14 Temmuz 2013 Pazar

Snowden Skandalının Anlattıkları - Nilgün Cerrahoğlu

70’li yıllarda “Akbabanın Üç Günü” diye bir film vardı hatırlar mısınız?

Filmde “Joseph Turner” adındaki bir ajanı oynayan Robert Redford, bir CIA kuruluşunda çalışır. Buradaki işi yalnızca kitap okuyup kitaplarda, istihbaratın ilgisini çekecek konuları, CIA’ya rapor etmektir…
Turner/Redford bir öğle tatilinden döndüğünde, mesai arkadaşlarının öldürüldüğünü görür. Kendisi, dışarıda olduğu için ölümden kurtulmuştur.
Kıl payı kurtulduğu cinayeti araştırırken aslında bunun büyük bir “istihbarat savaşının” eseri olduğunu, CIA içinde “derin CIA”ler bulunduğunu keşfeder, hikâyeyi “New York Times”a (NYT) götürmeye karar verir…
Son sahnede Redford’u CIA şeflerinden biriyle konuşurken görürüz:“Gazetenin bu öyküyü basabileceğinden emin misin?” der CIA şefi filmin kahramanına ve arkadan ekler: “Bassa ne olacak ki? Bir şeyler değişecek mi?”
‘Realty şov’a indirgendi
ABD’nin küresel casusluk programını ifşa eden Edward Snowden skandalı ortaya çıktığından beri; “Akbabanın Üç Günü”ndeki bu son konuşmayı düşünüyorum.
O zaman NYT gibi önemli bir gazeteye, böyle “derin bir casusluk faaliyetinin”sızdırılması, 7.4 şiddetinde depremle eşdeğerdi…
Sydney Pollock’ın ‘70’lerde yaptığı bu casusluk filmi, ABD’de Nixon’ın istifası ile son bulan Watergate skandalının arkasından gelmişti. Yazılı basının etki sahibi olduğu günlerdi.
NYT gibi gazeteler; gerek Vietnam Savaşı’nın sona ermesinde, gerek Nixon’ın koltuğunu yitirmesinde, birinci dereceden etkili olmuştu…
Bugün sanal baskıları her an güncellenen gazetelerin haber bombardımanında yaşıyoruz. “Guardian”ın Snowden skandalını gün ışığına çıkarmasının üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Ama tık yok!
Snowden harbiden dudak uçuklatan; Orwell’in kurgu bilim-fütüristik faşizm romanı “1984”ü mumla aratan şeyler anlattı.
ABD’nin “algoritmalara” dönüştürdüğü datalarla internet ve telekulak üzerinden dünyayı izlediğini; bu bilgilerin NSA olarak bilinen “Ulusal Güvenlik Ajansı”nın gözetiminde tutulduğunu; bu büyük takibi gerçekleştirmek için NSA’nın yüzlerce taşeron özel şirket kiraladığını, kendisinin de kısa süre öncesine dek bu özel şirketlerden birinde çalıştığını, eli kolu her yere erişen “Büyük Birader” ağını keşfettiği an itibarıyla bu “derin gözaltı dünyasında”yaşamak istemediğini anladığını, bu nedenle eteğindeki taşları dökmeye karar verdiğini söyledi.
Bundan çok katmanlı ve dev bir skandal düşünülebilir mi?
Demokratik hak ve özgürlükleri hiçe sayarak terörle mücadele kisvesi altında… ABD’nin ne idüğü belirsiz bir dizi kapitalist istihbarat şirketleri ve lobileri yoluyla; yerküreyi gözetim altında tuttuğunu öğrendik.
Dünyanın şok geçirmesi gerekmez mi?
Böyle bir şey olmadı.
Olay, Edward Snowden’ın “reality şov” tadındaki kişisel serüvenine indirgendi. Cazip bir maaş ve genç, güzel sevgilisini Hawaii’de bırakarak arkasına bakmadan ABD’den kaçan Snowden’ın, önce Hong Kong otellerindeki kovalamacasını izledik.
Ardından…
James Bond’vari bir hamleyle, genç istihbaratçının, Hong Kong’dan kendisini Moskova’nın Şeremetyevo Havaalanı’na atışına tanık olduk. 23 Haziran’dan beri de havaalanının transit terminal bölümünde yaşayan istihbarat uzmanı, önceki gün nihayet ilk kez burada kameralara konuştu ve“Merhaba, benim adım Ed Snowden!” diyerek dünyaya seslendi.
Seçiminin kendisine pahalıya mal olan “ahlaki bir karar” olduğunu açıklayan Snowden, Latin Amerika ülkelerinden birine ileri tarihlerde erişebilmek için Rusya’dan bu vesileyle “geçici süreliğine sığınma” istedi.
Talebinin kabul edilmesi için Putin’in öne sürmüş olduğu şartları kabul ettiğini bu meyanda belirtti. İstihbarat kökenli olan -eski KGB görevlisi- Putin ile böylelikle pazarlığa oturmuş oldu…
Orman kanunu mu geçerli?
Bunun üzerine ABD ile Rusya arasında; pinpon topu gibi hangi köşeye savrulacağını merakla izlediğimiz bu “Snowden maçında” yeni bir bahis açılmış oldu. “No’lcek” diye şimdi millet bu bahisi izliyor…
İstihbarat sisteminin arkasındaki “karanlık düzen” hiç tartışılmıyor.
Snowden, Şeremetyevo’daki ikameti sırasında, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere, başlıca Avrupa ülkelerinin de bu büyük gözaltına ortak olduklarını söyledi.
Dünyanın dikkati Mısır darbesine odaklaştığı günlerde nitekim, Moskova’daki bir toplantıdan ülkesine gitmek üzere havalanan Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in uçağı Avrupa semalarında uçurulmadı.
Morales’in uçağında Snowden’ın olabileceği gerekçesiyle “Avrupalı müttefiklerden” hava sahalarını kapatmasını istediği anlaşılan ABD’nin, bu ricasını derhal yerine getiren ülkeler (Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz) nedeniyle, Bolivya devlet başkanı Viyana’ya zoraki iniş yapmak mecburiyetinde kaldı ve ardından Viyana havaalanında 11 saat “rehin”tutuldu…
ABD bugün artık bağımsız ülkelerin hava sahalarını bile kapattırıyor…
Devlet başkanlarının dahi sıradan “şüpheli” muamelesine tabi tutulmasına önayak oluyor…
“Orman kanunlarının” geçerli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kimse, ne ki bu orman yasalarını tartışmıyor. Snowden’ın sadece bir sonraki durağının ne olacağını sorguluyoruz. Fırsat olduğunda buradan devam ederiz…
Nilgün Cerrahoğlu.
14 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

İran'dan Gül için ilginç iddia! - Cumhuriyet Portal

İran'ın Tahran Radyosu, Türkiye'de daha büyük bir desteğe sahip Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, yakın siyaset arkadaşı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yollarını ayırmak için Taksim Gezi Parkı olaylarını 'uygun bir fırsat' olarak gördüğünü öne sürdü.

Tahran Radyosu’nun Türkçe yayınında yer alan 'Siyasi yorumlar’ bölümünde 'Kaybolan arkadaşlık’ başlığı altında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Taksim Gezi parkı olaylarından önce adeta 'siyasi bir çift gibi’ olduğu iddia edildi. Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın, AKP’nin kurucu liderleri arasında bulunduğunu, Ankara’nın siyasi denklemlerinde yer aldığını, daha önce de aralarında bazı anlaşmazlıklar görüldüğü ifade edildi. Yorumda, Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün, 2002 yılı sonlarından itibaren yan yana ve omuz omuza laik askerlerin politikaya karışmasına karşı mücadele ettikleri, partilerini 3 kez peş peşe iktidar yaptıkları belirtilen yorumda şöyle denildi:
"Şimdi iki liderin yüz yüze geldiği anlaşılıyor. Erdoğan, 2007 yılında Cumhurbaşkanının seçiminde bizzat Gül’ü AKP’nin adayı olarak açıkladı. Gül de 2003 yılında Erdoğan’ın siyasi faaliyet yasağı sona erdikten sonra Başbakan olabilmesi için gönüllü olarak başbakanlık görevinden istifa etmişti. Fakat şimdi AKP’den çatlama sesleri geliyor. Gözlemciler parti içinde pek yakında Erdoğan ve Gül arasında sıkı bir rekabet yaşanacağını belirtiyor, nitekim bu rekabetin ilk işaretleri şimdiden göze çarpıyor. Erdoğan ile Gül arasında son anlaşmazlık, Gezi parkı olaylarında yaşandı. Başbakan Erdoğan protestocuları bir avuç çapulcu ve terörist ilan ederken, Cumhurbaşkanı Gül, her demokratik toplumda insanların itiraz hakkının saklı olduğunu belirtiyor. Bu bağlamda iki önemli noktaya değinmek gerekir. İlkin Türkiye Cumhurbaşkanı ile başbakanı arasında son protesto eylemleri konusundaki anlaşmazlığı ve görüş ayrılığı göz ardı edilebilecek bir durum değildir. Bir başka ifade ile Erdoğan ile Gül arasındaki görüş ayrılığı aslında Türkiye’de son günlerde yaşanan gelişmeler ve olaylarla gün ışığına çıkan köklü anlaşmazlıklardır."
Tahran Radyosu’nun yorumunda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Taksim Gezi Parkı olaylarını 'siyasi arkadaşından yollarını ayırmak’ için uygun bir fırsat olarak gördüğü ileri sürülürken, şu görüşler yer aldı:
"Kuşkusuz bundan önce de Erdoğan ile Gül arasında bazı anlaşmazlıklar vardı, lakin Taksim meydanındaki Gezi parkı olayları belki de bu iki liderin görüş ayrılıklarını daha belirgin ve açık bir şekilde ortaya koydu. Taksim olayları ve Türkiye’nin diğer kentlerinde yaşanan olaylara karşı iki liderin tepkisi, aralarındaki anlaşmazlıkların çok daha derin ve daha da ciddi olduğunu ortaya koydu. Bundan önce de Erdoğan ile Gül arasında her hangi bir anlaşmazlığın söz konusu olmadığını kabul edecek olsak bile, son olaylar aralarında anlaşmazlık yaşandığını gün ışığına çıkardı. Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan bir zamanlar omuz omuza AKP’yi iktidarın zirvesine taşımak için çaba harcadı, lakin şimdi Türkiye’nin zirvesindeki koltuğu kapmak için bir biri ile yarışıyor."
Tahran Radyosu, yorumun son bölümünde, son aylarda 63 yaşındaki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve 59 yaşındaki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması ve yine Ankara’da protesto eylemlerinin yasaklanması gibi konularda görüş ayrılıklarının belirginleştiğini ileri sürerken, şunları ekledi:
"Bu ikili aynı zamanda uzun süre birlikte siyasi dünyasında değişim yaşadıklarından siyasi İslam içinde reformcu eğilimin temsilcileri, fakat aynı zamanda bir birinden kopmaz iki politikacı olarak bilinmekteydi. Fakat şimdi 2014 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri Erdoğan ile Gün arasındaki mutlak uzlaşmayı zedelediği anlaşılıyor. Gerçekte Erdoğan ve Gül’ün Türkiye’de yaşanan son protesto eylemlerine yaklaşımı, Erdoğan’ın sempati kaybına ve buna karşı Gül’ün sempati kazanmasına sebep olduğu gözleniyor. Uzmanlar Türkiye’nin siyasi geleceğinde Gül’ün daha iyi bir konumda göründüğünü belirtiyor. Aslında Türk halkının Cumhurbaşkanı Gül’e yönelmesi ve Başbakan Erdoğan’ın tutumlarına karşı çıkmasının sebebi, iki liderin son olaylara yaklaşım tarzıydı. Kuşkusuz Türk halkının birine destek vermesi ve ötekinden uzaklaşması 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belirleyici rol ifa edecektir. Anketlerin sonuçları da AKP taraftarlarının büyük bir çoğunluğunun cumhurbaşkanlığı koltuğu için Gül’ü, Erdoğan’a tercih ettiğini gösteriyor. Üstelik Gül Türkiye genelinde de Erdoğan’a nazaran daha büyük bir desteğe sahip bulunuyor."(Gazetevatan)

Cumhuriyet Portal
13 Temmuz 2013

13 Temmuz 2013 Cumartesi

8 bin 500 yıllık mirasın üstüne taş yağacak! - SOL

Kırklareli'nin merkeze bağlı köylerinden Çukurpınar'da halka bilgi verilmeden yapılan taş ocağı
 patlatması paniğe yol açtı. Köylülerin olayla ilgili şikayette bulunduğu öğrenilirken, Doğal Yaşamı
 Koruma Vakfı patlatmalara tepki gösterdi.
Kırklareli'nin merkeze bağlı köylerinden Çukurpınar'da
Fotoğraf: Arslan Hamza Algül
halka bilgi verilmeden yapılan taş ocağı patlatması paniğe yol açtı. Köylülerin olayla ilgili şikayette bulunduğu öğrenilirken, Doğal Yaşamı Koruma Vakfı (DAYKO) Kırklareli İl Temsilcisi Göksal Çidem, yörenin su kaynaklarını tehdit eden taş ocağı patlatmalarına tepki gösterdi. Bölgede 8 bin 500 yıldır tarım yapıldığına işaret eden Çidem, Istrancaların neredeyse her dere tepesi ruhsatlandırıldığını öne sürerek "bizim duyarsızlığımızın bedelini, hiç günahı olmayan gelecek nesiller hayatlarıyla ödeyecekler" dedi.
Bölgedeki madencilik faaliyetlerinin disiplin altına alınması gerektiğini söyleyen DAYKO Kırklareli Temsilcisi Göksal Çidem, yörede korku yaratan patlatma öncesinde köylülere bilgi verilmemesine tepki gösterdi.
Bölge insanının görüşleri alınmalı
Madencilik faaliyetleri konusunda kamu kurumları arasında iletişim kopukluğu olduğuna değinen Çidem, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, bir yandan köye su getirilmesi için ihale hazırlığı yapıldığını diğer yandan ise su kaynağının yakınında patlatmalı taş ocağı ruhsatı verildiğine dikkat çekerek, "devlet kurumları arasındaki bu kopuklukların son bulması için, bölgede yaşayanların görüşleri mutlaka alınmalıdır" diye konuştu.
Köylüler, 'Gençlerimiz göç etmesin' diyor
Çukurpınar köyünde 5 yıl önce yapılan biyosfer çalışmaları kapsamında düzenlenen anketten yöre halkının "10 yıl sonra doğa bozulmaksızın, geçim sıkıntılarından arındırılmış; işsizliği ortadan kaldırılmış; köyümüzde yaşayan gençlerin göç etmediği; yaşam kalitesinin arttığı ve kendi geleneklerimizi yaşayabileceğimiz bir ortam" beklentisinin çıktığını anımsatan Çidem, "Ruhsat verenlere sesleniyorum. Empati yapın. O köyde yaşıyorsunuz. Aileniz ve çocuklarınızın temel yaşam kaynağı yok olursa ne yaparsınız? Çocuklarınıza nasıl bir gelecek sağlayacaksınız?" diye sordu.
'Istrancalar 8 bin 500 yıldır tarım merkezi'
Istranca dağlarının neredeyse her deresi ve tepesinin ruhsatlandırıldığını da öne süren Çidem, "Istrancalar bölgede yaşayan insanların geçimlerini temin ettikleri, suyunu içtikleri, tarım yaptıkları, havasını soludukları, yaşam alanlarıdır. Istrancalar’da yaklaşık 8 bin 500 yıldır tarım yapılıyor. Buralar, Avrupa’da yerleşik tarımın başlangıç noktası. Istrancalar o kadar zengin ki, Kuzeye akan dereleri ile İstanbul’a su veriyor. Şimdi su yetmez, dağı taşı da alalım diyor. İyi de burada ki yaşam ne olacak?" diye konuştu.
Dünya koruyor, biz sorumsuzca tüketiyoruz
Uluslararası sözleşmeler ve küresel koruma girişimlerinin bölgenin korunması gerektiğini vurguladığını dile getiren Çidem, mevzuata uygun olduğu iddia edilen tüm proje ve yatırımların sonucunda yokoluşun geldiğini dile getirdi. Yeraltı sularının tüm dünyada rezerv olarak korunduğuna dikkat çeken Çidem, Türkiye'de ise sorumsuzca ve sınırsızca kullanıldığını, sanayi atıklarıyla kirletildiğini ve su havzalarına yönelik kirlilik tehdidinin görmezden gelindiğini söyledi.
'Bedelini gelecek nesiller ödeyecek'
Vahşice tüketilen yer altı suları kaybolmaya başlayınca 2010 yılında Trakya da ilk defa obruk oluştuğunu anımsatan Çidem, "neye inanırsanız inanın, Hepsinde tek bir ortak nokta var: Doğayı korumak.Yasalar, Uluslar arası sözleşmeler ve hatta Kur’an-ı Kerim. O kadar çok ayet var ki. Ağaç, toprak, ve su hakkında. İsraf edilmemesini ve korumayı emreder. Hem bugün hem de yarın için korumalıyız. Korumazsak, gelecekte çok ağır bedeller ödeyeceğiz. Biz yok olsak ta, Hiçbir sorumluluğu ve günahı olmayan gelecek nesiller bizim duyarsızlığımızdan dolayı bedelini hayatlarıyla ödeyecekler. Onlar bunu hak etmiyor" görüşünü dile getirdi.
Yusuf Yavuz
SOL

Kaçak köprü için 5 milyon fidanı yok ettiler! - SOL

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan'ın şaşaalı bir törenle 29 Mayıs'ta temelini attıkları 'Yavuz 
Sultan Selim' adı verilen İstanbul'un 3. köprüsü kaçak çıktı. Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği 1 
milyondan fazla ağacın kesildiğini, 5 milyonun üzerinde fidanın da yok edildiğini söylüyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan'ın şaşaalı bir törenle 29 Mayıs'ta temelini attıkları 'Yavuz Sultan Selim' adı verilen İstanbul'un 3. köprüsü kaçak çıktı. Projede belirtilen alanın dışında yapıldığı gerekçesiyle köprüyle ilgili tüm imar planlarının 11 Haziran'da Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın imzasıyla iptal edildiği ortaya çıktı. Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği Başkanı Abdülkadir Bilge 1 milyondan fazla ağacın kesildiğini, 5 milyonun üzerinde fidanın da yok edildiğini iddia ettiği proje için sorumluların cezalandırılmasını istedi.
TEMA: 'Bu çapta bir proje ÇED'siz ve kaçak yapılamaz'
TEMA Vakfı'ndan konuyla ilgili yapılan açıklamada, Asya ve Avrupa kıtalarını ‘kaçak’ olarak birbirine bağlayacak olan 3. köprünün esastan da usulden de yanlış olduğu kaydedilerek şu görüşlere yer verildi: "Köprünün 1/1.5000 ölçekli Nazım ve 1/1.000 ölçekli Uygulama İmar Planı iptal edilerek yeni güzergaha göre tekrar yapılacak. Bu durum bir kez daha gösteriyor ki; bölgesel ve hatta ülkesel öneme sahip bu kadar geniş çaplı bir proje; plansız, ÇED’siz ve kaçak olarak yapılamaz!"
'3. Köprü İstanbul'un ulaşımı için tehdit'
İstanbul’un anayasası olarak kabul edilen, İstanbul 1/100 bin Ölçekli Çevre Düzeni Planı Raporu’nda, 1. ve 2. köprülerin kent makroformu (şekli) üzerindeki olumsuz etkilerinin ortaya konulduğu ve kentin kuzeye doğru gelişmemesi gerektiğinin açıklandığına dikkat çekilen TEMA açıklamasında, söz konusu raporun 3. köprüyü İstanbul ulaşımı için tehdit olarak değerlendirdiğinin de altı çizilerek, "şimdi karşılaştığımız 3. köprünün güzergahının değişmesi ve imar planlarındaki revizyon; bölgesel ve hatta ülkesel ölçekte öneme sahip bir projenin plansız ve ÇED’siz yapılmaya çalışılmasının sonucudur. Peki bu durumda kesilen yüz binlerce ağacın, yok edilen doğal yaşamın açıklaması nedir?" ifadelerine yer verildi.
'3. Köprü de 3. havaalanı da imar planında yok'
Konuyla ilgili sorularımızı yanıtlayan Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği Başkanı Abdülkadir Bilge ise 3. Köprü ve 3. havaalanının İstanbul'un Nazım İmar Planı'nda yer almadığına işaret ederek her iki projenin de keyfi olarak uygulamaya konulduğunu öne sürdü.
'Yine kaçak olacak devam edilecek'
Kaçak olduğu ortaya çıkan 3. köprü için sivil toplum örgütlerinin açtığı davanın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine olayın üzerini örtmek için böyle bir açıklama yoluna gidildiğini iddia eden Bilge, "1/1000 ölçekli imar planında yer almayan 3. köprünün yapımına yine kaçak olarak devam edilecek" görüşünü dile getirdi.
'Orman izni de yok'
Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri olarak başından beri 3. köprünün ÇED raporunun ve orman izinlerinin olmadığını gündeme getirdiklerini anlatan Bilge, "eğer orman izni olsaydı ilgili firmanın yüzde 3 oranında teminat yatırması gerekiyordu. Edindiğimiz bilgilere göre böyle bir teminat yatırılmış değil" diye konuştu.
'1 milyonun üstünde ağaç, 5 milyon fidan yok edildi'
3. köprü için 1 milyonun üzerinde ağaç kesildiğini dile getiren Bilge, ıhlamur, kayın, çam, meşe ve kestane gibi türlerin kesilmesinin yanı sıra çalışmalar sırasında 5 milyondan fazla fidanın da yok edildiğini belirterek, "adeta yangından mal kaçırılır gibi çalışma yapıldı. Sonbahar beklenerek bu fidanlar civar belediyelerin sınırlarına nakledilerek kurtarılabilirdi. Yokedilen bunca ağaç için sorumluların cezalandırılmaları gerekiyor" görüşünü savundu.

Yusuf Yavuz
SOL

Palalı Demokrasi Sopalı Piyasa...- ŞÜKRAN SONER

Başlığımı CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın dünkü basın toplantısından alıntıladım. Palalı demokrat turizmcinin bir elinde palası, öteki eliyle polisin sırt çantasından gaz bombasını çıkarmaya yardım eden görüntüsü televizyon haberlerinde birden çok yayımlanınca, gecikmiş kamuoyu vicdanı sızlatılamasa da kıpırdatıldı. İktidarları cephesinden hak-hukuk, adalet duygularını yaralayan yandaş kayırmacılığından, hukukun aranacağı sözleri verilen açıklamalara geçiş örnekleri görüldü. Savcılığın serbest bırakılmasına üst yargıda itiraz edeceği haberleri günler boyu verildikten sonra da, işleme geçilemeden palalı turizmcinin elini kolunu sallayarak yurtdışına çıktığı öğrenildi.
Aynı gün ve saatlerde, polisle fiili çatışmaların içinde oldukları, suç eylemleri hiç saptanamamış, Taksim Dayanışma grubunun öğelerinin her kademeden yöneticileri ile Gezi Parkı, Taksim bölgesinden toplanmış çok sayıda duran, yürüyen insanlar, polisten yedikleri sayısız gaz bombası, ilaçlı suyun üstüne, terör örgütü suçlaması ile her yerden toplanarak gece yarılarından sonra evleri basılıp suç kanıtları aranarak günlerle gözaltında tutulmuşlar, tutuklanma istemi ile mahkemeye çıkarılmışlardı...
Gezi Parkı’nın artık milyonları bulan destekçilerini, yüz binlerle sayılacak pasif direnişçilerini toptan yargılamaya, karalamaya yönelik en ağır provokatif suçlamalar “camide içki içilmesi”“başörtülü annenin çocuğu ile birlikte ağır tacize uğraması” olayları için polis, Diyanet kadroları tam seferber edildikten sonra ortaya konabilen sonuç verilere gelince; “kanıt yok” oldu. Bu ülke, bu türden provokasyonlardan az mı çekti, az mı bedel ödedi? Yakın tarihimizin iki kara lekesi 6-7 Eylül, peşi peşine Alevi katliamları, tam da aynı türden, en ucuzundan provokasyonların sonucu değiller miydi? Ya Başbakan başta olmak üzere İktidarlarının cephe olarak ağızlardan düşürmediği bu iki çok provokatif olayın sürekli dillendirilmesi sonucu halkımız galeyana gelseydi?
***

Kitleler değil, bir avuç militan bile kışkırtıldığında sopalı, palalıların ortalığa saçılmalarıyla yaşanan toplumsal dehşet yeterince ürkütücü değil mi? Görüntülere takılmış bir sürü yaralı, görüntülerle kanıtlanamayan ve canlarından olan gençlerimiz, hâlâ yoğun bakımda canıyla boğuşan birden fazla kişi; katlanan sayılarla da hedef alınarak yakından atılmış misket mermisiyle gözü çıkmış, yaralanmış olanları var... Orantısız güç kullandırılan polis, konumları anlaşılamayan sivil polis ve ilişkilendirilmeleri hukuken bir yerlere oturtulamayan gönüllülerle işlenen bal gibi de İktidarlarının teröründe ve şiddetinde dur durak yok... Demokrasinin olmazsa olmazı eleştiriye katlanamama, sivil diktatoryal güdüler sergilenmekte...
Yetmiyor, Meclis çoğunluğuyla istenen yasaların çıkarılması bile yetmiyor. Torbaların içine torbalar konularak gece yarısı sonrası yasalarla Meclis’ten çıkarılan yasalarla güncel, acil olmayan her alana, ileriye, yıllara yönelik yasalar, yararlanacak ya da bedel ödeyecek tarafların ruhları bile duymadan çıkarılıyor... Satır arası haberlerde “sözleşmeliler yararlanacak ama 4-C’liler yararlanamayacak” cümlesini duyduğunuzda siz ne anlıyorsunuz? Haberciler hiçbir şey anlamadıkları için elbette, anında sosyal medyadan gelen sitem, soğuk şakalara nasıl yanıt verebileceklerinin şaşkınlığını yaşıyorlar. Sözde bu konuları anlar sayılanlardanım. Çevremden gönderilen, çıkmış torba yasaların içindeki yasaların içeriği üzerinden ne olup bittiğinin altından çıkamıyorum. Danıştığım iş hukukçusu dostlar, bilim insanları da çoğunluğunu yanıtlayamıyorlar. Laf aramızda çoğu ilgili bakanın bile hangi işleri kotardıklarından haberli olduklarını hiç sanmıyorum. Ama havaya bakarsanız Başbakanımız her şeyi biliyor, her şeye o karar veriyor.
Uzmanlık alanı olduğu için sopalı piyasa düzenlemesini eleştiren Öztrak’ın dünkü basın toplantısında ayrıntılı bilgi verdiği doların önlenemez yükselişi, Merkez Bankası’nın devreye sokulması, istenen sonuçlar alınamayınca da bankaların spekülatif oyunlar içinde olma suçlaması ile hesaplarının inceleneceğinin duyurulması olayına, işin vahamet boyutlarına geçersek... İktidarlarının yere göğe oturtulamayan piyasalar ekonomisindeki başarısının kaynağı olan sıcak para akışında rüzgârlar tersine esince... Korkulanların hepsi üst üste yaşanır oldu. Doların önlenemez yükselişi, sıcak paranın çekilişi, cari açık büyümesinde patlama.. üst üste gelince, Merkez Bankası’nın özerkliği sorgulanır oldu. Piyasalara sokulan dolarla da yükselen ateş düşürülemeyince, spekülatif işlerden bankaların suçlanması, hesap sorulacağının duyurulması... Sopalı piyasa düzeni...
ŞÜKRAN SONER.

13 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

12 Temmuz 2013 Cuma

Kuşdili'nde otopark oyunu - Cumhuriyet Portal.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Kadıköy’deki eski Salı Pazarı olarak bilinen Kuşdili Çayırı’na yapılmasıplanlanan AVM projesiniiptal edip otopark yapmakararı aldı. 
İBB’nin dün meclis gündemine getirdiğiplan CHP’lilerin itirazlarınakarşın oy çokluğu ile kabul edildi. CHP Grubu, arkeolojik yapısı nedeniyle yeraltında 2 katlı otopark inşa edilmesinekarşı çıktı.
Kuşdili Çayırı ile ilgili düzenleme dün İBB Meclis gündemine geldi. “Üstüyeşil alan altı otopark” şeklindeki planın oylamasında CHP’li grupkarşı teklif sunarak alanın yalnızca “yeşil alan olarakdüzenlenmesini istedi ancak bu teklif oy çokluğu ile reddedildi. 
İBB’ninhazırladığı planın oylaması sırasında da CHP grubu karşı oy kullandı. CHP, otoparkın hem arkeolojik yapıya zarar vereceğini, hem bölgedeki trafiği arttıracağını hem de oluşacak hafriyatı bölgenin taşımasının mümkün olmadığını savundu. Ancak plan oy çokluğu ile meclisten geçti. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Büyükşehir Meclis Üyesi İnci Beşpınar, 
otopark inşaatının alanın imara açılması anlamına geleceğini belirterek “Kuşdili Çayırı’nın altına otopark yaptığınız zaman beton dökeceksiniz. 
Ama onun üstüne de halı serer gibi çim seriyorsunuz. Orada gerçek bir yeşil alan dokusu bulamazsınız” dedi. Kadıköylülerin talebinin de bölgenin sadece “yeşil alan” olarak kalması yönündeolduğunu vurgulayan Beşpınarlar, “Otopark yapmak için bir inşaatalanı oluşturacaksınız. Oradaki kent kültürüçocuklarınsallandığı, ağaç altında çay içilecek, fıskiyelerin olduğu samimi bir park, samimi bir yeşil alan istiyor” dedi.

12 Temmuz 2013

Türkiye'nin Cehaleti Üzerine Potpori-Doğan Kubat.

Geleceğin değişmeyen bir programı var: Bu heryerde uygulanacak: Enerji, iklim,tarım, sağlık. Bunların tümü fizik, kimya biyoloji ve onlara ilişkin teknolojilere üzerine oturuyor. Yaşamın strüktürü bu. Gelecek de bunun üzerine kurulu.

“Siz neden birlikte şarkı söyleyemiyorsunuz?” diyeAlmanın biri sormuştu.Türkler birlikte şarkı söylemesini bilirler mi? Bütün dengelerini yitirmiş bir toplumsal kavramkargaşasında herkes gibiben de oradan buradansöz edeceğim.
Mutlu mu olmak istersiniz,bilgili mi? Bir koyun gibi yaşamak mı, yoksa dünyadan haberi olarakyaşamak mı? Ya da bilgi ile mutlu olmak mı? Nasrettin Hoca’nın ‘Bahara kimin ne dediği var’ deyişi bilgecedir. Arapların ‘Hayr el-umur, evsatuha’ ‘Her işin iyisi orta yol’ deyimine, Çinlilerin dünyanın ahenginin Yin veYang arasındaki dengeye bağlı olduğu ilkelerine de uyar.
Bilgisiz halklar zengin Batı’yı çok memnun ediyor. Ekonomik sömürünün kılıfı bu. Demokrasinin bilgi kıtlığı ile yan yana gitmediğini, yüzyıllardır biliyorlar. Ama sömürmek için, hatta ara sıra demokrat olmadığı için başına vurma olanağı verdiği için, cahil ve anti-demokratik Müslüman toplumlarına bayılıyorlar. Mursi gitmiş, Tutsi gelmiş. Hiç dertlenmiyorlar.Türk hükümetlerine kabul ettirdikleri ekonomik programların tarihiniokursanız, dilinizi yutarsınız. (Bak. Mustafa Sönmez, ‘ CumhuriyetDöneminin Sanayi Politikaları, ’, 75 Yılda Çarklardan Chip’lere . s.1-19Tarih Vakfı ‘Bilanço 98’ serisi. İş Bankası Yayınıİstanbul 1999)
Sevgili Okuyucular,
Zenginler fakirleri sömürür. Biz fakir ve okumamış bir ülkeninçocuklarıydıkÇocukluk yıllarımı anımsıyorum. Eyüp’te killi topraktan yapılıp kuruduktan sonra renk renk boyanan zıpzıplarla oynamak küçükçocukların en çok sevdiği oyunlardandı. Topaç çevirirdik. Un bulamaçlarenkli kâğıtlarını yapıştırdığımız uçurtmalarımız vardı. Çember çevirirdik.Top modası pek yoktu. Çünkü Türkiye top bile üretemiyordu. .
Anadolu’nun Türk halkı yüzyıllarca fakir yaşadığı için azla mutlu olan bir halktır. Karnı doyarsa ‘amenna’ der. Anadolu’da geçen çocukluğumdafabrika işi mekanik oyuncaklar yoktu. Elazığ’da, 1930’lu yıllarda, oynadığımız başlıca oyun çelik çomaktı. Birdirbir oynardık. Eğirdir de birdirbir’in yanında uzun eşek, esir almaca oynardık. Sallama sapanımız vardı. Bir de sadece orada gördüğüm bir boncuk oyunu vardı: Bir eşek semerinin bağlarının geçtiği dövme demirden yapılmış ortası açık 5-6 santimlik demirleri taş duvara vurup bir iki metre uzağa düşürürdük.Yerde duran demire bir karıştan daha yakın düşüren bir mavi boncukkazanırdı. En sevdiğimiz oyunlardan biri aşık oyunuydu. Koyun ayağından çıkan aşıklarla oynanırdı. Bir tanesinin içine biraz kurşun dökülür ve daha ağır yapılırdı. Toprağa bir daire çizilir, ortasına aşıklardizilirdi. Kurşunlu aşık (adını unutmuşum) dışarıdan atılır ve çember içinde dizilen aşıklara vurarak onları dışarı çıkarırdı.
Ankara 1930’ların ikinci yarısında Türkiye’nin en çağdaş kenti idi. Asfalt sokakları vardı. Otomobilli ulaşımın pek olmadığı o sokaklarda savaş içinde çocuklar patenle kayarlardı. İlkokul öncesi babamın görevli olduğu Berlin’e gittiğim zaman evde bir büyük renkli top, bir tren ve üç tekerlekli bir bisiklet buldum. Birden dünyam değişti.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Türkiye eşsiz bir atılım yaptı. Akıl almaz bir devrim olan yeni alfabe Türkiye’nin kurtarıcısıdır. Anadolu 1923 ile 1938 arasında dünyanın çağdaşlaşan tek Müslüman ülkesi oldu. Bu yıllar devlet programının sanayileşme olduğu yıllardır. Bugünü de o yıllara borçluyuz. Ama 1950’li yıllarda köylerde elektrik yoktu. Birkaç önemli kent yolu asfaltlandı ama, kentler arası yollar tozlu şoselerdi. Halk henüz otomobil sahibi olmamıştı.
Kırsal kesim kente gelince yeni bir dünya ile karşılaştı. Artık köye dönemez. Daha mutlu değiller. Eskiden ekmek, su birkaç doğal ürünü sağladıkları zaman yakın geleceği garantiliyorlardı. Bugün gelecek garantisi dünyada da yok, Türkiye’de de. O insanlara toprağın verdikleri ve kendi ürettikleri yetiyordu. Onların dostu gerçekten kara topraktı.
Bugünün köylü çocukları otomobillerin yeni modellerini tartışıyorlar. Liseye gidenlerinin elinde telefon var. İnsanlarımız çağdaş araçlardan çok memnun. Çünkü bunlar toplumsal statü öğeleri. Daha fazlasını istiyorlar. Ama üç çocuklu, kocası işsiz bir kadın ailesine bakıyor. Dünyada en kötü şey, böyle milyonlarca fakir ailenin varlığını bile yansıtmayan istatistiklerin dünya ekonomisini yansıttığı yalanını sürdürmektir. Bu insanlar mutlu mu, mutsuz mu? Kendileri de bilmiyorlar. Üç kağıtçılar da onların cehaletini istismar edip ceplerini insafsızca dolduruyorlar. Halkın mala ve paraya bağlı bir sahte mutluluktan haberi var, fakat yapacağı bir şey yok. Gençler internet kahvelerde de bilgisayar oyunu oynuyorlar. Porno seyrediyorlar. Okul ödevlerini de yapıyorlar. Hepsi aydaki astronotlar gibi, köksüz. Aile otomobil alamadığı zaman büyük mutsuzluk hissediyorlar. Bizim fakir toplumun sevgilisi araba. Parking de yol.
1914-1945 dünya savaşları dünyanın altını üstüne getirdi. Türkiye’de olumsuz değişiklikler de Mustafa Kemal öldükten sonra başladı. Amerika’nın kapitalist liderliğinde para insanların tek amacı oldu. Namık Kemal olsaydı ‘Ne füsünkâr imişsin ey didarı dolar, esiri aşkın olduk, gerçi kurtulduk demokrasiden’ derdi.
Gelecekle ilgili sonsuz senaryo düşünülebilir. Fakat bütün dünyanın tek amacı sürdürülebilirlik. Diyelim, petrol alımında zorlandık. İstanbul’da elektrikler iki gün kesildi. (Türkiye’nin bir haftalık rezervi olduğu söyleniyor.) Mevsim kış. Ne yaparsınız? Diyelim, çok yağmur nedeniyle ulaşım zora girdi. Ne yapabilirsiniz? Eğer deprem olur da, uzmanların dediği gibi, bir milyon kişi açıkta kalırsa, İstanbul ve Türkiye bu şoktan çıkabilir mi? Fakiri, yaşlısı, hastası ile, 17-18 milyonluk kent ne kadar zamanda felç olur?
Elektrikli adamın mutsuzluğu elektriksiz adamda yoktu. Küçük yerleşmelerde ulaşım sorunu yoktu. Namazdan sonra bir okkalık ekmeğini alıp yürüyerek evine dönen, gazetesiz, radyosuz, televizyonsuz, ulaşımsız, tüketimsiz bir halk. Bir şeyden haberi olmadığı için daha mutluydu. Kuşkusuz bu artık olanaksız. Bugünün insanının sahip oldukları çok fazla. Endişesi de o oranda çok. Fakat her şeye egemen olan kesin bir olgu var: Köylü köyüne dönmüyor ve dünyanın verdiği konforu istiyor. Seçimini yapmış. Televizyon istiyor. İnternet istiyor. Alışveriş merkezlerinde gördüğü her şeyin, alamayacak bile olsa, müşterisi. Bunlar dünya ile ortak istekler. Toplumun gelecekten beklediği çağdaş yaşam araçlarının hepsine sahip olmak.
Politik amaçlarla ne yaparsak yapalım, ders programlarıyla ya da öğrencilerin yaşı ile ya da okulların düzenlenmesi ile nasıl oynarsak oynayalım, kaç tane cami ve imam hatip okulu kurarsak kuralım, dünyanın her köşesinde herkes çağdaş yaşam araçlarına sahip olmak istiyor. Herkes televizyonda ve çevresinde gördüğü dünyanın yapışık parçasıdır.
Geleceğin değişmeyen bir programı var: Bu her yerde uygulanacak:
Enerji, İklim,Tarım, Sağlık. Bunların tümü fizik, kimya, biyoloji ve onlara ilişkin teknolojilere üzerine oturuyor. Yaşamın strüktürü bu. Gelecek de bunun üzerine kurulu.
Sayın tayinli bilim adamlarımız,
TÜBİTAK Evrim Kuramını bilimsel bulmuyormuş? Niteliği ‘bu sözde zahir’! Anaximander bundan 2500 yıl önce insan’ın balıktan gelmiş olabileceği hipotezini ortaya atmıştı. Nietzsche Milet’li ilk filozofların saçma şeyler söylediklerini, ama en büyük sorunlara parmak bastıklarını söyler: Birincisi her şeyin başlangıcından söz ediyorlardı; ikincisi bunu hikâye ile karıştırmıyorlardı; Üçüncüsü varlığın birliğinden söz ediyorlardı. Popper’ın gösterdiği gibi bilim kanıtlanmamış hipotezlerle ilerler. Darwin’in Evrim Kuramı üzerine yazılan kitapların sayısı TÜBİTAK kitaplığından zengindir.
Güncel yaşamın arkasında Bilim ve Teknoloji onların arkasında da insan özgü bir yetenek var: Akıl
Doğan Kubat.
12 Temmuz 2013

11 Temmuz 2013 Perşembe

Şadan Gökovalı Tiyatrosu - Oktay Ekinci

Halikarnas Balıkçısı’nın manevi oğluna doğduğu ilden en anlamlı ödül
TOKİ, Muğla projesi kapsamında yaptığı açık hava tiyatrosunu belediyeye devretti. Tiyatroya “Prof. Dr. Şadan Gökovalı” adının verilmesi ise kent için muhteşem bir kazanıma dönüştü.
İnsanın sorası geliyor… Acaba bu “armağan” yaşamını antik dünyanın uygarlıklar coğrafyasına adamış “Anadolu bilgesi” Gökovalı’ya mıdır; yoksa aynı coğrafyanın en gizemli merkezlerinden “Mobolla”ya mı?
Öyle ya; tiyatroya adını vermek Gökovalı’ya ne denli anlamlı bir armağansa, tiyatronun onun adıyla anılması da Muğla’ya en büyük armağandır..
Tıpkı Ayhan Çıkın’ın şu taptaze dizeleri gibi: “Akşam güneşi bir yangını tutuşturur körfezde / Limanda kaybolurken amphoraların şarap tadı / Islıkla söylenen Muğlalı bir şiirdir Gökovalı..” (İzmir-Haziran 2013)
53 yaşındaki Muğla-Devrim Gazetesi’nin haberlerini internetten büyük merakla okudum. 27 Haziran’daki açılış şenliğinde Milaslı ozanımız ve CHP Milletvekili Tolga Çandar ile TRT İzmir Radyosu sanatçılarından Makbule Kaya Ege’nin seslendirdikleri Ege türküleri, Gökovalı tiyatrosunu coşkuyla sarmalamış..
Ege’nin yazarı
1939’da Gökova’da doğan Gökovalı, eğitim yaşamını da Ula, Muğla ve İzmir’de, yani sadece Ege’de sürdürerek tamamladı; yükseköğrenim yıllarında da gazeteciliğe başlayarak 15 yıl TRT emektarı oldu.
Sayısız ödülleri arasında 
“yılın gazeteciliği”, “Türk Dil Kurumu ödülü”, Fethiye’den Bergama’ya tüm Ege’yi “En İyi Anlatan Yazar” unvanlarını aldı… Vefalı hemşerileri tarafından Gökova’da bir caddeye, Akyaka’da ise bir sokağa adı verilen; tüm araştırma ve gözlemlerini 30’a yakın kitabında derleyen Şadan Gökovalı, şimdi de 3 bin kişilik “tiyatrosu”nun açılışında eminim şöyle düşünmüştür:Keşke ilk büyük oyun Karya efsanelerinden derlenebilse… ‘İnsan Karya’da yaşar’ diyen Herodot’tan, bu güzel ülkeyi istilacılardan korumak için Mabolla’da karargâh kuran Halikarnas Kraliçesi Ada’ya, hatta Kuvayi Milliye’nin efelerinden Atatürk’e… tüm Anadolu kahramanlarının destanlarından...”
Balıkçının oğlu
Gökovalı bütün zamanların en sevdalı Anadolu âşıklarından... Batı uygarlıklarının kökeninde Ege’nin Anadolu yakasından doğmuş kültür zenginliğinin bulunduğunu yıllar önce savunan ve bir “Bodrum sürgünü”olduğu için edebiyat dünyamızın “Halikarnas Balıkçısı” olarak tarihe geçen, yürekli aydınımız Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın da manevi oğlu.
Balıkçı’nın tüm yapıtlarını ölümünden sonra yayımlayan; yazdığı önsözlerde, onun bu tezini nasıl kanıtladığını anlatan Gökovalı, 1958’deki ilk tanışıklığını da bakın nasıl anlatır:
“Gazeteye gelirken kapıda gök gürültüsü gibi bir ses duydum. Bu, beresiyle gökyüzüne, iki ayağı ve bastonuyla yeryüzüne dayanmış bir insan irisiydi. Sabahattin Eyüboğlu’nun, ‘Balıkçı’ya merhaba diyen ayakları üstünde sıkı durmalı’ sözünü henüz duymamıştım...”
Peki, dağların tepeleri neden hep bulutlarla kuşatılmıştır, bilir misiniz? Yanıtı yine Gökovalı’dan;
“Mitolojiye göre ulu dağların vaktiyle kanatları vardı. Canları istediğinde havalanır, sonra tozu dumana katarak konarlardı. Bu durum Toprakana’nın bağrını ağrıtıyor, canını yakıyordu. Kim bilir kaç yüz yıl yalvardı Toprakana tanrılara… Sonunda tanrılar acıdı, dağların kanatlarını kesti. Şimdi bulutların tepelerden eksik olmaması, hep dağlara koşmaları da bundandır...”
Muğla Belediye Başkanı Osman Gürün, tiyatronun açılışında “Kentin kimliğini korumak için yüksek bina sınırlaması getirdik” demiş. Bir kültür insanının bir kültür mekânıyla kutsandığı törende, “kentin imar rantına karşı korunması”na da değinmek, ne kadar hoş değil mi?

Oktay Ekinci

11 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Bu Kitabı Okumak Gerek-Ali Sirmen

“Hem okumamızı salık veriyorsun hem de eleştirerek başlıyorsun”demezseniz, bana göre bir yanlışlığa parmak basarak başlamak istiyorum. Kitabın ikinci bölümü öne, birinci bölümü de onun arkasına alınmalıymış.
Emre Kongar ve Aykut Küçükkaya’nın daha olaylar sıcakken ortaklaşa kaleme aldıkları,
“Gezi Direnişi” mutlaka okunması gereken bir yapıt.
Ailecek gazeteci, haberci dostum Aykut Küçükkaya “gezi güncesi” ni hazırlamış, birinciden otuzuncu güne kadar saat saat, an an, olayların nasıl geliştiğini anlatmış, hatta Taksim düzenlemesiyle ilgili gelişmeleri 2011’e kadar giderek aktarıyor.
Her şey bir film şeridi gibi geçiyor gözünüzün önünden.
Bu yüzdendir ki size önerim, bir polis romanı sürükleyiciliğinde olan nefes nefese okuyacağınıza emin olduğum kitabın önce ikinci, yani günce bölümünü okuyun, sonra Emre Kongar’ın bilim adamı gözüyle, ilginç değerlendirmelerine geçin!
“Gezi güncesi”ni okurken nasıl değişik barışçıl ve çok boyutlu bir olayla karşı karşıya olduğunuzu anlıyor, buna karşılık iktidarın bu olayı nasıl algılayıp karşılık verdiğini görüyorsunuz
Daha sonra, Emre Hoca’nın bilim adamı gözüyle değerlendirmelerine geçebilirsiniz.
Burada ilk dikkati çeken nokta, Emre Hoca’nın benim de paylaştığım bir saptaması, Tayyip Bey, Gezi olayını anlamamaktan çok, gerginlik politikasıyla yanıtlamayı tercih etmiştir görüşü.

***
E. Kongar “Yeni Orta Sınıf” görüşü ile geniş ilgi toplayan Prof. Sencer Ayata’nın değerlendirmelerini 36 - 39. sayfalarında vererek başlıyor işe...
Aynı zamanda milletvekili olan Prof. Sencer Ayata’ya göre, Gezi olayları da yeni orta sınıfın demokrasi hareketi.
Şimdi yalnızca satır başlarıyla Emre Hoca’nın görüşlerini özetleyeyim, gerisini daha geniş ve öğretici biçimde kitapta okursunuz.
Gezi olayı ‘Bilişim Devrimi’nin Türkiye’deki tohumlarının tomurcuklanması, çiçek açması, geciktirilmiş dışavurumudur.
Olaya sadece, “Dijital Devrim” olarak bakmak da yanlıştır.
Olay aslında uzun bir süredir dünyayı ve Türkiye’yi etkilemekte olan insanlığın 3. büyük devriminin değerleri olan çevrecilik, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar bağlamında ortaya çıkmıştır.
Ağaçları, yeşili, parkı korumak gibi çevreci bir niyetle başlayan ve direnişçilere zalimce müdahalelerle gelişen, Erdoğan’ın dediğim dedikçi tutumuyla yaygınlaşan olayın ulusal nedenleri ise kentsel yaşam standartlarını düşüren yağma kültürü, Erdoğan’ın yaşamın her alanına müdahale eden ceberut tutumu, AKP iktidarının yaşamın her alanını kapsayan müdahaleci, baskıcı politikası; herkesin her an, her yerde izlendiği, kayıt altına alındığı, kaset, korku toplumuna duyulan tepkidir. 
***
Direnişten çıkan pratik sonuçlar ve alınacak derslerse çok özetle şunlar:
Bu direniş, AKP’nin dinci -laik, Müslüman- laik gibi karşıtlıklarla tırmandırdığı din eksenli kırılmayı ortadan kaldırdı. Direniş kuşağı din üzerinden ötekileştirmeyi reddetti.
Yeni kuşakların hiç de şikâyet edildiği gibi toplumsal sorunlardan habersiz ve çevrelerine karşı ilgisiz olmadıkları anlaşıldı.
Halk pasif direnişin erdemlerini anladı.
Korku duvarı yıkıldı, korku barajı aşıldı.
Klasik medya üzerindeki sansürün işe yaramadığı, ters teptiği anlaşıldı.
E. Kongar “Bundan sonra ne olur” sorusuna da şu yanıtı veriyor:
Kısa vadede Taksim Gezi Parkı Direnişi hiç kuşkusuz şu veya bu biçimde karşı tepkileri davet edecek, AKP iktidarı önemli girişimlerde bulunacaktır!
Tepkisel otoriterleşmeyle bir süre bir geri gidiş bile yaşanabilir. Ama bu geri gidişi ve otoriterleşmeyi kalıcı sanmak yanıltıcıdır. Çünkü ‘bilişim devrimi’ artık hükmünü icra etmektedir. Türkiye’de de dünya ile birlikte bu yeni döneme girilmiştir.
Girişilecek kışkırtmaların etkisi konusunda belirleyici olan esas soru şudur:
Türkiye’de nüfusun ne kadarı kentli ve demokrat nitelikleri kazanmıştır, ne kadarı feodal değerlere bağlılıklarını sürdürmektedir?
Kongar’ın bu sorusuna yanıt ararken de yeni orta sınıfın yükselen ve gelişen bir sınıf olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir sanırım.
Evet sevgili okurlar; Emre Kongar ile Aykut Küçükkaya’nın “Gezi Direnişi”mutlaka okunması gereken bir kitap.
Ali Sirmen
11 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Srebrenitsa soykırımının 18. yıl dönümü

Srebrenitsa soykırımının acısı, aradan geçen 18 yılarağmen hiç dinmedi. Srebrenitsalı anneleri, bu anlamlı ve acılı günde yalnız bırakmamak için Bosna Hersek'in yanı sıra, Türkiye ve dünyanın birçok ülkesinden gelen binlerce insan, törenlerin yapılacağı Potoçari'deki şehitlikte toplandı.

Tuzla kentinin Nezuk kasabasında, 3 gün önce başlatılan "ölüm yürüyüşü"ne katılan yaklaşık 5 bin kişi yürüyüşlerini Potoçari mezarlığında tamamlarken, yürüyüşe katılanlar geceyi, Potoçari çevresinde kurdukları çadırlarda geçirdi.
"Beyaz zambaklar" gibi dizilen uçsuz bucaksız mezar taşlarının bulunduğu Potoçari Mezarlığı'nda toplanan binlerce insan, dua edip kurbanların ardından gözyaşı döküyor. Bu gözyaşları, 18 yıl önce katledildikten sonra bedenleri parçalanan, toplu mezarlardan yıllar sonra çıkarıldıktan sonra kimlikleri güçlükle belirlenen kurbanlar için akıtılıyor.

409 soykırım kurbanının tabutu başında hüzün
Srebrenitsa'da, 11 Temmuz 1995'te katledilen 8 bin 372 Boşnak'tan, kimlik tespit işlemleri tamamlanan 409'u, bugün kılınacak cenaze namazıyla toprağa verilecek.
Potoçari Anıt Mezarlığı'na getirilen tabutların başında gözyaşı ve hüzün hakim. Parçalanan bedenlerden bulunabilen birkaç parça kemik, bugün insan onuruna yakışacak şekilde defnedilecek.
Toprağa verilecek soykırım kurbanları arasında doğduğu gün katledilen bir bebek de bulunuyor.
Cenazeler, öğlen kılınacak namazın ardından toprağa verilecek

Sırbistanlı ''Siyah Giyen Kadınlar'' Derneği üyeleri, soykırım kurbanlarının yakınlarına destek oldu.
Üzerinde, ''Dayanışma'' yazan büyük bir pankart taşıyan Siyah Giyen Kadınlar Derneği mensupları, önceki yıllarda olduğu gibi, bu yılda soykırım kurbanları yakınlarına desteklerini gösterdi. Dernek üyeleriyle birlikte Potoçari Anıt Mezarlığı'na gelen Dernek Başkanı Staşa Zayoviçaçıklamada, Sırbistan toplumunun Srebrenitsa'da yaşanan soykırımı tanıması için etik ve siyasi sorumluluk üstlenmesi gerektiğini söyledi.
Zayoviç, ''Sırbistan toplumu, soykırımla yüzleşmenin etik bir sorumluluk olduğunun farkına varmalı. Bunu, Lahey, Brüksel ya da Washington istiyor diye değil, kendilerine duydukları saygının geri dönmesi ve diğer insanlarla iletişim için yapmalılar. Başkalarına yaptıklarınızı kabul edince, kendinize yeniden saygı duymaya başlarsınız'' dedi.
Siyah Giyen Kadınlar Derneği'nin genç üyeleri de Srebrenitsa soykırımı kurbanlarının anısına, Sırbistan'ın başkenti Belgrad'da bisikletleriyle Srebrenitsa'ya kadar geldi. Belgrad'dan bisikletleriyle Srebrenitsa'ya gelen Miloş Starçeviç isimli genç dernek üyesi, yol boyunca kimi zaman destek kimi zaman da eleştiriye uğradıklarını, ancak hedeflenen noktaya vardıklarını söyledi.

Belgrad'da ''Srebrenitsa'' gösterisi
Öte yandan, ''Siyah Giyen Kadınlar'' Derneği, Avrupa'da, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yaşanan en büyük insanlık trajedisi olarak kabul edilen ve 8 bin 372 Boşnak erkeğin katledildiği Srebrenitsa soykırımında hayatını kaybedenleri anmak üzere, dün akşam Belgrad'da gösteri düzenlendi.
Cumhuriyet Meydanı'nda, ''Srebrenitsa soykırımını hiçbir zaman unutmayacağız'' başlıklı gösteriye katılan dernek mensupları, üzerinde soykırım kurbanlarının isimleri yazılı dövizler taşıdı.
Siyah Giyen Kadınlar Derneği mensupları, yaklaşık bir saat süren gösteride, Srebrenitsa soykırımı kurbanları için saygı duruşunda bulundu. Dernek Başkanı Staşa Zayoviç, yaptıkları gösterinin Potoçari Anıt Mezarlığı'nın Belgrad'a taşınmasını simgelediğini söyledi.
Zayoviç, ''Belgrad, soykırımı hala inkar eden bir şehir. Siyah Giyen Kadınlar, burada canlı anıt olmaya devam edecektir. Bir kez daha, Srebrenitsa'da öldürülenlerin bizim hayatlarımızda önemli izler bıraktığını belirtmek isterim'' diye konuştu.
Siyah Giyen Kadınlar Derneği'nin ilginç gösterisine ayrıca, ''Nefes Tiyatrosu'' ve ''Sanat Kliniği'' de destek oldu.
Gösteride kullanılan çarşaf, tepsi ve suyun mutluluğun, ölümün ve acının sembolü olduğunu söyleyen Zayoviç, ''Biz bu gösteriyle, Srebrenitsa'da sadece fiziksel anlamda hayatların son bulmadığını, aynı zamanda, hayallerin, umutların, beklentilerin ve yaşama sevincinin de son bulduğunu göstermek istedik'' dedi.
Zayoviç, Sırbistanlı devlet yetkililerinin, Belgrad'da bir anıt yapılması ve 11 Temmuz gününün ''soykırım günü'' olarak kabul edilmesi için hiçbir girişimde bulunmadığını ve yapılan girişimleri de kabul etmediğini belirtti.
Dernek mensupları, gösteride, beyaz çarşafların üzerinde kırmızı boyalı ayakkabılarıyla izler bıraktı. Bu arada, bazı vatandaşların eylem yapan dernek mensuplarına sözlü tacizde bulunduğu görüldü.

Srebrenitsa'da ne oldu?
Bosna'daki savaş sırasında, BM'nin güvenli bölge ilan ettiği Srebrenitsa, 11 Temmuz 1995'te Ratko Miladiç'e bağlı Sırp birlikleri tarafından işgal edildi. İşgal üzerine BM bünyesindeki Hollandalı askerlere sığınan sivil Boşnaklar, Sırplar'a teslim edildi.
Otobüs ve kamyonlara bindirilen Boşnaklar'dan 8 bin 372'si götürüldükleri ormanlık alanlarda, fabrikalarda, depolarda hunharca katledildi. Katledilenlerin cenazeleri, ülkedeki çeşitli toplu mezarlara gömüldü.
 Cumhuriyet Portal