16 Temmuz 2014 Çarşamba

Otoritenin özgürleşmesi-İzzettin Önder/ SOL

Neden "otorite" ile "özgürlük" sözcükleri bir araya gelmesin ki! Özgürlük, insanların içinde rahatlıkla davranabildiği bir ortam, davranışsal serbestliği betimleyen çevre koşullarının nitelemesidir. Otorite ise karşı kişi ya da gruba ya da tüm çevreye karşı takınılan kişisel ya da örgütsel tavrı betimler. Başka bir deyişle, otorite ve özgürlük, tavır ve çevre ilişkisidir. O nedenle, sağlanan ve desteklenen görece özgürlük ortamında otoriterlik yükselir, çünkü sessiz kalınan, tepki gösterilmeyen bir ortam aynı zamanda faşizan davranışa da özgürlük sağlar. Buna karşın, eleştirel ve demokratik ruhlu çevre faşizan tavra özgür ortam değil, reddedici ortam oluşturur. Bir faşist konuşurken onu hayranlık histerisi içinde seyreden meczuplar gurubu tabii ki faşiste ruh verir, onda kırbaç etkisi yaparak,
güçlendirir. O nedenledir ki, toplumlarda bir şekilde "ileri gelenler" kategorisine giren aydın, sanatçı, sporcu, iş insanı, akademisyen vs fevkalade sorumlu davranmak durumundadır, çünkü faşistlerin yükselmesi ya da frenlenmesi büyük çapta onların elindedir. Bu kişilerin faşizan eğilimlere prim vermemek adına, nezaketen de olsa vaki bir propaganda davetine gitmemesi gerekir, gitse bile, elinin alkış sesine hakim olmak durumundadır. Kaldı ki, faşiste nezaket gösterilmez, ancak yalakalık yapılır. Daha da önemlisi, gerçek bir aydın faşistin söyleyecekleri "pembe soslu yalanları" utanmadan "sap gibi" dinlemek istemiyorsa, daveti reddedebilir, ne gazeteden atılmaktan, ne üniversiteden kovulmaktan, ne de vergi denetim ordusundan korku taşımadan dik duruş sergilemelidir. Bu gibi durumlarda "mağdur" olmak, faşistlerin bol siyaset malzemesi gibi yozluk değil, tarih ve toplum huzurunda şereftir! Sartre'in dediği gibi, insan özgürlüğü kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.
Faşist güçlendikçe özgürlüğü yok eder. Tipik bir faşist huyu; gücü ele geçirinceye kadar özerk, sonra baskıcıdır, özerklik onun için hedef değil, araçtır. Hatta, bir faşist doğrudan hedefe girmeyen alanlarda oldukça özerk ve demokratik görüntülü davranış sergileyebilir. Bu davranış da bir faşist için hem asıl davranışı kamufle edici, hem de çevreyi aldatarak taraftar toplayıcı işlev görür. Görülüyor ki, "özerklik" ile "otorite" sözcükleri yan yana gelebilir, ancak niteliklerine bağlı olarak, bu iki olgu bir arada bulunamaz. Faşiste faşist kafalılar ya da aymazlar veya oportünistler özgür ortam sağlar. Oysa, gerçek aydın, bilim insanı ya da sanatçı faşiste özgür ortam sağlamaz, çünkü bunlar birbirinin panzehiridir. Özgür toplumda faşizm yaşayamayacağı gibi, faşizmde de gerçek özgürlük olmaz. O nedenle en ufak bir otoriter eğilime fırsat verilmemelidir, çünkü faşizm güçlendikçe bu dokuları boğar.
Faşizme özgü tipoloji genellikle büyüklük tipidir. Engin Geçtan Hoca'dan ufak bir okuma yapalım: "Büyüklük hezeyanları .... inatçı ve kalıcıdırlar. Büyüklük hezeyanları içerik açısından, kişinin kendisini olağanüstü yetenekli ya da çekici bulması gibi basit bir içerikten, peygamber, bilim adamı ya da kâşif olarak bir insanlık devrimi gerçekleştireceğine ilişkin önemli bir inanç geliştirmesine kadar değişebilir. Bu tür hezeyanlar genellikle süreklilik gösterirler ve düşünce yönünden çok iyi örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, böyle bir insan zaman zaman gerçekçi bir toplumsal, sanatsal ya da bilimsel hareketin içinde yer alabilirler, hatta ender bazı durumlarda müritler edinerek kendine göre bir reform başlatıp, sürdürebilir."(Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, s.138)
Geçtan Hocanın modeli ilginç, ancak bir ulus gibi kütleyi böylesine kandırmak biraz kuşkulu gözükebilir. Bunun örneğini, Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Almanya'nın içinde bulunduğu durumda yükselen Hitler oluşturabilir. Almanya o dönemde öyle bir durumda idi ki, İkinci Paylaşım Savaşı'nı Keynes bile öngörmüş idi.
AKP adayı için para toplanacakmış. İşte, ABD özlemli, siyasi propagandayı da sirk tuluatı zanneden sanatçı ve yazarların hayran oldukları bir propaganda aracı! Bu sandığa para atanlarla atmayanlar ya da atamayanlar bir olur mu? Paralı cumhurbaşkanı sandığa para atmayanların da temsilcisi olabilir mi? Cumhurbaşkanlığı görevi de, bu göreve giden seçim kampanyası da niteliksel olarak patates satışı değil, kamusal hizmettir. Kamusal hizmet özel finansmanla yürütülemez. Mecbur muyuz, ABD'nin her saçma modelini adapte etmeye! Hem muhafazakarlık, hem emperyalin taklitçiliği! Böyle bir kaynak tabii ki olmalıdır; bu tür kamu hizmetleri bireyin şahsi serveti ile yürütülmez, yürütülmemelidir. Bu kaynak genel bütçeden ve her adaya eşit miktarda ve seçmene nakdi ya da ayni dönüş yapılmayacak şekilde tahsis edilmelidir. Zaten kapitalist sistemdeyiz. Anayasa Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı ve başbakanın aday olmaları durumunda görevlerinden ayrılmalarına gerek olmadığı şeklinde, üstelik de bunu görevlerinin gereği olarak yorumlayan, bir garip kararı var. Şimdi şu Anayasa Mahkemesine soralım: bu görevdeki insanlar vefat dahi edemez mi, ya da hastalık nedeniyle malul olamaz mı, o zaman ne yapılacak. Bu kişiler görevleri gereği malul olamaz ya da vefat edemez diye de bir Anayasa Mahkemesi kararı da var mı acaba! Bu garip karar üzerine, bir de mendil açıp para toplamak! Tek kelime ile, AYIPTIR NOKTA! İşte size mutlak özgürlük ortamına salınmış otorite! Asker gücü ile iktidara gelen veya iktidarda kalmaya çalışanları (kimler ise!) eleştirenler, ne hazin bir toplumsal manzara ki, bugün polis, medya ve baskı gücü ile belirli makamlara çıkmayı hedeflemektedir! İtalyan faşizmini tarif eden Primo Levi'ye kulak vererek bugünkü yazıyı sonlandıralım: "Bu rejim, İtalya'yı haksız ve hasta bir savaşa sürüklemekle kalmamış,aynı zamanda bunu yüceltmiş ve emeğin sömürüsüne, düşünen ve esir olmak istemeyenlerin sessizliğine dayalı sistematik, hesaplı yalanların üzerine kurulmuş tiksindirici bir hukuk ve düzenin bekçisi olmuştur."
Bugünlerde içinden geçtiğimiz hazin ve antidemokratik süreci değerli dostum Esen Aslandoğan'la konuşurken, onun da yardımı ile, böyle bir yazı ortaya çıktı. Umalım, hepimizin kafasında bazı çağrışımlar yapar, umarım otoriteyi özgürleştirmemede başarı sağlarız!
İzzettin Önder/ SOL

Ortaçağ Karanlığı ve Teknolojik Devrim-ÖZLEM YÜZÜAK

IŞİD belası, bölge coğrafyasını ortaçağ zihniyetinin çok daha derinliklerine sürükleyen ölümcül karanlık yanı başımızda iken teknolojik devrimleri, yaşam alışkanlıklarımızın sil baştan tanımlandığı yeni süreçleri konuşuyoruz. 

Intel’in yeni teknolojilerden sorumlu Başkan Yardımcısı Ayşegül İldeniz ile 8 ay aradan sonra yine beraberiz. Daha önce Intel’in Türkiye, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Başkanlığı’nı yürüten İldeniz, geçen yıl Silikon Vadisi’nde yeni görevine başlamıştı. Çalışkan, heyecanlı ve azimli bir kadın. Daha doğrusu, dünya teknolojisinin kalbinin attığı Silikon Vadisi’ndeki en kıdemli Türk kadın yöneticisi. Sabah kahvaltısında buluşuyoruz. Moğolistan’da Gobi Çölü’nde aralarında Nasuh Mahruki’nin de bulunduğu bir grup arkadaşı ile birlikte motosikletle çıktığı tatilden yeni dönmüş. Yol yorgunluğuna karşın alabildiğine enerjik. Yanındaki poşetten bir oyuncak bebek, bir kol saati, bir kulaklık ve bir şarj kâsesi çıkartıp masanın üzerine koyuyor; “İşte biz bunların üzerinde çalışıyoruz” diyerek. Bahsettiği konu artık literatüre “nesnelerin interneti” olarak girmiş bir kavram. Nesnelerin internetinin temelinde algılayıcılar (sensörler) var. Örneğin kol manşetinde kalp atışını ölçen akıllı gömlek... Ya da cep telefonuna gelen bütün bilgileri, mesajları görebildiğiniz akıllı bilezik... Veya bebeğin giysisine takılan, nefes alışını, hareketlerini izleyen, uyandığını anneye içtiği kahve fincanının rengini değiştirmek suretiyle haber veren, aynı zamanda süt ya da mama ısıtıcısını devreye sokan bir çip. 
Peki akıllı kulaklığa ne dersiniz? Siz araba sürerken size o gün annenizin doğum günü olduğunu hatırlatan, hatırlatmakla kalmayıp yol güzergâhınızdaki en yakın çiçekçiyi kendiliğinden tespit eden bir minik alete... İldeniz, “Bugün dünyada 7-8 milyar akıllı nesne var. 2025 yılında bu sayının 30 ila 50 milyara varacağını öngörüyoruz. İnsanlar ve nesnelerin birbirlerinin farkında olduğu, birlikte bir işlev kazandığı bir dünyadan bahsediyoruz” diyor. Deloitte tarafından hazırlanan “Elektronik Haberleşme ve Eğilimler 2011” raporuna göre de 2020 yılına kadar cep telefonu, sabit telefon, bilgisayar, ev ve araba içi cihazları, müzikçalar, TV, elektronik kitap okuyucu ile endüstriyel makine ve algılayıcılardan oluşan 50 milyar kadar cihaz yaygın iletişim ağları üzerinden haberleşecek. Bu da dünyadaki her bir insana karşılık altı aygıttan fazlası anlamına geliyor. Bireyleri ise yaşam alışkanlıklarının baştan tanımlanacağı bir süreç bekliyor. 
Teknoloji devi Intel, nesnelerin internetini günlük yaşama yerleştirmek için ciddi bir çalışma içinde. İldeniz, “Ekibimin içinde etnolog ve antropologlardan oluşan bir çalışma grubu da bulunuyor. Onlar insanların davranışlarını gözlemliyorlar, geleceğin teknolojilerini buna göre oluşturuyoruz” diyor. 
Örneğin, Jarvis“sürekli online” bir kişisel asistan. 
Kulağınıza takıyorsunuz, herhangi bir konuda yardım istemek için telefona uzanmak gerekmiyor, sadece sormak yeterli. Bu derhal akıllara son dönemin en başarılı bilimkurgu filmlerinden olan “Her”ü getiriyor.“Akıllı kâse” bir diğer örnek; şarjı biten telefonunuzu ve diğerlerini, “akıllı kâse”nin içine atıveriyorsunuz ve kendi kendine şarj oluyor. Kısacası priz, şarj kablosu aramak da yakında tarih olacak ve evet, buna hiç üzülmeyeceğiz. Giyilebilir teknolojilerin bir de “moda” ayağı var. İldeniz bunu da“insanlar artık teknolojiyi estetik görüntü ile birlikte istiyorlar” diye açıklıyor. Intel ve tasarım evi Opening Ceremony, tasarımı Opening Ceremony tarafından yönlendirilecek ve Intel teknolojisi üzerinde çalışacak bir akıllı bileklik için birlikte çalışıyorlar. Bu akıllı bileklik, Barney’s New York’ta satılacak. 
Keza spor yaparken müzik dinlediğiniz kulaklığın kullandığı enerjiyi müzikten elde etmesi... Tüm bunların hepsi bu yılın son çeyreğinde piyasaya çıkacak. Intel bünyesinde 4 bin mühendis bu yeni fikirleri ürüne dönüştürüyor.
 

Bu arada Intel’in geçen mayıs ayında İstanbul’da İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) içinde açtığı yeni Ar-Ge Merkezi hakkında da konuşuyoruz. Burası Intel’in Avrupa’daki üçüncü açık Ar-Ge yani Paylaşılan Ar-Ge merkezi. Başında gencecik bir bilim kadını var: Aslı Eşme Aslan. Burada mühendis ve yazılımcılar hem yeni yazılımlar üzerinde Avrupa’daki merkezlerle ortak çalışıyorlar hem de gelişmekte olan pazarlara yönelik farklı ürünlere odaklanacaklar. Tüm bunlar iyi hoş da nesnelerin interneti ile birlikte zaten şimdiden fazlasıyla ihlal edilmiş olan özel yaşamlar tamamen açığa çıkmış olmuyor mu? İldeniz, 2 ayda bir bir araya geldikleri moda devlerinin “sattığımız ürünün ne sıklıkla ve nasıl kullanıldığını keşke bilsek” diye taleplerinin olduğunu söylüyor. Düşünsenize, satın aldığınız bir çantanın içine takılan bir çiple her an izleneceğinizi... Hadi bunlar masumane diyelim ama ya ötesi? Teknolojik devrim tamam iyi de yeni dijital dünya hukuk, kişisel yaşama saygı ve güvenlik gibi bir dizi düzenlemeyi de beraberinde getiriyor. Onların olmaması ve teknolojik gücün kötü ellerde kullanılması, bugün yaşadığımız dünyayı daha iyiye götürmek yerine çok daha derin bir karanlığın içine de sürükleyebilir. Ne yazık ki henüz hukuk teknolojik gelişim hızının hayli gerisinde. Bu yüzden aman dikkat...  

ÖZLEM YÜZÜAK
Cumhuriyet

Çok yönlü bir yaratıcı-Evin İlyasoğlu

Ünlü müzik insanı İlhan Mimaroğlu’nu iki yıl önce yitirmiştik.
Özellikle Amerika ve Fransa’da ünlenmiş bir elektronik müzik bestecisiydi ama aynı zamanda radyo programcısı, eleştirmen, klasik müzik ve caz tarihçisi, plak yapımcısı, müzikolog, köşe yazarı ve ‘karşı görüş’ü içselleştirmiş bir düşünürdü.


iki yıl önce 17 Temmuz’da aramızdan ayrılmıştı. Ünlü Mimar Kemalettin’in oğlu, köklü bir İstanbul-Moda ailesinin çocuğuydu. Hani fotoğrafı 20 Türk Lirası’nın üstünde yer alan, 1. Ulusal Mimarlık Akımı’nın öncüsü Mimar Kemalettin Bey’in! 
İlhan Bey bir yaşındayken babasını yitirmiş. Hiçbir zaman ünlü birinin oğlu olmakla övünecek bir karaktere sahip değildi. Yine de eğer yaratıcılık soya çekimse, İlhan Bey’in çok yönlü yaratıcılığında bunu izlemek olasıdır. Özellikle Amerika ve Fransa’da ünlenmiş bir elektronik müzik bestecisiydi ama aynı zamanda radyo programcısı, eleştirmen, klasik müzik ve caz tarihçisi, plak yapımcısı, müzikolog, köşe yazarı ve“karşı görüş”ü içselleştirmiş bir düşünürdü. 
Galatasaray Lisesi’ni, Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirmişti. 1966’da elektronik müzik konusunda Columbia Üniversitesi’nden “master” derecesi almıştı. Çağdaş Türk müziği tarihindeki yeriyse ilk kuşak bestecilere tepki olarak ortaya çıkan ikinci kuşağın içindeydi. 
Eşi Güngör Mimaroğlu ile 1961’den başlayarak New York’ta yaşadı. Mimaroğlu, elektronik yapıtlarını, çağın nice öncü bestecisi, örneğin Milton Babbitt veyaUssachevsky gibi Columbia- Princeton Üniversitesi’nin elektronik laboratuvarında bestelemişti. 
Şimdi orada bestelediği elektronik yapıtların kayıtları “Mimaroğlu Arşivi” adı altında Columbia Üniversitesi’nde yer alıyor. Diğer müziklerinin notaları ve dosyalar Harvard Üniversitesi’nin arşivine katıldı. Ayrıca MOMA’nın (Modern Sanat Müzesi) yazışmalar bölümünde, başta John Cage ve Jean Dubuffet gibi kişiler olmak üzere nice mektuplaşması yer alıyor. 
Mimaroğlu’nun yaratıcı dünyasında müzik kadar görsellik de önemli yer tutar. Örneğin usta bir fotografçı olarak binlerce kare resim çekmişti. Onlar da diğer belgeler gibi arşivlendi. 
Mimaroğlu’nun elektronik yapıtları her ne kadar soyut dil konuşsalar da mutlaka ya bir mesaj taşırlar, ya görsellikle ya da şiirle birleşip yeni bir soyutlamada yeniden doğarlar. 
Fellini’nin 1969’daki “Satyricon” filminin müzikleri Nino Rota ile Mimaroğlu’na aittir. Hepimiz onun Varlık Yayınları’ndan çıkan “Müzik Tarihi”yle büyüdük, “11 Çağdaş Besteci” kitabıyla 20. yüzyılı tanıdık. 

Caz müziğini Türkiye’de ilk tanıtan kişilerden biri olmuştu. Radyoda uzun yıllar “Caz Saati” programları hazırlamış; 1958’de “Caz Sanatı” adlı kitabı çıkmıştı. Bu kitap yayımlanmasından 55 yıl sonra 2013’te PAN Yayıncılık tarafından yeniden basıldı ve büyük ilgi gördü. 
Güncelerinde ve köşe yazılarında bilgece dünyaya kafa tutan, bazen çocuksu bir saflıkla soru soran, bazen aydınlatan, düşündüren yazılar yazmıştı. Müzik eleştirmenliği konusunda da Türkiye’deki öncülerdendi. 
Ertegün Kardeşler’le yaklaşık 30 yıl çalıştığı Atlantic Plak şirketinde, bugün tarihe geçen albümler üretmiş; kendi yapıtları da İdil BiretMeral GüneymanDoris HayesCharles MingusFreddie HubbardJanis Siegel gibi yorumcular tarafından kayda alınmıştı. 
Ne mutlu ki Mimaroğlu’nun bıraktığı tüm yapıtlar ve belgeler şimdi emin ellerde. Darısı diğer bestecilerimizin başına.  

Evin İlyasoğlu
CUMHURİYET

13 Temmuz 2014 Pazar

Meğer AKP de Kemalistmiş- Haluk Hepkon Odatv.com

Papağanların konuşması taklide dayanır. Bu yüzden doğada özgür yaşayan papağanlar konuşamaz. Buradan yola çıkarak taklidin bir esaret alışkanlığı olduğu söylenebilir. Kısacası özgürlük ile yaratıcılık arasında doğrudan bir ilişki vardır. Esir yaratmaz, yalnızca taklit eder.
Ülkemizdeki yazar çizerlerin taklide olan merakının nedenini de bu türden bir bağımlılıkla açıklayabiliriz. Duyduklarını, gördüklerini ya da bir yerlerde okuduklarını tekrarlamayı, düşünmek zannetmektedirler. Buna “Papağan Sendromu” diyebiliriz. Bağımlı bir ülkenin düşün hayatında taklit her zaman geçer akçedir.
Türkiye’deki komplo teorisyenlerinin durumunu da “Papağan Sendromu”ile açıklamak mümkündür. Bütün sözde eleştirilerine rağmen bağımlıdırlar; bu yüzden mahreci Batı olan her lafa hayran olurlar. Burada taklit yaltaklanma ihtiyacının farklı bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonominin ve siyasetin temel kavramlarını anlamaktan acizdirler. Bu darlık yüzünden Batı’daki aşırı sağcıların saçma sapan hurafelerini tekrarlamakta; sürekli CFR, İlluminati, masonlar, Yahudi lobisi demeyi siyaset yapmak sanmaktadırlar. Yaratıcılıktan uzaktırlar; söylediklerinde ya da yazdıklarında orijinal hiçbir şey yoktur.
KOMPLO TEORİLERİNİ DEĞİL ANTİEMPERYALİZMİ HEDEF ALMAK
Eğer konu “Papağan Sendromu”ysa, sadece komplo teorisyenlerinden bahsetmek haksızlık olur. Ülkemizde benzer bir durum komplo teorilerini eleştirenler arasında da mevcuttur. Bu “eleştirmenler” de ideolojik gıdalarını Batı’dan almaktadırlar. Yaptıkları,komplo teorilerini eleştiri adı altında Batı’da piyasaya sürülenleri parlatıp cilalamaktan ibarettir.
Biraz açalım. Batı’da Daniel Pipes, Bassam Tibi, Bernard Lewis, Antoine Vitkine gibi isimlerin başını çektiği bir “eleştiri geleneği” hakimdir. Siyasi muhtevası en az eleştirdiği hurafeler kadar berbat olan bu “gelenek”antiemperyalist her türlü analizi karalar; emperyalizme karşı Ezilen Dünya’daki bütün tepkileri komploculuk diye yaftalar. Buna göre, örneğin, ABD’nin Ortadoğu’da ya da Türkiye’de bir takım hesapları ve ilişkileri olduğunu söylemek komploculuktur, paranoyaklıktır. Emperyalizmin dünyanın büyük bir bölümünü ezdiğinden, sömürdüğünden bahsetmek bağışlanmaz bir hatadır. Bunu söyleyen günahkârların zihin yapıları Batılılardan farklıdır. Araplar, Türkler, Ortadoğulular, yani Doğulular hastalıklı bir zihin yapısına sahiptir.
KEMALİZMİN GÜNAHI NE
Noam Chomsky, ABD’nin kendisini eleştirenleri “komplo teorisyeni”diyerek karalamaya çalıştığını söyler.[1] Ülkemizde komplo teorileriyle mücadele etme adına Pipes ve benzerlerinin tezlerini tercüme etmekle yetinenlerin kendilerine başdüşman olarak ulusalcılığı seçmeleri eşyanın tabiatına uygundur. Doğan Gürpınar’ın yeni çalışması Komplolar Kitabı’nı da bu çerçevede ele almak gerekiyor. Geçerken belirtelim; Gürpınar kitabında Pipes ve Tibi’yi oryantalistlikle eleştirmektedir. Fakat Pipes ve Tibi’nin ayırt edici özelliği oryantalizm değil Ezilen Dünya’daki antiemperyalist hareketlerden nefret etmeleridir. Bütün tezlerini ulusalcılığı eleştirmek üzerine kuran Gürpınar, Pipes ve Tibi’nin antiemperyalizm konusunda gösterdiği tutumu bire bir benimsemektedir.[2]
Gürpınar’a göre ülkemizde komploculuğun yaygın olmasının nedeni Kemalizmdir. Komplo teorileri Kemalizmin iki ana unsuru olan antiemperyalizm ile gericilik karşıtlığını birbirine bağlamaktadır ama Kemalizmin günahı bununla sınırlı değildir. Kemalizm komploculuk aracılığıyla ulusalcılığa dönüşmüş; bununla da yetinmemiş, solu ve İslamcılığı da kendine benzeterek komplocu yapmıştır. Kısacası ulusalcısından, İslamcısına, sosyalistinden milliyetçisine kadar memleketteki herkes komplocudur; bunun nedeni de Kemalizmdir. Bu hastalıklı zihin yapısına karşı bağışıklığı olan sadece Gürpınar ve arkadaşlarıdır.
Gürpınar’ın “her kötülüğün nedeni” olarak Kemalizmi ve ulusalcılığı görmesi aslında ironiktir. Onun bu tuhaftavrıyla kötü giden her şeyin sorumlusu olarak Yahudileri ya da masonları görenlerin paranoyaklıkları arasında ciddi hiçbir fark yoktur. Gürpınar yakın tarihimizi mutlak bir iyilik ve kötülük zıtlaşmasıyla açıklamaktadır. 1908’den beri bütün olan biteni Sabetaycıların faaliyetleriyle açıklayanlardan tek farkı onun dünyasında mutlak kötülüğü Kemalizmin ve ulusalcılığın temsil etmesidir.
ULUSALCILIK VE KOMPLOLAR
Peki, Gürpınar tamamen haksız mıdır? Türkiye’de ulusalcılığın komploculukla ve komplo teorileriyle ilişkisi ne durumdadır? Bu soruya yanıt vermeden önce siyasi analiz yapmak ile komplo teorilerini savunmak arasındaki fark üzerinde durmak gerekiyor.
Türkiye ve Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan gelişmeler herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Irak parçalanmıştır, Suriye parçalanmak istenmektedir, Türkiye’de yaşananlar ortadadır ve Gürpınar dışındaki bütün dünya emperyalizmin Ortadoğu’daki faaliyetlerinin farkındadır. Bu durumu tespit etmek ile dünyayı masonların ya da CFR’nin idare ettiğini söylemek arasında ciddi bir fark vardır. Gürpınar ise uyduruk bir “komploculuk” tanımıyla bu ikisi arasındaki farkı muğlaklaştırmaya çalışmaktadır. Gürpınar’ın Türkiye’ye dayatılan emperyalist senaryolara karşı çıkışları karalamasıyla Pipes’ın ve benzerlerinin Ortadoğu’daki her türlü emperyalizm eleştirisini komplo teorisyenliği ile itham etmeleri arasında hiçbir fark yoktur.
Kuşkusuz komploların varlığı komplo teorilerini meşrulaştırmaz. Her siyasi akım içerisinde olduğu gibi ulusalcılık içerisinde de komplo teorilerine inanan kesimler mevcuttur. Fakat bu durum Türkiye’de komplo teorilerinin bayraktarlığını İkinci Meşrutiyet’ten beri İslamcı akımların yaptığı gerçeğini değiştirmez. Gürpınar’ın bu durumu gözardı ederek bütün faturayı Kemalizme kesmesinin, hatta İslamcı akımların komplo teorilerine başvurmasını bile Kemalizmin ve ulusalcılığın bir günahı gibi göstermesinin nedeni tamamen ideolojiktir. Gürpınar ulusalcılığa karşı duyduğu nefreti meşrulaştırmak için gerçekleri tahrif etmekten çekinmemektedir.
AKP ELEŞTİRİSİNİN ZAMANLAMASI
Komplo teorileriyle ilgili her lafı döndürüp dolaştırıp ulusalcılığa getiren Gürpınar’ın AKP’ye bakışı da son derece ideolojiktir. Aslında Gürpınar’ın AKP’ye karşı tavrını iki ayrı döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem AKP’nin güçlü olduğu dönemdir. Gürpınar’ın bu dönemdeki tavrını daha iyi anlamak için “öğretim görevlisi” olarak katıldığı “Komplo Avcıları Meslek Yüksek Okulu” etkinliğinden bahsetmek gerekiyor. Gürpınar, o dönemde şimdilerde “komploculukla” suçladığı AKP’nin yan kolu olan Genç Siviller tarafından düzenlenen bu etkinliğe katılmakta bir mahzur görmemiştir. Söz konusu etkinliğe Gürpınar’ın yanı sıra AKP’nin her yaptığında boncuk aramasıyla tanınan Ceren Kenar, solculuğun komploculuk olduğunu vaaz etmesiyle ünlü Halil Berktay, “Ergenekon öyle bir örgüt ki ona üye olduğunu bilmeyenler var” diyerek her taşın altında Ergenekoncu arayan Yıldıray Oğur, bir dönem İstanbul Belediyesi’nin kanalizasyon kapaklarında Allah yazdığını iddia eden Ahmet Turan Alkan gibi isimler katılmıştır. Söz konusu “yüksek okulun” müfredatından ve muhteşem kadrosundan Gürpınar’ın o dönemde AKP’nin “komploculuğu”nu fazla da dert etmediği anlaşılmaktadır.
Fakat Gürpınar 2014 yılında yayımlanan kitabında farklı bir tavır göstermekte ve bu kez AKP’yi “komploculuk”la eleştirmektedir. Ona göre“AKP ve reformcu İslamcı hareket kendisini bir liberalleşme ve demokratlaşma dalgasının üzerine konumlamış ama 2010’lardan başlayarak söylemsel bir geri dönüş yaşanmıştır”. Gezi Olayları’yla zirve yapan komploculuk AKP’li ve İslami entelijansiyayı kendine çekmiştir. Gürpınar’ın yazdıklarından, bu durumun onun AKP karşısındaki tavrını değiştirmesine neden olduğu sonucu çıkmaktadır.
Peki, bu doğru mu? Yukarıda bahsedilen “Komplo Avcılığı Meslek Yüksek Okulu”nun faaliyet tarihini hatırlarsak, Gürpınar’ın bu iddiasını ciddiye almanın mümkün olmadığı ortaya çıkacaktır. Gürpınar’ın AKP ile yolları ayırması yakın zamanda olmuştur. Esas ayrım Gezi Olayları’ndan sonradır. Geçen Haziran’dan itibaren AKP’nin sallanmaya başlaması liberallerin tavrını da değiştirmiştir. Gemi su almaktadır ve farelerin artık batacağı belli olan bu gemide işleri kalmamıştır. Gürpınar’ı harekete geçiren bu durumdur. ABD’nin açık destek vermekten vazgeçtiği AKP bu tarihten sonra derhal “komplo teorisyeni” ilan edilmiştir.
LİBERALLER VE KOMPLO TEORİLERİ
Devam edelim… Gürpınar’ın AKP’nin liberallerden koptuktan sonra komplo teorilerinin etkisi altına girdiği tezi de doğru değildir. İktidara gelişini Sabataycı Beyaz Türklere karşı bir zafer olarak sunan AKP’nin komplo teorileriyle arası her zaman iyi olmuştur. Liberallerin de bu duruma hiçbir itirazları olmamıştır. Ahmet Altan’ın 2009 yılında Atatürk’ün Türkiye’yi Selanik haline getirmeyi amaçladığını, cumhuriyetle birlikte halkın ‘Yeni Selaniklilerin’ esiri haline geldiğini” yazması bu durumun en güzel kanıtıdır. Cumhuriyetin tasfiye edilmesini destekleyen liberaller AKP’nin bu iş için komplo teorilerine sarılmasına ses çıkartmamış, hatta bu sürece yardım etmişlerdir.
Bu yüzden şimdilerde Dreyfus Davası’ndan dem vuranlar Balyoz Tertibi’nde ağızlarından salya akarak Yahudi general avına çıkanlara, Ergenekon ile masonluk arasında ilişki kurmaya çalışanlara, “Ergenekon Terör Örgütü”nün Agarta ile bağlantılı olduğunu söyleyenlere itiraz etmemiştir. Veli Küçük’ü, İlhan Selçuk’u ve Doğu Perinçek’i Ermeni, Çevik Bir’i Yahudi ilan eden Mehmet Baransu’nun bavulundan çıkan ve en az Siyon Protokolleri kadar uydurma olan belgeler bu çevreler tarafından sevinçle karşılanmıştır. Markar Esayan, Eser Karakaş, Mehmet Altan gibi isimlerin Ergenekon’un İttihatçı kökleri hakkında yazdıkları arşivlerdedir.[3]
Komplolar Kitabı Gezi Olayları sonrasında liberallerin gericilikle olan ilişkisini, şimdilik kaydıyla, askıya aldığını göstermesi açısından önemlidir. Pipes gibi emperyalizmin yeminli savunucularının söylediklerini tekrar etmekten başka bir şey yapmayan, tamamen ideolojik kaygılarla hazırlanmış bu çalışmanın başka da ciddiye alınacak bir tarafı bulunmamaktadır. Gürpınar’ın kaleme sarılıp geçmiş günahlarından kurtulmaya çalışması, kısa bir süre önceye kadar birlikte yol aldığı AKP zihniyetini bir çırpıda “komplocu” ilan etmesi bundandır. Havadaki değişim sezilmiş ve hemen yeni duruma uygun pozisyon arayışına girilmiştir. Bu mide bulandırıcı tutum Türkiye’deki liberallerin meşrebine uygundur. Daha fazlasını beklemek hayalcilik olur.
Haluk Hepkon
Odatv.com

"Üniversite"ye ihanet!-Rıfat Okçabol/SOL

Üniversitelerden gelen ve üniversite” anlayışıyla bağdaşmayan haberlerde artış görülüyor. Örneğin Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ), Ömer Faruk Kırnıç’a, Gezi Parkı olayları sırasında “Duran İnsan” eylemi çerçevesinde, “Rektörlük Binası A Blok önünde izinsiz kitap okuma eylemi" nedeniyle soruşturma açmıştı! Üniversite, 2012-2013 öğretim yılı bahar dönemi bütünleme sınavında öğrencilerine, “Gezi ve Taksim olaylarının türevlerini inceleyerek minimum ve maksimum noktalarını belirleyiniz” şeklinde soru soran Kırnıç’a bir başka soruşturma daha açmış ve sonunda Kırnıç’ın görevine son verilmiş! Bu soruşturma başladıktan sonra, aralarında o sınava girmeyen öğrencilerin de bulunduğu birkaç öğrenciden satır, paragraf ve içerik olarak aynı şikayet dilekçeleri alınmış! Bu kin, haksızlık ve uygunsuzluk “üniversite”ye yakışır mı?
Bilindiği gibi, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışan Dr. Emrah Altındiş, o üniversitede konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, "Türkiye'de insanlar ölürken geceleri nasıl uyuyorsunuz?" diye soru yöneltmişti. Emrah bu sorusuyla tüm mağdurların gönlünde taht kurmuştu. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi (SOMÜ) Genel Sekreteri Selahattin Özyurt’un, twitter hesabından Dr. Altındiş'e küfürlü eleştirilerde bulunması bir üniversite sekreterine yakışır mı? Bu gibi tutumlar üniversiteyi yıpratmaz mı?
Ankara Üniversitesi (AÜ) rektörlüğü, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe hakkında, 28-30 Mayıs 2014 tarihleri arasında, "izinsiz olarak görev yerini terk ettiği" savıyla soruşturma açmış! Dekanın, o tarihlerde fakülte yönetim kurulu kararıyla görevlendirildiği Basın İlan Kurumu Genel Kurulu toplantısına katılmış olması ve durumu 10 gün önceden rektörlüğe bildirmesi ve hatta o süreç için bir akademisyeni dekan yardımcılığıyla görevlendirmiş olması bile soruşturma açılmasını engelleyememiş. Çünkü gazete haberlerine göre, dekan gericilerin hedefi! Dekan, 2012’de üniversitenin açılışına Başbakan davet edilince, kendi fakültesinde alternatif açılış yapıyor. Fakültenin geçen yıl yapılan geleneksel İnek Bayramında, Gezi Direnişi sürecinde polisler tarafından öldürülen gençlere sahip çıkıyor. Başbakan’ın “Çapulcular” dediği gençleri övüyor ve “Hiçbir can, kamu malından değersiz olamaz” diyor. Rektörlüğün bu yıl yapılmamasını istediği İnek Bayramını gerçekleştiriyor ve bu arada, bula bula kaçırılmamaları için çocuklara “Çığlık atmayı öğretin” diyen bakana, “Siz Ali İsmail’in çığlıklarını duyabildiniz mi?” diye soruyor.
ÇOMÜ ve SOMÜ göreceli olarak yeni üniversiteler olduklarından yanlış tutumları belki acemiliklerine verilebilir. Ancak köklü bir üniversite olan AÜ’ne bu soruşturma yakışır mı?
Bilindiği gibi, 1800’lerin ikinci yarısında açılmış olan Darülfünun, cumhuriyet döneminde 1933 yılında İstanbul Üniversitesi (İÜ) adını almıştır. 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve 1946’da da üçüncü üniversite olarak AÜ açılmıştı.
AÜ rektörlüğünün bugünkü tutumu, bu üniversitenin henüz bir yaşında 1947 yılında yaşadığı olumsuzluğu anımsatmaktadır. Bir grup Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) öğrencisi, yıllardır Berkes, Boran ve Boratav gibi ilerici öğretim elemanlarını şikayet etmektedir. 1946 seçimlerinden sonra, Hasan Ali Yücel yerine milli eğitim bakanı olan R. Şemsettin Sirer’in dayatması sonunda AÜ Senatosu, bu üç eleman hakkında soruşturma açmış ve 9 Ocak 1948’de bu elemanların öğretmenlik mesleğinden çıkarılmasına karar vermiştir. Yücel zamanında çıkarılan 18 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı üniversite yasası gereği bu konuda son kararı, eğitim bakanının başkanlığında toplanan Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) verecektir. ÜAK, bakanın tüm ısrarlarına karşın, başta İÜ ve İTÜ rektörlerinin üniversite özerkliğine sahip çıkmaları üzerine, bu kişiler hakkında disiplin soruşturması açılmasına gerek olmadığına karar vermiştir (bkz. Üniversitede cadı kazanı: 1948 DTCF tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın müdafaası, M. Çetik, 1998, Tarih Vakfı Yurt Yayınları). Ayrıca Danıştay da Senato kararını iptal etmiştir.
Kısaca, o zamanlar AÜ’nün (acemilik) ayıbını örtecek Danıştay ve ÜAK vardır. Günümüzde AÜ’nün ayıbını örtecek, kendisinden başka bir kurum yoktur. Üstelik AÜ ve de özellikle siyasal bilgiler fakültesi, Menderes, 12 Mart ve 12 Eylül istibdadına karşı fakülte dekanları Turhan Feyzioğlu, Mümtaz Soysal ve Cevat Geray’ın duruşlarıyla AÜ’de üniversiteye yakışır bir gelenek oluşturmuşlardır. Bu geleneği bozmaya ve “üniversiteye” ihanet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Üniversite rektörlüğünün bu yanlıştan dönmesi, rektörlüğün aymazlığa devam etmesi halinde AÜ’lülerin buna izin vermeyeceği beklenmektedir.
Rıfat Okçabol
SOL

Zeytin Ağacına Ölüm Fermanı!..- HİKMET ÇETİNKAYA

Ülkemin insanı, soygunu, talanı, vurgunu, yağmayı pek umursamıyor... 
Önce deniz kıyıları yağmalandı... 

Koylarımız, büklerimiz, tarım alanlarımız! 
Yazıldı, çizildi ama sonuç alınamadı, işini bilen, köşeyi dönenler birkaç yıl içinde varsıl oldu... 
Önce Kaz DağlarıEşme Kışladağ, Bergama Ovacık, Tunceli, Efemçukurufalan derken Erzincan İliç’e dek her yer... 
O güzelim Kozak Yaylası, çamfıstığı ağaçları, siyanür... 
Kütahya’yı unutmadık, HES’leri de... 
Ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini tartışırken laikliği, Atatürkçülüğü tekelleri altına alanlarla uğraşırken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Fethullah Gülen’le işbirliği yaptığını öne süren eski “faşo tosuncuklarını” seyrederken zeytincilik elden gitti gidecek! 
Türkiye’nin gözbebeği, o güzelim Edremit KörfeziKaz Dağları... 
Zeytinciliğin atardamarı... 
Zeytinliklerin yüzde 80’i yok olacak o bölgede... 
Gelen tepkiler sonunda daha önce beş kez gündeme gelen tasarı geri çekildi ama bir bakarsınız bir gece yarısı Meclis’ten geçebilir... 
O zaman ne olacak? 
25 dönümden küçük zeytinlikler “düz tarlaya” dönüştürülecek! 
Yapılaşma ve çokuluslu altın avcıları, yabani zeytin ve var olan zeytinciliğin yasal yolla canına okuyacak, insanlar ölümcül hastalığa yakalanacak... 
Can çekişen zeytinciliğimiz ölecek!
***
Siyasal iktidar yerli ve yabancı “haşhaşiler” kimse, onlarla (herkes biliyor ya) işbirliği yapıyor açık açık! 
Kaz Dağları’ndan aşağılara doğru o güzelim bölge... 

Küçükkuyu, Edremit, Burhaniye, Havran, Gömeç, Ayvalık, Foça, Karaburun,Didim... 
Zaten “en baba” zeytin üreticisinin 10-15 dönüm zeytinliği vardır bölgede! 
Gelmiş geçmiş tüm siyasal iktidarlar zeytinciliği umursamadı... 
Önce SHP, sonra CHP, DSP, ANAP, DYP, MHP, RP ve 12 yıldır AKP... 
Türkiye zeytin ve zeytinyağı üreten ülke olmaktan çıktı... 
Mudanya ve Gemlik’teki üretim diğer bölgelerde olduğu gibi düştü... 
Türkiye bugün zeytinyağı ithal eden bir ülke durumunda... 
Bakın Soma’da şehit madenci çocukları ağlıyor, gözyaşı döküyor... 
Onların çığlıklarını duyuyor musunuz? 
Bağırıyor çocuklar: 
“Baba, anne hırsız var!” 
Binlerce yıllık tarihin, kültürün coğrafyasında hırsız var, yangın var... 
Mersin Akkuyu Nükleer Santralı... 
HES’ler... 
İmar! 
Siyanür! 
Yerin altı ölüm, yerin üstü yine ölüm... 
Binlerce yıldır bu topraklarda zeytin var! 
Homeros’un “ışık sahili”nde yas var!
***
Binlerce yıllık tarihimizi ve kültürümüzü yok edeceğiz... 
Nükleer ve termik santralları... 
Her şey bunlar için! 
“Çokuluslu altın avcıları” için! 
Küresel düzen, vahşi kapitalizm için! 
O coğrafyaya zeytin ağacı, zeytinyağı hayat, umut verdi... 
Halk böyle yasalar istemiyor! 
Ne olup bittiğinin farkında değil! 
Bir kamuoyu oluştu, bilim insanları bu konuda yoğun çaba gösterdi... 
İnsanlarımız alevlerin, yangınların, hırsızların, talancıların tutsağı olmayacak! 
Hiçbir fırtına, yangın durdurmamalı bizi! 
Toprağın, binlerce yıllık tarihin, kültürümüzün yüzümüzü aydınlattığınıunutmayalım. 
Aç kurtlara teslim olmayalım! 
Yeryüzünün o suskun tortusuyla değil, haykırışıyla zeytinciliğin ölüm fermanınakarşı duralım... 
Toprağın delice saldırdığı o kıvrımın içinde, hayatın bir ağacın yaprağında, barışın zeytin dalında kalıcı olduğunu unutmayalım...
***
Gelin o Edremit Körfezi’nden, Didim’den, Soma’dan, Ayvalık’tan,Karaburun’dan, Gemlik’ten yükselen çığlığı duyalım... 
Bu yağmalama yıllardır sürüyor, koylarımızın, büklerimizin canına okunuyor... 
Kuş cennetleri yok oluyor... 
Akarsularımız kuruyor, ormanlarımız yakılıyor... 
Siyanür ölüm saçıyor, ölüm!  

HİKMET ÇETİNKAYA
Cumhuriyet

Artık Dayanamadım!-IŞIL ÖZGENTÜRK

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum, hamd olsun, Allahımıza hamdolsun, o özünde merhametli işinde merhametli. Rabbimiz, yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım isteriz. Nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapanların yoluna değil, doğru yola. Amin...” 

Böyle dualı başlangıçları, ilk kez yıllar önce gittiğim İran’da duymuştum. Bütün yöneticiler konuşmalarına başlarken yukarıdaki sözlerin Acemcesini yineliyorlardı. Çok şaşırmamıştım çünkü bulunduğum yerin adı İran İslam Cumhuriyeti’ydi. Yıllar sonra Fatiha suresinin Türkçesiyle seçim bildirgesine başlayan bir cumhurbaşkanı adayımız olacağını düşünemezdim. Oldu. “Ekmek için Ekmeledd i n ” Bey bu sözlerle seçim bildirgesini açtı. 
AKP’ nin önlenemez sürekliliğini dini kullanmasına ve üç beş paket makarna dağıtmasına bağlayan tembel bir zihniyet, en nihayetinde bunu da yaptı. Oysa özellikle CHP’nin bir bilim kurulu var, onlar lütfedip biraz çalışsalar, AKP’nin önlenemez sürekliliğinin başka olgulara bağlı olduğunu göreceklerdi. AKP geniş kitlelere rüyalarının gerçekleşebileceğini gösterdi. Onların da en son model arabalara bineceklerini, onların da Boğaz’a nazır kafelerde su parasına kahve, çay içebileceklerini gösterdi. Onlara bencilliği öğretti. İşveren kesimine inanılmaz kolaylıklar sundu. İşçiyi sömürün sömürün, dedi. Sendikaları açıkça satın aldı. Ve bugün Bağdat Caddesi’nde insanları kızdıran başı örtülü kızların, kadınların yaşamın içine karışmasına olanak sağladı. 
Ve yıllarca merkezden uzakta duran dini, merkeze taşıdı. Bütün bunlar varken, bir çatı adayının konuşmasına böyle dualarla başlaması adaya ne sağlayacak? Yani bu sözleri duyan ve AKP’ye oy veren vatandaş koşa koşa çatı adayını mı destekleyecek? Neden, niçin desteklesin? 
Oysa aklın yolu birdir, çatı adayı Recep Erdoğan’ın rakibidir. Rakip bütün bu duaları ondan daha iyi biliyor. Öyleyse neden “Sevgili Yurttaşlarım” diye söze başlamıyor. Devam edelim, “Bugün sizlere ey azizler diye hitap etmek istiyorum. Aziz vatandaşlarım!” Bu da nereden çıktı böyle, efendim Ekmeleddin Bey açıklıyor, “Azizvatandaşlarım ‘ey azizler’ diye hitap ederken ben yabancı bir dilden Frenkçeden tercüme yapıyor değilim. 18. yüzyılın büyük mutasavvufu Erzurumlu İbrahim Hakkı dostlarına bu şekilde seslenirdi. Ey azizler...” 
Nasıl bilmiyorsunuz, halk dilinde aziz ve azize Hıristiyan papaz ve rahibeler için kullanılır. Azize Meryem gibi… 
CHP’li bir üst düzey yöneticisinin “tanıdıkça seveceksiniz” diye bizlere sunduğu Ekmeleddin Bey, Fatiha suresiyle konuşmasına başlıyor, “Ey azizler” diye devam ediyor. Bu nedir? 
Devam edelim, Ekmeleddin Bey, “huzur” getirecekmiş. Kişisel olarak “huzur”sözcüğü benim en sevmediğim sözcüklerin başında gelir. Huzur ancak, yaşlılar evinde geçerlidir, bu denli dinamik olan bir toplumda “huzur” getirmekten söz edemezsiniz. Çünkü “huzur” durağan bir şeydir. Mevcut düzenin devamını yansıtır. Oysa, AKP’nin yıllardır elinde tuttuğu bir sözcüğü ele geçirmek mümkündü. Bu da“değişim” sözcüğüdür. On iki yıldır bu ülkeye giydirilmeye çalışılan “cehalet gömleğini” değiştirmek! Onu paramparça etmek! İçinde bulunduğumuz durum kurtuluş savaşı koşullarında ve siz “huzur” diyorsunuz. Yeter! 
Şimdi gelelim seçim sloganına “Ekmek için Ekmeleddin!” İsimden slogan üretmek artık çok demode ve resmen gülünç oluyor. Ama ortada daha vahim bir olgu var. Tayyip Erdoğan’ın tüm dizginleri ben elime alırım iddiası varken, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun üst düzey ve anayasadaki tariflenen görevlere uygun bir politika izleyeceği belirtilmişti. Ama şimdi bu sloganla direkt reel politikanın içine daldı. Ve olmadı. 
Söylemem şu ki, kim ve kimler Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçim politikasını belirliyorsa, oy kazanmak değil oy yitirmek yolunda başarıyla ilerliyorlar. Öte yandan, kendi içlerinden bir aday çıkaramayan CHP’lilere de bir çift sözüm var. Sizler de seçimlerden sonra sütten çıkmış ak kaşık muhabbetine geçmeyin. Ne olduğunuzu gördük. 
Öte yandan AKP torba yasalarla işi öyle bir noktaya getirdi ki, ne olsa onlara yarayacak. Bakanların ve Başbakan’ın resmen hırsızlık yaptığının belirlendiği günlerde, Meclis’in resmen meşruiyetini yitirdiği günlerde muhalefet partileri sinei millete dönebilselerdi, işler çok farklı olurdu. Şimdi geçiniz.  

IŞILÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Cumhurbaşkanı’nın Maaşı-ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kanlıca’da villa aldığı haberini yalanladı. 
Açıklamanın pazar günü süratle yapılması kadar; biri mali, diğeri siyasi olmak üzere iki boyutu ilgi çekiciydi. 

- Villanın kendisine değil, -işadamıdamadı Mehmet Sarımermer’e ait olduğu belirtilirken, 25 milyon dolar civarında olduğu iddia edilen konuta bu ölçekte bir paranın yatırılmadığı mesajı verilmiş oldu. 
“İstanbul’a taşınması halinde” ifadesiyle de 10 Ağustos’tan sonra “Ankara’dan hemen ayrılmayabilirim” vurgusu yapıldı. (Bu vurguyu, “Nihayetinde bu partininkurucusuyum” sözüyle birlikte okumakta zarar yok...) 
Başbakan Erdoğan’ın altı aydır tartıştığımız ve ucu bucağı bilinmeyen servetinin, Cumhurbaşkanı adaylığı vesilesiyle yaptığı bildirime bu kadar “güdük” yansıdığı şu günlerde, görevi bırakmak üzere olan Gül’ün akçalı bir hassasiyet göstermesi dikkat çekici.
***
Yeri gelmişken 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı görevinin bitiminde, Gül’ün “görünen”gelirlerini hatırlamak yararlı olabilir. 
Cumhurbaşkanı ödeneği her yıl Bütçe Kanunu’na göre belirlenir. 
2014 Bütçe Kanunu’nda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için ödenecek yıllık ödenek 480 bin TL olarak belirlenmişti. 
12’ye böldüğünüzde aylık maaş tutarı 40 bin TL ediyor. (Muhasebat Genel Müdürlüğü’nün aylık bütçe verileri de bu tutarı doğruluyor.) 
Cumhurbaşkanı maaşının yaklaşık üçte biri vergiye gidiyor. 
Dolayısıyla Gül’ün aylık maaşını 26 bin TL civarında düşünebiliriz. 
Nitekim Gül daha önce maaşıyla ilgili haberler konusunda “Bu konudaki haberlerde bilerek ya da bilmeyerek kesintiler yer almıyor” diye rahatsızlığını belirten bir açıklama yapmıştı. 
Emekli Sandığı Yasası’na göre cumhurbaşkanları emekli olunca, maaşlarının yüzde 40’ını emekli maaşı olarak alıyor. 
Bu durumda Gül’ün eylül ayından itibaren brüt 16 bin TL emekli maaşı alacağını varsayabiliriz.
***
Ve yine yeri-zamanı gelmişken Gül’ün 7 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde bütçeden ayrılan maaş ödeneklerini aktaralım:
Yıllık yüzde 9-11 civarındaki artışlarla, Gül’ün yedi yıllık maaş ödeneği, toplamda 3 milyon 669 bin TL’ye ulaşıyor. Bu rakamın eylülaralık dönemini içeren 160 bin TL’sini düşebilirsiniz. Dört aylık bu tutar, yeni seçilecek Cumhurbaşkanı’na ödenecek...
***
Mal varlığı üzerinde büyük tartışmalar bulunan Başbakan’ın şu anda devletten aldığı maaş ise 14 bin TL. 
Yasaya göre, Başbakanlık’tan herhangi bir nedenle ayrılan başbakanlar, Cumhurbaşkanı emekli maaşının yüzde 75’ini alabiliyor. (Yaklaşık 12 bin TL) 
Erdoğan Köşk’e çıkarsa, aylık maaşı brüt 40 bin TL’ye yükselecek. 
2015 bütçesinin Meclis’e sunulmasına üç ay kaldı. 
Erken bir tartışma olduğunu bilerek hatırlatalım ki, Erdoğan’ın Köşk’e çıkması durumunda, 2015 bütçe ödeneklerini çok iyi izleyelim.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

6 Temmuz 2014 Pazar

İhsanoğlu ve sol’dan istifa etmek-Burak Gürbüz/ SOL

Yeni Cumhurbaşkanı adayı ile ilgili birçok şey söylendi. Hepimiz biliyoruz artık. Bizim bu tartışmalara ekleyeceğimiz bir şey olamaz. Ama adayın sol adına talihsiz bir aday olduğunu baştan söyleyelim ki, okur nerede durduğumuzu görebilsin. Bu yazının amacı “neden İhsanoğlu solun adayı olamaz?”ı anlatmaya çalışmak olacaktır. Şimdi pratikte Recep Tayyip Erdoğan’ı indirelim gerisi gelir diyenlere kuşku ile bakmaktayım. Meydanlara daha inmemiş bir Erdoğan var. Onun karşısında hayatı boyunca Türkiye’de siyaset yapmamış bir kişinin, meydanları etkileyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Üstelik ciddi oranda sandıklara gitmeyecek bir CHP seçmeni olacak. Bu seçmeni de anlamak gerek. Yoksa gerekmiyor mu? Bugünkü yazı İhsanoğlu, Gül, Erdoğan gibi geleneksel siyasetçilerin ideolojilerine ışık tutmayı amaçlıyor. Yazıya başlamadan evvel son bir ekleme daha yapalım, o da yukarıdaki üç siyasetçinin, birinin kaba üslubu dışında, ciddi anlamda bir fikir ayrılığı içinde olmamasıdır. Erdoğan’da Gül’de, İhsanoğlu’da geleneksel değerlere önem veren, muhafazakâr görüşlere sahip ve küresel ekonomiyle bütünleşmiş kişilerdir. Bu değerlere inanan kitleler İhsanoğlu’na oy vermekte hiçbir sakınca görmeyecektir. Ama ya diğerleri? Yani küresel ve geleneksel değerlere inanmayanlar ne olacaktır? Bu soru cevabını bekleye dursun biz bugün geleneksel ve küresel ekonomi politiğin ideolojisine bir göz atalım.
Küresel değerleri günümüzde yaygınlaşmasına neden olan neo-liberal siyasetin kökenlerine bakalım. Sonra geleneksel değerlerin bu siyasete nasıl sahip çıktığını anlatalım. Daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Küresel ve geleneksel değerler üzerine inşa edilen liberal ideoloji, yirminci yüzyıl otoriter rejimlerin doğmasına vesile olmuştur. Türkiye’de iddia edildiği üzere ulus devletçi anlayış otoritarizmi yaratmamıştır. Ulus devlet sadece bir yönetim biçimidir ve onun için salt merkezi otoriteye dayalı bir yönetim biçiminden yola çıkarak otoriter bir ideolojinin varlığını ispat edemeyiz. Faşizm ve Nazizm ideolojisinde ulus devletçi merkezi bürokratik yapılar birer araç olmuştur. Bütün bunlar biçimseldir. Asıl aşırı sağ ideolojinin besin kaynakları gelenek, kimlik konuları ve 1789 düşmanlığıdır. Bu konuda daha detaylı bilgi için eski yazılarıma bakılabilir.
Lippmann konferansına katılmış bir çok Fransız liberal iktisatçı (Rougier, Baudin vs..) yeni liberalizmin siyasal yapısını teknokrat elitlerden oluşmuş merkezi bir otorite ile oluşturmuşlardır. Rousseau’cu Cumhuriyetin alternatifi, piyasacı elitlerden oluşmuş bir siyasal otoritenin kurumlarını oluşturmaktır. Daha evvelki yazılarımızda bahsettiğimiz ve sadece neo-liberal Rougier ve Baudin’e değil aynı zamanda faşist Salazar ve Musslolini’ye de ilham vermiş olan temel düşünür Frederic Le Play’dir. Tekrar hatırlatmak gerekirse Louis Baudin, 1938 yılında yeni bir liberalizmi düşünmek üzere Paris’te toplanmış Hayek’in kurucusu olduğu Mont Pelerin üyesi bir iktisatçıdır. Onun Le Play’e karşı ilgisini sadece ona referans veren düşüncelerinden değil aynı zamanda kendisinin derlediği ve başına önsöz yazdığı 1947 yılında Frederic Le Play, Textes Choisies et Preface par Louis Baudin adlı kitabından da anlıyoruz. Baudin’İn sonuç bölümünde olumladığı Le Play fikirlerini, bu küçük yazıda özetlemeye çalışalım.
Le Play, diğer 19’ncu yüzyılın tüm liberalleri gibi 1789 devrimine karşı çıkar. Bu kesin bilgidir. Karşı çıkma sebepleri de liberallerle aynıdır. Le Play geleneksel değerlere önem veren, ahlakı ve aile kültürünü her şeyin üzerinde tutan bir sosyal bilimcidir. Aslında doğrudan Smith, Turgot gibi liberal iktisatçılara da eleştiriler getirmiştir. Louis Baudin’in onun hakkında tek eleştirisi onun piyasa ve iktisatçılar için söyledikleridir. Le Play serbest piyasadan yanadır ama bu sistemin geleneksel değerleri içine almasını ister. Ona göre bireycilik buna imkân tanımamaktadır. Onun için aileyi bireyin yerine koyup, buradan yola çıkarak Salazar gibi birçok faşist siyasetçi ve neo-liberal iktisatçının ilgisini çekecek bir toplum yapısı inşa eder. Le Play 1789’u üç açıdan eleştirir. İlki devrimin sürekli ve sistematik bir özürlük vaat etmesidir. İkincisi eşitlik ilkesidir ve son olarak da başkaldırı hakkıdır. Le Play özgürlük düşmanı değildir elbette fakat özgürlüğün tanımsız kalmasını istemez. Çünkü ona göre özgürlük bir amaç değil bir araç olmalıdır. Bu bakımdan özgürlüğü yeniden tanımlayıp sınırlamak ister. Ona göre amaç toplumsal ahengi sağlamaktır ve özgürlük bunun aracıdır. Yani başka bir deyişle toplumsal ahengi bozanlara sınırsız özgürlük sağlamaktan yana değildir. Rekabetçi, ahlaki ve aile değerleri üzerine kurulu bir düzen, Rousseau’cu özgür toplumunun yerini almalıdır. İkincisi eşitlik ilkesi ile sorunu vardır. Bu ilke o zamanın tüm liberallerinin dillendirdiği insanları tembelliğe itmektedir. Yani eşitlik adına tembel ve işsizler başkalarının tasarruflarından yararlanarak geçinirler. Bunun için kendi, eşitlik yerine daha güçlü ve zeki olanın öne geçeceği hiyerarşik bir toplum düzenini önerir. Le Play’in bu önerisi neo-liberallerin teknokrat elitlerden oluşmuş yönetim modelinin aynısıdır. Zaten Baudin bu görüşü aynen benimsemiştir. Son olarak başkaldırma hakkını ise Le Play jakobenlerin yaptıkları devrimi meşru kılmak adına ortaya attığını söyler. Bu tamamen toplumsal ahengi bozan bir yaklaşım olacağından bu hakkı ortadan kaldıracak güçlü bir siyasal otoriteden yanadır.
Yukarıda saydığımız bu üç ilke ve Le Play’in alternatifleri hem 20’nci yüzyılın başındaki yeni liberalizm arayışlarına ilham olmuş hem de günümüz neo-liberal siyasetin belirlediği küresel iyi yönetişim modellerinin temelini oluşturmuştur. Doğal olarak sorabilirsiniz İhsanoğlu veya Gül veya Erdoğan bu anlatılanların neresindedir? Günümüzde temel siyasi değerler Said-i Nursi değildir. Küresel siyasetin belirlediği temel siyasi yönler bellidir. Bunlardan en önemlisi eşitlikçi modernizme karşı, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında gelenekçiliği, kimlikçiliği savunan özgürlükçü görüşlerdir. Dünya sistemi içinde kendine yer arayan Türkiye’deki siyasetçi, ya yukarıdaki gelenek-kimlik özgürlüğüne dayalı siyaseti benimseyecektir, ya da eşitlik temeli üzerine kurulu kamucu sosyal-sosyalist bir Cumhuriyeti referans alacaktır. Doğrudur günümüzde ikincisinin önemi çok azalmıştır.
Sadece faydacı yaklaşımla hareketle ikincisinin ilkine nazaran olabilirliği daha az olduğundan birçok insanın tercihini etkileyecektir. Ama kendisine solcu diyenlerin sırf kültürlü bilgili olduğu için ve hanımının da başı açık olduğu için İhsanoğlu’na oy vermesi çok vahimdir. Daha önce Derviş, Gül ve Erdoğan’ın arkasında durulduğu gibi şimdi Ekmelettin bey’in arkasında durmamız istenmektedir. Eğer Erdoğan aday olmasaydı belki de Ekmelettin bey’i AKP çok rahat aday gösterebilirdi ve kimse buna şaşırmazdı. Her halükarda Erdoğan’ın yerine seçilecekse İhsanoğlu, Tayyip istibdat’ına son, AKP rejimine devam diyecektir ve siz solcularda bir kere daha bunun vebali altında kalıp ileride günah çıkarmayla uğraşacaksınız.
Burak Gürbüz/ SOL

Oruç da Cıvıdı...- IŞIL ÖZGENTÜRK

Film yönetmeni üstat Fellini; muhteşem porno yıldızı Cicciolina marjinal seçmen oylarıyla seçilip bütün erkek ve kadın bakışları üstünde, tüm şuhluğuyla İtalyan meclisinden içeri girince, bakmış bakmış ve şöyle demiş: “Bu iş benim tüm fantezilerimi aşar.” Sözün Türkçesi, hayatı boyunca insana ait fantezilerin en uçlarında gezinen yönetmenin, meclis kapısından göğüsleri açık giren Cicciolina karşısında nutku tutulmuş. 
Üstat Fellini’yle aşık atmak haddimiz değil ama bizim de kendimize göre nutkumuzun tutulduğu anlar var. Biraz gecikerek de olsa şimdi başlamanın tam sırası. Efendim, geçenlerde bir din adamımız ın “Orucu isteyen suyla, isteyen cinsel ilişkiyle açar” lafı karşısında donup kaldım. Ardından Beyaz Hoca’nın haber bültenlerinde baş konuk yapılması ve cümle Müslüman Türk halkının katıldığı “Cinsel ilişkiyle oruç bozulur mu bozulmaz mı” başlıklı çok üst düzey tartışmalara sıra geldi ve ben, vallahi pes dedim, böylesi her şeyi aşar. 
Ve birden nüfusu seksen milyona yaklaşan bu ülkede, oruç tutanların oruçlarını cinsel ilişkiyle açmaları halinde ortaya çıkacak tabloyu düşünmeye, daha doğrusu hayal etmeye başladım. Bana, “Sen, ne yapıyorsun” diye öyle sert bakmayın, Beyaz Hoca’yı ve benzerlerini haber bültenlerine, programlarına çıkararak bu tartışmayı sürdüren programcılara, televizyon kanallarına ve cümle Müslüman Türk halkına kaşlarınızı çatın. 
Gerçekten pes vallahi! En neşeli, en az 365 tanrısı bulunan Budizm dahil tüm dinlere ve dini öğretilerine uzak duran benim gibi dinsiz biri bile bu sözcükler ve tartışmalar karşısında isyan ediyorsa, inanan insan ne hisseder bilemiyorum. Bunun komik hiçbir yanı yok. Tam tersi, resmen insan haklarına aykırı bir durum söz konusu, insanların inançları böyle ayaklar altına alınıp sakız yapılamaz. 
Hemen her dinde, ibadet etmenin en önemli biçimi olan oruç tutmak, yani insanın en obur yanlarının bir süreliğine de olsun disiplin altına alınması; neredeyse çırılçıplak kızların hosteslik yaptığı, din adamı olarak, otellerde porno seyredip ardından da “Ben gençlerin neler yaptığını merak ettiğim için o pornoları izledim” gibi üç yaşındaki çocukları bile güldürecek açıklamalar yapan ve şimdilerde orucun cinsel ilişkiyle bozulabileceğini pervasızca yumurtlayan sözde din adamları aracılığıyla, dünyanın hiçbir yerinde böylesine cıvıklaştırılmamıştır. 
Yıllardır iddia ettiğim bir şey var, Türkiye asla İran olamaz. Evet olamaz, çünkü bana kalırsa bu ülkenin çoğunluğu dinle pek ilgili değil, varsa yoksa belden aşağı. Aksi olsaydı, bu sözleri söyleyen sözde din adamının çıktığı haber programları protesto edilir, onlar da girecek delik bulamazdı. 

İşin en şaşırtıcı yanı bütün bunların muhafazakâr bir partinin iktidar dönemine rastlaması. Hadi itiraf edelim, AKP iktidar olduğunda “bunlar işin suyunu çıkaran şu televizyon programlarına biraz çekidüzen verirler” diye düşünmüştüm. Yani saflık işte. Kim derdi ki, bu muhafazakâr iktidar kutsal emanetleri Kapalıçarşı malı gibi ülke dışında pazarlamaya kalkacak; kim derdi ki, ülkenin din adamları bunların döneminde en uçuk fantezilerini cümle ülke halkıyla paylaşmak için can atacak... Ama oluyor işte, yani pek bir dinsiziz. 
Bu arada yazımı yazarken bir erkek arkadaşım telefon etti, durumdan onu da haberdar etmek zorunda kaldım. O da hemen bir kısa film konusu anlatıverdi. Şöyle, efendim, duyulan bilinen o ki, ülkede röntgen timleri kurulmuş, bu timler iftar vaktine doğru ellerinde dürbünler ağaçlara tırmanmaya başlıyorlarmış. Tam top atıldığında hurra herkes dürbünlere asılıp, efendim, terbiyemi bozmayın. Bu arada olanlar ağaçlara oluyormuş, çoğunun ağırlıktan dalları kırılmış. 
Birden aydım, fantezi de Fellini’yle aşık atmaya çalışıyorum. Ah rahmetli Fellini, şöyle bir bizim illerde dolaşsaydın, fantezi değil gerçek karşısında şaşırır, meslekten istifa ederdin. Biz de senin o güzelim filmlerinden mahrum olurduk. İyi ki, yolun buralara düşmedi.
Not: bu yazıyı 23/10/2005 tarihinde yazmışım. Bu ülkede hiçbir yazı eskimiyor. Öyle.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet