24 Şubat 2021 Çarşamba

İzmir İktisat Kongresi ve İbrahim Ebilov - Kemal ANADOL / Cumhuriyet-Olaylar ve Görüşler

 23 Nisan 1920’de, TBMM açıldıktan üç gün sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın 1917 Ekim Devrimi lideri Lenin’e yazdığı, dostluk, işbirliği ve yardım isteyen ünlü mektubuyla başlayan Ankara-Moskova ilişkileri inişli çıkışlı olmuştur. Bir Fransız tarihçinin belirttiği gibi Ankara-Moskova arasında aşk değil, mantık evliliği söz konusudur.



Emperyalistlerin saldırısına uğrayan Bolşevik rejim yoğun iç ve dış sorunlarla uğraşırken Ankara’ya gönderdiği temsilcilerin seçiminde gereken özeni gösterememiştir. İlk gelen Verbov sadece propaganda ile yetinmiş, daha sonra gönderilen Upmal Angarski ise müstemleke valisi gibi davranmıştı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine geri çekilmiştir. İlerdeki tarihlerde göreve başlayan Mdivani ve Natseranus’un da başarılı oldukları söylenemez.

Ankara, Bolşeviklerin İngiltere ile imzalamaya çalıştığı ticaret anlaşmasından kuşkulanırken, Moskova da aynı kuşkuyu TBMM ile Fransa arasındaki ilişkiler nedeniyle duyuyordu. Ankara’ya Azerbaycan Sovyet Hükümeti’nin başındaki Dr. Neriman Nerimanov destek olmuş, 1921 yılı şubat başında yakın arkadaşı Lenin’e yazdığı mektupla 16 Mart 1921 Moskova Anlaşması’nın gerçekleşmesine katkıda bulunmuştu.

Rusya’dan gelen 206 kilo altını güç koşullarda Anadolu’ya ulaştıran Azerbaycan siyaset adamı İbrahim Ebilov daha sonra Nerimanov’un kararı ve Lenin’in onayı ile Ankara’ya elçi olarak gönderilmişti. Ebilov, Azerbaycan ve İstanbul Türkçesi ile Rusçaya hâkim bir politikacı, ajitatör bir devrimciydi. Mustafa Kemal Paşa ile kısa sürede dost oldular. Kemal Paşa, Ebilov’un isteği üzerine Ankara’da doğan kızına Anadolu ismini koymuştu.

FRUNZE VE ARALOV ETKİSİ

Ebilov, 21 Mart 1922 günü TBMM’de okunan mesajında, (...) Biz, çok yakın zamanda, esaretiyle her bir Türkün kalbini dağdar eden sevgili İstanbul’un ve İzmir’in göklerinde Anadolu İstiklal bayrağının dalgalanacağına bütün vicdanımızla inanıyoruz. Çünkü cephelerde çarpışan kahraman evladına, sırtında zahire ve mühimmat taşıyacak kadar muhterem ve âlicenap annelere malik olan bir memleket düşman esaretinde kalamaz!” diyordu.

Ankara-Moskova ilişkilerini güvensizlik ortamından çıkaran Ukrayna Ordusu Başkomutanı ve Kızıl Ordu kurucularından Mihail Vasilyeviç Frunze olmuştur. 13 Aralık 1921 günü Ankara’ya gelen 36 yaşındaki generalle aynı yaşlardaki Mustafa Kemal Paşa kısa sürede samimi olmuşlardı. İyi bir gözlemci olan Frunze, Anadolu’daki durumu kavramış ve 3 Ocak 1922 günü Ukrayna ile TBMM arasında dostluk anlaşması imzalanmıştı. Frunze’nin Moskova’ya verdiği rapor üzerine tıkanan Bolşevik yardımları açılmış ve ilişkiler ivme kazanmıştı. Onun önerisi üzerine Lenin, Ankara’ya Büyükelçi olarak Semyon İvonoviç Aralov’u göndermişti.

Aralov kısa sürede Mustafa Kemal Paşa’nın güvenini kazanmış, kendinden öncekilerin aksine Ankara’nın içişlerine karışmayan ve saygılı bir tutum sergilemiştir. İbrahim Ebilov ise hem Azerbaycan elçisi hem de tercüman olarak önce Frunze daha sonra da Aralov’un bütün görüşmelerinde yer almış, hayranı olduğu Kemal Paşa’ya önemli katkılarda bulunmuştu.

EBİLOV: YAŞASIN TÜRK ASKERİ!

27 Mart 1922 günü Aralov, Ebilov ve Sovyet Askeri Ataşesi Zvonaryev sabah 07.00’de Ankara’dan Polatlı’ya hareket etmişlerdi. 6 Nisan 1922 günü son bulacak gizli tutulan bu gezide Mustafa Kemal Paşa elçilere cepheyi dolaştıracak, ordunun savaş gücü hakkında bilgiler verecekti. Aralov askerlere verilmek üzere otuz bin hediye hazırlatmıştı. Cephede çeşitli birliklerde toplantılar düzenleniyordu. Ebilov, Aralov’un konuşmalarını tercüme ediyor daha sonra da askerlere moral veriyordu. Mehmetçikler! Mustafa Kemal Paşa gibi kumandanı olan bir ordu yenilmez! Yaşasın gayretli cüretli Türk askeri!”

Bu gezi sonunda Aralov iki ülke arasındaki dostluğu pekiştirmiş, Sovyet yardımının daha yüksek boyutlara ulaşmasını sağlamıştı. Beş ay sonra, 26 Ağustosta başlayan ve 9 Eylül 1922’de sona eren zaferin Ankara’daki kutlamalarını birlikte yaşamışlardı. Atatürk’ün güvenini kazanan Aralov bugün, Taksim’deki ünlü heykelde onun arkasında yer almaktadır.

KONGREYE ÖZEL DAVET

Zaferden sonra müttefiklerin çağrısı üzerine 20 Kasım 1922 günü başlayan Lozan görüşmelerine Türk heyeti İsmet Paşa’nın başkanlığında katılmıştı. Fransa, İtalya, İngiltere, Japonya’nın sürekli, ABD’nin gözlemci, sınırlı konularda Rusya, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya ve Yunanistan’ın olduğu konferans çetin geçiyor, başta İngiltere Kapitülasyonlar ve diğer ayrıcalıklar konusunda Türkiye’ye dayatmada bulunuyorlardı. Özellikle kapitülasyonları reddeden Türk heyeti görüşmelerin 4 Şubat 1923 günü kesintiye uğraması üzerine ülkesine dönmüştü.

İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Gazi’ye İzmir’de bir İktisat Kongresi önerdiğinde olumlu yanıt almıştı. Bu arada Türkiye, Lozan’daki muhataplarına, yeni kurulan devletin kolektivist bir sistem uygulamayacağı ama ekonomik bağımsızlığından da ödün vermeyeceği mesajını verecekti. Mustafa Kemal Paşa Aralov ve Ebilov’u aileleriyle birlikte İktisat Kongresi’ne davet etmiş, özel vagon hazırlatmıştı. Tren, Basmane Garı’na gelince onları Gazi karşılamıştı. Tören kıtası ve bandonun arkasındaki İzmirlilerin candan alkışları çevreye yayılıyordu.

Kongre, Orgeneralliğe terfi eden Kâzım Karabekir başkanlığında açılmıştı. Konuklar delegelere takdim edilince salon Yaşasın Sovyet Rusya”, Yaşasın Azerbaycan” sesleriyle inliyordu. Gazi, açış konuşması için kürsüye çıktığında çılgınca alkışlanıyordu. O, konukları ve delegeleri selamladıktan sonra Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.” diyordu. Gazi, sefirlerden de birer konuşma yapmalarını rica etmişti. Alkışlar arasında kürsüye gelen Aralov, emperyalizme karşı kazanılan zafer için orduyu ve halkı kutluyordu. Ebilov çağrılınca salon yerinden oynamıştı. Ebilov cephede olduğu gibi burada da yaptığı Türkçe konuşmada delegeleri coşturuyordu. Konuşmasını bitirip yerine oturunca, alkışlara yanıt vermek için dört kez ayağa kalkıp delegeleri selamlamak durumunda kalmıştı.

BEL BÜKEN ÖLÜM

Kongrenin ilk gecesi Gazi elçilere yemek vermişti. Ertesi günü Ankara’ya dönecek, yoğunlaşan iç ve dış politika sorunlarıyla boğuşacaktı. Aralov ve Ebilov’u Ankara’ya götürecek tren iki gün sonra gelecekti. Ebilov son gece ev sahiplerine bir ziyafet veriyordu. Dost bir ortam oluşmuştu. Yemeğin sonuna doğru rahatsızlanmıştı. Odasına çıkarıp durumu telgrafla Gazi’ye duyurmuşlardı. O da valiye özel talimat vermişti. Hekimler duruma müdahale etmişler, konsültasyon yaparak ameliyatta karar kılmışlardı. Ebilov ameliyat masasından kalkamamış, İzmir’de can vermişti.

Mustafa Kemal Paşa, Arap ve Hint uzmanları acele İzmir’e çağırmış, Ebilov’un cesedini mumyalatmıştı. Demir tabuta konan ceset, Ege, Marmara ve Karadeniz’i geçerek Batum’a oradan da Bakû’ya ulaştırılmıştı. Şehitler hıyabanında yapılan törene katılan Azerbaycan Devlet Başkanı Dr. Neriman Nerimanov bitkindi. Türkiye temsilcisi Memduh Şevket (Esendal) yaptığı konuşmada Aziz dostunu yitirmek Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın belini bükmüştür” diyordu. İbrahim Ebilov binlerce dostunun gözyaşları arasında toprağa verilmişti.

17 Şubat - 4 Mart tarihleri arasında İzmir İktisat Kongresinin 98. yıldönümünü kutluyoruz. Değerli iktisatçılarımız ve bilim insanları ülkemizin dünü ve bugününü karşılaştırıyorlar, yarın için önerilerde bulunuyorlar. Ülkemizde ve İzmir’de pek bilinmeyen İbrahim Ebilov’un artık tarihin külleri arasından çıkarılması gerekiyor. İzmir Büyükşehir Başkanı Tunç Soyer ve Belediye Meclisinden onun adına ve şanına lâyık bir uygulama yapmasını bekliyoruz.

KEMAL ANADOL / ESKİ CHP GRUP BAŞKANVEKİLİ

Bir bağımlılık masalı - Kaan Sezyum / BİRGÜN

 Bizim memleket biraz müpto gibi. 

Yani bağımlı. 

Ama bir sorun neye bağımlı. Sabahtan akşama yalan duymaya bağımlıyız. 

Öyle işte hacı dede. Kimisi ap bağımlığı olur, kimisi hesrar içer sabahtan akşama beynini eritir, kimisi zokainman olur, gözlerini böyle çırpıp çırpıp terler gecesi gündüzüne karışmış şekilde, kimisi ise sahillerde, tepelerde biraya vurur kendini. İçtikçe içer, saati belli değildir. Gündüz de içer, sabah da içer akşam da içer. 

İçmenin bir de şöyle bir yanı var. Ne içsen alışıyorsun. Alıştıkça daha çok içiyorsun, tam bir kısır döngü. 

Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde alkol bağımlısı bir birey vardır, filmin bir yerinde rakıya ekmek doğrar, öğün niyetine yer. Maksat bünyeye alıştığı, bağlandığı şey girsin. 

Gerisi mühim değil. 

Zaten tüm bağımlılıklar aslında bir şeyden kurtulmak için başlanan küçük zevkler neredeyse. Tabii işin zevk kısmı hemen soyulur, yaldızın altından bağımlılığın insanda yarattığı ruhsal karanlık ve dipsiz kuyusu hâsıl olur. Bağımlılık kuyusunu bazen kimileri bir tünel gibi görür. Oysa ki tünelin sonundaki ışık, bağımlılık kuyusunun dibinde yoktur. Kuyunun dibindeki şey ışık değil, kuyunun içine bakan kendimizin yansımasıdır. 

O yüzden bağımlılık en kötü şeydir çoğu zaman. İyi olsa bile, bir noktada hayata bakışımızı bozar, o şeyden başka bir şey istemez oluruz.

İşte uzun lafın kısası toplum olarak da iktidar olarak da maalesef şu zamanda öyle bir bağımlılık, öyle bir kendimizi yitirmişlik içindeyiz. Toplum olarak her gün daha fazla yalana maruz kalıyorken, hayatımız iki dudağının ve bıyıklarının arasında olanlar da her gün daha fazla yalan söylemek zorunda kalıyor. Yalan bağımlılığı da çok pis bağımlılık. Toplum olarak sürekli yeni bir yalan bulmamız gerekiyor. İlerlemiyor muyuz? 

O zaman dış güçler bas, Kılıçdar bas, LGBTi bas… Düşman bas…

Bir de kronik yalan durumu var. Kendi yalan söylüyor ama inanmıyor yalanına. Malum partili vekilleri düşünelim. Hepsinin aman höcö öföndü, yürdüne dün bütsün bü hüsrüt, ne üstüdülür dü vürmüdük… diye diye yağdanlığa döndüğü cemaatle sonra pastadaki paylar değişince aniden düşman oldular. Sonuç belli, ülkeyi bu korkunç günlere getiren süreçler de arşivler de kaybolmuyor ama bizimkiler ısrarla kendileri dışından herkesi cömöötcü bu diye etiketleyebiliyor. 

Çünkü kronik durumda yalancılığımız.

Şimdi her gün düzenli olarak milyonlara yalan söyleyen bir birey olduğunuzu düşünün. Başınıza gelmeyen bir olayı bile “Ya işte Barbara Palvin ile de böyle birlikte oldum, hem de o biçim” diye herkese anlatsanız, bir noktada siz bile Barbara ile mercimeği fırına verdiğinize –hem de defalarca- inanırsınız. 

İnsan doğası böyle.

O yüzden bu zor günlerde oy için sokakta kalan malum partiler için kapınızın önüne bir kap yalan bırakmayı unutmayın. Çünkü yalanlarla yaşanmış bir hayata ömür denemez.

Düşünsenize dünya bizi kıskanıyor. Buna inanıyorsunuz. Ülkenin ne kadar çok üniversitesi var! Merkel “Öff” demiş, uzaya uçuyoruz, Ay’a ne gerek var bilmiyoruz ama astronot yollayacağız. Astronota astronot demeyeceğiz, yerli arabamız yollarda, yerli uçağımız havada. En süper ülke biziz, diğerleri de bizi çekemediklerinden medeniyet denilen rezalete sığınmış durumdalar.

En süper anayasayı yazacağız ama Japonlar izin vermiyor. Aksaray’ın altında 1 trilyon metreküplük doğalgaz rezervi varmış ama Ruslar izin vermiyormuş.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

23 Şubat 2021 Salı

Sosyal Demokrasiden nasıl kurtuluruz? - Anıl Çınar / SOL- GELENEK

 Sosyal demokrasi, yüzyıl öncesinde işçi sınıfıyla kurulan organik ilişkinin avantaja çevrilmesi demekti, bugün ise sınıfı artık bu bağlantılar olmadan da çekip çevirebilme kabiliyetine denk düşüyor.


“Nerede şüphe varsa, güven getireceğiz. Ve nerede çaresizlik varsa, umut getireceğiz.”1 Margaret Thatcher, 1979’da İngiltere’nin yönetimine gelişini bu dinsel alıntıyla yorumluyordu. Sonraki yıllarda İngiliz tarihinin en önemli toplumsal hareketliliklerinden birine tanık olunacaktı. Burjuvazi, işçi sınıfının kazanımlarına onlarca yıl sabırla yaklaşmıştı ama artık büyük bir özgüvenle savaş açıyordu.

İşçi sınıfının buna yanıtı görkemliydi, ’84-’85 büyük madenci grevi işçi sınıfının sokaktaki hakimiyetini gösteriyordu. Ancak bu gücün ‘başka bir düzen’ fikriyle buluşamamasının sonuçları da bir o kadar görkemli oldu. İngiliz İşçi Partisi, sınıf ve sendikasıyla bu kadar doğrudan bağlantıya sahip olan bu parti, tam da bu bağlantıları sayesinde düzeni sağlamanın aracı olduğunu bir kez daha gösterdi. Sonraki yıllar bu partinin de Thatcher’ın ünlü sloganına uyum sağladığı yıllar oldu: “Başka yol yok” piyasa egemenliğinin kaçınılmazlığını ifade ediyordu, Blairli yıllar bu sloganın sosyal demokrasinin geçmişine ve İngiliz emperyalizminin ihtiyaçlarına entegre edildiği “yeni” bir dönem olacaktı.

Seneler sonra Corbyn, sosyal demokrasinin yeni soluğu, bir alternatif olarak ortaya çıktı. Olan şuydu ki Corbyn’nin isteklerinin geçmişe oranla aslında ne kadar mütevazi olduğunun fark bile edilemeyişi işçi sınıfının kaybettiklerinin ironik bir biçimde ilanıydı. Yüzlerce İngiliz, partiye samimi biçimde yeniden kayıt yaptırırken, parti içi hesaplaşmalarda, parlamento cambazlıklarında koz olarak kullanıldıklarının farkında olmayabilirlerdi ama artık kural halini alan mekanizma aynı sonucu yeniden üretiyordu: Biriken enerji usulünce dağıtıldı, kitleler bir oldu bittiyle umutsuzluğa terk edildi. Bunun sağın yükselişi anlamına geldiğini ise Brexit gösterdi.

Emperyalist hiyerarşinin tepesindeki bir ülkede bunlar gerçekleşiyor. Ancak yüzyıl öncesinde de durum pek farklı değildi ki. Sosyal demokrasi Almanya’da bir burjuva siyasi akım olarak dünyaya gelirken aslen birkaç özelliğin birlikte işlemesi bu geçişi mümkün kılmıştı. Öncelikle Alman Sosyaldemokrat Partisi (SPD) bir işçi partisiydi. İşçi sınıfının önemli bölmesinde doğrudan örgütlüydü. Sendika, partinin hem kadro hem de oy havuzu demekti. Bu örgütlük sokak gücü anlamına da geliyordu. Almanya’da demokratik düzen Bismarcklı yılların ardından yerleşiklik kazanırken, bu yeni düzenin kurucu unsuru SPD idi. 1918’de de 1920’lerin başında ve sonunda da bu “sahiplik” büyük rol oynadı. Yalnızca meclisteki koltuk aritmetiğinde değil, bu durumu sloganlarda da görmek mümkündü: “Demokratik düzen” ile “burjuva karşıtlığı” özgün ama ısrarlı bir biçimde birleştiriliyordu. Düzen değişikliği arzusunun kitlelerde hızla yayıldığı bir dönemde bu ısrarın tek anlamı düzeni korumak olabilirdi.

SPD örgütlülüğün ve sokak gücünün siyasete girişinin dünyadaki en çarpıcı örneğini yaratmıştı. Halbuki bu durum siyasetin değişmezi haline geldikten, bunun üstüne savaş ve devrim yılları da yaşandıktan sonra Alman siyasetinde sokak gücü olmayan parti neredeyse kalmamıştı. SPD, komünistleri ve nazileri aynı radikal kefeye koyarken iki şeyi aynı anda gerçekleştiriyordu: Düzenin sahibi ve demokrasinin koruyucu partisi olarak örgütlü gücünün enerjisini parlamento manevralarında etkisizleştiriyor, işçi sınıfının sağ yükselişe karşı tek gerçek direnç noktası olan örgütlülüğünün ve sokak hakimiyetinin elini kolunu bağlıyordu.

Dahası, kitlelerdeki etkisini meşruiyet kozu olarak kullanarak komünistlerin sokak gücünü yasadışı ilan ediyor ve kendi tabanındaki direnç unsurlarını da sabırlı ve ihtiyatlı olmaya davet ediyordu. “Sorumluluk” ve “tolerans” SPD’nin '20ler boyunca resmi politikasıydı.2 Üstelik parti, yıllardır bu sorumluluğun gereği olarak yaptıklarıyla düzenin geniş kitlelerdeki hayal kırıklığının öznesi haline gelirken, kitlelerde düzen değişikliği arzusu güçlenirken ve Alman burjuvazisinin ihtiyaçları başka bir yönü işaret etmeye başlarken Almanya’nın geleceğine dair belli bir körlük de geliştirmekteydi. Aslında bu körlük karakteristikti. Sosyal demokrasi öznel niyetlerden bağımsız olarak bu karakteristik özellik ile işlevleniyordu, SPD’nin düzen için anlamı buydu. Bu işlev ile faşizm mükemmel bir ikili oluşturdu. Naziler sadece devletli ve mühendislik ürünü bir hareket olarak yükselmediler; SPD’nin boşalttığı alanı doldururken sokağı da tutmaya başladılar, kitlelerdeki düzen değişikliği arzusuyla bağlantı kurdular, direnç noktaları etkisiz hale getirilmiş solun zayıflıklarına oynamayı başardılar. Bu başarı faşizmin olduğu kadar sosyal demokrasinindi.

Bunlara uzunca yer vermemin nedeni bir faşizm incelemesi ortaya koymak değil elbette. Asıl sorun devrimci siyasetin düzen siyasetine karşı hamle geliştirirken nasıl davranması, tarihten çıkan bazı sonuçları nasıl değerlendirmesi gerektiğiyle ilgili. İki kardeş hareket olarak sosyal demokrasi ve faşizm (buna özgüven katsayısı yüksek Thatcher’ı da ekleyebiliriz) örgütlü siyasetin, sokak gücünün siyaset arenasına etkisi açısından önemli ipuçları sunuyor. Bugün bu ipuçları üzerine düşünmeden sosyal demokrasinin işleviyle ilgili konuşmak pek mümkün değil.

Esasında, düzen siyasetinin kapalı devre mekanizmaları ile “sokak” arasındaki ilişkinin formülasyonu sorunu bizzat burjuva düzenin siyasi arenasının hangi unsur ve platformlardan ve nasıl oluştuğuyla başlar. 1789 Fransız Devrimi, devrimin kitlesi ile farklı partiler (kulüpler) arasındaki ilişkiyi tarih sahnesine çıkaran ilk büyük modern örnektir. Devrimin hemen ardından kurulan Kurucu Meclis farklı siyasal akımların, “sağ”ın ve “sol”un şekil verdiği bir ilk kurumsal adımdır. Siyasi arena daha sonrasında parlamentonun (Konvansiyon) kuruluşu ile birlikte farklı bir bileşene daha kavuşmuş olsa da henüz yeni oluşmakta olan bu kurumsal sistem, siyasi arenanın tüm gelgitlerinden etkilenmekten kurtulamaz. Aslında durum gelgitli olmanın da ötesindedir. Fransa’da olaylar, yukarıda Almanya için söylediklerimizin aksi yönünde bir gelişimle ilerler. Burjuva siyasal sistemden Fransa’da bir düzen kurması beklenir. Fakat henüz nüve halindeki bu sistem, devrimin yükselen seyrine paralel biçimde, düzenin aşılması anlamına gelebilecek tüm vektörlerden etkilenmeye devam eder. Arada bariyer işlevi görecek mekanizmalar henüz oluşmamıştır. Devrimin kitlesi farklı siyasi temsilcileriyle birlikte muazzam bir basınç unsuru haline gelir. Artık hangi platform, hangi “devlet” unsuru söz konusu olursa olsun, tüm partiler sokağın nabzını tutmak durumundadır.

Basınç partilerin içine de nüfuz eder. Jakoben Kulübü sadece Paris’te değil, Fransa’nın diğer bölgelerinde de hatırı sayılır bir örgütlülüğe sahip, binlerce üyesi olan bir partidir. Bu örgütlülük, solun yani devrimciliğin Konvansiyon’a şekil vermesini sağlayan önemli bir araç olur. Devrim hep daha fazlasını isterken ve düzen bir türlü tesis edilemezken bundan Jakoben partisinin içi de etkilenir, hatta bu etkinin Fransa’nın farklı bölgelerindeki yansımaları da görünür hale gelir. Fakat devrim daha da fazla Paris’e daraldığında bile sokağın gücüyle siyasi arenanın farklı unsurları arasındaki ilişki kopmaz. Devrimin en radikal temsilcileri olan Montanyarlar ile Paris halkının yoksul emekçi toplamı “sans-culottes”lar arasındaki organik ilişki devam eder. Devrim fikri, sokağın gücü ve bunun kulüplerdeki karşılıkları sayesinde her tür düzen fikrini alt üst eder. Bu öyle bir güçtür ki artık devrimin sonrasının, yani gerçekten de belli bir “düzen”in kuruluşunun gerektiği noktada bile bu işlemin potansiyel aktörlerini basınç altında bırakır, hareket edemez hale getirir. Devrim yatışmalı ve düzen kurulmalıdır ama Fransa’nın devrimci partisi devrimin görülmemiş radikalliği ile düzen kurma görevi arasında sıkışıp kalmıştır. Fransız Devrimi’nin yarattığı siyasi arenanın kurumları bu sıkışmanın izleriyle çatırdar.

Sosyal demokrasi işte bu sıkışmayı düzen lehine yönetme iddiasının adıdır. Fakat bu işlem işçi sınıfı içerisinde belli bir etkiye sahip olmadan, Fransız Devrimi’nden bugüne dek inşa edilen ve “sol” olarak tarif ettiğimiz değerlerle bağ kurmadan gerçekleştirilemez. Az önce bunun en önemli örneğine Almanya ve SPD üzerinden yer vermiş oldum. Avrupa’da devrimin geri çekilişiyle birlikte siyasi arenadaki kalıcılığını ispat eden bu gelenek İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden canlılık kazanır. Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı basınç, işçi sınıfına pastadan pay verme ve ekonomilerin devlet müdahalesiyle ayağa kaldırılma zorunluluğu Avrupa’da sosyal demokrasinin yeniden işlevlenebileceği koşulları üretmiştir.

Sosyal demokrat gelenek tarihsel olarak İkinci Enternasyonal’e, dönemin komünist ve sosyal demokrat partilerinin ayrışmasına denk düşer. ’45 sonrasındaki sosyal demokrat partilerde ise geleneğin temel özellikleri korunur; işçi sınıfıyla, sendikalarla doğrudan ilişkili olma durumu devam eder. Burjuva siyaset sistemi artık az çok iki merkezli bir yapıya dönüşür. Merkez sağ ve sol, koordinat merkezleri olurken tüm partiler de bu koordinatlara göre “konumlandırılır”. Sağın ve solun neyi temsil ettiği konusunda pek bir kafa karışıklığı yoktur. Tüm bu özellikler açısından belli bir süreklilik oluşmuştur artık. Öte yandan, başka bir değişim göze çarpmaktadır.

Savaştan kitlesel partilerle çıkan komünistler işçi sınıfıyla organik bağlantıya sahip olma, sendikalarda hakimiyet kurma, sokak gücü gibi başlıklarda büyük rakip haline gelmişlerdir. Geleneksel sosyal demokrasi kendi solundaki bu partilerin gücünün yarattığı basınç yüzünden de sol kulvardan fazla uzaklaşamaz. Halbuki sosyal demokrasi kendi geleneksel partilerinin değil ama komünist hareketin bazı zaaflarının sonucunda yeni bir biçimlenmeye doğru ilerler. Avrupa’da komünist partiler “sosyal demokrat parti” değildirler elbette ama düzeni sağlama, ihtiyatlı olma, tolerans gösterme gibi başlıklarda SPD’ye fazlasıyla benzemektedirler. Sosyal demokrasi bir siyasi çizgi olarak bu iki kulvarın karşılıklı manevraları ve sonrasında da birleşmeleri sonucunda yeni bir şekle bürünür. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, sınıf hareketinin siyaset arenasındaki etkisinin giderek azalması, sol değerlerden dünyanın her yerinde uzaklaşılmaya başlanması uzun süre boyunca varlığını koruyabilmiş merkez koordinatları da ortadan kaldırır. Eski komünist partiler tasfiye olur, geleneksel sosyal demokrat partiler ise kopuşlar yaşamaya başlar.

Halbuki bu değişim sosyal demokrasinin bittiği anlamına gelmemektedir. Burjuva siyasi sistemin düzen soluna ihtiyacı bitemez. Kapitalizm düzenin sorgulandığı dönemeçleri, sol değerlerin tamamen ortadan kalkmasını engelleyecek problemleri devamlı olarak üreten bir toplumsal düzendir. Düzen solu yeniden şekil alırken geçmişin merkez partileri çeşitli radikal unsurlar tarafından çevrelenmeye başlar. Bu durum kimi örneklerde geleneksel tipte sosyal demokrat partilerin tamamen değişim geçirmesine neden olur. “Pasoklaşma”, Yunanistan’daki örneğin diğer ülkelerde de yaşandığı bir sürecin genel kavramı olur. PASOK dağılmış, içerisindeki unsurlar diğer başka radikal unsurlarla bir araya gelmiş ve bugünkü SYRIZA tipi partiler ortaya çıkmıştır. Artık dünyada ve Türkiye’de sosyal demokrasiden bahsettiğimizde, belli başlı partiler ve bunların etrafında kümelenmiş unsurlardan oluşan bir siyasi çizgiyi anlatmış oluyoruz. Düzen solu, kendi soluyla onu uydulaştıracak bir ilişki içerisine girmekte, bu sayede düzen solu ile devrimci hareket arasındaki gri alan düzen siyasetine doğru bütünleştirilebilmektedir. Böylece sosyal demokrasi en temel yeteneğini, sola ait olan alan üzerinde hak iddia ederken düzeni de sağlama işlevini canlı tutabilmektedir.

Fakat işçi sınıfının bir hareket olarak siyasi arenadaki yokluğu, sosyal demokrasinin hem sınıf örgütlerine hem de sınıf içerisindeki organik örgütlülüğüne mecburiyetini büyük ölçüde aşındırmıştır. Türkiye işçi sınıfı ’60 ile ’80 arasındaki görkemli yükselişiyle siyasi arenaya damgasını vurmuş ve bu etkinin sonucu olarak Ecevit CHP’si bir sosyal demokrat partiye dönüşmek zorunda kalmıştır. CHP işçi sınıfı içerisinde ve sendikalarda belli bir bağlantı düzeyi yaratmayı başarmış ve sol üzerinde kurduğu hakimiyet sayesinde düzenin tesisinde büyük rol oynamıştır. Fakat dünyada ve Türkiye’de komünizm tehlikesinin atlatılması, piyasa politikalarının her yerde “tek yol” haline gelmesi CHP’yi de bu bağların yüklerinden kurtarmıştır. Üstelik sosyal demokrasinin sınıfla doğrudan ilişkilerindeki aşınma, sadece sonradan bu çizgiye yerleşen CHP gibi partilere özgü değildir. Sendikalar ile sosyal demokrasinin belki de en iç içe geçtiği, en uzun ömürlü örneği olan İsveç’te bile eski dengeler değişmekte, bağlar zayıflamakta, başka ülkelerde de olduğu gibi faşist hareket mütevazi olmayan bir yükseliş elde etmektedir.

Siyasi arenanın işçi sınıfının, örgütlü müdahalelerin etkilerinden giderek kurtulması bugün popülist olarak adlandırdığımız sol partilerin ya da ittifakların varlık göstermesiyle paralel bir süreçte gerçekleşti. Ancak bu durum sosyal demokrasinin yok olması anlamına gelmedi. Siyasetin kapılarının geniş kitlelerdeki huzursuzluğun yıkıcı etkilerine kapatılması, siyaset denilen şeyin parlamento, seçim ve ittifak oyunlarına dönüştürülmesi sol popülizm görünümüyle sosyal demokrasinin görevinin başında olduğunu da gösterir. Yükselen huzursuzluğun solun enerji noktalarıyla buluşamaması, düzen siyasetinin kurumlarında ve mekanizmalarında köreltilmesi sosyal demokrasinin temel mühendislik becerisidir. İşte bugün sosyal demokrasiye geçmişte hak iddia ettiği sola ait olan o alanı kullanılamaz hale getirme işlevi de düşmektedir. Bu işlev Almanya örneğinde faşizmin yükselişi karşısındaki direnç noktalarını atıl bırakmak, hatta yok etmek biçiminde gerçekleşmişse bugün de Türkiye örneğinde, biriken enerjinin sıçramalar elde edebileceği aydınlanma, yurtseverlik, özgürlük gibi değerleri tahrip etmek biçimde gerçekleşiyor.

Sosyal demokrasi ortadan kaybolmuyor, siyaset büyük ölçüde izole bir alanda dönen manevralara indirgeniyor ancak bir mesele de bir türlü yok olamıyor. Sosyal demokrasi ve düzen her ne kadar kitlesiz, sokaksız siyaseti sistematik hale getirmek istese ve bunda büyük mevziler elde etse de bu durum siyasi arenanın örgütlü müdahalelere açık olduğu, siyasetin asıl belirleyici unsurunun geniş anlamıyla sokak olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Burada iyi düşünülmüş hamlelerle elde edilebilecek stratejik mevzilerin bütün bir siyaset arenasına etki etmesinin önü kapalı değildir. Sola ait alanı ve işçi sınıfıyla doğrudan bağlantılarını terk etse de sosyal demokrasinin yok olmayacağını söylüyoruz. Aslında tam da bu noktalardaki zaafları sayesinde sosyal demokrasi mevcut burjuva düzenin bazı açılardan zayıf diyebileceğimiz noktalarını teşhir etmiş de oluyor. Sosyal demokrasinin proleter niteliğini kaybetmesi, işçi sınıfının maddi koşulların doğrudan ürünü olan tepkilerini yönlendirme ve soğurma yeteneğini kaybetmeye başlaması anlamına geliyor. Üstelik, siyasetin giderek sınıf gündemlerinden başka temalara, “kültürel meselelere” kaydırılması, yıllardır sınıf gündemiyle siyaset yapmayı becerebilmiş sosyal demokrasinin geleneksel varlık koşullarının altını bir süredir oymaktaydı da. Sağ, pek çok örnekte görüldüğü üzere, bu boşluklar üzerinden kendisine alan açtı. Ama bu zaafların aynı zamanda bir bütün olarak düzenin zaafları anlamına geldiği de unutulmamalıdır.

İşte bu zaaflar üzerine çalışırken Lenin’in ve Stalin’in Alman devriminde komünistlerin görevleriyle ilgili olarak ısrarla dile getirdikleri temel kural üzerine tekrar düşünmek gerekiyor.

Rusya’da 1917 Şubat’ında gerçekleşen devrim yeni bir düzenin filizleneceği platformların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bilindiği gibi siyasi arena Kurucu Meclis ile Sovyetler ekseninde kurumsallaşma sancıları çekiyor ancak sokağın gücü nüve halindeki bu kurumların ya ortadan kalkmasına ya da devrimin aygıtına dönüşmesine neden olacak bir basıncı diri tutuyordu. Rusya’da burjuvazi Almanya’daki sınıfdaşından farklı olarak az çok oturmuş bir kurumsallaşmayı değerlendirebilme olanağından yoksundu. Fakat bolşevikler burjuvazinin bir zayıf noktasını daha kendi avantajlarına çevirmenin yolunu bulmuşlardı. Almanya’da SPD’nin yaşadığı sosyal demokratlaşma sürecinin bir benzeri elbette Rusya’da da gerçekleşiyordu. Devrim burjuva sınırları kabul edecek olsaydı düzen de işçi sınıfı kökeninden gelse bile bu düzende karar kılan partileri zorunlu olarak sosyal demokratlaşma yoluna ittirecekti. Oysaki Rusya’da burjuvazi hem zamandan hem de alternatiften yoksun kaldı.

Peki, iki ülkenin farklılığı devrimin kaderini belirleyen tek etken olabilir miydi? Hayır…

Bolşeviklerin stratejik çalışması ve zamanı iyi kullanabilmeleri zayıf noktalardan yüksek verim alabilmelerini sağlayacak bir sıçrama zemini yaratmıştı. Devrimin hararetli günlerinde SPD gibi bir partiyle baş etmek zorunda kalmadılar belki ama zaten her şeyi devrim anına bırakmamaları bolşeviklerin olası bir beladan kaçınabilmelerini sağlayan özelliklerinden biri olmuştu. Menşevik ve diğer sosyalist unsurların işçi sınıfı üzerindeki hakimiyetini kıracak ya da bu partileri belli oranlarda etkisizleştirecek türden bir çalışmayı yürütebilme kabiliyetleri mevcuttu. Sovyetlerde çoğunluğun ele geçirilmesi mucizevi gelişmelerin ürünü değildi. Bolşeviklerin fabrikalarda, işçi semtlerinde, askeri birliklerde elde ettikleri güç, kısacası sokağın hakimiyeti, devrim hareketinin sınır tanımayan ruhunun her tür düzen anlayışını basınç altında bırakabilmesini olanaklı kılmıştı. Fransa’da gördüğümüz türden bir ileri atılım bu sefer stratejik bir vizyonla buluşmuş ve kendi yeni düzenini dayatabilmişti. Almanya’da ise sosyal demokrasinin geniş işçi kitleler üzerindeki hakimiyeti kırılamadığı oranda devrime yön vermek de olanaksızlaşıyordu. Devrimin radikalleştirici atmosferi Alman partisini üç parçaya bölse bile işçi kitlelerin bu üç alternatif arasında doğru düzgün ayrım yapabilmesini sağlayabilecek bir netlik uzun süre söz konusu olamadı. Yıllar sonra Alman Komünist Partisi (KPD) bu sefer azımsanmayacak bir işçi bölmesini sosyal demokrasiden koparan, onları örgütle ve sokakla buluşturabilen bir siyasi hat örmeyi başarabilmişti ve bunun ürünü olarak, 20’lerin sonuna gelindiğinde, komünistlerin oyu bazı bölgelerde birkaç katına çıkmıştı. Fakat devrimler döneminden ve Rusya’dan dersler çıkaran Alman burjuvazisi ile iş bilir sosyal demokrasinin bir araya gelişi komünistleri gerçekten de zorluk derecesi yüksek bir görevle baş başa bırakacaktı.

Lenin’in devrim öncesinde bağımsız siyasi hattın yaratılmasına, hem Lenin’in hem de Stalin’in sosyal demokrasinin etkisinin kırılmasına dönük uyarıları bu tarihsel gerçeklikler içerisinde anlamlanıyor. Stalin, “Görev geniş işçi kitlelerin devrim ve komünizm cephesine kazanılmasıdır.” diyor, “sendikal bürokrasinin ve sosyal demokrasinin gericileştirici etkisi kırılmalı, hiç değilse nötralize edilmelidir” diye de ekliyordu.3 Aslında Stalin devrimin sosyal demokrasi sorununu proletarya diktatörlüğü denkleminde somutluyordu: “Milyonlarca işçinin iradesine karşı proletarya diktatörlüğünün kurulabileceğini düşünmek büyük hatadır.” diyordu. Fakat Stalin’in öğüdünün “hayal kurmayın”dan ibaret olduğunu düşünmek de pek doğru olmaz. Rusya’da iktidarın ele geçirilmesi sorununun ve hatta bunun zamanlamasının işçi iktidarının ve siyasal temsilcisinin meşruiyetiyle iç içe olduğunu Lenin’in kaleminden de okumuştuk. Lenin bolşeviklerin iktidara talip oluşunu “böyle bir parti var” diyerek dile getirdiğinde sadece devrimci cüretin sözcülüğünü üstlenmiyordu. Lenin gerçekten de iktidarın korunabileceğini, bunun meşruiyet koşullarının mevcut olduğunu ve bu koşulların yarattığı olanakların değerlendirilebileceğini düşündüğü için partisine güveniyordu.

Proletarya diktatörlüğü devrim sonrasının da en önemli tartışma başlıklarından biri olacaktı. Öte yandan, bu tartışma bir siyasal hareket olarak sosyal demokrasinin tarihsel serüvenini anlamak açısından da büyük önem taşıyor. Serüvenin bir yanı burjuvalaşma ve bugünkü anlamıyla sosyal demokratlaşmadır ama bundan ibaret değildir. “Sosyal demokrasi” ilk ortaya çıktığında belli bir projenin, belli bir siyasi vizyonun adıydı. Lenin, sonrasında bir burjuva siyasal akım olarak sosyal demokrasiyi tanımlıyor ve reddediyordu ama sosyal demokrat projenin 19. yüzyılın ikinci yarısında tarihe sunduğu keşfinin üzerinden tamamen atlıyor da değildi.

İşte Lenin’in bir leninizm yaratabilmesine olanak da sağlamış olan bu keşif bugün tam da sosyal demokrasinin kendisine yöneltilebilecek en önemli silahtır. Komünist hareket tarihin bu ironisini değerlendirmelidir.

Neydi peki sosyal demokrat proje?

Sosyalist düşünce ve işçi sınıfı hareketi, her ne kadar birbirine etki eden iki büyük kıta olsa bile, esası itibariyle farklı gelişme dinamiklerine sahiptir. Bir dünya görüşü olarak sosyalizmin kökeni işçi sınıfınınkiyle  aynı değildir. Marksizm (marksist sosyalizm) doğrudan işçi sınıfının varlığı sayesinde şekil alan bir dünya görüşü olmasına rağmen bu ilk “ayrılık” onun için de geçerlidir. Ayrılık bir yana, tarihte sosyalizm ile işçi sınıfının birbirine düşman olduğu örnekler de vardır. Özetle, Fransız Devrimi’nden 19. yüzyılın ikinci yarısına dek bu iki kıta nadiren dost olabilmiştir. Yan yana gelme denemeleri gerçekleştirilmiş ama tarihsel ortaklık bir türlü tutturulamamıştır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sosyalizmin toplumsal düzlemde varlık gösterme denemelerini incelemiş, farklı sınıflar ile sosyalist ve komünistlerin ilişkisini, buradaki arızaların kaynaklarını sırayla değerlendirmişlerdir. Manifesto’da, iki yakanın karşılıklı sancılarından sonuçlar çıkarmış ve birlikteliğin gerçekleşebileceği teorik ve programatik hattın artık mevcut olduğunu ilan etmişlerdir. Marksist komünizm bir işçi sınıfı sosyalizmi olarak yeni dünya görüşüyle işçi sınıfı hareketinin birlikteliği demektir.

Bu birlikteliğin kendiliğinden gerçekleşeceği elbette düşünülmemektedir ama bunun nasıl hayata geçirileceği konusunda da henüz büyük boşluklar bulunmaktadır. Sonraki yıllar, devrim ve karşı-devrimlerle ilerlerken, marksizm ile onun toplumsal varlığı arasındaki açının sorunlarını gözleyebilme olanağını yaratmıştır. Buna kapitalizmin gelişimine paralel, işçi sınıfının serpilişi de eşlik etmiştir. Enternasyonal ve Komünist Birlik bazı denemelerde bulunmuşsa da sorunun çözümü anlamına gelememiştir. İşte sosyal demokrasi, Paris Komünü’nü izleyen dönemde, Almanya’da bu iki yakayı bir araya getirme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Sosyal demokrasi sosyalizm ile işçi hareketinin birliği demektir. Bu birliğin programatik karşılığı, Kautsky’nin imzasını taşıyan Erfurt Programı’nda mevcuttur. Aslında birleşmenin nasıl gerçekleştirilebileceğiyle ilgili yanıtlar nüve halinde de olsa Manifesto’da mevcuttur; fakat Kautsky’nin katkısı siyasal, örgütsel, teorik boyutlarıyla bir bütün olarak bu birlikteliğin farklı yönlerini ortaya koyabilmesindedir. Aslında, hem Erfurt Programı’nda hem de metnin yazarının teorik kavrayışında bazı boşluklar ve sorunlar bulunur. Hatta Lenin Kautsky’ye büyük saygı besliyor olsa da Kautsky’nin nefesinin tükendiği noktalarda kimi adımlar atıyordur bile. Fakat sosyal demokrasi Almanya’da da Rusya’da da sosyalizmin işçi hareketiyle buluşmasının olanaklı olduğu temel marksist dünya görüşüyle yola koyulmuştur.

İşçi hareketinin tarihi, direnişinin tarihidir. Kapitalist toplumsal düzenin temel unsuru olan işçi sınıfı, karşıt ikizi burjuvaziye meydanlarda savaşarak, iş yerlerinde kavga vererek veya sadece dişlerini sıkarak farklı biçimlerde tepkiler üretir; ancak eninde sonunda, mutlaka belli bir direnç gösterir. Sosyalizm başta bu direnç noktalarıyla buluşacak, işçi sınıfını politik olarak eğitecek, onu bir araya getirecek, partiyle buluşturacak, halkalar halinde örgütleyecektir. Bunun yanında, sosyal demokrat projede bu kanalların hepsini kesen bir tür iyimserlik de mevcuttur: İşçi sınıfı uzlaşmaz karşıtlığın bir tarafı, toplumun temel ve devrimin asıl öncü unsurudur, işçi sınıfı sosyalizmin mesajına o ya da bu şekilde açıktır. Mesajın hangi siyasal ve ideolojik kanalların kullanımıyla toplumsallaştırılacağı sosyalizmin her dönem yanıt araması gerektiği temel sorusudur. Bununla birlikte, bu mesajın gerçek bir karşılık bulabilmesinin ön koşulu merkezinde partinin durduğu bağımsız bir siyasal hattın varlığıdır.

Bağımsız siyasal hattın ne olduğu ve nasıl yaratılacağı 1914 ile 1924 yılları arasındaki deneyimlerin sonucunda netleştirilmiştir. Bu yıllar sadece iktidarı ele geçirme değil, iktidarı koruma sorununu da yeniden canlandırmıştır. Sosyal demokrasi iki sorunun da bir yerindedir. Lenin Rusya’daki devrimden iki yıl sonra hala ayakta duran devrimci iktidarın gerçekliğini arkasına alarak Almanya’daki devrim için konuşurken (ve Kautsky’ye karşı polemik geliştirirken) sosyal demokrasinin ‘meşruiyet çalma’ işlevine dikkat çekmektedir. Sosyal demokrasi, geçmişin komplocu devrimci hareketlerinden farklı olarak meşruiyet sorununa fazlasıyla duyarlıdır. Aslında biraz da bu duyarlılığın hastalığa dönüşmesinin ürünüdür.

İşte proletarya diktatörlüğü ve meşruiyet sorunu, 1871’in derslerinin ve Almanya’da işçi hareketinin bağımsız gelişiminin ürünü olarak incelenirken, bu sürecin programatik sonucu sosyal demokrasinin projesi olmuştur. İşçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve koruyacaksa, meşruiyetini tesis etmelidir ve bu da devrimi önceleyen, işçi sınıfının kazanıldığı belli bir siyasal, ideolojik çalışmanın gerekliliği anlamına gelir. Sosyalizm ve işçi hareketi parti sayesinde birleşecek, işçi sınıfı da toplumsal düzlemde hegemonyasını kuracaktır. Ama işçi sınıfını kazanma işlemi Kautsky’deki şekliyle sonsuzluğa uzanan bir süreç anlamına gelirken ve bu durum SPD’nin Weimar Almanya’sında edindiği yerle birlikte burjuvalaşmaya giden yolu beslerken, kazanma işleminin sonucu da giderek sosyalizmi terk eden bir partinin işçi sınıfı üzerinde bıraktığı zararlı izlere doğru renk değiştirmiştir.

Sosyal demokrat işlem, yüzyıl öncesindeki haliyle işçi sınıfıyla doğrudan bağlantı kurma ve organik ilişkinin avantaja çevrilmesi anlamına geliyordu; bugün ise yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı sınıfı artık bu bağlantılar olmadan da çekip çevirebilme kabiliyetine denk düşüyor. Bu bir yönüyle sosyal demokrasinin yeteneğini bir yönüyle de zaafını işaret ediyor. Bugün sosyal demokrasinin bu zaafı uygun mekanizmalar ve uygun bir mesajla birleştirilebilirse avantaja çevrilebilir ve işçi sınıfı kazanılabilir.

Sosyal demokrasiden kurtulmak mümkün olmayabilir ama onun kurtulamayacağı zaafları komünizmin güçlenmesi anlamına gelebilir. Siyaset arenasının düzen siyasetinin kapalı devre mekanizmalarından ibaret olmadığını gösterecek hamleler Türkiye’de bağımsız bir kanalın varlığını da göstermenin yollarını yaratabilir.

Komünist hareket bu olanağı değerlendirecektir.

Anıl Çınar / SOL- GELENEK

  • 1."Remarks on becoming Prime Minister (St. Francis's prayer)". Margaret Thatcher Foundation. 4 May 1979. https://www.margaretthatcher.org/document/104078
  • 2.Donna Harsch, German Social Democracy and the Rise of Nazism, University of North Carolina Press, 1993, s.44-94-137-149.
  • 3.Stalin, Bolshevik, No. 11, September 20, 1924. (Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1954)


TKP tarihi - Oğuz Oyan / SOL

TKP tarihi ilk defa yazılmıyor. Ama ilk defa bu kadar kapsamlısı ve Parti içinde görevlendirilen bir Kurul aracılığıyla yazılanı görülüyor.


TKP tarihi ilk defa yazılmıyor. Ama ilk defa bu kadar kapsamlısı ve Parti içinde görevlendirilen bir Kurul aracılığıyla yazılanı görülüyor. "Parti Tarihi. Türkiye Komünist Partisi'nin Kuruluş Dinamikleri" başlığını taşıyan kitap, dört ciltlik bir yapıtın birinci kitabı olarak Ocak 2021'de yayınlandı. Böylece ilk kitap, matbaa süreci hariç tutulursa, TKP'nin kuruluşunun (10 Eylül 1920) 100. yıldönümüne de yetiştirilmiş oluyor.

Birinci kitap, TKP'nin kuruluş dinamiklerini Osmanlı döneminden yani kendi kuruluş tarihinin epey öncesinden başlatıyor. Kitapta "Parti'nin tarih öncesi" olarak adlandırılan bu dönem, her ne kadar 1870'lerden itibaren görülen işçi ve köylü eylemlerine kadar götürülse de esas olarak 1908 Devrimi sonrası temel alınıyor. Buradan 1927 Tevkifatı'na kadar giden dönemdeki gelişmeler ilk kitabın konusunu oluşturuyor. Bu tarihler dışına yalnızca "Giriş" bölümünde çıkılıyor. Bu da gerekli olduğundan; çünkü "giriş" yalnızca birinci kitaba değil tüm esere bir giriş niteliğinde. Buradan öğrendiğimize göre, ikinci kitap 1927'den başlayıp 1961'de TİP'in kurulmasına kadar geçen süreye odaklanacak. Üçüncü kitap, "solun yirmi yıllık, halen aşılmamış 'altın yıllarını' kapsayacak". Dördüncü kitap ise, 12 Eylül 1980 faşist darbesi sonrasındaki dönemi, yani halen içinde yaşadığımız son 40 yıllık dönemi ele alacak. Bu son dönem TKP'nin 1990'da tasfiyesinden "2001'de TKP adının siyasete geri dönüşünü" yani yeni partileşme sürecini de içerecek.  

Peki, kendi tarihini yazmak nasıl bir şey? Bu soru "Giriş"te soruluyor ve yanıtlanıyor: "Özne kendini nasıl nesneleştirebilir? Bilimin ve tarih yazımının kim ekolleri bunu olanaksız sayacaklardır. Dört ciltlik Parti Tarihimizin özgünlüğü tam da buradadır. (...) Biz... kendi tarihimizi, kendi mücadelemizin bir silahı olarak yazma iddiasındayız. Parti Tarihi yazımını bir 'resmi tarih' egzersizi olarak görmek temelsiz olur. (...) Bizim tarih yazımımız resmi, yani durağan bir kurumsallığın değil sosyalist devrim mücadelesinin bir parçasıdır. (...) Siyasi mücadelemizin tarihi bu anlamda ancak 'içeriden' yazılabilir. Veya böyle bir yazım olmaksızın yapılacak tüm değerli tarihçi katkılarının ayakları havada kalacaktır... Çünkü geçmişi bir olaylar, olgular, kişiler deposu olmaktan çıkartıp büyük harfle Tarih haline getiren, bugünle bağlanışıdır. (...) Çalışmanın temel iddiası 'Partinin Tarihi' olmaktır. (...) Türkiye'de TKP tarihi veya genel olarak solun tarihi, esas olarak bir belge tarihçiliğidir. (...) Ancak teorik bir çerçevenin yokluğunda, yalnızca belgelerin yol göstericiliğinin yeterli olabileceği yargısı pozitivizmden başka bir şey değildir. (...) Türkiye sol tarihçiliğinde belge tarihçiliğinin eşlikçisi öznel yazımlara da rastlanıyor. (...) Asıl güvencemizi, belgelerle barışık olan, kimisini açığa çıkarıp kimisinin üstünü örtmeye gerek duymayan sahiplenici bir teorik perspektif oluşturacaktır" (s.12-15).

Kitabı okurken hemen farkediyorsunuz gerçekten: Her bölümün sonuna eklenen kaynakçalar ve sayfalarda özenle verilen dipnotlar, ikinci el kaynaklar ağırlıklı olmakla birlikte, döneme ilişkin geniş bir kaynak taraması yapıldığını ve bunların önemli bir bölümünün de birinci el kaynaklar kullanan tarihçi çalışmaları olduğunu göstermektedir. Bunun büyük bir emek gerektirdiği açıktır. 

Birinci kitabın ele aldığı çeyrek yüzyıllık dönem, aynı zamanda köhnemiş bir İmparatorluktan modern bir Cumhuriyete geçişin de tarihidir. Başka açıdan, feodal yüklerini üzerinden atamamış bir toplumsal/siyasal yapıdan, kapitalist bir toplumsal/ekonomik düzen oluşturmayı hedeflemiş bir yapıya geçiştir. Bu başlıbaşına devrimci bir süreçtir. 

TKP, Kurtuluş Savaşı içine doğmuştur. Bunun birkaç anlamı vardır. Birincisi, emperyalist işgalcilerin ve işbirlikçi Osmanlı hanedanının karşısında Kurtuluş hareketinin yanında olmalıdır. Ocak 1921'de TKP kurucularının katledilmesine rağmen bu böyledir. İzleyen Kuruluş döneminde de, anti-feodal devrimlerin yanında, gericilere karşı Kemalistlerin yanında olmak durumundadır. 

İkincisi, Sovyet Sosyalist Devrimi ile ulusalcı Anadolu Devrimi arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma tarihsel bir zorunluluktur ve bunun TKP'nin politik duruşu üzerinde doğrudan etkileri olacaktır. SBKP ile Komintern, TKP'nin görmezden gelemeyeceği dış dinamiklerdir. Kitapta da vurgulanıyor: " 'Dış dinamik', Türkiye komünizmine hep temkinlilik öğütlemiş, devrimci girişimleri cesaretlendirmesi pek söz konusu olmamıştır" (s.18). TKP, uluslararası komünist hareketin bir parçası olduğu ve bunun merkezinin Sovyetler Birliği olduğu gerçeğinin dışına çıkmamıştır. 

Üçüncüsü, TKP Osmanlı döneminin sosyalist birikiminin mirasını devralamamıştır. Osmanlı'daki sosyalist hareketlerin öncüleri neredeyse tamamen gayrimüslim azınlıklardan oluşmaktaydı ve 1912-22 dönemindeki savaşlar sonrasında bu azınlıkların yeni devlette rolü olamayacaktır. 

Dördüncüsü, Osmanlı'nın görece daha kapitalistleşmiş, işçi sınıfının ve sosyalist örgütlenmelerin daha gelişmiş olduğu Balkan bölgeleri elden çıkınca, genç Türkiye Cumhuriyeti bir köylüler ülkesi olarak yola koyulacaktır. Böyle bir demografik dokuda sosyalist bir taban örgütlenmesi fevkalade zordur. Kaldı ki, yeni oluşan siyasi rejim de, çok partili yaşamı bir süre sonra sona erdirecektir.

Bu koşullar altında, "1922 Ağustos'unda Ankara'da toplanan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kongresinde 'TKP'nin Asgari Programı' adıyla bir program metninin kabul edilmesi" önemsiz sayılamaz. "1924 yazında İstanbul'da hazırlanan asgari program, siyaset, ekonomi ve işçi hakları bölümlerinden ve toplam 38 maddeden oluşuyordu. Programın çoğu maddesi, burjuva demokrasisinin ötesine gitmeyen maddeler içerirken, bazı maddeler ise ancak bir sosyalist devlette uygulanabilir niteliktedir" (s. 209). Önemli devletleştirme talepleri yanında emeğin onyıllar sonra elde edebileceği kazanımları erkenden gündeme getirme özelliği taşılan "Asgari Program", bize göre, öncü bir belgedir. Önerilen program, 1936'da Fransa'da Fransız Komünist Partisi destekli sosyalist Halk Cephesi Hükümeti'nin programının ötesine gitmektedir. Ama sorun şu ki, henüz Türkiye Fransa düzeyinde olgunlaşmış bir kapitalist ekonomi değildir.

Sonucu da kitaptan alalım: "Türkiye solu yapısal özellikleri itibariyle yurtsever, laik ve halkçı karakterdeyse, bunda TKP'nin doğuşunun payı büyüktür. Bu, kuşkusuz gurur vericidir. Öte yandan Türkiye komünizmi kendi öncülü olan Osmanlı sosyalizmiyle hesaplaşmamıştır. Yaşanan, solun içinde nefes alıp verdiği ortamın köklü biçimde başkalaşmasıdır" (s.221).

***

Kitaba ilişkin biçimsel özelliklerin özenle çalışılmış olduğunu da kaydetmemiz gerekir. Bir kere kitabın sonuna eklenen ve 1840-1927 döneminin önemli olaylarına yer veren zaman-olay dizini hem çok yerinde bir düşünce hem de çok iyi hazırlanmış bir kronoloji. Eklenen dizin de ayrıca yararlı bir çaba olmuş. Kullanılan Türkçe'nin hatasız olmasına gösterilen özen de takdire değer. Kitap, diğer biçimsel özelilkleri bakımından da çekici kılınmış.

Sonuç olarak elimizde çok ciddi bir tarih çalışması olduğu her bakımdan kendini belli ediyor. Kitabın ortaya çıkmasına ve yazımına katkıda bulunanları candan kutluyorum. Bu durumda bize, devamını da dört gözle beklemek kalıyor.

Oğuz Oyan / SOL

 

22 Şubat 2021 Pazartesi

Baskına uğrayan örgütün aradığı bakan - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Aynı kitabı iki kez okumuyoruz. Aynı filmi “ben izledim” diyor, geçiyoruz. Peki, aynı kaderi neden tekrar tekrar yaşıyoruz?

24 Temmuz 2018 günü. Sıcak bir yaz akşamıydı. OdaTV’de o gün “zor” bir haber yayımladık. 

Adnan Oktar Grubu’na yapılan operasyonun gözaltına alınan şüphelileri arasında, polis memuru Özdemir Uygun da vardı. Uygun’u kritik kılan ise yaptığı görevdi. Zira Uygun, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun korumasıydı.

Haberi teyit etmiştik. Gelgelelim, bu haberler bildiğiniz gibi başımıza hep bela açıyordu. Her şeye rağmen yayımladık. Derken telefonumuz çaldı. Adı geçen makamdan gelen telefon, haberi kaldırmamızı istiyordu. Birkaç saat süren zorlu mücadeleyle yazdığımızın arkasında durduk. “Vatansever savcımız hedef gösteriliyor” gibi ithamlara maruz kaldık. Gelgelelim gün bitmeden beklenen oldu. Salihoğlu, istifa ettiğini açıkladı.

Dava dosyası bizi doğruluyordu. Aslında Uygun, Oktarcılar ile Salihoğlu arasındaki halkaydı. Adnan Oktar’a Salihoğlu ile görüşen bir müridi tarafından sunulmuş, sadece bir notu aktarayım: “Eğer bir şey olursa bana gelin dedi ve size de ‘Kardeşime selam söyleyin’ şeklinde hitabı oldu.”

Kısacası, devlete-millete dair ne varsa, birileri tarafından “kardeşler”in önüne seriliyordu. Dini ve milli değerler işin örtüsüydü. Biz ise bunları yazan kişiler olarak, devrin lanetlileriydik.

OKTARCILARDAN SOYLU’YA ŞAFAK MESAJI

Geçen hafta, Türkiye’nin PKK terörünün elinden yurttaşlarımızı kurtarmak için yaptığı baskını tartışırken Adnan Oktar Grubu’na yapılan operasyonun öyküsü çıktı. Gazeteci Hakan Erol’un tamamı belgelere dayanan, mahkeme ve polis dosyalarını inceleyerek yazdığı “Turnike” kitabı, meselenin görünmeyenlerini anlatıyor.

Elbette, ben en çok o anı, 11 Temmuz 2018’de, sabahın ilk ışıklarında polisin baskın yaptığı dakikaları merak ediyordum. Kendilerine yapılacak operasyonu, içeriden yapılan sızıntılar sayesinde önceden öğrenen Oktarcıların ilk refleksi acaba ne oldu?

Hakan Erol, takip kayıtlarını inceleyerek “operasyon sabahına” kitabında yer veriyor. Biliyorum; polisin o eve giriş görüntülerini, Oktarcıların villasından polise açılan ateşi, hatta Oktar’ın yürüyerek evden kaçışını gördünüz. Haliyle her şeyden haberdar olduğunuzu sandınız.

Ama şeytan ayrıntıda gizli...

Sabahın kör saati, saat 06.19...

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun özel kalem müdürlüğü telefonuna dikkat çeken bir mesaj geldi. Oktarcıların önde gelen isimlerinden Hüma Babuna, “AKP Süleyman Soylu” olarak kaydettiği numaraya ulaşmaya çalışıyordu. Gönderdiği mesajda şu yazıyordu: “Süleyman Bey, bütün evlerimizde polis baskını var şu anda. Adnan Bey dahil” diye belirtiyordu.

Operasyonu yapan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ve İstanbul Emniyeti’ydi. Oktarcılar, soruşturmada FETÖ bağlantılı olmakla suçlanıyordu. Ancak cemaat, kendisine FETÖ’nün operasyon yaptığını Soylu’ya anlatmaya çalışıyordu. 14 saniye sonra aynı numaraya giden ikinci mesajda şu yazıyor:

İngilizlerin derin devleti ile ilgili yaptığımız faaliyetler neticesinde FETÖ’cüler hep saldırdılar, yine saldırıyorlar. Engel olun, lütfen.”

Aradan yalnızca 4 dakika geçti. Soylu’ya 3. mesaj gitti. Saat 06.23’te giden mesajdaki ifade şuydu: “Adnan Oktar Bey Kandilli’de!

BAŞKA KİMLERE MESAJ GİTTİ

Sadece Soylu mu?

Elbette Oktarcıların medet umdukları ondan ibaret değildi. 06.25 civarı bu kez 25 ve 26. dönem AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık’a mesaj gitti. “Akp Millettv Huseyin Kocabıyık 2017” şeklinde kaydedilen numaraya giden notta şu yazıyordu:

“Şu anda bütün evlerimize polis baskını var. Tayyip Bey’i ve Süleyman Bey’i haberdar eder misiniz?”

Saat 07.29’u gösterdiğinde, Oktarcıların telefonu bu kez MHP Genel Başkan Yardımcısı Edip Semih Yalçın’a ulaşmak için çalıştı. “Edip semih yalçın mhp” olarak kaydedilen numaraya Hüseyin Kocabıyık’a giden mesajın benzeri gönderiliyordu.

Saatler 09.15’i gösterdiğinde Soylu’nun özel kalem müdürlüğüne yeni bir SMS atıldı:

Vakıf Başkanımızı İstinye polis merkezine götürdüler. Fena muamele olmaması ve bir komplo olmaması için resmi makamlardan yardımınızı istirham ediyoruz.

Erol’un kitabında mesaj trafiği devam ediyor. Kitapta yazan ayrıntılar, her şeyin o sabah başlamadığını, Oktarcıların siyasilerle muhabbetinin eskiye dayandığını gösteriyor.

Belli ki operasyon sabahı Oktarcılar, ilk olarak İçişleri Bakanı Soylu’ya ulaşarak sürece müdahale etmesini beklediler. Bu beklentinin kaynağı neydi? İki üyeleri o sabah polisle silahlı çatışmaya giren, cinsel saldırıdan casusluğa kadar binlerce yıllık suçlamalara muhatap olan, savcılığın “silahlı örgüt” olmakla itham ettiği yapı, Soylu’dan neden bu kadar beklentiye girdi?

‘BAZI BAKANLAR’DAN SAKLANDI

Kitabı inceledikten sonra, Oktar Grubu’na tarihin ilk operasyonunu yapan eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ı aradım. Meclis’te bir gün, genel kuruldan çıktığında, vekillerle görüşen takım elbiseli gençler gördüğünü, bunun ardından merak ederek ekibi soruşturmaya başladığını söyledi. Tantan, Oktarcılara daha önce yapılan operasyonun nasıl başarısız olduğunu ayrıntılarıyla anlattı. Oktarcıları savunan siyasiler olduğunu, onların çabalarıyla grubun kurtulduğunu söyledi. Tantan, konuşmamızda eski bir Meclis Başkanı’nın dahi grubu kurtarmak için çalışma yaptığını, kendisine ulaşarak “Bunlar iyi çocuklar, operasyonu durdurun” dediğini ifade etti.

Ardından, operasyon hakkında bilgiye sahip kritik isimleri aradım. Oktar operasyonu için İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın, İstanbul Emniyeti’nin ve MİT’in birlikte çalışma yürüttüğünü söylediler. Anlattıklarına göre, operasyon için düğmeye basılma aşamasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da oluru alındı. Ancak Oktar’a yapılan operasyon “bazı bakanlar”dan habersiz yürütülmüştü. O dönem İstanbul Emniyeti’nin başındaki müdür ile bir bakanın arasındaki krizden söz ettiler.

Aracınızı yanlış yere park ettiğinizde ya da elektrik faturanızı kaçırdığınızda karşınızda bulduğunuz kamu görevlileri, İstanbul’un göbeğinde, bir grubun 30 yılı aşkın bir süre yaptığı faaliyetlere belli ki göz yumdu. Yetmedi; destekledi, güvence verdi. İş yol ayrımına gelince de bugün makbul sayılan öbür gün lanetlendi.

Oktarcıların davası bitmiş görünürken, hâlâ bir soru havada duruyor: Siyasi ayak nerede? PKK’nin ya da DHKPC’nin siyasi ayağı denilince, akla gelen bir dizi siyasetçi sayılıyor. İş, FETÖ’ye, IŞİD’e ya da Oktarcılara geldiğinde ise görünen siyasi ilişkilere rağmen, “ayaklar” yok sayılıyor.

Einstein, aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar bekleme haline delilik diyor ya… Kim bilir, belki delilik de aklın kendisinin bile farkında olmadığı bir seçimdir.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ragıp İncesağır'la 'Ecdadımız' kitabı üzerine konuştuk - SOL / Söyleşi

 Ragıp İncesağır’ın Su Yayınevi’nden çıkan ‘Ecdadımız’ adlı kitabı aslında AKP cenahından uzun yıllardır duyduğumuz bir kavramı kendisine isim olarak seçse de içerik olarak başka bir anlam taşıyor. 

Kitabının giriş bölümünde ‘Anlatılan tarihte emekçileri pek göremezsiniz. Uygarlığı onlar inşa ederler ama kimse onlardan bahsetmez. Onlar tarihe isyanlarıyla geçer’ ifadelerini kullanan yazar bu isyanın tarihini figürlerini toplumsal ve tarihsel bağlamından koparmadan ve taşıdıkları süreklilik içerisinde okuyucuya ulaştırmaya çalışıyor. ‘Ecdadımız’ ismi bizim için gerici bir ifadeyi çağrıştırsa da aslında bu yazarın ‘biz’den olmayan kesimlere ulaşmak için kullandığı bir taktik. Ragıp İncesağır 2000 yılında çıkardığı, ülkücülüğün tarihsel temellerini ve klasik faşizmle fikir akrabalığını anlattığı ‘Yeni Başlayanlar İçin Ülkücülük’ kitabında da ismi seçerken benzer bir taktiği kullanmış.

Kitap yazarın ifadesiyle ‘Yeni Osmanlıcı şova karşı topluma bir kendini hatırlatma çabasının ürünü. Özellikle genç kuşağı etkisi altına alan bu şova karşı gençliğe ulaşabilecek nitelikte yeterli argümanın bulunmadığı vurgulanıyor. Bu ihtiyaç kitabın tasarımına da yansıtılmış. Ragıp İncesağır’ın kendi çizimleriyle ve okumayı kolaylaştıran bir tarzla zenginleştirdiği kitabında ayrıca her tarihsel bölümün başlangıcında o dönemle ilgili müziklerin yer aldığı karekodlar bulunuyor. Görseli, yazıyı ve müziği birleştirme anlamında da kitap aslında yeni bir deneyimin ürünü. Biz de soL Haber olarak Ragıp İncesağır’la ‘Ecdadımız’ı konuştuk.

Uzun yıllardır iktidar cenahından duymaya alışık olduğumuz bir isimle karşımıza çıktı kitabınız: Ecdadımız. Fakat aksine çok daha farklı bir ecdat tanımlamasıyla karşılaşıyoruz kitabınızda. Nasıl bir ihtiyaç hissederek bu kitabı yazmaya koyuldunuz?  

Ecdat birçok farklı şey gibi kimin tarif ettiğiyle ilgili bir şey. Sonuçta hakim sınıflar ve iktidarlar bugüne kadar ecdadı geçmişteki egemenler olarak tarif ettiler. Bunu açıkça böyle söylemeseler de bize sundukları ecdat bu. Hanlar, padişahlar, krallar... Bir de daha farklı ecdat tarifleri var; bir tanesi Ulubatlı Hasan, “Bağdat Fatihi” Genç Osman, vb. Bunlar hanedandan değil, ‘halktan’ insanlar; fakat haneden için kendilerini feda etmiş insanlar. Bunların seçilmesi de önemli. Yani ecdat topluma gösterildiği haliyle ya bir hanedan oluyor ya da hanedanlık için ölmeye hazır insanlar. İktidar bugün de toplumu buradan şekillendirmeye çalışıyor ve bunu Yeni Osmanlıcılık hayalini pazarlayarak yapıyor.

Ben de egemenler nereden saldırıyorsa, o saldırıyı oradan karşılamamız gerektiğini düşünüyorum. Egemenler bugün kendilerine yeni bir yol çizmeye çalışıyorlar. Bu yol bence öyle basite alınacak bir yol değil. Somali’de üs kurmak, Libya’da siyasete müdahale etmek, Azerbaycan’ın içişlerine müdahil olmak; bunlar maceracı dış politika olarak küçümsenecek şeyler değil. Bir Yeni Osmanlıcılık hayalleri var. Bu sadece iç politikaya yönelik bir şey olsaydı ve insanların önüne konan oyalama amaçlı bir gündem olarak görülseydi bu küçümsenebilirdi ama öyle değil. Ayasofya’nın “yeniden fethedilmesi” dahil, dünyadaki bu tür büyük operasyonlar ancak başka büyük küresel güçlerle birlikte dünyanın yeniden şekillendirilmesinde yol alma olarak tarif edilebilir. Ve her politik yönelim kendi insanını yaratır. Bugün iktidarın girdiği bu yönelimin insanı da Osmanlı’yı ecdat olarak kabul eden insandır. “Osmanlı güzeldi, şahaneydi, bizim ecdadımızdı”... Bunu bir kere kabul ettiğinizde bugün yapılan her şeye onay vermek durumundasınız. Bu kabul ciddi anlamda bir itaat kültürünü de beraberinde getiriyor. Bu ideolojik duruş sarsılmadıkça ve yeniden tanımlanmadıkça bu saldırıya, bu yeni Osmanlıcılık saldırısına direnme imkanımız da yok. Madem onlar geçmişteki egemenleri bize sunup bugünü tasarlıyorlar, biz de geçmişteki direniş eğilimlerini sahiplenmeli ve tarihin aslında başka türlü olduğunu toplumun önüne koymalıyız. Ancak böyle bu saldırıyı göğüsleyebiliriz. Şu yalana karşı mücadele etmeliyiz; “biz üç kıtaya hakim olan neslin torunu” değiliz, onlar bir hanedandı ama bizlerin, işçilerin, kadınların, yoksulların ecdadı aslında Osmanlı'yla bir türlü barışmayan ve onunla hep didişen yoksul Anadolu halkıydı. Bu farkındalık bizi Osmanlıcılık saldırısına karşı teçhizatlandırabilir. 

O halde popüler söylemde geniş yer bulan bir tabirle, ‘tarafsız bir tarih anlatımı’ yerine taraf olduğunu açıkça söyleyen bir yaklaşımınız mı var?  

“Tarafsız tarih anlatımı” denen yalan, egemenlerin tarih anlatımını esas kabul eder. “Tarafsız” anlattığını söyleyen hiç kimse tarihteki emekçilerden söz etmiyor. Bugün ne kadar “tarafsız” isen, geçmişe de o kadar tarafsız bakabilirsin. Bugün tarafsızım diyen herkes, aslında egemenlerin, güçlünün tarafında. Bugün ben ecdadı da o yüzden şöyle tarif ediyorum: Bugün nasıl direniş varsa geçmişte de direniş vardı. Ben bu bağı kurmak istiyorum. Çünkü bu direnişin de bir tarihi var ve bu yabana atılacak bir tarih değil. 

Bu tarihin yeteri kadar konuşulmadığını mı düşünüyorsunuz?

Engels Alman Köylü Ayaklanmaları'nda Thomas Müntzer’i ve ütopyasını uzunca anlatıyor. Ama mesela ben Müntzer’i okuduğum dönem Babailer’i bilmiyordum. Bu bir yabancılaşma. Bize özellikle Osmanlı döneminin isyanları ve liderleri hep mistik bir içerikle sunuldu. Elbette bu isyanların sınıfsal olduğu kadar inançla ilgilenen yönü de vardı ancak bu da o dönemin resmi ideolojisi haline gelen sünni İslam’a bir karşı argüman üretme çabasıydı. Tarihsel materyalizm penceresinden bakarsanız durum bu. Öyle olmasaydı Engels bize köylü ayaklanmasının lideri olan ama aynı zamanda da bir din adamı olan Thomas Müntzer’i sayfalarca anlatmazdı. 

Bir de şunu görmek gerek. Örneğin Osmanlı toplumunu anlatırken meseleyi “Osmanlı merkezi feodal bir toplumdu, toprak mülkiyeti şöyleydi” falan gibi yüzeysel tanımlara sıkıştırırsak geçmişimize de haksızlık etmiş oluruz. Düşünsenize, bundan 200 yıl sonra birileri Anadolu tarihini yazıyor ve bu tarih anlatımını yalnızca Erdoğan üzerine kuruyor. Büyük bir haksızlık olurdu bu bize ve verdiğimiz mücadeleye.

Siz aynı zamanda grafik tasarım işiyle ekmeğini kazanan birisiniz. Dolayısıyla toplumun güncel algılama biçimlerini de yakından takip etmenizi gerektiren bir mesleğiniz var. Özellikle sosyal medya araçlarının izleme, okuma ve görme sürelerimizi oldukça kısalttığı bir gerçek. Siz de bunun farkında olan birisi olarak bu alandaki yetkinliğinizi kitabınıza ne şekilde yansıttınız, yalnızca gençleri gözeterek mi bir tasarım oluşturdunuz?

Yalnızca gençler için değil ama gençliği çok önemsiyorum. Çünkü tarihin bütün dönemlerindeki itirazlara ve isyanlara baktığımızda yaş ortalaması çok düşük figürler karşımıza çıkıyor. Gençliğe bu anlamda önem veriyorum. Ama tabi ki kitap gençleri de kapsayan ve önemseyen ama esas itibariyle toplumda bu konularla yeni tanışmış insanları hedefliyor. 

Solun kendi içerisinde kullandığı iç-dilden çıkıp, yüzünü henüz bizimle ilişkilenmemiş insanlara dönen ve iknayı esasalan bir dil kurmayı hedefliyorum. Benim işim aynı zamanda iletişim ve reklam. Şunu fark ediyorsunuz, kapitalizm bunu bizden daha çok önemsiyor çünkü o mal satmaya çalışıyor. O yüzden bunun araştırmasını çok yapıyor, hedef kitle tarifi yapıyor, hedef kitleye uygun dili seçiyor, uygun mecra araştırması uapıyor vs. “Ben bunu nasıl bir dille, nasıl bir görsellikle sunayım ki hedef kitleye ulaşayım” amaçlı eğitimler veriyor. Bu iletişim bilimi kapitalizme yarıyor ama biz bununla fazla ilgilenmedik. Ben mesleki alanımda edindiğim tecrübeyi ve bilgiyi bu alanda işe yarasın diye harcamaya çalışıyorum. Bir hedef kitle tarifi yapıyorum ve o hedef kitlenin dilini öğrenmeye çalışıyorum. Eğer iletişim kurmak istediğin insanların dilini bilmiyorsan iletişim kuramazsın. Bu kitabın da bütün derdi bu. Hem bir direnişin tarihini aktarmak istiyorum hem de bunu onların bildiği ve duyabilecekleri bir dille yapmak istiyorum. O yüzden görsellikle ve müzikle desteklenerek ve her bir cümlenin üzerine düşünerek kullanıldığı bir kitap oluşturmaya çalıştım. 

AKP ülkeyi ve toplumu geleceksizleştirdikçe geçmişten “asr-ı saadet” ve istikrar öyküleri derlemeye ve sunmaya çalışıyor. Bu anlatılara milliyetçi cenahtan da Türklerin hep sınıfsız yaşadığı iddiaları eşlik ediyor. Bir yandan da televizyon dizileriyle öne çıkarılan bir hanedan yaşantısı var. Anadolu gerçekten anlatıldığı gibi bir saadet ve istikrar dönemi yaşadı mı?

Asla. Anadolu Türkler girmeden önce de çok uzun zaman boyunca bir karmaşa dönemi yaşamış. En büyük çatışmalar dışarıdan roma müdahalesi döneminde olmuş. Osmanlı’dan çok önce Hristiyan mezhepler yüzlerce yıl Roma’ya ve Bizans’a isyan etmişler. Özellikle Frigya bölgesinde köle özgürlüğü ve kadın eşitliğini vurgulayan yapılanmalar örgütleniyor ve Roma tarafından birçoğu katlediliyor. Bunun gibi sayısız örnek var Anadolu’da. Sonrasında Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de üst üste isyansız geçirilmiş bir yirmi yıl göremezsiniz. Bugün eşitlikçi ve özgürlükçü arayışların modern arayışlar olduğunu düşünenlere bunları sunmakta fayda var. Bunların hepsi insanlık tarihi kadar eski arayışlar. Ve bu arayışlar birbirini takip eden arayışlar aynı zamanda. Şeyh Bedreddin’in annesinin Bizans döneminde Selanik’te isyan eden ve bir dönem kenti yöneten Zealotlar(öfkeliler) grubuna mensup olduğu yönündeki ipuçları buna bir örnek. 

Direniş geleneğinin de birbirinden etkilenen bir sürekliliği var yani?

Evet ancak yalnızca direniş değil. Direniş kelimesini severim ama biraz mesafeliyim. Çünkü kurucu bir şey değildir. Bir programın, bir idealin yoksa direniş sadece yenilgiyi geciktirir. Seni ileriye götürecek olan şey bir dünya hayalidir. 

Marx ve Engels bir zamanlar sınıfların olmadığını bize söyler. İlkçağlardan itibaren bütün karşı koyuşların mimarı olan insanların da kafasında “geçmişte biz aslında sınıfsızdık ve tekrar sınıfsız olabiliriz” fikri var. Dolayısıyla bunların hepsinin amaçsız ve yoksulluktan, zulümden bıkınca çıkartılan isyanlar olduğunu düşünmek hata olur. Birçoğunun arka planında bir dünya tahayyülü çok açık olarak var. Bunların hemen hepsi de merkeze mülkiyet sorgulamasını yerleştirmiş. Ve bu gelecek hayali çok farklı kültürlerden aktarılarak çok farklı coğrafyalara ulaşmış. Benim de kitapta sık sık vurgulamaya çalıştığım şey bu. Aristonikos Heliopolis güneş ülkesi diye bir ütopya koydu ortaya, onlara katılan Romalı bir filozofun sunduğu bir ütopyaydı bu. Bu ütopyayı okuduğunuzda kadın erkek eşitliği, toprağın mülksüzleştirilmesini görürsünüz. Ve bu iki bin yıldan eski bir tarih. Mesela baba İlyas ve baba İshak’ın da “Rıza Şehri” dedikleri bir ütopyaları var. Bu Karmatiler’den devraldıkları bir fikir. Karmatiler Abbasilerin giremediği bataklık bir bölgeye bir şehir kuruyorlar ve iki yüz yıl yaşıyor bu şehir. Ve bu şehir kölenin olmadığı, artık-gelirin dağıtıldığı, hastalık ve açlık kontrol sistemlerinin kurulduğu bir şehir. Karmatilerin bu deneyimi bir çok topluma, o bölgeden geçen Türklere dahi bulaşıyor ve o yolla Anadolu’ya kadar bu ütopya taşınıyor. Selçuklu devletine karşı oluşan Babai isyanı da yine bu Rıza Şehrini kurma hayaliyle oluşan bir isyan. Selçuklu devletinin karşısında yenilgiye uğrayan bu isyandan geriye kalan gruplar Rıza şehri hayallerini yeni kurulan beyliklerde var etme umuduyla arayışa giriyorlar ve o dönem yeni kurulan Osmanlı’ya yardım etmeye çalışıyorlar. Osmanlı da bunları yüz yıl boyunca kullanıyor ve Orhan bey zamanında da hepsi sürgüne gönderiliyor. 

Yani burjuva devrimlerinde gördüğümüz ilericileri kapsayarak kendini kurma ve bunu takip eden gericileşme dönemleri, feodalizm döneminde de başka bir boyutuyla karşımıza çıkıyor.  

Evet, benzer bir örnek, Emevileri yıkan Horasan İsyanı'nda yaşanır. Bahsettiğim süreklilik o kadar şaşırtıcı bir biçimde ilerliyor ki bu dönemlere kadar gelen izleri var. Bergama köylülerinin altın madenine karşı 90’ların başından 2000’lere kadar süren direnişini hatırlarsınız. Orada köylüler kafalarını kazıtıyor ve yarı çıplak dolaşıyorlardı. O dönem buna anlam veremedik. Ama sonradan öğrendik ki o bölgede isyan eden Börklüce Mustafa’nın mensup olduğu Kalenderi mezhebine dayanan bir gelenek. Kalenderilerin bir özelliği var, kafalarını kazıtıyor ve yarı çıplak dolaşıyorlar. Kalenderiler de bugünün modern insanında çok fazla iz bırakan bir gelenek. Bu kafaları kazıtma alışkanlıkları da Asya’ya dayanan Budist köklerine dayanıyor. Ve bin yıl sonra aynı bölgede bir şeye isyan eden köylüler yarı çıplak ve saçlarını kazıtarak direniyorlar. Ondan bin yıl önce de aynı bölgede Aristonikos ve ütopyası vardı. İnanılmaz bir süreklilik bu. 

Aslında kitapta öne çıkarılan karakterler tek başlarına birer “yalnız kahraman” değil elbette. Buna benzer sayısız süreklilik ve etkileşim örnekleri var tarihte. Kitapta da ecdat olarak aktardığım her figürü bu sürekliliğin içerisinde ve o dönemin toplumsal ilişkilerinin bir sonucu olarak incelemeye, hareketin içinde görmeye ve aktarmaya çalıştım.

İnsanların “binlerce yıldır çaput bağladıkları türbe roma gladyatörü çıktı” gibi haberleri görüyoruz. Aslında bu her ne kadar bu dönem bilinçsizce yapılsa da önceki dönemler için baktığımızda bir sürekliliğin ürünü. Onu da atası olarak görüyor, yani diyor ki “burada yatan adam Bizans’a isyan eden bir askerdi” diyor, sahipleniyor, içselleştiriyor ve oraya çaput bağlıyor. Tabii bu bilgi sonraki dönemlere “bilmemne hazretleri” olarak aktarılıyor. 

Giriş bölümünde önemli bir vurgunuz tarihin erkek egemen yanı üzerine. Ancak kadınların rolünün ezilenlerin tarafında sanılandan daha güçlü olduğunu görüyoruz kitabınızda. 

Bütün bu ütopyalar kadın meselesiyle ilgilenmeden yapamamış. Neredeyse her çatışma kadın meselesiyle ilgilemiş. Bahsettiğimiz dönemlerdeki isyanlarda da kadınların öne çıktığı hatta lider konumunda olduğu örnekleri çokça görüyoruz. Örneğin Bacıyan-ı Rum adlı örgütlenme kadınların önderliğini yaptığı bir yapı ve bugün okullarda bu yapı “kadınların bir araya gelip dini konuları konuştuğu, halı dokuduğu vb.”  bir yapı gibi anlatılıyor. Aslında tam aksine toplumsal meseleleri dert edinen savaşçı kadınların oluşturduğu oluşumlar bunlar ve o dönemki savaşlarda da aktif rol alan kadın tugayları kuruyorlar. O dönem mücadelenin yükseldiği her yerde kadınların öne çıktığına çok sık rastlıyoruz ve egemenler de bu durumdan çok rahatsız oluyor. Bunda bağlı olarak da devletlerin elinde bir yönetme aracına dönüşen resmi din, her dönemde kadınları kontrol altına almayı dert ediniyor. 

Günlük dilimizi ve ifade biçimlerimizi iktidarlar belirliyor, bu sizin de kitapta belirttiğiniz bir tespit. Zenci kelimesinin Farsça’da kir, pas anlamına gelen Zenc kelimesinden türediğini ve Abbasilere isyan eden Afrikalı kölelere yakıştırılması buna değerli bir örnek. Aynı yakıştırmaları Tekel işçilerine “domuz”, gezi direnişçilerine “çapulcu” yakıştırmalarıyla bizler de yakın dönemde yaşadık. Ancak bu dönemde bu ifadeler 1200 yıl öncesi kadar toplumsal karşılık bulmuyor sanki?

Mesela “anarşist” lafı toplumda karşılık buldu. Anarşi bir fikir akımı, ama iktidar bunu toplum düşmanı ve terörize edilmiş bir kavram haline soktu. Terörist kavramı da buna örnek. İktidarlar bazı kavramları alırlar ve döndürüp dolaştırıp bunu düşmanlaştırırlar. Mesela “miskin” Yunus’ta önemli bir kavram, miskinliği sahipleniyor, “başkası için çalışmamak” olarak yorumluyor, bu bir tür isyan tavrı oluyor ama bugün “uyuşukluk” anlamında bir aşağılama tabiri. “Abdal” kelimesini devlet aptal haline çevirmiş. Ya da kalender “düzen bozucu, isyankar” anlamına gelen bir kökene sahipken, bugün “ensesine vur ekmeğini al” anlamında. Dili, kavramları bozmanın peşindedir hep muktedirler. Bu konuda uyanık olmalıyız. Dil devlet elinde hem erkek egemen hem mülk egemen bir anlama bürünüyor, bu da bizim için bir direniş alanı. 

Bahsettiğiniz bir çok örnek iktidar tarafından da kullanılan isimler. Yunus Emre belki bunlardan en bilineni. Kitapta bir ön cumhuriyet olarak nitelediğiniz Ankara Ahi Devleti de aslında sağın hep sahiplendiği Ahilik geleneğinin Osmanlı tarafından parçalanmış bir deneyimi. İktidarlar kendi ecdadında bulamadığı toplumsallığı mı arıyor o dönemin dışlanmış ve saldırılara maruz kalmış figürlerinde?

Çok doğru. Ecdadı egemenler olarak tarif ettiğinizde elinizde toplumu kucaklayan değil, dışlayan figürler kalır. Bu nedenle halkın kahtamanlarına da el atıyorlar mecburen. Hem kapsayıcılık ihtiyacıyla hem de itirazı ve muhalefeti işaret eden anlatıyı bozmak, sulandırmak için. 

Bunun için de çok tekrarladığım  bir örnek var, Sherlock Holmes diyor ki; “bir şeyi saklamak istiyorsanız onu herkesin görebileceği bir yere koyun”. Yunus Emre, kitapta andığım diğer isimlerden Hacı Bektaş, Kaygusuz Abdal vb. gibi kişiler egemenler tarafından da anılıyorlar ancak, asla gerçek anlamları ve içerikleriyle değil, tamamen gerçek içeriklerinden boşaltılmış bir şekilde. Şu ana kadar yapılan Yunus Emre dizilerinde Yunus Emre melül melül bakan, aşk ilahileri mırıldanan bir mistik olarak canlandırıldı. Öyle değil. Yunus Emre’yi okuduğunuzda şunu görüyorsunuz ki adam yoksuldan yana ve iktidara karşı. ‘Gitti beyler mürveti, Binmişler birer atı, Yediği yoksul eti, İçtiği kan olısar’ diyen birisi Yunus. Hatta bu tavrı sebebiyle ölümünden onlarca yıl sonra dahi onun şiirlerini okuyanların idam edilmesi yönünde fetvalar yayınlanıyor Osmanlı'da. Şimdi bunları ayıklayarak bize “şol cennetin ırmakları...” tarzı bir takım şiirleri, onları da anlamlarından soyutlayarak önümüze koyuyorlar. Yunus Emre’nin Risâletü'n-Nushiyye adlı pek yayınlanmamış olan uzun bir şiirinde açıkça köylülerin ve onların değerlerinin iktidar olduğu, beylerin devrildiği bir ütopyadan bahsediyor ama bu şiirler ortada gezmiyor. Benzer şeyleri diğer bütün bilgeler için söyleyebiliriz.

Sağcı yazarlar Hacıbektaş’ı Yunus Emre’yi “Anadolu’yu Türkleştirme” çabasının misyonerleri olarak gösteriyorlar. Oysa bu umurlarında bile değildi. Ne Türklük ne de Türkleştirmek umurlarındaydı. Hacıbektaş’ın yüzlerce Hristiyan müridi vardı ve ona Aziz Haralambos diyorlardı, Yine şamanist moğol müritleri vardı. “Yetmişiki millete bir göz ile” bakmayı salık verenlerin aslında “milliyetçi misyonerler” oldukları yalanına duyduğumuz yerde itiraz etmemiz gerekiyor elbette. 

AKP bahsettiğiniz isimleri kullanmaya çalışıyor ama 2017’de Binali Yıldırım da bir mitingte Bolu halkına seslenirken Bolu Bey’in torunları diye sesleniyor insanlara. Bu basit bir dil sürçmesi mi sizce? 

Bu benim aklıma Freud’un ‘Lapsus’ tanımlamasını getiriyor. Lapsus insanın bilinçaltında gizlediği meselelerin dil sürçmesi yoluyla açık edilmesini açıklayan bir kavram. Elbette Binali beyin kafasının arkasında ecdadı beyler, paşalar, egemenler olduğu için; ağzından da o çıkıyor. Malumun ilamı. 

Kitabınızda “Geçmişi Bugüne Bağla” adlı kutucuklar var. Bu bölümlerde öne çıkardığınız çelişik durumlardan görüyoruz ki AKP’nin ve çevresinde öbeklenen İslamcı çizginin kendi geçmişiyle bile barışık olmadığı bir dönemdeyiz. Peki ‘bizim taraf’ geçmişi bugüne nasıl bağlayacak, kitabınızda geçmişten bizim de övünebileceğimiz kahramanları bulup çıkarmaktan öte bugüne dair ‘Ecdadımız’ bize ne söylüyor?

Tarihte de hep direndik, bunu söylüyor. Kahramanlar bize kendi kişisel özelliklerinden başka bir şey anlatır; Lenin, Mahir, Che Guevara; kişisel olarak yaşadıkları elbette değerlidir ama daha başka bir şey anlatırlar. Hangi hikayenin içindeydiler, hangi atmosfer onları bu kahramanlıkları yapmaya götürdü? Evet ben de tek tek insan isimleri sayıyorum ama hiçbiri tek başına ortaya çıkmış kahramanlar değil. Onların arkasında ve içinde oldukları bir büyük hareket var. Bunlara vurgu yapmamız lazım. Kahramanlık hikayelerini egemen sınıflara bırakalım. Kitapta da kullandığım şu cümleyle aslında bugüne dair okuyucuya iletmek istediğim mesajı anlatabileceğimi düşünüyorum;

Geçmiş sadece hazin yenilgilerle değil, özgür bir geleceği tasarlamak için ilham ve ışıkla dolu.

 SOL / Söyleşi