“Muhalif ama nihilist” ruh halinden kurtulmak - FATİH YAŞLI

On altı yılın sonunda iktidar partisinin çok sayıda badireyi atlattıktan sonra hâlâ iktidarda kalabilmesi ve muhalefetin hâlâ herhangi bir alternatif üretmeyi becerememiş olması şüphesiz ki toplumun muhalif kesimlerinde çok ciddi bir umutsuzluk ve yılgınlık dalgası yarattı.

Bu umutsuzluk ve yılgınlığın yarattığı sonuçlardan biri ise “muhalif ama nihilist” diye adlandırabileceğimiz bir ruh halinin geniş kitleleri esir alması oldu. İktidarın toplumsal mühendislik projesine hiçbir zaman destek vermeyen, iktidar tarafından hiçbir zaman kapsanamayacak olan ama artık hiçbir şeyin değişmeyeceğine, bunların sonsuza kadar iktidarda kalacağına inanan milyonlar var ülkede. Bu “muhalif ama nihilist” ruh hali, iktidar partisinin tabanının ne olursa olsun partisinden kopmayacağına, her durumda ona oy vereceğine dair değişmez bir kanaate sahip olmaktan tutun da, iktidar partisinin ve “Reis”in yaptığı her şeyin, attığı her adımın mutlaka büyük bir planın parçası olduğuna, ortada hep danışıklı bir dövüş, bir tezgâh bulunduğuna inanmaya meyilli. Bu ise iktidar partisine ve liderine mutlak bir güç, insanüstü bir akıl, yenilmezlik, alt edilmezlik atfetmek anlamına geliyor doğal olarak.

Buna hemen somut bir örnek verelim: Mckinsey’le yapılan anlaşmanın iptalinin aslında en başından beri tezgâhlanmış bir oyun olduğuna, bunun ince ince planlandığına, “Reis”in son anda devreye girip anlaşmayı iptal ederek bir kez daha tabanın gönlünü fethettiğine, tüm bu yaşananların sırf bunun için sahneye konulduğuna inanan bir toplam var.

Peki sahiden öyle mi? Yaşadığımız her şey iktidarın her seferinde başarılı bir şekilde topluma yutturmayı başardığı bir mizansenden, bir oyundan mı ibaret? Bu sorunun yanıtının açık bir şekilde “hayır” olduğunu söyleyelim ve Mckinsey örneği üzerinden ne dediğimizi ayrıntılandırmaya çalışalım.

Mckinsey’le yapılan anlaşma ve sonrasındaki iptal, ekonomik kriz derinleştikçe bunun bir yönetememe haline dönüşmesinin ilk örneklerinden biri sadece. O kadar yerlilik, millilik edebiyatı yaptıktan sonra gidip ABD’li bir şirketle anlaşmaya mecbur kalmak bunun bir yansımasıydı; o anlaşmayı damadın ve havuz medyasının çılgınca savunmasının ardından “Reis”in “Anlaşma falan yok biz bize yeteriz” demeye mecbur kalması da başka bir yansıması. Aynı şekilde, TBMM’de “Bundan sonra yolumuza AB ile devam edeceğiz” dedikten sadece üç gün sonra “AB bizi yıllardır oyalıyor, gerekirse referanduma gider süreci bitiririz” demek ya da enflasyon rakamları sonrası TÜİK başkan yardımcısını görevden almak gibi kısacık bir zaman dilimine sığan açıklama ve icraatlar da sözünü ettiğimiz durumun örnekleri olarak kabul edilmeli. “IMF olmadığı için McKinsey’e gittiler” demiştik, oysa gördük ki Mckinsey’le de olmuyormuş, meğer biz bize yetermişiz. “ABD’yle yaşanan gerilim ve kaynak arayışı AB’ye yanaşmalarını gerektiriyor” diye düşünüyorduk, meğer AB bizi kandırıyormuş ve üyeliği referanduma götürebilirmişiz. Hatta ve hatta enflasyon rakamlarının yüksek çıkmasını meğer bir bürokratı görevden alarak engelleyebilirmişiz. Hadi bir ekleme daha yapalım, üretim girdilerinin fiyatları ışık hızıyla artarken, meğer iş dünyasına “Fiyatları yüzde on aşağı çekin” diye seslenerek enflasyonu aşağı çekebilirmişiz. Tüm bunlar, pragmatizmle, esneklikle, hızlı karar almayla açıklanacak şeyler değildir, bunların hepsi kriz karşısında ne yapacağını bilememenin, yalpalamanın, paradigmanın sarsılmasının işaretleridir.

Enflasyondaki artış Merkez Bankası’nın faiz artırımını aldı götürdü, yeniden faiz artırsalar piyasa tamamen donacak, inşaat sektörü çökecek. Faizleri artırmasalar uluslararası sermaye gelmeyecek, kur artacak, ithalat girdilerinin fiyatlarının artışı beraberinde yeni zamları getirecek, bu da enflasyonu artıracak. Doğalgaza, elektriğe, benzine sürekli zam gelirken şirketlere ya da esnafa “Zam yapmayın” demek nereye kadar işe yarayabilir? Bürokratlar bu kadar keyfi bir şekilde görevden alınırken uluslararası sermaye buraya neye güvenerek gelebilir? 450 milyar civarında bir dış borç ve bunun geri ödemesi var, gereken kaynağın bulunma ihtimali sıfıra yakın, bu borçları kamunun sırtına yüklediğinizde bütçenin ne hale geleceği açık. Bankalar uluslararası piyasalardan bu kadar yüksek faizle borçlanıyorken esnafa ucuz kredi vermeye ne kadar devam edebilirler, devlet buna ne kadar garanti verebilir?
Velhasıl ortada giderek derinleşen ve normal mekanizmalarla çözülme ihtimali sıfıra yakın olan bir iktisadi kriz bulunmaktadır. Bu nedenle de karşımızda her adımı bir tezgâh olan, her seferinde yeni oyun kuran bir iktidar değil, bilakis bir çaresizlik ve ne yapacağını bilememe hali vardır. Dahası, bunun krizin derinleşmesine paralel olarak bir yönetememe ve rıza üretememe krizine dönüşme potansiyeli mevcuttur. 
Dolayısıyla, bu potansiyeli gören, buna müdahale etmeyi amaçlayan bir muhalefet kendisini alternatif olarak ortaya koyacağı gibi, kitleleri içinde bulundukları nihilizmden çıkarma gücüne de sahip olacak, halkla birlikte halkçı bir siyaset imkânı doğacaktır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

IMF de krizi telaffuz etti - HAYRİ KOZANOĞLU

IMF’nin Endonezya’nın Bali şehrindeki toplanana yıllık toplantılar sırasında yayımlanan Ekim 2018 Dünya Ekonomik Büyüme raporunda 2018 ve 2019 büyüme tahminleri aşağıya çekilerek yüzde 3.8 oldu. Özellikle Almanya ve Fransa büyüme performansları tempolarının yavaşlaması, dünya ticaretinin genişleme ivmesinin düşmesi yönündeki beklentiler, Türkiye’yi elverişsiz bir küresel ekonomik ortamın beklediğine işarete ediyor.

Türkiye’nin dahi olduğu yükselen ülkelerin ortalama enflasyonun 2018’te yüzde 5, 2019’da ise yüzde 5.2 tahmin edilmesi de ülkemizin dünyada olumsuz yönde ayrıştığının göstergesidir. Metin içerisinde keskin döviz kuru hareketleri yaşanırken, enflasyon beklentilerini kırmak için Türkiye’de para politikalarını sıkıştırılması gerektiğini ifade edebiliyor.

Başka bir yerde esnek bir kur rejimi altında döviz rezervlerini müdahale tüketmesi tavsiye edilen ülkeler arasında Türkiye’ye yer veriliyor. Ayrıca banka ve şirket bilançolarındaki bozulmanın altı çizilerek, banka denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi ve kriz yönetimi çerçevesinde geliştirilmesi öneriliyor. Aslında yukarıdaki ifadeyle Türkiye’nin bir ekonomik kriz yaşadığı IMF’nin telaffuz edilmiş oluyor.

Türkiye ile ilgili makro ekonomik projeksiyonlara, gelince; yüzde 3.5 büyümeyle kapatılacağı, 2019 büyümesinin ise 0.4’le sınırlı kalacağı öngörülüyor. Buradan rahatlıkla 2018’in son çeyreği ile 2019 3. çeyreği arasında ekonominin yüzde 1 ile 2 aralığında küçüleceği sonucu çıkarmak mümkün. Tüketici fiyatlarının önümüzdeki iki yıl yüzde 15 ve yüzde 16.7 beklenmesi hiç de gerçekçi görünmüyor, raporun Eylül ayı enflasyonun açıklanmasından önce hazırlığı izlenimi veriyor. Yeni Ekonomi Planı’nda (YEP) 2019 cari açığı yüzde 3.3 tahmin edilmişken, IMF raporunda yüzde 1.4’e kadar çekilmesi keskin bir daralma beklentisini doğruluyor. İşsizlik beklentileri YEP’te ve küresel Ekonomik Görünüm raporunda birbirine yakın seyrediyor, yüzde 10’un altına düşme ihtimali bulunmadığı noktasında birleşiyor.

Özetle IMF raporu Türkiye için bilindik sıkı para ve maliye politikaları dayatmaktan, geçmişte denemiş krizi derinleştirecek bir reçete önermekten öte gitmiyor. Ne var ki projeksiyonlarının önümüzdeki 12 aylık süreçte daralmaya parmak basması Türkiye’nin önümüzdeki dönemde uluslararası piyasalardan borçlanmasını güçleştirecek bir nitelik taşıyor. 

Son olarak IMF’nin tahminlerinin hep muhafazakar bir çerçeveye oturduğu, keskin daralma mesajları vermekten kaçındığını biliyoruz. Ne yazık ki keskin bir kriz yaşanma olasılığı devam ediyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İsmet İnönü çok ayıp etmiş…- KEMAL OKUYAN

Zaten Türkiye hiç NATO üyesi olmamıştı. Bu kanlı terör örgütüne üyelik için tek bir askerini bile 1952’de Kore’ye, ölüme yollamamış, Marshall yardımı almamış, Truman Doktrini’nin kapsama alanına girmemişti.

Bu ülkede CIA istasyonları asla ve kata kurulmamış, silahlı kuvvetler, emniyet ve MİT’in içine Amerikalılar yerleşmemişti. Onların yönlendirmesiyle komünizmle mücadele dernekleri faaliyete geçmemiş, faşist milis örgütlenmeleri sokağa salınmamış, ABD himayesinde darbeler yapılmamış, 6. Filo’ya limanlarımız ardına kadar açılmamıştı.

Büyük Ortadoğu Projesi bir halüsinasyondan ibaretti, eşbaşkanlıktan kastedilen sınıf başkanlığıydı, stratejik ortağımız Papua Yeni Gine’ydi.

Özetle Türkiye hiçbir zaman Amerikancı olmamıştı, ABD’nin müttefiki olduğumuz bir komünist uydurmasıydı!

Ah bir de İsmet İnönü’nün elindeki bayrak olmasaydı!

“Bunlar hep böyledir” diye gülümsemiş Erdoğan. Tıpkı “15 sene evvel evlerde buzdolabı bile yoktu” derkenki gibi…

Artık anladı ki ne dese alıcısı var ya da ne dese bir şey değişmiyor, istediği gibi konuşuyor.

Ve ilginç bir biçimde bu düzenin siyasetçilerinden bir kişi çıkıp “yahu hepimiz oradaydık” diyemiyor. 

Korkaklar!

Evet diyemiyorlar, herkes birbirini Amerikancılıkla suçluyor ama dünden bugüne, bugünden düne Türkiye’nin “komünizm düşmanlığı” ile şekillendiğini, mevcut düzeninin bekası için ABD’den İngiltere’ye, Fransa’dan İngiltere’ye bütün emperyalist ülkelerden yardım istendiğini, NATO’ya girmek için her tür onursuzluğa imza atıldığını, batılı başkentlere yaranmak, onların liderleriyle aynı kareye girmek için komik durumlara düşüldüğünü kimse hatırlamıyor.

Ama biz hatırlatmak zorundayız.

Mesele İsmet İnönü meselesi değildir. Mesele sadece emperyalizmin Türkiye’ye girişi, uluslararası tekellerin bu ülkeye yerleşmesi, yabancı üslerin-askerlerin mevcudiyeti de değildir. 

Türkiye’de mevcut düzen kendi halkıyla, emekçisiyle mücadele etmek için, daha açık konuşalım savaşmak için NATO’ya muhtaç ve de ricacı olmuştur. Katiller, işkenceciler ABD’de eğitilmiştir; paşalar oradan ilham almıştır; bu ülkenin gençlerinin peşine CIA ajanlarının takılmasına, Gladiocu provokatörlerin sağı solu bombalamasına bu ülkenin iktidarları izin vermiştir.

Sebep?

Sömürü düzeni sürsün, ezen ezsin, ezilen ezilsin, biri yesin biri baksın.

Şimdi tartışın  bakalım kim daha Amerikancı diye. 

Sevsinler!

Kemal Okuyan / SOL

Yerli McKinsey mi geliyor?.. - AHMET TAKAN

Heyecanla bekleniyordu...
Nasıl buldunuz?..
Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarını?..
"Ankara gazetecisiyim demeyi biliyorsun.
Bize mi soruyorsun?
Sen söyle" dediğinizi duyar gibi oldum...

Tamam o zaman!.. "Adam kurdu" diyerek giriş yapalım. Ancak, kurulları tek tek sayıp atanan isimlerin tek tek analizini yapmayacağım. R. Erdoğan, McKinsey'den vazgeçerken "biz bize yeteriz" demişti ya... Gerçekten tam manasıyla "biz bize yeteriz" kurulları olmuş. Eş, dost, akraba, yandaş şarkıcı, yandaş artist, yandaş iş insanı, yandaş akademisyen, yandaş danışman, yandaş siyasetçi, yandaş küskün, araya defne yaprağı misali sıkıştırılmış FETÖ'cüler... Adam yaptı oldu!..

Beştepe civarlarında, Çukurambar dehlizlerinde önceki gün seyretmeye değer bir trafik vardı. Yerlerinde duramayıp zıp zıp zıplayan bir sürü pahalı takım elbiseli adamlar, ellerindeki son model iPhone telefonla saraya ulaşıp özel kalem müdürü Hasan Doğan'la görüşmeye çalışıyordu. Müdürü bulup da görüşemeyenler, yardımcılarına ulaşıp müjdeli haber alabilmek en azından bilgi kırıntısına ulaşabilmek için çok ter döktü. Merakları ise dün açıklanan enflasyonla mücadele programı hakkında bilgi almak veya "bizim bir katkımız olabilir" miyi sormak değildi. Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarını çok merak ediyorlardı!.. Kurullarda kimler olduğunu... Kendileri için bir şey istiyorlarsa namerttiler!.. Gözlerine uyku girmedi. Çoğu da zaten dün sabah Resmi Gazete'den aldı haberi. Bu arada müdür Hasan Doğan da onca "yakın ilişkiye" rağmen epey sitem aldı. Bazıları, Hasan Doğan'a ulaşamayınca, müdürün birilerine sürekli kıyaklar yaptığını iddia edip durdu. Çok duygusal olarak!.. Anlatılanlara bakılırsa adamlar da haksız değildi hani!..

Onca harala güreleye şahitlik ettikten sonra, mesleğimizin de gereği olarak Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarını tek tek inceledim. Bazı iyi niyetli politikacılar çok şey bekliyordu o kurullardan. Ama maalesef, tam manasıyla tasdik kurulu olmuş. Aynı 24 Haziran'dan sonra değiştirilen rejimin oluşturulan Meclis'i gibi. Kimse o kurullardan politika oluşturulmasını, fikir üretilmesini beklemesin. Ballı koltuklarda oturup, kıyak maaşları cebe indirecekler, sarayda ejder meyveli smoothie içip "padişahım çok yaşa" deyip alkış patlatacaklar. Misal olsun diye kurullardan 2 örnek cımbızlayalım;
 Ekonomi Politikaları Kurulu'na bir bakın Allah aşkına!.. Oradan bana, damat Berat Albayrak'a itiraz edebilecek, "bu yaptığınız yanlıştır" diyebilecek bir isim gösterin de göreyim.

Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu'na bakın. Yan kuruluş SETA'ya ve Amerikancılara teslim edilmiş. Oradaki isimlerden hiç kimse hakkında bilginiz yoksa; En magazinel isim sayılabilecek İlnur Çevik'e bakın yeter!..

Aslında oluşturulan ve atamaları tamamlanan bu kurulların tercümesi şu;
"Ekonomi para pul işleri bizde. Dış politikayı da ABD'ye teslim ediyoruz."
Gerisi hikaye!..
                                                                         ***

Hazır, kurum, kurul, şirket işlerinden bahsetmişken şu geri vites yapılan McKinsey'ye bir kez daha değinmeden geçemeyeceğim. İsimler açıklanıp, Cumhurbaşkanlığı Kurulları heyecanı nispeten dindikten sonra dün AKP kulislerinde, denetici ve gözetleyici şirket ile ilgili saray kaynaklı yeni bir iddia dolaştı. İddia o ki; Kızılcahamam kampından sonra Erdoğan, fikirlerine danışılıp faydalanılması için McKinsey benzeri yerli bir şirket kurulması hususunda talimat vermiş. O yerli şirket kurulduktan sonra McKinsey benzeri görevler verilecekmiş. Eğer gerçekleşirse, McKinsey'nin yerini yerli bir şirket alacak. Bu kulis dolaşıma sokulduğu andan itibaren, iPhone'lu çocuklar(!) saraya ulaşabilmek, yetkililerden randevu alabilmek için hummalı bir çalışmaya başladılar. Hizmet heyecanının adı ve sektörü  değişti!.. Herhalde yerli McKinsey'ye hizmetlerinin bedeli dolar değil TL ile ödenecektir. Bizler de heyecanla takip edeceğiz. Bakalım, iPhone'lu çocukların hangileri yeni şirkette hissedar olacak. Tabii, bir de cevap bulması gereken şu sorular var;
Yerli şirketin görüntüsü arkasında McKinsey olacak mı olmayacak mı?..
Yerli McKinsey, Varlık Fonu, Savunma Sanayii İcra Komitesi, Kalkınma Bankası, Vakıflar benzeri kurumsallaşacak mı?..
Bence BMC!..
Sorulara yanıtlar bulacağımız günleri heyecanla bekliyoruz. Naçizane yerli McKinsey'nin adı için küçük bir önerim olsun;
ByDamat!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Çay-Simit-Hermes - Tuncay Mollaveisoğlu

Anne-baba 4 çocuk... Türkiye'nin çekirdek ailesi...
Anne ev hanımı, baba asgari ücret mahkûmu...
Günde 3 öğün çay simit tüketseler aylık gelir yetmiyor!
Sabah çay simit ile güne başlayıp akşam çay simit ile bitirseler yani!
Hesabı yapan CHP Genel Sekreteri Akif Hamzaçebi; "günde 58 TL'den ayda 1753 lira yapıyor" diyor... "Çay simit hesabı ekonominin halini yansıtıyor..."

                                                                          *

Sovyetler Birliği dağılmış, dünya, süper gücün çöküşünün ardından yaşanan yoksulluğu anlata anlata bitirememişti...
O zaman bile Rusya'da devlet memurları 200-250 dolar aylık alıyorlardı... Yani Türkiye'de şu anki asgari ücrete denk neredeyse!
90'ların çökmüş Rusya'sından beter milletin hali...

                                                                           *

Bu yılın başında asgari ücret ile 353 Euro alınabiliyordu. Krizin ateşi yağ gibi eritti paramızı... Aynı asgari ücret şimdi 200 Euro etmiyor!
Ankara kulislerinde dolaşıyor; şirketlerin iflas açıklaması ikinci bir emre kadar yasaklanmış... Adam batmış, battığını söyleyemiyor...
TÜİK, ilk kez enflasyonu doğru açıkladı, arkadaş ertesi günü görevinden alındı...
İşsizlik ve yoksulluk intiharları durmak bilmiyor... İntihar eden biçare hayatta kalsa; "yaptığı eylem nedeniyle ekonomik kriz varmış gibi göstermek sureti ile hükümetimizi zor durumda bırakmaktan ve dış güçlerin ajanı olmaktan..." diye başlayan afili cümlelerle yargılanacak neredeyse!
Çocuğuna simit parası veremeyen, okul önlüğü, kitabı, defteri alamayan milyonların ahı, hiçbir halının altına sığmaz...
Hiçbir örtü; yolsuzlukları, yoksulluğu ve siyasetten zengin olanların yaşadığı şatafatı örtemez...

                                                                           *

Baktım kolundaki çanta Hermes... Trabzon'da, Adana'da, İzmir'de bir daire fiyatı...
Yaşadıkları "evin" günlük harcaması 1 trilyon 800 milyar TL... Yeni para ile 1.8 milyon... Günlük harcama!
Sabahı edemeyen babaları düşündüm... Çocuğunu aç yatıran anneleri...
Çay-Simit'in lüks olduğu insanların ülkesinde, uçan saraylar ve Hermes-Chanell çantalarla yapılan seyahatleri...
Utandım, utandım, utandım...
                                                                        ***
İnönü'den mandacı olur mu?!
Daha önce "iki ayyaş" demişti...
Şimdi birini mandacı yaptı...
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsmet İnönü'nün elinde ABD Bayrağı olan fotoğrafını göstererek; "Bunların hepsi Amerikancı (...) bunu niye elinde taşıyor, bu bir teşekkürname. Dün neydiler ki bugün ne olacak?" dedi...
                                                                         *

Bırakın elinde ABD Bayrağı taşımasını, İnönü, ABD Bayrağını giymiş olsa ne olacak?!
İnönü, İnönülüğünden ne kaybedecek?!
Hakkında idam hükmü verilmişken cephelerde canı pahasına savaşıp bu toprakları vatan yapanlardan biri değil mi İsmet İnönü?
Siz bugün çok partili hayatta siyaset yapıyor, özgürlüğün kendisini yok etme pahasına her türlü nimetinden yararlanıyorsanız; bunu İnönü'nün ülkeyi demokrasiye geçirmesine borçlu değil misiniz?
Kaldı ki elinde tuttuğu bayrak bir törene ait... Diğer elinde de Türk Bayrağı var...
İnönü'ye ait bir sözdür; "Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır."

                                                                        *
Hepimiz Atatürk ve silah arkadaşlarının kurmuş olduğu ülkenin yurttaşlarıyız...
İster Cumhurbaşkanı olun, ister Meclis Başkanı... İster hâkim, gazeteci, polis, öğretmen... Ne olursanız olun; yıkılmış ve teslim olmuş Osmanlı'dan, esaretin beyaz bayrağını gönderine çekmiş saraydan; kanlarını dökerek bağımsız bir ülke ve Meclis yaratan kurucu kahramanlarımıza söz söylemek en hafif deyimle "ayıptır"...
Dünyada, varlığını borçlu oldukları kurucu önderlerine bizdeki kadar vefasız ve nankör yaklaşan siyasetçiler görülmemiştir... Örneği yoktur...

                                                                         *
İki Mustafa'ydı onlar...
Mustafa Kemal Atatürk ve Mustafa İsmet İnönü...
Sarayların teslim olduğu şartlarda bağımsızlık için savaşmış onurlu, yürekli, yiğit kahramanlar...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

Brezilya’nın Trump’ı Amerika’nın adamları - İBRAHİM VARLI

İki binli yılların başlarında Güney Amerika’da esmeye başlayan sol rüzgârın başat ülkelerindendi Brezilya. Venezuela’dan Ekvator, Bolivya, Şili, Arjantin, Paraguay, Uruguay, Nikaragua, Peru ve El Salvador’a uzanan “solcu iktidarlar kuşağı” yeni bir umut dalgası yaratmıştı. Latin Amerika’nın en büyük ekonomisine, coğrafyasına ve nüfusuna sahip ülkesi Brezilya, Lula da Silva’lı İşçi Partisi iktidarıyla birlikte ayağa kalkmış, küresel güç olma hedefi taşıyan bir Latin Amerika ülkesine dönüşmüştü.

Brezilya muazzam kalkınma hamlesinin de etkisiyle küresel siyaset sahnesinde de roller kapma arayışına girdi. Lula, pek çok açıdan güçlü ve istikrarlı bir ülke yaratarak bölgesel güç Brezilya’yı küresel bir aktörlüğe taşıdı. İran nükleer krizi için arabuluculuğa soyunacak kadar insiyatif almaya başladı. Lula, İran’ın nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma konusunda diğer ülkelerle aynı haklara sahip olduğunu söylerken, İran’ın nükleer programına da destek verdi.

‘Brezilya kalkışa geçti!’
ABD’nin bugüne kadar Güney Amerika’ya yönelik ortaya koyduğu en büyük projesi olan Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’ne karşı çıkan ülkelerin başında yer aldı. Güney Amerika Savunma Konseyi sayesinde, bölge devletlerini Avrupa Birliği benzeri bir yapı altında birleştirmeye çalışan Brezilya, bu vasıtayla bölgedeki ekonomik, sosyal, güvenlik meselelerine en uygun ve hızlı bir şekilde cevap verileceğini gösterdi.

Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetleri sınırlandırıldı, başta Venezuela olmak üzere diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verildi, neo liberal dönüşüm politikalarına set vuruldu.

Brezilya’nın bölge ülkeleri ile derinleşen ilişkileri, yükselen yeni aktörlerle temasları, Irak Savaşı ve Küba ambargosuna duyduğu tepki ve Kolombiya’daki krize el uzatması, Amerikan askeri varlığına yönelik tutumu ABD nezdinde endişe yarattı.

The Economist dergisi Kasım 2009’da ki ‘Brezilya Kalkışa Geçti!’ başlıklı kapağında son derece sembolik bir şekilde Rio’ya tepeden bakan 40 metrelik meşhur İsa heykelinin uçuşa geçtiğini gösteren bir kapakla çıkıyordu.

ABD hegemonyasına meydan okuma
Bu süreçte Brezilya, Çin’in Güney Amerika’ya açılan kapısı oldu. Çin, ABD’yi geçerek Brezilya’nın en büyük ticaret ortağına dönüştü. Çin ile yakın ilişkiler kuruldu, BRICS oluşumuna imza atıldı, Güney Amerika Milletleri Birliği-Unasur ve Güney Amerika Ortak Pazarı-Mecrosur’un liderliği üstlenildi. Çin, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika ile stratejik ilişkiler kuruldu, aynı zamanda uranyum zenginleştirme faaliyetleri sürdürüldü. 1967 öncesi sınırları bağlamında bir Filistin Devleti’ni resmi olarak tanıdığını beyan etti. Ramallah’ta daimi bir diplomatik temsilcilik de açtı.

Brezilya gelişmekte olan ülkelerle, üçüncü dünya ülkeleriyle ve Güney ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmek için yoğun bir çaba sarf etti. Hindistan ve Güney Afrika ülkelerinin oluşturduğu IBSA Diyalog Formu kurdu. Brezilya, IBSA sayesinde Asya ve Afrika kıtalarındaki bu ülkelerle işbirliği yapmış ve sistemdeki etkisini arttırmaya başladı. Amaç Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika arasında serbest ticaret alanı yaratmaktı. Brezilya bu sayede zengin doğal kaynaklara ulaşma avantajını yakaladı. 2006’da Lula önderliğinde 32 Afrika ve 12 G. Amerika ülkesi tarafından imzalanan Abuja Beyannamesi Güney-Güney ilişkisi adına oldukça önemli bir girişim oldu.

Bir Amerikan planı: İçe çökertme
Bu “kalkışma” haliyle dünya jandarmalığına soyunan ABD’nin dikkatlerinden kaçmadı. Güney Amerika’yı yeniden sömürgeleştirmek için harekete geçen ABD, Brezilya’yı ve de Venezuela’yı hedef aldı. Her iki ülke de gerek petrol rezervleri, gerekse de ekonomik ve coğrafik büyüklükleri nedeniyle kıtayı domine edecek güçteydiler. ABD, petrol ve doğalgaz zengini bu iki ülkenin varlığını bölgesel politikaları için tehdit olarak algıladı.

ABD, iki ülkenin direncinin kırılmasıyla Güney Amerika’daki dalganın tersine çevrileceğini varsayıyordu. Venezuela gibi Brezilya’yı da iç çalkantılarla içe çökertmek isteyen ABD, kaos stratejisini devreye soktu.

Sağcı muhalefet üzerinden gerçekleştirilen “parlamento darbesi”yle iktidara kendisine yakın isimleri getiren ABD, bu ülkedeki muhalefeti kullanarak iç karışıklığa yol açtı, ülkeyi “içe doğru çökertti.” Benzer strateji Venezuela’da da hayata geçirildi.

ABD’nin bütün adamları
Gerek parlamento darbesi gerekse de sağ muhalefetin sokaklara salınmasıyla yıllardır istikrarsızlığa sürüklenen ülkede eski Başkan Dilma Rousseff’i deviren, yerine sağcı Temer’i getiren ABD destekli Brezilya oligarşisi, Pazar günkü seçimin mutlak favorisi Lula’yı da seçime sokturmadığı gibi üstüne de hapsettirdi.

Bu iklimde gidilen başkanlık seçiminde Brezilya’nın Trump’ı olarak adlandırılan multimilyarder işadamı Jair Bolsonaro birinci geldi. Bolsonaro’nun 28 Ekim’deki ikinci turda seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu seçimle birlikte ABD destekli Brezilya oligarşisi ve çıkar çevreleri de istediğini almış olacaklar. Eski yüzbaşı Bolsonaro’nun seçim sonrasındaki “Brezilya halkının sosyalizm ile aralarına mesafe koymak istediklerinden eminiz” sözleri aslında Brezilya’daki çatışmayı özetler nitelikte.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Maçoların baharı şimdi de Brezilya’da - HAYRİ KOZANOĞLU

Bolsonaro ayrımcı söylemleriyle; tüm başarısızlıklarına “azınlıklardan, kadınlardan“ kaynaklı neden bulan sıradan insanın gururunu okşamayı beceriyor ne yazık ki…

7 Ekim Pazar günü yapılan başkanlık seçimlerinde “tropiklerin Trump’ı” diye adlandırılan Jair Bolsonaro büyük başarı kazandı. Bolsonaro’nun %46 oyuna karşılık, Lula’nın Brezilya Emekçiler Partisi’nin (PT) adayı Fernando Haddad %29.3’lük bir destek kazanınca seçimler ikinci tura kaldı.

Bolsonaro kendini Trump’la özdeşleştirmekten özel bir haz duysa da, Ekvator’da Rodrigo Duterte, Macaristan’da Victor Orban, tabii ki RTE’yi de katabileceğimiz kabadayı mizaçlı, kitlelerin öfkesini kabartmaktan enerji alan aşırı sağcı “çevre ülke” liderlerinin son temsilcisi sayılabilir.

Bilindiği gibi Lula da Silva 31 Ağustos’ta Yüksek Mahkeme’nin seçime girmesini yasaklamasına kadar kamuoyu yoklamalarında önde gidiyordu. Lula hapse atıldı ve dışarıya mesaj vermesi dahi yasaklandı. Böyle güç koşullarda PT, Sao Paulo eski belediye başkanı Haddad’ı aday gösterdi. Lula’nın sade yurttaş nezdinde topladığı kişisel sempati ve güvenin başka bir kişiye aktarılması haliyle kolay olmadı. Nitekim Haddad %10’lardan başlayıp yükselen desteğe karşın Bolsonaro’yu yakalayamayıp ikinci sırada kaldı. Akademisyenlikten gelen, yumuşak bir usluba sahip Haddad’ın bir özelliği de ailesinin Antakya kökenli olması. Dedesi Antakya Rum Ortodoks Hıristiyan Kilisesi’nin baş papazıymış, Fransız işgalinde İstiklal Savaşı’na destek vermiş…

Bolsonaro’yu başkanlığın eşiğine getiren dinamikleri tartışmadan önce isterseniz, Brezilya’nın yakın dönem siyasi sürecini bir hatırlayalım.

PT’nin yükselişi ve düşüşü
Askeri diktatörlük döneminin sona ermesiyle birlikte PT sendikaları, sosyal hareketleri de içeren şemsiye sol bir örgüt olarak yükselmeye başladı. Karizmatik başkanı Lula 1989’da başkanlık seçimini kıl payı kaybetmesinden sonra, azimli bir mücadelenin ardından dördüncü girişiminde 2002’de başkanlık koltuğuna oturdu.

Lula burjuvazi nezdinde meşruiyet kazanmak adına neoliberal reçetelere sadık kaldı. Malum sıkı para ve maliye politikalarını uyguladı. Partinin sol kanadını tasfiye ederken, sendika ve sosyal hareketleri de zayıflattı. Ancak diğer yandan “yeni kalkınmacı” diye adlandırılan yoksullara yönelik sosyal programları da ihmal etmedi. Özellikle Bolsa Familia adı verilen aile bazlı şartlı nakit uygulamasıyla milyonlarca kişi yoksulluktan kurtarıldı. Kamu istihdamı beyazların ayrıcalığından çıkarılırken; siyahiler, yerliler, sol kesimden insanlar da devletin çeşitli kademelerinde kendine yer buldu.
Emtia fiyatlarının yüksek seyri, küresel ortamın elverişliliği sayesinde yoğun sermaye girişleri Lula’ya yardım etti. Bu sayede 2004-2010 döneminde ekonomi yüzde 4.4 büyürken, emekten yana politikalar da uygulanabildi. Asgari ücret yüzde 50 arttı, ucuz konut projelerine subvansiyon sağlandı, işsizlik yüzde 5’in altına indirildi.

2010’da Rousseff’in seçilmesinin ardından ekonomik durgunluk başladı. Çin talebinde yavaşlama, düşen emtia fiyatları derken ekonomi irtifa kaybetti. Sermaye kesimini yatıştırmak için ekonominin dümenine Milton Friedman’ın kötü şöhretli Chicago Üniversitesi’nden diplomalı Joaquim Levy geçirildi. Tahmin edebileceği gibi, sosyal harcamalarda kısıntı, kamu varlıklarının özelleştirilmesi, emek piyasalarının esnekleştirilmesi politikaları PT’nin halk nezdindeki popülaritesini düşürdü. Rousseff Aralık 2015’te kemer sıkma politikalarının mimarı Levy’i görevde alınca büyük burjuvazi PT’ye cepheden savaş açtı. Ekonominin yüzde 3.8 daralmasıyla ekonomi ciddi bir krize sürüklendi.

Ardından Araba Yıkama (Lava Jato) adı verilen yolsuzluk soruşturması için düğmeye basıldı. Açıkçası tüm benzer ülkeler gibi Brezilya’da da yolsuzluk yaygındı. PT kadrolarının da yunmuş yıkanmış olduğu söylenemezdi. Ne var ki Dilma Rousseff hiçbir dayanağı bulunmayan bir darbeyle görevden azledildi. Ardından Lula yine kanıtlamayan bir yolsuzluk suçlamasıyla hapishanenin yolunu tuttu. PT’nin tüm hatalarına karşın, ortada temiz toplum arayışından öte bir “sınıf savaşı” olduğu, burjuvazinin saldırıya geçtiği açıktı.

Bolsonaro’nun yükselişi
Burjuvazi açısından da planların tam gerçekleştiği söylenemezdi. Çünkü PT’ye yönelik suçlamalar halkın tüm siyaset sınıfına güvenini erozyona uğrattı. Siyasetçilere, teknokratlara, eğitimlilere tepki arttı, başka ülkelerden de bildiğimiz, Türkiye’de 2002’de tanık olduğumuz gibi “merkez siyaset” çöktü. İşsizliğin yüzde 12.3’te seyretmesi de ülkeyi geçmişte yönetmişlere karşı tepkileri kabarttı. 7 Ekim seçimlerinde merkezin en iddialı adayı Brezilya Sosyal Demokrat Partisi’nden ( PSDB) Alckmin’in oylarının yüzde 4.8’de kalması bu gelişmenin en açık kanıtı…

Bolsonaro işte yaşanan bu sürecin ürünü; bütün gerici, tepkici, sol ve emek karşıtı eğilimleri barındıran berbat bir figür. Kendini “düzen dışı” seçenek olarak pazarlamayı, “kanun ve düzeni sağlama”, “yolsuzlukları önleme” vaadiyle kitlesel destek toplamayı beceriyor. Yüzbaşıyken ordudan atılmış. 9 parti değiştirerek 29 yıldır parlamentoda kalmayı başarmış. Brezilya’da 1961-1985 arasında 24 yıl hüküm süren askeri diktatörlüğün nostaljisiyle yaşıyor. Şili’nin faşist diktatörü Pinochet’i her fırsatta hayırla anıyor. Nisan 2016’da Rousseff’in azledildiği süreçte parlementoda oyunu Brilhante Ustra’nın anısına ithaf etiğini açıkladı. Ustra kim mi? 1970’te o zamanlar radikal devrimci bir örgüt üyesi olan Rousseff’i bizzat 22 gün işkenceden geçiren zalim albay…

Solun Brezilya’daki adayı Haddad renkli kimliği ile de öne çıkıyor.

HAYRİ KOZANOĞLU /BİRGÜN


Amerikancılık sağın uzmanlık alanıdır - CAN UĞUR

AKP’nin ekonominin dümenini ABD’li danışma şirketi McKinsey’e vermesinin ardından başlayan eleştiriler kısa sürede ciddi boyutlara ulaştı. Bunun ardından AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tepkiler nedeniyle geri adım atmak zorunda kalarak şirketle anlaşmayı iptal ettiklerini duyurdu.


Erdoğan bununla da yetinmeyerek yıllardır başvurduğu yöntemi tedavüle sokarak 2. Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün ABD ile Türkiye bayraklarının olduğu bir fotoğrafı kamuoyuyla paylaştı. ABD ile yakın ilişkileri sadece CHP ile ilişkilendirdi. Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapma hayaliyle yola çıkan Adnan Mendereslerden, 6. Filo’yu kıble yapıp namaz kılan İslamcılardan hiç söz etmedi. Tarihi emperyalizmle ilişkilerden ibaret olan Türk sağının ABD severliğini ‘unutan’ ya da kitlesine ‘unutturmak isteyen’ Erdoğan’ın söz konusu hamlesini yakın tarih araştırmalarıyla bilinen Araştırmacı yazar Sinan Meydan ile akademisyen Sinan Yıldırmaz ile konuştuk. Alanında uzman iki ismin de ortaklaştığı konu söz konusu mesele Amerikancılıksa Türk sağının eline kimsenin su dökemeyeceği.

AKP’nin Yeni Türkiye kurma çabalarının ‘yeni bir tarih’ inşa etmekten geçtiğine değinen Sinan Meydan şunları söyledi: AKP uzunca bir sür önce yeni bir tarih yazma sürecine girdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih anlayışı bunları kesmiyor. Yeni bir rejim kurmak istedikleri çok açık. Bu rejimin de yeni bir tarihe ihtiyacı var. Buna uygun biçimde tarihsel gerçekler kendi bağlarından koparılıyor. Dolayısıyla bu süreçte çarpıtma da var tarihsel belgelerin uydurulması da.


Söz konusu adımların ‘Erdoğan’ın danışmanları tarafından’ atıldığı ve Erdoğan’ın kandırılmış olabileceği yönündeki iddiaları sorduğumuz Meydan’ın yanıtı ise şu oldu: Ben cumhurbaşkanını, danışmanlarının kandırdığı biçiminde basit bir yorum yapılmasına karşıyım. Daha yapısal bir durum var. Çünkü cumhurbaşkanının tarih anlayışı da bunlara cevaz verecek nitelikte. Şimdi 2. Dünya Savaşı döneminde İnönü’nün yaptıklarını tartışırsınız eleştirirsiniz bu ayrı ama siz o dönemin konjonktürünü dikkate almadan bir adım atarsanız buna çarpıtma deniyor. Türkiye’nin o dönem ki koşullar nedeniyle attığı adımlar; eleştirinin ötesinde karalamak, linç etmek üzere kurgulanıyor. Bunun arka planında cumhuriyetle olan kavga var. Cumhuriyete olan düşmanlık var. Alelade basit bir kandırma değil Yeni Türkiye’ye özgü bir çarpıtma var.

Emperyalizmle kurulan ilişki ve ABD’ye bakış meselesini sorduğumuzda ise Meydan şöyle devam etti:
Sağcıların kendini temize çekmesi mümkün değil bununla beraber kendilerini yalanlamaları söz konusu. 1950’den bu yana Türk sağı Amerika’ya eklemlenmiştir. Menderes’ten Erdoğan’a kadar tüm siyasi motifleri bu eklemlenmeye uygun siyasi tavır geliştirmiştir. Eklemlenmeyen bunun dışında söz söyleyen bir sağ siyasetçi yoktur. Hepsi bu bağımlılık zincirinin parçasıdır. McKinsey olayının ardından şimdi ABD karşıtı gibi konumlanıyorlar ama buna genleri müsaade etmez.

İnönü’nün elindeki bayrağı kendine dert edinenler Menderes’ten hiç bahsetmiyor diyerek tarihsel bir gönderme yapan Meydan şu ifadelerle açıklamasını noktaladı:

Erdoğan Menderes’ten hiç bahsetmiyor. Amerikancılık dendiğinde Türkiye’de Menderes’i o dönemin sağcılarını kimse aşamaz. İliklerine kadar bağlılığın bir yansımasından bahsedebiliriz. Ama Sayın cumhurbaşkanı bunlardan hiç bahsetmiyor. Hem ekonomik hem siyasal açıdan tam bağımlı bir Türkiye görüyoruz. AKP ve Sayın Erdoğan Menderes’i eleştiremez. Çünkü siyasal anlamda kökenleri olarak

ABD Başkan Eisenhower’la yarım saat görüşmesinin ardından Menderes kendisinden kredi istemiştir. Aynı zamanda da kendi portresini de Menbderes’e armağan etmiştir. Menderes eli boş dönecektir Türkiye’ye ama o günün karesine bakıldığında Eisenhower çerçeveli fotoğrafı vardır koltuğunun altında. Menderes, Beyaz Saray’ın kapısını aşındırmıştır. 50’li yıllarda 2 kere Beyaz Saray’a gitmiştir. Şimdi siz İnönü’den bahsediyorsanız bunları da görmelisiniz. Bunları görmeden sadece İnönü derseniz bunun adı çarpıtma oluyor. Madalyonun bir tarafı gösterilirken diğeri bir türlü gösterilmiyor.

İşine geleni alıyorlar
Akademisyen Sinan Yıldırmaz ise yakın dönem Türk siyasi hayatının ABD ile kurulan ilişkiler bağlamında masıl değerlendirilmesi gerektiğine dair şunları söyledi:
amerikancilik-sagin-uzmanlik-alanidir-518273-1.
Amerikancılaşma 2. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru başlıyor. O dönem, solcular dışında; CHP ile başlayan süreçte neredeyse herkes Amerikancılığı savunmuştur. Sağın Amerika karşıtlığı söz konusu olamaz. 1960’ların başına kadar Amerikancılık Türk siyasetinde geçer akçeydi. Bunu not etmek lazım. Demokrat Parti ise bu Amerikancılığın kurumsal hale gelmesi anlamını taşır. Şunu net biçimde söyleyebilirim bir tarihçi olarak: Kimlik ve siyasi cepheleşme yaratmada siyasiler tarihe her zaman ihtiyaç duyar. Tarihin somut olgulara dayanması daha sağlam bir kaynaktır ve işlevli bir yönü vardır. Her iktidar kendini tarihle meşrulaştırmak ister. İktidarlar için gerçeklik değil, gerçekliğin kendileri açısından kullanılabilir olanı seçer.

Can Uğur / BİRGÜN




Atatürk, bütün dünyanın sahiplendiği bir devrimcidir…- ALİ ERALP

Osmanlı’yı Atatürk yıktı der Atatürk düşmanları... Osmanlı’yı işte bu cehalet, bilgisizlik yıktı... Bir de emperyalizmle birlikte yerli hainler... Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalmıştı. Bu sayı 1926 - 1938 arasında 28’e yükseldi.

Cumhuriyet, laiklik düşmanlarına soruyorum: Atatürk’ten önceki Türkiye’nin durumunu biliyor musunuz? 
Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkemizin sosyal ve ekonomik yapısı nasıldı? 
Okuma yazma oranı kadınlarda kaç, erkeklerde kaçtı? 
Ne kadar fabrika vardı? Sermaye ve fabrika kimlerin elindeydi? 
Demiryolları kaç kilometreydi? 
Bildiğinizi sanmıyorum... Bilseniz, dünyanın sahiplendiği gerçek liderin peşinden giderdiniz... 
Çok konuştuk, çok anlattık, ama, bir kez daha anlatalım:

550 bin kayıp verildi 
Birinci Dünya Savaşı’nda yurdumuz 550 bin kayıp verdi. Yenilginin ardından Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Buna göre Osmanlı orduları dağıtılıyor, ağır silahlar teslim alınıyor; savaşı kazanan devletler arasında ülke pay ediliyordu... 
Vatanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el konuluyordu... 
Ama bütün bu yokluk, yoksulluk, kötü koşullara karşın yedi düvelle yapılan bağımsızlık savaşı zaferle sonuçlandı ve Cumhuriyet ilan edildi... 
Cumhuriyet ilan edildiğinde köyler, kentler yakılmış, yıkılmış, harabe haline getirilmişti... Üretim durmuş, tarım çökmüştü. Ekmeklik un bile dışarıdan alınıyordu. 
İnsanlar aç, sefil, perişandı... Hastalık dört bir yanı sarmıştı... Halkımız kırılıyor, hayvanlar telef oluyordu... 
Frengi, verem, sıtma, tifo, tifüs bir göz hastalığı olan trahom dört bir yanı sarmıştı. 
13 milyon nüfuslu Türkiye’de 3 milyon kişi trahom, iki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengi hastalığına yakalanmıştı... Bunlar saptanan resmi rakamlar ve bilinen hastalıklardı... Bit, pire ve çeşitli cilt hastalıklarını bu listeye eklemiyoruz... 
Bebek ölümleri yüzde 40’ın üzerindeydi. Yani doğan her iki çocuktan biri, yüz anneden yirmisi ölüyordu... 
40 bin köyün 30 bininde okul yoktu... Evet, yineliyorum, 30 bininde okul yoktu... Vee okuma oranı 1927’lerde erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4’tü... Bu oran 1935’te erkeklerde yüzde 23, kadınlarda yüzde 8 oldu... 
Her yanı mahalle mektepleri, tekkeler sarmıştı. Cahillik ve cahiller, mollaların, sultanların geçim kaynağı idi... Onlar durumdan ziyadesiyle memnundular... 
Kitap nedir, okumak nedir, bilim nedir, topluma ne yararı olur, bilen yoktu... 
Osmanlı’yı Atatürk yıktı der Atatürk düşmanları... Osmanlı’yı işte bu cehalet, bilgisizlik yıktı... Bir de emperyalizmle birlikte yerli hainler... Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalmıştı. Bu sayı 1926 - 1938 arasında 28’e yükseldi. 
Anadolu topraklarında 1923 yılı itibarı ile 4 bin 559 km olan demiryolu, 1940 yılına kadar gerçekleştirilen sıkı çalışmayla 8 bin 637 km’ye ulaştı, iki katına çıktı... 
Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanının ertesi gününde, İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupta şunları yazıyordu:

Türk parasının değeri 
“Bize, geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı, yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız, kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu, özgür bir toplum oluşturmak, çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız, bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim, Allah yardımcımız olsun.” 
Tam da dediği gibi yaptı. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi yüzde 152 arttı. 
Kömür yüzde 100, krom yüzde 600 artış gösterdi. Demir sıfırdan 180 bin tona çıktı, şeker üretimi 200 misli arttı. Türk parasının değeri sterlin, ABD Doları ve İtalyan lireti karşısında değer kazandı. Değer kaybetmedi. 
Gece gündüz, 7 – 24 Atatürk’e küfredenler, 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirilenleri gördünüz mü? Siz onun tırnağı bile olamazsınız... 
Peki, siz ne yaptınız? Tüm Cumhuriyet ürünlerini mirasyediler gibi satıp savdınız, yine de iki yakanız bir araya gelmedi... Çünkü üretim durdu... Çünkü fabrikaları, gelir kaynaklarını emperyalistlere teslim ettiniz... 
İktidara geldiğinizde bir ABD Doları, 1.60 TL idi, bugün 6 TL. Duracağı da yok... 
Bir gün olsun Atatürk gibi bilimden, uygarlıktan, çağdaşlaşmaktan ya da onun deyişi ile “Yoksul ve esir milletlerden” söz ettiniz mi?

Yunan galip gelseydi 
Bir gün olsun emperyalizm sözcüğünü ağzınıza aldınız mı? Bir gün olsun Kurtuluş Savaşı’nı canla başla destekleyen gerçek din adamı Rıfat Börekçi’yi halka anlattınız mı? 
Anlatmadınız... Çünkü sömürgecilerle işbirliği yapmak sizin fıtratınızda var... 
Siz Müslüman Irak’ı işgal eden emperyalist ABD’yi alkışladınız ve ABD askerlerinin sağ salim dönmesi için dua ettiniz... 
Atatürk ve arkadaşları tüm gücüyle ülkeyi modernleştirmeye çalışırken, geçmişte de tarikatçı ve bölücü atalarınız emperyalistlerle birlik olup, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştılar... 
Bugün de birtakım fesli deliler çıkmış, babalarının, dedelerinin yolundan gidiyorlar... Şöyle konuşuyorlar: 
“Keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi ne de hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı...” 
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı düşmanlarının hangi rüyanın peşinde olduklarını gördünüz mü? 
Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın: Atatürk, dünyanın sahiplendiği bir devrimcidir. Dünyanın dört bir yanında heykelleri dikilmiştir. Çin’de, okullarda ders olarak okutulmaktadır. O, modern Türkiye’nin kurucusu ve kurtarıcısıdır... Ne kadar kötülerseniz kötüleyin, bu gerçeği asla değiştiremezsiniz... 

O, sonsuza dek yaşayacaktır... 

ALİ ERALP / CUMHURİYET

Müzmin cehaletin dili - ÖZDEMİR İNCE

CHP artık “Entelektüel, akademik ve elitist bariyerleri aşarak, sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle” konuşacakmış. Böyle bir zırvayı ancak “Dil” ile düşünce ve duygunun kopmaz bağını bilmeyenler yumurtlayabilir. Ses taklidi sadece kuş avında işe yarar ve müzmin cehalet insanı soytarıya çevirir.

***

CHP yönetimi Abant’ta düzenlenen çalışma toplantılarında milletvekillerine, “Yerel Seçimler 2019 Stratejisi Yöntem,Hedefler, Öncelikler ve Öneriler” başlıklı bir rapor sunmuş. Üçüncü öneri olan “Entelektüel, akademik ve elitist bariyerleri aşıp, sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle konuşmak” dışında kalan 6 öneri tam anlamıyla boş laf makamında olduğu için atlıyorum. Bu zırva sonuca varmak için Abant’ta kamp yapmanın ne gereği vardı? Ayrıca adı kötüye çıkmış Abant’tan başka bir yer mi yoktu? Uğursuzluk Abant’la başlıyor!

***

CHP’nin 6 Ok’tan başka bir Toplum Sözleşmesi’ne gereksinimi yoktur. Attığın her adım, ağzından çıkan her söz, yazdığın her sözcük için 6 Ok’tan hiza ve istikamete bakman yeter. 6 Ok, parti anayasası olmadan da vardı. Devlet kurulurken, Cumhuriyet karanlığın diline karşı 6 Ok’un aydınlık diliyle konuşmuştu. Şimdi, CHP yöneticileri o yapışkan karanlığın diliyle konuşuyorlar.

***

Beni iyi dinleyin: Sanılanın tersine, bir parti asla halka gitmez; halk bilinçlenip sana gelmezse iktidarı rüyanda görürsün. Beyin bilinç salgılamaz, bir akü gibi deneyimlerimizi depolar. Hilafet getireceğini ilan et, harf devrimini kaldırmak için yasa öner, sana oy vermeyen geçirimsiz (imperméable) sağ yığışımdan bir tek oy alamazsın. Komünist ya da sosyalist parti olamayacağın gibi İslamcı bir parti de olamazsın. Bu nedenle, kendi parselini tapulamış, üzerine şatosunu dikmiş partilerle “aç aç” yarışına sakın girme. Kıtlıktan çıkmış gibi iktidar sofrasına saldırma. Kendi 6 Ok tarlanı işle, sofranı kur! Bilinç tifo aşısı değildir. Kişisel üretilir, bulaşıcıdır.

***

Ama ilkin unuttuğun özel tarihini öğreneceksin: Kahırdan öldürdüğün Mahmut Esat Bozkurt, Dr. Reşit GalipŞükrü Saracoğlu ve Hasan Âli Yücel’den özür dileyip itibarlarını iade edeceksin! 1945’ten bu yana Sağ’a özendiğin için o trajik 7. Büyük Kurultay’ı (1947) tamamen unuttun. (5 Ekim yazısında A. Sirmen de değindi.) O kurultayda, Abant bildirisini kaleme alanların ataları olan Rize delegesi Dr. Fahri Kurtuluş ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi Parti içi karşı devrimciler utanç verici konuşmalar yapmışlar, Cumhuriyet’in devrim ve uygulamalarını neredeyse komünistlikle suçlamışlardı. Bu kurultaydan sonra imam hatip okullarının kapısı açıldı ve Köy Enstitülerinin kazanı kaynamaya başladı. Ama şair Behçet Kemal Çağlar’ın o Kurultay’da yaptığı konuşma ve kurultayın tutanaklarından günümüz CHP’sinin alacağı dersler var. B. K. Çağlar konuşuyor: 
“Bir kere şurasını açıkça belirtmeliyiz: Memlekette böyle temayüller farzı mahal ekseriyete hâkimse, Parti’nin bugünkü durumunu kurtarmaktansa memleketin yarınını kurtarmak için bu kurtarıcı prensiplerimize sımsıkı sarılmalıyız. Ahdine sadık ve şerefli, ekalliyette (azınlıkta) kalmak hepimizin tereddütsüz tercih edeceği tek yoldur. Taassup, şehirlerin Sünnî ve Hanefî mahdut kalabalıklarında varsa vardır. Veyl o gafillere ki kendi batıl zanlarını çok anlayışlı, çok görgülü bir milletin mutlak arzusu zan etmektedirler: Biz hepimiz Atatürk’ün çocuklarıyız. Kurtarıcı devrimleri beklemek için yaşıyoruz. Hayatımızın başka bir hikmeti yoktur.” 

Cumhuriyet ve Atatürk, İslâmcı sağın faşist diliyle mi konuşmuştu? “Söylev” hangi dille konuşuyor?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

ANALİZ | Uluslararası diplomasi çamura saplanırken... - MİNE ESEN

Uluslararası diplomasinin kapalı kapılar ardında çetin kapışmaları, casusluk filmleri misali çok köşeli gri alanları malum ama ya dış vitrin?

Hani o bizim bildiğimiz görüntüde de olsa diplomatik teamüller, ülke liderlerinin görece kibar üslubu, uluslarararası örgütler ve bir bütünün parçası olarak uluslararası hukuk çerçevesindeki uyulması beklenen yasalar... Görünen artık uzakta bir yerlerde oldukları... “Zaten yoktu” diyorsunuz değil mi. Doğru ama böylesine aleni kuralsızlığın da uluslararası dış vitrin camının parçalanmasıyla dünyayı daha da öngörülemezlik girdabına sokacağı ortada...

Suudi Arabistanlı muhalif gazeteci Kaşıkçı vakası işte bu vahşi tablonun örneği. Bir başka ülke toprağında uluslararası diplomasi çerçevesinde dokunulmazlık zırhının bulunduğu bir ülke misyonunun binasında karanlık bir hikâye. İddialar havada uçuşuyor, suçlamalar, yalanlamalar... Ağır gerçek ise ister gazeteci isterse sıradan vatandaş bir kişinin Türkiye’de, kendi ülkesinin toprağı olarak adlandırılabilecek konsolosluk binasına girip bir daha kendinden haber alınamaması. Katledildi mi, “kaybedildi” mi, orası hâlâ sır.

Aslında sadece iki ülke arasında diplomatik kriz konusu olarak sınırlı da değil... Yeniden kartların karıldığı dünya düzeninde kural dışılığın yeni normal olarak karşılanabilme riskini barındırıyor. Gözler her iki tarafın yürüttüğü soruşturmadan çıkacak sonuçta. Ama can alıcı sorulardan biri de şu: Eğer Kaşıkçı’nın Suudiler tarafından öldürüldüğü kesinleşirse ya da ikna edici bir açıklama ortaya konulmazsa Riyad’a yönelik gerek Türkiye gerekse uluslararası toplumun nasıl tavır alacağı, Ankara’nın Suudi konsolos ya da elçiyi “istenmeyen kişi” ilan edip etmeyeceği, diğer ülkelerin tepkileri... Ve tüm bunlarla birlikte kamuoyunda yabancı misyonlara yönelik bakışın nasıl yara alacağı. Başka bir ülkede yaşayan bir kişinin hakkında arama-tutuklama emri yoksa kendi konsolosluk, elçiliğine giderken düşeceği kaygı, tedirginlik hissi... Kuşkusuz tamiri zor...

Interpol krizi
Bir başka diplomatik skandal da Çin’den... Uluslararası Polis Teşkilatı Interpol’ün Çinli Başkanı Meng’in kurumun merkezi Fransa’dan ülkesine geçen ay sonu gitmesiyle kayıplara karışması. Interpol’ün, seçilmiş kendi başkanı için adeta “kırmızı bülten” çıkaracak hale gelmesi. Eşinin kayıp ihbarı, Fransa ’nın açıklama talebine karşın sessizliğini koruyan Pekin’den bir hafta sonra gelen “gözaltında” yanıtı. Yolsuzluk iddialarının merkezinde Çin’in sorguladığı Meng’in, kendi ortada gözükmeden istifa ettiği açıklamasının basına duyurulması... Interpol’ün ise sıradanmış gibi en azından görüntüde olağan akışına devam edip, geçici başkan ataması...

Dış dünya penceresinden bakarsak “yerli ve millileri” bir kenara bırakalım, bu öngörülemezlik, kuralsızlık akımının kan uyuşmasında ABD Başkanı Trump’ın namı malum. Kendi seçtiği ekibini bırakın, başka ülke liderleriyle hakarete varan söz dalaşlarıyla bir twitter fenomeni! 

Kuzey Kore liderine “roket adam” derken kısa sürede hasmane ilişkiyi “aşk yaşıyoruz”a eviren de o, kendi İsrail siyasetine uymuyor diye ülkesinin ana gövdelerinden olduğu pek çok BM oluşumuna diklenen hatta kiminden çekilen de...

Siyaset arenasında dönem arkadaşları bol. Rusya’nın son dönemde Batı ile geriliminde Soğuk Savaş dönemini canlandıran zehirleme vakaları, gizli servis operasyonları, siber saldırı iddialarıyla bezeli bol aksiyonlu gelişmeler... AB’de uluslararası yasaları oyun alanı yapan otokratik liderler, aşırı sağ-popülist iktidarlar. Filipinler’de yargısız infazları alenen savunan bir Devlet Başkanı...
Uluslararası diplomasi çoktandır batağa saplanmış misali, içerik zaten parçalı bulutlu, şimdilerde ise vitrin de tuz buz...

POMPEO’DAN PEKİN ÇIKARMASI 
Interpol başkanının  Çin’de yolsuzluk suçlamaları çerçevesinde sorguya alındığı haberleri gündeme yansırken ABD Dışişleri Bakanı Pompeo da Pekin’de temaslardaydı. Çinli mevkidaşıyla gündem ticari rekabet ve Kuzey Kore’ydi.

Mine Esen / CUMHURİYET


Mafya raconundan McKinsey tornistanına - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Gazetelerin sayfaları bir anda Bahçeli’nin MHP’si ile Akşener arasındaki kavganın detaylarıyla dolup taştı. 24 Haziran’dan bu yana memleket siyasetinde ‘aksiyon’ olmadığından Bahçeli’nin Akşener’i tehdidi onun da “hodri meydan” demesi üzerine MHP’li bir grubun gece yarısı ev baskınına kalkışması gündemin ilk sıralarına oturdu. Kimileri Bahçeli’nin zamanlamasını manidar buldu kimileri ise Akşener’in “dik duruşu”nu övdü. Ne de olsa Akşener Bahçeli’ye “başka anaların çocukları üzerinden yiğitlik olmaz kendin gel” demiş; evinin önünde slogan atan gençlerden de şikayetçi olmamıştı. Ev baskını teşebbüsünü kınayan İyi Partililer ise böylesi hareket “mafya raconunda dahi yok” diyorlardı.

Halbuki MHP kadroları her daim başka annelerin evlatları üzerinden kahramanlık tasladı. “Bir gece ansızın gelebiliriz” zihniyeti üzerine kurulu bir hareket olarak Türk sağı içindeki ayrıcalıklı konumunu tehdit ve saldırılar ile perçinledi. Yaklaşık yarım yüzyıldır sosyalistler, demokratlar, ilericiler için satırlı, bombalı birer alçaklık olarak geldiler ve neredeyse her gelişlerinde milliyetçi devlet bürokrasisi tarafından ödüllendirilip korundular. Yani bir evin önüne alelacele gelmelerinde sürpriz bir şey yok. Ancak o evin sahibinin yıllarca MHP tabanında “Asena” olarak görülen bir politikacı olması işin rengini değiştiriyor. Her ne kadar “genel merkezin haberi yoktu” dense de herkes biliyor ki o grup kendiliğinden Akşener’in evinin önüne gitmez.

Öyleyse olup bitenin “esbab-ı mucibesi” nedir?
İlk neden elbette Bahçeli’nin ne olursa olsun “gündemde kalma” stratejisiyle ilgili. Modern çağın Düyun-u Umumiyesine benzetilen McKinsey’e dahi arka çıkmak zorunda kalan Bahçeli, af ve benzeri çıkışlarla partisini sürekli konuşulur kılmaya gayret ediyor. Böylece iktidar blokunun “politika belirleyen” unsuru olduğunu göstermek istiyor. Bir yandan da tabanı ekonomik krizin ağırlaşmasıyla ortaya çıkan tabloya odaklanmasın gayretinde. Çünkü krizin faturasının yalnızca AKP’ye değil MHP’ye de kesileceğini 2001 deneyiminden çok iyi biliyor.

Safları sıkılaştırma telaşında olan Bahçeli’nin yerel seçim pazarlığında AKP ile masaya zayıf elle oturmak istememesi ikinci neden. 2014 yerel seçimlerinde belediye kazandığı hemen hemen her yerde 24 Haziran’da İyi Parti önde çıktı. Adana’da, Mersin’de, Manisa’da MHP’nin daha önce aldığı oyların yarısından fazlası Akşener’in partisine gitmiş durumda. Cumhur ittifakında yerel seçim için beklenen tavizler kopartılamazsa İyi Parti’ye aday transferleri olabilir ki Bahçeli’nin yeni firelere tahammülü yok.

MHP’nin tabanında kendini seküler olarak tanımlayan seçmen tercihini artık İyi Parti’den yana yapıyor. Tam da bu nedenle 1990’lardan 2000’lere uzanan MHP’nin sahillere açılma stratejisinin sonu geldi. Bu elbette MHP’nin siyasal İslam’a asimile olması demek değil ancak MHP kentli orta sınıflara cazip görünmek için yürüttüğü imaj siyasetinden vazgeçecek gibi görünüyor. Daha net ifadeyle MHP “demir yumruk” olduğunu göstermek için fırsat kollayacak. Bugün Akşener’e yarın kim bilir kime; şiddet merkezli çözümlere yatkın ve muktedir olduğunu her fırsatta göstermeye çalışacak.

Tek adam rejiminin inşasına giden yolda Erdoğan partisindeki “devlet adamı” kontenjanını sıfırlamıştı. Yeni rejim için başka türlüsü de mümkün değildi; önce partinin içi boşaltılmalıydı. Saray’a dümen kıran MHP’liler o sıfırlanan kadroların yerine gelen hısım akrabanın bir basamak altına yerleşti. Beşir Atalay, Cemil Çiçek gibilerinin MHP’deki muadilleri ise mecburen İyi Parti’nin yolunu tuttu. AKP’den tasfiye edilenler fırsat kollamalarına rağmen bir güç oluşturamadı ama MHP’den gidenler bugün için sağ siyasette bir seçenek. Saray, MHP kendisine göbekten bağlı kalsın diye İyi Parti’ye operasyon gerçekleştirmiyor. Bu da son kertede muhalefet blokundaki özerkliğini korumaya çalışan İyi Parti’nin direncini arttırıyor.

Öte yandan MHP’nin Saray’a angajmanı gündelik siyasette hanesine her zaman artı olarak dönmüyor. McKinsey meselesi tam da böyle bir örnek. McKinsey anlaşmasının maliyetinin getirisinden fazla olduğunu fark eden Erdoğan hızla tutum değiştirdi. Ekonomiye uluslararası kayyım atanmasını “yerli ve milli” siyaset ile tutarlı görüp damada methiyeler düzenler bu ani tornistanla ne yapacağını şaşırdı. Erdoğan yalnızca Özkök ve Kaplan gibilerini değil damadını ve de McKinsey’e göğsünü siper eden Bahçeli’yi de boşa düşürdü. “Biz bize yeteriz” çıkışının muhakkak başka nedenleri var. Ancak bundan önemlisi Erdoğan’ın en yakınındakileri dahi bu denli kolay harcayabilecek, egemen güçler arasındaki çatışmayı keyfi bir biçimde manipüle edebilecek bir düzeni “rejim” haline getirmesi. Öyle ya da böyle eski rejimin bir sistematiği, göstermelik de olsa kurumları vardı. Tek adamın her şey demek olduğu yeni rejim, bütün özgüvenli açıklamalara, tüm kurumları kendisinde merkezileştirmesine rağmen kararsız ve dayanaksız bir icra becerisine sahip. Her kritik adımda bu kendini gösteriyor. 

Yalpalıyorlar ve görünen o ki, yalpalamaya ve yeni krizlere mahkûmlar.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Çağımızın çürüyen devleti (I + II) -Nevzat Evrim Önal /soL-

Çağımızın çürüyen devleti (I) Sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında on...