30 Ocak 2014 Perşembe

Hırsızın Babası Kimmiş? - ZEYNEP ORAL

Genç kız telaşlı avaz avaz haykırır:- Alo 155 polis!- Evet...- İmdat! Evimde hırsız var!- Hırsızın babası kimmiş?
- Ya ne alakası var şimdi...- .................................... İnternette dolaşan bu en popüler fıkranın son satırını yazmadım. Çünkü son satırın sayısız çeşitlemesi var. Hangisini seçeceğimi bilemedim. Polis babayı bilmezse ne yapacağını nasıl bilsin ki?
Herkesin bilgisi dahilinde korkunç bir oyun oynanıyor. Seçimlere dek herkesin sürdüreceği, herkesin kilitlendiği, gerilimin giderek arttığı bir oyun... Ama oyunun dişlileri arasında insan yaşamı yok oluyor.

***
Ülkem soyuluyor, sömürülüyor, parsel parsel satılıyor, diyorum. Olabilir diyorlar, ama bunlar iş yapıyor diyorlar, o rezil beton yığınlarını, TOKİ ormanlarını gösteriyorlar...
Ahlaksızlık tavan yapmış, hırsızlık, rüşvet de öyle... Yalanlar arasında boğuluyoruz diyorum... Hangisi çalmadı ki, hangisi yalan söylemedi ki diyorlar...
Yıllardır Atatürk’le ve Cumhuriyet ilkeleriyle hesaplaşıyorlar... Eğitimden yargıya, sanayiden imara her alanda karşı devrim uygulanıyor, diyorum... Yok yaa, bu millet Ata’sına laf ettirtmez; Kurtuluş Savaşını, laikliği özümsemiştir, bir şeycik olmaz diyorlar..Adam hedefinin “dindar ve kindar bir nesil” yetiştirmek olduğunu hiç gizlemedi. Bu hedefe ulaşmak için bir gecede 4+4+4 denilen eğitimde garabet sistemini devreye sokuverdiler, diyorum... Yeni değil, 12 Eylül’den beri adım adım dindar nesle yöneldik diyorlar.

O zaman susuyorlar
Adalet çoktan iflas etti. Masumiyet karinesini şimdi hatırladılar diyorum. Yargı hiçbir zaman tam bağımsız değildi ama yine de diyorlar... Yine de dedikten sonra susuyorlar...Vicdan diyorum... O zaman kesin susuyorlar...Dayanağı olmayan suçlamalarla, sahte belgelerle, kimliği belirsiz şikâyetle, imzasız ihbar mektuplarıyla, gizli tanık ifadeleriyle, sahte dijital belgelerle insanlar hapse tıkıldı, diyorum... Kendileri de söylüyorlar: “Orduya kumpas kuruldu” diye hatırlatıyorum... O zaman da susuyorlar. Kimileri utanıp yere bakıyor, kimi bir an önce sözü değiştirmeye çalışıyor...
Sevgili okurlar, bu yukarıdakiler, AKP’ye bir zamanlar gönül vermiş sokaktaki adam”lardan derlediklerim... Hırsızlığa, rüşvete, yalana, talana razı ama vicdan dendi mi orada duruyor...
Bütün bu gürültü patırtıda, toz duman içinde, bunca nutuk ve kavga arasında, bunca gerilimli seçim yarışında, millet hapiste yatanlara yapılan zulmün farkında... Yani içimde hâlâ bir umut vicdansızlığa bu millet geçit vermez diye...

Önemli olan şarkıcı değil, şarkı
Folk dünyasının eşsiz bestecisi Pete Seeger, yaşamı boyunca “müzik yararlı olmalı”ilkesini savunanlardandı. (Dün Kültür servisimiz çok iyi toparlamıştı tüm yaşamını, tekrarlamayacağım.)
Bestelediği halk şarkılarını, toplumsal bilincin, sol düşüncenin, savaş karşıtlığının, ırkçılığa direnişin, insan haklarının, sendikal hakların, grev hakkının, emek savunmasının, doğa tahribatını önlemenin hizmetine verdi.
Önemli olan şarkıcı değil, şarkıdır” diyordu. Açtığı yoldan niceleri geçti. Arkadaşım Joan Baez ve tüm 68 kuşağı biraz daha öksüz kaldık.
Çiçekler nereye gitti?” diye sorduğunda aslında ne zaman akıllanacağız diye soruyordu: Çiçekleri genç kızlar kopardı. Genç kızlar delikanlılara kaçtı. Delikanlılar askere gitti. Askerler savaşta ölüp mezara girdi. Mezarlarında çiçekler açtı... Ne zaman öğreneceğiz savaşa karşı durmayı. Ne zaman akıllanacağız!“Eğer elimde bir çekicim olsaydı... Gece gündüz vururdum, tehlikeyi ve tehditleri yok etmek, aşkı yüceltmek için... Eğer elimde bir çan olsaydı, gece gündüz çalardım tehlikeyi ve tehditleri yok etmek, aşkı yüceltmek için... Eğer dilimde bir şarkım olsaydı, gece gündüz söylerdim tehlikeyi ve tehditleri yok etmek, aşkı yüceltmek için...” diyordu.
Elinde çekici vardı: Adalet çekici... Çaldığı çan, özgürlük çanıydı... Söylediği şarkı da aşkın ve direnişin şarkısıydı... Bütün topraklarda...  

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

Hollande Niye Geldi? - NİLGÜN CERRAHOĞLU



Ya da enişte bizi neden öptü?

Değil mi ama…
İlk yanıt: Gül muhatabına hemen yanağını uzattığı için!
6 Mayıs 2012’de başkanlık koltuğu değişir değişmez, Cumhurbaşkanı Gül yemeyip içmeyip Fransa Cumhurbaşkanı’nı derhal Türkiye’ye davet etmiş.
İki devlet başkanı, Hollande’ın katıldığı ilk NATO zirvesinde (20 Mayıs 2012) karşılaşmışlar ve Gül -Türkiye’nin AB üyeliğine engel üzerine engel çıkaran- Fransa’nın çiçeği burnunda devlet başkanını vakit geçirmeden Türkiye’ye buyur etmiş.
Üst düzey Fransız yönetiminin Türkiye ile atılan köprüleri inşa etmek için büyük telaşa girmesini anlayabiliyorum.
Sarkozy döneminde çünkü Fransa sanayisinin Türk piyasasındaki payı yarı yarıya daralmış…
2009’da yüzde 6 olan pay… 2012’de yüzde 3’e inmiş…
Ekmeğin aslanın ağzında olduğu kriz döneminde ağır bir darbe…
Fransız sanayicileri ve diplomasisi… besbelli kapının ardında hemen “yav şuSarkozy bir gitse de Türkiye’deki eski faaliyet/etki alanımıza geri dönsek” diye gün saymışlar ve Hollande’a Türkiye davetinin ilk fırsatta yapılması için büyük ihtimalle önayak olmuşlar...
Bunları tahmin etmek zor değil.
Ama Türkiye’nin bu acelede çıkarı ne bunu saptayabilmiş değilim.
François Hollande Türkiye’de 22 yıl önce boy gösteren adaşı Mitterrand’dan sonra, ilk kez gelen Fransa cumhurbaşkanı oluyor.
Türkiye’yi küçümseyen Fransa
Mitterrand’dan önce Pompidou ve Giscard… Ankara’ya hiç uğramamışlar. ’68’de yalnızca De Gaulle gelmiş. De Gaulle’den önce “devlet katında” yapılan biricik ziyaret de III. Napolyon zamanında gerçekleşmiş. Ama III. Napolyon’un kendisi teşrif etmemiş de yerine İmparatoriçe Eugenie’yi göndermiş…
Fransa öteden beri kısaca bizi bariz biçimde “küçümseyen/snobe eden” bir ülke olageldi.
Sarkozy’nin Ankara’ya açık “hasmane” tutum içine girmesi ardından ipler gerildi, ilişkiler derin dondurucuya kaldırıldı.
İlişkilerin şimdi o derin dondurucudan çıkarılıp yeniden ısıtılması için ortada makul ve somut bir sebebin olması lazım. Kırıp döken hep Fransa tarafı olduğundan, normal olanı Paris’in engel koyduğu konularda geri adım atması ya da gözle görülür bir tavır değişikliğine gitmesi...
Fransa çıkar örneğin, Türkiye’nin AB üyeliği için koşmuş olduğu prosedür dışı referendum şartını kaldırdığını söyler…
Ya da takvim belirler.
Veya Ermeni soykırımı iddialarındaki buyurgan pozisyonundan vazgeçer…
Bu dostluk işaretlerine karşılık siz de kültürel, siyasi, ekonomik işbirliği için tekrar kapılarınızı açarsınız.
Ama değişen bir şey yok.
Zarf farklı, mazruf aynı.

Heyette yalnız AB bakanı yok
AB konusu başta olmak üzere somut bir değişiklik olmuyor...
Öylesine olmuyor ki Hollande, beraberinde getirdiği 7 kişilik kalabalık bakanlar heyetine -bir yanlış anlama olmasın diye- “AB bakanını” özel olarak dahil etmiyor!
Gül’le ortak basın toplantısında “AB üyeliğine destek verip vermediği” konusunda yöneltilen soruları, Türk tarafının kanıksadığı biçimde “Önemli olan, sürecin devametmesidir!” şablonuyla geçiştiriyor.
Gül’ün aynı soruya verdiği yanıt, AB kapısında yarım asırdır bekleyen bir ülke için apaçık zavallıca; “Acelemiz yok!” diyor TC devlet başkanı; “Bir tek konuda acelemiz var. O da önümüze siyasi blokaj konmaması!”

Bir parmak bal çaldıEh! Taleplerin düzeyi bu kadar düşük olunca; Hollande haliyle… hedefi on ikiden vuran bir ziyaret gerçekleştiriyor.
Gül ve Erdoğan’la yaptığı siyasi temaslar ardından İstanbul Galatasaray Üniversitesi’nde kültür dünyasıyla, Türk- Fransa iş forumunda iş dünyasıyla “gönüllerive akılları fetheten” bir pi-ar yapıyor.
Amerikalıların deyişiyle buna “charm offensive” diyebiliriz.
Bizdeki karşılığı “ağza bir parmak bal çalmak” olarak da nitelendirilebilir.
Elysee’den “Valerie”yi defetmenin verdiği hafiflemeyle Candan Erçetin’e öpücükler ve gülücükler arasında “kültür-sanat nişanı” takıyor. Düşüp bayılan Ortaylı’ya “Bu talihsiz olay ve aramızdaki Fransız basını sayesinde İlber Ortaylı’nın eserleri daha çok bilinecek!” diyerek esprilerle takılıyor. Boğaz’a karşı velhasıl Hollande’ın keyfinden geçilmiyor. Nasıl geçilsin ki…
Lokum gibi bir nükleer santral anlaşması yapmış, “Orient Express’i de biz yapmıştık.Hızlı trene de talibiz!” diyerek Türkiye’nin 10 bin kilometrelik hızlı tren ağına yazılmış; elektrik santralı için anlaşma imzalamış, diğer enerji yatırımları için sıraya girmiş; 15 milyar Avro’luk ticaret hacmini Gül’le 20 milyar Avro’ya çıkarmak üzere anlaşmaya varmış…
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Ya Türk tarafı ne almış?
Bir otomatik vize muafiyeti dahi sağlayamamış…
Hollande, Türkiye’den ayrılırken burada geçirdiği 48 saati haklı olarak “tarihi” olarak nitelendirdi.
“Yere bakan yürek yakan” Fransa cumhurbaşkanı, kendi açısından çok başarılı bir gezi gerçekleştirdi.
Bizimkiler ise “22 yıllık arayla gelen bir Fransa cumhurbaşkanı”nın ayağına kırmızı halı sermekle övündü.  


NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Sakalla Bıyık...- ŞÜKRAN SONER

İktidarlarının ekonomik başarıları üzerinden siyaset-propaganda yapıldıkça, gerçek ekonomik gelişmeler, hele de yatırımlara dayalı büyüme olmadığını, insan-paylaşım eksenli olmamanın ötesinde, piyasalar düzeni üzerinden bile çok çarpıcı zafiyet noktalarını anlatmaya çalışanlara kulaklar tıkandı. En çok da sürekli altı çizilen ödemeler dengeleri açığı, hele de kaynağı bilinmeyen sıcak para girişlerinin ne menem ağır tehdit oluşturduklarının uyarılarını yapanlara, alaycı, ağır suçlayıcı “kötü niyetli” eleştiriler getirildi... Şimdi özünde bağımsız, gerçek ekonomistlerin kötü niyetli olarak değerlendirilen olumsuz senaryoları bir bir, beklenenden çok daha acıtıcı boyutları ile yaşamımızı, geleceğimizi belirleyici olarak gündemdeler...
Özünde ekonomi biliminin üretim, insan sürekliliğine ilişkin kimi gerçeklerine sırt çevrilerek, günlük haksız kazançlar, kirli piyasalar, siyasi çıkarlar adına yürünen yolda ipin ucu öylesine ağır kaçmış ki... Risk olasılıklarına ilişkin yapılmış uyarıların pek çoğu birden, üst üste eklemlenerek şimdilerde kriz olarak nitelendirilen olumsuz gelişmeleri yaşamımıza dayatıyor. Krizden çıkış adına bildik senaryolardan yola çıkılarak alınan önlemler beklenen olumlu sayılabilecek sonuçları vermiyor. Bu saatten sonra doğrusu Merkez Bankası’nın siyasi iktidar karşısında ne kadar bağımsız hareket edebildiği tartışmalarının bile anlamı, değeri yok. Piyasacı yorumcular da kararların geç ya da yetersiz alınmış olması türünden gerekçelerle, beklenen sonuçları üretmediği, operasyonların işe yaramamanın ötesinde eldeki mermilerin boşa tüketilmesi sonucunu ürettiklerini açıklıyorlar.
Çevremdeki uzmanlık, bilimsel namuslarından, toplumsal kaygılarından kuşku duymadığım insanların en son söylediklerini dikkatle izlemeye çalışıyorum... “Ben demedim mi?” havasından eser olmadan, ülkenin, vatandaşları olarak bizim hep birlikte sürüklenmekte olduğumuz olumsuzlukların, ortak ödenecek ağır bedellerin olası yeni yüklerinin boyutları ile kaygılanıyorlar. Ekonomide, yaşamımıza dönük sakalla bıyık arasında kalmış olmamızın bedelini asıl sorumlularından çok halkın, milyonların ödemesi noktasına gelindiği gerçeği çok çıplak duruyor...
***
Hukuk devleti düzeninin ayaklar altına alınmış olması, ülkemizde İktidarları sürecinin on yılı aşan uygulamalarında, insan hakları, hukuk devleti düzenindeki ihlalelerin katlanan boyutları, artık İktidarlarının yönetim erkini de tehdit eden operasyonları gündeme girince, iktidar-cemaat ortaklığının bozulması, cemaatin, polis yargı, adli kolluk işlevi yapan kadrolarının toptan temizliğini getirdi... İktidarlarının cephe çıkarları siyasal İslam kimlikli devlet yapılaşması, kadrolaşması adına on yıl boyunca destek verdiği, sivil darbe hukuku niteliğini kazanmış hukuksuz işleyişler, dev boyutlarda haksızlık-hukuksuzluklar kaosu üretti... Sakalla bıyık arasında sıkışma hallerimiz sanki ekonomik gidişattan da çarpıcı...
İktidarları, siyaseten bitişlerine de imza atma anlamına gelebilecek yolsuzluklar operasyonlarını yargı sürecinden geri dönüşü olmayan dosyalara dönüştürmemek üzere her şeyi yapmaya hazırlar. Gelecekleri için başkaca çıkış yolu görememenin paniğinde, bugüne kadar destek verdikleri sadece TSK değil, Atatürkçü, Cumhuriyetçi kimlikli aydın ve örgütlülükleri hedef almış, özel yargı elindeki haksız, hukuksuz, sivil darbe hukuku niteliğini
kazanmış operasyonlarda kimi geri dönüşlere de razı görünüyorlar... Siyaseten “paralel devlet”, “Hepsinden cemaat cephesisorumlu, biz yapmadık. Yargı-polis onların elindeydi, biz sadece önleyemedik..”demek, siyaseten seçmenleri karşısında durumlarını kurtarır mı? Umdukları gibi bu yolla, yolsuzluk, kirlilik, rüşvet operasyonlarının, buzdağının ucu görünmüş boyutlarından aklanıp paklanmalarına yarar mı?.. Panikle ince ince hesaplar yapıyorlar...
Bir gün her tür ağır eleştiriyi yaptıkları hukukçuların, baroların çıkış yolu arayışlarına sığınıyor, diğer gün onlar açısından bir başka risk hesabı ile başka HSYK yasası çıkışına sarılıyorlar. İktidarlarına sınırsız siyasal prim vermiş Batı dünyasından kaçınılmaz “Bu ağır boyutları ile yargı bağımsızlığının katledilmesi, İktidar elinegeçirilmesine izin verilemez, arka bahçeler, vesayet demokrasilerinde bile böylesi hukuksuzluklara katlanılamaz..” eleştirileri gelince de, her kafadan bir sesin çıktığı, sakalla bıyık arasında kalınan çorba tartışmalar yaşanıyor...
Şimdi siz siz olun, bu yeni tabloda zaten en başından haksız-hukuksuz her tür insan haklarının katledildiğine, yargısız infaz, cezalar yediklerine inananların durumlarını hele bir düşünün. Yıllarca dertlerini her yoldan anlatmaya çabalamışlar, sağırlar duvarlarına toslamışlar... Bedel üzerine bedel öderken, bildikleri haksızlık, hukuksuzluklarla gönülden daha ağır yaralar almışlar. Suçu olanın cezasını ödemesi ile aynı durum hiç değil, insan onuru üzerinden çok daha katlanılmaz, geri dönüşü olamayacak sonuçları söz konusu... Bir de bugünün kaosunda yaşadıklarını düşünün...

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

28 Ocak 2014 Salı

Din Adamı mı, Siyasetçi mi... - ORHAN BURSALI



Pensilvanya’da oturan Gülen Hareketi’nin lideri, Wall Street Journal gazetesine buyurmuş ki; askerlerin yargılanması konusunda, “Yasal süreç içerisinde yanlış yapıldığı yönünde kanıtların ortaya çıkması durumunda yeniden yargılanma evrensel insan hakkıdır”... 

Ama hemen arkasından da bu hakkı inkâr etmekte gecikmiyor: “Ancak bunun, binlerce duruşmanın hükümlerini tamamen feshetmekse bu tarz bir hareketin yargı sisteminin güvenilirliğine zarar vereceğini ve son on yılda elde edilmiş demokratik kazanımları da tersine çevireceğini” belirtiyor... Yani diyor ki pratikte: Ne yargılanması! İşte Silivri mahkemelerinin arkasındaki en son siyasi güç..
Evrensel insan hakları bir yanda, yeniden yargılanırsa yargı güvenilirliği zedelenir, öte yanda... Tüm yargılamaların sahte deliller üzerinden yapıldığı, en önemli delil sayılan 5 No’lu harddisk için TÜBİTAK’ın “tarih ve saati ile oynanmış” raporu vermesiyle bir kez daha belgelenmişken... Buna benzer sahtekârlığı çürüten 30 rapor daha varken... bütün dünya Silivri davalarını yargılayan mahkemelerin, Emniyet ve savcılık işbirliğiyle sahte belge üretimi ile insanları mahkûm ettiğini konuşurken...
Gülen, yargının güvenilirliğinin zedeleneceğini söyleyebiliyor! Efendim?!?
Dahası var: Yeniden yargılamanın “elde edilen demokratik kazanımları da tersine çevireceğini” ekliyor... İnsanların hayatlarının dürülmesi = demokratik kazanım... anladınız siz...
***
Aslında diyeceğim başka: Başbakan ve adamları, cemaatin devletin kilit noktaları içindeki hiyerarşik yapısının belkemiğini kırmak için ağını adım adım kuruyor.
Çünkü gelinen nokta şudur: Ya Tayyip Erdoğan siyaseten belirleyici olarak ayakta kalacak devlette ve hükümette ya da Gülen hareketi... İkisi arası yok. İki taraf da elinde ne varsa, topu tüfeğiyle diğerini yıkmaya çalışıyor.
RTE son işaretini verdi: Yalancı peygamber! Bunu dedi ya! İş tamamen bitmiştir. Tam cümleyi alalım belge olarak: “Bu medeniyet öyle bir medeniyettir ki, yalancı peygamberleri, sahte velileri, içi boş, kalbi boş, zihni boş âlim müsveddelerini, bünyenin virüsü reddettiği gibi reddetmiş ve tarihin çöplüğüne mahkûm etmiştir.”
Bülent Arınç, Bursa’dan “biz yoksak siz de yoksunuz” diye seslendi..
İçişleri Bakanı Efgan Ala“Biz kaç darbeyi bertaraf etmişiz, senin ağababalarını yenmişiz, ağababalarını. Sana pabuç bırakır mıyız. Sen içine yuvalandığın o tabanda Allah rızası için çalışan insanları bile tu kaka ediyorsun... Çekil oradan da çekil. Senin orada da yerin yok… Sen nasıl oluyor da baş kaldırıyorsun, darbeteşebbüsünde bulunuyorsun...” “Peki yargılanacak ?” “Devletin kurallarına rağmen, devletin kurumları içerisinde o kuralları kötüye kullananlar da elbette bunun hesabını verecekler...
Tabii, Adalet Bakanı’nı ve eylemlerini zikretmeye gerek yok.
Söylenip durdu ya, tekrar edeyim: Bir “savaş kabinesi” devrede..
Neler olur diye sorarsanız, hep dediğim gibi: Çok şey olur, ummadığımız kadar çok...

***
İktidar cemaate bir “illegal yapı” yargılaması başlatır mı? Siyasi analiz olarak, eğer gerçekten devlet içinde bu yapıyı bir iktidar odağı olarak temizlemek istiyorsa, ki öyle gözüküyor, bu soruya yanıtım evettir.
Bunun işaretleri var. İlki, tepedeki siyasi kararlılık.
Sonrakiler: Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik çalışmaları... HSYK’de cemaat denetimini kırma çalışmaları... TÜBİTAK’ın en Balyoz / Poyrazköy sahte davalarının temelini oluşturan en önemli delil olan 5 No’lu hard diskin (Balyoz’da 11 No’lu CD’nin sözde tamamlayıcısı olarak yutturulan) sahte delil üretiminde kullanıldığı yolundaki net ve açık raporu... Ve mahkemenin dün tutuklu 5 Poyrazköy subayını serbestbırakması!
Silivri mahkemelerinin yargıçlarında başlayan atamalar (henüz çoğu yerinde duruyor)... İstanbul Askeri Casusluk davasının Yargıtay’da onaylanmasına rağmen, Yargıtay savcısının davayı, sanıklar lehine bozulması için Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na taşıyacağı haberleri...
Tabii, iktidar, “illegal yapı” soruşturmasına henüz hangi yoldan başlayabileceği konusunda bir karara vardıysa bile bunu bilmiyoruz... Ama görünen, böyle bir “ağın örülmeye” başlandığı...

***
Cemaat, yabana atılacak bir yapı değil, bunu iktidar da biliyor. Özellikle toplumda televizyonlarıyla, radyolarıyla, gazeteleriyle, internet siteleriyle... büyük bir medya. Ve iş dünyasındaki ve tabii devlet içindeki güçleriyle...
Üstelik karşılarında “kirli bir iktidar” var... Bakanları düşen... 1 milyon liralık Rolex saatini utanmazca hediye alarak kolunda taşıyanlar... Oğullarıyla iş çevirenler...
Cumhuriyet tarihinde, Ecevit’in dışarıdan “11 bakan” transferiyle kurduğu iktidarı da katbekat aşan bir manzara... Ülen size ve çocuklarınıza gerekli olan başlarınızı sokacak bir ev ve iyi yaşatacak kadar bir gelir değil mi! Bu ne doymazlık! Bu ne para yığma!
Cemaatin, kıskıvrak yakaladığı böyle bir iktidar yapısını vuracak, daha çoook malzemelere sahip olduğunu varsayıyorum.
Cemaatin, özellikle seçimlerde, Erdoğan’ın canını iyice acıtacak bir sonuçortaya çıkmasını istediğini de söyleyelim.
Erdoğan ise önüne gelen herkesi “vatan haini” diye suçlayadursun... Bunların hepsi geri dönüp kendisini vuracaktır...
Başlığa gelirsek... Siz Hocaefendi’yi hâlâ bir din adamı sanın... Aslında o Gülen Hareketi Partisi’nin siyasi lideri...  


ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Ne Bu Şiddet?..- ŞÜKRAN SONER


Ne zamandır Başbakan’ın sınır tanımaz öfke, şiddetle söylediklerine, Bakanları, milletvekilleri, sözcüleri, yandaş yazarları.. “yumuşatıcı” etkisinde açıklamalar getiriyorlar? “İktidara iç-dış odaklı büyük destek, cephe ittifakı ile geldiklerinin ilk ayları, yıllarını çıkarın” dersek bile tam gerçeğe uymayacak... O tarihlerde“Kasımpaşalı raconu” ile, içtenlik, sevimlilik olarak pazarlanabiliyor, medyatik güçle kitleler için “bana benziyor” algılamasında kullanılabiliyordu. Hukuk devleti düzeni, demokrasi kültürünün belirleyiciliğinde geçerli olmaması, alışkanlık edinilmemesi gereken uslup; “Ananı da al git..” türünden ağır hakaret içeren, siyasi liderlik için bağışlanmaz olması gereken çıkışları caydırıcı eleştirilemedi... Demokrasiyi algılamama, liderliği istediğini yapma, baskı gücü olarak kullanmanın sağlıksız benzer ilk çıkışlarının yandaş, çıkar ittifakı korosuyla, biat kültürünün de katkılarıyla eleştirmek yerine alkışlanmasıyla ipin ucu baştan kaçmıştı...Kişisel, liderlik kimliğinde işe yaradığı da ortada, Sayın Başbakan’ın denetlenemez olduğu söylenen bu öfke, çıkışlarının sevimli, haklı olarak siyasal değerlendirilmeleri, çıkarlar adına artılar hanesine yazılmalarıyla da denetlenemez bir liderlik otoritesi, gücünün yaratıldığı bugünlere gelindi...
En çarpıcı örnekler, dönemeç çıkışlar
 arasında “One Minute” üzerinden yazılan efsaneyi, yürütülen kampanyaları anımsatmak isterim. Hukuk devleti düzeni, demokrasisinin taşları yerli yerine oturmuş bir ülkenin başbakanı, içerik yerine öfke patlaması yansıması bir üslupla mı derdini anlatır? Bir başka ülkenin en haksız bulduğu dış politika icraatlarını eleştirirken, ekranlardan siyasi zafer belgesi olarak yıllarla gösterilen içerikten çok denetlenemez bir dil ve öfke patlamasının yansıması olan görüntülerle, sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun, İslam dünyasının ezilmiş halklarının mağduriyetleri anlatılabiliyor, hakları savunulabiliyorsa... Eşi bir köşede neden o kadar çok ağladı sorusunu da sormadan, çok zor kazanılabilecek bu büyük başarı, liderlik gücünün, neden bu kadar hızlı tüketildiğini de sorgulamayacak mıyız?En azından gerçek dünyada, gerçekten günümüzde silahtan daha etkili medyatik güçle kazanılan sanal başarıların arkası gelmiyor, içeriği doldurulamıyor, kalıcılığı sağlanamıyorsa.. çok kolay uçup buharlaşabilecekleri gerçeğinin dersini de çıkarmayacak mıyız?
***
Ülkemizdeki 12 Eylül düzeninden de çok beslenmiş, hukuk devleti düzeni, bağımsız yargı, güçler ayrılığının işlemediği, parlamento içi ve dışı muhalefet güçlerinin bastırıldığı, liderlik otoritesini sınırsız destekleyen, demokratik kriterlere aykırı yapılanmada, “güçlü iktidar, güçlü otoriter lider” algılamalarını, sınırsız, keyfi, iç-dış kirli çıkarlar adına kullanmak gibi bir yolun önü açıldığında... Beraber yürünen yollarda işler tıkırında giderken keyifler sınırsız olur... Gelin görün ki çağımız koşullarında birçok koşulun, nedenin bir araya gelebilmesiyle işlerin tıkırında beraber yürünülebilen yollar çok uzun olmuyor... Zengin kuzey dünyasında bile işler uzun soluklu tıkırında yürümüyor. Evrensel sömürü düzeninin acımasız çarklarında, zengin kuzey dünyasının tepe çok uluslu şirketleri, ülkeleri bile, kendilerini sistemin ağır, kaçınılmaz krizlerine karşı bağışıklı kılamıyorlar...
Irak’ı, Afganistan’ı umduğundan çok daha kolay, ucuz bedelle işgal etmiş ABD’nin lideri, haksız işgal gerekçelerinin hesabını vermeyi aklının ucundan geçirmeden,“Yanımda yer almamış ülkeler savaşın ganimetlerden yararlanamazlar” havasını yaparken, yaratılan ırklar ve mezhepler iç savaşlarının bölgede hızla büyüyen bataklığına çekilirlerken dünyadaki gidişin, işin renkleri hızla değişiveriyordu... Yoksul güney dünyasındaki kirli iç savaşlardan elbette yoksul güney, enerji kaynaklarının üzerindeki Ortadoğu, İslam dünyasının milyarlarca insanının daha ağır paylar almaları kaçınılmaz, hızlı olacaktı... Türkiye, dengeleri çok hassas olduğu söylenen gidişte önce arkadan esen rüzgârlardan olumlu pay alan, sonra da olumsuz pay almaya mahkûm gelişmekte olan birkaç ülke arasında sayılıyordu...
Yelkenleri şişiren rüzgârlar desteğinde, şanslı, beraber yürünen yollarda, ılımlı İslam projeleri büyüleyiciydi... İktidarları cephesi adına İslam dünyasında liderlik dayanılmaz çekicilikteydi. İlk Suriye’den kaçanlar için çadırlar kurulurken, stratejik ortak olarak sırtımız sıvazlanırken, en önde yürümemiz gerektiği söylenirken... Bir küçücük yanlış hesap, ırklar, mezhepler çatışmasında yaratılan bataklığın derinliğinin dünyayı çekebileceğinin öngörülememesi... Dünya dengeleriyle birlikte, iktidarları cephesininde kaderini değiştirdi.
Balayı bitmiş, gerçek yaşamın gerçek koşullarında yolların ayrılması, çıkar çatışmalarının zorlukları, bedelleri öne çıkıvermıştı. Başbakan’ın “Ne istediler de vermedik?” şaşkınlığını yansıtan sorudaki öfkeyle, Arınç’ın “Başbakanımızın yerinde olsanız, bildiklerini bilseniz, öfkesine hak verirdiniz” savunması, yollar ayrılırken acımasız hesaplaşmanın dışa vurumları...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

27 Ocak 2014 Pazartesi

1923’ten Başlamak…- AHMET CEMAL

Aradan en aşağı yirmi yıl geçmiş olmalı. 
Buz gibi bir ocak akşamüstünde, Cumhuriyet’in Cağaloğlu’ndaki eski binasında,İlhan Selçuk’un odasındayız. Kaç kişi olduğumuzu tam hatırlamıyorum. Yine ülkenin bunalımlı dönemlerinden birindeyiz ve bunalımdan nasıl çıkılacağı tartışılmakta. Birinin:“Acaba işe nereden başlanmalı” şeklindeki sorusuna İlhan Selçuk’tan sakin bir sesle şu yanıt geliyor: 
“1923’ten başlanmalı…” 
Odayı ansızın saran sessizlikte yanıt tekrarlanıyor: “Evet, 1923’ten başlanmalı…” 
O gün odada olanlar arasından kimse bu yanıtı abartılı bulmamıştı. Ama sonradan, başkalarının yanında dile getirdiğimde, aynı yanıta: “Yok artık, daha neler!” diyenlerin sayısı epey kabarık oldu. 
Oysa zaman, hiç de abartılı olmadığını gösterdi. Bugün de öyle. Bugün için de kesinlikle abartılı olmayan bir söylem. Dahası, bugün belki de içerik bağlamında çok daha geçerli. Çünkü bugün, Türkiye o gün olduğundan çok daha fazla 1923’ün gerisinde. 
İlhan Selçuk’un söylediği, elbette 1923’e kadar geri dönülüp her şey sil baştan yapılsın anlamını taşımıyordu. Söylenmek istenilen, 1923’ten o güne kadarki dönemin bir kez daha ve artık çok daha doğru yörüngeler temelinde değerlendirilmesiydi. Hatta belki de önce 1923’ten 1938’e, yani Mustafa Kemal’in ölümüne kadar, ardından da 1938’den o güne kadar olmak üzere, iki ayrı dönemde ele alınmasıydı.

O günden bugüne kadarı da eklersek, üç ayrı dönem ediyor. 
Ve üçüncü dönem, önceki iki dönemden çok, ama çok farklı. Örneğin ikinci dönemde laiklik, henüz bugün olduğu kadar yıkıma uğramamıştı. Aynı dönemde Mustafa Kemal’in “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının yerini “komşular ile sıfır barış” gibi bir politikaya ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin terörü destekleyen ülkeler listesine alınması gibi bir tehlikeye bırakması da söz konusu değildi.
Bugün ise artık çok farklı bir noktadayız. Katıksız bir din devletine dönüştürülmesi için neredeyse bütün önlemlerin(!) alındığı, Osmanlı geçmişi de dahil olmak üzere tarihinin en büyük yolsuzluk olaylarıyla sarsılan, bu yolsuzlukların üstünün kapatılması için hukuk düzeninin iktidar tarafından bütünüyle yürürlükten kaldırıldığı, düşünce alanında çoktandır kültür üretimi yerine kültürsüzlük üretiminin yoğunlaştığı bir toplumda ve ülkede yaşamaktayız.
Şimdi yapılması gereken, artık son dönemini yaşamakta olan bu iktidarın hemen ardından, gerçekten de 1923’e dönmek ama bu dönüşü artık kaçınılmaz olmuş bir büyük hesaplaşmaya sağlam bir çıkış noktası kazandırmak için gerçekleştirmek. Ve geçip gitmiş bir zamanı yitirilmiş olmaktan çıkarıp Milli Mücadele’nin, Anadolu İhtilali’nin, 1923 Cumhuriyeti’nin, o Cumhuriyet ile birlikte inşasına başlanmış fakat ne yazık ki önü kesilmiş Anadolu Aydınlanması’nın kazanımlarının, bir daha yitirilmelerini olanaksız kılacak tüm önlemlerle birlikte yeniden yürürlüğe konulabileceği bir sürece dönüştürmek. Yaşatmasını beceremediğimiz bir Cumhuriyetin yerine, bu beceriksizliğimizi saklamak için, sözde yenilerini aramaktan vazgeçip elimizdeki tek Cumhuriyetin 1923’e kadar uzanan köklerine ama bu kez lütfen bilginin rehberliğinde işletilen, doğru bir tarih bilinci ile yeniden sarılmak!  

AHMET CEMAL
Cumhuriyet

Avrupa ikna olmadı: 'Hukukta geriye gidiş var' - UTKU ÇAKIRÖZER

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Brüksel seyahati etkisini gösterdi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu düzenlemesi hükümet tarafından askıya alındı. Başbakan’ın Brüksel’de görüştüğü isimlerden biri olan Avrupa Parlamentosu (AP) Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Elmar Brok ile ziyaret sonrası izlenimlerini konuştuk.
 
Alman parlamenter Brok’un sorularımıza verdiği yanıtlar, Türkiye’de 17 Aralık sonrasındaki gelişmelerin Brüksel’de nasıl değerlendirildiği hakkında önemli mesajlar içeriyor: 
Eskiden askerdi, şimdi cemaat 
- Başbakan’ın mesajlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
“Aslında bildiğimiz eski mesajlar. Gezi protestoları sonrasında da benzer mesajlar vermişti. Komplo teorilerini gündeme getirmişti. Şimdi yolsuzluk skandalında da aynısı oldu. Erdoğan sorunlara hep bir mazeret buluyor. Eskiden sorumlu askerlerdi. Gezi Parkı protestolarında, arkada ‘yabancı parmağı’ aradı. Şimdi ise Fethullah Gülen. Hep bir komplo arayışı var.” 
Geriye gidiyorsunuz 
- Sizin izleniminiz nedir? 
“Bize göre Türkiye’de hukuk devleti, güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi konularda geriye gidiş yaşanıyor. Ve biz bunu görmekten çok endişeli olduğumuz kendisine söyledik.” 
Örnek verdi, ikna olmadık 
- Başbakan “yargı içinde çete”“paralel devlet” tezlerini anlattı mı? 
“Evet bize çok örnek verdi. Ama ben ikna olmadım. Kendi hükümeti döneminde oluşturdukları yeni HSYK yapısı nasıl oluyor da şimdi hükümete karşı böyle bir şey ortaya çıkarabiliyor? Bunu anlayabilmiş değiliz.” 
- Gülen hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
“Bize göre Gülen hareketi bir iktidar alternatifi değil. Dolayısıyla muhatabımız değil. Bizim muhatabımız iktidar partisi ve muhalefettir. Eğer birileri yasa dışı işler yapıyorlarsa o zaman yasal soruşturma açılmalı. Ama her muhalefet edeni de darbeci diye göstermemek lazım.” 
Artık yolsuzluk soruşturulamıyor 
- Yolsuzluk soruşturmasını ve bunu yürüten savcılara yönelik baskıları nasıl değerlendiriyorsunuz? 
“Skandal olarak görüyoruz. Şu anda Türkiye’de yolsuzlukları soruşturmanın imkânı yok. Oysa o soruşturmaların bağımsız yürümesi lazım. Savcıların durdurulmaması lazım. Soruşturma yürüten savcıların görevden alınmaları kabul edilemez. Türkiye güçler ayrılığını gerçekten uygulamak zorunda.” 
Polis ve savcıları caydırır 
- Hükümet devlet içinde “paralel” bir çete yapılanması olduğu gerekçesiyle savcı ve polisleri görevden alıyor. 
“O zaman bunun kanıtlanması lazım. Yani yine hukuk devleti ilkesi ile uyumlu, şeffaflık içinde bu iddia edilen yapı ile mücadele edilsin. Eğer hukuka aykırı bir şey yaptıklarına ilişkin bir kanıt yoksa insanları görevinden alamazsınız. Suçluluğu kanıtlanana kadar herkes masumdur. 
Bu görevden almaların şöyle de bir olumsuz etkisi olabilir: Sizi araştıran,soruşturan herkese ‘darbeci’ derseniz, oradan başka yere sürerseniz bunun hem polis hem de yargı kurumu üzerinde caydırıcı etkisi olur. İnsanların cesareti kalmaz. Suçlanma korkusuyla artık sizi soruşturmaya kalkamaz.” 
Kanun çıkarsa bağımsız yargı biter 
- Meclis’teki HSYK düzenlemesine neden karşı çıkıyorsunuz? 
“Bu yasa neden değiştiriliyor? Yolsuzluk soruşturmaları yapılamasın diye. Eğer çıkarsa bağımsız yargının, güçler ayrılığının sonu demektir. Yargı bağımsız olmalı. Hükümetten ‘şöyle olsun, böyle olsun’ diye talep gelmemeli.” 
Müzakereler yürüyemez 
- HSYK teklifi bu haliyle geçerse AB’nin tepkisi ne olur? 
“Türkiye yanlış yola girmiş demektir. Müzakerelerin yürütülmesi zorlaşır. Türkiye bizim için çok önemli. Ortak çıkarlarımız var. Bu yüzden sorunu çözmek zorundayız.” 
- AB’nin eleştirinin yanı sıra verebileceği, yapabileceği katkı yok mu? 
“Var. Yargı ile ilgili müzakere başlığının (23. fasıl) bir an önce açılması lazım. Madem hukuk devleti, bağımsız yargı istiyoruz, o zaman bu alanda müzakereleri bir an önce başlatalım ki Türkiye’nin durumunu karşılaştırabilelim.”  

UTKU ÇAKIRÖZER
Cumhuriyet

26 Ocak 2014 Pazar

Panik - CAN DÜNDAR



Adalet Bakanı daha 18 günlükken fezleke yedi.
Hem de neden:
Adaleti katletmekten...
Adaletsizlikten...
Müsteşarı mı?
2 Ocak’ta göreve atandı.
6 Ocak’ta bir Cumhuriyet savcısını tehdit ederken yakalandı.
Tabii müsteşar değil savcı görevden alındı. Atanalı daha 6 ay olmuştu.
Eski bakanın oğlunun ofisini bacak bacak üstüne atarak arayan polis şefi, 1 Ocak’ta görevden alınıp pasif göreve çekildi.
Aradan 3 hafta geçtikten sonra oradan da alınıp başka bir karakola sürüldü.

***

Bunlar hep panik alameti...
İsmet Paşa’nın tabiriyle “suçluların telaşı”...Daha koltuğuna ısınmadan kitleler halinde yeniden görev yeri değiştirilen polisler, yolsuzluğu örtsün diye tehdit edilen savcılar, tehdit sırasında kaydı tutulan bakanlar, onların “Aradım ama sor niye” türünden zavallı açıklamaları...
Sürülmüş, koltuğundan edilmiş polislerden devasa bir ordu...
Erdoğan’a göre, “Paralel devlet”in kolluğu...
Hükümet, daha çok panikledikçe daha çok polisi, savcıyı, hâkimi yerinden ediyor. Salgın hastalık filmlerinde, virüsün dokunanı etkilemesi gibi, yerine yeni gelenlerin de“Hizmet”ten olduğunu anlar anlamaz daha ısınmadan koltukları altından çekiyor, onları polis okullarına vs. sürüyor ama bu kez de gelecek kuşakları onlara teslim ettiğini fark edip yine panik halinde geri alıyor. Şaşkınlık her hallerinden belli oluyor.

***
Ve panik halinde ricat eden bu ordunun kumandanı, gerileye gerileye dayandığı duvarın kenarından herkese öfkeyle kılıç sallıyor:
Eski müttefiki, yeni belalısı Cemaat’e, muhalefete, medyaya, TÜSİAD’a...
Ancak kurduğu rant sistemi, bir kez söküldükten sonra her dikme çabasında başka yerinden sökülüyor.
O daha “Oğlumun açığını bulun, evlatlıktan reddederim” derken diğer akrabalarının usulsüzlükleri ortaya çıkmış oluyor.
Bir bakanının yolsuzluğunu örterken diğerininki patlıyor.
Kendi çıkardığı yangına koşan bir itfaiyeci gibi, bağırarak herkesi ayağa kaldırmaya çalışıyor.
“Bu komplo, CHP’yi de, MHP’yi de, BDP’yi de hedef alıyor” derken “Madem öyle, neden onlarla uzlaşmak yerine hepsine birden saldırdığını” düşünemeyecek kadar panikte...
“Barış süreci de hedefte” derken yolsuzlukları örtme telaşında barışı da dinamitliyor.

***
Savaş boyalarıyla süslü nefret cümleleri içinde birisi doğru:
“Bu, Türkiye tarihinin en hayati seçimlerinden biri...”
1946’yı andırıyor.
Bakanların savcılara talimat verebildiği tek parti devletinin çöktüğü seçimi...
Şimdi bize sunulan iki seçenek var:
Muz cumhuriyeti ile ananas cumhuriyeti...
İkisini de reddediyor, sadesini arıyoruz.
Yolsuzluktan, arsızlıktan, tahakkümden, cemaatten, kinden ve nefretten arınmış bir cumhuriyet...
Her dakika ekranlarından “Hainler, kumpasçılar” feryatlarının yükselmeyeceği, kindar kuşaklar doğuracak düşmanlık tohumlarının atılmayacağı, sakinleşmiş, normalleşmiş bir ülke...
Ve özgürlük, demokrasi, barış getirecek yeni bir kuşak...
Az kaldı.
Sona yaklaştığımızı panikten anlıyoruz. 


CAN DÜNDAR
Cumhuriyet 

Erdoğan Türkiyesi’nde Mumcu’yu Anmak - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Mumcu’yu anmak moda deyişle… hiçbir zaman bugünkü denli “manidar” olmadı. Uğur Mumcu’nun yazılarından birini çektiğinizde, efsane gazetecinin geçmişte bugünü anlatmış olduğunu görüyorsunuz. 

Cumhuriyet’in dün birinci sayfasında tam sayfa yayımlanan “Yolsuzluk Masası” fotoğrafı buna bir örnek…
TGC’de önceki gün yapılan Uğur Mumcu’yu anma toplantısında Altan Öymen, bu tarihi fotoğrafın öyküsünü birinci elden anlattı.
Uğur Mumcu ile 70’li yıllarda ANKA’da birlikte çalışırlarken dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in “hayali ihracat dosyası”nın da aralarında olduğu büyük yolsuzluk dosyalarını incelemek üzere bir “hukuk masası” kurmuşlar…
Hukukçu olduğu için hukukla ilgili tüm haberler ona geliyordu” diye söze giren Öymen; “Uğur sonra bunları Cumhuriyet’te köşesinde yazıyordu. Bir sabah gelince baktık, istihbarat şefi Teoman Erel… ‘hukuk masası’ yazısını ‘yolsuzluk masası’yazısıyla değiştirmiş! Cumhuriyet’teki fotoğraf işte o masada çekilmiştir!” dedi.
Öymen sonra Mumcu ile birlikte, o yılların en büyük yolsuzluk davası olan “hayali ihracat”ı, “Mobilya Dosyası” isminde bir kitaba dönüştürdüklerini anlattı ve “hayali ihracat”ın böylelikle faş olması ardından, Demirel’in yeğeninin de hapis yattığını hatırlattı.
Türkiye, demek ki “hayali ihracat” günlerine göre gerek “hukuk”, gerek “gazetecilik” açısından; çok çok gerilere gitmiş!..
O dönemde yolsuzluklar her şeyden önce, iktidarda farklı kliklerin kapışması ve karşılıklı şantajları tehditleri yüzünden değil, dört dörtlük “araştırmacı gazetecilik” sonucunda ortaya çıkmıştı…
Hukuk devletinin” ilk şartı olan “yasa önünde yurttaşların eşitliği” ilkesi de pekâlâ çalışmış; “Başbakanın yeğeni” filan denmeden Yahya Demirel’den hesap sorulmuştu.
Bugün açıkça oysa güçlüleri yasaların üzerinde tutan ve dokunulmaz kılan farklı bir anlayış ve hukuk var.
Yolsuzluk masası”; 70’lerin “demokrasi” ve “hukuk devleti” düzeyi ile 2000’lerin “ileri demokrasi”sini karşılaştırmak açısından özetle mükemmel bir ölçüt.
‘Arap kapitülasyonları’
Mumcu bugün aramıza dönse acaba “Pes! Bu kadarını ben bile öngöremezdim!” diye hayret mi ederdi?..
Yoksa, “Ben sizi yol boyu uyarmıştım!” mı derdi?..
Bence ikincisi…
Mumcu’nun “Tarikat, Ticaret, Siyaset Üçgeni” üzerinde 80’lerde yazdıklarını bugün okuduğumuzda, günümüzdeki düzenin tüm sütunlarının otuz küsur yıl öncesinde çıkıldığını görüyoruz!
Her şeyin imam hatip okulları ve İslamcı sermayeye tanınan ayrıcalıklarla başladığını anlatıyor Mumcu.
Bunun adı “Arap kapitülasyonlarıdır” diyor.
İslamcı bankerler öyle ayrıcalık sahibidir ki” diye devam ediyor: “Bu İslamcı bankerler örneğin battı… diyelim… Ödeme zorluğu çekti ve battı. (Onlar için) İcra iflas kanunu yürürlükte değildir. Ticaret kanunu yürürlükte değildir. Ya ne yürürlüktedir? Başbakanın takdirleri!
Tıpkı bugün olduğu gibi…
Ne yaptıysak… Başbakanın takdirleriyle yaptık deniyor ya… Öyle.
Demek başbakanın takdirleri… 80’lerden bu yana, böyle şiştikçe şişmiş. Sonunda İslamcılar için tamamıyla farklı bir hukuk muafiyeti ve pratiği gelişmiş…
Bitmedi.
Devam ediyor Mumcu: “İslam Kalkınma Bankası’na vergi muafiyeti sağlanmıştır. Bunlar Arap kapitülasyonlarıdır. Bunlarla İslamcı ideoloji ve siyasi hareket mali kaynak bulmuştur. Bu bir. İkincisi… İmam hatip okulları...
Açılsınlar tamam. Açılmalıdırlar” diyor Mumcu; “Ama hangi maksat için?”…
Bakıyorsunuz” diyor özetle… “Diyanet’te çalışan görevliler ilkokul mezunu. İHL mezunları bu durumda ne oluyor? Savcı oluyor. Yargıç oluyor. Kaymakam oluyor. Bunun adı: Devlette kadrolaşmaktır.
Mumcu kısaca “kadrolaşma” ve “Arap kapitülasyonları” yoluyla Türkiye’de laikliğin bizzat devlet eliyle yok edildiğini söylüyor. Mumcu, 70’lerdeki büyük yolsuzluk araştırmalarından sonra Türkiye’nin bütün bir anatomisini çıkarmış!
Onun için bu kadar büyük bir efsane gazeteci oldu.
Onun için bunca büyük iz bıraktı.
Onun için hâlâ bu kadar güncel.
Sosyal medyaya yetişseydi
TGC’de Orhan Erinç moderatörlüğünde yapılan, Altan ÖymenAli SirmenNiyaziDalmancı’nın katıldığı ve benim de konuşmacı olduğum toplantıya hazırlanırken Uğur’un internette eski videolarını izledim.
İnançlı, heyecanlı ve gür sesiyle konuşurken ne kadar canlı, ne kadar gerçek!
Dikili’de halkla ya da Nazlı Ilıcak’la bir TV programında konuşurken/tartışırken görüntülenen Mumcu’nun çehresi ve sesi ekranda yeniden belirince; onca yılın sanki aradan hiç geçmemiş olduğunu düşünüyorsunuz.
Tüm etkileyiciliği ile Uğur karşınızda duruyor.
Kalemi gibi, söze de çok hâkim. Hızlı, esprili ve eğlenceli…
Tam “Twitter çağına” uygun vuruculukla iletişime giriyor!
Bunun için hiçbir özel gayret sarf etmesi gerekmiyor; kendisi olması yetiyor…
Ne kadar modern ve muhteşem bir iletişim yeteneği varmış!” diye düşünmekten kendimi alamadım Mumcu’nun “YouTube” videolarını izlerken…
Sosyal medya” çağına yetişmiş olsaydı, acaba bugün etkisini nerelere taşırdı? 

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet 

25 Ocak 2014 Cumartesi

‘Narsisizm!’ - NİLGÜN CERRAHOĞLU

En tehlikeli “izm” hangisidir, diye sorsalar, ne yanıt verirdiniz? 
Bence en tehlikeli “izm” narsisizmdir. İnsanın kendi görüntüsüne âşık olması kadar tehlikeli bir ruh hastalığı yoktur. Diktatörlerin birçoğu kendi kendilerine hayranlıkları nedeniyle kendi sonlarını hazırlamışlardır.

Yunan mitolojisine göre, Narcissos adlı bir genç, gölün suyuna yansıyan görüntüsünü kucaklarken ölmüş; göllerdeki nergis çiçekleri de Narcissos’un kendi güzelliğini sonsuza dek seyredebilmesi için yaratılmıştır. “Narsisizm”in bir ruhbilim terimi olarak kullanılması mitolojideki bu öyküye dayanır. Aynı öyküde “Narcissos” ile “Echo”nun umutsuz aşkları anlatılır. Latin şairi Ovidivus, bu kendi kendini sevme tutkusunu şu dizelerle anlatıyordu: 
Kımıldamaksızın bakıyordu kendi kendine şaşkın şaşkın! 
Bilmeden kendini arzuluyor, severken onu, kendini seviyordu/ isterken kendini istiyordu/ İçini yakan ateşi tutuşturan da kendiydi. 
Kendi görüntülerine âşık olanlara “narsisist” denmesi, daha sonra psikanalizm terimi olarak da benimsenmiştir. “Narsisizm” özgün adıyla bilinen bu hastalık insan psikolojisinin en karmaşık sorunlarından birini oluşturuyor. 
İlkel toplumlarda, doğa olaylarının kendi gizemli güçlerinden kaynaklandığını ileri süren kabile reisleri de herhalde narsisizmin en belirgin hastalarıydı. Modern toplumlarda da sahne, perde ve ses sanatçıları ile siyasal liderler arasında da bu hastalığa çok rastlanmaktadır. 
Diktatörlerin “narsisist” olmadıkları söylenebilir mi? Karşılarında kendisini coşkunca alkışlayan kitleleri bulan liderler, bir süre sonra kendilerinde insanüstü bir güç bulmazlar mı? 
Her gün kendi görüntüsünü televizyonda gören ve ulaştığı yerlere bakarak, bütün bu doruklara yalnızca kendi insanüstü gücü ile geldiğine inanan bir lider, ruhbilim bakımından sağlıklı sayılır mı? 
Diktatörler üzerinde yapılan araştırmalar, bu diktatörlerin birçoğunda var olan“aşağılık duygusu”nun, kitle psikolojisi etkisi ile saldırgan bir ruh haline dönüştüğünü göstermiştir. Napolyon bunun örneğidir. Kısa boyu, kadınsı bedeni ile aşağılık duygularının tutsağı olan Napolyon, tarihin en mağrur diktatörlerinden biri olmuştur. 
İnsanları çoğu kez içgüdüleri yönetir. Akıllı ve sağlıklı insanlar bu içgüdüleri frenleyip dengelerler. Liderlerdeki aşağılık duygusu, bu içgüdüleri, yaşanan toplum psikolojisi içinde ön plana çıkarır. 
Ya çevre?.. 
Liderlerin çevrelerinde hemen bir “dalkavuk çemberi” oluşur. Lider ne derse o doğrudur. Bu “dalkavuk çemberi”ne günümüzde basın da katılır. Lider artık kendi insanüstü gücüne inanır. Ağzını açtı mı kitleler harekete geçer! Bir işareti ile ülke boydan boya dalgalanır! Manşetler, yazılar, televizyon programları hep onun gözünün içine bakar. Bir bakışı ile akan sular durur! 
Böyle düşünen bir lider, tam anlamı ile “narsisist” olmuştur artık. Gözü hiçbir şey görmez. Varsa yoksa kendisi! Dünyanın merkezi kendi adı ve soyadıdır. Fiziğindeki çirkin görüntüde bile bir “ilahi güzellik” arar ve bulur… 
Buna “siyasal narsisizm” de demek olasıdır. Bu tür “narsisizm” hastalığına tutulan liderler için kurtuluş yoktur. O önce kendini, sonra partisini ve devleti büyük serüvenlerin içine iter. “Benlik duygusu”nun verdiği doyumsuz tat hiçbir engel tanımaz. İçgüdüler, mitolojideki nergis çiçekleri gibi su üstüne çıkar. Lider her yerde kendi görüntüsünü arar. Bulamazsa öfkelenir. Öfkelendikçe kırıcı ve yıkıcı olur. Artık o bir hastadır. Kusuruna bakılmaz. 
Demokratik bir toplum, insan ruhunun derinliklerindeki bu çarpıklıkların zararlarını en alt düzeye indiren, bunun için güvenceler getiren bir sisteme dayanır. Açık toplum ve çoğulcu demokrasi bu gibi hastaları, elden geldiğince önleyen bir sistemdir. 
Tanrı hepimizi narsisist liderlerden korusun… *
                                
Uğur MUMCU’nun 11 Temmuz 1986 tarihinde “Gözlem” köşesinde yayımlanan yazısı. Aradan 28 yıl geçmiş. Tam “Uğur”luk bir yazı. “Uğur”luk tüm yazılar gibi zamana şaşırtıcı biçimde meydan okuyor. Dünden çok daha güncel bir yazı olarak karşımıza çıkıyor! “Narsisist liderleri” ve “dalkavuk çemberleri” ile Türkiye’nin köklü patolojilerinin -heyhat!- ne kerte derin ve değişmez olduğunu kanıtlarken, bir yandan da yazarın kaleminin keskinliği, kalıcılığı ve ustalığına çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Sevgili Ali SirmenAltan Öymen ve Niyazi Dalyancı ile birlikte bugün (yani siz okuduğunuzda dün!) TGC’de Mumcu’nun anısına düzenlenen törende konuşuyor (siz okurken konuşmuş…) olacağım. Konuşmaya hazırlanırken önüme çıkan bu muhteşem Mumcu yazısı, beni tek kelimeyle cin gibi çarptı. Eminim siz de çarpılacaksınız!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Başbakan’ın Tehditleri, Doların İpi Koptu...- ŞÜKRAN SONER



Başbakan Erdoğan’ın öfke, tehdit dozu kulak tırmalayan dünkü Ankara seslenişinden payını almayan yok... TÜSİAD, hukukun üstünlüğüne uyulmamasından, iş dünyasına şirketler üzerinden baskı yapılmasından yakınarak “Böyle bir ülkeye yabancı sermaye gelmez” demeye mi kalkışmıştı... Hadleri bildirilecek, başlarına gelecekleri göreceklerdi... Alkışlayan partili kitleleri etkileyen kurgulamaya, algılatmaya bakarsanız, çok başarılı İktidar icraatları, ekonomik gidişattaki bozulmanın suçlusu, ürkek gelişmeleri eleştirmeye kalkışıp hadlerini bilmeyen iş dünyası üyeleriydi. Üstüne üstlük bir ay öncesine kadar İktidarlarını paylaştıkları cemaatle suç ortağı oluvermişlerdi...
CHP hafta sonuna kadar Sarıgül’ün yolsuzluk dosyasını açıklamazsa, dosyayı kamuoyuna açıklamak boynunun borcuydu. Genel müdür olarak seslenmekte direttiği CHP Genel Başkanı’nın işini bitirecek dosyanın açıklanması görevini ise Gökçek’e bırakıyordu... Ringe dönen Meclis’teki şiddeti durduracak adımı unutun, kendisi, oğlu, iktidar icraatlarını eleştirmeye kalkışanlardan bir bir hesap sorulacağına, hak ettikleri bedelleri ödeyeceklerine ilişkin tehdit dozunu tırmandırıyordu... Öfke ve tehditlerine pabuç bırakacakların olması için de, her kesimden herkesin kendine pay çıkarmak zorunluluğu duyacağı ayrıntılar vermeyi atlamıyordu...
Doğrusu Başbakan’ın artık besbelli denetlenemeyen öfkesinden çok moral vermek üzere tempolu slogan atanlara, alkış tutanlara kafam takılıyor... Siyaseten bu yola baş koymalarını tabii ki anlayabiliyorum... Anlayamadığım, en yakın çevresinde en çok sözü geçecek olanların, artık hukuk devleti düzeni, insan hakları, demokrasi ile ilişkilendirilebilmesi havası kalmamış çıkışlar, ataklar, yeni tehdit alanları karşısında sorumlulukla uyarı görevlerini neden ve nasıl yapmadıkları ya da yapamadıkları... Kısırdöngüden çıkış için arayış içinde, yol gösterici olacaklarına nerede ise avuç ovuşturan bir rolde olmaları... İktidarda büyüme, ele geçirilmiş demokrasinin olmazları ayaklar altına alınarak büyük güçle, otoriterlikle.. önünü görememe, baş dönmesi böyle bir şey mi?
Türkiye evrensel ölçeklerle zaten hep “kısmen özgür” ülkeler arasında bir yerlerde yer aldı... Şimdi giderek artan örneklerle “gelişmelerin kaygıyla izlendiği, modern otoriterliğin yükseldiği ülkeler arasında sayıldığının” altı çizilip duruluyor...
***
Yanlış anlaşılmasın, dünyada insan hakları, hukuk devleti düzeni, gerçek demokrasiden yana geçerli uluslararası bir denetim çarkı, örgütlülüğü yok. Emperyal düzen, çok uluslu tekel çıkarları, tek kutuplu düzen, zengin Kuzey’in egemenliğinde işleyen çarklara zarar vermedikçe, ülkelerin otoriterleşmesine, kendi halklarının insan haklarını gasp etmelerine karşı geçerli bir denetim kaygısı bile yok. Tam tersi, çarkların işleyişine katkı koymaları halinde en acımasız diktatörlüklerle bile ittifaklarda sakınca görülmüyor. Yetmiyor, derin ittifaklar bile yapılıyor... Tek koşul, vitrinde olsun aynı cephede algılanmamak, aynı örgütlenmeler, ittifakları resmen paylaşmamak. Hele de göreceli demokrasinin işlediği zengin Kuzey dünyasının siyasi iktidarlarının kendi kamu oylarına hesap veremeyecekleri ittifaklar, suç ortaklıkları içinde görünmemeleri çok önemli...
Böyle olunca İslam dünyasından bir diktatör iktidarla sıkı ittifakların sorgulanması bile gündemde değilken AB üyeliğine aday, stratejik ortak, NATO üyesi, rejimi demokrasi olarak ilan edilmiş Türkiye’nin konumunu, vitrinini daha bir özenle irdeleme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Ilımlı İslam projesi ile İslam dünyasındaki radikalizmi tırpanlama rolü biçilmiş Türkiye’nin İktidarlarının, biçilmiş roldeki durum vaziyetle yeterince esnek ayak uyduramaması ile ortaya çıkan sorunlar cabası. Sorgulanmaları güçleri nedeniyle de gündeme gelemeyecek Çin, Rusya gibi kendi başına buyruk olamayacağı gerçeği de bir başka yana... Sistemin çarklarının işleyişinin sıkışıklığında İslam dünyası, Arap baharları gelişmelerinde Libya, Mısır sonuçları ortadayken Türkiye’nin Suriye politikalarında istenen yeni esnekliklere uyum sağlayamamasıyla ortaya çıkan taze sorunların merkez ülkeleri zorlamasının tepkisini de unutmadan...
Dünyanın zaten arap saçına dönmüş, işin içinden kolay kolay çıkılamayacağı büyük ekonomik, sosyal, siyasal krizleri, yeni dengelerinde; içerde ve dışarda giderek başına buyruk, öfke kontrolünü, sağduyusunu yitiren, otoriterleşen bir tek liderliğe oturtulmuş İktidarları stratejisi... İşe yaradığı, kullanılabildiği ölçeklerde hak edilmemiş desteklerin verilmesi yanında, dünya dengelerinde dönem konumla bağlantılı arkadan şişirilen rüzgârlarla yürünmüş yolda... Şimdilerde her şey tersine, olumsuz işliyor... Zaten AKP’nin kendi 12 Eylül’ü, referandumu sonrası yürüyüşte, büyümede umutların beslenmesi yerine İktidarları gücünün kullanılması, baskı, otoriterleşme belirleyici olmuştu. Zorlandıkça, baskı gücü, öfke tırmandıkça, aynı yoldan aynı yöntemlerle yürünemeyeceği bile algılanmaz oluyor... 

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Bilal Olayı!.. - CÜNEYT ARCAYÜREK


Gece telefon. Açtım.
Tanıdık bir ses:
- Haberi duydun mu?
- Hayır!
- Oğlumuz Bilal Erdoğan ifade vermeye hazırmış!
- Valla mı?
- Avukatı açıkladı. Savcılık ararken bir türlü nerede olduğu saptanamayan, günlerce babasının evine gizlendiği ya da yurtdışına çıktığı yazılıp söylenen şüpheli oğlumuzun ikamet adresi sabitmiş. Yapılacak bir bildirim üzerine savcılığa ifade vermeye hazırmış.
- Olamaz!
- Oldu bile.
- Nasıl olur?
- Şöyle: Sonradan savcının elinden dosyası alınarak kayıplara karışan ikinci yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını yürüten savcı oğlumuzu ifadeye çağırdı. Polise yazı gönderdi. Bilal bulunamadı. Ve…
- … Ve babacığının iddiasına göre, oğlunun sorguya çağrılması, doğrudan kendisini suçlamak ve sorgulamaya bahaneydi.
O savcı ve başka savcılar birlikte görevden alındı ve elindeki soruşturma dosyası geri çekildi.
Yerine etliye sütlüye karışmayacak, hükümetten izin almadıkça yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları açmaya girişmeyecek olanlar atandı.
- Yani Başbakan?
- Bilal’le ilgili söylentilerin ardı arkası kesilmeyince, üstelik Başbakan olarak oğlunu soruşturmadan kaçırmanın yollarını aradığı söylemler, söylentiler ayyuka çıkınca, ana muhalefet parlamentoda ve dışında Bilal’in neden savcılığa gitmediğini sormaya ve gitmesinde ısrarcı olunca…
… Babacığı önce oğlunu başbakanlık makam arabasına alarak gizlenmediğini kamuoyuna kanıtlamak istedi. Birinci sahne.
- Tabii birinciyi ikinci sahne izledi.
- Elbette! Kamuoyuna yolsuzluk yaparsa oğlunu bile korumayacağını, evlatlıktan reddedeceğini söyleyerek bu konularda ne kadar duyarlı olduğunu kanıtlamak için bağıra çağıra TV’lerden ilan etti... Oysa o sırada gereken hazırlıklar yapıldı. Bilal’i ifadeye çağıran savcı görevden alındı...
Savcılar arasında temizlik hareketinden sonra gelen savcı şimdi oğlumuz Bilal’i ifadeye çağırdı, çağırmak üzere!
***
Tabii oğlumuz Bilal’e şu günlerde savcılıktan ifadeye buyur eden yazı gelecek ve Başbakan RTE çıkacak kürsülere, meydanlara; muhalefeti ve tabii medyayı bir kaşık suda fırtına koparmaya giriştikleri için suçlayacak ve…
… Ne ki, talan ettiği, emrine almak için yasa çıkarmaya giriştiği yargıya olan saygıdan falan söz ederek oğlumuz Bilal olayındaki düzenlemenin üstünü örtmeye çalışacak!
Tabii bu palavra söylemleri yutan olursa!
***
Savcılar arasındaki düzenlemeden sonra Bilal olayının sözde olağan seyrine girdiği bir başka olayla, Adalet Bakanlığı Müsteşarı’nın, İzmir başsavcısına, açılan bir soruşturmayı derhal kapatmasını emreden telefon konuşmalarını saptayan tutanağın açıklanması ile kanıtlandı.
Sonra ne oldu?
Müsteşar görevinden alınacağına İzmir başsavcısı Samsun’a gönderildi.
Tıpkı ikinci yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına başlayan ve bu konudaki olası ilişkilerini soruşturmak isteyen savcının Bilal’i sorguya çağırmasından hemen sonra elinden dosyanın alınması ve başka bir göreve atanması gibi…
***
Bu taze örnekler ortada iken Başbakan, AB’yi paralel devlet konusundaki yaptırımlarını anlatarak ikna ettiğini söyleyebildi...
AB’den aslında hukukun üstünlüğüne ve erkler arasındaki duyarlı dengeyi korunmaya riayet etmesini içeren uyarıları kamuoyundan sakladı...
Fakat döner dönmez Adalet Bakanı’nı çağırdı. Köşk’e çıktı...
Bu sırada Meclis’te HSYK Yasası’nın görüşülmesine ara verildi... Bu trafiği olağanmış gibi yansıttı Adalet Bakanı.
Ama anlaşılan şu ki, Başbakan, hükümet emrine bağlayan HSYK Yasası’nı, AB’nin dayatmaları doğrultusunda değil kendi siyasal iradesiymiş gibi göstererek kimi düzenlemeler yapmaya hazırlanıyor.
Hukuku guguğa dönüştürdükten sonra… HSYK Yasası’nda ufak tefek değişiklik çabaları nafile!

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet