22 Aralık 2020 Salı

Abdullah Baştürk-DİSK, işçi sınıfının dünü-bugünü..- Şükran Soner / Cumhuriyet

Hafta sonu koronavirüs sokağa çıkma yasağında evde, cezaevinde kibrit çöplerinden ustalıklı yapılmış, tavana ince iple asılı yelkenli ve sazın altında, dünya gündeminden haberler, önümde arşivden alınmış kupürler arasında, aklım geçmişin anılarına takılı.. 

En son, yapılışında birlikte çalıştıklarını söylediği 12 Eylül’ün tutuklu DİSK yöneticileri, Abdullah Baştürk, Kemal Nebioğlu... teknik usta İsmet Cantekin olabilir.. ortak üretim eserlerini, galiba makineyağına batırdığı pamuk, cımbızla sıkılmadan uzun uzun temizleyen Abdullah Baştürk’ün oturduğu koltuktayım. 

Bir gün sonra, (dün) mezarı başında ölüm yıldönümü nedeni ile anma töreni yapılacak. Gidemeyeceğim, yaş, metro sonrası mezarlığın içine yürümeyi salgın nedeni ile göze alamamak var..

Baştürk, kendi yaptığı böreği tezgâhında satarak, okuyamadan, yoksulluktan çıkmış, önce Türk-İş çatısı altında Genel işkolunda, çıplak ayaklı amele, işçi yürüyüşü efsane, liderliğe, dahası siyasetin en üst kademelerine kadar yükselmiş bir isim. DİSK’e geçişi, 12 Eylül’e yaklaşılan günlerde, sol sendikal yapıların, sosyal demokrat hareketin dışlanmasına tepkiyle.. DİSK’te efsane liderler arasında yerini alması ise 12 Eylül’ün ünlü DİSK’i hedef alan, tüm yöneticilerini işkenceden geçiren, ülkemizde kazanılmış sendikal hakların tangır-tungur edilmesi adına, Marksist-Leninist illegal örgüt olarak suçlanması, yönetim kadrolarının en yukarıdan tabana doğru ağır işkencelerle, yıllar süren yargılamaları yüzünden..

DİSK’in, içinde bile olmadığı yıllardaki, tüm tüzük, kararlarla başlayan tüm yazılı belgelerinin, tüm örgütlü eylemlerinin, grevlerinin, etkinliklerinin, direnişlerinin, 1 Mayıs etkinlikleri de içinde.. Marksist-Leninist illegal örgüt belgeleri olarak yıllar süren mahkeme, sorgulamalarda sorulmasında, galiba haftada iki tam gün yapılan, sabahtan akşama süren sorgulamalarında bir altı ay boyunca hesap vermek zorunda kalan Başkanı olmuştu.

Bir açık, boşluk yakalamak umuduyla yöneltilen şaşırtmaca, tekrar sorularında hiç şaşmadan, sinirlenmeden hesap vermekten yılmamış, dayanışma için uluslararası sendikal örgütlerin lider kadrolarının bile sevgi ve hayranlığını kazanmıştı. Galiba cezaevi işkence yöntemlerinin de katkısı ile çıktıktan sonraki DİSK Genel Başkanlığı yılları çok uzun süremedi. Yine de sonraki dönemin duruşlarıyla, çıkışlarıyla da iz bırakan sendikal liderler arasında yerini aldı.

***

Tarafsız durmaya çalışarak bakıyorum, günümüz DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Genel-İş’in genç başkanı Remzi Çalışkan’a da bakarak, DİSK’in yönetici liderler kadroları babında hâlâ çok şanslı olduğunu düşünüyorum.. Ancak ülkemizde işçi sınıfı haklarına, sendikal örgütlülüğe dönük çok kısa yıllar içinde çok ağır saldırılara bakarak geldiğimiz noktaya bir bakar mısınız?

Cumhuriyet kazanımları, değerlerinin üzerine, 1961 Anayasası ile gelen özgürlüklerin her alanına dönük, fikir özgürlüğünden sendikal haklara, her türden demokratik örgütlenme, özgürlükler adına anayasal, yasal kazanımların üzerine, ülkemizde yaşanan, dünyadaki kazanılmış emek haklarını yakalayan gelişmelerin tümüne bakıyorum da.. 12 Mart tırpan, 12 Eylül güçlü anayasal, yasal operasyonlar, yasaklar, yetmez.. Özalizm, yetmez, 2002 sonrası yasaklar..

Çalışma çağı nüfusumuzun milyonları işsiz, milyonları kayıtlı iş bulamıyor, milyonları toplusözleşme haklarını kullanmak hak götüre, sigortalı iş bulabilmişlerinin yarısının çok fazlası asgari ücretle çalıştırıldığından.. Ortalama ücret anlamına gelmiş asgari ücret için lütfedilip verilecek yıl sonu kararını nefeslerimizi tutmuşçasına Godo’yu bekler gibi beklemekteyiz..

Dişe dokunur bir artış olamayacağının gerçekliğinde, yine lütfedilip Tekadam rejiminin vereceği kararın içinde, artık işverenlerin de çok gür sesle olmasa da istemeye çalıştıkları gibi, asgari ücrette anlamlı bir vergi indirimine umut bağlanmış bulunuluyor. İşveren örgütleri ile Tekadam rejiminin erk kararının komisyonda bu yolda uzlaşmaya varabilmesi iyimser bir çözüm olarak değerlendiriliyor.

Sakın “Sendikalara ne oldu?” anlamına gelebilecek ayıplı bir soruyu sormaya kalkışmayın.. DİSK’in defteri, üyelik babında 12 Eylül yargılamalarının hedef tahtasında olarak dürülmüştü. Ankara’da bir daha toparlanabilecek bir Türk-İş de aslında sağlam bırakılmamıştı. 2002 sonrası iş yasaları budamaları da eklemlenmiş olarak, siyasal İslamcı ittifakların yandaş kayırmacalarında işte bugünlere gelindi..

Şükran Soner / Cumhuriyet 

Ahır Dağı yurtlarını bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından ağlıyor - Okan Toygar / Cumhuriyet

 26 Aralık sabahı, kömür kokusuna kan, barut ve ölüm kokusu da karışmıştı artık Maraş’ta. O güneşsiz, soğuk kış sabahında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine tanıklık etmiş olan Ahır Dağı, yurtlarını, yuvalarını, geçmişlerini bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından sessizce ağlamaktaydı.



Ailece geçirdikleri tedirgin gecenin ardından, 23 Aralık 1978 sabahı iç sıkıntısıyla uyandı Birgül. Hızlıca üstünü değiştirip ekmek ve çizgili kâğıt almak için erkenden dışarı çıktı. Kömür kokan, soğuk ve kasvetli bir cumartesi sabahıydı. Omuzlarını boynuna yaklaştırarak kabanına sıkıca sarındı. Bakkala doğru yürürken gergin geçen haftayı düşünüyordu. Dört gün önce Çiçek Sineması’na atılan ses bombasından bu yana Maraş’ta sular bir türlü durulmamıştı. 

(1) Gösterildiği her yerde ülkücülerin ilgiyle seyrettiği “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli filme ara verildiği sırada patlayan ve tahrip gücü olmayan bomba, Alevi ve solculara yönelik saldırıları artırmıştı. Patlamanın hemen sonrasında çok sayıda ülkücü “Komünistler Moskova’ya” ve “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla Alevilere ve solculara ait birçok işyerini tahrip etmiş, CHP il binasına saldırmıştı. Ertesi gün, bu kez çoğunlukla Alevilerin gittiği “Akın Kıraathanesi”ne bomba atılmıştı. Bu saldırıda da iki kişi yaralanmıştı. Kentte bombaların yol açtığı gerginlik devam ederken perşembe günü Maraş, acı bir haberle sarsılmıştı. Öğrencilerin ve velilerin çok sevdiği, endüstri meslek lisesinin sol görüşlü gencecik iki öğretmeni okul çıkışı evlerine giderken öldürülmüştü. 

(2) Cuma günü yapılan cenaze töreninde olaylar çıkmış, bu nedenle babası Süleyman Bey eve çok geç gelmişti. Annesi çok endişelenip ağlamıştı. Çünkü cenaze törenine katılıp dönenlerden Ulu Camii civarında toplanan gericilerin “Komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz”, “Kanımız aksa da zafer İslamın” diye slogan attıklarını, ellerindeki taş, sopa, kiremit ve patlayıcı maddelerle cenaze kortejine saldırdıklarını duymuş ve Süleyman Bey’den bir türlü haber alamamıştı. Gece 23.00 civarı eve geldiğinde oldukça tedirgindi babası. Ülkücülerin ve diğer sağcı çevrelerin cenaze töreni öncesinde hem kent merkezinde hem de Sünni köylerde “Cenaze töreninde Alevilerin Sünnilere karşı baskın hazırlığında oldukları, camileri yakacakları, Müslümanları katledecekleri” gibi gerçek olmayan söylentileri yayarak yandaş topladıklarını anlatmıştı. Cuma namazı vaazında Bağlarbaşı Camisi imamı “Bir Alevi öldüren, beş defa hacca gitmiş gibi sevap kazanır. 

Çevremizde bulunan Alevileri, CHP’lileri ve imansız Sünnileri temizleyeceğiz” demişti. Bu grupların kışkırtmasıyla saat 15.00 civarında Ulu Camii civarında başlamış olan olaylar gece yarısına kadar devam etmiş, sayıları binleri bulan gerici güruh, ellerinde silah, balta ve sopalarla Alevilere ve solculara yönelik ölüm sloganları atarak sokaklarda korku salmıştı. Bu nedenle Maraş’taki Alevi ve solcuların gözüne uyku girmemişti gece. Evin erkekleri kapılarda, pencerelerde endişeyle beklemişlerdi. 

YSE Müdürü ve Milli Eğitim Müdürü gece evlerine gelmiş, onları ve üst katta oturan ev sahipleri Suna ailesini kentin dışına çıkarmayı teklif etmiş ancak Musa Suna ve babası, Antep ve Kayseri’den askeri birliklerin gelip müdahale edebileceğini, korkulacak bir şey olmadığını söylemişlerdi. “Benim kimseye bir zararım olmadı. Hep dost edindim. Ben kendime korkak dedirtmem” demişti babası.

EKMEĞE İHTİYACINIZ OLMAYACAK

Bakkala varmıştı Birgül. Hep aynı yerden alışveriş yapıyorlardı. Aslında karşısında her şeyin bulunduğu daha büyük ve temiz bir başka bakkal daha vardı ama babası ısrarla bakkal Cuma’dan alışveriş yapmalarını isterdi. Ne siyasi olarak onların görüşündeydi bu bakkal ne de onların inancındandı ama babası “Diğer bakkal zaten yeteri kadar kazanıyor. Onun müşterisi yeter de artar. Toplumun eşit ve refah yaşaması için bizim de bir şeyler yapmamız gerekir” diyordu. 

Fakirden, ezilenden yanaydı Köy Enstitüsü mezunu ilköğretim müfettişi Süleyman Metin. Birgül, alışverişini yapıp bakkaldan çıkıyordu ki bakkal Cuma yüzüne bakıp “Ekmeği ne yapacaksınız? Senin birazdan olacaklardan haberin var mı?” dedi sırıtarak. Dışarıda toplanmış bir grup da yüksek sesle gülünce Birgül’ün siniri iyice bozuldu. Yürüyerek geldiği yolu koşarak döndü. Eve gelince heyecanla olanları babasına anlattı. 

Kızının bakışlarından ve titreyen sesinden onun çok tedirgin olduğunu anlayan Süleyman Bey, Birgül’ün saçını okşayarak “Endişelenecek bir şey yok kızım, seni korkutmaya çalışmışlar” dedi.

CELLAT, ELİNDE KURAN’LA GELDİ

Cumartesi banyo günleriydi. Kahvaltıdan sonra annesi banyoya girmelerini istedi. Önce Birgül ve ablası Nursel girdi. Birgül, ablasına bakkalda olanları anlatıyordu ki banyonun penceresinden büyük bir taş şiddetli bir şangırtı sonrası ikisinin arasına düştü. Tam o sırada annesinin “Hemen çıkın banyodan, üzerinizi giyinin, evin etrafını kuşatmışlar” diyen sesini duydular ve apar topar kurulanmadan, ne buldularsa giyip çıktılar. 

Öylesine yoğun taş atılıyordu ki evin sallandığını düşündü Birgül. Perdenin arasından baktıklarında ellerinde satır, silah, meşale, taş ve sopa olan büyük bir kalabalık gördüler. Bir yandan da “Maraş, Alevilere ve komünistlere mezar olacak. Kızılbaşlara ölüm” diyerek slogan atıyorlardı. 

Pencerelerin camları tamamen kırılmış, evin içi taş dolmuştu. Perde bir içeri bir dışarı sallanırken kalabalık arasında biraz önce ekmek aldığı, babasının “Yazıktır, fakiri kalkındıralım” dediği bakkal Cuma’yı gördü Birgül. Bir elinde satır, diğerinde Kuran ile onları kesmek için çırpınıyordu. Orhan Kemal’in romanlarından alınmış bir sahneydi sanki o anda gördükleri. Bir yanda ırk, din, mezhep gözetmeksizin insanlara ve olaylara sınıf bilinciyle bakan öğretmen Süleyman Metin, diğer yanda sadece Alevi olduğu için din adına onu öldürmeye can atan bakkal Cuma... Saat 11.30 olmuştu. Dışarıdan atılan meşalelerle perde, divan, kilim ne varsa yanmaya başlamıştı. 

Ortalık dumandan görülmüyordu. Birgül annesi ve kardeşleriyle birlikte içeride odunluk olarak kullanılan penceresiz odada iken babası geldi ve hepsine sarılıp öptükten sonra tekrar salona dönerek dışarıya doğru “Teslim oluyorum. Çocuklarıma, eşime dokunmayın, namusuma dokunmayın. Ben size kendi canımı vermeye hazırım” dedi. Babasının Birgül’ü kahreden bu son sözlerinden sonra evin içi bir anda gözü dönmüş saldırganlarla doldu. 

Bunun üzerine dört kız kardeş ve anne Gülnaz Hanım da bulundukları yerden çıkarak salona geldiler. Saldırganlar sopalarla babasının sırtına, kafasına vuruyorlardı. O sırada iki el silah sesi duyuldu. Süleyman Metin kalbinden aldığı yara ile çocuklarının ve eşinin gözü önünde kanlar içinde yere yığıldı. Annesi, “Süleyman! Süleyman!” diye bağırarak babasının üzerine kendisini atmıştı ama babası hiç tepki vermiyordu. İyi bir insanı, deneyimli ve idealist bir öğretmeni öldürmüştü yobazlar. Bu arada yangın her yeri sardı. 

Büyük bir gürültüyle mutfaktaki tüp patladı. Saldırganların “Bırakın yansın, o Kızılbaşı toprak bile kabul etmez” bağırtıları arasında annesi ve kardeşleriyle birlikte babasını çeke çeke dışarı çıkardılar. Henüz yedi yaşına bile basmamış olan evin en küçüğü Hürriyet, dizleri üzerine çökmüş, elleriyle babasının saçlarını düzeltiyor, onunla konuşuyor, ağlıyordu. 

Saldırganlardan birisi Hürriyet’i kollarından tutarak havaya kaldırdı ve “Ne dersiniz bunu da babasının yanına yollayalım mı” diye sordu. Meydanda toplananlar kahkaha ile gülerek “Yolla, yolla” diye bağırıyordu.

ÖRGÜTLÜ BİR KATLİAMDI

23 Aralık 1978 Cumartesi günü Alevilerin yaşadığı hemen her mahallede, her evde benzer olaylar yaşanıyordu. Gözü dönmüş güruh, tekbir getirerek insanları çocuk, kadın, hamile, yaşlı demeden silahlarla, keserlerle, satırlarla hunharca katlediyor, evleri yakıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Tam bir vahşet yaşanıyordu. Saldırganlardan bazıları bir yandan elindeki Kuran’ı sallayarak “Müslüman Türkiye” diye bağırırken bir yandan da evlerdeki eşyaları yağmalayıp bileziklerini almak için kadınların kollarını kesiyordu. O korkunç gün, silah sesleri sabaha kadar devam etmiş, yanan evlerden yükselen alevler gökyüzünü kızıllaştırmıştı. 

İki gün daha sokaklarda kol gezen kıyıma güvenlik güçleri hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Yaşanan ne Alevi-Sünni çatışması, ne de sağ-sol çatışmasıydı. Yaşanan örgütlü ve planlı bir katliamdı. Alevi, solcu yüzlerce masum insan göz göre göre vahşice katledilmiş, yüzlerce insan yaralanmıştı. 

Bir de görünmez yaralılar bırakmıştı bu katliam geride. Gözleri önünde babası linç edilen ilkokul birinci sınıf öğrencisi Hürriyet, “Mahmut bunlar bizi sağ komazlar, çocuklarıma yapacakları kötülükleri görmektense beni sen öldür yalvarırım” diye haykırdıktan kısa süre sonra oğlunun kurşuna dizilmesini gören, kendisi de aldığı kurşunlarla felç olan Ümmühan Duman, kesilmiş kolları ve bacakları ile birlikte kazanda kaynatılmış olan oğlu Ali’yi dört gün sonra elleriyle kazandan çıkaran anne Döne Tıraş ve yüreği hâlâ kanayan, yaşamı boyunca acısının etrafında dönüp duran daha nice ana, baba, kardeş, evlat... 

26 Aralık sabahı, kömür kokusuna kan, barut ve ölüm kokusu da karışmıştı artık Maraş’ta. O güneşsiz, soğuk kış sabahında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine tanıklık etmiş olan Ahır Dağı, yurtlarını, yuvalarını, geçmişlerini bırakıp başka kentlere göçmekte olan Maraşlıların ardından sessizce ağlamaktaydı.

Okan Toygar / Cumhuriyet

KAYNAKÇA:

(1) 19 Aralık 1978 akşamı Çiçek Sineması’na bombayı koyanların ülkücüler olduğu sonradan ortaya çıkmıştır.

a. Orhan Tüleylioğlu Kahramanmaraş Katliamı. um:ag Vakfı Yayınları 2013;33 ve 166.

b. https://www.youtube.com/watch?v=JZ7b9JQ5jM&t=4414s (Bu videonun 25.40 – 26.20 dakikaları arasında ETKO sanığı İsmet Çalışır’ın itirafı yer almaktadır).

(2) Öğretmenler 21 Aralık 1978 tarihinde öldürüldüler. Cenaze töreninin Cuma günü yapılması için katledilmeleri özellikle Perşembe gününe denk getirilmişti.

a. https://www.youtube.com/watch?v=JZ7b9JQ5jM&t=4414s (Bu videonun 27.00 – 27.54 dakikaları arası).


Bir zamanlar 'faşistlik' marifetti - Kemal Okuyan / SOL

 Önümüzdeki zorlu dönemde faşizmin itibarsızlığından, örneğin herkesin birbirini faşistlikle itham etmesinden yararlanmak gerekiyor. Kanlı diktatörlüklerin ilacının örgütlülük olduğunu bilerek…

Son günlerde herkes birbirine “faşist” demeye başladı. 

İspanya’nın eli kanlı diktatörü Franco, İtalyan faşisti Mussolini ve de Adolf Hitler olumsuz referanslar olarak güncel polemiklerin merkezine oturdu. 

Erdoğan bile muhalefeti sık sık faşistlikle suçluyor. Daha geçenlerde “Ağızlarını her açtıklarında demokrasiden, haktan, hukuktan, adaletten bahsedenlerin AK Parti'ye ve Cumhur İttifakı'na yönelttikleri tehditlere baktığımızda katıksız bir faşizmin izlerini görüyoruz” deyiverdi.

Önceden her konuda “komünist kafası, komünist zihniyeti” diye yaftalamayı tercih ederdi. Ancak komünizmin toplumda eskisi kadar “olumsuz” bir çağrışım yapmadığını farketmiş olmalı ki, karalamak için “faşist”te karar kıldı.

Yılların antikomünizmi işe yaramamış demek ki. Dünyada komünistler olmasaydı bugün alabildiğine meşru hale gelebilecek olan “faşizm”in sağcıların ağzında bir itham sözcüğüne dönüşmesini görmek her şeye rağmen sevindirici.

Bir yandan da davalar açılmaya devam ediyor. İktidar tarafından ölene, yaşayana, “faşist”, “beşinci kol” ve benzeri sıfatlar yakıştırılması anlaşıldığı kadarıyla suç teşkil etmiyor. Tersi ise, bu ülkede siyaset yapıp kalem oynatan, hatta bunları dahi yapmayıp sokakta kendi kendine mırıldanan herkes için mahkumiyet nedeni. 

İsim zikretmeyip ima etmek ya da ortaya konuşmak da çözüm değil. Bazı mahkumiyet kararlarında “her ne kadar sanık açıktan isim vermese de …” ile başlayan bir gerekçelendirmelerle karşılaşılıyor. “Her ne kadar isim verilmese de, biz kimin kastedildiğini anladık” dercesine…

En son, Türkiye siyasetinde çok alışkın olmadığımız bir isim gündeme geldi. CHP’li Özgür Özel Erdoğan’ın muhalefet için yaptığı “beşinci kol” benzetmesini yanıtlarken, bu nitelemeyi Franco’nun kullandığını hatırlatarak Erdoğan’ı Franco özentisi olmakla suçladı. Dava gecikmedi elbette.

Acaba Fahrettin Altun’dan rica etsek, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bir kılavuz yayınlasa ve “devlet büyükleri”ni kimlere benzetmenin uygun olduğunu ahaliye ilan etse!

Örneğin “seni Churchill düşkünü seni” diye çıkışmak suç mudur ya da “sizin içinize Cengiz Han kaçmış” demek? Veya iktidara “asıl beşinci kol sizsiniz” dendiğinde bu hakaret kapsamına girer mi? Girerse mahkemede “ben Kanadalı müzik grubunu kast etmiştim” savunması işe yarar mı? Bu bağlamda son sorum şu: “HDP kapatılsın” demekle “AKP kapatılsın” demek arasında hukuken nasıl bir ayrım var?

Aslında tek başına bu sorular bile liberal koronun desteğinde ülkeyi özgürleştirme iddiasıyla iktidar olan AKP’nin “başarı öyküsü”nü ortaya koymaya yeterli.

Güncel haberlere şöyle bir göz gezdirdiğinizde hemen göze çarpıyor hükümetin siyasetin ve temel hak ve özgürlüklerin alanını her geçen gün daha da daraltmak istemesi. 

Dün sabah üç milletvekili hakkında fezleke haberi vardı, sonra sayı yediye çıktı ve belki daha da artacak. Yine dün belediyelerden sonra derneklere de kayyım atamak için hazırlanan yasa Meclis Komisyonu’ndan geçti. Örneklerin sonu gelmez.

Peki bu ne anlama geliyor?

Bu soruya yanıt vermek yerine madem bu kadar popüler, şu kimsenin sahiplenmediği, herkesin bir ötekini benzemekle suçladığı faşist iktidarların bir özelliğine yakından bakalım.

Zamanında bu örneklerin hepsi çok ciddi kitle desteğine sahipti, dahası kendilerine meşruiyet alanı açan gerekçelere yaslanıyorlardı. Eğer, Sovyet halkı Hitler faşizmini alt edip Berlin’e orak çekiçli kızıl bayrağı çekmeseydi, faşizm bugün bir “hakaret” sözcüğüne dönüşmeyecekti; belki de bir olasılık insanlığın 1933 sonrasında yaşadığı kanlı kabus çok ama çok uzun bir süreye yayılacak, hatta bugüne kadar uzanacaktı.

Mussolini İtalya’daki kaos, dağılma hali ve çürümeden rahatsız olan milyonlarca İtalyanın aklını çelmişti. Dahası Birinci Dünya Savaşı’nın kazananları safında olup sonrasındaki paylaşım sırasında kazık yediğini düşünenlere de “haksızlığı düzelteceğiz” müjdesini vermişti. 

Hitler’in yükselişi ise tam bir kitlesel çılgınlığa dönüştü. Naziler büyük Alman tekellerinin desteğinde Alman ulusuna Birinci Dünya Savaşı’nın rövanşını almayı ve Versailles anlaşmasının dayatmalarını çöpe atmayı vadederek iktidara geldi. İngiliz ve ABD emperyalizmi ise bu meydan okumaya göz yumduğu gibi Alman faşizmini Sovyetler Birliği’ne karşı bir silah olarak kullanma sevdasıyla, zaman zaman el altından desteklemekteydi. 

Özetle, Mussolini ve Hitler, muazzam bir demagojiyle kendilerine meşruiyet alanı yaratarak peşlerinden on milyonlarca kişiyi sürüklemeyi becerdi. Franco da faşizmin Italya ve Almanya’da elde ettiği prestij ve güçten yararlanarak ülkedeki Cumhuriyetçilere karşı zaferini ilan etti.

Evet, meşruiyet alanı diyorum. AKP’liler kendilerini savunurken İsmet İnönü’nün faşist Almanya ve İtalya ile ilişkilerinden söz etti. Tekrar olacak, faşizmin bugün utanç verici bir olgu haline gelmesi ona sosyalizm ve büyük insanlık tarafından diz çökertilmesi sayesindedir. Yoksa savaşın başlangıcına kadar Mussolini ve Hitler uluslararası alanda bayağı kabul görüyordu. Franco ise özellikle İngilizler sayesinde hep “itibarlı” biri olageldi. Bu açıdan İsmet İnönü’nün faşist liderlerle görüşmesi dönemin ruhuna fazlasıyla uygun.

Öte yandan, bazı CHP’lilerin İnönü’yü savunacağız diye tarihsel gerçekleri görmezden gelmesi de bir tuhaf. Ankara Almanya 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırıp, işgale kalkıştığında “tarafsızlığı” bir kenara koyup Almanya’yı “fiilen” destekleyen bir tutum aldı. İnönü’nün kişisel olarak, Almanya’nın Sovyetlerin sonunu getirme olasılığından fazlasıyla heyecanlanıp mutlu olduğunu da biliyoruz. Savaşın en zorlu yılları olan 1941-42’de Türkiye’de Almancılık resmi bir devlet politikası haline gelmişti. Bu utancı “dış politika ustalığı” ile açıklamak anlamsız. 

Ne ilginçtir, Sovyetler Birliği ile aynı döneme doğan, kuruluş sırasında Bolşeviklerle yakın işbirliğine giden 1923 Cumhuriyeti’ne en ağır darbeleri indiren karşı devrimci bir siyasi partinin temsilcileri, ana muhalefet partisini bir dönemin en acımasız karşı devrimcileri ile yakınlık kurmakla itham ediyor!

O zaman sormakta yarar var.

Faşizm nedir?

Faşizm, sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı açık, sınır tanımayan ve bizim burjuva demokrasisi dediğimiz göreli özgürlük alanını ortadan kaldıran diktatörlüğüdür ve açık anti komünizmdir. 

Başkalarına “faşist” demeden önce herkesin kendini bu tanıma göre gözden geçirmesinde yarar var. Yönelime, niyete, gidişata, kendi yaptıklarına bakarak… 

Ha, bir de sınırlarını bilmek gerekiyor. Tarihten verilen örneklerde, özel koşullar denk geldi, kanlı diktatörlükler kendilerine meşruiyet alanı açtılar. Hiç değilse bir süre. Eğer buna özenenler varsa, sıfırlanan bir meşruiyetle nereye kadar gidebileceklerini iyi düşünmeliler.

Faşistlik kolay ve bütün dünyada yaygın bir özellik. Ancak faşist bir diktatörlüğü yerleştirmek için faşist olmak yeterli değil. Sermaye sınıfının gereksinimleri, güçler dengesi, toplumsal dinamikler, uluslararası koşullar, bu ve benzer parametreler hesaba katılmak zorunda. Kapitalizm bütün dünyada özgürlüklere ve emekçi halka saldırıyor; neredeyse bunun istisnası yok. Buna “şimdilik” faşizm denmemesi, böyle bir tehlikenin olmadığı anlamına gelmiyor. Yine de işçi sınıfı ciddi mevziler yitirmiş olsa da sermaye sınıfının da gücünün ve yapabileceklerinin bir sınırı var. En önemlisi, “faşizm” yalnızca bir adlandırma olarak değil, yaygın uygulamalarıyla bugün insanlığın kolay kolay kabullenmeyeceği bir pratik olmaya devam ediyor. Önümüzdeki zorlu dönemde faşizmin itibarsızlığından, örneğin herkesin birbirini faşistlikle itham etmesinden yararlanmak gerekiyor. Kanlı diktatörlüklerin ilacının örgütlülük olduğunu bilerek…

Kemal Okuyan / SOL



21 Aralık 2020 Pazartesi

Alevilere Türkeş niye dayatılır? - Turgay Develi / SOL

 Keşke, Alevilere CHP üzerinden dayatılan Türkeş ve uğradıkları katliamlarla yüzleşme ve bunu kabullenip kabullenmeme seçeneği, MHP'nin " Ya sev ya terk et" sloganındaki kadar basit olsaydı.


Dünyanın neresinde olursanız olun karşınıza çıkan orak çekiçli kızıl bayrak komünizmi çağrıştırır. Bir gamalı haç sembolü, bellek arşivimizdeki Nazi dosyasını açıp, erişimimize sunar. Kalbe saplanmış ok, dilimiz, dinimiz, ırkımız, kültürümüz ne olursa olsun, eşittir aşktır. Dolayısıyla semboller yaşamımızda birçok şeyi anlamak, anlamlandırmak için evrensel bir dil anlamına da gelir. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Türkiye'nin en büyük ilinin Belediye ve İl Başkanını yanına alarak Çorum, Sivas, Maraş, Malatya katliamları ile birlikte anılan dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in eşinin evine yaptığı ziyareti anlatan fotoğrafla verilmek istenen mesajı bir sembol olarak görürsek, (o ziyarette neler konuşulduğundan çok daha önemli olarak) bu sembol bu olaylarda kıyıma uğrayan Aleviler başta olmak üzere ülkemizin kahır ekseriyetini oluşturan yurttaşlarının beyinlerinde tehlike sinyalleri çaldırdı. Verilmek istenen; Artık CHP'de bile güvende değilsiniz mesajı mıdır?
Öyleyse, o fotoğrafta cisimleşen sembolün, neredeyse tamamı kendi partisinin üyesi ve seçmeni olan bir kitlenin beyinlerinde tehlike sinyali çaldırmasına neden olan bu ziyaretin gerekçesi ya da anlamı ne olabilir? Bu sorunun yanıtı, gelecekteki siyasetin yeni çekim merkezlerini oluşturmak için yapılan bir planın uygulamaya geçirilmesinde yatıyor olabilir.
CHP politika yapıcılarının, hepimizin bildiği hikayedeki gibi bir kurt, bir koyun ve bir balya otu bir kayıkla teker teker nehrin karşısına geçirmeyi başardıkları ittifak politikasının gelecek seçimlerde de sürdürülebileceğini varsaydıklarını düşünmüyorum. Olayları içinden çıktığı şartlar ve birbiriyle olan bağlantılarından koparmanın, tarihin gelişme yasasını umutsuzca tersine çevirmeye çalışmaktan öteye hiçbir anlam taşımadığı gerçeğinin farkına varmış olmalılar. Zira ittifak politikasının önümüzdeki seçimlerde de uygulanabileceği varsayımı, tarihsel bir hataya düşmelerine neden olabilir. Bu, fiziğin ve doğanın temel kanunlarının inkarı anlamına gelir. 

Bu bağlamda, CHP'yi yönetenlerin önümüzdeki seçimlerden daha uzun vadeli planları olabilir. Bu ziyaretle verilen mesajı ne olarak açıklarlarsa açıklasınlar, parti tabanında anlaşıldığı şekliyle 'başınızın çaresine bakın' mesajından daha anlamlı bir sebebi var mıdır bilinmez. (Bu arada dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in ölümünün ardından evinde çıkan belgelerde iddia edilenler doğruysa olayları 4 üst düzey MİT görevlisi örgütlemiş ve yine dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in direkt müdahalesi olmuştu.)

Bu mesajın nereden, kim adına iletildiği ve ortaya çıkaracağı güç, mesajı iletenlerin kimliğinden daha acil bir sorun! Tekrarlayarak devam edelim; amaçlanan siyasi faydanın ne olduğu açıklanıp, herkes için makul olarak kabul edilmediği takdirde bu ziyaret, CHP'yi kitle tabanından uzaklaştırma anlamına geliyor, ki bu sonun başlangıcı da planlanıyor olabilir. Niyet bu değilse bile bu tür hareketlerin dramatik sonuçlar doğuracağı bilinmelidir.

Bu hamleler eğer ne yaptıklarını ve bunun sonuçlarının nereye varacağını hesaplama basiretini bile gösteremeyecek yöneticilerin ölümcül birer hatası değilse, bunu planlayanlar, CHP'nin kitle tabanını oluşturan kesimi sistematik bir şekilde partiden uzaklaştırarak gelecekte siyasete yön verecek sonuçlar ortaya çıkarmayı amaçlıyor olabilirler.

Bu planlar, kısa vadede sonuçları itibariyle Erdoğan'ın politik yönelimini etkileme kapasitesi taşımakla beraber, asıl hedef olarak CHP'nin Türkiye siyasetinde sahip olduğu çekim gücünün merkezini dağıtarak, Türkiye'nin yeni siyasi dengesini oluşturmaya yönelik yeni kuvvet merkezleri inşasına tanıklık ediyor olabiliriz. 

Muhtemelen yeni gelecek, CHP ve kitle tabanında yeni yarılmaları tetikleyecek (Türkeş'in eşini ziyaret etmek gibi) girişimlerle oluşturulacak yeni siyasi partiler, dengeler üzerinden oluşturulacak. 

Ancak içerideki ve dışarıdaki değişkenlere bakarak, bütün hesabını Erdoğan'ın 'normal' bir seçimle gideceği bir gelecek tahayyülünde bulunarak kuranlar, bu bağlamda ittifak planları yapanlar ve kendi tabanını dahi dağıtmaktan çekinmeyenler fena halde yanıldıklarını görebilirler. 

Bu fotoğrafla verilmeye çalışılan mesaj kapsamına Erdoğan da dahilse, Erdoğan'ın, batı başkentlerinin uzattığı yeniden bağlılık zincirini, kendisi için en az maliyete indirerek (Bahçeli bunun için var!) kabul ettirip yoluna devam edecek ya da mevcut ittifakını daha da derinleştirerek, yeni normalin ne olduğunu batı güç odakları dahil herkesin deneyimlemesini sağlayacak ilişkilere sahip olduğunu bilmiyor olabilirler mi? Sanmıyorum; Bahçeli ile ittifakının maliyetini neden taşıdığını bilmemeleri olanaksız çünkü! Ama hesaba katmadıkları, Erdoğan'ın bu maliyeti onlara ödeteceğini düşünmemeleri olabilir.

Hiç kuşkusuz, yeni oluşturulacak dengelerin belirleyicileri arasında Barzani ile PYD ya da PKK arasındaki mücadelenin sonucu da belirleyici olacak. Irak üzerinden izlenen, gerçekte Türkiye'deki Kürt seçmenin iradesinin nasıl oluşacağını ortaya çıkaracak bu mücadeleye, batılı başkentlere bağlı örgütler ile Türk Devleti'nin de dahil olduğu anlaşılıyor. 

Barzani, geleceğini Türkiye'de kurdurduğu yeni Kürt partisi ile birlikte Türk Devleti ile işbirliğinde ararken, Karayılan'ın son mülakatına bakarak bir değerlendirme yapacaksak, onların tercihinin ABD başta olmak üzere batılı devletlerin bölgedeki planlarına yatırım yapmak olduğu anlaşılıyor. Bu güçlerin, üretilen gerekçe ne olursa olsun, nerede karşı karşıya geleceğini ya da nerede uzlaşacaklarını hep birlikte göreceğiz.

Bu bağlamda Barzani'nin (Türkiye'deki) partisi, devletin PKK'ya baskısı, Selahattin Demirtaş'ın cezaevinden salıverilme iddialarının yoğunlaşması, eski Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen'in siyasete dönük sözleri ve tüm bunlarla birlikte Karayılan'ın PKK'nın gelecek perspektifine dönük sözleri, gelecek ile ilgili önemli gelişmeleri haber veriyor olabilir. 

Sonuç olarak CHP kuruluş gayesi, yaptıkları ve varlığı ile bütünleşik, homojen bir yapı. Bu anlamda sıradan bir parti değil. CHP adı ve 6 oklu amblemi ile var olduğu sürece Türkiye siyasetinin merkezinde laik, aydınlanmacı, Cumhuriyetin temel yapıtaşlarını oynatmamaya meyilli büyük bir kitleyi kendisine çekiyor. Bu kitle CHP'nin çekim merkezinde bulunduğu sürece Türkiye'de siyasi yaşamda yeni güç merkezleri tesis edilemiyor. 

Keşke, Alevilere CHP üzerinden dayatılan Türkeş ve uğradıkları katliamlarla yüzleşme ve bunu kabullenip kabullenmeme seçeneği, MHP'nin " Ya sev ya terk et" sloganındaki kadar basit olsaydı. O zaman tercih çok daha kolay olurdu ama yapılan çalışmaların, verilen mesajların, yaratılan yeni sembollerin sebebi eğer CHP'nin bu çekim merkezi özelliğini bitirerek Türkiye'nin siyasi yapısını yeniden dizayn etmek ise, buna verilecek cevap Türkiye'nin geleceğine de yön tayin edecektir. 

Turgay Develi / SOL

Yeni on yıl - Yeni dönem - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Salt yeni bir yıla değil, büyük olasılıkla, gelecekte tarihçilerin, yeni bir “dönem” olarak betimleyeceği bir 10 yıla giriyoruz. 

Ebeliğini, “bir kopuş noktası” yaratan, Covid-19 salgınının yaptığı bu on yılda çok şey değişecek. 

Gelin, yeni döneme ilişkin kimi şekillendirici dinamiklere kısaca bakalım.

Büyük gerginlik

Bu yıl, çok şey hızlandı. Pandemi, kapitalist uygarlığın ekonomik, ekolojik ve insan sağlığı bağlamında, zincirlerinden boşanmış bir finansallaşmayla, oligarşik demokrasiyle, plütokratik “piyasa popülizmiyle”, “bireysel hazlara, en kısa döneme, odaklı tüketim tarzıyla” artık daha fazla devam edemeyeceğini gösterdi. Dahası, kapitalizm artık devletin mali desteği, kaynak dağıtım ağlarının katkısı olmadan ayakta duramıyor.

Önümüzdeki dönemde “her şeyin aynı kalması için birçok şeyi değiştirmeyi” kabullenme eğilimiyle, “her şeyin aynı kalmaması için, her şeyi gerçekten değiştirme arzusu” arasında yaşanacak büyük bir gerginliğe tanık olacağız.

Bir taraftan, “her şeyin aynı kalmasını” güvenceye alacak değişiklikleri belirlemeye çalışacak, eski ve yeni hegemonya merkezleri arasındaki rekabet sertleşecek, diğer taraftan da “yeni bir üretim ve yaşam tarzı” arayışı ile bunu engellemeye yönelik, dinci, faşist, hatta liberal akımlar ve tabii kapitalist devlet arasındaki çatışmalar… Her gerginliğin de uygarlığı hem ateşe verme hem de yenileme potansiyelleri yüksek!

Teknoloji ve distopya

Covid-19 döneminde, 74 milyon vaka, 1.7 milyon can kaybı, küresel çapta yüzde 7 ekonomik daralma bir yana, ekonomi, kültür, gözleme-izleme, ulusal güvenlik, jeopolitik rekabet alanında, dijitalleşmenin rolü, “büyük veri” için çalışan algoritmaların özel hayata nüfuz etme hızı çok arttı. Günlük yaşam, “Gösteri Toplumu” durumunun çok ötesine geçiyor. Artık adeta, sosyal medya ve Amazon gibi sanal dükkânlar, Netflix gibi eğlence platformları bizi, yeni veriler ürettirmek üzere “Matrix”e bağlanmış, “ücretsiz işçilere” dönüştürmeye başladı. Gelecek on yıl içinde bu sürecin nereye varacağını bugünden kestirmek olanaksız, iyimser olmak da…

Yüz yıl önce, bir başka pandemi, kapitalizmin kırılganlıklarını derinleştirmiş yukarıda değindiğim gerginliği ve çatışmaları tetiklemişti. 1920’ler geride kaldığında, insanlık, “Büyük Bunalım”, faşizm, nazizm ve yeni bir “paylaşım savaşı” arzusuyla, ama aynı zamanda büyük bir sanatta ve kültürde bir canlanmayla, Komünist Enternasyonal’de ifadesini bulan bir işçi hareketiyle yüz yüzeydi…

Bu kez ne büyük bir kültürel canlanma ne de bir uluslararası işçi hareketi var. Halbuki, “büyük veri kapitalizmi”, yeni-faşizm, gelecek on yılda haklar, özgürlükler için ve ekolojik taleplerle isyan eden toplumsal hareketlerle karşı karşıya gelecek, hatta çatışmak zorunda kalacak.

Korkular korkular…

Çin, ekonomik, teknolojik ve kültürel bir “süper güç” konumuna ulaştı. Ancak siyasi etkinliğini yayma süreci yavaşlamaya başladı. ABD’de gelecek on yılın ilk yarısını belirleyecek olan Biden yönetimi, Çin’in yükselme sürecini durdurmak için, “Batı Bloku”nu, “Demokrasiler ittifakı” adı altında yeniden canlandırmayı planlıyor.

Bir hegemonya rekabetinin en kritik aşamasındayız: Çin’in uluslararası konumunu geri çevrilemez biçimde güvenceye alacak olanaklara açılan “pencere” kapanmaya başlıyor. ABD, Çin’in yükselme sürecinin sonuçlarından korkuyor. Çin bu süreçte, fırsatı kaçırmaktan… Önümüzde, 2021’in sınırlarını aşan, çok tehlikeli olasılıklarla dolu süreç var.

Türkiye’ye gelince, siyasal İslamın AKP liderliği, bu yeni on yıla, güçlü bir “iktidardan düşme korkusuyla” giriyor. Haksız da değiller. AKP’yi yaratan, iktidara getiren dış ve iç “dinamikler” çoktan tükendi; AKP’nin talan düzenini ayakta tutan dış kredi ortamı da… Büyük Ortadoğu ve Doğu Akdeniz jeopolitiği içinde hareket alanı da iyice daraldı.

AKP, halkın en dinamik, eğitimli kesimlerinin, liberal işbirlikçilerin yardımıyla bir ara alır gibi olduğu rızasını kaybetti; dolayısıyla seçim kazanma kapasitesini de… Boşuna mı “Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz” gibi skandal ifadeleri kolaylıkla dillendirebiliyorlar. Bu on yılın öbür ucundan, baskıyla, terörle, ülkeyi yangın yerine çevirmeyi göze alsalar da çıkabileceklerini hiç sanmıyorum!

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Ayasofya’ya bile ‘fuhuş yuvası’ diyen İslamcı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Birincisine kaza diyoruz. İkincisine hata. Meşhur sözdeki gibi, üçüncüsü tercih sayılıyor.

Ben 27 senedir üniversitede çalışıyorum. Son bir iki senedir derslerin bu denli boş olduğunu görmedim. Efendim, üniversite şehirleri geliştiriyormuş da falan da filan da… Yalan, böyle bir şey yok! Üniversitelerin şehirleri geliştirdiğinin göstergesi ne olur? Laboratuvarlar, kütüphaneler, araştırma enstitüleri artar. 

Gidin bakın üniversitelere. Bütün Türkiye’de üniversitelerin yerleştiği yerler Nişantaşı’na döndü.”

Heyecanla yaptığı konuşmasına böyle başladı. Kendinden emin görünüyordu. Ancak yakın görüşü paylaştığına inandığı programdakiler bile itiraz etti.

Üniversitelerin o yapıların gelişmesinde filan…” diyenin sözünü kesip devam etti:

“Yapılar ama… Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı, neredeyse fuhuş evleri.”

Yapmayın Hocam, genelleme yapmayın...” Israrlarını halen aynı üslupla sürdürdü:

Gördüğüm var, gördüğüm var, gördüğüm var…

FETÖ krizi böyle başlamıştı

Sakarya Üniversitesi’nde hocalık yapan Ebubekir Sofuoğlu’nun sözleri istisna mı? Yoksa İslamcı camianın fikir yapısında bir yere mi denk düşüyor? Sofuoğlu, bir akım içindeki fay hattının üzerinde mi yürüyor?

Neden mi?

Dikkat ettiniz mi? Sofuoğlu konuşmasında “Cumhurbaşkanımız da vurguladı” dedi.

Sahi kastettiği neydi?

Tarih: 4 Kasım 2013.

AKP - FETÖ ortaklığının resmi olarak bozulacağı güne (17-25 Aralık) bir buçuk ay var.

FETÖ’nün yayın organı Zaman, ilginç bir habere imza attı. Haber, AKP’nin Kızılcahamam Kampı’nın son gününde Erdoğan’ın yaptığı konuşmayı ele alıyordu. Toplantının bu bölümü basına kapalıydı. Ama Zaman gazetesi, Erdoğan’ın sözlerini kelimesi kelimesine aktardı:

Denizli ilinde şahit olduk. Yurtların yetersizliği beraberinde çeşitli sıkıntılar doğuruyor. Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak.”

Türkiye’nin gündemi bir anda o sözler oldu. Politikacılardan üniversite öğrencilerine herkes aynı şeyi konuşuyordu. Önce dönemin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Tamamen asparagas” yanıtını verdi. Yetmedi, dönemin Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan da AKP Denizli Milletvekili Nihat Zeybekci de sözleri arka arkaya yalanladı.

Tam ortalık sakinleşti derken, Erdoğan beklenmedik bir şey yaptı. Ertesi gün, 5 Kasım’da, grup toplantısında konuşurken, bir anda sözü oraya getirdi. “Konuştuğumu inkâr etme anlayışına sahip bir insan değilim” diye başladı. Zaman’ı işaret ederek sözünü devam ettirdi: “Bazı gazeteler şöyle yazmış. Ne yazarlarsa yazsınlar.”

Erdoğan devam etti:

Bazı yerlerde yurtlar noktasında ihtiyaca cevap veremediğimiz için evlerde kalma noktasında sıkıntı yaşanıyor. Buralarda güvenlik güçlerimize gelen istihbari bilgiler var. Valiliklerimiz bu durumlara müdahale ediyorlar. (…) Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık her şey olabiliyor. Anneler babalar feryat ediyor. Bu adımlar atılacaktır. Bunlara da kusura bakmasınlar muhafazakâr demokrat olarak müdahil olmak zorundayız.

Hayat tarzı” tartışmaları önce alevlendi. Sonra kendi mecrasında ilerledi.

Ancak “kızlı erkekli evler” meselesi AKP - FETÖ arasında yükselen tansiyonun ilginç bir örneği oldu.

İşte Ebubekir Sofuoğlu’nun, “Cumhurbaşkanımız da vurguladı” dediği olay buydu.

Birkaç saatte devlet harekete geçti

Belki bu bellekten dolayı Sofuoğlu meselesinde bu kez herkes erken davrandı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun da Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da “Erdoğan adına” Sofuoğlu’na sert tepki gösterdi. AKP Genel Başkan Yardımcısı “özür dile” çağrısı yaptı. YÖK Başkanı kınama yayımlarken, üniversitesi Sofuoğlu hakkında soruşturma başlattığını açıkladı. Küçükçekmece Savcılığı da Sofuoğlu’na karşı harekete geçti. Şaşırtıcı ama tüm bunlar birkaç saat içinde yaşandı.

Dün RTÜK’ün televizyonlara yaptığı “infial yaratan konuk uyarısı” bile isim vermeden onu hedef alıyordu.

Uzatmayayım…

Kimsenin beklemediği şekilde, Cumhurbaşkanlığı’ndan başlayarak devleti yönetenler, Sofuoğlu’na karşı, bugüne kadar hiçbir olayda olmadığı kadar hızlı harekete geçti. Belli ki meselenin; dil sürçmesi ya da bir meczup çıkışı değil, daha derinlikli niyeti olduğunu düşünüyordu.

Ayasofya’ya da fahişe suçlaması

Olaydan sonra açıp baktım…

İlginç, biz Sofuoğlu’nun adını nedense akademik çalışmalarıyla değil, sistematik olarak yaptığı provokasyonlarla anıyoruz.

Sakarya işgal edilmemiştir. Bundan dolayı kurtuluşu kutlamak anlamsızdır” diyen, Kurtuluş Savaşı’nı inkâr eden, oydu.

İstanbul Sözleşmesi’ni, “Bu lanet sözleşme kan dökülecek gizli tuzaklarla dolu” diye hedef alan, AKP’li kadınları bile kızdıracak hakaret dolu sözler söyleyen de.

Ayasofya camiye çevrildiğinde Sofuoğlu ortaya çıkmış, tavandaki ikonların korunacağını açıklayan devlet yetkililerini hedef almıştı:

“Camide fahişe olur mu? Fakat, ikonlar ortadan kaldırılmazsa Fatih’in emaneti Ayasofya, ‘Fahişe Zoe’ ile fahişenin sergilendiği dünyadaki ilk cami olacak.”

Kısacası, Sofuoğlu’na göre sadece üniversiteler değil, İmparatoriçe Zoe ikonu nedeniyle Ayasofya da “fuhuş evi”ydi.

Koronavirüs nedeniyle Sağlık Bakanlığı’nın geliştirdiği HES uygulaması için “Sağlık Bakanlığı adına yapılan bu yalan, çip takmanın ön adımıdır” diyerek toplumu harekete geçmeye çağırdı.

Bir ara pantolon giyen kadınları hedef alan hocaya sahip çıkıp, eleştiren ilahiyat fakültelerini dinsiz ilan etti.

Uzatmayayım…

Sonuncu “fuhuş evi çıkışı” dahil, Sofuoğlu’nun bugüne kadarki tüm provokatif çıkışları, adı belli bazı İslamcı cemaat, tarikat ve örgütler tarafından desteklendi. İlginçtir, her seferinde Sofuoğlu o kırmızı çizgi üzerinde yürümeye devam etti. İnatla toplumun sinir merkezlerine dokundu. AKP tabanı içindeki bazı fay hatlarının üzerinde gezindi. İslamcı kesim ile iktidarı yer yer karşı karşıya getirdi. Sanki bir el onu bu iş için destekliyordu.

Devletin sistematik çıkışı da gösteriyor ki kimse Sofuoğlu meselesinin “anlık bir hata” olduğunu düşünmüyor. Ona karşı atılan adımlar, bir krizin başını erkenden ezmek olarak yorumlanıyor. İslamcı kesim içinde bazı “eller” erkenden durduruluyor.

Bir kaza, iki hata, üç tercih ise dördüncüye, beşinciye ne diyelim?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

20 Aralık 2020 Pazar

Enine boyuna niye dayanışma vergisi - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Yüzde 98.5’e karşı yüzde 1.5” başlıklı, mevduatları 1 milyon lirayı geçenlere “Dayanışma Vergisi” uygulanmasını öneren 15 Aralık tarihli yazıma yönelik çok sayıda soru ve eleştiriyle karşılaştım. 

Bugün 10 soruda topladığım bir metinle kritik noktalara açıklık getirmeye çalışacağım. 

6 ay için öngörülen bu pilot uygulamanın bir geçiş dönemi oluşturmasının beklendiğini, nihai hedefin “Yurttaşlık Geliri” adıyla ödemelerin düzenli hale gelmesi olduğunu belirteyim.

Soru 1- Söz konusu servet vergisinin türevi programların uygulandığı ülke var mı?

Aslında Covid-19 pandemisinin zaten var olan gelir ve servet dağılımı bozukluklarını derinleştirmesi sonucunda, Financial Times gibi küresel sermayenin yayın organları dahi yeni bir toplumsal sözleşme gereğine vurgu yapıyor. Servet vergisini ve yurttaşlık gelirini uygulanabilir talepler olarak meşru kabul ediyor. Geçen haftaki yazımızda dile getirdiğimiz gibi çeşitli ülkelerde servet vergisi toplumun gündemine girmiş durumda. Arjantin ekonomisi 44 milyar dolarlık IMF stand-by anlaşması sonrasında yeniden karaya oturdu. Açlık ve yoksulluk derinleşmeye başladı. Geçtiğimiz haftalarda serveti 2.5 milyon doları geçen 12 bin zengine kademeli olarak artmak üzere yüzde 1 ila yüzde 3 arasında değişen servet vergisi uygulanmasıyla 3.7 milyar dolarlık bir hasılat elde edilmesi bekleniyor.

Soru 2- Bunca haksız kazanç elde eden müteahhit, büyük toprak sahibi, dev holding dururken bu vergi neden mevduat sahiplerine uygulanıyor?

Çok haklı ve yerinde bir soru. Servet vergisinin kişinin gayrimenkulleri, hisse senedi tahvil gibi finansal varlıkları, mücevherat, antika eşyalar dahil tüm varlıkları ile borçlarının farkına uygulanması gerekir. Zaten böyle kapsamlı bir “servet vergisi” talebi yükseltilmelidir. Gelgelim tüm kayıtların incelenmesi, toplam servetin hesaplanması zaman alır. Oysa ki kış gelmiş, milyonlarca yurttaşımız işsiz, aşsız, yakıtsız çaresiz duruma düşmüştür. Mevduatlardan kesilecek “Dayanışma Vergisi” hemen devreye sokulabilir. Yurttaşlarımızın 2021 yılına daha az sorunla adım atması olanaklı hale gelebilir. Servet vergisi yürürlüğe girince bu ödeme rahatlıkla mahsup edilir. Yani 3 milyon lira mevduatı bulunanla, aynı değerde gayrimenkul sahiplerinin, hisse senedi portföyü tutanların eşit oranlı bir külfete katlanması sağlanabilir.

Soru 3- Niye yüzde 10-yüzde 15’lik daha yüksek bir oran önermiyorsunuz?

Özellikle sosyal medya ortamında bu eleştiriyle çok karşılaştım. Hatta finans kapitalin çıkarlarını korumakla suçlandım. Öncelikle, bir talebin arkasında yeterince toplumsal destek bulunduğu sürece kuru bir temenni olmanın ötesine geçer, ete kemiğe bürünür. Şu anda önceliğin sokaklarda giderek yaygınlaşan açlık, sefalet görüntülerinin azaltılması, şu salgın ortamında yoksul yurttaşımıza bir yardım eli uzatılabilmesi olduğunu düşünüyorum. Böyle bir oran etrafında geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanabileceğini, Meclis'te temsil edilen partilerin dahi harekete geçirilebileceğine inanıyorum. Yüzde 1.5 oranı rantiye kesimlerin mırın kırın edeceği, ancak paralarını yurtdışına çıkarmak, yastık altına çekmek gibi seçeneklere yönelmeyecekleri makul bir düzey gibi görünüyor. Sermaye hareketlerine yönelik, toplumsal muhalefetin zaman zaman gündemine giren Tobin Vergisi de aslında yüzde 1-1.5 gibi bir oran öngörür. Gelgelelim yüksek oranlı yüzde 10-15 gibi servet vergileri fabrikaların, gayrimenkullerin satışını zorlayabilir, çok ciddi fiyat hareketlerini, servetin el değiştirmesini tetikleyebilir. Halbuki 5-10 yıllık zamana yayılan yüzde 2-3’lük servet vergileri adaletsizlikleri törpülediği gibi, yumuşak bir geçiş de sağlar. Ayrıca umut edilir ki, radikal güç ve mülkiyet değişikliği içeren programların arkasına daha zinde bir toplumsal güç yığar.

Soru 4- Aile başına 1.000 lira ödeme yeterli mi?

Tabii ki değil. Bu sosyal yardım, aslında bir kişinin o ülkenin yurttaşı, ülkenin tüm doğal, kültürel ve fiziksel kaynaklarının paydaşı olmasından kaynaklanan “ yurttaşlık gelirinin” bir ilk adımı sayılabilir. Bu hayır hasenat için yapılan bir lütuf değil, hak temelli bir ödeme kabul edilmelidir. Ancak emek karşılığı ödenen ve bir ailenin olabildiğince insanca yaşayabilmesi için düşünülen, örneğin DİSK’in 3.800 lira, SOL Parti’nin 3.770 lira olarak saptadığı asgari ücretle karıştırılmamalıdır. Pandemi sürecinde düzenli geliri bulunmayan, temel ihtiyaçlarını karışlayamayan 6 milyon 350 bin aileye bir kez 1.000 lira yardım yapılmış, bir daha da yüzlerine bakılmamıştır. Kaydı bulunan ailelere çok kolaylıkla bu ödeme düzenli hale getirilebilir, 6 aylık bir süre uygulanabilir. Yapılan yoksulluk araştırmaları bazen çok küçük nakit ödemelerinin bile en acil ihtiyaçları karşılamaya yardımcı olduğunu, makarna, bulgur, yağ, salça, soğan gibi en temel gıda maddelerine erişimi olanaklı kıldığını gösteriyor.

Soru 5- Toplanan vergiler yine devletin şatafatlı harcamalarına gitmez mi?

Gerçekten Deprem Vergisi adı altında banka işlemlerimizden, cep telefonlarımızdan, internet kullanımlarımızdan kesilen paraların 71 milyar liraya ulaştığı hesaplanıyor. Bu paraların nereye harcandığına dair en ufak bir bilgi de verilmiyor. Öte yandan içinden geçilen ekonomik krize karşın Saray’ın şatafatlı harcamaları sürüyor, valiler lüks makam arabaları edinmekten vazgeçmiyor. Diyanet’in bütçesi 13 milyara dayanıyor. Tüm bunlar halk arasında AKP rejimine korkunç bir güvensizlik yaratıyor. Yurttaşların devlete verilen vergilerin çarçur olacağı yolunda kaygıları güçleniyor. Önerim, kesilen paraların doğrudan İşsizlik Sigortası Fonu’na gitmesi. Gelirlerin buradan şeffaf biçimde ilan edilmesi. Kayıtlı ailelere ödemelerin mevcut kaynaklardan, henüz mevduatlardan vergi kesintisi yapılmadan başlaması. Böylelikle kuşkuların giderilmesi.

Soru 6- Madem Sosyal Koruma Kalkanı çerçevesinde tüm ödemeler İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılıyor. Bu uygulama devam edemez mi?

Bu fon işgücü içerisinde bulunan, ancak işsiz kaldığı için gelir elde edemeyen emekçiler için oluşturulmuş bir kaynak. Aslında bu kapsam dışındaki hiçbir ödeme fonun misyonuna uygun değil. Kasım sonuna kadar Sosyal Koruma Kalkanı çerçevesinde yapılan bütün ödemeler 44 milyar lira civarında idi. Bu bir yönüyle GSYH’nin yüzde 0.92’si civarında dünya standartlarının çok altında bir mali destek. Bir yönüyle de fonun kaynaklarının hızla eridiğini gösteriyor. Fonun gelirleri yılın ilk 11 ayında 61 milyar lira giderleri ise 105 milyar lira, açık 44 milyar lira olmuş. O nedenle fonun öngörülen Dayanışma Vergisi’yle 38.1 milyar lira takviye edilmesi yerinde olacaktır.

Soru 7- Aynı gelir vergi dilimlerinin genişletilmesi yoluyla sağlanamaz mı?

Türkiye’de gelir ve servet dağılımı bozukluklarının göreceli azaltılmasında en önemli araçlardan biri gelir vergilerinin artan oranda olmasıdır. Örneğin 2021 için üst sınırın 650 bin lira üstü olması ve en yüksek oranın yüzde 40’ta tutulması bekleniyor. 1 milyon 300 binin üstü için yüzde 50, 2 milyon 600 binin üstü için yüzde 60’a varan vergiler uygulanabilir. Bu talep de ayrıca dile getirilmelidir. Ancak vergi dilimlerinin genişletilmesiyle elde edilen kaynak bütçeye irat kaydedilecek, yine keyfi, örtülü harcamaların önü kesilemeyecektir. Halbuki dayanışma vergisi doğrudan İşsizlik Sigortası Fonu’na gelir oluşturacaktır.

Soru 8- Bankalardaki hesapların vadelerinin farklı dönemlerde olması sorun yaratmaz mı?

Öneride ailelere 1.000’er liralık ödemelerin 6 aya yayılması öngörülüyor. Zaten Türkiye’de mevduatlar çoğunlukla 1-3 ay vade aralığında yoğunlaşmıştır. Vergi kesintisinin vade dolunca yapılması, mevduatın çekilmemesi halinde zamana yayılması gibi seçenekler kolaylıkla geliştirilebilir. Sınırlı bir vergi konulmasını mevduat sahipleri açısından daha da yumuşatan teknik ayarlamalar zahmetsizce yapılabilir.

Soru 9- Farklı mevduat düzeylerine farklı vergi oranları uygulanamaz mı?

6 milyon 350 bin aileye 6 ayda 1.000’er lira ödenmesinin toplam maliyeti 38.1 milyar liradır. BDDK verilerinden sadece 322 bin 225 milyonerin ekim sonu itibarıyla 2 trilyon 61.5 milyar lira mevduatı olduğunu biliyoruz. Bu rakamın hem mevduat bakiyelerinin, hem de milyoner sayısının artışıyla 2020 sonunda 2.5 trilyon liraya dayanacağını tahmin ediyoruz. Elimizde daha ayrıntılı bir döküm bulunsa, toplam hasılat 38.1 milyar lirayı bulacak şekilde vergi oranlarını kolaylıkla kademelendirebiliriz. Ortalaması yüzde 1.5’i bulmak şartıyla farklı bakiyelere Arjantin gibi yüzde 1 ila 3 arasında vergi uygulanacak aralıkları belirleyebiliriz.

Soru 10- Bu ödemeler enflasyonu artırıcı etki yaratmaz mı?

Bu soruya çok net yanıt verebiliriz. Konu açlık, sefalet, en temel ihtiyaçlarının karşılanmasıysa hiçbir makro ekonomik gerekçe, enflasyon, cari açık vb. insani kaygıların önüne geçemez. Kaldı ki ellerine nakit para geçen aileler acilen harcamaya yöneleceği, temel mal ve hizmetlere talep yaratacağı için 2021 başında durgun seyretmesi beklenen ekonomik talebe hız kazandırır. Ayrıca su, elektrik, doğalgaz faturalarını ödemeye öncelik verebilirler. Dövize yönelmeyecekleri için kurları zıplatmazlar, ithal mallarına uzanamayacakları için cari açığı tırmandırmazlar.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Gizli dünya hiyerarşisinde bir mikrop - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

 

Bazı insanlar, kadere yenilmez. Bazı insanlar, zamana ezilmez. Üzerlerine kaya gibi mutsuzluk dökülür, karanlığın tam ortasına atılır ama battıkları yerden güneş gibi doğar bazı insanlar. 

David Cornwell, o bazılarındandı. 

Geceydi. Ağabeyi Anthony yedi, David beş yaşındaydı. Uyuyorlardı. Sabah kalktıklarında, anneleri yoktu. Onları bırakıp gitmişti.  

Kendince haklıydı kadın. Dayağını yediği babaları çekilecek “herif” değildi. Ronald Cornwell; 1950 ile 60 arası Londra’daki yeraltı dünyasının ikiz gangsterleri Ronnie ve Regie Kray’e ortaklıktan hapis yatmış bir dolandırıcı, sabıkalı borçlu ve kumarbaz; uzaktan çok karizmatik, yakından tehlikeli bir zorbaydı. 

Ama gerçek bir anne, çocuklarını böyle bir babaya bırakıp kaçar mı? 

Terk edilmişlik duygusu, David Cornwell’i ömrünce terk etmedi. Tabii ki terk edeni de affetmedi. Reşit olduğunda izini sürüp buldu, gerekçelerine kayıtsız kaldı ve ömründe bir kez, o da eldivenle elini sıkan annesinin evden kaçışını, Güvercinler Tüneli’nde* istihbaratçı jargonuyla anlattı: “İyi organize edilmiş ve bölümlendirme kurallarına harfiyen uyulmuş bir tahliye operasyonuydu.”

Yoksul milyonerler

Buna karşın o tehlikeli gangster, karizmatik dolandırıcı, “kafası bile ipotekli” diye tarif ettiği babasına; bazen nefretle karışık bir şefkat besliyor ve onun telefonun öbür ucunda, hep para, daima para, hatta esin kaynağı olduğu savıyla kitaplarından telif yüzdesi istemek için bile hıçkırdığını duyduğu zaman, “Hayır!” diyemiyordu. 

Çünkü o hayırsız koca, her zaman parasız ve hırsız baba; oğulları kendisi gibi olmasınlar diye çalmış çarpmış, zaten çoğu kez okul taksitlerini de ödemeden, en iyi okullarda okutmuştu. David, geçen yıl The Guardian’a verdiği bir röportajda, çocukluk ortamını “Olağanüstü, durmak bilmeyen suç makinesi babam ve onun çevresi” diye tanımlamıştı. “Yoksul milyonerler” gibi yaşadıkları İngiltere’deki evde faturalar ödenmediği için sık sık elektrik ve su kesiliyor, baba Ronald onları İsviçre’ye tatile götürüyor, ancak otelden para ödemeden sıvışıyorlardı.     

Ronald Cornwell, oğullarını zorluklarla tek başa çıkmayı öğrensinler diye ayrı okullara yazdırmıştı. 

Solucan centilmen

İkisi de iyi okudu. Ağabey Anthony Cornwell, reklamcı oldu. New York’ta küresel bir şirketin CEO’luğuna kadar yükseldi.

David’e gelince...

Sherborne School’da tahammül etmek zorunda kaldığı “solucan” lakabını, yavaş yavaş dönüştüğü İngiliz centilmeni profiliyle unutturdu. Geçirdiği değişimi, The Guardian’a verdiği röportajda, “Tıpkı bir casus gibi giyimimi, sesimi, tavırlarımı değiştirdim ve kendime ait olmayan bir özgeçmiş icat ettim” diye anlatacaktı. Sherborne’dan sonra İsviçre’ye gitti. Berne Üniversitesi’nde Almanca ve Fransızca öğrendi. Oxford’a geçti. Hemen tüm İngiliz politikacıların yetiştiği Eton’da iki yıl öğretim üyeliği yaptıktan sonra Dışişleri Bakanlığı’na girdi.

Hamburg’da diplomat olarak görevliyken, İngiliz gizli servisi MI6 tarafından casus kadrosuna alındı. Zaman, Soğuk Savaş zamanıydı. İlk romanı Ölüm Çağrısı’nı Hamburg’da yazdı. Devlet memuru olduğu için gerçek adını kullanamazdı. Bir gün otobüsle giderken, gözüne Fransızca bir dükkân tabelası çarptı: Le Carré. 

Kitap, Berlin’e duvar çekildiği 1961 yılında yayımlandı. Ama ne ilk romanı dikkat çekti ne de ikincisi.

Üçüncü romanı Soğuktan Gelen Casus** 1963 yılında yayımlandığında, Bonn’da görevliydi. Yirmi milyon satışla bir dünya rekoru kıran kitabı kendisinin yazdığını kimseciklere söyleyemiyordu!

Yazarın babasının oğlu! 

Yazar John Le Carré edebiyat dünyasına doğarken, diplomat David Cornwell casusluk dünyasına veda etmek zorunda kaldı. MI5’teki çifte ajan Kim Philby, aralarında David’in de bulunduğu İngiliz casusların listesini Ruslara verip SSCB’ye sığınmıştı. Kimliği açığa çıkan ajan Cornwell, 1964 yılında hem MI6 hem de Dışişleri’nden istifa etti. Artık John Le Carré olarak yaşayacak, eski kimliğinden casusluk romanları yazmak için yararlanacaktı. 

Dünyanın en iyi yazarlarından biri, casusluk türünde en iyisi oldu. 

Babası Ronald, hiç değişmemişti: Oğlunun kitaplarını “yazarın babası” ithafıyla imzalayıp fahiş fiyatlara satıyor; alıcılar bu kitapları John Le Carré’ye imzalatmak istediğinde o da “yazarın babasının oğlu” ithafını ekleyerek imzalıyordu. 

Le Carré, ince mizahı ve kendisiyle dalga geçebilen mizacıyla gerçek bir İngiliz centilmeniydi. Casus nedir sorusunu, “Gizli dünya hiyerarşisinde bir mikrop” diye yanıtlardı.

Affetmeden tahammül ettiği babası 1975 yılında öldüğünde, cenaze masraflarını ödedi, ama törene gitmedi. Ne var ki 1986 yılında Ronald’ın baskıcı babalığından esinlendiği Mükemmel Bir Casus romanını bitirdiğinde, katarsise girip saatlerce ağladı...

Seksen dokuz yıllık ömründe, iki evlilikten dört oğlu, on üç torunu ve çok mutlu oldu. İlah yazarlarımdan biri, casus romancılığı idolümdü. Toprağı bol, ışığı parlak olsun.

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet 

* Alfa Yayınları

** Kırmızı Kedi Yayınevi