlendi. Ama bu sadece karşısındakinin söylediklerine kulaklarını tıkamak anlamına gelmiyor; karşısındakinin söylediklerinin kendisine ulaşmasının engellenmesini de içeriyor. Medyanın ele geçirilmesi, sadece devlet medyasının değil sermayenin medyasının da iktidarın propaganda aygıtına dönüştürülmesi, muhalefetin sesinin fiilen iktidar seçmenine ulaşmasının blokajı anlamına geliyor. İnce’nin mitingleri büyük kalabalıklar toplayabildi, ama TV’den izlenme yaygınlığı düşük kaldı. Seçimden önceki son gün, Maltepe’de milyonlarca kişiyi toplayan İnce’nin mitingi yerine kasıtlı olarak aynı saatlere denk getirilmiş Erdoğan’ın İstanbul’un ilçelerindeki küçük mitinglerinin yayınlanıyor olması, hitap edilen kitlelerin sayısal büyüklüğünü terse çevirebiliyordu.

Kampanyalarda üç büyük muhalefet partisinin ve onların cumhurbaşkanı adaylarının açıkladıkları programların, iktidarın ekonomik programına gerçek bir alternatif oluşturmaktan ne kadar uzak olduğu da görüldü. Sistem içi çözümlere odaklanan, iç ve dış sermayeye güvence vermeyi önceleyen, neoliberal politikalara hiçbir temel eleştiriyi içermeyen, iktidarın ekonomik politikalarına sert tepkiler vermeyen, örneğin otokratın kendi söyleminin tersine faizleri arttırmaya yönelmesini bile alaya almayan, ama bu arada emek kesimleri lehine bolca vaatler sıralamaktan da geri kalmayan, sonuçta iç tutarlılığı oldukça tartışmalı öneri listeleri sıralandı durdu.

Sosyal-ekonomik vaatler yarışırken, bunların yol açacağı genişletici maliye politikalarının bugünün konjonktüründe ne kadar uygulanabilir olduğu da kimsenin seçim öncesi kaygıları arasında yer almadı. Acil bir kriz tehdidine karşı bir hazırlığın olduğuna dair işaretler de alınmadı ve sanki iktidarın el değiştirmesiyle ve hukuk devletinin geri gelmesiyle ekonominin kendiliğinden düzeleceği izlenimi verilmeye çalışıldı.

Bu arada muhalefetin milletvekili listelerinde, neoliberal politikalara radikal eleştiri yönelten isimlerin yer almaması da “aslında biz birbirimize benzeriz” mesajı gibi de algılanabilirdi.

Yeni yönetim şeması: Merkezdeki güneş mi karadelik mi?


AKP rejiminin anayasası 24 Haziran sonrası tüm hükümleriyle yürürlüğe girdi. Türkiye’de artık tuhaf bile sayılamayan şey, 16 Nisan 2017 sonrasında Anayasa’nın değişen hükümlerinin uygulanmasının ayrıntılandırılmasını sağlayacak uyum yasalarının belirtilen süre içinde çıkarılmayıp bunların seçim kararı alındıktan sonra bir yetki kanunuyla KHK düzenlemelerine bırakılmasıydı. Cumhurbaşkanı adayı olan şahıs, henüz bir KHK ile bile yasal dayanağı oluşmamış olan yeni yönetim şemasını seçimlerden kısa süre önce açıklayıverdi.

Şema, ortada bir güneş gibi duran Cumhurbaşkanı etrafında kümelenmiş bir galaksi sisteminin spiral kollarını andırıyordu. Gerçi kozmolojik anlamda galaksilerin merkezinde bir güneş değil, binlerce güneşten daha yoğun bir “karadelik” yer alır. Yeni sistemin merkezini güneşe mi yoksa karadeliğe mi benzetmek gerekir bunu herkes kendi siyasi konumuna göre takdir edebileceği gibi, ekonominin içinde bulunduğu durum da kısa sürede bu konuya bir açıklık getirebilir. Ekonomi değil de siyaset açısından bakılsaydı, karadeliğin şimdiden cumhuriyeti yuttuğu metaforu da pek aykırı düşmezdi.

Şemanın şekline değil de içeriğine bakıldığında, kamuda karar alma düzeneğinin hem aşırı merkezileştirildiği hem de benzer alanlarda faaliyet gösterecek kurullar, ofisler ve bakanlıklar arasında işlev mükerrerliği ve karar çatışmalarına uygun kaotik bir yapı oluşturulduğu görülür. Üstelik artık arada koordinasyon ve gerekirse tampon görevi görebilecek bir başbakanlık kurumu da yoktur. Yapı şöyle: Dış spiralde 16 bakanlıktan oluşan “başkanın kabinesi” var; onun önündeki iç spiralde doğrudan cumhurbaşkanıyla çalışacak “bağlı kurullar” (7 kurul) var; güneşin karşı yüzündeki iç spiralde ise, gene cumhurbaşkanıyla doğrudan çalışacak “bağlı ofisler” (5 ofis) var; ayrıca gene doğrudan cumhurbaşkanına bağlı “bağlı kuruluşlar” (7 başkanlık ve kurul) var: Genelkurmay Başkanlığı, MİT, MGK, DDK, Diyanet, Savunma Sanayii Başkanlığı, Strateji ve Bütçe Başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı Özel Kalemi ve İdari İşler Başkanlığı ile cumhurbaşkanı yardımcıları dışarda tutulursa sayıları 35’i bulan bu kurullar, ofisler, başkanlıklar ve bakanlıklarla aydabir sıklığında bir araya gelinmesi durumunda bile günlerin yetmeyeceği görülür.

Karar çatışmaları durumunda son karar vericinin ortada güneş gibi parlayan tek adam olduğunu düşünüp içinizi ferahlatabilirsiniz; hatta bu kaotik yapının, tek adamın vazgeçilmez rolünün vurgulanması için özel olarak tasarlanmış olabileceğini (veya kamuda karar alma süreçlerinin kasıtlı olarak dolambaçlı kılındığını, böylece sermaye sınıfı üyelerine Saray dışında merci aramamalarının hatırlatıldığını) da aklınıza düşürebilirsiniz. Sonuç değişmiyor; ortada akla ziyan bir teşkilat şeması var.

Konuya salt kamu ekonomik/mali yönetimi açısından bakıldığında ise manzara şöyle: Ekonomiyle ilgili bakanlıkların sayısı üçe indirilmiş gözüküyor: Hazine ve Maliye Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, Sanayi ve Kalkınma Bakanlığı. Bununla birlikte, Cumhurbaşkanına doğrudan bağlı şu kurul, ofis ve başkanlıkları de hesaba katmalısınız: Ekonomi Politikaları Kurulu, Sosyal Politikalar Kurulu, Finans Ofisi, Yatırım Ofisi, Strateji ve Bütçe Başkanlığı... (Tabii, Teknoloji Ofisi ile Bilim, Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu da bu denklemde yer bulabilir).
Bütün bunlar çok yeni görünebilir; ama Özal’ın bunun ilk denemelerini yaptığını bilmekte yarar var. Özal anlayışı, güçlü bir yürütme zayıf bir yasama oluşturmak doğrultusunda yarı-mamul yasalarla yürütmeye önemli yetki devirlerinde bulunmuş, bütçe dışında önemli bir fon sistemi oluşturmuş (o kadar ki 1990’a gelindiğinde fon sisteminin gelirleri bütçe gelirlerinin yüzde 57’si büyüklüğüne erişmişti), kamu tüzel kişiliğini parçalayarak ve dağıtarak parlamentonun denetim yetkilerini aşındırmış, kamu ekonomisi yönetimini merkezileştirmiş (fon gelirlerinin yüzde 73’ü doğrudan başbakanlık kontrolündeydi), bu arada kamu ekonomisi yönetiminin geleneksel yapısını parçalayarak başbakana bağlı çok sayıda kurul aracılığıyla yönetmeye çalışmıştı. (1984’ten itibaren Hazine, Maliye Bakanlığı’ndan koparılarak bir devlet bakanlığı aracılığıyla Başbakanlığa bağlanmış; Yüksek Planlama Kurulu’na rakip olarak Ekonomik İşler Yüksek Koordinasyon Kurulu ile Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı devreye sokulmuştu).

Özal’a hayranlıklarını gizlemeyen bugünkü zevatın onun yolundan gitmesinde yadırganacak birşey olmayabilir. Ancak şunu hatırlatmak da bizim işimiz: Özal’ın arapsaçına çevirdiği fon ve maliye yönetimi, vergi almak yerine borçlanmanın tercih edilmesi (bu, kamu maliyesini sermayeye rant aktarma kurumuna çevirmişti), sistematikleştirilen yolsuzluk ekonomisi sonuçta 1990’larda büyüyen bir maliye krizinin zeminini hazırlamıştı. 2000 yılına gelindiğinde vergi gelirlerinin borç faizlerini karşılamaya bile yetmemesinin sorumluluğunu AKP’liler koalisyon hükümetlerine yüklemeyi pek severler; oysa bu saatli bomba Özal döneminde kurulmuştu. Bütün bunların sonucu da 1998-2008 arasında 10 yıl sürecek uzun bir IMF güdümü oldu. Şimdi gidilen yer acaba farklı mı? Ekonomideki bozulmaların hafife alınamayacağını (bu bugünkü yazımızın konusu değil) yerel seçimler öncesinde gözlemleme fırsatımız olacak görünüyor.

Seçim sonuçlarının anamuhalefeti karıştırıcı etkileri
Üç konuya hızla değinip bitirelim.

Birincisi, seçim akşamları seçmene saygı gereği tutarlı ve sürekli açıklamalar yapılmalıdır. Buna bağlı bir konu da, seçim sonuçlarını sağlıklı izleme iddiasının boş bir iş olduğunun artık kavranmasıdır. Bu tür bir iddianını öncelikli hedefi, muhalif seçmeni sandığa küstürmemek ve onu harekete geçirebilme dinamiğini yitirmemektir. Bir anlamda seçmen avutma işidir. İki nedenle: Bir, kasıtlı olarak çok kısa bir zaman diliminde çok hızlı veri akışı sağlayan bir sistemle yarışmak amatör olanaklarla mümkün değildir. İki, seçim sonuçlarının güvenilirliği sandık sonuçlarının iletilmesi ve hatta ilçe seçim kurallarında birleştirilmiş verilerin karşılaştırılmasından ibaret değildir; ama bu bile sağlıklı olarak yapılabilir değildir. SEÇSİS sistemi yürürlükte olduğu sürece, sayısal ortamda oy kaydırmalarını önlemek mümkün gözükmemektedir. O halde asıl mesele SEÇSİS’i hedef almak ve toplumsal tepkiyi oraya yöneltmektir.

İkincisi, İYİP’ten iktidar olanaklarını paylaşmaya yönelik açıklamalar dikkatle izlenmelidir. Dinci ve milliyetçi sağın üçte ikilik bir oy tabanına oturduğu bir toplumda, iktidardaki dinci çoğunluk partisinin seçenekleri sanıldığından fazla olabilir.

Üçüncüsü, anamuhalefet partisinde genel başkan ve yönetim üzerinde oluşacak değişim basıncına direnmek, yönetime, ancak yerel seçimler sonuna kadar zaman kazandırabilir. Aslında olması gereken asıl iş, şimdi veya 2019’da, yumuşak bir geçişin sağlanmasıdır. Yoksa, iktidarın işine yarayacak bir süreç yaşanabilir.

OĞUZ OYAN / Emekli Öğretim Üyesi.
BİRGÜN

Yeni rejimin emekçiler açısından anlamı...- AZİZ KONUKMAN

24 Haziran seçimlerinin ardından artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen tek adam rejimine veya Saray rejimine geçiliyor. Mevcut yönetim sistemi buna göre yeniden şekilleniyor, mevcut hükümetin yetki kararnameleri ile sistemin alt yapısı hazırlanıyor. Önce 16 bakanlık, 9 kurul, 4 ofis kurulması, ardından da atamaların yapılması öngörülüyor. Bütün bu hazırlıkların 9 Temmuz’a kadar sonuçlandırılması gerekiyor, çünkü yeni sistem o tarihte başlıyor. Bu yeni sistemde bürokrasideki kademeler azaltılacak ve yeni görevlendirmeyi tek adam konumundaki Erdoğan’ın kendisi bizzat yapacaktır.

Sadece atamalar mı? 

Ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasından sorumlu yeni kurullar, yürütmeden sorumlu bakanlıklar ve bakanlıkları ilgilendiren konularda faaliyet yürütecek olan ofisler de tek adamın kontrolünde olacak. Tek adam ayrıca sözü edilen bu kurumsal yapıların koordinasyonundan da sorumlu olacak. Diyeceksiniz ki, seçimler öncesinde de zaten tek adamlık sistemi vardı ve uygulanıyordu. Haklısınız, fiilen durum öyle idi. Burada yeni olan, fiili durumun hukukilik kazanmasıdır. Artık yeni Anayasal düzenleme ile bütçe dâhil tüm ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulması, uygulanması, izlenmesi ve denetlenmesi tek adamın uhdesindedir.

Dayanakları nedir?
Geliniz bu tespitlerimizin Anayasal dayanaklarını görelim ve bu dayanakları tartışmaya açalım. 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 8. maddesinde sıralanan çok sayıdaki fıkralardan birisiyle, sayıları on binleri bulabilecek kamu çalışanının atanmalarına ilişkin usul ve esasların Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenmesi hükme bağlanıyor. Madde metninde üst kademe kamu yöneticisi denilmekte ancak uygulamada bu tanımın kapsamı geçmiş idare tarzı örnekleri gösteriyor ki giderek genişleyecek. Yani bu çalışanların(bürokratların) geleceği tek adam konumundaki Cumhurbaşkanının iki dudağı arasında olacak.


Kanunun 15. maddesiyle bütçeyle ilgili düzenleme yapılıyor. Bu düzenlemeyle bütçe hazırlama ve sunma yetkisi Cumhurbaşkanına veriliyor. Bütçenin Genel Kurulda görüşülmesi ve onaylanması sürecinde tuhaflıklar var. Burada kim savunacak bu bütçeyi belli değil. Bu konu düzenlenmemiş. Düşünsenize! Bütçeyi birisine hazırlatıyorsunuz, Cumhurbaşkanına sorumluluk veriyorsunuz, Cumhurbaşkanı o bütçeyi Meclise sunuyor fakat milletvekillerinin muhatabı Cumhurbaşkanı değil. Acaba Meclisin karşısındaki muhataplar, Sarayın bürokratları mı olacak? O zaman da siyasi sorumluluk taşımayan kişiler Meclise muhatap kılınmış olacak. Bir diğer soru, Cumhurbaşkanı bütçeyi nasıl izleyecek? Padişahlar hani bazen halkla görüşmeleri perde arkasından izlermiş. Bunun gibi bir şey mi olacak; Bütçe Meclis’te tartışılırken ‘Efendim hazırladığınız bütçe şu an komisyonda görüşülüyor, buyurun perde arkasından izleyebilirsiniz’ denecek her halde. Bütçe hazırlama ve sunma yetkisinin Cumhurbaşkanına verilmesi, beraberinde bugüne kadar çok ciddi bir şekilde zedelenmiş olan bütçe hakkını kullanılamaz hale getirecektir.

Bütçe hakkının kazanılması mücadelesinde halk, önce vergi hakkını sonra da harcama yapılmasına ilişkin yetkiyi elde etmiş, bütçenin yıllık onanması sisteminin kabulüyle de bütçe hakkı bugünkü şekline kavuşmuştur. Dolayısıyla bütçe hakkının gelişimi ilgili yazında üç aşamada incelenmektedir: Vergi alma hakkı, harcama yapma hakkı ve yıllık bütçeyi onama hakkı. Vergi alma hakkı, yöneticilerin saldıkları ağır vergilere karşı gelişen tepkiler ve ardından ortaya çıkan isyanlar sonucunda elde edilen bir haktır. Mutlak monarşilerin tüm engelleme çabalarına rağmen, halkın diretmesi sayesinde bu hak ortaya çıkmıştır. Bu çetin mücadeleler sonucunda vergilerin parlamento tarafından onama hakkı elde edilmiştir. İngiltere’de Avam Kamarası (Common Council) adını taşıyan genel meclisin onayı olmaksızın vergi alınmaması 1215 tarihli Büyük Özgürlükler Sözleşmesi (Magna Carta) ile mümkün olmuştur. Batıda bütçe hakkının ilk aşaması olan vergi alma hakkına ilişkin ilk yazılı belge bu sözleşme olmuştur. Bu değişiklikle insanlığın uzun yıllar mücadele vererek kazandığı bütçe hakkı Türkiye’de daha da geriye gidecektir. Yani Magna Carta kazanımı büyük bir darbe yemiş olacaktır. Çünkü bu değişiklikle Meclis devre dışı bırakılıyor. Meclis adeta işlevsiz hale getiriliyor. Yani Magna Carta’yla birlikte Meclise verilmiş bu yetki, halkın temsilcilerinden alınıp tekrar tek adama iade edilmiş oluyor. Bütçe hakkı toplumdan, Meclisten çıkıp tekrar güçlü otoriteye geri dönmüş oluyor. Böylece bütçe hakkına ölümcül bir darbe indirilmiş oluyor. Tabii böyle bir durumda, Meclis adına denetim yapmakla görevli Sayıştay’ın bütçe denetimi de Meclis devre dışı kaldığı için anlamsızlaşmakta ve geçersiz kalmaktadır. Bu düzenlemeyle Anayasa değişikliği öncesinde oluşturulan Varlık Fonu’nun yarattığı paralel bütçe ve hazineyle birlikte Cumhurbaşkanının iki tane bütçesi iki tane hazinesi olacak. Böyle bir şey olabilir mi? Üstelik paralel! Paralel devletle, paralel örgütlerle mücadele edilen bir dönemde, bütçesi paralel, hazinesi paralel, böyle enteresan yapı ile karşı karşıya kalmış olacağız.

Kanun yürürlüğe girmezse ne olur?
Bütçe düzenlemesiyle ilgili bir diğer nokta, bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde ne olacağı sorusudur. Düzenlemeye göre bu durumda, geçici bütçe kanunu çıkarılıyor. Geçici bütçe kanununun çıkarılamaması durumunda ise, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanıyor. Yani Cumhurbaşkanının hazırlayacağı bütçeye Meclis onay vermezse, reddetse dahi Cumhurbaşkanı hiç bir sıkıntı yaşamayacak. Otomatikman bütçe ödenekleri yeniden değerlendirme oranında artacak.

Yeniden değerlenme oranı yeni üretici fiyatları endeksi (YÜFE) üzerinden hesaplanıyor. Bütçenin Meclise sunulduğu yılın Ekim ayından 12 ay geriye gidiliyor ve dönemin ortalama endeks değeri bulunuyor. Sonra bir önceki yılın da aynı şekilde 12 ay geriye gidilerek ortalama endeks değeri hesaplanıyor. Bu iki değerden gidilerek yıllık YÜFE yüzde artışı bulunuyor. Bu orana yeniden değerlendirme oranı deniliyor. İşte, bütçe ödenekleri bu oran kadar artırılarak yeni bütçe ödeneklerine ulaşılıyor. Bu oran nereden çıktı derseniz, bizim mevcut sistemde de var. Bilindiği üzere, yılbaşında “maktu vergiler ya da trafik cezaları, pasaport ücretleri, pul parası, çöp vergisi şu kadar arttı’’ deniliyor. İşte o artışlar yeniden değerlendirme oranı kadar oluyor. Şimdi bunu bütçenin bütün kalemlerine getiriyorlar.

Tek adamın belirleyici olduğu bu Yeni Rejim’in ekonomi ve sosyal politikalara ilişkin unsurların nasıl şekillendirileceği ise, Kanunun 8. maddesinde yer alan bir fıkrayla bütünüyle tek adam, Cumhurbaşkanının iradesine bırakılıyor. Bu fıkrayla ‘sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler’ konusunda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılması yetkisi veriliyor. Aklınıza sosyal ve ekonomik haklara ilişkin hangi konular geliyorsa, Cumhurbaşkanı her bir konuda rahatlıkla bir kararname çıkarabilecek. Hiç kuşkunuz olmasın bunların büyük bir çoğunluğu emeğin kazanılmış haklarının tasfiyesine yönelik olacaktır. Akla ilk gelenler, kamuda istihdamın esnekleştirilmesi çalışmalarının sonuçlandırılmasıyla 657’ye tabi istihdamın tümüyle tasfiye edilmesi ve kıdem tazminatı fonunun kurulması.

Bu düzenlemeler, kamu çalışanlarının iş güvencelerinin ve tüm ekonomik ve sosyal hakların ‘’Türkiye Anonim Şirket(A.Ş) gibi yönetilmelidir’’ diyen tek adamın iradesine tabi olacağını gösteriyor. Çünkü hem Reis hem de partisi AKP ülkeyi, üzerindeki varlıklarıyla birlikte A.Ş olarak görmekte, ülke vatandaşlarını da bu A.Ş’nin emekçileri gibi rejimine uygun çalıştırmayı amaçlıyor. Yeni Kamu İşletmeciliği(YKİ) modeli artık siyasal rejim alanına taşınmıştır. YKİ modeli; modelin ayrıntısı için “Başkanlık Sisteminin Ekonomiye Etkisi” başlıklı çalışmamıza bakılabilir. Çalışma, Türkiye Barolar Birliği’nin 336 nolu kitabında yer alıyor.

Devlet bir yandan kamu hizmeti üretimi alanında küçültülürken öte yandan özel sektör gibi üretim yapmaya zorlanıyor. Bu model ile devlet girişimcilik ruhuyla harekete geçen, piyasa ile uyumlu ve müşteri odaklı kamu hizmeti üretiminin hem de kamu hizmeti üretiminde rol alan kamu emekçilerinin piyasa ilişkileri içine çekilmesi yönündeki girişim ve uygulamaları tüm hızıyla sürdürülmekte. Bir yandan kamu hizmetleri müşteri konumuna getirilmiş yurttaşların satın alma güçleri ölçüsünde yararlanabilecekleri (parayı veren düdüğü çalar özdeyişini çağrıştıran “kullanan öder” ilkesi gereği ) bir piyasa malına dönüştürülürken diğer taraftan kamu personel rejimi bu dönüşüme uygun ve uyumlu çalışır hale getirilmekte. Bu Yeni Rejim’de ülke AŞ, tek adam CEO, ülke vatandaşlarını da bu A.Ş’nin emekçileri konumundadır.

Muhalefet ne yapmalı?
Artık toplumsal muhalefet bu yeni konumlanmaya göre daha sınıfsal bir zemine taşınmak zorundadır. Böylesi bir zeminde mücadele ise hiç kuşkusuz eskisinden daha sert ve çetin olacaktır…

Aziz Konukman / BİRGÜN

Saray’da kaç çıplak ayaklı ağırlanabilir? - ŞÜKRAN SONER

Seçim sonuçlarının kazananı, kaybedenleri üzerinden, medyada yapılan tartışmalarla da yetinmeyerek, çok kanallı, göreceli en uzman, en bilimsel verilerle yaklaşılanları, ağırlıklı, işin içinde çalışmış tarafların yüz yüze gözlemlerini, birikimlerini de katan, çok farklı cephelerden yaklaşımlar, beklentiler, çabaların bütünlüğüne, gerçekliklerine, yanlışlarına ulaşabilmek yolunda, ulaşabildiğim değerlendirmelerin bütünlüğünden daha sağlıklı, doğru sonuçlar çıkarabilmeyi amaçladım. İsterseniz gazetecilik profesyonelliğinden sapmama deformasyonu, takıntısı olarak da görebilirsiniz. Oysa pusulanızı doğru seçmeniz, neyi amaçladığınızı, hangi değerleri savunduğunuza bakmanız yeterli. 

Seçim sonuçları değerlendirilirken, kazanan, kazandıranlara bakılarak yapılmış değerlendirmelerin, sandık-seçim ilişkisi içinde bilimsel, objektif ölçümlemeler olduklarından kuşkum yok. Gazetecilik mesleği, hele de uzun soluklu içinde kalabilmiş olmak, bilimsel teknolojik devrim çağında, etkin medya güdüleme gücünün, çoğunluğun insan hakları, hak hukukunun gasp edilmesinde, ister şiddet, ister tehdit, ister çaresizlik, isterse gönülülük üzerinden olsun.. sonuç almada silahlı güçten öne çıktığı gerçeğini de öğrenmiş olmak anlamına geliyor. Medya güdüleme gücünü elinde tutabilenler, gönüllerince yalanlarla, gerçekleri ters yüz etme sanatını kullanarak özellikle ve öncelikle en yoksul, en yoksun, gerçekleri öğrenme çabaları en zayıf olan kitlelerle oynama şansını yakalayabildikleri içindir ki, günümüzde dünya ölçeğinde demokrasi, insan hakları, insanca paylaşım düzenlerinden çok ağır sapmalar yaşanmakta...

***

Amerika’da ben de kilit bir medya güdüleme şirketinin uzmanlarından, başkanlık rejiminin en köklü uygulamasının geçerli olduğu ülkelerinde, en kültürlü kül yutmaz Amerikalıdan beyzbol maçı seyredecek kadar İngilizce bilenine birkaç dakikalık bir yayın akışı içinde dönemin Devlet Başkanı eliyle nasıl yalanla kandırılıp, güdülenebildiklerinin dersini görmüştüm. Üstelik dönemin seçim kazanmış başkanı 
Reagan Kongre’de tüm Amerikalıları kandırırken yalan bile söylememiş, söylemiş gibi yapmıştı. Yan yana görüntüler, fotoğraf sahneleri ile o gün Nikaragua limanına yük boşaltan Sovyet bandıralı bir gemiyi göstermiş. Ortega’ya Mig uçağı yardımı mı yapıldı sorusunu sormuş, hemen arkasından Amerika’nın Ortega yönetimine karşı örgütlenmeler için bütçeden para çıkarması gerektiğini savunarak, “Amerika Nikaragua’da 2. bir Küba’ya izin vermeyecek” demekle yetinmişti. Gelsin haritalar, iki liderin askeri giysili fotoğrafları.. Trajikomik olanı aradan bir yıl geçmiş, dersi veren şirketin sözcüsü, aslında o gemiden gıda maddeleri mi yoksa gerçekten Mig mi çıkarıldığını bilmediklerini itiraf etmişti. Gerçek önemli değildi. Amerikan halkı buna inandırılmış, istenen karşı-terör örgütlenmesi için Amerikan bütçesinden para çıkarılmıştı.. Nikaragua’daki acı sonuçlarını biraz tarihe meraklı olanlarımız biliyorlardır...

Özal’lı 12 Eylül sonrası günlerdi. 12 Eylül’e gidiş, anarşi-terör, 1Mayıs, DİSK belgeselleriyle paralelliğe dayanamayıp, “Bizdeki programları siz mi yaptınız” sorusunu sorduğumda, gülerek “Biz yapmadık ama benzer bir şirketin parmağı vardır” yanıtını almıştım.
***

Anımsattım, çünkü başkanlık modelinde, adı Cumhurbaşkanı, kendisi otoriterleşme, sivil diktatörlükler modellerinin en travmatiklerinin yaşandığı yoksul ülkeler örneklerini mumla aratabilecek, hem parti başkanı, hem başkan düzenine geçiş sürecinde, ülkemizde yaşatılan sınırsız anayasal düzen, hak, hukuk, kamu kaynakları kullanımı, kamu gücünün seferber edilmesi.. suçlarının halkalarına bakılmaksızın, “Sandık sonuçları başarılıysa kazanılmıştır” saptamasının asıl, bir kez daha gerçeklerin tersyüz edilmesi olduğunu görmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum... 

Gülen cemaati ile ortaklık içinde yapılanlar unutulacak, yetmez FETÖ’cü darbe apaçık emperyal oyunlar tuzağında 15 Temmuz’da yaşandıktan sonra, canlarını ortaya atanların direnişleri üzerinden üretilen 20 Temmuz, OHAL düzeninde, 24 Haziran seçimlerine kadar atılmış her adımda çok fazla anayasal hak hukuk ihlalleri, kamu gücünün, kaynaklarının apaçık kullanılması suçları söz konusu iken, tam da kamu güdülemesi sanatı üzerinden yapılmış değerlendirme düz mantığını haklı, ahlaki bulamıyorum... 

Tabii ki medyaya yansıyan yoksul, çaresiz oldukları kadar, kişisel çaresizliklerine sırtlarını dönmüş olarak, ülkeyi FETÖ’cü darbeden kurtardığına inandıkları, çok da sevdikleri besbelli liderlerine oy verebilmek uğruna yalınayak seçim sandığına kadar yürüyen karı koca seçmenin içtenliklerine çok büyük saygı duyuyorum.

Lider, Erdoğan’ın, bu görüntüleri ile kamuoyuna mal olan seçmenlerini Saray’a davet etmeleri, akılcı, insana dokunma jestinin kanıtı, değerli. Saray kaç çıplak ayaklı seçmeni ağırlayabilir?

Şükran Soner /CUMHURİYET