4 Ağustos 2013 Pazar

HES iki saatte kuruttu!-Cumhuriyet Portal

Rize’nin içme suyu ihtiyacının karşılandığı Salarha Deresi'nin 8 kilometrelik bölümü HES projesinin deneme üretimine başlamasıyla 2 saat içindetamamen kurudu. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun"HES'ler dereleri kurutmuyor" sözlerini anımsatan çevreciler duruma tepki gösterdi.

Rize’de kent merkezi ile birlikte 10 ilçe, 5 belde ve 25 köyde yaklaşık 300 bin kişinin içme suyu ihtiyacının karşılandığı Salarha Deresi’nde Çalık Holding’e ait Adacami Hidroelektrik Santralı (HES)  deneme üretimine başladı. Güneysu Vadisi üzerindeki irili ufaklı toplam 6 derenin suyunu da tünellere alan proje kapsamında, Salarha Vadisi üzerindeki Çaykent Beldesi ile Yiğitler köyü arasındaki Üzümlü regülatöründen tünele alınan Salarha Deresi’nin suyu, Güneysu Vadisi’nde kurulan santrala aktarıldı. Ancak Salarha Deresi’nin 8.5 kilometrelik kısmı kurudu. Derenin iki saat içerisinde susuz kalması bölge halkının tepkisine neden oldu. Topaloğulları Çevre Koruma Derneği Başkanı Ali Toptan, taşkınlara neden olan Salarha Deresi’nde elleri yıkayacak kadar bile su kalmadığını vurgulayarak, “HES üretime başlayınca iki saat içerisinde su seviyesi birden düştü. Gürül gürül suyun aktığı derenin ortasındayız ama su yok. Böyle şey olmaz. İshale hattı olmayan bölgede pis sular da dereye veriliyor. Burada artık kokudan da durulmaz” dedi.

Söyleseler inanmazdık
Dereyi daha önce hiç bu halde görmediklerini anlatan yöre sakinlerinden Şevki Köse, Faruk Demircan ve Mustafa Avcı da derenin bu hale getirilmesine tepki göstererek “Onca yıldır burada yaşarız, dereyi ilk kez bu halde gördük. Salarha Deresi kurudu. Söyleseler inanmazdık” diyerek dert yandılar.
Derelerin Kardeşliği Platformu’ndan yapılan açıklamada da Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun  “HES’ler dereleri kurutmuyor”sözlerini anımsatarak “Buralarda katliam yaşanıyor. Artık bütün gerçekler ortada. Derelerimizde su kalmadı. Dereler ve sularımız ile birlikte yaşamın da kökü kurutuluyor. Bu rant projeleri artık bir an önce durdurulmalı” denildi.

Cumhuriyet Portal
2 Ağustos 2013

Akıl Almaz Şeyler - ATAOL BEHRAMOĞLU

Ülkemizde akıl almaz şeyler birbirini hızla izliyor.
Bu zaten hep böyleydi derseniz, karşı çıkmam.
Özellikle AKP döneminde Türkiye’nin giderek bir akıl hastanesine dönüştüğü çok açık.
Fakat şu günlerde birbiri ardına olanları, akıl kavramaya yetişemiyor…
Hangisinden başlamalı, hangi birinden söz etmeli…
Sondan başa doğru gitmeye çalışalım…
Mahallelere ihbar kutuları konulacakmış…
Demek ki günün ya da gecenin bir saatinde kapınız çalınacak, hakkınızda ihbar var denerek eviniz darmadağın edilecek, alınıp götürüleceksiniz…
İhbarcı kim, ihbar nedir? Bunları öğrenmeye bile hakkınız olmayacak…
Bu uygulama, Ergenekon ve Balyoz davalarında zaten uygulanmakta olan gizli tanık hukuksuzluğunun ve ahlaksızlığının bütün ülkeye yayılması demektir.
***
Bir başka aklı almaz şeyi, AKP ileri gelenlerinden, şefin kuşkusuz en yakınlarından Mehmet Ali Şahin dile getirdi.
Gezi Direnişi’ne katılanlara TCK 312’den dava açılmalı, ömür boyu hapis verilmeliymiş.
Bu sözler, diktatörlüğe hukuk kılıfı geçirme çabasıdır.
Demek istiyor ki, bizi eleştiremezsiniz, hayatınızı söndürürüz.
Hepinizi yeni Ergenekon ve Balyoz torbalarına doldurur, hapishanelerde çürütürüz.
Bu kadarı ancak adı diktatörlük olan rejimlerde olabilir.
Tek bir farkla: O türden rejimlerde cinayetler hukuksal kılıfa gerek duyulmaksızın işlenir.
Burada yasal kılıf aranıyor.
***
Kürt sorunu akıl almaz boyutlarda.vBDP eşbaşkanı, AKP yardakçılığının da ötesinde ihbarcılık yapıyor.
Yarın bir savcı, Gezi Direnişi’nin askeri darbe planları hakkında bildiklerini anlat derse, acaba ne yanıt verecek?
Bir halkın kimlik talebinin, birden fazla ülkeyi bölüp parçalamaya yönelmesi akıl dışıdır.
Gezi’deki çağdaş enerjiyi anlayıp değerlendiremeyen bir kafanın, çağdaş dünyada, emperyalizm işbirlikçiliği, gericilik ve feodalizm çamuruna gömülmek dışında hiçbir şansı olamaz.
***
Kadın, sanat, çağdaş yaşam düşmanlığı akıl almaz boyutlarda.
Çocuk bekleyen kadının sokağa çıkmaması gerektiğini söyleyen kişi, nasıl bir aklın ve ahlakın ürünü olabilir?
Daha bu sözlerin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken üstelik profesör titri taşıyan birilerinin müzik üzerine fetvaları, insanı şaşkınlıktan da ötelere sürüklüyor…
Bunlardan iki tanesini, Zeynep Oral’ın “Bilime, Sanata, Yaratıcılığa Tahammülsüzlük” başlıklı yazısından (Cumhuriyet, 1 Ağustos 2013) buraya alıyorum:
Müzik için haram diyemeyiz, ama helal de diyemeyiz. İçeriği İslama uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir” (Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Orhan Çeker.)
Hanefi mezhebine göre müziğin icrası da, dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır.” (İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman)
Bilmem başka bir söz eklemeye gerek var mı? 
***
Türbanlı öğrenciyi, yüksek yargı kararını uygulayarak dersine almadığı suçlamasıyla hapis cezasına mahkûm edilen uluslararası değerde bilim insanı…
Oruç tutmak ya da tutmamak kişisel bir seçimken, laik bir ülkede devlet bütçesinden yüksek rütbeli komutanlara iftar yemeği…
Dil Kurumu adı taşıyan bir kuruluşça, hükümeti demokratik yollarla indirme girişimlerinin “darbe” tanımı içine alınması…
Maçlarda siyasi slogan atma yasağı…
Ülke kurucusunun sigaralı fotoğrafında sigarayı gizlemeyen medya kuruluşuna ceza…
Ülke ekonomisinin omurgasını oluşturan bir kuruluşa intikam baskını…
Ülkemizin ve çağdaşlığın birikimlerine aykırı sayısız söz, suç ve girişim…
***
Bu kadar akıl dışılığın sorumlusu olan bir siyasal iktidarın 5 Ağustos’ta gerçekleşecek büyük halk buluşmasından korkması doğaldır. 
Çünkü akıl dışılığa son verecek asıl ve gerçek güç, Gezi Direnişi’yle zirveye ulaşan direnişler zinciri olacaktır…
Yasaklama ve korkutma çabaları boşunadır…
ATAOL BEHRAMOĞLU

3 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

AKP, Türkiye'yi batağa çekiyor-Onur Öymen

Dışişleri Bakanlığı’nın eski müsteşarlarından emekli büyükelçi Onur Öymen, “Nüfusu Müslüman olan ülkelerde laiklik olmadan gerçek demokrasi yerleşmez” diyor. Ortadoğu’nun kaynayan bir kazanken artık patlamaya hazır hale geldiğine işaret eden Öymen, Arap Baharı’nın gittiği ülkelerde demokrasi bekleyen halkın Müslüman Kardeşler’in otokratik yönetim anlayışına çok ciddi tepkiler verdiğini vurguluyor. Buna son örnek olarak Mısır’ı gösteriyor. Libya, Tunus ve öteki Ortadoğu ülkelerinde de çok ciddi rahatsızlıklar olduğunun altını çiziyor. Bizim hükümete de şu çağırıyı yapıyor: “Türkiye insan hakları, özgürlükler ve demokrasi alanında bu kadar geriye gitmeseydi birinci sınıf bir demokrasiye öncülük yapabilirdi.”

- Ortadoğu tam bir kaynayan kazan. Mısır’da Batı’nın darbe diyemediği, Müslüman Kardeşler kökenli Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesine yol açan askeri müdahale, Tunus’ta altı aydır laik muhalif siyasi liderlerin suikastlara kurban gitmesi, bizim Suriye sınırında süren savaş bölgeyi nerelere götürür? Bunun Türkiye’ye yansımaları ne olur?
O.Ö.- Başlangıçta Arap Baharı diye başlayan olayların amacı bölgeye demokrasi getirmekti. Bu hareketin öncüleri diğer bütün ülkelerde demokrasi gelişirken Ortadoğu’da gelişmemesinin sıkıntısını yaşıyorlardı. Hedefleri gerçek demokrasiydi.

Ama bir süre sonra görüldü ki bu bölgede öteden beri var olan bazı siyasetçiler, başta da Müslüman Kardeşler grubu değişim ortamından yararlanarak bölge ülkelerinde eski liderlerin yerine otoriter din devletleri kurmayı hedeflediler. Bunlar çok örgütlüler. Sadece Mısır’da 600 bin üyeleri var. Tüm bölgede iki milyon üyeleri olduğu söyleniyor. Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra yönetimi devralan askerlerin yaptığı ilk iş, 1954’ten beri yasaklı olan Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırmak oldu. Onlara ve onlardan daha da radikal olan Selefiler’e de siyasi parti kurdurdular. İlk seçimde anlaşıldı ki bunlar büyük bir siyasi güç sahibi.

Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in toplam oyu yüzde 70 dolayında. Sonuçta Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Müslüman Kardeşler’in adayını seçtirdiler. Bu seçim ortamını yine Mısır’da askerler sağladı. Yani bir taraftan Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırdılar, öbür yandan da Müslüman Kardeşler’in adayının seçilmesini sağlayacak koşulları yarattılar.

- Hatta askerler o seçim öncesi kimi adayları veto etmediler mi?

O.Ö.- Ettiler. Şimdi Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan El Baradey, “Bu kadar antidemokratik seçim olmaz” diye adaylıktan çekildi. O seçimde yurtdışından çok paralar geldiği, bazı Mısırlılara zorla oy verdirildiği söylendi.

Şimdi demokratik seçim diye bugün atıfta bulunulan o seçimin ne kadar demokratik olduğu da ayrıca tartışmaya değer. Bundan sonra gelen rejim ve hükümet de demokratik mi oldu? Bu da ayrıca tartışılır. Hatta Müslüman Kardeşler, “Mısır’da hiçbir kadın Cumhurbaşkanı olamaz” diye de ifadeler kullandı. Kadın-erkek eşitliğine bu kadar uzak olan bir partiden demokrat bir parti diye söz etmek mümkün olabilir mi?
Müslüman Kardeşler’in çıkardığı anayasada yargının denetim altına alınmak istenmesi ve daha çeşitli girişimler büyük tepkilere yol açtı. Ekonominin kötüye gitmesi tepkileri daha da arttırdı. Askerler müdahale etmeden demokrasi içinde yumuşak geçiş yapılabilseydi çok daha iyi olurdu. İşin içine askerler girince ortaya çıkan tablonun başka mahzurları da oluyor.

- İyi de şimdi bizimkiler Sisi’nin darbesine büyük tepkiler gösteriyorlar. Ama Mübarek’i deviren o dönemin Genelkurmay Başkanı Tantavi’nin askeri darbesine acaba neden ses çıkarmadılar?


O.Ö.- Darbeyle siyasi çözüm bulmak yanlış bir iş. Ama bu politikayı izliyorsanız başından beri buna karşı çıkacaksınız. Tantavi iktidara gelince bizim Sayın Başbakan 13 Eylül 2011’de Mısır’ı ziyaret etti. Tantavi ve Savunma Bakanı’yla görüştü ve Mısır Hükümeti’yle stratejik işbirliği anlaşması imzaladı.

Askeri darbelere karşıysanız o zaman hepsine karşı koyacaksınız. Ama Tantavi’ninki Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırdı diye bize göre olumlu bir müdahaledir, ama şimdi askerler Müslüman Kardeşler’i devre dışı bıraktığı için suçludur, gibi bir ayrımcılık yaparsanız o zaman ilkeli bir yaklaşım sergilememiş olursunuz.

Her halükârda Mısır’da durum son derece karmaşıktır. Yabancı ülkelerin olaya bakışında da çok farklılıklar var. ABD gibi büyük devletler kim iktidarda sorusundan daha çok, iktidarda olan bizim politikalarımıza ne kadar hizmet eder, ne kadar yardımcı olur, sorusuna cevap arıyorlar. Müslüman Kardeşler’i bir ölçüde himaye ettiler. ABD Başkanı Obama Müslüman Kardeşler iktidar olur olmaz 450 milyon dolarlık yardım vaadinde bulundu. Ardından askeri yardım da vaat ettiler.

- Peki, neden?

O.Ö.- Çünkü onlar Ortadoğu dengelerinde Mısır’ın çok önemli rol oynadığını biliyorlar. İster Müslüman Kardeşler, ister başkası olsun, kendi beklentileri doğrultusunda adımlar atarsa bundan memnunluk duyuyorlar. O nedenle de Mursi’den memnundular. Örneğin Mursi Suriye konusunda ABD’nin her istediğini yaptı. Hamas’ın İsrail’le ateşkes yapmasına yardımcı oldu. O yüzden de Mursi’den şikâyet etmiyorlardı.

Ama Mısır halkı başka türlü düşünüyordu. Mısır halkı Mursi yönetiminden memnun mu, halkın demokratik, ekonomik beklentilerini karşılıyor mu, sorusunu hiç kimse sormadı. Ama milyonlarca insanın sokağa dökülmesi gösterdi ki Mısır halkı çok tepkili. Aynı göstericiler bir süre önce Tahrir Meydanı’nda, “Ordu kışlasına çekilsin” diye gösteri yapıyordu. Karşısındaki Müslüman Kardeşler gayet örgütlü bir güç. Bu iki gücün çatışması Mısır’ı yeni bir Suriye ortamına götürebilir. Bütün sıkıntılar da buradan kaynaklanıyor.

- Sözüm ona demokrasi götürülmek istenen Libya ve Tunus’ta da siyaset sahnesi durulmuyor...


O.Ö.- Evet. Libya’da hükümet değişikliği gündeme geldi. Aşırı İslamcılara karşı olan bazı muhalif liderler öldürüldü. O nedenle de Müslüman Kardeşler’e karşı büyük bir tepki oluştu. Tunus’ta da son altı ay içinde İslamcı yönetime karşı olan siyasi liderler öldürüldü. Bu olaylar üzerine orada da Müslüman Kardeşler’e karşı tepkiler oluştu.

Bölge genelinde bütün bu olaylara bakacak olursak bunları çok önemli gelişmeler olarak görüyoruz. Başka ülkelerde de Müslüman Kardeşler’e çok sert tepkiler var. Örneğin Ürdün de onlardan çok şikâyetçi. Kral Abdullah Türkiye’yi ziyaretinden sonra ABD basınına verdiği demeçte, Türkiye’yle Mısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bölgede adeta bir hilal oluşturduklarını söyledi.

Türkiye’nin hedefi de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) aracılığıyla Suriye’de Müslüman Kardeşler’i iktidar yapmak. Bunu çok kısa sürede gerçekleştireceklerini sandılar. Gerçekleştiremedikleri gibi Mısır’da bizimkilerin bel bağladığı Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırıldı. Böylece bizim hükümetin beklentilerinin tersine gelişmeler oldu.

- Bütün bu olanlar Türkiye açısından çok ciddi bir güvenlik riski demek değil mi?

O.Ö.- Türkiye eskisinden çok daha büyük bir güvenlik riskine girdi. Suriye’yle bin km’ye yakın bir sınırımız var. Bu sınırın güneyi silahlı grupların denetiminde. Bu sınırın güvenliğini sağlamak sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait.

Irak’la 384 km. sınırımız var. O sınırda Irak devletinin tek bir askeri yok. Bu sınırlarda bir çatışma olduğu zaman normal koşullarda ilgili hükümete çağrıda bulunulur. Ama bugün Suriye’yle ilişki yok. Kime çağrı yapacaksınız? Yani Suriye Hükümeti’ne karşı silahlı grupları desteklemenin bir bedeli var. Siz Suriye’deki iç çatışmalarda taraf haline geleceğinize ilkeleri savunup oradaki iç çatışmaların dışında kalsaydınız daha doğru bir politika uygulamış olurdunuz.

Ama ne yazık ki bugün orada çatışan grupların karargâhı Türkiye’dir. Suriye Ulusal Konseyi dedikleri silahlı grupların yönetimini üstlenen örgütün merkezi İstanbul’da. Sadece Suriye Ulusal Konseyi değil, PKK’nin bir uzantısı olan PYD denilen bir örgüt ve daha başkaları da var. Sınırımızın büyük kısmını PYD denetliyor. El Kaide’nin uzantısı El Nusra’yla PYD çarpışıyor.

Tam bir kaos ortamı. Türkiye’yi böyle bir kaosun parçası haline getirmek bence siyasi açıdan çok vahim bir hatadır. Bizimkiler neredeyse yeni bir Osmanlı kurma hayaliyle yola çıktılar. Ama şimdiki durum Osmanlı’nın son zamanlarından daha da sıkıntılı görünüyor.

- Suriye’de bizimkiler Esad rejiminin devrilmesi için var güçleriyle çalışırken ABD ve büyük güçler Suriye’deki sözüm ona muhalif silahlı grupları terorist ilan etmedi mi?


O.Ö.- Bizimkilerin hedefi Türkiye, Suriye, Hamas, Mısır üzerinden Atlantik’e kadar uzanan bir Müslüman Kardeşler kuşağı kurmaktı. Bu kuşak şimdi kırıldı. Libya’da Müslüman Kardeşler iktidar ortağı ikinci parti. Onların da iktidardan çekilmesi söz konusu.

Tunus’ta Müslüman Kardeşler ağırlıklı, Gannuşi’nin Ennahda partisi sallanıyor. Bölge böyle bir kaos ortamı içine girdi. Bütün mesele sadece eleştirmek değil, durumu tespit edip çıkış yolu göstermek. Bence Ortadoğu’da bütün bu badireden çıkış yolu o ülkelerde gerçek demokrasiyi yerleştirmektir. Halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasi olabilmesi için laiklik şart. Laiklik olmazsa demokrasi de olmaz.

Ortadoğu’ya demokrasi önerenlerden hiçbiri laiklikten söz etmiyor. Bir zamanlar bizim Başbakan Mısır’ı ziyaret ettiğinde laiklikten söz edecek oldu, Müslüman Kardeşler’den büyük tepki geldi. Bir daha da laikliği ağzına almadı. Ama esas olan Batılı ülkelerin hiçbiri laik bir demokrasi olsun istemiyor. Herkes kendi çıkarına yardım edecek Müslümanlar istiyor.

Yani halkın özlemlerine cevap verecek gerçek, birinci sınıf bir demokrasiyi kimse istemiyor. Türkiye, özgürlükler, insan hakları ve demokrasi alanında bu kadar geri gitmeseydi böyle birinci sınıf bir demokrasiye öncülük yapabilirdi. Türkiye bugün dünya demokrasileri arasında 89. sıraya indi. Basın özgürlüğü konusunda Mısır’la aramızdaki fark dört puan. Mursi’nin bu otoriter rejimi ve kaos ortamına rağmen basın özgürlüğünde Mısır 158., Türkiye 154. sıradaydı. Böyle bir ülke demokrasi alanında başkalarına esin kaynağı olabilir mi?

- Yani Türkiye bölgede etkili olmak istiyorsa önce gerçek demokrasinin ilkelerini mi yerli yerine oturtmalı?


O.Ö.- Türkiye öncelikle kendine çeki düzen vermeli ve demokratik standartları ve özgürlüklerini çağdaş normlara uyarlamalıdır. Ondan sonra da Doğu için değil, birinci sınıf demokratik yönetimlerin işbaşına gelmesine çalışmalıdır. Bence çıkış yolu budur; istikrar da buradan geçer.

Bölgeye gerçek demokrasi yerleşmeden bölge ülkelerinin istikrara kavuşmalarını beklemek bence hayaldir. Bir de ayrım yapmayacaksınız. Mısır’da 72 kişi öldü. Başbakan haklı olarak tepki gösterdi. Bahreyn’de 86 kişi öldü. Ama bizden ses çıkmadı. Yemen’de iki bin kişi öldü. Oralarda ölenler insan değil mi?

Aynı ilkeleri, aynı yaklaşımı her yerde savunacak ve sergileyeceksiniz. Yani, Mübarek’i deviren askerler iyi, Mursi’yi deviren askerler kötüdür, diyemezsiniz. Askeri müdahale her yerde yanlıştır, diyorsanız o zaman da askerlere mesafe koyacaksınız. O bakımdan bu meseleleri serinkanlı düşünüp iç politika malzemesi yapmamak lazım.
Söyleşi:Leyla Tavşanoğlu

4 Ağustos 2013

3 Ağustos 2013 Cumartesi

O Günleri Daha Çook Ararız! - Cüneyt Arcayürek

Aç susuz ramazan günleri Necdet Özel paşayla özelleştirdiği TSK’yi -sanki yaşamın tapusunu almış gibi- ta 2019’a kadar hangi orgeneralin Genelkurmay Başkanlığı’nda idare edeceğini saptamaya çalışmak, kolay değil.
Liste açıklandı: Özel’den sonra bu gidişle ülke bölünecek diye ifade buyuran, ne ki recebbiyenin affına mazhar olan Kalyoncu Paşa’dan sonra, 2017’de şimdinin ikinci başkanı Hulusi Akar, 2019’da da Salih Zeki Çolak paşalar;Atatürk ordusunun yerinde yeller esen TSK’yi yönetecek komutanlar...
Toplumun esasen zayıf olan belleği elbette anımsamaz.
Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nde askeri yönetimin hâlâ canlılığıyla yaşadığı, cunta reisi Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olduğu o günlerde; Genelkurmay Başkanlığı’nda, emekliye ayrılacak Necdet Paşa’dan boşalacak koltuğa bir diğer Necdet Paşa’nın oturacağı ve de bilmem hangi tarihe kadar Genelkurmay’a ve komuta heyetine gelecek kumandanları saptayan liste açıklandı...
Askeri denetim altındaki medyamızın irili ufaklı tanrıları; yıllar sonrasının Genelkurmay Başkanı’nı ve komuta heyetini 1980’lerde saptayacak plan programa olamazzz diye isyan ettiler...
Liste çöpe atıldı. Genelkurmay’da “İkinci Necdet” dönemi başlamadan sona erdi.
Şükürler olsun ki bugün medyamızı böyle bir zahmetten kurtaran; bir 23 Nisan’da çocuk başbakana verdiği nasihatın gereğini yerine getiren; astığı astık, kestiği kestik anlamında gelen her sözü, icraatı, yasadışı içi, olumsuz her davranışı eleştiri dışı RTE demokrasisinde...
... TSK’nin bugünden 2019’lara değin kimin Genelkurmay Başkanı olacağı, Başbakan’ın onayıyla saptanan liste açıklandı...
Medyamızın kılı bile kıpırdamıyor!
***
Üstelik askerlerimiz modern silah ve gereçler yerine sınırlarımıza saldıran topluluklara karşı, ola ki hiçbir dünya ordusunun kullanmadığı bir silah kullanıyor.
Sınırlarımızı zorlayan saldırganı öldürmeyi değil, pişman etmeyi ön plana alan değişik bir strateji izliyor.
Suriye’den gelen önce bir, sonra iki ve hatta üç bine yakın atlı silahlı kaçakçıyı havaya ateş ederek uyardıktan sonra...
... sözle uslanmayanın hakkı kötektir diye askerlerimiz elindeki ateşli silahları bir yana bırakıyor. Tabii Genelkurmay’dan aldığı emri uygulayarak, biber gazı kullanıyor, Suriyeli güçleri püskürtüyor...
... ve böylece askerlik sanatına bir ilkle katkı yapıyor.
***
Diktatör müsveddesi, siyasal amaçlarını korumak, kollamak için asker yerine kentlerde polisi kullanıyor.
Polis de yukarıdan aldığı emirle; demokratik yaşam haklarının uygulanmasını istemekten başka amaç ve suçu olmayan, hükümeti devirmeye giriştikleri iddiasıyla isyan ettiklerini ilan ettiği, düşman gözüyle baktığı Gezi Parkı eylemcilerine de biber gazı, gaz bombası ve silaha dönüştürdüğü tazyikli suyu kullanmadı mı?..
Askeri kendi doğrultusunda dizayn etmiş, polisi emrine bağlamış; başta RTE, AKP tam kadro, gece düşlerinde ürpererek gördükleri, gündüz toplumsal eylemlerden olası darbe diye fena halde ürkerek demokratik haklara saldırıyor.
Darbe yapacak tek silahlı güç asker, beraber hareket etmesi olası polis emirlerinde amma velakin...
... bu kez halk hareketiyle Başbakanlık’tan gideceği, iktidarının devrileceği düşsel vehim tuzağından bir türlü kurtulamıyorlar.
Neredeyse polis; beyefendinin duvara asılı posterine yan baktın diye gözüne kestirdiği genç insanları, sokaktan ya da sabahın erken saatinde gece yarısı evinden derdest edip gözaltına alıyor. Bir örgüt suçuna bağlayarak tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk ediyor.
Bizde polis; öyküdeki gibi bir diktatörün ülkesinde polisin sokakta yakalayıp karakola getirdiği adamın kime küfrettiği iddialarını reddetmesine fena halde bozulan, “Ulan, bu ülkede kime küfredileceğini ben bilmez miyim” diyecek olgunluğa henüz erişemedi. 
***
Eee tabii, bu ülkede dinci başbakana yaranmak için her gün bir otelde kalabalık iftar yemekleri düzenleyen kimi şirketler, zenginler, politikacılar oldukça...
... 11 yıl AKP iktidarına destek olduğu için RTE’nin iltifatlarına ve teşekkürlerine layık gördüğü TOBB, üç bin kişiye tasavvufla başlayan, dua ile biten iftar yemeği verdikten sonra...
... daha çook demokrasiyi arar, nerede kaldı o sultan ayına özgü, iktidara yalakalık kokmayan o eski ramazanlar diye daha çoook hayıflanırız!
Cüneyt Arcayürek

3 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Ordusunu Yenmek - ALİ SİRMEN.

Bu yıl Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) gergin bir ortamda toplanıyor. Bir yandan 5 Ağustos günü Ergenekon davasının karar aşamasına geçilmesi, bu oturuma katılmak üzere binlerce kişinin Silivri’ye akın etmesi beklenirken öte yandan, Balyoz davasının temyiz aşaması sürüyor.
Bunlar olurken hemen YAŞ öncesi üç generalin istifaları, dikkatlerin Hava Kuvvetleri’ne yoğunlaşmasına neden oldu.
Arkadaşımız Barkın Şık’ın 30 Temmuz tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan haberinde belirtildiğine göre, 2013 başından beri Hava Kuvvetleri’nden istifa ile ayrılan subay sayısı, 123’ü pilot olmak üzere, 170’i buluyor.
Bu arada, bu yılki YAŞ kararlarında da TSK’nin nesnel ölçütlerinin yerini yine iktidarın tercihlerinin alacağı söyleniyor.
Gerçekten endişe ile izlenen bir tablo.
Ne var ki, kimileri gelişmeleri, “askeri vesayeti tasfiye ediyoruz” diye büyük bir hoşnutlukla izlemektedirler.
Kimsenin askeri vesayetin tasfiyesine itirazı yok. Ama demokrasilerde, bunun da hukuki yolu ve yordamı olması gerektiği gibi, askeri vesayeti tasfiye ile kendi ordusuna savaş açma ayrı ayrı şeylerdir.
***
Burada yeri geldiğinde sıkça değinildi. Bir devletin kendi ordusuyla savaşıp yenmesi mümkündür, ama bundan kazançlı çıkması mümkün değildir.
Bu konuda, şimdi moda Osmanlı olduğuna göre ondan örnek verelim.
2011 yılında Tarihçi Kitabevi, Sayın Cahit Kayra tarafından yayına hazırlanan bir eser yayınladı: Hasan Rami Paşa’nın “Hatırat”ı.
Hasan Rami Paşa, 1882-1897 arasında Abdülhamit’in Bahriye Nazırlığı’nı yapmış olan Hüseyin Hüsnü Paşa’nın ardından Bahriye Nezareti ve Akdeniz Donanması Komutanlığı görevini yürütmüş olan kişi.
Hatırat’ı, insanı şaşırtacak, utandıracak ve de isyan ettirecek nitelikte.
Kitap, Abdülaziz zamanında dünyanın en güçlüleri arasında olan Osmanlı donanmasının 1897 yılında üç Yunan savaş gemisi karşısında düştüğü acınası durumu anlatıyor ve Paşa, hatıratında kendini mazur göstermeye çalışıyor.
İsterseniz biraz geriye doğru gidelim.
18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başı Osmanlı donanması içler acısı bir durumdaydı. Gerçi, 1774’te Deniz Harp Okulu Mühendishaneyi Bahri-i Hümayun adı altında açılmıştı ama yetmiyordu.
Nihayet Napolyon Seferleri sırasında bir gün, İngiliz donanmasının Çanakkale’deki nöbetçilerin hepsinin namazda olmalarını fırsat bilerek İstanbul önlerine gelip toplarını III. Selim’in sarayına çevirmeleri üzerine donanmanın önemi kavrandı.
***
Güçlü donanma girişimleri Abdülaziz döneminde yaşama geçti. Padişah’ın ısrarlı politikası ile Aziziye, Mesudiye, Osmaniye gibi dönemin en güçlü gemileriyle donanmış bir donanma edinildi.
Ne var ki, Abdülaziz’in devrilmesinde, geliştirdiği Deniz Kuvvetleri’nin de payı oldu.
Abdülhamit, hem askeri vesayeti tasfiye etmek hem de Deniz Kuvvetleri’nden intikam almak için, Hüseyin Hüsnü Paşa aracılığıyla donanmayı Haliç’te çürüttü.
Gemilerin bakımsızlığı ve mürettebatın eğitimsizliğinin vardığı boyutun farkında olmayanlar, 1897’de bu donanma ile Yunan Deniz Kuvvetleri’ni Ege’de vurmaya karar verdiler.
Rezalet, donanma daha sefere çıkarken başladı. İstanbul halkının ve kordiplomatiğin gözleri önünde Haliç’ten çıkıp Sarayburnu’nu dönerek, Marmara’ya açılan gemiler zar zor Yeşilköy önlerine kadar geldiler. Orada birinin dümeni kilitlendi, İmralı önüne sürüklenip orada karaya oturdu.
Hasan Rami Paşa komutasındaki donanma Çanakkale’den çıkıp Yunan gemileriyle temas sağlamak bir yana düşmandan fellik fellik kaçtı. Saklanacak delik aradı.
Sonuç tam anlamıyla fiyaskoydu.
Hasan Rami Paşa’nın “Hatırat”ında bütün bunların öyküsü var.
Abdülhamit, donanmayı cezalandırmış ama kendisi de kaybetmişti.
Hasan Rami Paşa Hatırat’ı, ordusunu yenen despotun kaçınılmaz yenilgisini güzel güzel anlatıyor.
Herkese hararetle tavsiye ederim.
ALİ SİRMEN
3 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

28 Temmuz 2013 Pazar

AKP Oy Yitirir mi? - Öztin Akgüç

Yapılan kamuoyu araştırmaları, anketler, AKP’nin oy yitirmekte olduğunu gösteriyor. Sormaca (anket) yönteminin bir istatistik tekniği olarak yetersizlikleri bilindiğinden, bizdeki uygulanış şekil ve amaç eksikleri de gözlemlendiğinden, anket sonuçları kuşku ile karşılanır. AKP gerçekten oy yitiriyor mu ve ne oranda, soruları kafalarda düğümlenir. Bu soruya, kapsamlı bir anket yapmak olanağım olmadığından, geniş bir çevre ilişkim de bulunmadığından, düz bir mantıkla yanıt aramaya çalışıyorum.
Benim tanıdık arkadaş, iş ve aile ilişkileri olarak dar bir çevrem var. Bu dar çevre ilişkilerinden edinilen izlenimlerden hareketle seçim tahmini yapmak yanıltıcı oluyor. Çevremde bir tanıdığımın babası dışında AKP’ye oy verdiğini söyleyen, destekleyen yok. Tanıdığın babası da AKP’yi hâlâ Müslüman bir parti olarak gördüğü için oy veriyor, oyunun renginin değişmesi olasılığı da yok.
Taksi sürücülerinden izlenim edinmeye çalışıyorum. Genelde AKP’ye karşıtlar, yolcularının büyük bir bölümünün de AKP’ye oy vermediği, eleştirdiğini, kızdığını söylerler. Ancak benim taksi ile gittiğim yerler çoğunlukla AKP’ye oy vermeyen bölgeler. Bu nedenle sürücü izlenimleri de yanıltıcı, tek taraflı olabiliyor. Teknoloji kullanımı özürlü olduğumdan ve zaman baskısı nedeniyle de sosyal medya ile ilişkim kopuk. Sosyal medyadan da bir izlenim edinme olanağım yok. O zaman düz bir mantıkla soruya yanıt aramak gerekiyor. Kimler AKP’ye oy veriyor; bu kişi ve kitlelerde oy değişimi, oy kayması olabilir mi?
***

AKP’ye oy veren gruplar beş başlık altında toplanabilir: (1) Türkiye Cumhuriyeti karşıtları, (2) AKP’nin çıkar sağladığı işadamı grupları, bürokratlar (3) Varoşların düşük gelirli aileleri, (4) Ekonomik ve siyasal istikrarı AKP’de görenler, (5) Dış güçlerle de bağı olan liberaller.
AKP’nin belkemiğini, ana oy grubunu Türkiye Cumhuriyeti karşıtı, sözcük belki ağır kaçacak ama Atatürk düşmanı, dinden bir şekilde nemalanan kitle oluşturuyor, mütedeyyin, muhafazakâr olarak da bir kitle nitelendiriliyor ama bu tür sıfatlar, nitelemeler bence yanıltıcı. Gerçek inanmışların, gerçek muhafazakârın bu kitle içinde yeri yok.
AKP yanlısı irili, ufaklı çok sayıda işadamı, bunların gizli-açık örgütleri var. AKP döneminde tercihli vatandaş muamelesi görüp palazlanan gruplar gözden kaçmıyor. Kamu ihaleleri, yaratılan toprak rantı, kamu bankaları kredileri, özelleştirmelerle bu grubun önde gelenleri son on yılda kamu olanakları ile abat oldular, iyi beslendiler. Düzgün medyaya yansıyor bilgiler, hortumlamanın çapı genişleyen borularla sürdüğünü kanıtlıyor. Medya bilgisine de gerek yok; yaşam düzeyleri, servet artışları çıplak gözle bile gözlemleniyor. AKP bürokraside, eğitim kurumlarında kadrolaştı. Normal koşullarda kendi yetenekleri ve nitelikleri ile belli orunlara gelme olanağı olmayanlar, parti, cemaat, tarikat katkısıyla, bu tür sözcükleri kullandığım için biliyorum, külah kaptılar.
***

Bu iki grup, AKP oylarının belkemiğini oluşturuyor. Gerçi bu iki grup, birbirinden tümüyle bağımsız değiller. Aralarında geniş ortak bir kesit var. Bu nedenle oy hesabı yapılırken bu iki grup ayrı ayrı toplanamaz. Bu iki grup AKP açısından oy firesi olmaz. Ancak AKP tipi, AKP’ye alternatif yeni bir parti oluşursa, toplu bir dönüş olabilir.
AKP’nin oy kaybedebileceği iki grup, varsa yoksullarıyla istikrar için AKP’yi tercih edenler olabilir. Varoş yoksullarının yalnız, seçim öncesi gelen kömür torbaları, yiyecek yardımları nedeniyle AKP’ye oy verdiklerini sanmıyorum. Sürekli iş, aş, daha yüksek bir yaşam kalitesi özlemleri, beklentileri vardır. Özellikle CHP, inandırıcı olabilirse, 1980 öncesi olduğu gibi varoş oylarının önemli bir bölümünü alabilir.
AKP’nin siyasal ve ekonomik açıdan bir istikrar değil, istikrarsızlık öğesi, unsuru olduğu, yoğun propagandaya karşı görülmeye başlandı. Bu istikrarsızlık önümüzdeki aylarda daha da belirginleşecek. Ekonomik durgunluk içinde fiyat artışı, barış süreci alalaması altında ayrışma, ABD’nin GOP projesine desteğin doğurduğu sakıncalar, daha geniş kitleler tarafından algılanacak.
Bu düz mantık geçerli ise, AKP varoşlarda ve istikrar diye AKP’ye oy veren kitlede oy kaybına uğrayacak. Bunun boyutu, seçime yaklaştıkça artabilir. Vatandaş aydınlandıkça, AKP tipi partilerin seçim kazanması olasılığı azalacaktır.
Öztin Akgüç.

28 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Başbakan Özellikle mi Kışkırtıyor? - IŞIL ÖZGENTÜRK.

Her şeye muhalif bir arkadaşım var ve ona göre, Başbakan ve AKP bazı şeyleri özellikle yapıyor. Şöyle; camilerde içki içildiğini ve ahlaksız durumlar yaşandığını Başbakan defalarca yineliyor. Arkadaşıma göre niyeti, geçmişte çok sık görüldüğü gibi ülke çapında bir olaylar zincirine neden olmak. Yani camisine ve ahlaka fevkalade düşkün olduğunu sandığı insanları harekete geçirmek, onların desteğiyle sopalarla, satırlarla hatta Madımak, Maraş ve Çorum olaylarında olduğu gibi yakarak yıkarak bir iç savaş başlatmak.
Fakat birkaç olay dışında bu tutmuyor. Arkadaşıma göre, Amerika’nın ve danışmanlarının atladığı bu. Otuz yıllık savaşa rağmen nasıl Güneydoğu’da insanlar birbirlerini kesmediyse, bugün de bu olmuyor. Daha ne kadar provokasyon yapabilirler; düşünün bir Başbakan, yurttaşlarını komşularını ihbar etmeye çağırıyor.
Bundan daha büyük bir insanlık suçu olamaz. Hitler çaresiz kaldığında, küçücük çocukları anne ve babalarını ihbar etmeye zorlamıştı. Bu, bir insanlık suçudur, ama Başbakan bunu fütursuzca işledi. Sandı ki insanlar bu muhbirlik olayına canı gönülden katılacaklar. Neyse ki bu ülkenin yurttaşları“muhbir vatandaş” olmayı gayet onurlu bir biçimde reddettiler. Çünkü bildiler ki bu muhbirlikler ülkeyi bir iç savaşa sürükler.
Yoksa arkadaşım haklı mı? Erdoğan ve AKP ülkeyi bir iç savaşa sürüklemeyi kendine en büyük gaye mi edinmiş?
Bu arada komşumuz Suriye’de bir Kürt bölgesi resmen ilan edildi. Arkadaşıma göre Başbakan, bu durumu ve açılımın kendisine dayattığı yapmak zorunda olduğu, “bizlerin bilmediği konuları” kapatmak için giderek hiddetleniyor ve bu kez de sermaye grupları arasında bir çatışma çıkarmak için emirler veriyor. Bu duruma verilecek tek yanıt, ünlü oyun yazarı Brecth’in bir oyunundaki sözler olmalıdır: “Bulanık sularda bilsen ne balıklar avlanır sonra yine hep birlikte yoksulun hakkı yenir.” 
Ah, evet ah bir türlü bir iç savaş çıkmıyor. Ama benzinin litresi beş liraya çıktı. Ayrıca her zaman sağ partileri, özellikle de AKP’yi desteklemiş olan esnaf öyle bir tokat yedi ki bence artık yerinden doğrulamaz. İçki yasaklarıyla önce beli büküldü ve hevesle bekledikleri AVM’lerin pazar günü kapatılması ne yazık ki yasayla suya düştü. AKP iktidarını başından bu yana destekleyen bu grup, şimdi kara kara düşünüyor. Çünkü, Dubai’ye benzeyen İstanbul’a bu yıl Arap turist de gelmedi. Cumartesi günü dışında, nereden geldiği hiç belli olmayan büyük paralarla açılan lokantalar resmen sinek avlıyor.
Diyanet İşleri Başkanı buyurmuşlar. “Medyada din işleriyle ilgili insanların olmaması bir kayıpmış.” Bence madem her şeyi sorgulamaya başladık, öncelikle Diyanet İşleri’nin bütçesinin neden eğitime ayrılan paradan daha çok olduğu bizim meselemiz olmalı. Hatta laik bir ülkede neden böyle bir kuruluş var, biri bunun yanıtını vermeli? Benim, sizin, bizim vergilerimizle kimleri besliyoruz? Arkadaşıma göre, bu ülkeyi zorla bir din ülkesi haline getirmek için acayip bir çaba var. Ama bu da olmuyor. Ona göre hiçbir iktidar insanları din duygusundan bu kadar uzaklaştırmamıştı. Çünkü yüzyıllımızda din, insanları kuşatan hiçbir duruma yanıt vermiyor. İslam ülkelerinin içinde bulunduğu durum, insanları ürkütüyor. Kimse oralarda yaşamak istemez. Ve kendi ülkesinin o ülkelere benzemesini de istemez.
Bu arada iktidar, ülkenin güneydoğusunda özerk bir Kürt bölgesi oluşturmanın da yolunu açmış durumda. Hepimiz birdenbire bir sabah, ülkenin özerklik adına bölündüğünü görebiliriz. Bu kimseyi şaşırtmamalı, Başbakan’ın ve AKP iktidarının elinden tutan Amerika hâlâ projelerinden vazgeçmiş değil. Bir an düşünün; belki de yıllardır süren ve bütçemizin önemli bir kısmını götüren savaş resmen bitiyor ve zenginlikleri de emperyalist ülkeler tarafından bize yasaklanan, atıl bir bölge, özerk oluyor. Belki de bu daha iyi bir şeydir. Ya da daha iyi bir şeye dönüştürülebilir.
Şimdi her şeyi konuşma vakti. Arkadaşım öyle söylüyor.
IŞIL ÖZGENTÜRK

28 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Hızlı Tren Hızlı Tabut Oldu - Nilgün Cerrahoğlu

İspanya’daki tren kazası, Sakarya’da 41 can kaybettiğimiz hızlandırılmış tren kazasının adeta kopyası.
Yetkililerce “aşırı hız”la açıklanan iki kazanın da dinamiği aynı: Konvansiyonel tren rayında hızlı/hızlandırılmış tren trafiğine olanak vermek...
İspanya’da raydan bütün vagonların çıkması nedeniyle 80 kişinin ölümü, 100’ün üstünde yolcunun yaralanmasıyla sonuçlanan korkunç kaza, “Alvia”tabir edilen trenlerde meydana geldi.
Özel yapılmış kendi ray sistemlerinde hareket eden ve “AVE” olarak adlandırılan gerçek hızlı trenden farklı olarak “Alvia trenleri” kâh hızlı trenlerin altyapısını kullanıyor, kâh konvansiyonel tren rayında yolculuk ediyor.
Hızlı trenin rayından, konvansiyonel raya geçerken makas değiştirip hız düşürmek zorunda olan “Alvia”lar, İspanya’nın tüm büyük merkezlerini bağlayan “AVE”lere göre nispeten daha ekonomik...
İberik Yarımadası’nın Araplarca fethedilmemiş ender köşelerinden olduğu için koyu Katolik kimliği ile öne çıkan ve Hıristiyanlığın “kutsal hac”merkezlerinden olan Santiago de Compostela’da gerçekleşen kazayı meydana getiren unsur işte bu “karma sistem”. 
Madrid’den hareket eden “Alvia” yarı yola dek ultra modern “AVE” hattında gitmiş, sonra konvansiyonel şeride geçmiş, yolculuğun son diliminde gene“AVE” raylarına terfi etmiş ve nihayet Santiago’ya girerken... YenidenFranko döneminden başka deyişle Nuhu Nebi’den kalma raylara makas yapması gerekmiş... 
Ölüm virajı…
Kaza tam yolculuğun bu faslında oluyor. Makinist hat değiştirirken gereken hız kontrolünü yapamıyor ve dümdüz ilerleyen uzun bir güzergâhın ardından gelen ilk “ölüm virajında” uçuyor.
Viraj derken... Faciayı izlediğimiz tüm görüntülerde ayan beyan seçildiği üzere virajın, konvansiyonel trenlerin hızı için tasarlanmış çok dar bir viraj olduğu göze çarpıyor.
Düz ovadaki 190 kilometrelik hızını, bu daracık viraja girerken ayarlayamayan Alvia uçuyor!
13 vagonluk konvoy bir oyuncak seti gibi dağılıyor.
İlk vagonlar, virajı kuşatan kalın ve yüksek duvarlara çarpıyor.
Arkadan gelenler, üst üste biniyorlar ve lunapark arabaları gibi birbirine çarpan arka vagonlarda yangın çıkıyor.
En son vagon rampadan uçarak yüksek istasyon duvarlarının dışına savruluyor.
Bunların hepsi saliselerle oluyor.
Ölüler ve yaralılar raylara saçılıyor.
“İspanyol usulü hızlı tren”, tahtalı köye böylelikle en hızlı erişimi sağlayan bir“hızlı tabut” oluyor.
Çin’den sonra en uzun hat
Tüm bunların sorumluluğu şimdi hız tutkunu çılgın bir makinistin üzerine yıkılmak üzere. Makinistin tekin olmadığı aşikâr ama asıl çılgınlık, İspanya’nın saplantıya dönüşen “hızlı tren” sevdasında!
’80’lerdeki başarılı demokrasiye geçiş modeli ile herkesi imrendiren İspanya, büyük Avrupa ülkeleri ile arasına giren gecikmeyi, son 30 yıla sığan zaman diliminde hızla telafi etmeye çalıştı.
Almanya ve Fransa gibi Eski Kıta’nın en gelişmiş ülkeleriyle yarışıp boy ölçüşmek için gerçek imkânlarını aşan çok büyük altyapı yatırımları üstlendi. Olmadık yerlerde atıl kalan dev havaalanları, ücra köşelere varan upuzun hızlı tren ağları yaptı.
Öyle ki İspanya birdenbire son 20 yılda, Avrupa’nın en uzun hızlı tren ağına sahip ülkesi haline geldi. Hatta Avrupa ne kelime, 2 bin 665 kilometre bağlantıyla -kendinden 20 kat büyük!- Çin’in ardından dünyanın en büyük hızlı tren diyarı oldu.
Şimdi bu eşi görülmemiş “hızlı tren” atılımının işte fevkalade “altı kaval üstü şişhane” bir şekilde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Önce hamleye gerçek hızlı tren “AVE”lerle başlanmış, sonra bu ağı her yere genişletebilmek için yukarda anlattığım karma “Alvia” sistemi uyarlanmış...
Şartlar her yerde hızlı tren altyapısını kurmak için gereken kamulaştırmaya elvermediği için Santiago örneğindeki gibi belli yerlerde var olan mevcut ray sistemleri kullanılmış.
İspanya’nın metaforu 
Onlarca insana mezar olan Santiago treni şimdi baş döndürücü hızla koşarken duvara toslayan İspanya’nın metaforuna dönüşüyor.
Bu kış İspanya’ya gittiğimde, ekonomik krizin “hızlı tren mitosunu” çoktan çökerttiğini görmüştüm.
Büyük bölümü AB fonlarıyla karşılanan ve tamamı 50 milyar Avro’ya çıktığı söylenen yamalı bohça “hızlı tren” ağının, sade üst gelir kesimlerine hizmet verdiği söyleniyordu. Bilet ücretleri fazla yüksek olduğu için hatların bir kısmı boş çalışıyordu.
Yüksek bakım, onarım masrafları da hesaba katıldığında İspanya’nın hızlı tren için değerli kaynaklarını çarçur ettiği anlaşılıyordu.
Halka etkin “hizmet” vermek yerine, “büyük devlet” raconu kesmek için yapılan bu yatırımlarda ilave olarak büyük rantların, rüşvetlerin döndüğü; bunların, kamu ihalelerini açan siyasi partilerin kasalarına dolduğu; yeni istasyonlar ve kamulaştırmaya açılan alanlarda muazzam inşaat spekülasyonlarının yapıldığı anlatılıyordu...
Santiago de Compostela’daki kaza, özetle ekonomik kriz ve siyasi yolsuzluk skandallarıyla çalkalanan İspanya’nın suretine ayna tutuyor.
Nilgün Cerrahoğlu.

27 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

İlahiyatçılardan Atatürk Sansürüne İsyan - UTKU ÇAKIRÖZER

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu önceki akşam Ankara’da ilahiyat fakültesi hocaları, Diyanet çalışanlarının sendikalarının yöneticileri ve emekli din adamları ile iftarda buluştu. CHP’nin müftü kökenli İstanbul milletvekiliİhsan Özkes’in Gençlerbirliği Sosyal Tesisleri’nde düzenlediği iftara 40’a yakın din adamı ile gazetecilerin Ankara temsilcileri katıldı. Yemek öncesi iftar duasını yapan İsa Varlı’nın “Yaptıkları ve Türkiye’de özgürce ibadet imkânı sağladığı için” Atatürk’e de dua etmesi üzerine söz alan iki konuk şu görüşleri paylaştı:
Abdullah Tosun (Emekli TRT Sosyal İşler Daire Başkan Yardımcısı): Artık camilerde toplantılarda Atatürk’ün ismini bile anmaya korkar hale geldik. Bu mesele bizim için şan, şeref ve haysiyet meselesidir.
Asaf Demirbaş (Emekli TRT Dini ve Ahlaki Yayınlar Müdürü): Bugün mevlit programlarında Atatürk’ün adı anılmıyor. Diyanet İşlerini kuran Atatürk değil mi? Kuran’ı tercüme ettiren Atatürk değil mi? Diyanet’i Atatürk kurdurmadı mı? Niye dua edilmiyor? Mevlitlerde Atatürk’ün adının kaldırılması çok yanlış.
İftara katılan Diyanet çalışanları sendikalarının başkanları ise bu şikâyetlerin genellenmemesi gerektiğini belirterek “Birkaç kendini bilmezin Atatürk’ü hiçe sayıp ismini söylememesi tüm kurumu bağlamaz. Biz tüm Türkiye’yi geziyoruz. Genelde Atatürk ve silah arkadaşları diye zikrediliyor ve edilmeye de devam edecek” karşılığını verdiler. 
‘Diyanet AKP’nin arka bahçesi’
Sendika temsilcilerinin ağırlıklı vurguları ise “Diyanet’in AKP döneminde siyasallaştığı” yönünde oldu. Diyanet Vakıf-Sen Genel Başkanı Nuri Ünal,“İnsanlara ötekileştirme yapılıyor. Ayrışma var. Senin adamın benim adamım mantığı. Çalışanlarda tedirginlik var. Milletvekili, il başkanı, belediye başkanı atamalarına müdahale ediyor. Eğer iktidara yakın sendikada değilse, din görevlilerimizi sendikasından dolayı dışlıyorlar” dedi.
Diva-Sen Genel Başkanı Hüseyin Demirci de “Diyanet hiçbir zaman olmadığı kadar siyasallaştı. Çözüm Diyanet’in özerk yapıya geçmesidir. Başkan seçimle gelmeli. Öyle olursa iktidara göre Diyanet olmaz. Başbakan yardımcısının söylemine endeksli Diyanet İşleri başkanı olmaz” diye konuştu.
Emekli müftü ve eski CHP milletvekili Gani Aşık ise “Diyanet İşleri hiçbir zaman bugünkü kadar iktidarın arka bahçesi haline gelmemişti”değerlendirmesini yaptı. Cemevlerinin yasal statüye kavuşması için Diyanet’in katkıda bulunmadığını belirten Aşık, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Alevilerin de temsil edilmesi gerektiğini belirtti. 
‘Kindar gençlik’ diyen dindar olamaz 
Başbakan Erdoğan’ın din konusundaki söylemlerini eleştiren AnkaraÜniversitesi’nden Prof. Nusret Çam“Türkiye’de din elden gidiyor. Özü yitiriliyor. Mevlana’nın, Yunus’un, Yesevi’nin anlattığı din değil bu. ‘Kindar gençlik’ yetiştirmekten söz eden biri dindar olabilir mi? Din mazlumdur, naiftir. Ama şimdi içi boş ritüellere, şekilciliğe indirgenmiş durumda” diye konuştu. 
Devrimci Müslüman Gençler 
İftara kendilerine “Devrimci Müslüman Gençler” ismini veren bir grup da katıldı. Liderlerinden Eren Erdem şöyle konuştu: 
“28 Şubat döneminde yargılandım. AKP döneminde de defalarca tutuklandım. 28 Şubat’ta başörtüsü eylemlerinde bizimle yürüyenler bugünlerde müteahhit oldu. Biz hâlâ aynı şeyleri söyleyince adımız fitneci oldu. 28 Şubat’ta dayak yiyenler bugün de dayak yiyorlar. O günlerde dayak yiyip şimdi sopayı eline geçirenler ne hikmetse bugün dövmekten zevk alıyorlar.”
BEŞ VAKiT EZAN ATATüRK SAYESiNDE 
Gecenin sonunda konuşan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da bazı çevrelerden Atatürk’e yönelik eleştirilere şu sözlerle karşılık verdi:
“Atatürk büyük bir lider. Arkadaşımızın duasında ettiği gibi öbür dünyaya giderken sadece kefeni ile gitmiş. Bütün mal varlığını topluma bırakmış. Toplu iğne dahi yapamıyorduk, 1925’te uçak fabrikasının temelini atıyor. 1934’te Kayseri’den kalkan ilk uçağımız Ankara’ya iniyor. Haliç’te denizaltı yapmaya çalışıyoruz. 1930’da Merkez Bankası’nı kuruyoruz. Şimdi küçümsediğimiz o demir ağları örüyoruz. Sümerbank’ları, Etibank’ları yapıyoruz. Kimseden borç para istemediler, el avuç açmadılar. Yolsuzluk yapanları Yüce Divan’a gönderdiler. Ben bu insana ‘Müslüman değilsin’ dersem haksızlık yapmış olmaz mıyım? Eğer bu ülkenin minarelerinde 5 vakit ezan okunuyorsa o insanların sayesinde oldu.” 
En büyük devrimci: Peygamber
Konuşmasında tüm peygamberlerin dünyayı değiştirdikleri için ‘devrimci’olduğunu belirten Kılıçdaroğlu, “Hz. Muhammet milyarlarca kişiyi etkilemiştir. Tarihin gördüğü en büyük devrimcidir. Yeni bir çağ açmıştır. İslamiyetin başlangıç yıllarına bakalım. O dünyada yaratılan bilim, geliştirilen bilim, kitaplar Rönesans’a kaynaklık yapmıştır. Sormamız gereken soru şudur; İslamiyetten sonra bilim bu kadar hızla gelişirken ve ortaçağ karanlığından Avrupa’yı kurtarırken neden şimdi Avrupa ya da Batı bizden çok daha ileride, İslam dünyası neden geride?”
Birbirimizi yeni 
tanıyoruz 
CHP ile dindar kesimler arasındaki ilişki konusunda da Kılıçdaroğlu şu değerlendirmeyi yaptı:
“Bizim bir özelliğimiz var: Dini siyasete karıştırmayız, karıştırılmasını da doğru bulmayız. Bizler birbirimizi yeni tanıyoruz aslında çünkü bizim bulunduğumuz mahalleler farklıydı. Kendi içimizde konuşurduk. Hiç yan yana gelip, yüz yüze gelip konuşmadık ki. Şimdi sohbet etmeye çalışıyoruz. Aslında çok farklı şeyler düşünmüyoruz. O zaman neden bu kutuplaşma, bu kavga? Çünkü siyasetçi bu kavgadan oy devşirecek. Yanlış da burada zaten”
 Utku Çakırözer

27 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

24 Temmuz 2013 Çarşamba

AKP Ekonomisinin Altın Yaldızlı Ambalajı Sıyrılıverince...- Özlem Yüzüak

“Hükümet işsize 1500 lira maaş verecek!” Yandaş medya bu açıklamayı dün flaş haber olarak geçince “tamam” dedim, “seçim ekonomisine başladı AKP.”Asgari ücretin bile ancak 800 lira olduğu, üstelik işsizliğin sürekli arttığı bir ülkede işsize 1500 lira maaş ne kadar gerçekçi ki?
11 yıllık AKP iktidarının en makyajlı, en süslü püslü altın yaldızlı ambalajı ekonomi oldu. Bu ancak; kurgunun tüketim ve rant ekonomisi üzerine inşa edildiği bir modelle gerçekleştirilebilirdi. Bu yüzden insanlar borçlanmaya, hatta kazançlarından çok daha fazla borçlanmaya özendirildi; orta direk yaşamlar uzun yıllara yayılan vadelerle taksitlendirildi. Türkiye ithalat cenneti haline getirildi. Hem sanayi hem de tarım üreticisinin feryatları hızla yükselen betonların, devasa AVM’lerin, HES’lerin, her yıl birilerini zengin etmek için sürekli yenilenen kaldırım inşaatlarının arasında yitip gitti. Ekonominin bu parlak cilası aslında mayıs ayında döküldü. Her ay portföy yatırımı kredi olarak ülkeye oluk oluk akan döviz mayısta “şıp” diye kesildi. Oysa biz her ay, o ayın cari açığından (döviz açığından) daha çok dövizin ülkeye girmesine alışmıştık. Bu sayede de döviz ucuz ucuz satılıyordu. (Güngör Uras, 12 Temmuz 2013, Milliyet). Gezi olayları patlak vermeseydi Türkiye’de kamuoyu bu dökülen cilayı ve ortaya çıkan gerçekleri çok daha önce görecekti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gezi’de olayları daha da şiddetlendiren tavrının arkasında yatan nedenlerden biri de AKP’nin her fırsatta can simidi gibi sarıldığı ekonominin patlak bir topa dönüştüğünü herkesin görmesini engellemekti.
Bugün ise freni tutmayan kamyon gibi yokuş aşağı iniyoruz. Dün Türkiye’nin en büyük 500 Büyük Sanayi Kuruluşu açıklandı ve verileri değerlendirildi. Bu kuruluşların en düşük performansları ihracatlarında olmuş. Satışları, kârları, üretimleri vs artmış ama en az artış oranı (binde 6) ihracatta olmuş. Bu ağırlıklı olarak iç tüketime yönelerek büyüdükleri, küresel arenadaki güçlerinin ise giderek eridiği anlamına geliyor. Ekonomi giderek daha çok ithalata bağımlı oluyor ve işin kötüsü bunun önüne geçecek en küçük bir adım bile atılmıyor. İşadamı bir dostum anlatıyor: “Bizim yeni fabrika inşaatı için malzeme seçtik. Hayretler içinde kaldım. Yangın kapılarını ithal etmek lazım (İtalya veya Almanya’dan), zira sigorta şirketi yerli kapıları ‘yangına dayanıklı değil’ diye kabul etmiyor.”
Durum böyle olunca insan sormadan edemiyor: Türkiye’de ekonominin can damarı haline gelen inşaat sanayiinde kullanılan malların yüzde kaçı ithal diye?
Evet, artık takke düştü, kel görüldü. Şimdi yapılması gereken “Bunu toplumun her kesiminde görünür hale getirmek.” Çünkü yaklaşan seçimlerde AKP iktidarı ülkenin batık ekonomisini yeniden yeni bir sahte yaldızlı ambalajla sarıp sarmalayacaktır. İşsize 1500 lira maaş bunun tipik bir ilk adımı. Oysa TÜİK işsizlik oranını yüzde 10.5 olarak belirtirken (ki bu cidden tartışmalı bir rakam!) Türkiye’deki işverenlerin yüzde 58’i yetenekli işgücü bulamıyor!
CHP bir süredir bu konuda önemli adımlar atıyor aslında, hakkını vermemiz gerek. Özellikle genel başkan yardımcıları Umut Oran ve Faik Öztrak’ın her fırsatta dile getirdikleri gerçekleri... Hepsi de TÜİK, Hazine Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı ve Dünya Bankası kaynaklarından verilerle hazırlandı. Hem AKP’nin iktidarı boyunca yaşadığımız emek sömürüsünü hem de cebimizden çıkan paranın ne olduğunu anlatıyor. Örneğin:
- 10 yılda AKP taşeron işçiliğini tam dörde katladı.
- AKP döneminde, ekmek fiyatı yüzde 173 oranında arttı.
- Motorinin fiyatı yüzde 225 arttı. 1.30 TL olan bir litre motorinin fiyatı 4.22 TL’ye ulaştı.
- 2.568.000 kişi kredi kartı & tüketici kredisi borcunu ödeyemiyor. Bu sayı 2002’de 847 bin kişiydi.
- Vatandaşın, 2002 yılında, batık tüketici kredisi tutarı, 278 milyon TL’ydi. Şimdi, 9 milyarı geçti.
- 2002 yılında Türkiye’de 6.6 milyar dolar sıcak para vardı. Şimdi 125 milyar dolar.
Tüm bunlar ve yer kalmadığı için yazamadığım diğerleri, üretmeyen, dışa bağımlı, kendi insanının emeğine saygı göstermeyen bir Türkiye tablosu. Gezi süreci ile en azından bunların bir kısmı görülür hale geldi. Ancak bu daha işin başı. Unutmayalım...
Özlem Yüzüak

24 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Dünya Yalan, Narkoz Şirketten! - Mine Kırıkkanat

Siz uyurken evinizi soymaya giren hırsızlar için en büyük tehlike nasıl ki uyanıp direnmenizse; iktidarı soygunculuk üstüne kurulu muktedirlerin de en büyük korkusu, soyulan halkın uyanıp kendilerini mülkten kovması, hatta hesap sorup cezalandırmasıdır. 
Dünyada ezelden ebede semirmek amacıyla iktidar olan bütün sömürücüler ve yoz muktedirler de işte bu yüzden, halkı rahatça aldatabilmek için uyutmaya, gerekirse narkoz altında tutmaya özen gösterirler.
Halkı uyutmaktan amaç, neden-sonuç ilişkisi kurabileceği rasyonel mantık yürütmesini engellemek, gerçek dışı olgu ve olaylara kolayca inanmasını sağlamaktır. Olmayana inanan halk, gözünün önünde olana tepki göstermez, gerçeklerle bağı kopar, üstelik mucize beklerken acı çekmeye bile katlanır!
Halkı böyle uyutup oyalamanın biricik yöntemi böylece inanç, en etkin inanç aracı da elbette ki dindir. 
***
Ne var ki inanmak ihtiyacının halkı aldatmak yolunda araç olarak kullanılması, sömürülen topluma olduğunca dinin özüne, felsefi düşüncesine ve insancıl yapısına da zarar verir. 
Örneğin İslamiyetin üç tektanrılı din arasında “devrimci” özgünlüğü ve en insancıl yanı, “Allah ile kulun arasına girilmez” sözüyle ifade edilen, inananla inanılan arasında kurduğu aracısız bağlantıyken; İslamiyetin siyasal araç olarak kullanıldığı tüm cemaatleşmeler zaten “aracılık” üstüne kurulmuş, inananla inanılan arasında inanılmaz sayıda aracı türemiş, hatta inananları Allah adına yönlendirenlerin sayısı, neredeyse mümin sayısına eşitlenmiştir!
Türkiye’de yarım yüzyıldan fazladır süren “halkı uyutmak” amaçlı din sömürüsünde narkozcu medyanın görevi zır cahilleri bazen çil çil altın türünde ödüllere açılan “sır kapıları”na, hurafelere, büyülere, muskalara, şeytan çıkarmalara, hatta cinsel içerikli psişik sorunları olan zavallıları cinlerle insanlar arasındaki evlilik gibi zırvalara inandırmak. Yarı cahilleri ise komplo teorileriyle efsunlamak. 
***
İnanç sömüren din simsarlarının istisnasız hepsi, tıpkı denizcilik yapanların denize girmemesi ya da barcılık yapanların içki içmemesi gibi, pazarladıkları hiçbir ahlak ilkesi ve iman kuralına dokunmuyor, uymuyor.
Fethullah Gülen cemaatinden Harun Yahya namlı Adnan Oktar’a, türlü çeşitli şeyhler ve tarikatların birbirlerini, rakiplerini, muhaliflerini şantajla pasifize etmeye yarayan video sanayiciliği; din simsarlarının sattıkları maldan nasiplenmediklerinin iyi bir örneği. Keza AKP iktidarının yalan, dolan, aldatmacaya dayalı tüm politikaları, iftiraya dayalı hukuku ve yargı zulmü...
Ama Sünni Müslümanlıktan geçinen bu din simsarları arasında, kardeşlikten öteye bir çıkar ortaklığı var. Örneğin, hepsi Darwin ve Evrim Teorisi düşmanlığında işbirliği yapıyor. Hepsi, insanın Adem ile Havva’dan tam teşekkül türediği efsanesine dayalı “yaratılış” safsatasını savunuyor.
Böylece tanrısız Evrim Teorisi’ne karşı tanrısal Yaratılış Atlası’nı yazmakla övünen Harun Yahya namlı Adnan Oktar’ın niçin yaradanın işine karıştığı; müritlerinin niçin amfetamin ve silikonla şişirilip, seks objesi şişme bebeklere“evrilmiş” olduklarını sorgulamıyor, diğer din simsarları.
Dahası, Harun Yahya’cı (yoksa X eksenli Adnan Hocacı mı demeliydim?) ve uçuk olduğunca ucuz komplo işportacısı Yiğit Bulut, Başbakan’ın ekonomi danışmanı olabiliyor!
***
Yiğit Bulut, 15 Haziran’da “faiz lobisi”ne gaipten su taşıyan “Erdoğan’ı telekineziyle* öldürmek istiyorlar” açıklamasından 26 gün sonra danışman atandı. 
Vapur satıcılarına nal toplatan lagalugasıyla, ekonomi ve finans alanında bugüne değin çakma çıkmayan tek analizine rastlanmayan bir “ekonomist”in, ekonomiyi çok iyi yönettiği söylenen bir başbakan tarafından danışman yapılması, basit bir “yalakalık ödülü” değildir.
Başbakan bu atamayla, Fazıl Say’la birlikte onlarca muhalife “dini değerlere”hakaretten dava açan Harun Yahya/Adnan Oktar cemaatini taltif etmiştir.
Adnan Hoca’nın Mesih’liğe soyunması, silikonlu hurileriyle kurduğu yeryüzü cenneti falan, hiçbir din simsarını rahatsız etmemektedir.
Bakalım yaradana rağmen yaratılış ortaklığı diyebileceğimiz bu “akıllı tasarım”da, hangi yaratıklar ne komplolar kuracak, videoları kimler çekecek, kimler oynayacak?

*Haluk Hepkon’un Y.B.’nin telekinezik yeteneğine ilişkin aydınlatıcı yazısı,www.mgkmedya.com’da. 

G NOKTASI
Geçerken Mayıs turnaları
birazdan bu pencereden
havai fişekler gibi patlar günlerin
saçılır ortalığa
yoksulluğun aşkların
hangi birini seyretsem
elinin altında ne varsa artık
kavgaların mı sevdaların mı
çekip gitmelerin mi
hasatı bitmiş tarlalar kadar
büyük yalnızlığın mı…
A. KADRİ ERGİN
“Hiçbir insanın, yalancılıkta başarılı olacak kadar hafızası yoktur.”

ABRAHAM LINCOLN
Mine Kırıkkanat
24 Temmuz 2013 - Cumhuriyet