1 Mart 2021 Pazartesi

Kitle ikna silahları I: Kissinger’dan korona günlerine - Tolga Binbay / SOL (Gelenek)

 İknanın son iki yüz yılda aldığı karmaşıklık ve çeşitlilik egemen sınıfın yönetmekte zorlandığının bir göstergesi ve bu zorlanma aynı zamanda işçi sınıfı için tarihsel bir fırsat anlamına geliyor.


“Kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin Komünistleşmesini neden öylece durup izlememiz gerektiğini anlamıyorum.”

― Henry Kissinger

Yüzyıla yaklaşan ömrünün sonuna doğru şu güzide sözlerinin bir komünist partinin yayın organına taşındığını görseydi bunaması varsa bile kesin toparlardı. 

Gerçi bu sözleri sarfettiği dönemin yani “soğuk savaş”ın1 kazananı, kendisinin de aktif militanı olduğu cepheydi ama yine de nereden baksak 50 yıl sonra halen komünistlerle uğraşmak zorunda kalınmasından bir anlığına da olsa rahatsız olurdu. 

Sadece bir anlığına. Rahatsız olurdu ve sonra da iyi bildiği işine geri dönmeye çalışırdı: Amerika Birleşik Devletleri başkan danışmanı olarak, dışişleri bakanı olarak ya da hiçbiri olmadı, “non-govermental organization” kurucusu olarak…

Kissingergillerin işi neydi? 

Savaş çıkarmak mı? 

Savaşları önleyip çeşitli darbeleri planlamak mı? 

Kirli, kaba ve karanlık işler mi? 

Eh, belki. Ama soğuk savaşın son 20-30 yılında sol, Kissinger gibilerine bakıp hep aynı görüntüyü aradı, buldu: Savaş çığırtkanı, darbe plancısı, karanlık ve gizli işler yapan bir figür. Bunu görmek, kolaydı. Çünkü ortalıkta bu görünümü destekleyecek bol malzeme de vardı. Ama solun görmediği ya da görse bile gücünün yetmediği daha başat görevleri vardı bu figürlerin: Sermaye sınıfının çıkarlarını dört bir kıtada korumak, geliştirmek ve bunu yerine getirirken de toplumsal rıza mekanizmalarını yakından takip etmek, incelemek, yönetmek, icat etmek, hatta yeri geldiğinde rızanın bizzat kendisi, kurucusu olmak. Demokrasi adına, insan hakları adına, bireysel özgürlükler adına! Sermaye sınıfı için devasa bir kitle ikna silahları sanayisiydi bu ve Kissinger gibileri de bu sanayinin başındaydı.

Tabii ki bu sanayi “bacasız” bir sanayiydi. Ama enstitüleri, üniversite bölümleri, bol bol danışmanları, üretim bantları, parlak isimleri, genç doktora öğrencileri, vakıfları ve neredeyse sonsuz ekonomik kaynakları vardı. Soğuk savaş boyunca devasa bir organ gibi çalıştılar, varoldular. Dertleri sadece Sovyetleri ve sosyalist hareketi kuşatmak, mümkünse dağıtmak değildi. Evet, üstlendikleri misyonun içinde bu da vardı ama temel belirleyen sermaye sınıfı adına bakmak, görmek, konuşmak, üretmek ve yol almaktı. Özellikle de işçi sınıfı ideolojisine, siyasetine, bu siyasetin adımlarına, sivriltilmiş bir rafine bir sınıf bilinciyle saldırdılar. Her yerde.

En çok Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da ama çeşitli deneysel “kaba” çalışmalarını Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlardan Uzakdoğu’ya kadar dünyanın dört bir yanında denediler. O denemelerin içinde Şili örneğinde olduğu gibi darbe planlamak da vardı, İtalya örneğinde olduğu gibi örtük bir savaş yürütmek de. Ya da Endonezya’yı hatırlayan var mı şimdi?2 Ama sermaye sınıfı ile kitleler arasındaki ilişkiyi sadece darbelere, açık şiddete dayandırmak herhalde çok yüzeysel ve tabii ki yetersiz kalırdı. Orada kalmadılar. Mesela yeri geldiği edebiyatçı, düşünür, siyasi aktivist desteklediler, yeri geldi baştan yarattılar.3 Farklı yolları denediler, farklı kartlar açtılar, deneyim kazandılar ve sonra…

Sovyetlerin tarih sahnesinden çekilmesi görevlerinin tamamlanması anlamına mı geldi? Pek değil. Görevleri zaten Sovyetler’den, güncel ve tarihi sosyalizm girişimlerinden, arayışlarından ibaret değildi ki! Daha geniş bir sınıf bilinciyle hareket ediyorlardı. Üstlendikleri misyon zaman zaman darbeler planlamak, desteklemek ya da işkence tezgâhları örgütlemek gibi kaba ve kestirmeci yöntemler gerektiriyordu ama hiçbir zaman incelikten de yoksun olmadılar. Toplumun genel işleyişinin parçası gibi görünen birçok durumu, olayı, akımı planladılar, yarattılar, yön verdiler. Bıkıp usanmadan. Bu anlamda iyi birer laboranttılar. Nesnellik adı verdiğimiz uçsuz bucaksız özür dünyası da o yıllar boyunca kendilerinden yanaydı. İstedikleri gibi at oynattılar. Yeri geldi kitlelerle istedikleri gibi oynadılar, Türkiye’de, Fransa’da, Polonya’da…

Şimdi, Soğuk Savaş’a, sınıf mücadelelerinin bu özel kesitine bir başka yüzyıldan bakınca sermaye sınıfı adına yol alan kitle ikna silahları üreticilerini görmek, ne iş yaptıklarını anlamak görece kolay. Ama sadece görece. Peki ya sonra ne oldu? Nereye gitti bu sanayi? Toplum psikolojisi denilen mesele sınıf mücadelelerinin seyrinden azade biçimde, öylece kendiliğinden akıp gitmesi için rahat mı bırakıldı? Bakalım…

Güncel kimi hallere bakalım ama önce bir itiraz: Başlığa dair bir itirazım var.

Kelimelerin sınıfı var mı?

Farketmesek de, üstünde pek durmasak da kelimelerin de sınıfları var. Nasıl ki bilinç, dil ile yapılanıyorsa, kelimeler de bilincin anlatımı. Kelimeler, bilincin dili. Bilincin ise sınıfı var, sınıfları var.

Yazının başlığı da sınıfını anlatıyor aslında. Örterek.

Başlıkta yer alan küçük bir kelime, hatta harf oyunu ile (imhanın yerini alan ikna) toplumsal bilinç hallerini çarpıcı biçimde ve kestirmeden tanımlayan “orijinal” bir başlık ortaya çıkıyor ve bu orijinallik ima edilenle ilgili olarak hemen muhalif bir kimlik de veriyor. Ama bu muhalif parlaklık, meselenin özünün kaçmasına da neden oluyor aynı zamanda. İki nedenle.

Birincisi “kitle” her ne kadar sosyal bilimlerde, muhalif siyasal yazında çok sevilse de, hem egemen söylemde çok tutulan ve açıkçası tercih edilen, hem de işçi sınıfı teorisine yabancı ve uyumsuz bir kelime. Kitle hangi kelimeye karşı tercih ediliyor? Tabii ki “sınıf” kelimesini sahneden indiriyor. Kitle, burjuva egemen dünya görüşünde emekçilerden, proleterlerden başka bir toplamı tanımlamaz. Ama aynı zamanda “sınıf” gibi yüklü ve başka bir bilince alan açan bir kelimeden de kurtarır. Kitle, işçi sınıfından bahsederken işçi sınıfından bahsetmemenin yolunu açar.

Böylece bu yazını başlığı aslında daha en baştan tam da işaret etmek istediğim toplamı, yanı işçi sınıfını belirsizleştiriyor, kaybediyor. Hokus pokus! Zira ikna edilmesi gereken kitle her daim emekçilerdir. Başkası değil.4 Ve kitle de aslında tarihsel ve toplumsal sınıf bilincinden uzakta konumlanmış emekçi toplamıdır. Bu nedenle tercih edilmekte ve sevilmektedir.

İkincisi de aslında meselenin özü ile ilgili. Silah biliyorsunuz bir konunun, sorunun çözümü, yaslandığı denge eskisi gibi olamadığı zaman devreye girer. Yani somut anlamıyla silahlar günümüz dünyasında ancak iş kızıştığı zaman, dengeler sarsıldığı ve yeniden kurulması gerektiği zaman ortaya çıkar. Bir yanıyla da modern dünyanın tüm gelişmişliğinin yanında müdahale için kaba bir araçtır. İncelikli işleyişin yanında acziyettir, çare üretememektir. Velhasıl somut anlamıyla silah, modern dünya düzeninin sınıfsal özünü gereksiz yere, fazlasıyla çıplak bırakan, bırakabilen acizliklerdir.

Halbuki silahı soyut anlamıyla düşünürsek günümüz toplumları alenen ve sürekli silahlıdır. Silah her anda ve her yerdedir. Süreklileşmiş bir iç savaş gibidir sermaye sınıfının modern toplumsal düzeni. Bu anlamıyla silahlar sürekli ortalıktadır ama silah olarak değil. Örneğin televizyon olarak, okul olarak, din olarak, aile olarak, sosyal medya olarak, siyaset olarak, meclis olarak, teknoloji olarak.

Bu nedenle başlıktaki silah, sermaye düzeninde dar anlamıyla bir çaresizliği, mecburiyeti değil; tam tersine çeşit çeşit olanakları, çareleri işaret etmektedir. Sermaye düzenindeki bir aksamayı değil sürekli işbaşında olan, zaman zaman yönetilen ve sınıf mücadelelerinin şiddetine göre zaman içinde daha karmaşık bir hâl bir araçlar toplamını işaret etmektedir.

İkna ise mutlaka sorgulanmalıdır. İkna bitmeyen bir süreçtir. Süreklidir. Mutlak değildir. Kimi kemikleşmiş özellikler taşırken çok uçucu yönler de taşımaktadır. Yani ikna, olup biten değil sürekli yeniden işleyen bir özelliktir. Ve tek yönlü de değildir. Yani sadece egemenlerden ve egemen sınıfın elindeki araçlardan ifşa edilen bilgi, yönlendirme, kanaat ve konumlanıştan ibaret değildir. Sınıf bilincinin gelişkinliğine göre karşılıklı bir seyir izlemektedir. Ama sınıfsal bilincinden uzakta konumlanan her emekçi toplamı (kitle) iknanın egemenlerden yayılan kaba, üstünkörü ve incelikli biçimlerinin hepsinin üstüne atlamaktadır. Bu sayede bir konu ve araç olarak kitle psikolojisi hep çok sevilmektedir. Karşılıklı bir anlaşmayı içerdiği için.

Sınıf bilinci eridikçe emekçiler daha ikna edilebilir hale gelmektedir ve hatta bazen iknayı kendileri, kendilerine dayatmaktadır. Örneğin satın alındığı ya da parlatıldığı ayan beyan ortada olan figürler, kişiler, konumlar toplumsal kriz dönemlerinde, toplum çıkarları adına hareket eden bağımsız figürler olarak ortaya çıkabilmektedir. Çok yakın birkaç örnek bu durumu hızlıca somutlayabilir: Belarus’ta üç ay gibi kısa bir sürede toplumsal hoşnutsuzluğun sesi haline geliveren öğretmen, üç ay öncesine kadar Rusya dışında pek de bilinmeyen Navalnıy’nın önce zehirlenme provası ve sonra da özgürlük eylemcisi olarak baştan yeniden yaratılması ve Amerika Birleşik Devletleri’nde meclis baskını, o baskından yansıyan görüntüler. Sınıf bilinci olmayınca kitle olarak kalan emekçiler ikna için gereken ya da bizzat iknayı anlatan figürleri, sembolleri egemenlerden önce bulmakta, ortaya çıkarmaktadır.

Bu anlamıyla başlık aslında “İşçi sınıfının tarihsel ve toplumsal bilincini bulandırmak için sermaye sınıfının atmak zorunda kaldığı ve giderek daha karmaşık [sofistike] işlemler gerektiren taklalar” şeklinde düzeltilmelidir.5   

Komplo teorileri: Neden bu kadar tutuyorlar?

Tabii ki bu sorunun tek boyutlu bir yanıtı yok ama sanırım çoğu kişi de farkındadır: Toplumsal kriz dönemlerinde sınıf bilincinden uzakta konumlanan herkes, her toplam, her kitle acil, kısa, net ve kolay anlaşılır açıklamalar bekliyor, arıyor, istiyor. Söylentilerden, fısıltılara, bariz olgulardan, “saçma” açıklamalara kadar onlarca söz dolaşıma giriyor bu tür dönemeçlerde. Örneğin korona salgını günleri de farklı olmadı. Salgın özellikle Avrupa’ya ulaştıktan sonra en saçmasından bilimseline hızlı biçimde onlarca komplo kapladı ortalığı. Sosyal medya, çevrim içi haberleşme kanalları, cep telefonları virüse bağlı salgından önce bu komplo salgınını taşıdılar zihinlere.

Neler söylenmedi ki? Zenginlerin/elitlerin genetik değişiklik peşinde olmasından tutun uzaylı istilası için yapılan ön hazırlığa, Vuhan’daki araştırma laboratuvarlarından biyolojik silah senaryolarına kadar bin bir türlü söylenti hızlıca yatak odalarına kadar girdi. Uykusuz geceler boyunca yaşlısı ve genci milyonlarca emekçi bu senaryolara takıldı, videolarını izledi, üzerine düşündü, yaydı, muhabbetini yaptı ve sonra da unuttu. Ya da önüne düşenleri tüketip yenilerine doğru yol aldı.

Dolaşıma giren bu komplolar, söylentiler bir yanıyla oldukça nesnel kökenli görünüyordu. Yani arkasında belirli bir amacı, öznesi olmaksızın, kendiliğinden, sürecin doğası gereği ortaya çıkıveren akıl yürütmeler gibi görünüyorlar. Öyle ki bu söylentileri yayanların kimliği, angajmanı da kısa sürede eriyip kayboluyor. Komplonun kendisinden komplonun komplosuna sıra pek gelmiyor.6 Zaten komplo hızlıca tüketilip yenisine geçiliyor. Bu anlamıyla komploların yukarıda uyarı bulunmaya çalıştığım iknanın uçucu yanına daha yakın olduğu söylenebilir. Sınıf bilincinin, örgütlü ve kolektif bir toplumsal dokunun olmadığı yerde kaygı, endişe ve belirsizliği bu tür düşünceler hızlıca dolduruyor.

Komplo teorileri hem ilgi görüyor hem emekçilerin aklını oyalıyor hem de sınıf bilinciyle olan mesafenin korunmasını sağlıyor. Yani yukarıda işaret etmeye çalıştığım sınıf bilincinden uzakta kalmış ve bu anlamıyla kitleleşen emekçi toplamı için komplo teorileri toplumsal değişime ve örgütlü bir sınıf mücadelesine karşı bir direnç unsuru olarak da devreye giriyor. Örgütlü kolektif eylem ve birliktelik yerine edilgen söylentiler durumu idare etmeye yarıyor ve sorumluluktan da kurtarıyor. Hangisi daha kolay ki: toplumsal değişim ve dönüşüm için kolektif bir mücadelenin içinde yer almak mı, bunu gözetmek mi? Yoksa cep telefonundan gelecek komplo teorilerini, söylentilerini takip etmek, akıl yormak ve bunların saatlerce tekrarlayan videolarını izlemek mi? Sınıfından kurtulan emekçi için cep telefonuna kadar ayağına gelen komplo teorileri kendini önemli hissetmesinin de yolunu açıyor. Bireyleri, kişileri önemsizleştiren bir sürece meselenin hiç de bilinmeyen bir yanını herkesten önce öğrenerek doğrudan birinci ligden dahil olma fırsatını yakalama yanılsaması bu!

Ve ilginçtir ki kapitalist üretim ilişkileri komployu hem emekçilerin gündemi haline getirmiş hem de sosyalizm mücadelesine karşı da tepe tepe kullanmıştır. Örneğin Paris Komünü sırasında Birinci Enternasyonal’in genel sekreteri olarak Marx’ın ve dernek üyelerinin en çok uğraştığı konulardan birisi Enternasyonal üyelerine yöneltilen komplocu suçlamasıdır. Temmuz 1871’de İngiliz The World gazetesinin muhabirine verdiği yanıtlarda Enternasyonal üyelerinin “pek de dürüst olmayan, gizli gündemleri olan komplocular” olarak Paris ayaklanmasına katılmasına dair yorumlarla uğraşmak zorunda kalır.7 Benzer bir itham ve alay Komünist Parti Manifestosu’nun hemen başında da bulunabilir: Komünizm hayaleti, komünistlere sermaye sınıfından yöneltilen tanımlamaların parlak bir ironisi gibidir.8 Ya da Engels, 1870’lerde bir tür kitlesel histeri haline gelen ve bizzat pozitivistler tarafından yürütülen bilimsel ruh görme, gösterme ayinleri ile uğraşırken de durum farklı değildir.9

Şimdilerde, yani sınıf mücadelelerinde çetin bir 150 yıl geride kaldıktan sonra şu içinde olduğumuz korona günlerinde komplo teorilerinin sadece nesnel bir ihtiyaçla devreye girdiğini düşünmek ise en azından saf dillilik olur. Kissinger’ın işaret ettiği gibi toplumlar (yani emekçi sınıflar) öyle kendi başlarına bırakılamayacak kadar sınıfsal karşıtlıkla yüklenmiş durumdalar ki bu yüklü karşıtlığın yansımalarını neredeyse salgının her safhasında yaşadık, deneyimledik ve yaşamaya da devam ediyoruz.10 Hâl böyle olunca hem komplo teorilerinin ortaya saçılmasında hem de karşılık bulmasında öznel faktörleri aramakta da fayda var. Yani bugün komplo teorileri tam da aksine işaret ediyor gibi kabul görseler de aslında kitleyi ikna eden silahlar olarak dolanıyorlar.

Sınıf siyasetsizliği olarak sol komplo teorileri

Tabii ki komplo teorileri üzerinden ikna tartışmasının izlerini solun içinde de bulmak mümkün. Keza günümüz dünyasının örgütsüz ve kitlesiz siyasetine yaslanmayı temel özellik haline getirmiş “sol düşünürleri” de bu görece “kolay” konuma yakıt taşımaktan geri durmuyor. Örneğin, salgının ilk günlerinde İtalyan düşünür Giorgio Agamben tarafından başlatılan tartışma bu kategoridendi.11 Agamben salgının hemen başında özellikle Avrupa’da ortaya çıkan panik havasında kapitalist devletlerin bir istisna hali yaratarak olağan dönemlerde uygulayamayacakları geniş çaplı müdahaleleri devreye soktuklarını öne sürüyordu.

Agamben’in bir yıl önce, salgının ilk günlerindeki değerlendirmesi solcu komplo teorilerinin estetize ve inceltilmiş bir versiyonu olarak geniş ilgi gördü. Ve haliyle hem tartışıldı hem de çeşitli yanıtlar ortaya çıktı.

Agamben ve benzer pozisyonlardakiler “orantısız önlemler” ve “her yanı saran panik” konusunda belki haklıydılar. Ancak göremedikleri şuydu: Orantısız önlemler ve ortaya çıkan panik, sermaye devletinin gizli kapaklı gündeminin olmasından çok salgına dair gizli ya da açık bir gündeminin olmamasından kaynaklanıyordu. Sermaye sınıfı salgınla ilgili olarak toplumsal önlemler almakta gecikmedi, önce ne yapacağını bilemedi, sonra da salgına müdahale konusunda isteksiz kaldı.12 Şimdi geriye dönüp baktığımızda çarpıcı biçimde görüyoruz ki bir yıl önce tüm o panik havası ve laf kalabalığı içinde aslında sermaye devletleri mümkün olan en az ekonomik kapanma ile sürü bağışıklığını tercih etmişti. Ve bu bir gizli gündem olmaktan ziyade alenen yaşanan bir gündemdi.

Ama sermaye sınıfının tercihi, daha en başından itibaren komplo teorileri ile değil sınıfsal bağlamı ve siyasetiyle karşılanabilirdi. Yani Avrupa’da uzun zamandır rağbet görmeyen ve ana akım “sol” içinde unutulan bir yöntemle. Sınıfın atlandığı ve geriye çekildiği yerde ise, söylemeye gerek var mı, düzenin kitle ikna silahları devreye giriyor. Çok muhalif olsa da.

Benzer bir atlama ve iknayı muhalif olarak destekleme halini Türkiye’de siyasi iktidara yönelen pandemi muhalefetinde de bulmak mümkün. Test, vaka ve ölüm sayılarına dair itiraz haklıydı ama “gizli bir ajandası” olan bir özneyi işaret ettiği sürece siyasi iktidarın işini de kolaylaştırıyordu. Çünkü sermaye iktidarının gizli bir gündemini geçtik, salgının önlenebilirliğine dair bir gündemi dahi yoktu. Salgının ekonomik ve toplumsal yükünü işçi sınıfına yıkmakla meşguldüler.

Öte yandan bir toplumsal eleştiri olarak komplo teorilerine ve takipçilerine takılmak bardağın ısrarla boş yanına bakmak gibi. Ve asla dolmayacağına olan inancın, umutsuzluğun da dışavurumu gibi. Tamam, sosyal medyada dolaşan, cep telefonlarına yağan videoların, viral haberlerin, dedikodularını biliyoruz. Ama bir yanıyla da meseleyi büyütmemek gerekiyor. Yani “komplo teorileri neden bu kadar kolay alıcı buluyor? Akıl nerede, bilim nerede?” diye dertlenirken bir durmak gerekiyor. Durmak gerekiyor.

Gerekiyor çünkü bunlarla zihnini bulandırmayan, komplolara gülüp geçen geniş bir kesim de var. Burada ise aynı anda hem köklü bir toplumsal değişim ihtiyacı hem de değişime direnç, bu değişime dair korku, çekince devreye giriyor. Salgın, komplo, yaratıcılık dinlemeksizin sınıf siyasetini ısrarla yeniden ve yeniden üretmek ve dayatmak bu anlamda önem taşıyor. İşçi sınıfı bilincini örten, bulandıran her muhalefet ise eninde sonunda kitleleşmeye, kitle olarak kalmaya ve iknaya yarıyor. Çok muhalif olsa bile.

Dijital çağ: İknaya gerek kaldı mı?13

Kissinger ve dönemi, askeri de olabilen ve bu nedenle kabalaşan, özünü saklamakta güçlük çeken (çekebilen) ikna yöntemlerine ihtiyaç duyuyordu. Siyasi bir netlik ve muhtemelen karmaşık bir istihbarat çalışmasını da gerektiriyordu. Elde edilen verilerin ayıklanması ve işlenmesi ise muhtemelen büyük bir belaydı. Doğru âna karar vermek, doğru adımları atmak ya da toplumsal bir deney ortamını sürprizlerle çok karşılamadan değerlendirmek için, sağlam bir siyasi öngörü, gelişkin burjuva sınıf refleksleri ve bol istihbarat çalışması dışında çok fazla araçları yoktu. Günümüzde ise her adım, her birey, her an birer veriye (istihbarata) dönüşmüş durumda. Bugün sıradan emekçi yaşamı bile süreklileşmiş bir dijital veri akışı içinde. Nereye gidiyor, kiminle görüşüyor, neleri izliyor, neleri beğeniyor, çevresi nasıl bir çevre, hangi düşünceye yakın, marketten ne alıyor, hangi otobüse biniyor, otobüsten hangi durakta iniyor, gibi gibi. İşin ilginci, tüm bu veri selini toplayan kanal sayısı bir elin parmakları kadar ve bu kanallar emperyalist ülkelerdeki üç-dört şirketten ibaret. İşte Google, Twitter, Facebook, Instagram vb. gibi. Veri çok, hatta sonsuz ama toplayan, derleyen ve işleyen neredeyse tek! Öyle ki verileri toplayan şirketler, emperyalist ülkelerdeki seçim sonuçlarını değiştirebilecek, etkileyebilecek hizmetleri bile ilgililere sunabiliyorlar.14

Ve bir de bu durum (yani gündelik emekçi yaşamının sermaye için veri haline alması) verinin nesnesi olan toplam (kitle) tarafından gayet iyi biliniyor. Yani ortada gizli saklı yürütülen bir dijital casusluk da yok. Ama biliyorlar ve bildiklerini bilmezmiş gibi davranıyorlar: kitle veri paylaşımını, bununla ilgili sözleşmeleri ya da sözleşme değişikliklerini ciddiye alıyor.15 Hem de çok. Diyebiliriz ki kitle, romanlardan 1984’ü ve gizemlerden de ayan beyan olanını seviyor.

Hâl böyle olunca tüm bu gelişmelerin ortasında (her şey bu kadar dijitalize olmuşken, her an bir veriye dönüşmüşken) iknaya yine de gerek kaldı mı, diye sorulabilir. Bugün sermaye sınıfının emekçi kitleleri ikna etmeye gereksinimi var mı? Her şey güllük gülistanlık mı? Sosyal medya devleri, Amerikan başkanının bile sesini kısabiliyorsa geriye yapılacak pek bir şey de kalmış mıdır ki?

Sorunun bu biçiminin çok popüler olduğunu inkâr edemeyiz ama aslında soru bir yanıyla da işçi sınıfı biliminin dışında kalıyor. Çünkü sınıflar, üretim araçlarının özel mülkiyeti, ortadan kalkmadığı sürece sermaye sınıfı yoğun biçimde ikna üretmek, yaymak zorunda kalacak. Çeşitli biçimleriyle. Dijital teknolojinin onca olanaklarına rağmen neredeyse sadece ikna için kullanılır hale gelmesi, salgında iknanın kaba biçimlerinin komplo teorileri olarak devreye girmesi bu zorunluluğun bir göstergesi. Bu nedenle bir kesite değil, sürekliliğe bakmakta fayda var. Yani iknanın son iki yüzyılda aldığı karmaşıklığa ve çeşitliliğe. Karmaşıklaşma ve çeşitlilik bir yandan da egemen sermaye sınıfının durumu yönetmekte (onca teknolojiye rağmen) zorlandığının bir göstergesi. İkna karmaşıklaştıkça özü, işleyişi tekleşiyor. Ve bu zorlanma bir yandan işçi sınıfı için tarihsel bir fırsat anlamına geliyor. Günümüz Kissingerlarını tam da kendi alanlarında kuşatma olanağı veriyor.

Tolga Binbay / SOL (Gelenek)

  • 1.Henry Kissinger (d. 1923). Amerika Birleşik Devletleri’nin 1973-1977 arasında dışişleri bakanı ve 1969-1973 arasında başkan danışmanı. Ancak Kissinger’in alelade bir parlak “devlet yetkilisi” olduğunu düşünmek hata olur. Kissinger, sermaye sınıfının uzun soluklu bilincini en rafine haliyle teorize edebilen bir isimdi.
  • 2.Endonezya’da olup bitenleri kısa yoldan öğrenmek ve hatırlamak isteyenler için mesela bol ödüllü iki belgesel The Act of Killing (Öldürme Eylemi, 2012) ve The Look of Silence (Sessizliğin Bakışı, 2014) önerilebilir. Her iki belgesel daha önce Gelenek’te ele alınmıştı: Nevzat Evrim Önal, J. Oppenheımer’in Öldürme Eylemi ve Sessizliğin Bakışı Belgeselleri: Bir Büyük Yenilgiye Bakmak. Gelenek, 128: 88-94.
  • 3.Şu çok meşhur kaynağı yeniden anmak sanırım kaçınılmaz: Frances Stonor Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı - CIA ve Kültürel Soğuk Savaş (çev. Ülker İnce). İmge Kitabevi, Ankara, 2. Basım, 2018.
  • 4.Tabii ki bazı kesitlerde sermaye sınıfının bir sınıf olarak, bazen de belki tekil üyelerinin ikna edilmesi gerekir. Ama bu sefer de sermaye sınıfından “kitle” olarak değil iş insanları, toplumun önde gelenleri, demokrasi savunucuları, siyasetçi vs. olarak bahsedilir. Dil, sınıfını şaşırmaz.
  • 5.Zaten başlığı bulduktan sonraki kısa bir Google araması başlığın Milli Gazete’den Sabah’a, bilimsel dergilerden hava parası arayan “düşünce kuruluşları”na kadar geniş bir alanda hevesle kullanıldığını da gösteriverdi.
  • 6.Yeri gelmişken kelimenin kökenine ve anlattığı hikâyeye bakmakta fayda var: komplo, Fransızca kökenli. 1560’lara dayanıyor. Kitlesel plan, kumpas, fesat anlamına geliyor. Modern sınıfsal ayrımların ortaya çıktığı ve siyasetin giderek daha karmaşık bir hâl almaya başladığı bir coğrafyaya dayanması aslında sınıfsal yanına da işaret ediyor.
  • 7.Karl Marx’ın The World Gazetesi Muhabiri ile Bir Konuşmasının Metni. Fransa’da İç Savaş içinde (Çev. Kenan Somer). Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı, 1991, sf. 118-119.
  • 8.Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto (çev. Editörü Doğan Görsev). Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2019, 9. Baskı.
  • 9.Friedrich Engels. Ruhlar Âleminde Doğabilim. Doğanın Diyalektiği içinde (Çev. Arif Gelen). Sol Yayınları, Ankara, 9. Baskı, sf. 62-73.
  • 10.Hem ibretlik hem de “eğlenceli” bir korona bilançosu için mutlaka bknz. Endam Köybaşı, Sakin ol Champ! Pandemide Sermaye Sınıfının Halleri. Gelenek, 2021, 152: 37-48.
  • 11.Giorgio Agamben, Lo stato d’eccezione provocato da un’emergenza immotivata [Sebepsiz bir acil durumun neden olduğu istisna hali]. il Manifesto, 22 Şubat 2020.
  • 12.Türkiye Komünist Partisi, Salgın Kapitalizmin Tarihsel İflasının Kanıtıdır. 25.01.2021. www.tkp.org.tr
  • 13.Bu yazıda aile, din, eğitim, medya gibi daha geleneksel ikna kanallarına değinmiyorum. Ya da örneğin ideolojiye de. İknanın daha köklü kaynaklarını, bir seri olarak düşündüğüm yazıların daha sonraki uğraklarına ayırıyorum.
  • 14.Bu konuda 2018 yılında patlayan (ya da kontrollü olarak patlatılan) Cambridge Analytica hikâyesine bakılabilir. Tulga Buğra Işık, Cambridge Analytica'nın ardından: Seçimler on yıllardır nasıl maniple ediliyor? soL Portal, 22 Mart 2018. https://haber.sol.org.tr/dunya/cambridge-analyticanin-ardindan-secimler….
  • 15.Geçtiğimiz günlerde yaşanan WhatsApp paniği ve büyük Telegram göçü kitlesel bir histeri anı değil miydi?

Üretilen hikayeler, unutulmayan fotoğraflar - Turgay Develi / SOL

Erdoğan'ı başkentlerinde ağırlayıp, bize yaşatacaklarını, onun gelecek perspektifinin içine yerleştirirken, yapılanların aynısının şu an başka isimler için yapıldığını görmüyor muyuz sanıyorlar?

Birçok kişi geçmişinden kurtulmak istiyor ve ihtiyacına göre bir yöntem bulup uyguluyor. Bazıları bedenlerine yaptırdıkları dövmeyi sildiriyor, bazıları da resim albümlerinden artık istemedikleri resimleri yırtıyor. Kimisi sosyal medya geçmişinden bir fotoğraf ya da beğeniyi siliyor veya birilerini engelleyerek kurtulmak istiyor. Bazıları için ise mahkemeler, uzaklaştırma kararları, erişime engelleme talepleri,  utanılan bu geçmişlerden kurtarılmanın tek yöntemidir. 

Oysa siyasetçi ya da bir şekilde kamuoyunun önüne çıkmış biriyseniz, bazen hiçbir uygulama ya da yöntem sizi toplumun ortak hafızasından silmeye yetmiyor. O anları, öyle bir resmi ortasından ikiye ayırıp çöp kutusuna atmak gibi silemiyorsunuz.

Geçmiş, en çok da "geleceği kurma" iddiasındaki siyasetçilerin unutmak, unutulmak veya unutturmak istediği anları ihtiva ediyor. Yeni bir 'hikayeye' muhtaç olanlar, 'ah keşke!' serzenişleri arasında geçmişlerinden kurtulabilmek için nelere katlanmıyorlar ki... 

27 Şubat tarihli soL'da, Erdoğan ile el sıkışırken fotoğrafının altında Gare'de şehit olan askerin ailesine hediye ettiği ev ile ilgili haberi yayınlanan Zeynel Abidin Erdem, bu sorunun cevaplarından biri olabilir mesela. Unutmak, unutturmak istediği geçmişi, ona 32 askerin şehit olduğu İspanyol CASA uçaklarının 5,7 milyon dolarlık fiyatına rağmen 9,6 milyon dolara alınmasının arkasındaki isimlerden biri olduğu iddia edilen zamanları hatırlatıyor olmalı. 

Keza, Hikmetyar'ın dizinin dibinde oturduğu, Kaddafi'den aldığı barış ödülü, Amerikan Yahudi Kongresinden aldığı cesaret nişanı ve Beşar Esad ile çekilen aile fotoğrafları da Erdoğan için başka bir maziyi anlatıyor elbette. 

Bir de "üretilen" fotoğraflar var elbette. Üretilen fotoğrafları "şak diye" tanıyabilme kabiliyeti, üretenlerin niyetini ve ulaşmak istediği amacı da "şak diye" çıkarabilme yeteneğiyle birlikte geliyor. Bu "üretilen" fotoğrafların yakın tarihte en meşhur olanlarından birisi, "Saddam'ın ordularının Kuveyt'te yaktığı petrol kuyularından çevreye yayılan petrolün öldürdüğü karabatak" fotoğraflarıydı. İnsanın bakmaya içinin elvermediği bu fotoğraf, dünyayı savaşa ikna etmek için CNN tarafından binlerce kez gösterilmiş, insanlığın kolektif hafızasında yerini almıştı. Fotoğrafın hikayesinin yalan olduğu ve Fransa sahillerinde çekildiği sonradan ortaya çıkarıldı.

Kara propaganda, televizyon, gazete ya da sosyal medyada sıkça uygulanan bir yöntem. Amaç, yukarıdaki örnekteki gibi, kitleleri bir şeye ikna etmek! Aranan meşruiyet, üretilen bir haber ya da fotoğrafta bulunuyor ve rıza bu yolla üretiliyor. Bunu en iyi anlatan örneklerden birisi, yine Saddam ile ilgili. Hatırlayanlar olacaktır, sonradan Kuveyt'in ABD büyükelçisinin kızı olduğu ortaya çıkan bir "tanık", ABD kongresinde, Iraklı askerlerin kuvözdeki 300'den fazla bebeğin ölümüne sebep olduklarını iddia ettiği yalan bir ifade vermiş, bu yalan ifade o dönem Uluslararası Af Örgütü'nün raporlarıyla da desteklenmişti. Şıracının şahidi bozacıydı yani. Birinci Körfez Savaşı'na girmeyi kafasına koymuş olan baba Bush yönetimi, bugün "Nayirah Tanıklığı" olarak bilinen bu ifadeyi savaş için rıza üretmekte kullanmıştı. Gerçek çok sonra ortaya çıktığında ise Saddam öldürülmüş, Irak yerle bir edilmiş, ülke parçalanmıştı. Kısacası Irak'lılar çoktan "özgürleşmişti"...

Bu yönteme ülkemizden de örnekler yok mu? Var tabii ki. Ben en iyisi geçmişten örnek vereyim de, basın özgürlüğünün sınırlarının bir kez de bu köşe üzerinden sınanmasına yol açmayayım! Yine hatırlanacaktır, ülkemizde basının "özgür" olduğu o parlak yıllarda, gazetelerde, emniyetin pencerelerinden "atlayan", polislerin mesailerini boşa harcadığı için üzüntüden kafasını duvarlara çarparak ya da kendini merdivenden aşağı atarak ölmeyi "seçen" yüzlerce gencin haberleri yayınlanırdı.

Parlamenter demokrasimizin olduğu, basın özgürlüğünün sınırlarının tartışılmadığı yıllardı...  Bu "normal" haberlerin iç sayfalarda kullanıldığı gazetelerin "Güzel sarışın kadın" manşetleri ise bir klasiktir... 

Tarih unutmuyor. İlki Tansu Çiller, ikincisi Selin Sayek Böke için atıldı. Mazrufa değil zarfa bak haberleriydi.

Bana bütün bunları hatırlatan ise, Canan Kaftancıoğlu'nun, arkadaşının evinin penceresinin kenarında, dışarıda kar yağarken, ünlü kırmızı kazağı ile çektirdiği fotoğraf. Sayın Kaftancıoğlu, TIME dergisinin son sayısında yayınlanması için söylediği sözlerinin, partisi ve ülkemiz için kendisinin nasıl bir rol modele dönüştürülmek istendiğini bilmeden söylemiş olamaz. 

Yine bir ABD medya devi Bloomberg'in, Sayın Kaftancıoğlu ile Meral Akşener'i dünyaya tanıtma ve ülkemizin geleceğinde nerede konumlanmaları gerektiğine ilişkin 22 Aralık 2020'de yayınlanan haberin ne anlama geldiğini bilmiyor olabilirler mi? Dahası, bunların anlamını bizim de bildiğimizi bilmiyor olabilirler mi? Daha partisi bile kurulmayan Tayyip Erdoğan'ı başkentlerinde ağırlayıp, bize yaşatacaklarını, onun gelecek perspektifinin içine yerleştirirken, yapılanların aynısının şu an başka isimler için yapıldığını görmüyor muyuz sanıyorlar gerçekten?

TIME, Bloomberg, Economist gibi dünyaca ünlü gazete, televizyon ve dergiler, büyük sermaye sınıfının denetiminde, dünyanın düzeninin insanların zihninde rıza ve meşruiyet üretmesi için tasarlanır ve yayınlanır. Bu nedenle sermaye düzenine tehdit içerebilecek bir tek haber, bir tek fotoğraf karesi ya da bir tek satıra yer verilmez. Bunu biz de, siz de biliyorsunuz.

Sayın Kaftancıoğlu'nun "Türk siyasetinde alışılmadık ve yeni şeyleri temsil ettiğini" yazan dergi, bu "alışılmadık ve yeni şeyler"in ne olduğunu belirtmemiş ama, "partisindeki eski nizama karşı çıkmaktan veya ülkesinde ötekileştirilen insanların yanında durmaktan korkmayan solcu bir kadın" diyerek, partideki mevzisini, "bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist CHP" karşıtı olarak sınıflandırmış. 

Kaftancıoğlu kendisi ifade etmemiş ise eğer, TIME, ülkemizi yıkıma götüren neoliberal ekonomi politikalarına karşı sessiz kalması, Maraş katliamının yıldönümünde Alparslan Türkeş'in evine yapılan ziyaretteki heyetin içinde bulunması ve çıkışta, "acıları ortaklaştıracak her siyaseti yaparım" sözleri üzerinden sınıf konumlanışını tespit ve tahlil ederek onun, ülkesinin değil, kendi kişisel kariyerinin peşinde olan birisi olduğunu anlamış.

Kimin ne düşündüğü, neyi hesapladığı ve kimlerle neyi inşa etmeye çalıştığı ise bizim için tali bir sorun. Kaftancıoğlu'nun önünde ise iki seçenek var; Ya TIME'de yayınlanarak batılı başkentler için görücüye çıkarıldığı "fotoğrafı" kendisi yırtıp atacak ya da zamanı geldiğinde bu işi, siyaseten yargılayıp, mahkum ederek tarihin çöplüğüne gönderecek yoksul halk yapacak. 

O gün gelene kadar herkesin hatırlaması gereken tek gerçek ise şu: sermaye tarafından rıza üretmek için parlatılan hikayeler elbet bir gün tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkıyor. Ülkelerin tarihleri, sermaye tarafından kullanılıp atılan isimlerle dolu. Sermayenin gücüyle iktidara gelip halkın çıkarlarını savunabilen, bağımsız bir yönetim sergileyebilen birisi ise tarihte yok. 

Sorumluluğumuz, meseleleri neden/sonuç ve zaman/mekan ilişkisinden koparmadan, şimdilik, teşhir etmek ve gerçeğe ışık tutmaktır.

Turgay Develi / SOL

28 Şubat 2021 Pazar

Şubatın en uzun günü - Berkant Gültekin / BİRGÜN

 

28 Şubat, siyasal İslamcılığın emperyalizmin yeni hedefleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden programlanmasına zemin hazırladı. Eğer 28 Şubat olmasaydı, Milli Görüş tipi İslamcılık bu denli dramatik bir şekilde güç kaybetmeyecek ve AKP’nin temsil ettiği “seyreltilmiş İslamcılığın” önü açılmayacaktı.


Şubat, Miladi/Gregoryen takvime göre yılın 2’nci ayı. Malum, artık yıllarda 29, diğer yıllarda ise 28 gün sürer. Akla hemen “Artık gün neden şubat'a ekleniyor?” diye bir soru gelebilir. 

Bu, Yunan astronom Sosigenes tarafından üretilen ve bugün kullandığımız takvimin de kökeni olan Julyen takviminin son ayının şubat olmasıyla ilgilidir. 

Sosigenes, dünyanın güneş etrafındaki 365 gün 6 saatlik turunun son 6 saatini her 4 sene sonunda 1 gün olarak takvimin sonuna, yani şubat ayına ilave etmeyi uygun görmüştür. 

Aslında şubat, daha önceleri 29/30 çekiyordu. Ancak Julius Caesar’dan sonra imparator Augustus da kendi adına bir ay isteyip (ağustos) bu ayın Ceasar’ın ‘July’sinden (temmuz) geri kalmaması için 31 gün sürmesini emredince, o ihtiyaç olan ekstra 1 gün şubattan alındı.

Böylece şubat, 28/29 gün sürmeye başladı. Görüldüğü gibi, bazen bir diktatörün verdiği karar, beklenenden çok daha uzun süre insanlığı etkilemeye devam edebiliyor.

Türkiye için şubat ayının çok farklı bir anlamı daha var elbette. 28 Şubat 1997’de 9 saat süren MGK toplantısında alınan kararlar, ülkenin siyasi tarihinde önemli bir kırılma yarattı. Aradan neredeyse çeyrek asırlık bir süre geçmesine rağmen 28 Şubat muhtırası üzerine yapılan tartışmalar hâlâ sona ermiş değil.

28 Şubat, siyasal İslam’ın mağduriyet anlatısının en önemli enstrümanlardan biri. Kuşkusuz en büyük etkiyi de bu ideoloji üzerinde yaptı. Ne var ki bu müdahalenin İslamcılık açısından tek bir anlamı yok; çünkü tek bir İslamcılık yok. Evet, 28 Şubat İslamcılığın bir kanadı için hayli olumsuz sonuçlar doğurdu. Askerin “laiklik” konusunda baskı yaptığı Refahyol hükümeti dağıldı ve Refah’ın lideri Necmettin Erbakan, başbakanlıktan istifa etti. Partisi de “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri” gerekçe gösterilerek 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Milli Görüş, daha sonra Fazilet Partisi’yle siyaset arenasında boy gösterdi. Fazilet Partisi de 3,5 yıl faaliyet gösterdikten sonra Refah Partisi’yle aynı kaderi paylaştı. Milli Görüş hareketi bu dönemden sonra tabiri caizse bir daha belini doğrultamadı. İşte bu, İslamcılığın bir döneminin sonu demekti.

Ancak Milenyum, İslamcı harekette de önemli değişimleri zorlayacaktı. Kıpırdanma ilk olarak Fazilet’in içinde başlamıştı. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimlerin öncülüğündeki “yenilikçi kanat”, ilk hamlesini partinin yönetimini alarak yapmak istedi. Mayıs 2000’deki kongre hedefledikleri gibi sonuçlanmadı. Abdullah Gül, Recai Kutan ile girdiği başkanlık yarışından boynu bükük ayrılınca, yenilikçi kanatta farklı bir parti kurma fikri güçlendi. Fazilet’in kongresinden 14, kapatılmasından ise sadece 2 ay sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruldu.

AKP’nin tarih sahnesine çıkışı, 28 Şubat’la başlayan sürecin uzantısıydı. Düzen 28 Şubat’ta askerler aracılığıyla İslamcı harekete bir ‘sınır hatırlatması’ yapmıştı. 12 Eylül Darbesi sol fikirlerin yeniden filizlenmemesi için sağ yapıları güçlendirmiş, İslamcılara da geniş alanlar açmıştı ancak “meşru ve kabul edilebilir” iktidar çizgisi aşılmamalıydı. Egemen sınıflara ve devlet aklına göre, Türkiye Batı’yla ters düşmemeli, ülke, NATO’yu ve diğer küresel partnerleri tedirgin edici bir istikamete girmemeliydi. 28 Şubat da temelde bu karakteri korumak üzerine geliştirilmiş bir müdahaleydi.

Refah Partisi, “düzen karşıtı” bir imaja sahipti. 12 Eylül’ün solu ezdiği Türkiye gerçekliğinde, merkezdeki yapılar irtifa kaybederken Milli Görüş bu imajı sayesinde hayli popülarite kazandı. Refah’ın “adil düzen” söylemi yoksullaşan ve yoksullaşmakta olan kesimler gözünde partiyi gittikçe büyüttü. Bununla birlikte kentli burjuvazinin karşısındaki Anadolu sermayesini de cezbetti. Düzenin aktörlerine ve muhalif kesimlere ise laiklik gibi belli başlı hassasiyetlere dokunulmayacağına yönelik bir güven hissi verilmeye çalışılıyordu. Ancak hiçbir şey, iktidarda İslamcıların olduğu realitesini örtemiyordu. Erbakan’ın Taksim Meydanı’na cami ısrarı, Washington tarafından “terörist” olarak tanımlanan İran’a ve Libya’ya olan ziyaretleri ve Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderleri ile şeyhlere verdiği iftar yemeği tansiyonu iyice yükseltti. 30 Ocak 1997’de Refah yönetimindeki Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen ve İran Büyükelçisi Ali Bugheri’nin de katıldığı Kudüs gecesi ise bardağı tümüyle taşırdı. “Cihat” oyununun sahnelendiği bu etkinlik, medyanın da gayretiyle toplumdaki irtica karşıtı duygu ve düşünceleri yaygınlaştırdı. Ardından devreye asker girdi; önce 4 Şubat’ta tanklar yürütülerek demokrasiye “balans ayarı” yapıldı, sonra da 28 Şubat…

Refah’ın iktidar deneyimi AKP’nin lider kadroları açısından oldukça öğretici bir süreçti. Partilerinin ana hareket planını da kendi geleneklerine dönük bu eleştirel hat üzerinden kurdular. Yani MGK kararları, siyasal İslam’ın bir dönemini bitirdiği kadar, 2000’lerdeki karakterini belirlemede de önemli bir role sahiptir. Refah, AKP’ye düzenin sınırlarını ve gücü tamamen ele geçirmeden önce nasıl hareket edilmesi, daha da doğrusu nasıl hareket edilmemesi gerektiğini göstermişti. Bu nedenle AKP kendini “İslamcı” değil, “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamayı tercih etti. Bu yalnızca Türkiye’de yaşanan gelişmelerle ilgili değildi. Dünyada da farklı rüzgârlar esmeye başlamıştı. Sovyetler Birliği dağılmış, Berlin Duvarı yıkılmıştı. ABD’nin sosyalistlere karşı desteklediği cihatçı akımlar artık yeni dönemin ihtiyacına cevap veremiyordu. El Kaide’nin New York’taki İkiz Kulelere yaptığı saldırı, eski tip İslamcılığın kredisini tamamen bitirdi. Artık yıkma değil “kurma” zamanıydı. İslamcılık, çağın gerekliklerine uygun şekilde revize edilmeli, ehlileştirilmeliydi. İşte “muhafazakâr demokrasi” de bu “Ilımlı İslam” projesinin bir izdüşümüydü. Yalçın Akdoğan’ın 2004’te AKP Genel Merkezi tarafından basılan ‘Muhafazakâr Demokrasi’ adlı kitabında yer alan “Laiklik inanç ve din özgürlüğünün garantisidir. Din ile laiklik ilişkisini bir ‘karşıtlık ilişkisi’ biçiminde sunmak, Türkiye’de zararlı bir gerilime yol açar” sözleri, verilmek istenen “Bizden zarar gelmez” mesajının bir yansımasıydı.

Yani 28 Şubat, İslamcılığın emperyalizmin yeni hedefleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden programlanmasına zemin hazırladı. Eğer 28 Şubat olmasaydı, Milli Görüş tipi İslamcılık bu denli dramatik bir şekilde güç kaybetmeyecek ve AKP’nin temsil ettiği “seyreltilmiş İslamcılığın” önü açılmayacaktı. Yeni İslamcılık, düzenin sinir uçlarına dokunmadan ve kentlisinden taşralısına tüm sermayeyi ekonomik programına inandırarak iktidara oturdu. Bir bakıma 12 Eylül’ün beslediği İslamcı hareket, 28 Şubat’ın ardından piyasacılığı da kuşanarak AKP’ye dönüştü.

Siyasal İslamcılar 28 Şubat’ı bugün de salt bir mağduriyet anlatısının içinde konumlandırıyor ve ordunun sivil siyasete müdahalesine lanetler yağdırıyor. Oysa içinde bulunduğumuz durum, “sivillerin iktidarının” Türkiye’yi tek başına gelişkin bir demokrasi ve özgürlükler ülkesi yapmaya yetmediğini net şekilde gösteriyor. Günümüzün muktedirlerinin iktidarda kalmak için başvurduğu militarist söylemler ve politikalar da askeri dönemleri aratmıyor. 28 Şubat 1997’deki MGK, 9 saatlik süresiyle o güne kadar yapılanların en uzunuydu. Şimdiki rekor ise 2014’teki performansıyla Erdoğan’a ait. Bu, siyasal İslamcıların “vesayetle hesaplaşacağını” sanan kesimler için büyük bir hayal kırıklığı olsa gerek.

AKP, 18 yılı aşkın süredir iktidarda ve son zamanlarda aslına iyice rücu etmiş durumda. İlk döneminde laikliği bir “sigorta” olarak gören parti, zamanla “Laiklik yeni anayasada olmamalı” diyen gericileri bile Meclis Başkanlığı koltuğuna oturttu. Yaşananlar, yıllar önce siyasal İslamcılığın demokratlık makyajına inanmayıp gizli ajandası olduğunu söyleyenleri haklı çıkardı. Laiklik bugün de büyük tehdit altında ve şimdilerde onu halktan başka savunacak hiçbir güç yok.

Berkant Gültekin / BİRGÜN

Halkların da kalbi kırılır - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet



İnsanoğlunun en çok kalbi kırılır. Anne oğluna seslenip “Sen hiçbir şeyi beceremiyorsun, bak en yakın arkadaşın basket takımına seçildi, biz seninle ne yapacağız?” dediğinde çocuğun kalbi kırılır. 

Kadın, ev masraflarından kısıntı yapmış, kocasına Sevgililer Günü için bir kazak almış. Koca, kazağa bakıyor, “Bu pazar işi kazağı mı bana layık buldun?” diyerek burun kıvırıyor, kadının kalbi kırılır. 

Genç çalışmış, çabalamış, iyi puan almış ama asistan olamıyor: “Hocam, benim tezimi çok beğendiydiniz, niçin ben seçilmedim?” Hoca biraz mahcup “Haklısın ama seçilenin arkası kuvvetliydi, ben pek bir şey yapamadım” diyor. Gencin kalbi kırılır.

Hepimizin hayatında kalbimizin kırıldığı pek çok unutmadığımız zamanlar, durumlar olmuştur. 

Kalp kırıklığı hiçbir şeye benzemez, sonuçta bazıları yaşam kalitemizi bile düşürebilir. 

Kendimizi değersiz, işe yaramaz hissederiz. 

Umutlarımızın bir tomarı usulca bizi terk eder.

İnsanların kalpleri kırıldığı gibi halkların da kalpleri kırılır. Tarih bize halkların kalbini kıran iktidarların sonuçta kendilerini de yok ettiklerini tekrar tekrar anımsatır. Çünkü kalbi kırılan halklar bu kırgınlığı asla unutmaz. Açlık bile bu kırgınlığın yarattığı travmayı yaratmaz. Öyle böyle insanların karnı doyar ama kırılan kalplerin hafızası asla unutmaz. Örneğin, Irak’ta sözümona demokrasi getiriyoruz diyen Amerikan askerlerinin yaptıklarını, hiçbir Iraklı unutmaz. Ayrıca adını bile yeni duydukları bir ülkede bir milyon kişinin ölmesine neden olan Amerikan askerlerinin de kalbi kırılır. Bu nedenle savaştan dönenlerin pek çoğu ya uyuşturucu bağımlısı olur ya da akıl hastanesinde gün doldurur.

Halkların kalbinin kırılmasına binlerce örnek verilebilir, şimdi kendi ülkemize dönelim. İktidar, halkların kalbini kırmak için adeta kendini bir zulüm makinesine döndürüyor. Basit bir örnek, binlerce işyeri kapalıyken, dağ otellerinde yaşanan vur patlasın, çal oynasın hayat insanların kalbini kırar. Gene anne ya da babasını korona nedeniyle yitiren, annesine, babasına son kez camlar ardından veda eden, camiden beş kişiyle uğurlayan birilerinin kalbi kırılır.

Eve gerçekten ekmek götüremeyen birileri bir gazetede “markete karnı tok gidin”“çocuklarınızı asla götürmeyin”, “cebinizdeki para kadar alışveriş yapın” cinsinden tavsiyeleri görünce kalbi kırılır. Kalabalık cenazeleri, birbirine yapışmış gibi insanları televizyonda seyredenler, kâğıt toplayan bir çocuğa 3 bin 500 TL’lik ceza yazıldığını gördüklerinde kalpleri kırılır.

Altı milyon oyu olan HDP’ye oy verenlerin oylarını Kalaşnikov kurşununa benzetirseniz o altı milyon insanın kalbi kırılır. Sanmayın ki kalbi kırılanlar gidip sizin partinize oy verecekler. Yapmayın, kalp kırıklığı öyle derin bir yara açar ki hiçbir söz, hiçbir vaat o kırık kalbi tedavi edemez.

Bugünlerde en çok şehit ailelerini düşünüyorum. Bir cumhurbaşkanı koronaya rağmen kongre yapıyor ve 16 şehit var, şehit annelerinden birinin gözyaşlarını kongredeki kalabalığa dinletiyor, anneye de “Bir anneye böyle bir şeref nasip olmaz. Ama siz bu şerefi yakaladınız” dedikten sonra Karadeniz şivesiyle espriler yapıp kongredeki insanları güldürüyor. Ben bu görüntüleri izlerken buz gibi dondum. Böyle bir aşağılanmayı daha önce hiç yaşamamıştım. O kadar çok insanın kalbi kırıldı, o kadar çok insan kendini aşağılanmış hissetti ki...

İktidar sarhoşluğu böyle bir şeydir, insanoğlunun bir kalbi olduğunu unutursun. Gün gelir kalbi kırılmış insanlar, yeterince acı çektiklerini düşünmeye başlarlar. Kalp kırıklığının verdiği acı dayanılmaz olur. Artık hiçbir şeye güven kalmaz. İnsanlar “vatan”, “millet” diyerek atılan nutuklara artık inanmaz. Adaletin sadece zenginler için var olduğunun farkına varırlar, kendi çocuklarının da bir zaman sonra kalbinin kırılacağını öğrenirler. Evet, kendi çocuklarının da kalbi kırılacaktır. O zaman ne olur bilemem ama antikçağdan beri iktidarları en çok korkutan işte bu andır. 

İnsanların çocuklarının kalbi kırılmasın diye düşündükleri zamandır.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Yaman bir gazeteci: Arif Oruç - Mehmet Bozkurt / SOL

 

Bu yorulmak bilmeyen gazeteci 1950’de genç denebilecek bir yaşta göçüp gidiyor. Galiba 'hep gazeteci' biraz da böyle olunuyor…

Yazmadan duramayanlardan.

Biz onu Seyyare-i Yeni Dünya’dan tanıyoruz… Çoğunluğumuz için yalnızca bundan ibaret. 

Kuvayı Seyyare’nin büyük komutanı Çerkes Ethem Bey’in mali desteği ile Eskişehir’de 30 Ağustos 1920’de yayın hayatına başlayan gazete… Ekim 1917’de edindiği yeni haliyle, yenice tanıştığımız Kuzey komşumuzun, “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşiniz” dileğinden esinlenerek kopyaladığımız o büyük ve harikulade hayalin özeti olmalı Seyyare-i Yeni Dünya’nın serlevhasının hemen altında çakılı olan yeni dünya dileği: “Dünyanın Fukara-i Kâsibesi Birleşiniz.”

Seyyare-i Yeni Dünya’ya değineceğim elbette ama sırayla gitsek diyorum. Önce şunu belirtmeliyim, Arif Oruç hüdayi nabit değil. Birden zuhur edip birden sır olup gitmiş hiç değil. Öncesi ve sonrası var. Az biliniyor ama var:

Babası Kürt illerinden, Annesi suyun öte yakasından. 1896 doğumlu. 1913’te Tanin Gazetesinde başlamış muhabirliğe ve yazmaya. Sonra hep yazmış. Doğuştan gazeteci tanımın hak edenlerden olmalı. 1913’te yirmi yaşında iken Ünlü İttihatçı Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesinde muhabir olarak başlamış gazetecilik serüvenine. Bir yıl geçmeden Sabah gazetesi adına gittiği Sofya’da yayınlanmakta olan ve Türk Sadası adını taşıyan gazetenin başyazarı olmuş. Burada iken ölümüne kadar yolları sıkça kesişecek, yaşamında önemli bir yer işgal edecek olan Sofya Elçisi Fethi Okyar ve Askeri Ateşe Mustafa Kemal ile tanışmakla kalmamış onlarla yakın bir dostluk kurmuş.

Sonra Birinci Büyük Savaş… Mütareke ve ardından İzmir’in işgali. Şimdi 1919 ve Tasviri Efkâr adına savaş muhabiri olarak İzmir’deyiz… Yunan işgal ordusunun kente girişini, yapılan zülüm ve çapulları yazıyor İstanbul’daki gazetesine. Aydın Zeybekler Cephesi’nde gez, göz arpacık öylesine ayrıntılı haber geçiyor. Demirci Mehmet Efe’yi anlatıyor. Tefrika gibi…

Şimdi “tefrika” dedim ya, Arif Oruç’un en az bilinen yanı olmalı tefrika romancılığı. Ölümüne kadar geçen sürede 35 adet, yazıyla otuz beş, roman yazdığını bilir miydiniz? Ne yalan söylemeli ben, bırakın otuz beşi, roman yazdığını dahi bilmiyordum.

Öğrendim. Evet, 35 adet roman yazmış. Bunların çoğunluğunu da “Ayhan” müstear adıyla Son Saat, Vakit, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde tefrika olarak yayınlamış. Şimdi ben bunları yazdım ya, büyük bir ihtimalle merak etmişsinizdir bunların hiç değilse üç beşinin adını.

Birinin adı çok uzun ve şöyle: “Abdülaziz’in Malum Şekilde İntiharını Müteakip Osmanlı Hürriyetperverleri Karşısında Osmanlı Kızıl Sultanı Abdülhamit.” Bir diğeri, “Tepedelenli Ali Paşa ve Vasiliki.” Evet… Bir de “Çırağan Sarayı Baskını Mithat Paşa” diyelim ve tadında bırakalım!

Arif Oruç yerinde duramıyor. Çerkes Ethem Bey’in gerillalarının merkez karargahının bulunduğu Eskişehir’e geliyor. 1920 yılındayız. Ethem Bey hatıralarında Arif Oruç’la nasıl tanıştığını anlatıyor. “Onu” diyor “Kuvay-ı Seyyare saflarında buldum. Bu genç çok vatanperver ve hamiyetli idi. Aynı zamanda fikir hürriyetine sahip bir gazeteci idi.”

Ağustos 1920 günlerindeyiz. Ethem Bey’den, bu genç gazeteciye hem para yardımı yaptığını, hem de Eskişehir’de o günün koşullarına göre mükemmel donatılmış bir matbaayı satın alarak kendisine verdiğini öğreniyoruz hatıratlarından. Seyyare-i Yeni Dünya burada basılıyor. Bu aynı zamanda Ethem Bey’in de üyesi olduğu islamik bolşevik Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bir yayın organına sahip olması anlamına gelmektedir. Arif Oruç’un başyazarlığını yaptığı gazetenin adının Baku’da Mustafa Suphi’nin yayınladığı “Yeni Dünya” ile eşleşmesini rastlantı olarak görmemeliyiz. “Seyyare” ise Arif Oruç’un ilavesidir ve çok açık, doğrudan Ethem Bey’in gerillaları, Kuvay-i Seyyarenin “Seyyare” sine işaret etmektedir.

Sol rüzgarların estiği Ankara günlerindeyiz. “Ne bekliyoruz, haydin Bolşevik olalım” günlerinden geçiyoruz. Tam o günlerde Ankara’da resmi Komünist Partisi kurulur. Ankara Bolşevik olur! Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşları partiye üye olurken sıra yayın organı teminine gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa Ethem Bey’i “yoldaş” ilan ederek hem kurdurduğu Komünist Partiye davet eden, hem de Seyyare-i Yeni Dünya’nın Ankara’ya taşınmasını dileyen mektubunu yazar. Gazeteye yönelik temennisi şöyledir:

“…Eskişehir’de çıkan Yeni Dünya gazetesinin bundan sonra Ankara’da çıkarılmasını biz arkadaşlar pek münasip bulmaktayız” dedikten sonra, Üçüncü Enternasyonale bağlı bir Komünist partisi kurduklarını kendisinin ve Refet Bey”in de partiye üye olduklarını” belirtir. Bu arada Ethem Bey mektuptan kendisinin de parti üyesi yapıldığını öğrenir. Mustafa Kemal Paşa sözü matbaaya getirir ve “hemen Ankara’ya nakline müsaade buyurunuz ” dedikten sonra “Sıhhat ve afiyet muhterem yoldaş” diyerek bitirir.

Arif Oruç itiraz ediyor. Ethem Bey dinlemiyor. Matbaa, gazete ve Arif Oruç Ankara’ya taşınıyor.

Rahat durmuyor. Ankara’ya gelir gelmez resmi TKP nin sözcülüğünü yapan Yunus Nadi ile sert bir tartışmaya girişiyor. Bunlardan biri Üçüncü Enternasyonal üzerinedir. Yunus Nadi, sahibi olduğu ve “solcu” olarak bilinen Yeni Gün gazetesinde Üçüncü Enternasyonal Beyannamesini hayli eksikli olarak yayınlayınca Arif Oruç itiraz edip onu kınıyor. Yunus Nadi “yayın politikalarına uymayan bölümleri çıkarmada özgür olduklarını “söyleyerek savunmaya geçince Arif Oruç beyannamenin tümünü gazetesinde yayınlayarak tutuklanmasına kadar sürecek tartışmaların kapısını açmış oluyor.

Üç ay sonra olmalı, Ocak 1921 başında Ankara, Ethem Bey’e yönelik askeri harekâtı başlattığında, Arif Oruç Yeni Dünya aracılığıyla Eskişehir demiryolu işçilerine Ethem Bey’e karşı asker sevkiyat yapan trenin durdurulması için grev çağrısı yapıyor.

Sonrasında olacak olan oluyor!

Bir yandan Kuvay-ı Seyyare dağıtılırken öte yandan Seyyar-i Yeni Dünya kapatılıyor. Matbaa mı? Yerle bir ediliyor. Arif Oruç tutuklanıyor.

1921 Mayıs’ında Türkiye Halk İştirakiyyun Partisi (THİF) yöneticileri ile birlikte yargılandığı davada tutukluluğu kaldırılarak sürgün cezasına çarptırılıyor Arif Oruç. Sakarya Savaşı zaferi nedeniyle çıkarılan genel aftan sonra bu defa onu Tokat Milletvekili komünist Nazım (resmor) ile birlikte Yeni Hayat dergisinde görüyoruz. Yeni Hayat’ın başlığının altındaki “Bütün Dünyanın Emekçileri ve Mazlum Halkları Birleşiniz” yazısı bize derginin eğilimine işaret ediyor. Derginin imtiyaz sahibi ve düzenli yazarlarından biri Arif Oruç. Bu arada bizim Nazım’ın, Nazım Hikmet’in Moskova’dan gönderdiği bazı şiirlerinin de burada yayınlandığını belirtmek yerinde olacaktır.

Ömrü uzun olmuyor Yeni Hayat’ın. Nizamettin Nazif bir yazı yazıyor. Buyurun bakalım başlığı ne olsa beğenirsiniz : “Başvekilin Ense Köküne Bir Şaplak!” Evet, başvekil dediği de Rauf Orbay… Zaten bahane aranıyor. Dergi kapatılıyor.

Sonra Emek, Arkadaş ve Milli Mücadele sonrasında Yeni Turan gazetesi… Yeni Turan Gazetesi 1926 İzmir Suikastı ile ilişkilendirilerek kapatılırken Arif Oruç tutuklanıyor. Uzun sürmüyor, aklanıyor, bu “ip”ten döndüğü anlamına geliyor.

“İp”in sallantılı hayali zihninde kalmış olmalı ki üç yıl boyunca gazeteciliğe ara veriyor. Tarih ağırlıklı tefrika romanlara hız vermesi bu döneme rastlıyor. Geçimini bu yoldan sağlıyor. Ne ki kanına işlemiş gazetecilik. Duramıyor. 1929’da “Yarın” gazetesini çıkarmaya başlıyor.

Tam boy İsmet Paşa karşıtıdır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, halkın yönetime karşı, bu İsmet Paşa demektir, “hissiyatını” ölçmek için olmalı bir parti daha kurma ihtiyacını duyuyor. 1930’un Ağustos ayında Fethi Okyar’ı yanına çağıran Mustafa Kemal Paşa ona kuracağı partinin adının yanı sıra yeterli sayıda milletvekili vererek partiyi kurdurtuyor: Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF).

Arif Oruç, İsmet Paşa döneminde çeşitli çevrelerce yapıldığı iddia edilen yolsuzluk ve usulsüzlükleri gazetesine taşıyor. Fethi Okyar dur, mur, muhalifliğin de bir sınırı var, bu kadarı fazla dese de Arif Oruç durdurulamıyor. Her gün bir yolsuzluğa işaret ediyor. Partinin kurucularından ve sözcülerinden biri olan Ahmet Ağaoğlu, Yarın gazetesinin partinin yayın organıymış gibi davranmasından o kadar çok bezmiş olmalı ki Arif Oruç’u Mustafa Kemal Paşa’ya şikayet ettiği gibi, partiden dahi istifa etmeyi düşünmeğe başladığını yazıyor hatıralarında. Ağaoğlu’nun istifasına gerek kalmıyor. Aynı yılın Kasım ayında SCF kapatılıyor ama Arif Oruç kapatılamıyor! Kimi mahfillerde İsmet Paşa’nın ve hükümete yönelik eleştirilerden Mustafa Kemal Paşa’nın memnuniyetini gizleyemediğini ve el altından Arif Oruç’u desteklediği konuşuluyor.

Arif Oruç’un muhalefet dozu ve temposu bilhassa yiyicilikle suçladığı hükümet üyelerini, kimi milletvekilleri ve bürokrat takımını çileden çıkartıyor. Mayıs 1930’da tutuklanıyor. Gazete geçici olarak kapatılıyor ve para cezasına çarptırılıyor. Bir ay kadar sonra tahliye oluyor. Ancak Arif Oruç durdurulası değil. En sonunda İzmit Valisi ile ilgili yaptığı bir haber nedeniyle bir kez daha tutuklanıyor ve bu defa gazetesi Yarın süresiz kapatılıyor.

Yatıyor. Çıkıyor. Durdurulamıyor. İlla yazacak!

1932’de tahliye oluyor. “Vatandaşın Birinci Hürriyeti” adını taşıyan kitabını yazıyor. Kitabın piyasaya çıkmasıyla birlikte peşine düşülüyor. Bulgaristan’a kaçıyor. Bulgar hükümetinden iadesi istenince Yugoslavya’ya geçiyor. Türkiye’ye döndüğü 1937 yılında, bunu ben de anlayabilmiş değilim, idamla yargılanıyor ve beraat ediyor.

Bu yorulmak bilmeyen gazeteci 1950’de genç denebilecek bir yaşta göçüp gidiyor. Galiba “hep gazeteci” biraz da böyle olunuyor…

Mehmet Bozkurt / SOL


Kaynaklar:

Mete Tunçay, Arif Oruç’un Yarın’ı(1933) İletişim Yayınları,1991
Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi,1978
Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, Dünya Matbaası,1962
Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları,İletişim Yayınları,1994