18 Mart 2021 Perşembe

46’nın kadın sendikacıları- (I-II) - Alpaslan Savaş / SOL



(I) 

Tütün işçileri arasında örgütlenme, 1927 tevkifatı sonrası kesintili tarihinde TKP’nin belki de en istikrarlı örgütlenmesidir. 

1946 yılının Ağustos ayı. 

Dr. Şefik Hüsnü Deymer öncülüğünde birkaç ay önce kurulmuş Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) yayın organı Sendika Gazetesi’nin ilk sayısı yayınlanıyor. Gazetenin manşetinde, sınıf esaslı cemiyet kurma yasağının kaldırılmasının ardından parti kadrolarının kurulmasına öncülük ettiği sendikalara dair haberler var:

“Daha şimdiden ona yakın çeşitli meslek, işletme ve istihsale bağlı yüzlerce işçi bir yarış humması içinde sendikalarını kurmuş bulunuyorlar. Yayın ve propaganda imkanlarından mahrum işçi sınıfımızın bu pek kısa zamanda gösterdiği muvaffakiyet göz kamaştıracak kadar parlaktır.”












Gerçekten hummalı bir çalışmanın sürdüğü anlaşılıyor. Tütüncüler başı çekmiş durumda. Söz konusu yasağı kaldırılmasının üzerinden henüz iki ay geçmiş olmasına rağmen iddia odur ki kurdukları sendikaya binden fazla üye kaydediyorlar. Sayının belki biraz mübalağalı olduğunu fakat tütüncülerin hızla örgütlenmeye koyulmasının tesadüf olmadığını söyleyebiliriz. Tütün işçileri arasında örgütlenme, 1927 tevkifatı sonrası kesintili tarihinde TKP’nin belki de en istikrarlı örgütlenmesidir.

Samsun’da tütüncülerin sendika kurduğunu yine aynı gazetede yayınlanan “Ana Nizamname”den öğreniyoruz. İstanbul’dakini ise kuruluş toplantısına dair havadislerden. İstanbul’daki toplantıda işçiler idari heyetini seçiyorlar. Fahrettin ve İbrahim ile birlikte üç kadın işçi sahneye geliyor ve dakikalarca alkışlanıyor.

Bu hummalı örgütlenme çalışmasının içinde kadın işçiler, diğerleri kadar yazılıp çizilmemiş olsalar da varlar. Çok değiller ama 46’nın sendikalarına biraz dikkatli bakıldığında hemen fark ediliyorlar.

Örneğin, Samsun Tütün İşçileri Sendikası’nın kurucuları arasındaki tek kadın işçi, yayınlanan ana nizamnamenin son sayfasındaki yedi kurucu tütün işçisinin arasında bulunan isminden başka bilginin bulunmadığı Hava Turcan’dır. Bir diğeri İzmir Tütün İşçileri Sendikası’nın Kasım ayındaki kurucuları arasında olan Emine Öktemkan’dır. Onun hakkında da nizamnamedeki isminden başka bilgi bulunmamaktadır.

İstanbul’daki sendikanın idari heyetine giren üç kadın tütün işçisinin ise isimlerini bilmiyoruz.

Bahse konu zaman dilimi Haziran-Aralık arasıdır. 46 Sendikacılığı, sınıf esaslı cemiyet kurma yasağının kaldırıldığı 10 Haziran ile sonrasında kurulmuş onlarca sendikayı ve onların kuruluşuna öncülük eden iki partiyi, TSP (Türkiye Sosyalist Partisi) ve TSEKP’yi kapatan Sıkıyönetim Komutanlığı’nın meşhur 16 Aralık kararları arasına sığıyor. Sürenin kısa olduğu açık. Ama yürütülen çalışma büyüktür. Bir başka yazıda konu edeceğimiz üzere 46 sendikacılığı adıyla anılan dönemin özeti, işçi sınıfının sendikalarda parti eliyle örgütlenmesidir.

Tütüncülere dönecek olursak…

İsimlerini bilmiyoruz ama İstanbul Tütün İşçileri Sendikası’nın idari heyetine seçilen o üç kadın işçiden birinin Zehra Kosova olma ihtimali kuvvetlidir.

Kosova, o tarihlerde başka partili arkadaşlarıyla birlikte Fındıklı’da Samsunkâri işleyen bir tütün işletmesine işbaşı yapıyor. Kısa sürede işçi mümessili oluyor. Beş ay çalıştığı işyerinde arkadaşlarıyla birlikte sabun, iş gömleği ve yemekle ilgili sorunları çözmeyi başarıyor. Dediğine göre bu süre zarfında işyerinden en az yüz kişi tütüncüler sendikasına kaydoluyor.












Zehra Kosova anılarında o yıl iki kez gözaltına alındığını anlatıyor. İlki, askerde olan eşi Mustafa İskender hakkında bilgi edinmek için yapılan gözaltı ve sorgudur. Mustafa da kendi gibi partilidir ve kunduracıların sendikasını örgütlemektedir. Kosova, “Parmaksız Hamdi” adıyla bilinen siyasi şube müdürünün bu sorguda kendisini çok zorladığını ancak bir şey tutturamadığını söylüyor. İkinci gözaltının nedenini ise şöyle anlatıyor:

“İkinci kez de sendika kurmak için dağıtmış olduğumuz broşürlerden dolayı on üç gün gözaltında dövüldüm, hücrelerde kaldım.”

Söz konusu bildirinin izini sürünce hem bir diğer komünist kadına, hem de onun kurucuları arasında olduğu başka bir sendikaya ulaşıyoruz.

                                                                    ***

(II)

'İşçi arkadaşlarım! Günden güne büyüyen bu azimkar ve çalışkan kütlenin bir ferdi olmakla iftihar ediyorum. Kadınlığın en şerefli mevkii işçi ve yoksul kütlelerin arasındaki inkılapçı sınıfıdır.'

1946 yılının altı ayına sığan kısa ama büyük sendikal deneyimi, 46 sendikacılığını konu ediyoruz. Kaynağı tek fakat iki farklı kanaldan, aynı yıl kurulmuş iki sosyalist parti Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ile Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) kadroları tarafından örgütleniyor bu sendikalar. Bu pratiği, işçi sınıfının parti eliyle sendikalarda örgütlenmesidir diye tanımlıyoruz. İlgilendiğimiz ayrıntı ise sayıları pek de fazla olmayan ama örgütlenmelere imza atan öncü işçi-sendikacı kadınlar.

Bu ikinci yazı. Geçen haftaki yazıyı Zehra Kosova ile bitirmiştik. Kosova anılarında1 o dönem iki kez gözaltına alındığını, bunlardan birinin sendika kurmak için dağıttıkları broşürden dolayı olduğunu aktarıyordu. Bizse o broşürün izini sürdüğümüzde bir başka komünist kadına ve onun kurucuları arasında olduğu diğer bir sendikaya ulaşıyoruz.

Buradan devam edelim.

Bahsi geçen broşür Şefik Hüsnü liderliğindeki TSEKP’nin öncülüğünde kurulan sendika birliklerinde ve onların bünyesindeki sendikaların örgütlenmesinde kullanılmak üzere hazırlanan “Görüşler” isimli broşürdür. Broşür, İşçi Sendikaları Birliği imzalı ilk neşriyat olma özelliğini taşıyor. Başlangıç sayfasında, büyükçe harflerle şu iki cümle yer alıyor:

“Tek başına istenilen hak, dilenciliktir.

 Dilencilikten kurtulmanın yolu birleşmektir”

Broşürün giriş yazısında İşçi Sendikaları Birliği Umum Katibi sıfatıyla Ferit Kalmuk imzası bulunuyor. 

Telefoncu Ferit diye tanınır, TKP’nin işçi örgütlenmesinde dönemin öncü kadroları arasındadır. 

Kalmuk, işçilere ellerinde tuttukları broşür hakkında şu bilgiyi veriyor:

“İşçi Sendikaları Birliği neşriyat bürosunda çalışan kıymetli arkadaşlar tarafından kaleme alınan bu broşür hacim itibariyle küçük fakat kıymet ve mana itibariyle pek büyüktür. Her işçi arkadaş bunu defatle ve dikkatle okumalıdır.”

Sözü edilen neşriyat bürosunda kimlerin olduğunu ise Zehra Kosova’dan öğreniyoruz:

“Sendikaların ne olduğunu anlatan, sekiz saatlik işgünü ve diğer sosyal haklar mücadelesini de içeren bir broşür hazırlanması için çalışmaya başladık. Ben, Şoför İdris (Erdinç), Postacı Hüseyin (Kerpiç), Ekmekçi Hristo, Abdi Azer, Neriman Hikmet ve Sadun Aren’den oluşan bir heyet bu broşürü hazırladı.”

Broşürün sorumluluğunu Neriman Hikmet (Öztekin) üstleniyor. Kendisi genç bir gazeteci-yazardır ve tıpkı Zehra Kosova gibi parti kadrosudur.

Zehra Kosova işte bu broşürü dağıttığı için gözaltına alınıyor ve işkence görüyor. Sorgusunu yapan yine dönemin meşhur işkenceci polis müdürü Parmaksız Hamdi’dir ve aynı zamanda Neriman Hikmet’in peşindedir:

“Bana bak, sen bu Neriman Hikmet’i tanıyor musun? O Babıali’nin kaldırım yosmasıdır. Sizin gibi işçileri kendi düşüncelerine alet ediyor. Şimdi sen bana bu işin içinde başka kimlerin olduğunu söyleyeceksin. Eğer bunu yaparsan seni hemen serbest bırakacağım.”

Kosova yoldaşını ele vermiyor. 13 gün süren ağır sorgudan çıkıp, kaldığı yerden tütün işçilerini örgütlemeye devam ediyor.

Neriman Hikmet’i ise kısa bir süre sonra kuruluşu ilan edilen yeni bir sendikanın kurucuları arasında görüyoruz. Sendika Gazetesi’nin 2 Kasım 1946 sayılı nüshasında ana nizamnamesi yayınlanan bu sendikanın adı İstanbul Basın ve Yayın Kafa ve Kol İşçileri Sendikası’dır. Neriman Hikmet Parmaksız Hamdi’ye inat, Babıali’nin gazetecileriyle matbaa emekçilerini birlikte bu sendikada örgütlemeye başlıyor.

Neriman Hikmet’in bu örgütlenmede yalnız olmadığını, Suat Derviş ile birlikte çalıştığını biliyoruz. Sıkıyönetim Komutanlığı’nın meşhur 16 Aralık (1946) kararlarıyla diğerleri gibi kapatılan sendikanın ömrü bir ay sürdü belki ama bu iki komünist kadın gazeteci-yazarın dostluğu Suat Derviş’in yaşamını yitirdiği güne kadar devam etti.

Başkaları da var.

“Cibali Tekel işçisi Bayan Baniye Aklık…

Cibali Tütün işçisi Bayan Hayriye Sonsoy”

İsimlerini Esat Adil’in liderliğindeki TSP’nin yayın organı Gün gazetesinin 30 Kasım 1946 tarihli nüshasında böyle okuyoruz.
















İkisi de partinin aynı yıl içinde kurduğu altı sendikadan biri olan Türkiye Tekel İşçileri Sendikası’nın temsilcileri olarak karşımıza çıkıyor. 16 Kasım 1946 Pazar günü Şehzadebaşı Süleymaniye kulübünde sendikalarının tertiplediği tanışma toplantısında konuşuyorlar. İlk sözü Hayriye Sonsoy alıyor:

“İşçi arkadaşlarım! Günden güne büyüyen bu azimkar ve çalışkan kütlenin bir ferdi olmakla iftihar ediyorum. Kadınlığın en şerefli mevkii işçi ve yoksul kütlelerin arasındaki inkılapçı sınıfıdır. …Sendika bizim en iyi, en samimi yuvamızdır. Biz orada rutubetli evlerimizin ve karanlık yuvalarımızın parlayan meşalesini görüyoruz. Sendikanın haricinde bir kadın işçi kalmak, bizler için utanç olacaktır.”

Hayriye Sonsoy’un konuşması alkışlar eşliğinde, sendikalara toplu olarak kaydolma ve onları kuvvetlendirme çağrısıyla sona eriyor. Bıraktığı yerden Baniye Aklık devam ediyor:

“Kadın ve erkek arkadaşlarım! Biz bu memleketin kadınlığını temsil eden en hakiki kamilleriz. İşçi kadın memlekette temel taşıdır. Memleketin refahı onun varlığı ile ölçülür. Eğer saadete kavuşmaz, açlık ve yoksulluk arasında çırpınırsak, sütsüz kalan çocuklarımız, çehresi solan kardeşlerimiz memleketin varlığında tedavi edilmeyen yaralar açar. …Kadını hakir görenler, onun harikalar yaratacağına inanmayanlar, onu kafes arkasında çarşaf altında saklayanlar artık maziye karışmıştır. Bizim varlığımız bu mürteci fikirlerin sönmesine bir delildir”

Baniye Aklık kürsüden yine alkışlar arasında ve “Yaşasın Türk İşçi Sendikaları, Yaşasın davamızın kahramanları” sloganlarıyla iniyor.

Onlar, 46 sendikalarının “inkılapçı” kadın öncü işçi-sendikacılarıdır.

Sayıları çok değildi belki ama vardılar. Mücadelenin içinde ve ön saftaydılar.

“Her tarafta kurucu heyetlerin fevkalade gayretleri görülüyor. Bunlar kısa zamanda çoğalıp kongrelerini hemen toplamaya çalışıyorlar. Hayret edilecek gayretler ve akıl durduracak vastalarla ön ayak oldukları teşekküllerini besleyip yaşatma ve kuvvetlendirme seferberliği içinde müthiş fedakârlıklarıyla bütün engelleri aşıp yıkmağa azmetmiş bu bir avuç kahraman işçi çocuklarını ileriki nesiller hayranlıkla selamlayacaklardır.” (Sendika Gazetesi’nin 31 Ağustos 1941 tarihli ilk sayısından…)

Alpaslan Savaş / SOL

  • 1.“Ben İşçiyim”; İletişim Yayınları, 1.Baskı 1995 İstanbul; Yayına hazırlayan Zihni Anadol



17 Mart 2021 Çarşamba

Bakanı olsan güzel aslında…- Kaan Sezyum / BİRGÜN

 

Vallahi de billahi de öyle. Ülke cillop, ülke pırlanta. Tek sıkıntı bakan filan olmanız lazım 

ülkenin kafasını en verimli şekilde yaşayabilmek için. Bakanlık en kolay şey memlekette. Bir 

kere istifa etmenize gerek yok. Ulaştırma bakanı oldunuz diyelim, ilk günlerinizde hızlı tren 

kaza yapıyor bir sürü insan hayatını kaybediyor. Sorun yok. Ne sorunu ya. Makinistler 

hatalıymış… Çorlu’daki facia mesela. En son sorumlu olarak neredeyse yolun üzerindeki 

kurbağalar “Çok vrakladı” filan diye sorumlu tutulacak. Çoluk çocuk hayatını kaybediyor, ama 

kimseye bi şey olmuyor. Ölen öldüğüyle kalıyor. Aaa öyle demeyin, süper ülkeyiz.

♦♦♦

Maden kazası oluyor. Yüzlerce insan toprak altına kalıyor. Bakımsız, kontrolsüz, denetimsiz işletmenin ve işletmeye izin verenlerin yüzünden. Ama neyse ki fakirler. Fakir ölümü ülkede en sevilen ve en çok yüceltilmeye çalışılan şey. Çok zorda kalırsak zaten hepimiz bir şey şehidi oluyoruz. Şehadet gibi kutsal bir kavramı da maaşallah her türlü kullandık. Artık arabanız görevdeyken ters döndü ve hayatınızı mı kaybettiniz. Takmayın kafaya ya şehitsiniz işte. Bakın bunlar öldükten sonra çok işinize yarayacak, hemen öyle burnunuzu kıvırmayın.

♦♦♦

Mesela neredeyse kafanıza göre sokağa çıkma yasağı ilan edebiliyorsunuz. Millet yasağa iki saat kalmışken aklını yitiriyor. Sokakta kavgalar, kuyruklar, kaos oluşuyor, sonra bakıyorsunuz ve “Böyle olmaz, ben istifa ediyorum” diyorsunuz. O kadar avantajlı bir ülkeyiz ki istifa etseniz bile işinizden ayrılamıyorsunuz. Bir de üstüne daha da seviliyorsunuz. Aslında bakan olarak pek de bir sorumluluğunuz yok gibi ama aslında tüm sorumluluk da sizde gibi. Kötü bir şey olsa herkes size sallıyor ama kendi hakkınızda herhangi bir karar verme hakkınız yok nedense.

♦♦♦

Yeni süpersonik uzay gemisi sistemi sayesinde neyse ki her şeye tek kişi bakıyor da bakanlar da biraz rahat nefes alabiliyor. Mesela konuşmalarda çıkıp şive taklidi yapıp, üzerine bir de “Füze yağsa da, griz çıhsa da” diye şakalar yapabiliyor, anlamlı anlamsız işler peşinde koşup ülkenin parasını pul hale getirebiliyorsunuz. Sonra da canınız istedi mi Instagram postu olarak görevden affınızı istediğinizi ilan edebiliyorsunuz. Bakın demin istifa edilemiyor demiştim ama aslında istediniz mi istifa da kolay. Yöntem şu olmalı. Sosyal medyadan bir post, bir tivit, bir feys paylaşımı ama bakın burası çok önemli, sonrasında ortada görünmememiz gerekiyor. Yani aslında hayattaki yansımanızdan affınızı da dilemiş oluyorsunuz. Neredesiniz, kimse bilmiyor, bilemiyor. Zaten sonrasında hakkınızda da iyi konuşulurken bir yandan da yokluğunuz bile ülkenin para birimine rahat bir nefes aldırabiliyor. Hatta öyle ki, tekrar ortalıkta görüneceğiniz haberleri bile dövizi yükseltmeye yetiyor. Bakan olmak çok değerli şu hayatta.

♦♦♦

Mesela ülkedeki vatandaşların sağlığından siz sorumlusunuz. Sizin ise hastaneleriniz var. Hipokrat yemini etmenize rağmen aylarca vatandaşlarınızdan gerçekleri saklayıp “Aşı yarın geliyor” diye sallayabiliyorsunuz. Bu noktada size bir kolaylık. Twitter üzerinden kamyon arkası yazısı gibi yazılar paylaşmanız çok önemli. Bir de gece çok geç saatlerde paylaşım yapın. Lafa gelince vatandaşa posta koyun ama gözünüz önünde gerçekleşen kongrelere laf edemeyin, gerekirse cenazelere bile protokolden değil ama arkalardan iştirak edin. Soran olursa da “Maviliklere yolculuk etmek elimizde” ya da “Aşılar gümrükte, az sonra geliyor” filan diyebilirsiniz. Ha bir de sayıları halktan saklamak için vaka sayısı yerine “Şehrin nüfusundaki vatandaş sayısının 100 bindeki oranını” verin. Nasıl olsa ölenler vatandaş, siz bakansınız.

O kadar da bir farkınız olsun.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

'Sermaye demokrasi ister' - Fatih Yaşlı / SOL

 Kapitalizmin demokrasi ve demokrasinin kapitalizm olmadan yaşayamayacağı yönündeki iddianın gerçeklerle uzaktan yakından alakası yoktur.

Kapitalizmin “dahi çocuğu” Elon Musk, geçtiğimiz yıl 25 Temmuz’da, ABD hükümetinin salgın nedeniyle açıklamaya hazırlandığı yardım paketiyle ilgili olarak Twitter’da “Yeni bir teşvik paketi halkın yararına değil” minvalinde bir yorum yapmış, başka bir Twitter kullanıcısı da Musk’a “Asıl halkın çıkarına olmayan şey, senin lityuma sahip olabilmen için Amerikan hükümetinin Bolivya’da darbe yapmasıydı”  diye bir hatırlatmada bulunmuştu. Musk’ın buna yanıtı ise hem son derece “dürüstçe” hem de küstahçaydı; Musk “Kime istersek darbe yaparız. Aş bunları” diyordu.  

Musk haklıydı; ABD’nin, batının ve sermayenin tarihi, istedikleri ülkede darbe girişiminde bulunmalarının tarihiydi. Geçtiğimiz günlerde İngiltere’de yayınlanan bir rapor da bunu doğruluyordu. Rapora göre, İngiliz hükümeti Bolivya’da darbeye doğru giden süreçte lityum arayacak şirketleri ve onların çalışmalarını finanse etmiş, ayrıca İngiliz istihbaratı da CIA ile birlikte Bolivya devlet başkanı Morales’in devrilmesinde etkin bir rol oynamıştı. 

Aslında Bolivya halkı için yaşananlar tanıdıktı. Bolivya solu 1951’de Milliyetçi Devrimci Hareket Partisi çatısı altında girdiği seçimleri kazanmış, ancak ordu seçim sonuçlarını tanımamış ve iktidarı vermemişti. Bunun üzerine 1952’de Milliyetçi Devrimci Hareket Partisi, ordu içerisinden de destek bularak bir halk ayaklanması başlatmış ve iktidarı almıştı. Devrim sonrası kurulan hükümet, üç alanda köklü bir değişimi hayata geçirmeyi başarmıştı: Bunlar yerlilere oy hakkı verilmesi, madenlerin kamulaştırılması ve topraksız köylülere yönelik toprak reformuydu. Ayrıca bu dönemde başlatılan seferberlikle okuma yazma oranı artırılmış, yoksullukta göreli bir iyileşme sağlanmış ve sendikal hareket son derece güçlenmişti.

ABD’nin ve sermayenin bu devrime yanıtı 1964 yılında geldi. CIA’in doğrudan içerisinde olduğu bir askeri darbeyle hükümet devrildi ve General Rene Barrientos devlet başkanı oldu. Darbenin ardından kamulaştırmalar iptal edildi, madenler ve petrol yatakları hızla Amerikan şirketlerine açıldı, maden işçilerinin ücretleri yarıya indirildi. Ülkenin adeta ABD büyükelçisi tarafından yönetilir hale geldiği bu dönemde, 1967 yılında Che Bolivya dağlarında öldürüldü ve ABD Latin Amerika’daki en büyük “baş belası”ndan kurtuldu.

Barrientos’un 1969’da bir helikopter kazasında ölmesinin ardından yaşanan süreçte Ekim 1970’te solcu bir subay olan Juan Jose Terres iktidara geldi ve arka arkaya antiemperyalist adımlar atmaya başladı, yeniden kamulaştırmalara girişti. Ancak ABD bu sefer hızlı davrandı ve Ağustos 1971’de Amerikancı askerler kanlı bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler. Darbenin ardından binlerce solcu katledilirken ülke yeniden ABD sermayesinin kontrolüne girecek ve neoliberalizmin laboratuvarlarından biri haline gelecekti. 

Aslında yaşananlar bütün bir Latin Amerika kıtası için tanıdıktı. ABD Arjantin’de popülist lider Peron’a karşı önce 1951’de ve başarılı olamayınca da 1955’te iki kez darbe girişiminde bulundu. İkinci girişim başarılı oldu ve Arjantin ekonomisi IMF ve Dünya Bankası güdümüne girdi. 

1954’de Guatemala’da kamulaştırma ve toprak reformu adına önemli adımlar atan ilerici hükümet United Fruit adlı şirketin mali desteği ve CIA operasyonları aracılığıyla devrildi. 

1964’de Brezilya’da yoksullar yararına ve antiemperyalist bir ekonomi programını hayata geçirmek isteyen Joao Goulart iktidarı ABD’nin yönlendirdiği bir darbeyle devrildi. 

1973’te Şili’de sosyalist Allende hükümeti ITT şirketinin finanse ettiği ve CIA’in doğrudan içerisinde yer aldığı bir darbe aracılığıyla devrildi. Darbenin ardından, neoliberalizmin peygamberlerinden Milton Friedman’ın yetiştirdiği ve “Chicago Boys” olarak da adlandırılan ABD’li iktisatçılar Şili’ye gidecek ve ülkeyi neoliberal yağmaya açacaklardı.  

Velhasıl, Latin Amerika kıtasının kaderi ortaktı ve makûs bir talihi vardı. Ancak Latin Amerika aynı zamanda mücadele etmekten vazgeçmeyen insanların da kıtasıydı. 2000’lerde sol yeniden yükselişe geçti ve “pembe dalga” olarak da adlandırılan bu süreçte Venezüella’da Chavez, Brezilya’da önce Lula ve ardından Dilma Roussef, Arjantin’de Kischner, Uruguay’da Mujica, Bolivya’da Morales iktidara geldiler. Bu iktidarlar sosyalizme geçişi gerçekleştiremediler ama hem neoliberalizme hem emperyalizme karşı önemli adımlar attılar. Atmaları gereken adımları geciktirdikçe ve radikalleşmeye değil uzlaşmaya yöneldikçe emperyalizmin müdahalesine açık hale geldiler ve sonrasında da ya iktidardan düştüler ya da gerileme süreci içerisine girdiler. 

Bu süreçte Bolivya bir kez daha ABD ve batı destekli bir askeri darbeyle karşı karşıya kaldı ve Morales Kasım 2019’da ordu tarafından istifaya zorlandı. Morales ülke dışına çıkmak zorunda kaldıysa da partisi Sosyalizme Doğru Hareket mücadeleye devam etti ve darbeden yaklaşık bir yıl sonra yapılan seçimleri yüzde 55 gibi ciddi bir halk desteğini arkasına alarak kazanmayı başardı. Yani bu sefer ABD ve içerideki işbirlikçileri yenilgiye uğratıldılar, o makûs talih bir kez de Bolivya’da yenildi. Birkaç gün önceki gazete haberlerinde yer aldığı üzere darbe döneminin geçici devlet başkanı Anez ve iki bakan tutuklanarak cezaevine gönderildi. Darbecilere yönelik soruşturmanın genişleyip genişlemeyeceğini ise önümüzdeki günlerde göreceğiz. 

Tüm bunları Latin Amerika’nın yakın tarihine şöyle bir yakından bakalım diye anlatmadım elbette, tüm bunları anlatmamın esas nedeni kapitalizmle demokrasi arasında kurulan ve varoluşsal olduğu iddia edilen bağlantının bütünüyle bir palavradan ibaret olduğuna işaret etmek. 

Kapitalizmin demokrasi ve demokrasinin kapitalizm olmadan yaşayamayacağı yönündeki iddianın gerçeklerle uzaktan yakından alakası yoktur. Aynı şekilde sermayenin demokrasi olmayan bir ülkeye gelmeyeceği, yatırım yapmayacağı vs. yönündeki iddialar da tamamen gerçek dışıdır.

Bugünkü gelişmiş kapitalist ülkelerdeki demokratik hakların hiçbiri kapitalistler tarafından bahşedilmemiş, hepsi çalışan sınıfların, emekçilerin, halkın mücadelesi sayesinde elde edilmiştir. 8 saatlik iş günü ya da haftalık izin gibi en temel haklar için bile ölen işçi sayısı binlercedir. 

Sermayenin demokrasi olmayan ülkelere gelmeyeceğine dair iddiayı somut olarak yanlışlayan en çarpıcı örnekler ise az önce anlatmaya çalıştığım üzere Latin Amerika’dan verilebilir. Latin Amerika’daki ve elbette ki dünyanın başka yerlerindeki darbelerin hemen tamamında şirketler, tekeller, sermaye grupları aktif bir rol oynamışlardır. İstedikleri şey ise demokrasi değil öngörülebilirlik ve özel mülkiyetin dokunulmazlığıdır ve bu yüzden askeri diktatörlüklerle de petrol şeyhlikleriyle de gül gibi geçinip gitmektedirler. 

Benzer bir durum, her ne kadar liberaller aksini iddia etse de, Türkiye için de geçerlidir. Türkiye’nin demokrasinin gelişmemişliği, doğrudan Türkiye’nin sermaye düzeninden ve emperyalizme bağımlığından kaynaklanmaktadır. Toplumsal uyanışın başladığı 60’larda işçilere, sendikalara, sol partilere, öğrenci hareketine verilen yanıt, Türkiye’nin “Atlantik İttifakı”nın bir parçası olmasıyla doğrudan ilgilidir. 

Başta ABD olmak üzere batı, tıpkı dünyanın başka yerlerinde olduğu üzere, Türkiye toplumunun uyanışından, bilinçlenmesinden, kaderini eline almayı istemesinden korkmuş, içerideki işbirlikçileriyle birlikte bu uyanışı ve bilinçlenmeyi zora başvurarak bastırmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. 

Türkiye’de siyasal İslam’ı iktidara taşıyan da iktidar da tutan da esas olarak ABD ve Batıdır. ABD’nin de Avrupa’nın da Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesi gibi bir derdi yoktur, bilakis böyle bir gelişmeden en çok rahatsızlık duyacak olan bizzat batının kendisidir. Dolasıyla Biden yönetiminin ya da Avrupa Birliği’nin bugünkü iktidarla esas derdinin demokratikleşme olduğunu, ilişkilerdeki sorunların iktidarın otoriterleşmesinden kaynaklandığını ve Türkiye’nin batı eliyle demokratikleştirilebileceğini düşünmek bütünüyle bir yanılgıdan ibarettir. 

Bugün sözcüğün gerçek anlamında, yani “demos” ve “kratos” sözcüklerinin hakkını verecek ve “halkın iktidarı” anlamına gelecek şekilde bir demokrasinin kapitalizmle birlikte var olabilmesi mümkün değildir. Salgının da bir kez daha gösterdiği üzere, insan hayatlarının ve insanlığın kaderinin şirketlerin ve piyasanın insafına terk edildiği, halkın karar alma mekanizmalarının dışında tutulduğu ve o en temel soruya “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusuna yanıt bulamadığı bir düzende halkın iktidarından söz etmek imkânsızdır.  

Bugün gerçek bir demokrasi ancak üretimin kolektif akılla örgütlendiği, planlandığı, piyasacılığın değil kamuculuğun belirlediği, kâr değil insan ve doğa odaklı bir anlayışın ekonomiye hâkim olduğu bir düzende söz konusu olabilir. 

Demek ki şu kesindir: Bugün gerçek anlamda bir demokrasi mücadelesi bu düzeni değiştirmeye yönelik bir mücadele içerisine yerleştirildiğinde bir anlam taşıyacaktır ve bu düzen değişmeden gerçek bir demokrasiden söz etmek hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.

Fatih Yaşlı / SOL   

16 Mart 2021 Salı

Biden’ın paketi mi Erdoğan’ınki mi? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

‘Ekonomi Reformları’nın ne ülkeyi yabancı sermaye karşısında “istiklal”e kavuşturacak ne de genç kuşaklara umut aşılayarak “istikbal”e taşıyacak bir içerik taşıdığını görüyoruz. Erdoğan konuşmasını yaparken Biden’ın paketi yürürlüğe girdi. ABD’deki sol çevreler dahi paketin çubuğu emekten yana büktüğünü kabul etti.

Amerika’da 80’lerde popüler olan bir reklam vardı; yaşlı bir kadın gösterişli bir hamburgerin içini açıp minnacık bir köfte görünce “Bunun eti nerede?” (Where’s the beef?) diye haykırıyordu. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Haliç Kongre Merkezi’ndeki Ekonomik Reform Paketi sunuşu bana o reklamı hatırlattı. 

İhtişamlı bir salonda, 98 sayfalık bir metin dağıtılıyor. Ancak bildik kalıpların dışında sade yurttaşın yaşamına dokunan bir vaade bile rastlanmıyor. Hükümetler hep vaatlerini yerine getiremedikleri, halka verdikleri sözleri tutamadıkları için eleştirilirler. 

O konuşma Saray rejiminin tükenişinin, halka bir vaadi bile kalmadığının kanıtı gibiydi. Çünkü öylesine sıkışmış bir haldeler, yabancı sermayenin lütfuna o denli muhtaçlar ki, “küresel güçleri” ürkütebilecek en ufak bir sözden dahi uzak duruyorlar. Zaten organizasyonun dış kamuoyuna yönelik olduğu, ‘Ce Ha Pe’ zihniyetinin, Kılıçdaroğlu’nun adının bir kez bile zikredilmemesinden anlaşılabilir.

EMEKÇİNİN ADI BİLE YOK

Bir saati aşan sunuşta bildik neoliberal söylemler, “bütçe disiplini, fiyat istikrarı, rekabet gücü” defalarca tekrar edildi. “Dijitalleşme, yüksek katma değerli üretim, küresel tedarik zincirlerine entegrasyon” gibi moda ifadeler bol bol kullanıldı. Gelgelelim işsiz bir yurttaşın, geçinemeyen bir emeklinin, kredi kartı-ihtiyaç kredisi borcunu ödeyemeyen bir dar gelirlinin, bin 431 lira nakdi ücret desteğiyle tutunmaya çalışan bir emekçinin, bir sokak satıcısının, EYT’li bir yurttaşın, atanmayan bir öğretmenin yüreğine su serpecek bir lakırdı dahi edilmedi.

“Özel sektör temsilcileri ve sivil toplum kuruluşlarının tüm teklif ve taleplerini dinledik” vurgusu da sendikaların, meslek kuruluşlarının, yani emek kesiminin radarlarında bulunmadığının itirafıydı. Tek sosyal açılım kırıntısı, geliri daha da düşen , vergi ödeme takati kalmayan küçük esnafı gelir vergisinden muaf kılmaktı. Kaldı ki Ozan Bingöl’ün aktardığı istatistikler, 808 bin küçük esnafın ödediği verginin sadece 227,5 milyon lira olduğuna, yani esnaf başına 281 lira destek verildiğine işaret ediyor.

Bir dolu kurul, kurum, mevzuat, gözetim, denetim mekanizması telaffuz edildi. Oysa gündeme gelen Ekonomi Koordinasyon Kurulu, Finansal İstikrar Komitesi gibi yapılar zaten mevcuttu, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi ile atıl bırakılmıştı. Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girme hedefinin bir kez daha altı çizildi, pandemi sürecinde Türkiye’nin diğer ülkelerden olumlu yönde ayrıştığı iddiası ortaya atıldı.

Ne yazık ki rakamlar tam tersine parmak basıyor; başkanlık sistemiyle birlikte daha 2017 sonunda 10 bin 700 dolar olan kişi başına gelir 2020 sonunda 8 bin 599 dolara inmiş, Türkiye ekonomide ilk 10 hedefinden iyice uzaklaşmış durumda. Buna karşın Covid-19 vaka sayısında tüm ülkeler arasında 9’uncu sırada yer alınarak, ilk 10 sıralamasına girilmesi dikkat çekiyor. Salgınla başarıyla mücadele eden devletler sayılırken Çin, Singapur, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın yanında Türkiye ismini telaffuz edene rastlanmıyor.

PAKETİN OLUMLU YANLARI

Peki Tayyip Erdoğan’ın hiç mi olumlu bir söylemi olmadı? “Kamuda taşıt alımı ve kiralanması, temsil ve ağırlıma gibi harcama alanlarına katı sınırlamalar getirilecektir” ifadesine kimse itiraz etmez. Ancak “itibardan tasarruf olmaz” zihniyeti terk edildi mi, tasarruf seferberliğine Saray da katılacak mı bilemiyoruz. Valilerin milyonluk lüks makam otomobilleri satışa çıkarılacak mı, somut bir öneriye rastlayamıyoruz.

Aynı şekilde “Toplam borç stoku içinde döviz cinsi borçların payı azaltılacaktır” önermesine de katılıyoruz. Gelgelelim rakamlara göz attığımızda, henüz 2018 sonunda döviz cinsi iç borçlar 1,1 milyar dolar iken, 2021 Ocak ayında bu tutarın 36,2 milyar dolara ulaştığını, bu riskli enstrümanın bizzat başkanlık sisteminin veya “başımıza ağırlığı kadar taş düşmesi” temenni edilen sabık bakanın marifeti olduğu ortaya çıkıyor.

Özetle, “istiklalden istikbale” sloganıyla sunulan ekonomi reformlarının, ne ülkeyi yabancı sermaye karşısında ‘istiklal’e kavuşturacak, ne de genç kuşaklara umut aşılayarak ‘istikbal’e taşıyacak bir içerik taşıdğını üzülerek görüyoruz.

BIDEN’IN HAMLESİ

Ayrıca sunuşun zamanın ruhuna ters düştüğünü, dünyada “kamuculuktan, kamu yatırımlarından, sosyal devletin güçlendirilmesinden” yana esen rüzgârlardan nasibini almadığını anlıyoruz. İlginç bir rastlantı, Tayyip Erdoğan konuşmasını yaparken ABD’nin çiçeği burnunda başkanı Joe Biden da tam 1,9 trilyon dolarlık “Ekonomik Kurtarma Paketi”ni imzalayarak yürürlüğe girmesini sağlıyordu.

Amerika’daki sol çevreler dahi Biden’ın ekonomi paketinin çubuğu emekten yana büktüğünü kabul ettiler. 80’lerden beri uygulanan “vergileri düşürelim, teşvikleri artıralım, özel sektör yatırım yapsın, üretimi artırsın, istihdam yaratsın”, işçilere de “akmasa da damlasın” anlayışındaki “arz yönlü” politikaların çare olmayacağı artık anlaşılmış görünüyor. Ülkedeki gelir ve servet dağılımı bozuklukları; buna bağlı yoksulluk, sefalet o kadar yaygınlaşmış durumda ki, sade yurttaşlara doğrudan yardım yapma stratejisi benimsendi. Bu kez, ellerine geçen parayı acil ihtiyaçlarına harcama eğilimi ve borçlarını azaltma isteği güçlü kesimlere fon aktarılmasıyla mal ve hizmetlere olan talebin canlanması, ekonomik büyümenin ivme kazanması, borç geri ödeme sorununun hafiflemesi umut ediliyor.

1,9 trilyon dolarlık paket, somut biçimde, kalem kalem fonların nereye yöneltileceğini gösteriyor. Belli başlı harcama kalemleri şöyle sıralanıyor:

• Yıllık geliri 75 bin doların altındaki kişilere 1.400 dolarlık çekler verilmesi (400 milyar dolar).

• Eyaletlerin işsizlik ödemelerinin üzerine ağustos sonuna kadar federal hükümet tarafından haftada 300 dolar eklenmesi (350 milyar dolar).

• Aşı, test benzeri Covid-19’la mücadele programı için yapılacak harcamalar (160 milyar dolar).

• 0-6 yaş grubundaki çocuklar için 3 bin 600 dolar, 6-17 yaş aralığındakiler için ailelerine 3 bin dolar vergi indirimi sağlanması.

• Zarardaki emeklilik fonlarının yüzdürülmesi (86 milyar dolar).

• Eyaletlere ve yerel yönetimlere gelir desteği (350 milyar dolar).

Bu inisiyatif genel olarak sendikalar tarafından da destekleniyor. Çünkü böylelikle kamu sendikası üyelerinin işlerini korumasının ve ücretlerini alabilmesinin sağlanacağı düşünülüyor. Emeklilik fonlarının kurtarılmasından da nakliye, çelik ve madencilik alanında çalışan sendika üyesi işçilerin yararlanması bekleniyor.

Yapılan araştırmalar, kurtarma paketinin 2021 yılı içinde yoksulluk oranını yüzde 13,7’den yüzde 8,7’ye düşüreceğini gösteriyor. Böylelikle yoksulluk içindeki çocukların sayısının yarıya inmesi, Siyah Amerikalılar için yüzde 42, Latin kökenlilerde yüzde 39, beyaz Amerikalılarda ise yüzde 34 gerilemesi hedefleniyor.

BURJUVA AKLI DEVREDE

Joe Biden’ın siyasi kariyerinde soldan yana, emekten yana bir profil vermediği çok açık. Oylarını da büyük ölçüde orta sınıflardan alıyor. Daha çok emekçilerin yararlanacağı, Cumhuriyetçiler tarafından “sosyalist” diye etiketlenen politikalara imza atması sistemin sıkışmasından, son tahlilde “burjuva aklının” devreye girmesinden kaynaklanıyor.

Bu arada Bernie Sanders ve Demokratik Parti’nin sol kanadının arkasında durduğu, Biden’ın seçim kampanyasında sözünü verdiği, asgari ücretin saatte 15 dolara çıkarılması maddesinin taslaktan çıkarıldığını görüyoruz. Ayrıca haftalık işsizlik ödemesinin de 400 dolardan 300 dolara çekilerek kırpıldığını hatırlatalım.

REFAH DEVLETİ DEĞİL

Dikkat edilirse planın tüm ödemeleri bir defalık veya 2021’le sınırlı. Hiçbir yeni sosyal program geliştirilmiyor. Avrupa kapitalizmlerine göre refah devletinin zayıf olduğu ABD’de, bu yönde bir kurumsal yapı kurulmuyor. Devletin sosyal sorumluluğunu bir nebze hatırlaması anlamına gelen bu hamlenin arkasının gelmesi büyük ölçüde sınıf mücadelesine bağlı.

Alt sınıfların mal ve hizmetlere etkin talebini canlandıracak bu paketin büyüme ve istihdamı olumlu yönde etkilemesi meşruiyetini artıracak, ileride benzer uygulamaların hayata geçirilmesi için yükselecek mücadeleleri güçlendirecek. Eğer büyüme ivme kazanmazsa enflasyon sıçrarsa, dağıtılan paralar harcamadan ziyade tasarrufa yönelirse bu kez Biden’ın bu “kumarına” itiraz yükseltenlerin eli güçlenmiş olacak.

Tabii ki ABD emperyalist bir ülke, bu niteliğinde bir değişiklik yok. Piyasa toplumunun derinleştiği bir ekonomiye sahip, böyle küçük dokunuşlarla derin adaletsizliklerin ancak törpüleneceğini, ortadan kalkmayacağını da biliyoruz. Ama en azından olağandışı koşulların geçerli olduğu bir konjonktürde, Biden’ın Erdoğan’ın cesaret edemediği akılcı bir refleks gösterdiğini kabul etmemiz gerekiyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Yoksa Papa kutsamaya mı geldi? - Erol Manisalı / CUMHURİYET

 


Vatikan, dini ve siyasi boyutuyla, Batı ve Hıristiyan dünyasının bir küresel kalesi olma misyonunu hep sürdürdü:

- İki kutuplu dünyada Sovyetler Birliği’nin dağılmasında o zamanki Papa, Polonya’yı da ziyaret ederek fişeği ateşlemişti...

Fidel Castro’dan önce ve sonra da Katolik Orta Amerika’yı ziyaret eden papalar, Porto Rico’dan Venezüella’ya kadar ABD’nin ve Katolik dünyasının bölgesel misyonunun bir parçası olmuşlardır.

Franco ve Salazar’ların uzun süre ayakta kalmalarında Vatikan etkili olmuştu. Afrika’nın Fransızlar tarafından sömürgeleştirilmesinde, askerler ve misyoner papazlar yan yana yürümüşlerdir...

- Türkiye Cumhuriyeti’nde ABD ile birlikte siyasal İslam düzenini getirmek isteyen Gülen’in de yolu mecburen Vatikan’dan geçmedi mi, ne çabuk unuttuk...

- 19. yüzyılda Osmanlı’nın çöküş sürecinde, 1856 Islahat Fermanı getirilirken (artıları ve eksileri ile birlikte) Vatikan da rol oynamıştı. Hıristiyan misyoner okulları da birlikte açılmıştı.

Bu misyoner okullarına karşı, Osmanlı’da “ilk Türk lisesi (idadisi)” benim de mezun olmaktan onur duyduğum Vefa Lisesi, 1872’de açılabilmişti. Mehmet Akif’ten Hasan Âli Yücel’lere yüzlerce aydın Vefa’dan yetişmişler ve Atatürk’le birlikte Cumhuriyetin kurulmasına ve devrimlerine omuz vermişlerdi.

Barzani yönetiminin, BOP’un bir parçası olarak ABD tarafından planlanmış Kürdistan haritasını da içeren bir pulun öne çıkarılması, 2003’te başlatılan yeni işgallerin adeta, Vatikan tarafından “kutsanması” olarak pazarlanmak istenmektedir. Geçmişte Afrika’nın ve Amerika’nın Avrupalılar tarafından işgallerinde askerlerle birlikte papazlar da en ön safta yürümüşlerdir. 

Bugün misyoner papazı Ankara’nın elinden çekip almak için Trump’ın neler yaptırdığını” gözlerimizle gördük. Ankara’nın sessiz kalması sonucu Ege adalarımızı işgal eden Yunan askerleri ile papazları da beraber geldiler. Yakın geçmişteki Kardak Adası krizinde de ünlü bir fotoğraf hatıralara kazındı, kaldı: Kara cüppeli bir papaz kayalıkların üzerinde, elinde dev bir Yunan bayrağını sallıyordu!

AKP yönetiminin yıllardır, parlamentosundan havaalanına kadar katkıda bulunduğu Barzani yönetimi, Papa’nın ziyareti dolayısıyla kafalarındaki Kürdistan haritasını da içeren bir pul bastırmış.

Sevgili Yılmaz Özdil’in köşesinde geçen salı yazdığı gibi, bizimkilerin zaten bir pul bastırmadığı kalmıştı! Kalan her şeyi AKP iktidarı tamamlamıştı.

Ankara, bu Barzani’yi önüne kırmızı halı sererek sözde bayrağı ile kabul etmedi mi! Uygulanan politikalar Irak, Suriye ve Libya’nın bölünüp ABD ve Rusya tarafından işgallerine: Suriye ve Irak’ta YPG’ye (PKK) askeri, siyasi ve mali katkı sağlayarak kalıcı hale gelmelerine yol açmadı mı? Ve Papa herhalde, bütün bunları “kutsamaya” gelmiş olmalı. Üstelik Barzani, eksik kalmasın diye, bir de pul bastırmaya kalkmış.

Pul deyince, İkinci Dünya Savaşı biterken Washington’da vefat eden büyükelçimiz Ertegün’ün İstanbul’a getirilişini anımsadım. Cenazeyi ABD’nin dev uçak gemisi Missouri getirdi ve İstanbul’da Dolmabahçe önünde demirledi. PTT idaresi, Missouri’nin resmini içeren özel bir Missouri pulu çıkardı. Missouri Boğaz’a, İstanbul’a, Türkiye’ye ABD’nin gelişinin (ve girişinin) adeta bir sembolü oldu. Sokaktaki insanın gözünde bir Holywood filmi misali ABD sempatisi yaratıldı, gazetelerde, radyoda başköşeye yerleşti. Ve bir iki yıl sonra Ankara ile Washington arasında, tek yanlı bağlayıcı ve ülkeyi Kore Savaşı’na ve NATO’ya götürmeye kadar uzanan bir kapıyı açtı.

Papa’nın Irak ve Barzani ziyareti de (ve pulu) Arap Baharı(!) sonrasında adeta Papa’nın kutsaması (takdis etmesi) gibi bir  pazarlamanın köşe taşlarından biri mi?

Suriye ve Irak sınırımızın ardına yerleşen ABD askeri üsleri desteğinde YPG-PKK hattı ve 70 bin kişilik askeri güce, arkasından Papa’nın gelip Barzani’yi ziyareti, arkasından 12 Mart 2021’de Avrupa Konseyi’nin SDG üzerinden YPG’ye (ve PKK) arka çıkan kararı geldi.

Levent Gültekin’in başına gelenler mi? Gerçekleri yazma ve doğruları söyleme suçu işledi, vaciptir dediler!.. Ve Meral Akşener, ben de Anadolu topraklarının Jan Dark’ıyım diyerek “kereste müfterilere ters köşeden, hiç beklenmedik okkalı bir gol attı” hem de Emekçi Kadınlar Günü’nde...

Erol Manisalı / CUMHURİYET


İktidar açılıma doymuyor! - Oğuz Oyan / SOL

 İktidar bu yeni paketiyle önümüzdeki süreçte iki alana saldıracağının açık işaretlerini vermektedir.

"İnsan Hakları Eylem Planı" ve dış politika açılımları derken şimdi bir de "yeni ekonomik paket" açılımımız oldu! Bu paketin içinin halk kitleleri bakımından ne kadar boş olduğu, ama sermayenin çıkarları bakımından gene de "boş geçilmediği" birkaç gündür yazılıp çizilmekte.

Bu paket konusundaki ilk yorumlarımı adeta yıldırım hızıyla yapmak durumunda kalmıştım. Sevgili Fatih Ertürk'ün, 12 Mart Cuma günü paketi yorumlamak üzere saat 16.00'da Halk TV'de yayına katılma davetini kabul etmiştim. Ancak 15.00'teki toplantıyı 15.15'te başlatan RTE 16.00'ya kadar da sunuşunu bitiremeyince, 45 dakikada tutmayı başardığım 8 sayfalık notumla yetinmek durumunda kalmıştım. Ama sunuşun büyük bölümünü (28 sayfalık metnin 22 sayfalık bölümünü) dinlemiştim ve esası kaçırmamıştım.

Geçen günler içinde birçok değerli meslektaşımız ile medyanın seçkin ekonomi yorumcuları, bu arada muhalefet partileri sözcüleri paketin hem geneli hem de ayrıntıları üzerine eleştirilerini büyük bir vukufla dile getirdiler, önemli saptamalar yaptılar. Örneğin, değerli vergi uzmanı Dr. Ozan Bingöl, "basit usulde" gelir vergisine tabi küçük esnaftan 2020 yılında 227,5 milyon TL vergi tahsil edildiğini, bunun 808 bin küçük esnafın her birine düşen ortalamasının yılda 281 TL'ye tekabül ettiğini; bu arada küçük esnafın 2021 için beyannamelerini Şubat'ta verdiğini, ödemelerin de yarısını yaptığını; düzenlemenin 2021 yılı için mi yoksa kalıcı olarak mı yapıldığının bile henüz belirsiz olduğunu en erkenden dile getiren olmuştu. (Sözcü, 13 Mart 2021). 

Gene de "paketin halka dokunan tek önlemi" denildiği için şu eki yapmazsak sanki eksik kalacak: 1999'da kaldırılan "götürü vergileme"de, belirli karinelere göre küçük esnafın vergi matrahını Maliye Bakanlığı belirlemekteydi. Onu ikame eden "basit usulde vergileme" ile beyan usulü getirilmekte, böylece belge akışındaki kesintilerin önlenmesi ve kayıtdışılığın daha iyi denetimi de amaçlanmaktaydı. Bu amaçlara ulaşıldığı söylenemez. Tahsilat toplamının düşüklüğü bunun kanıtıdır; 2020'deki toplam GV tahsilatının yalnızca binde 1,4'ü, toplam vergilerinse onbinde 3'ünden azıdır! Bu kadar vergiden vazgeçilmesi maliye hazinesini sarsmaz. Kaldı ki, bu verginin toplanması için yapılan vergi giderlerinin daha fazla olma olasılığını da dikkate almak gerekir. Yani kaldırılması, hem mali hem siyasi kazanç hanesine yazılabilir! (Bir zamanlar verimi düşük olan Emlak Vergisi'nin belediyelere devredilmesi, Maliye Bakanlığı çevrelerinin benzer mali kaygılarıyla gerçekleşmişti).

Değerli meslektaşımız Prof. Dr. Aziz Konukman, 13 Mart'ta Evrensel'e yaptığı ayrıntılı değerlendirmede, paketin reform olarak kabul edilemeyeceğini, bir itirafname niteliği de taşıdığını, Eylül 2020'de açıklanan üç yıllık Yeni Ekonomi Programı dururken ve teşviklerin bütçe üzerinden açıklaması yapılmazken bu neyin paketidir sorularını (ve daha fazlasını) sormaktaydı. Bu arada, beğenmediğimiz üç yıl vadeli programların bile, çakma dahi olsa belirli ekonomik-mali denge hedefleri olduğuna değinmeden geçmeyelim.

Pazar günü soL'daki ayrıntılı değerlendirmesinde değerli meslektaşımız Kadir Sev de neredeyse konunun bütün yönlerine giren kapsamlı bir analiz-yorum yapmaktaydı. Tüm bu yorumlar ama özellikle Kadir Sev dostumuzun bugün de bu sayfada yer alan değerlendirmesi, doğrusu benim işimi oldukça kolaylaştırmış durumda. Böylece çok fazla ayrıntıya boğulmadan bazı başlıklara vurgu yapmakla yetinebileceğim.

Sermayenin ölçütleri nelerdir?

Paketin, "özel sektörü teşvik edici, kamuyu disipline edici" yöndeki hedefine Erdoğan henüz sunuşunun başında değinmişti zaten. Birinci hedefte bir yenilik yok; "kamunun disipline edilmesi" hedefini ise geçiniz, bir itiraf gibi de görülebilir ama esasında usulen konulmuştur. (KÖİ'leri bitirmek yerine onları yasalaştırıp kalıcılaştırmak başka ne anlama gelebilir ki?). Paketin hazırlanışında sermayeyi temsil eden örgütlerle ve "partimizin ilgili birimleriyle" yoğun mesai yapılmış olmasına gelince, bunun birinci bölümünden ziyade ikinci bölümü kayda değer! Bununla birlikte ilk bölümüne de bir mim konulabilir: Ekonomi paketlerinin Meclis'e sunulmadan önce sermaye denetiminden geçmesi, AKP ile başlamış bir uygulama değildir. AKP'nin farkı, bunu alenileştirmiş olmasındadır. Üstelik, emek örgütlerini, esnafı, çiftçiyi yok saydığını göstermek pahasına. Demek ki, AKP'nin kendi sınıfsal kimliği ve rolü konusunda özgüveni hayli yüksektir. Uzun dönemdir din kıskacına aldığı emekçi kitlelerden, Özal'ın muhatap kaldığı "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" tarzı bir "emekçi düşmanı" yaftası yeme kaygısı yok gibidir. Tabii şimdilik...

Peki, sermayenin çeşitli kesimlerinden bu pakete coşkulu övgüler düzülmesinin nedenleri nedir? Ayrıntılara K. Sev dostumuz ve çeşitli meslektaşlarımız girdiler. Biz burada, sermayenin bu tür paketlere hangi açılardan bakarak tavrını belirlediği konusuna değinelim:

Sermayenin birinci ölçütü, yeni paketlerin, programların, önlemlerin kendisine getirdiklerinin ne kadar kayda değer olduğudur. Bu pakette epeyce var. (Tahvil Garanti Fonu kurulmasından Kredi Garanti Fonu'nun yeniden etkinleştirilmesine veya tarımın piyasanın sömürüsüne daha da açılmasına kadar...).

İkincisi, kendisi aleyhine mali-ekonomik-hukuki düzenleme olup olmadığını çok açık olarak görmek ve gerekirse önceden müdahale edebilmek ister. Örneğin bir rekabet yasası, vergi yasası vs. büyük sermayenin görüşü alınmadan sunulamaz.

Üçüncüsü, ekonomik paket veya programların halka çok şey vadedip de bütçe dengelerini, Hazine borçlanmasını zora sokup sokmayacağı sermayenin ilgi alanı içindedir. Çünkü sonuçta bu hem özel sektörün borçlanma dinamiklerini, hem sermayenin Hazine'yi kazançlı faiz hadlerinden fonlama fırsatlarını ilgilendirir, hem de uzun vadede kamu açıklarının kime fatura edileceği endişelerini içerir.

Dördüncüsü, dışa bağımlı bir sermaye sınıfının kök saldığı bizim gibi çevre ülkelerinde, dış dünyayla kurulmuş ekonomik ilişkilerde öngörülmedik sürprizler olup olmadığı konusunda sermaye çevreleri tüm dikkatleriyle teyakkuzda olurlar.

AKP'nin yeni paketi konusunda eleştirel kamuoyunun yargısı olumsuz olabilir, ama yukarıda sayılan dört ölçüt bakımından sermayeyi huylandırabilecek hiçbir şey yoktur. Tam tersine hem yeni teşviklerin müjdesi vardır hem de iktidarın önceliğinin özel sektörün çıkarları olduğu güvencesi vardır. Daha ne olsun?

Paketin iki saldırı alanı

İktidar bu yeni paketiyle önümüzdeki süreçte iki alana saldıracağının açık işaretlerini vermektedir. (i) Yerel yönetimlerin mali-ekonomik özerklik alanlarından geriye ne kaldıysa onları elinden almak ile sosyal yardım uygulayabilme kapasitelerini iyice daraltıp merkezi yönetime/onun onayına devretmek. (Ortak personel ve finansman yönetimi, Tek Hazine Kurumlar Hesabı, bütünleşik sosyal yardım sistemi, vs.). (ii) Gerek bireysel emeklilik alanının sınırlarını (18 yaş altı da dahil olmak üzere) genişletmek üzerinden; gerek mevcut özel emeklilik fonlarının/sandıklarının birikimlerinin BES'e aktarımı yani merkezi yönetimin tasarrufuna alınması üzerinden (hatta bu paketin ruhundan anlaşılacağı üzere, umutsuz da olsa, kıdem tazminatı fonunun yeniden ısıtılması üzerinden) kamu maliyesini rahatlatmak. Bunu, "borç stokunun içindeki döviz cinsinden olanları düşüreceğiz, vadeyi uzatacağız" vaadiyle bir arada düşünmek gerekiyor. 

Her iki saldırı alanının ortak noktası, mali sıkışmışlığı aşmak için -hukuk devletinin bir kez daha aşındırılması pahasına- Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi ahtapotunun kollarının çoğaltılması ve uzatılmasıdır. Bununla birlikte yerel yönetimlere yönelik saldırının siyasi yönü daha az önemli değildir. Büyükşehir belediyelerini, özellikle de muhalefetin elinde olanları, iş yapamaz duruma getirerek önümüzdeki tüm seçimler bakımından siyasi konjonktürü iktidar lehine çevirebilmek istenmektedir.

Aslında bu paket iktidarın mali sıkışmışlığının somut bir yansımasıdır. Nereden hangi mali imkânı nasıl buluruz arayışları bu paketin özünü oluşturmaktadır. Posanın posasını çıkarmak da bu kapsamdadır. Örneğin geride kalan "kârsız" KİT'lerin iyileştirilerek ve parçalanarak satışı gibi... Ama bunlar şişirilmiş paketin tâli bölümünde kalıyor. 

Sonuç

Mali/ekonomik sıkışma genel başlığı içine girebilecek başka noktalar da var kuşkusuz. Örneğin bankaların sorunlu kredisi olan şirketleri yönlendirmelerinin istenmesi, bunun için bankalarda "operasyonel yeniden yapılandırma ve firma rehabilitasyon fonksiyonlarının oluşturulmasının teşvik edilmesi", başka deyişle batık şirketlerin biraz daha (seçimleri atlatana kadar) yüzdürülmesi çabaları, aslında AKP ekonomisinin iflasının fazla görünür olmamasına yönelik tedbirler olarak görülebilir.

Sonuç olarak, bu paketin AKP'nin plansız/programsız ekonomi yönetim anlayışının uzantısında olduğu açıktır. Paketin finansman kaynaklarının gösterilmemesini sorgulamaktan vazgeçtik, bu paketin bütçeye ve çeşitli kurumlara doğrudan/dolaylı mali yüklerinin ne kadar olabileceğine dair bir öngörü bile ortada yoktur. 

AKP her zaman bir günü kurtarma partisi oldu. Ama artık kurtarabileceği günler de sayılı görünüyor.

Oğuz Oyan / SOL

15 Mart 2021 Pazartesi

AKP'nin yeni macerası Yemen mi? - SOL / Analiz

 İran resmi haber ajansı İrna'da, Yemen savaşıyla birlikte Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin yeniden şekillenmesinin değerlendirildiği bir yazı kaleme alındı.

İran resmi haber ajansı İrna'da, Yemen savaşıyla birlikte Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin yeniden şekillenmesinin değerlendirildiği bir yazı kaleme alındı.

Yazıda, Türkiye'nin Suriye'deki askeri başarısızlığın ardından İdlib'deki paralı askerleri Yemen'e gönderme planı yaptığına ve Türkiye'nin Yemen'de savaş yürüten Suudi Arabistan'a  ağırlıkla insansız hava aracı ve silah satışı yaptığına dikkat çekiliyor.

Yazının çevirisi şöyle:

Suudi Arabistan'ın Yemen'de arka arkaya aldığı yenilgiler, Suudi Arabistan’ı, Türkiye’yi Yemen'deki savaş bölgesine davet etmesine neden oldu.

Haber kaynakları ve medya geçtiğimiz günlerde Riyad ile Ankara arasında bir mutabakatın imzalandığını bildirdi. Buna göre Suudi Arabistan, Türkiye'nin Yemen'e askeri anlamda girmesi için izin verdi. Öte yandan dün, Türk Dışişleri Bakanlığı, Yemen'deki Ansarullah (Yemen’de 40 yaş üstü erkekler için 1940 yılında kuruldu. Ahmedi Cemaatinin bir koludur. Yemen savaşında Suudi Arabistana karşı savaşıyorlar.) saldırıları karşısında Suudi Arabistan'la dayanışmayı ifade eden resmi bir açıklama yaptı. Ansarullah'ın Suudi Arabistan'a yönelik saldırıları karşısında, Türkiye'nin Suudi halkının ve hükümetin yanında olduğunu da sözlerine ekledi.

Bu açıklamanın hemen ardından Türklerin Yemen'e göndereceği askeri teçhizata ilişkin başka haberler de medyada yer aldı.

Son haftalarda, Yemenli Ansarullah güçlerinin, stratejik noktalara yaklaşabilmek için ülkenin farklı yerlerinde önemli adımlar attığına dair birçok rapor yayınlandı. Suudi koalisyon güçleri, Mareb'in kaybedilmesinin, son altı yılda Yemen'e girmek için sarf ettikleri bütün çabanın boşa gittiği anlamına geldiğini de çok iyi biliyorlar. Bu nedenle, ABD'nin Yemen’in işgalinde Suudi Arabistan’a verdiği güçlü desteği önemli ölçüde azalttığı görülüyor. Görünüşe göre Riyad'daki saray sakinleri de Türkler’le aralarındaki derin farklılıkları bir kenara bırakıp Türkiye’yi Yemen savaşına dahil etmeye karar verdiler.

Ankara, kendi çıkarlarını göz önünde bulundurarak ve Aramco (Suudi Arabistan'nın ulusal petrol ve doğalgaz şirketidir. Şirket ilk olarak Kral Abdülaziz İbn-i el-Suud ve ABD Başkanı Franklin Roosevelt tarafından ortak olarak kuruldu.) hisselerinin düşüşünden, hoşnutsuzluk duyduğu düşünülüyor.

Yayınlanan kimi haberlere göre Ankara Riyad'a, Suriye'nin kuzeyinde kullandığı çeteleri yüksek maaşlarla Yemen'e nakledeceğine dair söz verdi.

Bu bağlamda bazı raporlar, MİT olarak bilinen Türk istihbarat teşkilatının, Yemen savaşına yüksek maaşlarla katılmak isteyen grupların, yani İdlib'deki paralı askerlerin bir listesini hazırladığını gösteriyor.

Türkiye'nin Yemen'deki varlığına dair dikkate alınması gereken bazı noktalar var.

Birincisi, Suriye'deki askeri varlığı nedeniyle son yıllarda ciddi oranda militarist eğilim gösteren Türkiye bu alanda pek çok başarısızlık yaşadı. Dolayısıyla çeşitli nedenlerle iyi ilişkilere sahip olmadığı bir ülkeyle beraber, farklılıklarını bir kenara bırakıp; başka bir savaşa katılma davetini kabul etti.

Gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın Suudi ajanlar tarafından İstanbul'da öldürülmesi, Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki anlaşmazlığı doruk noktasına ulaştırmıştı. Görünüşe göre Suudiler Türkiye'nin bu konudaki kaygılarını kısmen giderebilmiş. Bu şekilde Türkiye’yi Yemen'e davet edebildiği düşünülüyor.

İkinci nokta, Yemen savaşı Türkiye'ye önemli mali kaynaklar sağlıyor ve bu yüzden Türkiye, Yemen'deki savaşı sürdürmek için Riyad'a, ağırlıkla insansız hava aracı ve silah satışı gerçekleştiriyor. ABD'nin Joe Biden başkanlığı ile Suudi Arabistan'la açılan arası, Ankara'nın Riyad'a silah satmaya başlaması için bir alan açmış gibi görünüyor.

Üçüncü konu, Türkiye’nin yüksek maaşlı askerleri, Suriye'den ve Libya'dan Yemen'e transfer etmeyi planlaması ile ilgilidir. Bu konuda dikkate alınması gereken iki nokta var:

Bir kere Türkiye’den Suriye’deki paralı askerleri son aylarda gelirleri düştüğü için hoşnutsuzlar ve Ankara’ya tepkililer. Bu askerlerin Yemen’de Suud parasıyla istihdam edilmeleri geçici bir rahatlama sağlayacak.

İkinci olarak Yemen, Suriye’de Suriye ordusunun başarısı karşısında oradaki paralı askerlerin yeniden yerleştirilmeleri için bir seçenek olabilir. Bir nevi ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin koordinasyonunda Suriye’den bir geri çekilme senaryosu.

SOL- ÇEVİRİ

Fosforlu Cevriye kimdir? - Sema Karadal / SOL

Komünist Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’si, içine doğduğu çukurun karanlığına rağmen aydınlıktan yanadır. Fosforlu Cevriye, yoldaşımızdır… 

Bir aylık aradan sonra nerede kalmıştık? 14 Mart Tıp Bayramı’na tükenmişlik ve kaybettikleri meslektaşlarının hüznüyle giren sağlık emekçilerini mi yazmalı? 

Atanamayan, hayal kırıklığı içinde bekleyişleri süren gencecik öğretmenler dururken, ilkokullarda imamların ve kara çarşaflı eşlerinin görevlendirilmesini mi?

“Sevdiklerini Bayraklı’da yitiren depremzedelerin ‘Rıza Bey Apartmanı park olsun’ talepleri geçtiğimiz günlerde sonuç vermiş ve ‘bazen güzel şeyler de oluyor’ diye yüreğimize su serpilmişti ya hani, hepsi yalanmış” diye yazılır mı? 

“Binalar eskisi gibi dikilecekmiş, park dedikleri binanın önüne konduracakları küçük bir anıtmış meğerse” denir mi? 

Parkta oynayacak yaşta çocukları vardı bu insanların, artık yok… Soğuk ve yüksek beton binaların ağırlığı çökecek bir de acılarının üstüne, alt tarafı bir yeşil alandı istedikleri… Desem yeter mi anlatmaya?

Bu arada bir fosforludur almış başını gitmiş. Hayat gailesi işte, birkaç günlük meseleymiş, atlamışım. Yazmaya niyetlendiklerimin arasından sıyrıldı geldi yine de bizim Fosforlu’muz. Belki, yaşamın ona sunduğu tüm kötülüklerin içinden bir yıldız gibi parladığı içindir. Yaratıcısı Suat Derviş’in cümleleriyle: “Bu türkü, karakoldaki aynalarda kendini seyreden, kollarında damga olan, gözlerinde kara sevdası okunan fosforlu bir güzeli anlatıyordu. Karanlık bir gecede gökten düşüp parçalanan bir yıldız gibi, sular üstünde fosforlu bir iz bırakarak kaybolmuş Fosforlu Cevriye’yi…”

Hoşlarına gitmeyen her tavır ve hareketlerinde kadınlara layık gördükleri sıfatı açıkça kullanamayınca, fosforlu deyivermiş anlaşılan. Bilemiyorum, Suat Derviş’in 1944 yılında yazdığı bu değerli eserinden önce de kullanılan bir sıfat mıdır, bizim aklımıza fosforlu deyince bir tek Fosforlu Cevriye gelir.

Yılmaz Özdil yazmış köşesinde. Dile dolanan fosforlunun bizim Cevriye olduğunu söylemiş ve yazarı Suat Derviş’i uzun uzun anlatmış. Varlıklı, eğitimli bir ailenin özenle büyütülmüş kızı, Cumhuriyet’in ilk kadın yazarlarından biri olduğunu… Nâzım’ın sevdalısı, devrimci Reşat Fuat’ın eşi, pek çok devrimciyi evinde saklamış eşitlikçi, aydın bir kadın olan Suat Derviş’i yazmış. Komünist damgası yediğinden bahsetmiş bir de, komünisttir dememiş. Ben diyeyim. Suat Derviş bir komünisttir. Sosyalizmi yakından gözlemleme şansı bulduğu Sovyetler Birliği gezisi ve ardından yazdığı “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum” adlı eseri komünist damgası yemesine neden olmakla kalmamış onu bir komüniste dönüştürmüştür.

Suat Derviş’in eserlerine yakından bakarsanız, fikirlerinin dönüştüğü bu zamanlarda yazdıklarının başkalaştığını da görürsünüz. Aynı zamanda bir gazeteci olan Suat Derviş, bilmediği bir dünyanın peşine düşer, geçim derdindeki insanların hikayelerini taşır yazılarına. İşçi kadınları, işsizleri, evsiz çocukları anlatır. Fosforlu Cevriye komünist Suat Derviş’in, gündüzleri görmezden gelinen, geceleri unutulan sokaklara, o sokakların ev sahiplerine baktığında gördüklerinin anlatımıdır. Fosforlu, hayatta kalmak için bedenini satmak zorunda olan bir kadın, Fosforlu arka sokaklarda bir başına büyümüş bir çocuktur. Kaybetmeye mahkum edilenlerden, toplumun dışladıklarından biri, Suat Derviş’in bu eseriyle yeniden var olmuştur.

Fosforlu Cevriye, gizlenmek zorunda olan bir devrimciye gönlünü kaptırdığında onunla birlikte yaşamı yeniden sorgulamayı da öğrenir. Kendisine hiç bir karşılık beklemeden evini açan, bedenine değil yüzüne bakan bu adamı tutkuyla sever. Sevdiği adamın hiç bilmediği ama iyi olduğunu hissettiği ideallerine yaklaşır. Yoldaşı olmaz, olmasına yaşamı müsade etmez ama bir yoldaş gibi veda eder ona, hepimize…

Erendiz Atasü, Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye ve Ankara Mahpusu romanlarını incelediği bir yazısında şöyle der: “Roman Cevriye’nin salt aşk yüzünden kendini feda etmediği, ezilenlerin dostu olduğunu kuşkusuz sezdiği delikanlı sayesinde örtük de olsa bir sınıf bilinci kazandığını duyumsatır okura”.

Komünist Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’si, içine doğduğu çukurun karanlığına rağmen aydınlıktan yanadır. Belki topluma yabancıdır ama iyi olanı ayırt edebilecek, onun peşinden gidecek kadar güzel bir insandır. Fosforlu Cevriye, yoldaşımızdır…

Sema Karadal / SOL

11 Mart 2021 Perşembe

Nükleeri iklim sosuyla satmak - Özgür Gürbüz / BİRGÜN

 Türkiye’ye nükleer santral pazarlama çabalarının ilk evresinde “sudan ucuz” sloganı öne

 çıkmıştı. Nükleer enerjinin hidroelektrik santrallardan bile daha ucuza elektrik ürettiği iddia

 ediliyordu. Nükleer karşıtları ise hem sosyal maliyetlerin hesaba katılmadığını hem de yapılan

 hesabın doğru olmadığını söyleyerek bu iddianın asılsız olduğunu vurguluyordu.

Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen nükleer santrala verilen alım garantisiyle bu tartışma son buldu. 

AKP hükümeti, nükleerden üretilen elektriğin kilovatsaatine 12,35 dolar sent alım garantisi verirken, rüzgâr ve güneşin ürettiği aynı elektriğe 4,16 sent alım garantisi vererek “hangisi pahalı” sorusunun yanıtını bizzat verdi. “Bizi neden 3 kat pahalı ve tehlikeli nükleer santral kaynaklı elektriğe ve Rusya’ya mâhkum ediyorsunuz” sorusuna ise yanıt veremiyor.

Nükleer enerjiyi ucuz diye satamayanlar şimdi iklim krizi simidine sarılıyor. Nükleer santralları, iklimi değiştiren seragazlarını çıkarmayan, yani “karbonsuz” diye pazarlama derdindeler. Ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutmak için önümüzdeki 9-10 yıl içerisinde küresel seragazı emisyonlarını neredeyse yarı yarıya azaltmamız gerekiyor. Paris İklim Anlaşması’nın 2 derece hedefi için de gereken bundan çok farklı değil. Yani hızla kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmemiz gerekiyor.

Nükleer lobi bu durumu kullanarak Batı’da kaybettiği pazarları kazanmak, Doğu’da ise karbonsuz seçenek için ayrılan bütçeleri kendi kasasına yönlendirmek için var gücüyle çalışıyor. Soru şu. Bir an için nükleerin kaza ve atık sorununun olmadığını, maliyetinin de makul olduğunu varsayalım; bu durumda bile nükleer iklim krizini durdurmada bir seçenek olabilir mi?

Karşılaştırmaya başlamadan önce nükleerin karbonsuz olmadığının altını çizelim. Nükleer santrallar elektrik üretirken seragazı emisyonu çıkarmaz ancak yapım sürecinde büyük miktarlarda çimento ve demir kullanılır. Uranyum zenginleştirme ve yakıt üretimi gibi aşamalarda da çimento ve demir üretiminde olduğu gibi ciddi miktarda enerji tüketilir. Yapım süreci, tonlarca seragazı emisyonunun çıkmasına neden olur. Kömür santralına göre daha az olsa da bu onu krizi çözen kaynak yapmaz çünkü iklimi koruma yarışı kömürle nükleer arasında değil. Nükleeri rüzgâr ve güneş gibi kaynaklarla kıyaslamak, bunu yaparken de hepsinin beşikten mezara (yapımdan söküme) çıkardıkları seragazı emisyonlarını hesaba katmak gerek. Katınca iş değişiyor.

2008 yılında yayınlanan bir çalışmada[1] üretilen her kilovatsaat için nükleer santrallardan 66 gram karbondioksit eşdeğeri seragazı emisyonu çıktığı görülüyor. Aynı elektriği rüzgârdan üretirseniz sadece 9-10 gram seragazı emisyonu çıkıyor. Derdiniz sadece iklim krizini durdurmaksa, rüzgârı tercih etmenizin nükleere oranla şansınızı 6 kat artıracağını söyleyebiliriz. Emisyon açısından nükleere gelinceye kadar daha birçok seçenek olduğunu da belirtelim. Bir kilovatsaat elektriği üretirken, çeşitlerine göre hidroelektrikte 10-13, biyogazda 11, güneşte 13-32, biyokütlede 14-41 gram arası seragazı emisyonu ortaya çıkıyor. Gördüğünüz gibi tek kıstasın iklim olduğu bir durumda bile nükleere sıra gelmiyor. Nükleer enerjinin kilovatsaat başına yol açtığı seragazı emisyonunun 100 gramdan fazla olduğunu gösteren başka çalışmalar olduğunu da belirteyim.

Bahsettiğimi çalışmada olmasa da en iyi seçeneğin enerji verimliliği/tasarrufu olduğunun altını çizmeliyim. Seragazı emisyonlarını azaltmanın en ucuz ve hızlı yolu olduğu gibi onlarca kişiye de istihdam sağlayabilir. Elektrik üretiminde ortaya çıkan ısıyı da değerlendiren bazı gaz ve biyoyakıtlı kojenarasyon santralların bile nükleerden daha az seragazına yol açtığını da vurgulayalım. Baz yük santral isteniyorsa çözüm yine nükleer değil.

MEVCUT NÜKLEER FİLO YAŞLI

Nükleer enerjinin iklim krizini çözemeyeceğini ispatlamanın basit bir yolu daha var. Yazımın başında da belirttiğim gibi iklim krizini durdurmak için fazla zamanımız yok. Nükleer santral yapmak ise oldukça uzun sürüyor. 1000 MW büyüklüğünde bir reaktörü inşa etmek en iyi ihtimalle beş yıl sürüyor. Ortalama süre ise 7 yıl civarında. Şu anda Fransa’da 14, Finlandiya’da 16, Ukrayna’da 35 yıldır yapımı süren reaktörler var. Dünyada herkes onlarca nükleer reaktör yapmaya başlasa bile bunları finanse edecek para, malzeme ve zamanında bitirecek süre yok. Nükleerden daha az karbon emisyonuna sahip seçenekler ise birkaç aydan 1-2 yıla kadar uzanan sürelerde yapılabiliyor.

SANTRALLARIN ÇOĞU YAKINDA KAPANACAK

Mevcut nükleer filonun emeklilik arifesinde olması da başka bir sorun. Mevcut reaktörlerin ortalama yaşı 30. Birçoğu önümüzdeki 10-15 yıl içinde kapanacak. Nükleer seferberlik ilan edilse bile sonuç eskimiş filonun yenilenmesinin ötesine geçmeyecek. Nükleer endüstri bunu bilmiyor mu? Biliyor elbette. Onların derdi de aslında eskiyen reaktörleri yenilemek. İklim sosuyla süsledikleri bu acı lokmayı yutmamızı, böylece zor durumdaki nükleer endüstriyi bir süre daha ayakta tutmayı umuyorlar.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

[1] Benjamin K. Sovacool, Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey.