5 Şubat 2014 Çarşamba

Aklın Yerini Para ve Din Alınca...- Özlem Yüzüak

Acımasızlığın şiddetin ötesine geçtiği, yalanların gerçeğin üzerini çoktan örttüğü bir boyutun içinde yaşıyoruz:
19 yaşında oğlu dövülerek öldürülen anneye “Oğlum çok acı çekti; keşke kurşunla salardı” dedirtecek kadar acımasız...
8.5 aylık hamile kadını namus uğruna vahşice öldürüp sonra da “töre cinayetinde 
taziye olmaz” diyecek kadar duyarsız...
Ali İsmail Korkmaz’ı öldürenler “Başını kaldır gözlerime bak” diyen acılı annenin gözlerine utanmadan nasıl bakıyorlarsa; bu ülkeyi dolandıranlar, soyup soğana çevirenler aynı utanmazlıkla gözlerimizin içine baka baka yolsuzlukların üzerini örtbas ediyorlar.
Çürük binalar birkaç rötuş ve boya ile geçiştirilip insanlar tehlike içinde yaşamaya devam ederken, hiç sorunsuz bölgeleri “afet riskli bölge” kapsamına alıp allayıp pullayarak ranta açıyorlar.
Yeşil alanları, ormanları gözlerimizin içine baka baka katlediyorlar.
Bir yandan içini boşaltıp üretimi baltalarken öte yandan göz boyayarak göklere çıkardıkları ekonomimiz, Türkiye’yi “dünyanın en kırılgan” ülkelerinden biri haline getirince topu utanmadan küresel krize ve dış mihraklara atıyorlar...
Neye güveniyorlar?
Amerikalı gazeteci yazar Gareth Jenkins “Başbakan Erdoğan’ın avantajı Türk halkının hafızasının çok zayıf olması. Döne döne hep felaket sayılabilecek politikacılara oy veriyorlar” tespitinde bulunmuş. Kamuoyunun belleğinin zayıflığı tartışılır bir konu. Somut gerçek ise kandırılmaya müsait olması. Yandaş medyanın ve AKP örgütlerinin başarılı toplum mühendisliğinin; gerçeklerin saptırılarak farklı algı yaratılmasındaki başarılı rolünü de unutmayalım.
Seçim dönemi yaklaşmışken iki küçük örnek.
İşsizlik Sigortası’nda 2000-2012 yılları arasında tam tamına 82.3 milyar TL kaynak birikmiş. Ve bugüne kadar işsizlere sadece 5.5 milyar TL ödeme yapılmış. Ama nedense hükümetin aklına birden bu ülkenin işsizleri, özellikle de nitelikli genç işsizleri gelmiş. Yapılan açılmaya göre “Yeni Ulusal İstihdam Stratejisi kapsamında, eğitim seviyesi yüksek gençlerin kendi işini kurması için kredi muslukları açılırken, istihdam teşviklerine ayrılan kaynak artırılıyor. İşsizlik maaşı uzun süreli işsizler için yaş grubuna göre (1500 liraya kadar) artırılırken, nitelikli gençlere daha fazla ödenek ayrılacak”mış.
Bir diğeri de Milli Eğitim Bakanlığı’nın “artık özel okullara da ücretsiz tablet dağıtmayı gündemine aldığını” açıklaması. Dershane sorunu ve sınav skandalları arasından sızılıp orta sınıfın “oylarını” almanın yollarından biri daha...
Aklın yerini “para ve din” alınca, işler bunu kullanmayı bilenler için daha kolaylaşıyor.
Peş peşe anketler açıklanıyor. AKP’nin oylarına bakıyorum yüzde 49; yüzde 43.5 vesaire vesaire... Türkiye siyasi, ekonomik ve toplumsal tam bir çöküş içinde ve bunun mimarı olan iktidar hâlâ en güçlü parti...
“Konut hakkı” diyerek oyları aldılar ve ülkeyi dev bir şantiyeye dönüştürdüler. İnsanlar kentsel dönüşümün çarklarında ezilse de umutlar tükenmiyor...
“Sağlık hakkı” diyerek oyları aldılar. Hastanelerin içini boşalttılar, sağlık çalışanlarını güvencesiz ve uzun çalışma saatlerine mahkûm ettiler. Vatandaş muayenede belki para ödemiyor ama sigortasından yapılan kesinti sürekli artıyor.
“Eğitim hakkı” diyerek oyları aldılar. Devlet okullarını imam hatiplere dönüştürüp dershane furyasını misli misli katladılar. 8 yıllık kesintisiz eğitimi paramparça hale getirdiler. Eğitim yuvaları ticarethaneye dönüştü. “İlk kayıt yaptıran 10 veliyi umreye götürüyoruz” diye pazarlanıyor artık özel okullar...
Dedik ya “aklın yerini para ve din alınca” düzeni tersine çevirmek giderek zorlaşır...
Adalar Savunması kuruldu
Kentlerin yağması sürerken sıra denizlere ve adalara da geldi. Yassıada ve Sivriada yüzde 60’ı aşan yapılaşma izni ile imara açılırken, Marmara ve Ege adalarının da plansız ve kontrolsüz yapılaşma kıskacı altına girmesiyle sivil toplum örgütleri harekete geçti. Adalar’daki forumlar, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri ve bağımsız bireyler bir araya gelerek “Adalar Savunması”nı kurdu. Büyükada’da bir basın toplantısı düzenleyerek kuruluşunu kamuoyuna açıklayan inisiyatif, yapılaşma planlarına karşı “birini kaybedersek hepsini kaybederiz” anlayışı ile Marmara ve Ege adalarını savunmaya kararlı olduğunu vurguladı. Kentlerden sonra sıranın artık denizlere ve adalara geldiğinin vurgulandığı açıklamada “başta Marmara ve Ege olmak üzere tüm denizlerimiz ve adalarımız da rant, yolsuzluk ve talan kıskacı altında. İstanbul adaları, Yassıada, Sivriada, Gökçeada, Bozcaada ve Ayvalık adaları gibi üzerinde yerleşim bulunan ya da bulunmayan birçok tarihi ve doğalyerleşim merkezi, turizm ve kalkınma bahanesiyle yapılaşmaya açılıyor, yeni‘mega projeler’in konusu haline getiriliyor. Adalarımız hakkında plan yapma yetkileri üzerinde yaşayan insanlara danışılmaksızın, yerel yönetimlerin ve koruma kurullarının onayı olmaksızın merkezi otoriteye ve bakanlıklara bağlanıyor, imar izinleri dağıtılıyor” denildi.  

ÖZLEM YÜZÜAK
Cumhuriyet

Nasıl ‘İnsan’ Bunlar? - Deniz Kavukçuoğlu

Akşam karanlığında ellerinde sopalarla kaçışı zor bir sokakta pusu kuruyorlar. Kentin caddelerinde, anayasada güvence altına alınmış toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma haklarını kullanan genç insanları düşürecekler pusularına. Bir genç giriyor sokağa. Kendisini bekleyen şiddetten, birazdan bedenine inecek ölümcül darbelerden habersiz... Yürüyor...
Bir kapı
 karanlığından çıkan bir adam arkasından sinsice yaklaşarak çelme takıyor delikanlıya. Yere yuvarlanıyor. Sonra öbürleri geliyor. Ellerindeki sopaları acımasızca indiriyorlar delikanlının yerde kıvranan genç bedenine. Sopa darbeleri yetmiyor, nereye rastlayacağını düşünmeksizin tekmeler savuruyorlar.

Delikanlı direnemiyor. Gücü kesilmiş. Anne karnındaki bir cenin gibi dizlerini karnına çekip hareketsiz kalıyor. Adamlar onu öylece bırakıp gidiyorlar.
***
Adının sonradan Ali İsmail Korkmaz olduğunu öğreneceğimiz delikanlı, aldığı onca darbeye karşın “henüz” ölmemiş.

Bir mucize... Ayağa kalkıyor, atabildiği kadar hızlı adımlarla sokağın bitimine doğru yürüyor, akşam karanlığında kayboluyor.Yine sonradan onun arkadaşlarıyla buluştuğunu, arkadaşlarının onu hastaneye götürdüğünü, hastanede Ali İsmail Korkmaz’ın beyin kanaması geçirdiğini“anlayamayan” doktorun onu ortopediye sevk ettiğini öğreneceğiz.
***
Ali İsmail Korkmaz, 37 gün komada kalıyor, pusuya düşürüldükten 38 gün sonra yaşama gözlerini yumuyor. 19 yaşında, kanı kaynayan cıvıl cıvıl bir üniversite öğrencisi eksiliyor hayattan.
Katilleri yargılanıyorlar... Bir grup polis ve sivil yardakçıları...
Nasıl “insan” bunlar? Savunmasız bir insanı öldüresiye dövecek kadar gözlerini hırs bürümüş. Bu hırsın kaynağı nedir?Psikologlar, bir insanda öldürme güdüsünün harekete geçmesindeki başlıca etkenler arasında çocuk yaşlarında aileden ve çevreden gördüğü kötü muameleleri göstermektedir. Bir etken de yine çocuk yaşlarında cinsel tacize uğramış olmaları ve bunun etkisiyle yetişkin hale geldiklerinde kendilerini güçten yoksun ve yetersiz olarak duyumsamalarıdır.
Bu ve
 daha başka olumsuz etkenler insanda aşağılık duygularının doğmasına neden olmakta, aşağılık duyguları da onları kurbanları üzerinde güç kullanmaya ve güç kazanmaya zorlamaktadır. Bu katiller kendilerine nefret duyulacak ölçüde de zavallı ve sefil insanlardır. Masum insanlara acı çektiren, işkence eden polisler de bunların arasından çıkmaktadır. Bunların, yurttaşların başı sıkıştığında ilk başvuracağı Emniyet kurumunda yuvalanmaları/yuvalanabilmeleri, kendi aşağılık duygularını tatmin için masum insanlar üzerinde şiddet uygulamaları, kimi zaman da uyguladıkları şiddetin devlet tarafından da teşvik edilip desteklenmesi, toplumumuz açısından bir talihsizlik olduğu kadar ülkemizin dış dünyada saygınlığını yitirmesine yol açan bir etmendir.
***
Bu potansiyel katillerin varlığı nedeniyle toplumun Emniyet örgütüne güveni kaybolacak ölçüde sarsılmıştır. Bu nedenledir ki son bir ayda üstü ve astıyla binlerce polis bir yerden bir yere savrulurken toplum sessiz kalmakta, polise sahip çıkmamakta, kurunun yanında yaş da yanmaktadır.
Polise düşen görev, kendini içindeki potansiyel katillerden arındırmak, toplumun güvenini yeniden kazanmak için ciddi çaba göstermektir.
***
Ali İsmail Korkmaz, artık annesi Emel Hanım’ın, babası Şahap Bey’in oğulları, ağabeyi Gürkan Korkmaz’ın kardeşi olduğu kadar, bu ülkenin erdemli, onurlu, özgürlükçü, demokrat tüm insanlarının da bağırlarına bastıkları evlatları, kardeşleridir.
Katillerinden hesap sormak hepimizin ortak görevidir.  

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet

Soğuk Savaş Kurbanı Ülke - Mine Kırıkkanat

Ergenekon ve Balyoz davalarıyla esas olarak bürokrasideki ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki son Kemalist kadronun önemli bölümü tasfiye edildi. Cumhuriyetçi muhalefet ezilerek, sol ve sosyalist muhalefetse lekelenerek itibarsızlaştırılmaya ve böylece etkisizleştirilmeye çalışıldı. Bu davalar, siyasal, ideolojik ve toplumsal bakımdan yeni bir hegemonya kurmanın; rejimi değiştirmenin ve dinci-faşizan bir karşıdevrimin aracı olarak kullanıldı.
Eğer davaya inandırıcılık kazandırmak için araya serpiştirilen JİTEM ve kontrgerilla bağlantılı isimleri bir kenara koyarsak Ergenekon ve Balyoz davlarında yargılanan askerler ağırlıklı olarak NATO’dan çıkmak isteyen; Rusya, Çin, İran ve Suriye’yle Avrasya odaklı bir ittifak kurarak ABD’yi ve NATO’yu dengelemeyi planlayan subaylardı. Dahası bu davalarla, Kürt sorununu savaşmak yerine, Türkiye merkezli olarak, siyasal yöntemlerle ve adil biçimde çözme çizgisine yaklaşmış bir ekip imha edildi.

Böylece, bu topraklarda yaklaşık 150 yıldır kesintilerle sürdürülen Osmanlı-Türk modernleşmesi ve aydınlanma süreci sert bir kırılmaya uğradı.
***
İdeolojik bakımdan burjuva aydınlanmasının önemli ocaklarından biri olan Harbiye,imam hatip karşısında yenildi. Tanzimat’tan beri iki çizgi arasında süren mücadelede inisiyatif, İslamcı-muhafazakâr kanadın eline geçti.
Tasfiye edilen ekip, bürokrasi ve ordudaki son Kemalist kadrolardı. Bunlar ağırlıklı olarak sağcı Kemalistti. Çünkü TSK ve bürokraside “solcu Kemalist” yoktu.Kalmamıştı.
Soğuk Savaş döneminin başlamasından sonra, yaklaşık 60 yıldır solcular, sosyalistler ve sol Kemalistler, devletten tasfiye ediliyor. Öyle ki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin bir amacı solu ve sosyalistleri imha etmekse, çok önemli bir diğer amacıda bürokrasi ve TSK’den “solcu Kemalistleri” tasfiye etmekti.
Cumhuriyetin başlangıç ilkelerini ve kuruluş varsayımlarını terk eden, Cumhuriyeti bazı simgelere indirgeyerek içini boşaltan, deyim uygunsa kendi devrimine ihanet içindeki TSK egemen eğilimi ve Batıcı sermaye çevreleri, dinci gericilikle ittifak halinde 60 yıldır Cumhuriyetin solunu tasfiye etmekle uğraştılar. Sol, Cumhuriyeti aşmaya, onu tarihsel ve kategorik olarak daha ileriye taşımaya çalışıyordu. Solun bu iddiayı güçlü şekilde ortaya koyması, Cumhuriyetin daha geriye çekilmesini önlüyor ve bir denge kuruluyordu. Bu nedenle solu tasfiye edilen Cumhuriyet, aslında bütün gücünü de yitirdi.
***
Solu hoyratça ezen, onun karşısına İslamcıları, ırkçı milliyetçileri ve faşistleri dikerek gericiliği besleyen sağcı Kemalistler, bu tutumun bedelini AKP-cemaat iktidarının 2007-2008 örtülü darbe ve karşı devrim operasyonundan sonra çok ağır şekilde ödediler. NATO ve ABD tarafından Soğuk Savaş döneminde solla kavga etmeye formatlanmış TSK, bu gerici saldırı karşısında şaşırdı, bir şey yapamadı ve adeta elleri kolları bağlı bir kurbanlık gibi kaderini bekledi.
Dinciliği ve muhafazakâr-ırkçı milliyetçiliği destekleyerek solun yükselişini engelleyeceklerini düşünen bu Kemalistler, sonuçta kendilerini Türkiye gericiliğiyle baş başa buldular. Artık yalnız kalmışlardı ve kendi Cumhuriyetlerini savunacakgüçleri de yoktu. Sonuçta, kollayıp büyüttükleri güç, kendilerini tasfiye etti. Olay bundan ibarettir(*).
(*) MERDAN YANARDAĞ’ın “Türkiye Neden Feda Edildi” (Destek Yayınları, 2013) başlıklı araştırma kitabından alıntıdır.
***
Sevgili arkadaşım ve onurlu meslektaşım Merdan Yanardağ’ın sade, vurucu diliyle yazdığı bu billur gibi kitap, Türkiye’nin geçirdiği son 12 yılın en anlaşılır, en doğru veçarpıcı analizi. Okumanızı hararetle öneririm!
G NOKTASIKopya çeken bir öğrencinin savunması:
1- Sınavda kopya çektim, önceden de çekiyordum, şimdi yakalanmam manidar!2- Sınavda kopya çektiğim araştırılsın, ama niye şimdi? Bu bana yapılan birkomplodur ve yakalayanlar cezasını çekecektir.
3- Eğer biz matematik sınavında kopya çekseydik, tarihten 10 alabilir miydik,edebiyat sorularını çözebilir miydik?
4- Bir kopyacı bunu yapar mı? Bakın bizden önce de kopya çekiliyordu. 1946’da tek parti döneminde Mehmet de kopya çekti. Ona niye sustunuz?5- Sınavda kopya çektiysem, soralım bakalım sınıfa çekmiş miyim çekmemiş miyim? Bu sınıf beni üç dönemdir sınıf başkanı seçiyor!
6- Sınavda kopya çektiysem bana bildirin, somut bir şey varsa gereğini yaparım...
Y.N. Bir okurumun gönderdiği bu muzip savunmayı, “kopya” çeken öğrenci değil depolitikacıymış gibi okuyun, çok lezzetli oluyor!
► “Senin partini bırakıp başka partiye geçene hain, başka partiyi bırakıp seninkine geçenedeğişti denir.”
GEORGES CLEMENCEAU  

Mine Kırıkkanat
Cumhuriyet

4 Şubat 2014 Salı

Sü-lale Devri! - MUSTAFA BALBAY

17 Aralık sürecinden sonra ortaya çıkan kimi gerçeklerle AKP iktidarı döneminde yolsuzluğun lokal ya da kişisel değil, kurumsal bir nitelik kazandığı görülüyor. Önceki iktidarlar döneminde de benzer dosyalar ortaya çıkardı. Bir süre saklanmaya çalışılsa bile gizlenemez, bütün çıplaklığıyla kamuoyunun gözleri önüne serilirdi. AKP iktidarı döneminde ise o klasik Anadolu sözüne gönderme yapmak gerekirse, şöyle bir yol benimsenmiş görünüyor: 
Yolsuzluğu yapan, yasasını hazırlar.

Sadece Kamu İhale Kanunu’nda son 10 yılda 30’dan fazla değişiklik yapıldığını anımsatırsak, ne demek istediğimiz anlaşılacak. 
Genel bir hükümet icraatı olarak yapılan bir işlem yasaya aykırı ise anında yasa değiştirildi. Böylece sözüm ona, o işlem yasaya uygunmuş gibi gösterildi. 
Resmi Gazete bunun onlarca örneğiyle dolu. Yasalar böylesine kolay değişince elbette yönetmeliklerin esamisi okunmadı. Her yönetmelik göstermelik bir prosedür haline getirildi. 
Bunun devamında da yolsuzlukları ifade eden kimi suç tanımları da değişti. Örneğin, ihaleye fesat karıştırmak diye bir suç artık yok. Onun yerine ihaleye fırsat karıştırmak var. Kim hükümet şemsiyesi altında fırsatını bulabilirse ihalesini alıyor.
***
Yasalara uydurulmuş bu usulsüzlük dolu işlemlerin yanında bir de taşınmaz tabiat ve kültür varlıkları ile tapu müdürlüklerine dayalı mülkiyet değişimleri var. 
Başbakan üzerine öyle yetkiler aldı ki, tapu dairelerinin son onay amiri desek yeridir. 
17 Aralık’tan sonra ortaya atılan iddiaların ne kadarının gerçek olduğu, ne kadarının delillendirildiği önemli bir sorundur. Neyle suçlanırsa suçlansın, herkesin adil yargılanma hakkı vardır. Herhangi bir suçlamayla karşı karşıya kalan kişilerin toplum vicdanını da rahatlatacak ölçüde savunma hakkına sahip olması gerekir. 
Bunlar hukukun evrensel ilkeleri. Ancak bizim burada konu ettiğimiz hükümetin doğrudan kendi üzerine aldığı yetkiler. 
Örneğin yerel belediyeden büyükşehir belediyesine hiçbir kurumun onaylamadığı bir imar değişikliği doğrudan Başbakan’ın onayıyla gerçekleşebiliyorsa, burada açıklanmaya muhtaç bir durum var demektir. Son dönemdeki dosyalarda buna benzer onlarca örnek yer alıyor.
***
Her nasıl oluyorsa hükümet icraatının zenginleştirdiği kesimlerin başında yine hükümet üyelerinin ve iktidar ortaklarının yakınları geliyor. 
Türkiye’de öteden beri yerleşmiş bir hastalık vardı. Bu hastalık şöyle bir söylemle kendini gösteriyordu: 
“Arkadaş adam çalıyor ama, iş de yapıyor!” 
AKP iktidarı döneminde uzun süre bu hastalık su yüzüne çıkmadı. Ancak gelinen noktada, başta da vurguladığımız gibi tek tek yolsuzluklar yerine kurumsal bir hastalıkla karşı karşıyayız. Toplumun bu hastalığa nasıl tepki vereceği 30 Mart seçimlerinde belli olacak. 
Yerel seçimler doğası gereği başkan adayından yerel sorunlara kadar farklı verilere dayalı seyrediyor. Ancak 17 Aralık sonrası bir dönemin icraatının ne olduğunu ortaya koyan çok ciddi belgeye, delile dayalı yolsuzluklar gündeme geldi. Son günlerde katıldığım toplantıların çoğunda insanlar adeta birbiriyle sözleşmiş gibi şu haykırışlar yükseliyor: 
“Hırsız vaaaaar!” 
Buna duymadım karşılığını verince bütün salon bağırmaya başlıyor. 
Bu durum, “Çalıyor ama iş de yapıyor” hastalığına toplumun çare aramakta olduğunu gösteriyor. 


Başbakan’ın arada bir gönderme yaptığı Osmanlı tarihiyle karşılaştırmak gerekirse Osmanlı’da bir Lale Devri vardı, Türkiye’de de sü-lale devri yaşanıyor. 
Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi bunun da ömrü uzun olmayacak.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Skandal Arsızı Olduk - NİLGÜN CERRAHOĞLU

12 Haziran seçimleri arifesinde konuştuğum bir taksi şoförünü hatırlıyorum. “İsterse diktatör olsun ablacığım!”demişti: “Yeter ki bize hizmet etsin. Erdoğan hizmet ediyor. Yollar, havaalanları, hastaneler, sağlık hizmetleri… saymakla bitmez. Ben Erzurumluyum. Erzurum’a döndüğümde memleketi tanıyamadım...” 

17 Aralık’tan beri o şoförü düşünüyorum. 
Oyunu AKP’ye veren kemik seçmenin bu defa; “İsterse yolsuzluk yapsın ablacığım!”diyeceğine eminim… 
Demokratik ve etik değerlendirmeler kaygı unsuru olmaktan çıktıktan sonra armudun çöpü, üzümün sapı ne fark eder ki? 
“Ben çıkarıma ya da çıkarım diye algıladığım şeye bakarım!” diyor özetle adam:“Ötesi beni ilgilendirmez!” 
Ülke, başka nasıl bu kadar skandal arsızı olabilir ki? 
Bir buçuk aydır, hiç gün geçmiyor ki bir yeni skandal ortaya çıkmasın… 
‘Havuz problemi’ de sarsmıyor 
Ayakkabı kutuları, para sayma makineleri çok gerilerde kaldı. 
Umut Oran’ın soru önergesine konu olan son “havuz problemine” bakın! 
Böylesine çetrefil bir “havuz problemi” ile karşı karşıya olan bir iktidar partisi, değil iki ay sonra yeni sandık sınavından geçmeyi; koltuğunu bir gün koruyamaz. 
Problemi” biliyorsunuz… 
Başbakan’a yakın işadamlarından 100’er milyon toplanıp “havuz” oluşturuluyor. 
Havuza akıtılan milyonlarla yandaş medya yaratılıyor… 
Havuza oluk oluk kaynak aktarılacak imkânı olmayana kamu bankasından kredi temin ediliyor… 
Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali… fedakârlığın karşılığı ihalelerle ödeniyor. 
Böylece bir yandan ballı börek ihaleler yandaşlara giderken; bir yandan “yancebime/bonus” yandaş basın yaratılıyor. 
Bonus kart” reklamlarındaki bedava puan hediyeleri var hani… 
Onun gibi… 
İktidarın yandaş medyası da bir nevi ihale bonusu şeklinde yaratılmış oluyor. 
Bunlar yetmezmiş gibi soru önergesiyle bu kural dışı antidemokratik sistemi mimarisini göz önüne seren milletvekili, hodri meydan sansürleniyor… 
İhale yolsuzluğu bir yanda… 
Bonus medya” inşansı beri yanda… 
Muhalefeti hiçe saymak, milletvekili üzerinde baskı kurmak ve ifade özgürlüklerini sınırlamak başka yanda…. 
Daha ne olabilir? 
Ama bakıyorsunuz iktidar bir teflon tava gibi! 
Skandalların tek bir tanesi dahi üzerlerine yapışmıyor. 
Sanki bunlar TC’de değil de, Okyanusya’da ya da Gambiya’da oluyor… 
Sokağa çıktığınızda hayat, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. 
Bu yüzden iktidar yandaşları “bonus medya”da çekinmeden şöyle yazabiliyorlar: 
Başbakan ‘bağımsız yargıyı yok ediyorsun’‘polisi dağıtıyorsun’ gibi eleştirilere, değişik gelen tepki ve baskılara aldırmadan yoluna devam ediyor… 11 yıllık yıpranmışlığa, yolsuzluk dosyalarına, ekonomideki sarsıntıya rağmen hükümet darbe girişimini atlatmış görünüyor. İnisiyatifin esas olarak hükümetin eline geçtiği’tespiti yapılabilir. Halkın önemli bir kesiminin, ekonomideki durumun faturasını,esas olarak, ‘paralel yapı’ya kestiği söyleniyor.” 
‘Fren-dengeler’ yerine propaganda 
Neden böyle? 
Neden inisiyatifi-hâlâ, her şeye rağmen hükümetin elinde? 
Çünkü ‘fren-denge’ler adına Türkiye’de artık hiçbir şey kalmadı. 
İktidarın bir elde toplanmasını kurumsal anlamda denetleyecek/engelleyecek tüm güçler devre dışı. 
Türkiye; “denge-fren mekanizmaları devreden çıktığında bir ülkede neler olur/olabilir” sorusu karşılığında artık öyle ki bir “vaka çalışması/case study” örneği olarak sunulabilir. 
Teflon” gibi kimsenin üzerine yapışmayan bu skandal arsızlığı iktidarın, muhalefetten ayrıca zerre kadar çekinmediğinin kanıtı… 
Anayasa, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı, muhalefetin işlevi toptan derin dondurucuya kaldırılmış görünüm arz ederken, sistem fiili bir “tek parti-tek adam”dinamiği ile çalışmakta… 
Skandallar bir TV dizisi gibi birbirini izlerken, hesap verilebilirliğin garantisi olan muhalefet ve denge-frenler çalışmayınca; meydan salt “tek adam/tek parti” sisteminin propagandasına kalıyor. 
Erdoğan hologram olarak -misal!- beliriyor… 
Darbe teşebbüslerine girişen “paralel yapılar”, dış güçlerin emrine giren şer eksenlerine karşı yeni bir “istiklal savaşı” vaat ediyor. 
Türkiye’yi şöyle dönüştürdük. Böyle dönüştürdük. Dünyanın 17. ekonomisi yaptık!” diye caka satıyor… 
Geliyoruz başta sözünü ettiğim gözü kapalı güce tapan, “bonus basın”la beyni yıkanan ortalama “tek parti” seçmeni mantığına: 
İsterlerse yolsuzluk yapsınlar valla! Onlar yapmazsa başkaları yapmayacak mı? Yeter ki bize hizmet etsinler!” dendi mi… tamam! 
Erdoğan itiraf edelim ki “tek parti seçmeninin” dinamiğini ve düşünce sistemini avcunun içi gibi tanıyor. 

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet 

3 Şubat 2014 Pazartesi

Oy Güvenliği - MUSTAFA BALBAY

Cumartesi günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün ev sahipliğinde Sevgili Tuncay Özkan ve toplum vicdanında kabul görmemiş davalar nedeniyle hapiste yatan yurtseverler için buluştuk. 

Tuncay Özkan’ın Ötekiler romanını Ali SirmenUğur DündarAtilla SertelZeytep AkatlıErol Mütercimler ve sevgili Nazlıcan’la birlikte imzaladık.
Caddebostan Kültür Merkezi ağzına kadar dolduğu gibi, bir o kadar da dışarıda sinevizyonla salona katılan vardı.
Ortak payda elbette özgürlüktü. Salondakilerle bir kez daha toplum vicdanında kabul görmemiş davalar nedeniyle hapiste yatan tüm yurtseverler serbest olana dek kendimi özgür hissetmeyeceğimi paylaştım.
Salonda bir arada bulunmanın getirdiği özgüven ve umutluluğun yanı sıra ister istemez hüzün de vardı. Herkes tıpkı benim gibi bir yarısını içeride hissediyordu.
Benimle ilk karşılaştığında gözyaşlarını tutamayanlara şöyle seslendim:
“Bu hasret gözyaşları zafer gözyaşları olacak. Yaşadığımız bunca acıyı zamanlabal eyleyeceğiz. Ama bal eylemekle kalmayacağız. İktidar eyleyeceğiz.”
***
Kitap imzalarını en gerçekçi sosyal araştırma anketi olarak görüyorum. Ayaküstü dört-beş cümleyle içinde bulunduğumuz durumu, yakın geleceği ve yapmamız gerekenleri paylaşıyorum.
Uğur Mumcu’yu kaybettiğimiz 24 Ocak ile Profesör Muammer Aksoy’u kaybettiğimiz 31 Ocak arasındaki dilim, Adalet ve Demokrasi Haftası olarak anılıyor. Onun hemen ertesinde de 1 Şubat Abdi İpekçi’nin katledileşinin yıldönümü.
Geçen cumartesi, özgürlüğe kavuşmamın 53. gününde 95. konuşmamı yaptım. Son 30 konuşma Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesindeydi. Salonlarla ve meydanlarla şu düşüncemi paylaştım:
“Uğur Mumcu’lara Muammer Aksoy’lara, Ahmet Taner Kışlalı’laraBahriye Üçok’lara büyük bir borcumuz var.
Bu borç ancak
 onların fikirlerini ülke yönetimine taşıyınca ödenir.”
Bu düşüncemi paylaştıktan sonra sordum: “Bu borcu ödemeye var mısınız?”Malatya’dan Adana’ya, Antalya’dan Bolu’ya, Muğla Milas Ortaca’dan İzmir’in tüm ilçelerine, Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi’nden Caddebostan Kültür Merkezi’ne tüm salonlarda güçlü bir evet yanıtı aldım.
***
Önümüzdeki üç seçim birbirini etkileyecek. O nedenle 30 Mart’taki yerel seçimler, hemen sonrası Cumhurbaşkanlığı ve 2015’teki genel seçimlerin de kapısını aralayacak.
İnsanlarla önümüzdeki üç seçimde de zafer hedefini paylaştıktan sonra kitap imzası sırasında söyleşirken en çok şu kaygıyı dinledim:
“Peki oylarımız güvende mi?”
Öyle arada bir sorulan soru değildi bu. Pek çok kişi hem örnekler vererek, hem AKP zihniyetinin altını çizerek oy güvenliği kaygısını iletti.
Sözün özü; Türkiye’de can güvenliği ve hukuk güvenliğiyle birlikte bir de oy güvenliği sorunu var.
Bir yurttaş sandığa gidip oyunu kullandığı andan itibaren, oyunu hangi partiye verdiyse artık sorumluluk o partinindir. Tartışma ister istemez AKP ile CHP arasında geçiyor. Örneğin 2009 yerel seçimlerinde İstanbul’da gece yarısı elektrikler kesilmeden önce CHP öndeydi. Karanlıkta AKP’nin oyları arttı. 5 puan öne geçti.
Bu kaygıyı CHP Parti Meclisi’nden arkadaşlarla paylaştığımda, bu kez işi daha sıkı tuttuklarını, sandıktaki ıslak imzalı tutanak sonuçlarının anında ilçe örgütlerine ulaştırılması için örgütlenme yaptıklarını söyledi. Pek çok yurttaş da bana sandık gönüllüsü olmak istediğini iletmişti.
İki çabayı birleştirip sağlıklı sonuca çevirmek en uç örgütlenme olarak ilçe başkanlarının sorumluluğunda görünüyor.  

Mustafa Balbay
Cumhuriyet

1 Şubat 2014 Cumartesi

Seçimler Öncesinde Uyarılar(1) - ATAOL BEHRAMOĞLU

Yöresel seçimler yaklaşık iki ay sonra.
Ardından cumhurbaşkanı seçimi ve milletvekili seçimleri geliyor.
Yöresel seçim sonuçları sadece şu andaki iktidar partisi bakımından değil, TBMM içindeki ve dışındaki bütün partiler bakımından belirleyici olacak.
Şu ya da bu ölçüde yenilgiye uğrayacak AKP için böyle bir sonuç çözülmenin başlangıcı olacak; tersine, bu seçimden başarıyla çıkan, en azından şu andaki konumunu koruyabilen bir AKP, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler için üstünlük elde edecektir.
CHP başta olmak üzere bütün öteki siyasal partiler bakımından da, seçim sonuçlarına ve onların da kaçınılmaz sonuçlarına ilişkin benzer şeyler söyleyebiliriz...

***
Burada sıralayacağım uyarıların bir uzmanın görüşleri değil, az çok bilinçli sıradan bir yurttaştan da işitilebilecek gözlem ve öneriler olduğunu öncelikle belirtmeliyim...
Bütün muhalefete yönelik olarak ilk uyarım, Başbakan’ın “cemaat”e karşı göstermelik savaşımından ve “yeniden yargılanma” konusundaki sözüm ona olumlu tavrından ötürü sanki demokrasi ve adalet savunucusuymuş gibi cilalanıp pazarlanması tuzağına düşmemek gerektiğidir.
Böyle bir tuzak hazırlığının belirtileri görülebiliyor...
***
Hemen ardından TÜSİAD’a bir uyarıda bulunmak istiyorum.
Sizler genellikle Cumhuriyet Türkiye’sinin ürünü, Cumhuriyetin en azından laiklik değerlerine bağlı kişiler ve kurumlarsanız, Başbakan’ın, kuşkusuz hepinize yönelik,“vatan haini” hakaretini yalayıp yutacak mısınız?
Yutacaksanız sizlere söyleyecek sözüm olamaz.
Kendi idam hükmünüzü kendi ellerinizle imzalıyorsunuz demektir.
Yutmayacaksanız, ağır hakaretine uğradığınız ve tehditlerinin hedefi olduğunuz kişiden Türkiye siyasetinin kurtulması için bütün olanaklarınızı kullanarak elinizden geleni ardınıza koymamalısınız...
Eğer sadece kişisel ve kurumsal çıkarlarınızı değil ülke çıkarlarını da düşünüyorsanız, öncelikle açık sözlü ve cesur olmalı, uğradığınız hakaret ve tehditleri daha açık ve cesur bir dille sahibine iade etmeyi göze alabilmelisiniz.
Kaldı ki, ülke elden gittiğinde Cumhuriyetin ürünü bir burjuvazinin de, kurumlarıyla, laik yaşam değerleriyle yıkılıp gideceği açıktır.
***
AKP, geleneksel merkez sağın da oylarını toplayarak iktidar olabildi.
Olağan koşullarda toplumun yüzde onunun bile oyunu alamayacak bu aşırı sağ hareketin yüksek oy oranıyla iktidara gelmiş ve oylarını yükseltmiş olmasının başlıca nedeni sağdaki bu boşluk ve sonrasında da iktidar olanaklarını kullanmış olmasıdır.
Merkez sağ ya da liberal oluşumlara akıl hocalığı yapmak bana düşmez.
Fakat bu kişi ve çevreler, Türkiye’nin çağdaş bir ülke olarak yaşamını sürdürme savaşımında, en azından bu aşamada, omuzlarına büyük görevler düştüğünün umarım bilincindedirler...
Seçimlere bu kadar az bir süre kala partileşemeyeceklerine göre, tercihlerinin laik yaşam tarzının savunucusu parti ya da partilerden yana olduğunu herhalde açıkça belirtmeli, olanaklarını bu yönde kullanmalıdırlar...
***
Bu ilk “uyarı” yazısında son olarak iktidar partisi milletvekillerine; onların hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşmamış olanlarına, yüreklerinde yurt sevgisi taşıyanlarına seslenmek istiyorum...
Sayılarının hiç de az olmadığına inandığım pek çoğunun, insanların inançlarına, mezheplerine göre karşıt kamplara bölünmediği; Müslümanlığın alçak gönüllüce, gösterişe kaçmaksızın yaşandığı; dinin siyaset yoluyla hiçbir zaman bu ölçüde saygınlıktan uzaklaştırılmadığı; siyasetçinin bu ölçüde yolsuzluklara bulaşmadığı bir Türkiye’nin özlemi içinde olduklarından kuşku duymuyorum...
Türkiye’nin haksız bir savaşın kışkırtıcısı ve tarafı olmasından, etnik ayrımcılığın ülke ortamına hiçbir zaman olmadığı ölçüde sokulmasından rahatsızlık duyduklarına da inanıyorum..
Onlara dostça, arkadaşça, yurttaşça uyarım, kendilerinin ve kendilerinden sonrakilerin geleceği için, işlenen ve işleneceği kuşkusuz suçlara daha fazla ortak ve destek olmamalarıdır...
Başkaca “uyarı”larımı gelecek haftaki yazıma bırakıyorum...
PROF. DR. KEMAL ALEMDAROĞLU 
AĞIR HASTA VE KİMSEYLE GÖRÜŞTÜRÜLMÜYOR. 
İNSANLIK SUÇLARI İŞLENMEYE DAHA NE KADAR SÜRE DEVAM EDİLECEK?

ATAOL BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet  

30 Ocak 2014 Perşembe

Hırsızın Babası Kimmiş? - ZEYNEP ORAL

Genç kız telaşlı avaz avaz haykırır:- Alo 155 polis!- Evet...- İmdat! Evimde hırsız var!- Hırsızın babası kimmiş?
- Ya ne alakası var şimdi...- .................................... İnternette dolaşan bu en popüler fıkranın son satırını yazmadım. Çünkü son satırın sayısız çeşitlemesi var. Hangisini seçeceğimi bilemedim. Polis babayı bilmezse ne yapacağını nasıl bilsin ki?
Herkesin bilgisi dahilinde korkunç bir oyun oynanıyor. Seçimlere dek herkesin sürdüreceği, herkesin kilitlendiği, gerilimin giderek arttığı bir oyun... Ama oyunun dişlileri arasında insan yaşamı yok oluyor.

***
Ülkem soyuluyor, sömürülüyor, parsel parsel satılıyor, diyorum. Olabilir diyorlar, ama bunlar iş yapıyor diyorlar, o rezil beton yığınlarını, TOKİ ormanlarını gösteriyorlar...
Ahlaksızlık tavan yapmış, hırsızlık, rüşvet de öyle... Yalanlar arasında boğuluyoruz diyorum... Hangisi çalmadı ki, hangisi yalan söylemedi ki diyorlar...
Yıllardır Atatürk’le ve Cumhuriyet ilkeleriyle hesaplaşıyorlar... Eğitimden yargıya, sanayiden imara her alanda karşı devrim uygulanıyor, diyorum... Yok yaa, bu millet Ata’sına laf ettirtmez; Kurtuluş Savaşını, laikliği özümsemiştir, bir şeycik olmaz diyorlar..Adam hedefinin “dindar ve kindar bir nesil” yetiştirmek olduğunu hiç gizlemedi. Bu hedefe ulaşmak için bir gecede 4+4+4 denilen eğitimde garabet sistemini devreye sokuverdiler, diyorum... Yeni değil, 12 Eylül’den beri adım adım dindar nesle yöneldik diyorlar.

O zaman susuyorlar
Adalet çoktan iflas etti. Masumiyet karinesini şimdi hatırladılar diyorum. Yargı hiçbir zaman tam bağımsız değildi ama yine de diyorlar... Yine de dedikten sonra susuyorlar...Vicdan diyorum... O zaman kesin susuyorlar...Dayanağı olmayan suçlamalarla, sahte belgelerle, kimliği belirsiz şikâyetle, imzasız ihbar mektuplarıyla, gizli tanık ifadeleriyle, sahte dijital belgelerle insanlar hapse tıkıldı, diyorum... Kendileri de söylüyorlar: “Orduya kumpas kuruldu” diye hatırlatıyorum... O zaman da susuyorlar. Kimileri utanıp yere bakıyor, kimi bir an önce sözü değiştirmeye çalışıyor...
Sevgili okurlar, bu yukarıdakiler, AKP’ye bir zamanlar gönül vermiş sokaktaki adam”lardan derlediklerim... Hırsızlığa, rüşvete, yalana, talana razı ama vicdan dendi mi orada duruyor...
Bütün bu gürültü patırtıda, toz duman içinde, bunca nutuk ve kavga arasında, bunca gerilimli seçim yarışında, millet hapiste yatanlara yapılan zulmün farkında... Yani içimde hâlâ bir umut vicdansızlığa bu millet geçit vermez diye...

Önemli olan şarkıcı değil, şarkı
Folk dünyasının eşsiz bestecisi Pete Seeger, yaşamı boyunca “müzik yararlı olmalı”ilkesini savunanlardandı. (Dün Kültür servisimiz çok iyi toparlamıştı tüm yaşamını, tekrarlamayacağım.)
Bestelediği halk şarkılarını, toplumsal bilincin, sol düşüncenin, savaş karşıtlığının, ırkçılığa direnişin, insan haklarının, sendikal hakların, grev hakkının, emek savunmasının, doğa tahribatını önlemenin hizmetine verdi.
Önemli olan şarkıcı değil, şarkıdır” diyordu. Açtığı yoldan niceleri geçti. Arkadaşım Joan Baez ve tüm 68 kuşağı biraz daha öksüz kaldık.
Çiçekler nereye gitti?” diye sorduğunda aslında ne zaman akıllanacağız diye soruyordu: Çiçekleri genç kızlar kopardı. Genç kızlar delikanlılara kaçtı. Delikanlılar askere gitti. Askerler savaşta ölüp mezara girdi. Mezarlarında çiçekler açtı... Ne zaman öğreneceğiz savaşa karşı durmayı. Ne zaman akıllanacağız!“Eğer elimde bir çekicim olsaydı... Gece gündüz vururdum, tehlikeyi ve tehditleri yok etmek, aşkı yüceltmek için... Eğer elimde bir çan olsaydı, gece gündüz çalardım tehlikeyi ve tehditleri yok etmek, aşkı yüceltmek için... Eğer dilimde bir şarkım olsaydı, gece gündüz söylerdim tehlikeyi ve tehditleri yok etmek, aşkı yüceltmek için...” diyordu.
Elinde çekici vardı: Adalet çekici... Çaldığı çan, özgürlük çanıydı... Söylediği şarkı da aşkın ve direnişin şarkısıydı... Bütün topraklarda...  

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

Hollande Niye Geldi? - NİLGÜN CERRAHOĞLU



Ya da enişte bizi neden öptü?

Değil mi ama…
İlk yanıt: Gül muhatabına hemen yanağını uzattığı için!
6 Mayıs 2012’de başkanlık koltuğu değişir değişmez, Cumhurbaşkanı Gül yemeyip içmeyip Fransa Cumhurbaşkanı’nı derhal Türkiye’ye davet etmiş.
İki devlet başkanı, Hollande’ın katıldığı ilk NATO zirvesinde (20 Mayıs 2012) karşılaşmışlar ve Gül -Türkiye’nin AB üyeliğine engel üzerine engel çıkaran- Fransa’nın çiçeği burnunda devlet başkanını vakit geçirmeden Türkiye’ye buyur etmiş.
Üst düzey Fransız yönetiminin Türkiye ile atılan köprüleri inşa etmek için büyük telaşa girmesini anlayabiliyorum.
Sarkozy döneminde çünkü Fransa sanayisinin Türk piyasasındaki payı yarı yarıya daralmış…
2009’da yüzde 6 olan pay… 2012’de yüzde 3’e inmiş…
Ekmeğin aslanın ağzında olduğu kriz döneminde ağır bir darbe…
Fransız sanayicileri ve diplomasisi… besbelli kapının ardında hemen “yav şuSarkozy bir gitse de Türkiye’deki eski faaliyet/etki alanımıza geri dönsek” diye gün saymışlar ve Hollande’a Türkiye davetinin ilk fırsatta yapılması için büyük ihtimalle önayak olmuşlar...
Bunları tahmin etmek zor değil.
Ama Türkiye’nin bu acelede çıkarı ne bunu saptayabilmiş değilim.
François Hollande Türkiye’de 22 yıl önce boy gösteren adaşı Mitterrand’dan sonra, ilk kez gelen Fransa cumhurbaşkanı oluyor.
Türkiye’yi küçümseyen Fransa
Mitterrand’dan önce Pompidou ve Giscard… Ankara’ya hiç uğramamışlar. ’68’de yalnızca De Gaulle gelmiş. De Gaulle’den önce “devlet katında” yapılan biricik ziyaret de III. Napolyon zamanında gerçekleşmiş. Ama III. Napolyon’un kendisi teşrif etmemiş de yerine İmparatoriçe Eugenie’yi göndermiş…
Fransa öteden beri kısaca bizi bariz biçimde “küçümseyen/snobe eden” bir ülke olageldi.
Sarkozy’nin Ankara’ya açık “hasmane” tutum içine girmesi ardından ipler gerildi, ilişkiler derin dondurucuya kaldırıldı.
İlişkilerin şimdi o derin dondurucudan çıkarılıp yeniden ısıtılması için ortada makul ve somut bir sebebin olması lazım. Kırıp döken hep Fransa tarafı olduğundan, normal olanı Paris’in engel koyduğu konularda geri adım atması ya da gözle görülür bir tavır değişikliğine gitmesi...
Fransa çıkar örneğin, Türkiye’nin AB üyeliği için koşmuş olduğu prosedür dışı referendum şartını kaldırdığını söyler…
Ya da takvim belirler.
Veya Ermeni soykırımı iddialarındaki buyurgan pozisyonundan vazgeçer…
Bu dostluk işaretlerine karşılık siz de kültürel, siyasi, ekonomik işbirliği için tekrar kapılarınızı açarsınız.
Ama değişen bir şey yok.
Zarf farklı, mazruf aynı.

Heyette yalnız AB bakanı yok
AB konusu başta olmak üzere somut bir değişiklik olmuyor...
Öylesine olmuyor ki Hollande, beraberinde getirdiği 7 kişilik kalabalık bakanlar heyetine -bir yanlış anlama olmasın diye- “AB bakanını” özel olarak dahil etmiyor!
Gül’le ortak basın toplantısında “AB üyeliğine destek verip vermediği” konusunda yöneltilen soruları, Türk tarafının kanıksadığı biçimde “Önemli olan, sürecin devametmesidir!” şablonuyla geçiştiriyor.
Gül’ün aynı soruya verdiği yanıt, AB kapısında yarım asırdır bekleyen bir ülke için apaçık zavallıca; “Acelemiz yok!” diyor TC devlet başkanı; “Bir tek konuda acelemiz var. O da önümüze siyasi blokaj konmaması!”

Bir parmak bal çaldıEh! Taleplerin düzeyi bu kadar düşük olunca; Hollande haliyle… hedefi on ikiden vuran bir ziyaret gerçekleştiriyor.
Gül ve Erdoğan’la yaptığı siyasi temaslar ardından İstanbul Galatasaray Üniversitesi’nde kültür dünyasıyla, Türk- Fransa iş forumunda iş dünyasıyla “gönüllerive akılları fetheten” bir pi-ar yapıyor.
Amerikalıların deyişiyle buna “charm offensive” diyebiliriz.
Bizdeki karşılığı “ağza bir parmak bal çalmak” olarak da nitelendirilebilir.
Elysee’den “Valerie”yi defetmenin verdiği hafiflemeyle Candan Erçetin’e öpücükler ve gülücükler arasında “kültür-sanat nişanı” takıyor. Düşüp bayılan Ortaylı’ya “Bu talihsiz olay ve aramızdaki Fransız basını sayesinde İlber Ortaylı’nın eserleri daha çok bilinecek!” diyerek esprilerle takılıyor. Boğaz’a karşı velhasıl Hollande’ın keyfinden geçilmiyor. Nasıl geçilsin ki…
Lokum gibi bir nükleer santral anlaşması yapmış, “Orient Express’i de biz yapmıştık.Hızlı trene de talibiz!” diyerek Türkiye’nin 10 bin kilometrelik hızlı tren ağına yazılmış; elektrik santralı için anlaşma imzalamış, diğer enerji yatırımları için sıraya girmiş; 15 milyar Avro’luk ticaret hacmini Gül’le 20 milyar Avro’ya çıkarmak üzere anlaşmaya varmış…
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Ya Türk tarafı ne almış?
Bir otomatik vize muafiyeti dahi sağlayamamış…
Hollande, Türkiye’den ayrılırken burada geçirdiği 48 saati haklı olarak “tarihi” olarak nitelendirdi.
“Yere bakan yürek yakan” Fransa cumhurbaşkanı, kendi açısından çok başarılı bir gezi gerçekleştirdi.
Bizimkiler ise “22 yıllık arayla gelen bir Fransa cumhurbaşkanı”nın ayağına kırmızı halı sermekle övündü.  


NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Sakalla Bıyık...- ŞÜKRAN SONER

İktidarlarının ekonomik başarıları üzerinden siyaset-propaganda yapıldıkça, gerçek ekonomik gelişmeler, hele de yatırımlara dayalı büyüme olmadığını, insan-paylaşım eksenli olmamanın ötesinde, piyasalar düzeni üzerinden bile çok çarpıcı zafiyet noktalarını anlatmaya çalışanlara kulaklar tıkandı. En çok da sürekli altı çizilen ödemeler dengeleri açığı, hele de kaynağı bilinmeyen sıcak para girişlerinin ne menem ağır tehdit oluşturduklarının uyarılarını yapanlara, alaycı, ağır suçlayıcı “kötü niyetli” eleştiriler getirildi... Şimdi özünde bağımsız, gerçek ekonomistlerin kötü niyetli olarak değerlendirilen olumsuz senaryoları bir bir, beklenenden çok daha acıtıcı boyutları ile yaşamımızı, geleceğimizi belirleyici olarak gündemdeler...
Özünde ekonomi biliminin üretim, insan sürekliliğine ilişkin kimi gerçeklerine sırt çevrilerek, günlük haksız kazançlar, kirli piyasalar, siyasi çıkarlar adına yürünen yolda ipin ucu öylesine ağır kaçmış ki... Risk olasılıklarına ilişkin yapılmış uyarıların pek çoğu birden, üst üste eklemlenerek şimdilerde kriz olarak nitelendirilen olumsuz gelişmeleri yaşamımıza dayatıyor. Krizden çıkış adına bildik senaryolardan yola çıkılarak alınan önlemler beklenen olumlu sayılabilecek sonuçları vermiyor. Bu saatten sonra doğrusu Merkez Bankası’nın siyasi iktidar karşısında ne kadar bağımsız hareket edebildiği tartışmalarının bile anlamı, değeri yok. Piyasacı yorumcular da kararların geç ya da yetersiz alınmış olması türünden gerekçelerle, beklenen sonuçları üretmediği, operasyonların işe yaramamanın ötesinde eldeki mermilerin boşa tüketilmesi sonucunu ürettiklerini açıklıyorlar.
Çevremdeki uzmanlık, bilimsel namuslarından, toplumsal kaygılarından kuşku duymadığım insanların en son söylediklerini dikkatle izlemeye çalışıyorum... “Ben demedim mi?” havasından eser olmadan, ülkenin, vatandaşları olarak bizim hep birlikte sürüklenmekte olduğumuz olumsuzlukların, ortak ödenecek ağır bedellerin olası yeni yüklerinin boyutları ile kaygılanıyorlar. Ekonomide, yaşamımıza dönük sakalla bıyık arasında kalmış olmamızın bedelini asıl sorumlularından çok halkın, milyonların ödemesi noktasına gelindiği gerçeği çok çıplak duruyor...
***
Hukuk devleti düzeninin ayaklar altına alınmış olması, ülkemizde İktidarları sürecinin on yılı aşan uygulamalarında, insan hakları, hukuk devleti düzenindeki ihlalelerin katlanan boyutları, artık İktidarlarının yönetim erkini de tehdit eden operasyonları gündeme girince, iktidar-cemaat ortaklığının bozulması, cemaatin, polis yargı, adli kolluk işlevi yapan kadrolarının toptan temizliğini getirdi... İktidarlarının cephe çıkarları siyasal İslam kimlikli devlet yapılaşması, kadrolaşması adına on yıl boyunca destek verdiği, sivil darbe hukuku niteliğini kazanmış hukuksuz işleyişler, dev boyutlarda haksızlık-hukuksuzluklar kaosu üretti... Sakalla bıyık arasında sıkışma hallerimiz sanki ekonomik gidişattan da çarpıcı...
İktidarları, siyaseten bitişlerine de imza atma anlamına gelebilecek yolsuzluklar operasyonlarını yargı sürecinden geri dönüşü olmayan dosyalara dönüştürmemek üzere her şeyi yapmaya hazırlar. Gelecekleri için başkaca çıkış yolu görememenin paniğinde, bugüne kadar destek verdikleri sadece TSK değil, Atatürkçü, Cumhuriyetçi kimlikli aydın ve örgütlülükleri hedef almış, özel yargı elindeki haksız, hukuksuz, sivil darbe hukuku niteliğini
kazanmış operasyonlarda kimi geri dönüşlere de razı görünüyorlar... Siyaseten “paralel devlet”, “Hepsinden cemaat cephesisorumlu, biz yapmadık. Yargı-polis onların elindeydi, biz sadece önleyemedik..”demek, siyaseten seçmenleri karşısında durumlarını kurtarır mı? Umdukları gibi bu yolla, yolsuzluk, kirlilik, rüşvet operasyonlarının, buzdağının ucu görünmüş boyutlarından aklanıp paklanmalarına yarar mı?.. Panikle ince ince hesaplar yapıyorlar...
Bir gün her tür ağır eleştiriyi yaptıkları hukukçuların, baroların çıkış yolu arayışlarına sığınıyor, diğer gün onlar açısından bir başka risk hesabı ile başka HSYK yasası çıkışına sarılıyorlar. İktidarlarına sınırsız siyasal prim vermiş Batı dünyasından kaçınılmaz “Bu ağır boyutları ile yargı bağımsızlığının katledilmesi, İktidar elinegeçirilmesine izin verilemez, arka bahçeler, vesayet demokrasilerinde bile böylesi hukuksuzluklara katlanılamaz..” eleştirileri gelince de, her kafadan bir sesin çıktığı, sakalla bıyık arasında kalınan çorba tartışmalar yaşanıyor...
Şimdi siz siz olun, bu yeni tabloda zaten en başından haksız-hukuksuz her tür insan haklarının katledildiğine, yargısız infaz, cezalar yediklerine inananların durumlarını hele bir düşünün. Yıllarca dertlerini her yoldan anlatmaya çabalamışlar, sağırlar duvarlarına toslamışlar... Bedel üzerine bedel öderken, bildikleri haksızlık, hukuksuzluklarla gönülden daha ağır yaralar almışlar. Suçu olanın cezasını ödemesi ile aynı durum hiç değil, insan onuru üzerinden çok daha katlanılmaz, geri dönüşü olamayacak sonuçları söz konusu... Bir de bugünün kaosunda yaşadıklarını düşünün...

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet