6 Nisan 2014 Pazar

AKP Boğaz'ı çok sevdi-FIRAT KOZOK

Tarabya’daki birinci derece sit alanı 20 dönümlük arazi, 12 milyon 150 bin dolara İller Bankası’na satıldı. Banka, bir özel şirkete 42 bin 800 TL karşılığında ‘Ekolojik Değerlendirme Raporu’ hazırlattı. Rapor doğrultusunda arsanın sit alanı statüsü kaldırıldı.

Başbakan Tayyip Erdoğan, “Yeşile hayranım, hastayım. Bize adeta çevre düşmanı gibi bir yaklaşım içinde olmak, çok büyük haksızlık olur” derken, İller Bankası’nın, sahte raporlarla Boğaz’ın incisi Tarabya sırtlarındaki ormanlık alanı talan etmeye hazırlandığı ortaya çıktı. İmarda “çamlık” olarak geçen 20 bin metrekarelik alan, alelacele hazırlanan sözde “bilimsel” raporla birinci derece sit alanı statüsünden çıkarıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yapılan tüm işlemleri anında onayladı.

İstanbul Sarıyer’deki Tarabya Mahallesi’nde yer alan 74 pafta 1108 ada, 10 parsel numaralı 22 bin 954 metrekare yüzölçümlü ve 1/10 hissesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan orman vasıflı arsanın 9/10’luk bölümü, İller Bankası Yönetim Kurulu’nun 17.01.2013 tarih ve 2/32 sayılı kararıyla 12 milyon 150 bin dolar karşılığında satın alındı.

Ekspertiz raporuna göre çamlık
İller Bankası tarafından satın alınan arsanın ekspertiz raporunda, arsanın mevcut imar planına göre imar durumunun, “tarla ve çamlık” olduğu ve “Sarıyer, Geri Görünüm ve Etkileme Bölgeleri Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı” dahilinde “Koru Alanı, Park Alanı ve Yol Alanı” lejantlarında kaldığı, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu İmar Planına tabi olduğu ve birinci derece doğal sit alanı olarak belirlenmiş olduğu belirtildi.

43 günde rapor!
İller Bankası tarafından Boğaziçi’nde yer alan arazinin rahatlıkla kullanılabilmesi için “Birinci Derece Doğal Sit Alanı” statüsünün kaldırılması çalışmalarına başlandı. Bunun için “Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu” hazırlanması amacıyla “AKS Planlama Mühendislik Ltd. Şti” ile 27.02.2013 tarihinde sözleşme imzalandı. Bu çalışma için firmaya 42 bin 800 TL ödendi. Sözleşme gereği AKS firması 43 gün içinde raporu hazırlayıp 11.04.2013 tarihinde İller Bankası’na teslim etti.

Yönetmeliği çiğnediler, raporu “uydurdular”
Ancak AKS firması tarafından hazırlanan raporun “Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik” hükümlerine aykırı olduğu ortaya çıktı. Yönetmeliğe göre “Ekolojik Temelli Bilimsel Araştırma Raporu” hazırlanabilmesi için, biyolojik çeşitlilik, hidroloji, hidrojeoloji başta olmak üzere her açıdan arazi durumunun en az ardışık dört mevsim (1 yıl) boyunca araştırılması, araştırma sonucuna göre en az ardışık dört mevsimi kapsayan ekolojik temelli bilimsel araştırma raporun hazırlanması gerekiyordu.
Banka yönetimi yönetmeliğe göre en az ardışık dört mevsim (1 yıl) boyunca araştırılarak hazırlanması gereken raporu 45 gün içinde AKS firmasından sahte rapor hazırlanmasını istedi.

Rapor istedikleri gibi çıktı
Diğer taraftan AKS firması tarafından hazırlanan raporun giriş bölümünde “… bu rapor 1 yıl boyunca teknik esaslarda belirtilen dönemlere ve metotlara uygun olarak gerçekleştirilen arazi çalışmaları ve yerinde gözlem ile geniş çaplı literatür taraması yapılarak hazırlanmıştır” denilerek sahtecilik gizlenmeye çalışıldı.
Özetle yönetmelik hükümleri çiğnenerek hazırlanan sahte raporla Boğaziçi’nde bulunan birinci derece doğal sit alanındaki Ta­rab­ya arazileri talan edilmeye başlandı.
Hazırlanan sahte rapor üzerine, İller Bankası tarafından Tarabya arazilerinin birinci derece doğal sit alanı durumunun değerlendirilmesi için Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne 16.04.2013 tarih ve 11206 sayılı yazı yazıldı. Yazı üzerine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İstanbul 4 Numaralı Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’nun 27.08.2013 tarih ve 04-406 (1/2) sayılı kararıyla Tarabya arazilerinin birinci derece doğal sit alanı statüsünün değiştirildiği ve nihai kararın alınmak üzere Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’ne gönderildiği ortaya çıktı.

FIRAT KOZOK
Cumhuriyet

30 Mart 2014 Pazar

Defolup Gidin! - ZEYNEP ORAL



“Ey bu meclisin aşağılık mensupları!.. Acele edin ve defolup gidin...
Oturumunuzu sonlandırmaya geldim.
Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir son vermeye geldim.
Siz ki fitneci, fesatçı meclis üyeleri, siz ki iyi bir hükümet olmak dışındaki her şey!!!
Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar, ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar, birkaç kuruş için Tanrı’ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı?
Bir parça vicdan da mı yok?
Atım kadar bile dindar değilsiniz!Altın sizin yeni Tanrı’nız olmuş!Satılığa çıkarmadığınız bir değer de kalmadı!
Ulusunuz adına iyi bir şey düşünemez misiniz?
Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğunuz bu kutsal meclisi, o varlığınızla kirletiyorsunuz!
Tanrı’nın kutsadığı bu meclisi, ahlak yoksunu davranışlarınızla hırsızların ini halineçevirdiniz!
Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız.
Siz ki, halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız. Kendiniz halka en büyük dertkaynağı oldunuz!Ama ülkeniz beni asırlardan beri temizlenmemiş bu ahırı temizlemeye çağırdı!
Ve bu gücü de bana Tanrı verdi. Bu şeytan ocağını yönetmeye geldim. Vay halinize!
Şimdi derhal defolun!!!
Acele edin rüşvetin köleleri!
Acele edin, gidin! Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolup gidin!..”
Dikkatli okurlar anımsayacaklar, beş yıl önce de bu köşede bu söyleve yervermiştim...Yukarıdaki söylev, “demokrasinin beşiği” diye tanınan İngiltere’den…1653 senesinin 20 Nisan günü, meclis çatısı altında kükreyerek konuşan General Oliver Cromwell’dir. Katılır ya da katılmazsınız, ama bu nutuk tarihi şekillendiren 50 konuşmadan biri sayılıyor.
Afedersiniz, siz ne sanmıştınız?
Malum bugün seçim yasakları var... Haddime mi düşmüş kimilerinin aklındangeçirdiklerini yazmak! O nedenle bir kez daha tarihe sığındım!
Hepinize bilinçli seçimler dileyerek...  


ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

Sallanırken...- MİNE KIRIKKANAT



İlk sarsıntı olduğunda, tavla oynadıkları masa hafifçe yerinden oynadı, atılan zarların tıngırtısı biraz uzun sürdü, o kadar.“Şeş caar!” dedi, dede.“Altı beş!” dedi, baba.Ve devam ettiler.
Ataerkil bir aileydi. Orta halli bir evde, ana baba, dede torun, dayı yenge, birlikte otururlardı. Hırlaştıkları olurdu, ama seviştikleri günler de vardı.İkinci sarsıntı ile duvardaki Ata portresi yan yattı. Tepedeki lamba şöyle bir gidip geldi, atılan zarlar çalkalandı.
“Yahu ben penci dü atmıştım, dü beşe döndü!” diye şaşırdı, dede.Torun, telefonda konuşmayı kesip, “Deprem oluyor!” diye bağırdı.
Dayı televizyonun önünden fırlayıp, Ata’nın portresinin yanına asılı mavzeri kaptı, pencereye seyirtip mevzilendi:
“Kimse kıpırdamasın, yakarım!”
Ana çığlık çığlığaydı:“Oğlum, oğlum! Kirişin altına gir, koru kendini!”
Baba, ilk şaşkınlıktan sonra tüfeği sokağa doğrultan dayıyı sakinleştirmeye çalıştı.“Sokak kıpırdamıyor birader, kendine gel, yer sarsıntısı oluyor, yer sarsıntısı!”
Dede, “Bizim zamanımızda yerler böyle sarsılmazdı!” dedi.
***
“Bırakın yakayım bu evi sallayanları!” diye naralanan dayı ile tüfeği elinden almak isteyen baba, pencerenin önünde boğuşuyorlardı.
Kuran okumakta olan yengenin tiz sesi, işaretparmağını havaya dikip: “Dinsizler, imansızlar, kıyamet günü geldi işte, hesabını verin bakalım günahlarınızın!” diye çınladı.Üçüncü sarsıntıyla birlikte, Ata’nın sureti yere düştü, tavla devrildi, zarlar ortaya saçıldı. Dayı, tüfek elinde hazırola geçti.“Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapadı, bütün dünya ağladı, doktor doktor kalksana, lambaları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!”
“Elektrik kesildi ama” dedi baba.“Zaten bugün bir gitti, bir geldi, ütü yapamadım!” diye sızlandı, ana.
Torun, “Saçmalamayı bırakın!” diye gürledi. “Derhal evden çıkmamız gerekiyor!”
Dede, yere saçılan zarları topluyordu. “Vay canına, şeş beş gelmiş!”
***
Ana, oğlunun koluna yapıştı.“Hayır çıkma! Masanın altına girelim.”
Yenge elindeki Kuran’ı bırakıp, kendini masanın altına attı.
“Masanın altı benim, kimse giremez!”
Baba, kirişlere sarılmış ağlıyor, dayı, devrildiği koltuktan bağırıyordu. “Bırakın tepeleyeyim bu depremi yapanları!”
Torun, “Canımızı kurtaralım, dışarı çıkalım, ne olur!” dedi.
Ana, “Kal, beraber ölelim” diye inledi. Baba hıçkırdı: “Evim elden gidiyor, devlet nerede?”
Dede, dört ayak üstünde tavlanın pullarını arıyordu. Dayı, kalkamadığı koltuktan mavzerin kurşunlarını boşaltıyordu pencereye doğru ve görünmeyen düşmanların üzerine. Masanın altındaki yenge, altın bileziklerine ve banka hesaplarına ağıtyakıyordu“Vademi kimler yiyecek aah... Duamı kimler diyecek vaah!”
Dördüncü sarsıntının şiddetiyle, hepsi yere yuvarlandılar. Evin kapıları menteşelerinden çıktı, ardına kadar açıldı.
Deprem gelmişti.
***
Okuduğunuz küçük öyküyü, 1995 yılında yazdım. Elbette ki ne 1999’da olacak depremi öngörmüş, ne de herhangi bir doğal felaketi kastetmiştim. Sadece Türkiyeevini ayakta tutan menteşelerin bir bir attığını, kirişlerin çatladığını gözlüyordum. O gün bugündür gözlüyorum...
Bugün yaşadığımız seçim gününün anlam ve önemini, bundan daha iyi anlatamazdım.İşte deprem kapıya dayandı. Acaba kimin depremi geldi?
G N O K T A S I
Eski Güzel Bir Lise Günüydü 
Sanki yaşanmamış
eski güzel bir lise günüydü
daha kaybolmamıştım
tek tek sayardım yıldızları
geceler de uzardı dersler de
ne çok sevinirdik okulla İstanbul’a
gittiğimiz zamanlar
kaçıp bir keresinde herkesten
küçücük bir tatlıcıda oturmuştuk
uzun bir kırmızıda durmuştu zaman
dönerken Çorlu’ya
otobüste aynı şişeden votka içmiştikelimle altı yıldız getirmiştim sana
yalnızca eline dokunmak için
gülmüştün bulutlara kadar
saçların yağmur gibi yüzüme değmiştibir türlü sığdıramadık ellerimize yıldızları
ekmek kavgaları hüzün ayrılık
yeni kutsallarım oldu artık kitabımda
geçen yıllar yığıldı yollarımıza
kış üstüne kış misali
bir bahar aralığı umut yoküstelik ayaklarım da üşüyoryanlış sonbaharlar kadar güzelkoyu yeşil gözlerini unutmadım
bütün mevsimlerde kayboldum şimdiçok yaşanmış
eski güzel bir lise günüydü.
A.KADRİ ERGİN
“Politikada, tüm dostlukların temelini ortak kinler oluşturur.” ALEXIS DE TOCQUEVILLE  

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

DirenCumhuriyet - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Cumhuriyet’e “ses kaydını kaldır” baskısı geldiğinde, haber çoktan uluslararası medyalarda yerini almıştı. 
Akşam izleyebildiğim yurtdışı kanallardan İtalyan TV’sinde örneğin, “tapelerin dökümü” ekranda doğrudan seçilebiliyordu.
France 24’te hemen sıcağı sıcağına “Erdoğan’ın Türkiye’de bir rejim provasına” giriştiği söyleniyordu.

Guardian’ın internet sitesinde ise “Türkiye ulusal güvenlik kaygıları arasında YouTube’a erişimi engelliyor/Turkey blocks access to YouTube amid national security concerns” başlıklı haberin altında tapelerin bire bir İngilizce tercümesi yer alıyordu. Okurlar hiç vakit geçirmemiş, Davutoğlu’nun makamında kaydedilen konuşmanın İngilizce tercümesini –satır satır ve eksiksiz- okur yorumları bölümüne aktarmıştı... 
Ertesi sabah yabancı gazeteleri açtığımda Wall Street Journal’ın (WSJ) manşetinde “Türkiye seçime günler kala YouTube’u kapattı/Turkey Blocks YouTube Days Before Vote” haberini gördüm…
‘Yasak teknolojiyi anlamamakla eşdeğer’ 
YouTube” yasağını “bir panik zihniyetinin ürünü” diye tanımlayan gazete “haberin yayılmasını yasakla önlemeyi düşünmenin, günün teknolojisi ve gerçeklerini anlamamakla eşdeğer” buluyordu. 
Financial Times da da benzer biçimde gene manşetten verilen “YouTube Türkiye’deki baskıda yasaklandı/YouTube blocked in Turkish Crackdown” haberi göz almaktaydı… 
WSJ gibi küresel iş çevrelerinin referansı sayılan bu gazete de iç sayfalarında konuyu ayrıca 5’er sütunluk uzun ve ayrıntılı yorumlarla değerlendirmiş, geçen haftaki “Twitter yasağına” bu vesileyle bir kez daha dikkatler çekilmiş; uluslararası camiada yoğun eleştiri toplayan yasağın ABD tarafından “21. yüzyılda kitap yakmayla eşdeğer” şekilde tanımlandığı aktarılmıştı. 
Cumhuriyet’e “tapelerin karartılması” için yapılan baskı; böyle işte “Atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçtiği ortamda” cereyan ediyor. Ok yaydan çıkmış, sanal ortamda haber jet hızıyla yayılmış ve haliyle yabancı istihbarat örgütleri, yabancı temsilciliklerin masalarına çoktan düşmüş. Görenler görmüş, okuyanlar okumuş, duyanlar duymuş. Neden sonra “özel hayatın gizliliği”gerekçesiyle bizden haberin kaldırılması talep ediliyor…. 
Tavuklar kaçtıktan sonra bu kümesin kapısını kapatmaya benziyor!.. 
Kapıyı acaba baştan kim açtı? Önce bunun peşine düşmek gerekmez mi? 
Böyle bir arayışın şimdiye dek en ufak işareti yok. 
Hükümet, insanı sersemleten skandallara yalnız “yasakları çoğaltmak”la yanıt veriyor. Giderek daha çok baskı vaat ediyor! Erdoğan’ın “plebisite” çevirdiği sandıkta düş kırıklığına uğramaması halinde mevcut yasakları başta “Facebook” olmak üzere diğerleri izleyecek. Seçimlerin ardından Türkiye’yi gerçek bir “muhaberat devletine” dönüştürecek MİT yasası yeniden gündeme alınacak… 
Sürekli “daha çok baskı” adına oy isteyen bir iktidar partisiyle yüz yüzeyiz... 
Dünyada eşi benzeri yok… 
Ama başbakanın sesini kısacak kadar çok ve bağıra bağıra konuştuğu kalabalıklara baktığımda, AKP oy tabanın bu baskıcı yasaklarla hiç ilgilenmediklerini düşünüyorum. İstanbul mitinginde toplanan kalabalıkların örneğin kaçta kaçı sosyal medyayı kullanıyor? Kaçta kaçı “YouTube”, “Twitter” ve “Facebook” yasağıyla kendisini cezalandırılmış hissediyor? 
Manzaraya bakılınca şöyle bir sonuç kaçınılmaz oluyor: Başbakan daha dijital çağa girmeyen kitlelerden aldığı destekle, çağının içinde yaşayan Türkiye’yi boğuyor…
İki toplum vizyonu 
Bu karabasan atmosferde işte gönlümü açan tek şey; CHP’li başkan adaylarının koro yaptıkları “Sev Kardeşim” reklamı oluyor! 
Reklamla her karşılaşımda “Sahi! Böyle bir Türkiye de var!”oluyorum… 
Alnı açık, dürüst, kızlı-erkekli uygar bir Türkiye! 
Bu ülke herşeye rağmen ayakta kalıyorsa hâlâ böyle bir Türkiye var olduğu için kalıyor! 
Son üç ay boyunca her gün daha da vahşileşen skandalların girdabında bu Türkiye’nin varlığını nerdeyse unuttuğumuz için, iki kadın adayla yan yana şarkı söyleyen Yılmaz Büyükerşen’i her gördüğümde “Evet tabii ya!” diyorum: “Türkiye’nin bu umut veren, gülümseyen yüzü de var!” 
Ve aynı anda aklıma insanların birbirlerinin omzuna basa basa dev termit tepelerine benzeyen kuleler oluşturduğu AKP reklamı geliyor. 
Kadınların sırtlarına basa basa direğe tırmanan erkeklerin önplana çıktığı klastrofobik, o korkunç eril reklamı hatırlıyorum… 
Bir reklam Türkiye’yi -altta kalanın canı çıksın hesabına!- bir başına tepeye varan erkek figürle özdeşleştiriyor! 
Diğeri kadın ve erkeğin yan yanlığının doğallığına vurgu yapıyor ve bir ekip olmanın güzelliğini öne çıkarıyor. 
Ne kadar uyuşmaz iki toplum vizyonu değil mi? 
Biri korku ve tehdit unsurlarını kullanarak; “eğilmez, yenilmez” sloganlarıyla katıksız maçoluk yapıyor. 
Diğeri neşeli ve sevilen bir şarkıyla Türkiye’nin yumuşak, sakin gücüne gönderme yapıyor; ülkenin “birleştirici gücünü” vurguluyor. 
Bu seçim her şeyin ötesinde uzlaşmaz iki toplum modeli arasında bir tercih olacak. 
Oyunuz, hangi toplum modelini ülkenize layık gördüğünüzün de bir ölçüsü sayılacak.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Aynı karede iki yağma - CUMHURİYET

İstanbul Çengelköy'deki iki tarihi yapının restorasyonu, "tarih ve çevre" yıkımı olarak göze çarpıyor.
İstan­bul Çen­gel­kö­y’­de­ki ta­ri­hi “Ab­dul­lah Pa­şa Ya­lı­sı­”nın restore edilerek “Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı”na verildiği belgelendi. 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun ardından internete düşen ses kayıtlarındaki iddiya göre Başbakan Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetiminde bulunduğu TÜRGEV’e verilmek istendi. Ancak sonradan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın akrabalarına ait “denize sıfır” bir muhallebiciye dönüştürüldüğü ortaya çıkmıştı.


İşte o yazı...
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2008 tarihli resmi yazısında tarihi yalıyla ilgili olarak aynen şöyle deniliyor: “İstanbul ili, Üsküdar ilçesi, Çengelköy’de bulunan tarihi Abdullah Paşa Yalısı’nın restorasyon tadilat projesinin İstanbul VI Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 14 Şubat 2006 tarih ve 1387 sayı ile 4 Temmuz 2006 tarih ve 1822 sayılı kararları ile onaylandığı, söz konusu taşınmazın Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı lehine irtifak hakkı tesis edildiği belirtilmiştir.”
17 Aralık yolsuzluk operasyonunun ardından internete düşen ses kayıtlarında hâkim evi yapılmak üzere bir vakfa verilen “İstan­bul Çen­gel­kö­y’­de­ki ta­ri­hi Ab­dul­lah Pa­şa Ya­lı­sı­” da geçiyordu. “Başçalan” adlı hesaptan, İstanbul Çengelköy Çınaraltı’ndaki Abdullah Paşa Yalısı’nın usulsüz şekilde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş’ın akrabalarına kiralandığı ve Boğaz’ın doldurulduğu iddialarını içeren yeni bir ses kaydı yayınlanmıştı. Basına da yansıyan kayıtta yer alan görüşmenin Başbakan’ın başdanışmanı Mustafa Varank ile bir AKP’li arasında geçtiği iddia ediliyor. Varank, bir AKP’liyi arıyor ve İstanbul Çengelköy’de Boğaz üzerinde yer alan Çınaraltı’na ne zaman gittiğini soruyor. Konuşmada ileri sürülen iddialara göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Abdullah Paşa Yalısı’nı Adalet Bakanlığı’nın elinden almak için harekete geçiyor. Vakıflar yalıyı, Bilal Erdoğan’ın yönetiminde bulunduğu TÜRGEV’e tahsis etme kararı alıyor. Ancak yalıyı sürpriz bir biçimde Topbaş’ın oğlu ile akrabalarının sahibi olduğu Sütiş’e kiralanıyor. İstanbul Boğazı’nda yalının önündeki küçük sahil doldurularak üstüne beton dökülüyor. Ve tarihi yalıda şimdi bir muhallebici hizmet veriyor.

CUMHURİYET

28 Mart 2014 Cuma

Sonuna Geldik-CAN DÜNDAR

Yarın değil, öbür gece... 
Bir kâbustan uyanacağız. 
Kendi kazdığımız bir kuyudan çıkacağız, üstümüz başımız yara bere içinde... 
Gelecek nesillere, “Başımıza bir bela geldi. Uzun sürdü. Çok örselendik. Ama oylarımızla üstesinden geldik” diyeceğiz. 
İnanmayacaklar.

“Gerçekten sizin zamanınızda Twitter mı yasaklandı? Youtube mu kapatıldı? Kitap bomba mı sayıldı? Heykel mi yıktırıldı? Çocukları kurşunlayan polislere madalya mı takıldı” diye soracaklar. 
Başımızı öne eğeceğiz. 
Benzer felaketlere uğramış toplumları örnek verip “Bir esaret devriydi. Geldi geçti”diye savuşturmaya çalışacağız.
***
Yarın değil, öbür gece... 
Bu halk, o zannedilen toplum olmadığını gösterecek. 
“Layık olduğunca yönetilir” lafını, “Tepkisizdir, çıkarına bakar” aşağılamasını, “göbek kaşıyan” yaftalamasını hak etmediğini ortaya koyacak tavrıyla... 
Tersine... 
Hırsızlığın, yolsuzluğun, zulmün farkında olduğunu, kadim bir sabırla, olgun bir itidalle sustuğunu, nabzını yoklamak için gelen kamuoyu araştırmacılarına nanik yapıp öfkesini, tepkisini sandığa sakladığını gösterecek. 
“Yediler, ama iş yaptılar” demediğini, haram yiyene harami dediğini, aslında küfürbazlığı, kabadayılığı, yalancılığı, nobranlığı sevmediğini sergileyecek. 
“Yetti gayrı” diyecek.
***
Yarın değil, öbür gece... 
Zafer şarkılarıyla o uzun kâbustan uyandığımızda, gözündeki bağı, telefonundaki kulağı, ayağındaki prangayı çıkarıp atmış, kendine güvenini tazelemiş bir halk olacağız yeniden... 
“Biz yetim hakkı yedirmezdik. Cana kıyanı kahraman ilan etmezdik. Evladını kaybetmiş bir babadan bir ‘Allah rahmet eylesin’i esirgemezdik” diyeceğiz. 
“Kızlı erkekli” halay çektiğimiz, bir gün dua edip ertesi gün kafa çektiğimiz, vicdanımızı kaybetmediğimiz hayatımıza geri döneceğiz. 
Kimsenin birbirinin inancına, yaşam tarzına müdahale etmediği bir toplum idealine geri döneceğiz. 
Bizi birbirimize düşürmek, “inanan-inanmayan” diye bölmek, kindar bir nesil yetiştirmek için çırpınanları, halka din satarken çalıp çırpanları yargılayacağız. 
Yarın değil, öbür gece... 
Bu “uzun kâbus”tan uyanacağız.
  
Ulusal güvenlik değil, umumi kepazelik
Dışişleri Bakanı’nın odasının ve o odadaki savaş hazırlığının dinlenmiş oluşu, “ulusal güvenlik sorunu” filan değil, düpedüz kepazeliktir. 
Hem de öyle Youtube’u kapatmakla, Twitter’ı yasaklamakla, sert açıklamalar yapıp dayılanmakla örtbas edilemeyecek bir kepazelik... 
Camiye ayakkabıyla girdi yalanıyla gencecik çocukları linç ettirmeye kalkışan zihniyet, türbenin oraya, “Boş alana 8 tane füze attırır, savaş için gerekçeyi üretirim”diyebilmiş. 
Ve devlet dediğimiz kâğıttan kaplan, -hem de bunca dinleme skandalından sonra-, kendi karargâhını bile dinletmemeyi becerememiş. 
Hangi efelenen açıklama, hangi zavallı yalanlama, hangi kapatma, baskın, tutuklama, bu kepazeliği unutturabilir ki?

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

23 Mart 2014 Pazar

Bu Halk, Yürütmeyi Durduracak-CAN DÜNDAR

Geçenlerde katıldığım bir TV programında Twitter’ın bize, tıkıldığımız hücrede yalnız olmadığımızı fısıldayan bir kuş olduğunu söylemiştim. 
Yalnızlık korkutucuydu. 
Korku, bulaşıcıydı. 
Oysa bu mavi kuş, her tuşladığımızda bize “Yalnız değilsin. Senin gibi düşünen,hisseden milyonlar var” diyordu. 
Bizi buluşturuyor, birleştiriyor, örgütlüyor, cesaretlendiriyordu. Bu nedenle de iktidarı korkutuyordu. 
“Kökünü kazıyacağız. Dünya umurumda değil” derkenki öfkesinde gördük bu korkuyu... 
Dünya diktatörlerine şapka çıkarttıran Twitter yasağında gördük. 
“Bayrak iniyor” gazıyla seferberlik ilan eden reklam filminde gördük. 
Yüzde 40’ı bile zafer ilan etmenin yolunu yapan konuşmalarında gördük. 
17 Aralık sabahı oğluyla telefonlaşırken titreyen sesinde gördük.
***
Korkmakta haklı. 
Kendini sultan sanıp öyle zalim davrandı, o kadar çok ah aldı, öyle çok çaldı ki... 
Şimdi hesap verme korkusu bastı. 
Korkmakta haklı. 
Tabanını sağlamlaştırmak için pompaladığı nefret söylemiyle karşısındaki cepheyi öyle birleştirdi, öyle büyüttü ki, bu seçimi, sadece Türkiye için değil, kendisi için de bir ölüm kalım harbine çevirdi. 
Korkmakta haklı.
İktidarla öyle özdeşleşti ki, devrilirse hiçbir zaman bir “muhalif parti lideri” olarak anılamayacağını, yaptıklarının hesabının sorulacağını anladı. 
Korkmakta haklı. 
Çünkü korku gibi, cesaret de bulaşıcı... 
Kevgire dönen son Twitter yasağı, bunun en somut kanıtı...
***
Hiç şüpheniz olmasın: 
Haftaya bugün bu halk, yürütmeyi durdurma kararı alacak. 
“Yürütme” duracak. 
Musa Eroğlu’nun dediği gibi: 
“Sayılı günler tükendi 
Yolun sonu görünüyor.”  
25’indeki sürpriz, savaş mı?  
Haftalardır yayılan bir dedikodu: 
“25 Mart’ta yer yerinden oynayacak.” 
Herkesin kendince bir tahmini var; yatak odası görüntülerinden, gündemi sarsacak suikastlara kadar... 
Tam bu beklentinin üzerine geldi Irak Şam İslam Devleti’nin açıklaması... 
IŞİD, YouTube üzerinden yayınladığı bildiride diyordu ki: 
“Türk askerine Süleyman Şah Türbesi’ni boşaltması için üç gün veriyoruz. Üç güniçinde oradaki Türk bayrağı indirilmediği takdirde türbeyi yerle bir edeceğiz.” 
Üç günlük süre doldu, ama El Kaide şaka yapmadığını Niğde’deki suikastla gösterdi. Dışişleri ise, 28 Türk askerinin koruduğu türbeye yapılacak saldırının Türkiye’ye yapılmış gibi algılanacağını ve savaş nedeni sayılacağını açıkladı. 
Genelkurmay, “Türbe’ye yönelik bir tehdit algılaması yok” bilgisini sızdırıyor, amaDavutoğlu“Saldırıya karşı tüm hazırlıklarımız tamam” dedi. 
Örgütün açıklamasındaki bir detay, dikkatinizden kaçmamıştır: 
“O bayrak inecek” diyorlar. 
Bu filmi bir yerden hatırlıyorsunuz değil mi? 

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Sevdiğim Kentler İçin Ağıt-IŞIL ÖZGENTÜRK

Belki biraz abartıyorum ama ben kardeşin kardeşi öldürdüğü bir iç savaştan korkuyorum. Dün kahvede rastladığım bir dostum anlattı, o uzun yol kaptanıdır. Nijerya açıklarından geçerken bir Nijeryalı küçük bir sandalla gemiye yaklaşmış ve yardım istemiş. Onu gemiye almışlar. Nijeryalı çat pat İngilizcesiyle anlatmış: “Kardeşim beni öldürmek istedi ama ben kaçtım, bunun üstüne öfkelenmiş ve annemizi öldürmüş.”Kardeşin kardeşi öldürdüğü bir iç savaş sanki kapımızda gibi. Bundan tam on yıl önce Irak işgali sırasında bir yazı yazmışım, hâlâ geçerliliğini koruyor ve ben, son Antep yolculuğumda El Kaide militanlarının ellerini kollarını sallayarak kentte dolaştıklarını gördüm ve çok genç bir itfaiyeci şöyle anlattı: “Daha geçenlerdeAbadan kapısında on kişiyi keserek öldürdüler.” Abadan nerede mi? Gaziantep’in Suriye sınır kapısı. On yıl önceki yazı şöyle: 
“Sevdiğim bütün kentler işgal altında. Mardin, Urfa, Nusaybin, Gaziantep,İskenderun, Diyarbakır, evet sevdiğim bütün kentler işgal altında. Bütün çocukluk anılarım, gençlik anılarım işgal altında. Kimseler bana bu savaşın Irak’la ilgili olduğunu söylemesin! Dünya tarihi kadar eski bir oyun, güzelim kentlerimi işgal için oynanıyor. Görüneni görmek için askeri eğitim görmeye ya da uluslararası ilişkiler okumaya gerek yok! Her şey öylesine hayâsızca oynanıyor ki, güzelim kentlerim benim olmaktan çıkıyor artık. İnsanlar bu oyunu doğdukları gün öğrenirler, adına da ‘hedef şaşırtma’ denir. Avrupa’nın emperyalist geçmişlerini sözüm ona uygarlık gösterileriyle kapatmaya çalışan ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri şimdi bu oyunu oynuyorlar. Hem de kıran kırana. Hedef güya Irak... Hayır, bu bir hedef saptırma oyunu, hedef: Anadolu ve onun en şiir dolu, en güzel kentleri. Hepsi en çok benim olan kentler. 

İşte Mardin’de durmuşlar. Süryani ustalarının, kapılarını gök mavisine boyadığı o güzelim taş evlerin önünde. Ne kiliselerin ne camilerin farkındalar ne de bütün zamanlardan sonsuz anılar barındıran Deyrüzzaferan Manastırı’nın sessizliğinin. Hiçbir güzelliğin, hiçbir emeğin, hiçbir yaşamın farkında değiller. Mardin onlar için sadece bir askeri üs. Oradan bütün dünya coğrafyasına hâkim olacaklar, sadece daha çok zengin olmak için, daha çok sömürmek için. Dünyanın tarih miraslarından biri artık onların olacak ve bize ve bana Mardin’den Süryaniustalarının yaptığı taş evlerin sadece fotoğrafı kalacak. 
Diyarbakır’ın bazalt taşı güzelim evleri de onların olacak! Ben ki, Dicle’ye bakan omuhteşem evlerden birinde, bir günbatımı havuzlu bir avluda en güzel eşkıyahikâyeleri dinlemiştim. O hikâyeler de tarih olacak, Dicle’nin muhteşem kıvrımları da... 
Sırada Urfa var. Bütün zamanların en mistik kenti. Gölün ve peygamberhikâyelerinin birbirine karıştığı, gözleri her zaman sürmeli, rengârenk giysiler giyenArap kadınlarının kıraç sokakları süslediği ve sıla gecelerinde en güzel aşk şarkılarının, şiirlerinin okunduğu Urfa da onların olacak! Bir tek su başında oturup hiç durmadan sevdiğinin adını yineleyen o deli kızın sesini bastıramayacaklar. O tarih kadar eski ses, bütün acılardan, hasretliklerden geçip gelmiş ses, sürecek. Ama artık ben duymayacağım, her yıl en az iki kez gittiğim ve bütün acılarımı, hasetlerimi, kaygılarımı orada, o göl başında bıraktığım, suyun beni arındırdığı bu kent artık hiçbir zaman benim olmayacak. Çünkü ben oraya gittiğimde sokaklarda akan çocuk kanlarını göreceğim, tecavüze uğramış gencecik kadınları göreceğim, artık Urfa benim olmayacak, bir kanlı tarihin en kanlı parçalarından biri olacak! 
Hayır, hiçbir şeyi abartmıyorum, sevdiğim kentlerin kokularını, ışıklarını, renkleriniabartabilirim ama onların işgale uğradıkları bir abartma değil, artık hiçbir şey eskisigibi olmayacak. Bütün bu güzelim kentler, Fırat ve Dicle’nin usul usul aktığı bütün su boyları, tankların ayak sesleriyle, yüzyıllık mutlu uykularından uyandılar. Urfa-Harran arasında eski ay kenti Sumatra’daki Ay Tapınağı’na şimdi bir ulusun tüm onuru, tüm geleceği, tüm umutları kurban ediliyor. Sumatra’daki Ay Tapınağı’ndaki sunakta şimdi hepimiz varız ve kurban edilmek için sıramızı bekliyoruz.”  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Özgürlüklere savaş açmış bir hükümet- İHSAN ÇARALAN/EVRENSEL

Üç günden beri Türkiye “Twitter yasağını”, dünya da “Türkiye’deki Twitter yasağı”nı konuşuyor.
Herkes bir yanıyla Twitter yasağını ve Hükmetin Facebook’u da yasaklamaya hazırlandığını, öte yanıyla da Twitter gibi bir sosyal medya alanının“yasakladım” deyince “yasaklanamayacağını” görüyor, konuşuyor. Dahası Başbakanın emriyle hayata geçirilen Twitter yasağının delindiği ve üstelik yasaktan sonra tweet atanların sayısının rekor düzeye ulaşması üstünden, yasağa karşı mücadeleyi tartışıyor.
 
Bunların da ötesinde, “Twitter yasağını” TİB ve AKP sözcülerinin İstanbul Başsavcılığı ve mahkeme kararlarına bağlamalarının büyük bir yalan olduğu da ortaya çıkmış bulunuyor. 
Böylece anlaşıldı ki Twitter, tamamen Başbakanın “Twitter mıwitır hepsinin kökünü kazıyacağız” biçimindeki çağrısını emir telakki eden TİB tarafından yasaklanmıştır. Yani bu yasağın yasal hiçbir dayanağı olmadığı gibi idare bu yasaklamayla açıkça suç işlemiştir.
Aslında Başbakanın “Twitter mıwitır hepsinin kökünü kazıyacağız” lafı bir anlık, çoğu zaman yaptığı gibi “promter”a bakmadan konuştuğu zaman devirdiği çamlardan birisi değildir. İnternet’e sansür yasasıyla ve daha bir hafta önce “YouTube’u, Facebook’u kapatacağız!” diye televizyondan ilan etmişti. 
Hal böyle olunca önümüzdeki sorunu “Twitter’i yasaklama” kararını bir hukuk ya da hilkat garibesi, rastlantısal bir karar olarak değil, Hükümete egemen olan zihniyetin tezahürü olarak anlamak gerekir. Yani burada bir kez daha “dindar nesiller”, “kinci gençlik” yetiştirmek isteyen, bunların üstünde “muhafazakar bir toplum” yaratma programına kılavuzluk eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu yüzden de Twitter yasağına karşı mücadele, aslında “Twitter yasağını kaldırtmayı” aşan, özgürlükler ve Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi olduğu ölçüde anlamlanmaktadır.
Çünkü bu zihniyetin egemen olduğu bir Hükümetten;
n Talepleri, “Ana dilinde eğitim”den “halkın kendi kaderinin tayin hakkına”, “bölgesel özerklikle” ilgili özgürlüklerden “basın ve ifade özgürlüğüne”, çok geniş bir özgürlükler yelpazesine sahip olan Kürt sorununun demokratik çözümüne dair taleplerin karşılanması,
n Milyonlarca Alevinin inanç özgürlüğüne yanıt veren, devleti laik bir çizgiye çekme,
n Basın ve ifade özgürlüğünü geliştiren, bilim ve sanat alanını özgürleştirecek, seçim ve siyaset alanındaki özgürlükleri engelleyen düzenlemelerin kaldırılması,
n İşçilerin emekçilerin sendikal özgürlüklerinin önündeki, grev hakkı engellerinin kaldırması, beklenebilir mi?
Elbette AKP ve Hükümetinin gönlüne kalırsa, ondan özgürlükleri genişleten, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı yapan girişimler beklemek ham hayaldir. Nitekim bugüne kadar az çok özgürlükler doğrultusunda atılan adımlar bir yandan Türkiye’nin halklarının, demokrasi güçlerinin öte yandan da “Batı odaklı dış baskıların” ürünü olmuştur. Ve bu köşenin okurları bunun öneminin farkındadırlar.
Yani sorun sadece bir “Twitter yasağı” değil; özgürlüklere karşı savaş açmış, amaçları her tür özgürlük fikriyle çatışan bir Hükümetin deli gömleği giydirmek istediği “muhafazakar Türkiye” planına karşı bir mücadele sorunudur.
Şu açıktır ki Hükümet, böyle tüm dünyanın gözünün Türkiye’de olduğu bir zamanda sudan gerekçelerle Twitter’ı yasaklayarak, en gerici güçleri ve Orta Çağ değerlerine sahip çıkan kesimleri birleştirmek ve kendisine oy veren özgürlük ve demokrasi kaygısı taşımayan seçmen kitlesini kemikleştirmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.
Onun içindir ki Başbakan bu yasakları açıkça ilan etmekte, savunmakta, meydanlarda topladığı kalabalıklara onların en geri duygularını okşayarak bu yasakları onaylatarak yasakçılığa meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır.
AKP Hükümeti kendi iktidarını sürdürme ve muhafazakar bir toplum inşa etme planını ilerletmek için medya alanındaki üstünlüğünü sürdürmek için sosyal medyayı da denetleyeceği bir “medya ortamı” oluşturmak üzere savaşın ön cephesini medya alanına kurmuştur. Hükümet, medyadaki gücünü kullanarak, demokrasi mücadelesini bastırabileceğini düşünmektedir. Ancak aynı zamanda hem ulusal hem de uluslararası çapta (teknolojinin imkanları da dikkate alındığında) en yumuşak karnı da bu alandır. 
Bu yüzden Başbakan Erdoğan ve yandaşları eninde sonunda kaybedecekleri bir savaş girmişlerdir.

İHSAN ÇARALAN
EVRENSEL

Sanat ve sanatçılar yerel yönetimlerden ne bekliyor? - SEVDA AYDIN/EVRENSEL

Yerel seçimler yaklaşırken, sanat dünyasının yerel yönetimlerden beklentileri de kuşkusuz konuşulan gündemler arasında. Zira bu seçim sürecinde, ti-yatro ve sinemaya müdahale, mekanların kapatılması/satılması, özellikle de AKM, Emek Sineması gibi örnekler nedeniyle insan, kent ve kültür sanat ilişkisi yoğun bir şekilde tartışılıyor.

İstanbul’un mimarisi, kültürel dokusu, tarihi salon ve mekanları tahrip edildi. Kültür ve sanat alanında ‘genel ahlak’, ‘yasal faiz’ yine bu dönemin dayatmalarıydı. Bir asırlık Şehir Tiyatrosu, varlık yokluk mücadelesi içinde. Muammer Karaca kullanılamaz halde, Emek Sineması yıkıldı, AKM tam bir virane...
Sanatın ihtiyacı, sanatçıların ihtiyacı, kent insanının kültür sanat ihtiyacı… Aslında bu alana dair tüm beklentiler ortaklaşıyor. İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği (İŞTİSAN) Başkanı, Oyuncu Levent Üzümcü’ye, HDP’nin İstanbul Eş Başkan Adayı ve Yönetmen/Senarist Sırrı Süreyya Önder’e, yazıları ve girişimleriyle AKM’nin unutulmasına izin vermeyen tiyatro eleştirmeni Üstün Akmen’e bu beklentileri sorduk.

BİR METROPOLÜN BELEDİYE BAŞKANI NE MENEN BİR BAŞKAN OLMALI
Üstün AKMEN 

Önce ayrıştıralım.
Bir ilin ya da ilçenin belediye başkanı kültür-sanat konusunda nasıl olmalı sorusu başka, bir metropolün başkanı kültür-sanat konusunda nasıl olmalı sorusu başka.
Metropol için hemen yanıtlayayım: Bir metropolün başkanı kültür-sanat konusunda her şeyden önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi olmamalı.
Dürüst olmalı.
Günlerden bir gün, Kadir Topbaş tarafından Sait Halim Paşa Yalısı’nda kahvaltıya davet edildik.
Anlattı, “Harbiye Kongre Vadisi Avan Projesi” hakkında bilgiler verdi.
Bir de maket gösterdi, maketin etrafını tavaf eyledik.
Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılıp yerine Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı ile uyumlu yeni bir bina yapılacağını söyledi. Proje, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Hilton Convention Center, Harbiye Orduevi, Askeri Müze, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu, Taşkışla Caddesi arasında kalan 17 bin metrekarelik alanı kapsayacaktı. Toplam inşaat alanı 83 bin 695 metrekare olacak,  yapılacak yeni tiyatro binasının 5 katı yer üstünde, 6 katı da yer altında inşa edilecekti. Mevcut binadaki 601 olan seyirci kapasitesi, yeni binada 696’ya çıkarılacak, tiyatro binasının altında 800 araçlık bir garaj yapılacak, Şehir Tiyatroları Müdürlüğü ofisleri de aynı binada yer alacaktı.
Yer altındaysa tiyatronun depoları, alt birimleri, arşivi, hatta kütüphanesi konuşlanacaktı.  
İnanmadık, ama bir halt da edemedik.
Yıkıldı, yerine yenisi yapıldı.

YALANCI OLMAMALI

Demem o ki bir metropolün başkanı kültür-sanat konusunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi olmamalı.
Sözü söz olmalı.
Nedenine gelince, zamanı geldi, gittik ve yeni yapılan binaya girdik.
Ne biçim projeyse bu, 601 olan seyirci kapasitesi 696’ya çıkarılacağına 598’e indirilmiş; dünyada belki de ilk kez, gişeleri dışarıda olan bir tiyatro binası inşa edilmişti. Salona girişi dik mi dik yirmi basamak olan, yaşlıların nefes nefese salona girdikleri, eskisini aratan bir tiyatro binasıydı yapılan. Fuaye bir mimari kepazelikti. Otopark falan yoktu. Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne, Hilton Oteli’nin araç çıkış kapısı önünden ya da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun biraz ilerisinden karda kışta, yağmurda bastığımız itinasız döşenmiş taşların aralarından pırtlayan çirkeflerle yıkanarak varabildik.
Yani tiyatrosever olma hakkımızı, mimar ve sanat tarihi doktoru Topbaş Efendi’ye kerhen iğdiş ettirdik.

AKM YALANI

Dediğim gibi, bir metropolün başkanı kültür-sanat konusunda asla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi olmamalı.
Bir tarihte, Başbakan Efendi’nin Hıncal Uluç’a anlattıklarına (Sabah- 23.09.2010) göre, Taksim Meydanı’nda trafik yer altına alınacaktı. Bu meydan tamamen yayalara açılacak, çok yetersiz AKM binası yıkılacak, mevcut otopark da yer altına ineceğinden otopark arsası da, bina arsasına eklenecek ve bir mimari yarışma ile İstanbul’a Taksim Meydanı ile bütünleşmiş, kent simgesi bir Atatürk Kültür Merkezi yapılacaktı.
Taksim Meydanı’nda trafik, daha da sıkışsın diye yer altına alındı, başka da bir şey olmadı.
Hukuk kurallarına; (yukarıdan aşağıya) Anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik ve tebliğleri iplemeyen yönetime elbette ki inanmadık.
Haaa… Bir de, fotoğraf karesinde Topbaş Efendi’yi Başbakan Efendi’nin yanında saptadık. Bir metropolün başkanı kültür-sanat konusunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi olmamalı düşüncesinde bir kez daha anlaştık.
Pekiii…
Bir metropolün başkanı nasıl bir başkan olmalı diye sual edecek olursanız, buyurun cevabınız:
 Bir kere İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi olmamalı.
“Dil üstünde kaydırmaca” erbabı, söz cambazı, yalancı, “hık” deyici”, kafa sallayan soysuzlardan olmamalı.
İyi de, bulabilecek misiniz?
Ben ne bileyim?
İşte sandık, işte pusula.
Bulabilirsiniz!

'AKP SANAT KURUMLARINI 'ŞER YUVASI' OLARAK GÖRÜYOR'
Sırrı Süreyya ÖNDER
Geçtiğimiz günlerde yerel yönetimlere yönelik çözüm önerilerini halka açıklayan Halkların Demokratik Partisi (HDP), kültür ve sanat alanına dair çalışmalarını ‘Kültürel varlığını yaşamak hakkın!’ başlığıyla açıkladı. Kültürel çeşitliliği desteklemeyen, insanı ve kültürü tek tipleştiren kültür ve sanat politikalarına karşı duracağını, herkesin kültürel varlığını yaşama hakkını savunacaklarını duyurdu. HDP’nin bu alana dair öne çıkardığı önemli başlıklardan biri de yerel yönetimlerde kültür sanat politikalarının özerk yapılarca yönetilmesi. Sinemacı kimliğiyle de tanıdığımız HDP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Eş Başkan Adayı Sırrı Süreyya Önder, kentin, sanatın ve sanatçıların ihtiyaçlarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

HDP, SANATIN TALEPLERİNE AÇIK 

Özellikle İstanbul’da AKM, Gezi Parkı, Emek Sineması gibi örnekler üzerinden fazlasıyla tartışılan kent, insan ve kültür sanat ilişkisini sorduğumuz Önder, HDP’li yerel yönetimlerin kültür hizmetleri ve tarihi mekanlarla ilgili politikasını şöyle anlatıyor: “HDP’nin yerel yönetim anlayışı içerisinde sanata iki açıdan bakış var. Bir izleyici/dinleyici açısı bir de sanatın üreticisi açısından. Biliyorsunuz, sanattaki emek süreçleri diğer üretim süreçlerine göre çok daha kırılgan bir yapıya sahip. Galerilerden sanat projelerine, çoğunlukla ad-hoc çalışmalar yapılıyor ve bu da sigorta vb. güvenlik şartlarını aza indiriyor. Belediyelere ve devlete bağlı sanat kurumlarının durumu da belirgin. AKP bunları devlet içindeki şer yuvaları olarak görüyor olsa gerek ki her daim ümüklerini sıkacak yeni yönetmelikleri ortaya koyuyor.
HDP, kendisini oluşturan iradenin entelektüel birikimini, sanat üretiminin bu birikime yaptığı etkiyi asla küçümsemeyen, bunun talep ve yönlendirmelerine sonuna kadar açık bir parti. Sanat alanlarını da bu birikimi korumanın bir yolu olarak görüyor ve sanatın mekanını sanatın değerinden ayırmıyor. HDP olarak yetkimizi son sınırına kadar kullanıp mevcut mekanları koruyacak, kaybedilmiş mekanları da geri almaya çalışacağız.”

CİNSELLİK VE LİNÇ KÜLTÜRÜ

Son günlerde sanat dünyasında yoğunlukla tartışılan ‘genel ahlak’ konusunu soruyoruz. Bilindiği gibi bu gerekçeyle tiyatrolar ödenek alamadı, oyunlar repertuvardan çıkarıldı, Danimarkalı Yönetmen Lars van Trier’in son filmi ‘Nymphomaniac’ın vizyona girmesi yasaklandı. Bunları hatırlattığımız Önder, cinsellik ve linç kültürünün toplumun iki temel açmazı olduğunu belirterek, şöyle devam ediyor: “Biliyorsunuz, bu karar HDP’ye yönelik linçlerin arttığı bir dönemde verildi. Hayatımızın her alanına ve hatta düşünce biçimimize işleyen sansürün sonucu, ifade alanı kısıtlanmış bir toplumsallık ortaya çıkarıyor. Sivil toplum örgütlenmelerini şeytanlaştırırsanız, gençlerin, kadınların, yaşlıların ifade kürsülerini ortadan kaldırırsanız hayatınızda linç olur, onların hayatlarına yalnızca ana akım TV kanallarını koyup, dünyanın geri kalanıyla bağlarını keserseniz, hetero erkek ideolojisini dayatırsanız da ortaya çıkacak sonuç belirlidir.”

TÜSAK’A KARŞI GÜÇLÜ MUHALEFET

Sırrı Süreya Önder’e Kültür Bakanlığı Müsteşarı Nihat Gül’ün yönetiminde hazırlanan Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasa tasarısıyla ilgili düşüncelerini de soruyoruz. Taslağı “AKP’nin yukarıdan aşağı toplumsallaşan tüm alanlara müdahale etme çabasının bir başka ayağı” olarak değerlendiriyor. Önder, “Eğitimde ne yaptılarsa aynı şeyi sanata da yapmak istiyorlar. Yukarıdancı bir biçimde toplumun sanat algısını, sanatın icra biçimlerini dönüştürmek istiyorlar. HDP içerisinde kurulan komisyonlar üstünden TÜSAK’la ilgili çalışmalarımız sürüyor. Bunun yanı sıra soru önergeleri ve araştırma önergeleri ile birlikte konunun takipçisi olacağız. Ancak hepimiz farkındayız ki çok daha geniş bir muhalefet alanı oluşturmaya ihtiyacımız var” diyor.

ŞEHRİN TİYATROSUNU YOK ETMEK İSTEYENE KARŞI DURMALIYIZ
Levent ÜZÜMCÜ
Yerel seçimler yaklaşırken, akıbeti en çok konuşulan kentlerden biri de İstanbul. Dile kolay yüzyıllar boyunca nice savaşı, talanı, yıkımı görmüş bir kent son yıllarda yine bir savaş veriyor. ‘Çılgınca’ yok edilmek istenen kent, sadece, parkıyla meydanıyla, mimarisiyle değil, 100 yılını dolduran Darülbedayi (İstanbul Şehir Tiyatroları)’sini de korumak, saklamak zorunda yıllardır. Hatırlarsınız en son 2012’de yapılan yönetmelik değişikliğiyle şehrin tiyatrosu doğrudan belediye bürokratlarının eline bırakılmak istenmişti. Yönetim Kurulu, Repertuvar Kurulu ve Genel Sanat Yönetmenliği gibi departmanlarının içeriği uzun bir süre tartışılmıştı. İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneğinin (İŞTİSAN) Başkanı, Oyuncu Levent Üzümcü’ye, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerine yönelik düşüncelerini, derneğin seçimlerden beklentilerini ve taleplerini sorduk. Üzümcü’nün söyledikleri şöyle:

TİYATRO ZAPTURAPT ALTINA ALINMAZ

* Sadece size oy verenleri değil, bütün bir halkı anlamak konusunda maalesef yerel ve genel yönetimler sınıfta kaldı. Artık herkesin istediği kişiye ulaşma, istediği düşüncesini paylaşma özgürlüğü var. İnsanlar bunu özgürce ifade edecekleri uygulamaları talep edecektir. Asıl sıkıntı muhatabın bunu kabul etmiyor olması. Bu kadar farklı insanın bir arada yaşadığı ülkeyi tek bir ağızdan çıkan ulufelerle yönetmek mümkün değil. Bu ütopya bile değil. Onun için yerel yönetimler halkın ‘bütün ortak sesine’ kulak vermelidir.
* Şehir Tiyatrosu oyuncuları olarak, ‘Tiyatro zapturapt altına alınmaz’ diyoruz. M. Ö. 2500 yılından beri insanlar, yaşama dair dertlerini, acılarını, sevinçlerini yazıyor. Bu insanlar oyunlarını yazarken düşünmezler ki 2000’li yıllarda Türkiye’de baskıcı bir rejim olacak ve oyunlarını oynatmayacak. Hiç kimse yazdığı oyunu baskıcı rejimlere beğendirmek üzere yazmaz. Çünkü evrensel sanat özünde muhalefet olmayı ve doğru bildiğini söylemeyi barındırır. Herkes aklıselimle oturup özgür tiyatro yapmanın yollarını konuşmalı.

TÜSAK SANATA VE SANATÇIYA OLAN HINCIN ÜRÜNÜ 

* ‘Bana oy verene tiyatro yaparım’ mantığıyla ne oyun yazarı bulabilirsiniz ne de bir tiyatroyu yönetebilirsiniz. Ödenekli tiyatro oyuncularına, kendi partisinin şakşakçılarına, ‘Bunlar sizin vergilerinizi sömürüyor’ diyerek hedef göstermek ne vicdana ne de ne siyasi ahlaka sığar! Ne de bunu söyleyen birinden sanata dair ileriye dönük olumlu bir beklentiye girilebilir. Çünkü ödenekli sanat kurumu çalışanları olarak, daha özgür bir sanat hayatı beklemekteyiz. Çünkü kurumlar dünyadaki bütün medeni ülkelerde olduğu gibi devlet yardımına ihtiyaç duyarlar. Türkiye’deki rejimin sanattaki yansıması olan Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) yasa tasarısı sanata ve sanatçıya karşı sevgisizlikten ve anlayışsızlıktan doğan bir hıncın sonucudur. Sanat kurumlarını böylesine baltalamak, siyasi gücü kötüye kullanmaktır.

YÜZ YILLIK BU KURUM HEPİMİZİN 

* Bugün itibarıyla aynı yönetimle devam etmesi halinde açıktır ki Türkiye’deki ödenekli sanat kurumlarının ve Şehir Tiyatrolarının ölüm fermanı imzalanmış olacak. Birçok farklı şeyin seçiminin yanı sıra, bu seçimlerde halkın tiyatrosunun, operasının, balesinin, orkestrasının geleceği de oylanacaktır. Yüz yıllık bir sanat kurumunu ve çalışanlarını sırf konuşuyorlar, fikirlerini söylüyorlar diye ‘halk düşmanı’ ilan etmek, bu ilan edenlere ses çıkarmamak görevini kötüye kullanmaktır. Bu tiyatronun sahibi ne oyuncuları, ne başbakan ne de bu şehrin belediye başkanıdır. Bu tiyatronun sahibi ister yalan politikalarla kandırılabilmiş, ister kandırılamamış olsun bütün bir İstanbul halkıdır. İstanbul halkının elinde, dünyanın çok az şehrine nasip olmuş yüzyıllık bir sanat kurumu vardır. Hangi partiye oy atarsa atsın; ırksal, etnik veya kültürel olarak nereye ait olursa olsun halkımız şunu unutmasın, bu tiyatro hepimizindir. Onun için hepimizin bu tiyatroyu yok etmek isteyen zihniyete karşı durması gerekir.
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2014-03-23 06:00:00

22 Mart 2014 Cumartesi

Twitter Mwitter, Erdoğan’ın Cesur Yeni Türkiyesi-NİLGÜN CERRAHOĞLU

AKP’nin daha doğrusu Erdoğan’ın olay reklam filminin şokunu daha henüz üzerimden atamadım. Filmin önce internette kısa bir kesitini izledim. 
İnsanların bir mahşer yerine koştururcasına birbirlerinin omuzları üzerine tırmanıp direğe sarıldıkları an tam… 

Kamera zaman zaman direkten uzaklaşıyor ve kalabalık birtakım varlıkların karıncalar gibi tek bir merkeze akışı kuşbakışı yukardan çekimle görüntüleniyor. 
Aslında karınca da değil “bunlar termit!” diyorsunuz. 
Termitler biliyorsunuz karıncaya benzer ama karıncadan farklı olarak birbirlerine hep yapışıkmışçasına bir arada yaşıyan kolonilerle yol alırlar ve minik cüsselerine rağmen devasa kulelere benzeyen tepeler, yuvalar kurarlar. 
Aa!” dedim reklamı görünce; “Bu tam bir termit tepesi olmuş!” 
Kanım dondu...
Termit tepesi gibi 
En altta kalanları, coşku ve gurur içinde kendilerine basamak yapan binlerce insan tepeye dönüşecek bir kuleye tırmanıyor! 
Zirveye varanların silmesi bu arada bir erkek kalabalığı oluyor. 
Arada bazı kadın figürleri de var ve yer yer seçiliyorlar ama onlar ancak belli belirsiz. 
Baskın öğe, kuleye zaferle çıkan erkekler! 
Geri planda bu sırada bir “erkek ses”- “Başbakanın sesi”- İstiklal Marşı’nı şiir olarak okuyor. 
Bu meyanda İstiklal Marşı yalnızca bir eril kişinin, başbakanın tekelindeymiş gibisine bir izlenim doğuyor. 
Reklamın sonunda kırmızı bayrak fonu üzerinde “Millet eğilmez Türkiye yenilmez” sözleriyle zaten başbakanın devasa portresi gözüküyor. 
Her türlü özgün birey niteliğini yitiren ve sonunda ezici bir termit kolonisine dönüşen “millet”, başbakanla topyekûn eşitlenmiş, özdeşleşmiş oluyor! 
Ağır şartlandırma ve yönlendirmeyle bireyi yekten silen, yok eden Aldous Huxley’nin ünlü kurgubilim romanı Cesur Yeni Dünya’sı gibi adeta bu da Erdoğan’ın “Cesur Yeni Türkiyesi” olmuş! 
Bir reklam, kendisini, “millet iradesi”nin topyekûn ifadesi şeklinde gören bir liderin toplum vizyonunu bundan iyi anlatamazdı diye düşündüm. 
Erdoğan’ın “Cesur Yeni Türkiyesi”ndeki bizler, o reklamdaki küçük “termit”leriz işte. 
Dişi “termit”ler olarak kadınlar hele en alt basamaklarda gıkımız çıkmadan dizileceğiz; omuzlarımız üzerinden erkekler tepelere tırmanacak ve en üst, en tepede “Cesur Yeni Türkiye”nin rakipsiz lideri Recep Tayyip Erdoğan olacak!
Özgürlük mözgürlük… 
Bu reklamın şokunu üzerimden atmaya çalışırken tam “Twitter yasağı” geldi. 
Türkiye, Çin’den sonra dünyada “Twitter”ı yasaklayan ikinci olmuş. 
Hiç şaşırmadım. 
Yanı başımızdaki dinci İran’da bile geçen yıl “Twitter yasakları” kalktı. 
İran’ı dünyaya açmayı kendilerine görev bilen reformcu yeni Cumhurbaşkanı Ruhaniile ülkenin beğenilen yeni Dışişleri Bakanı Cevat Zarif, yönetime geleli beri “Twitter” ve “Facebook” açılımını birlikte, kendilerine bayrak edindi. 
Bizde ise “liderin” “Türkiye vizyonu” bir “termit tepesi” olunca böyle her şey bir andan diğerine yasaklanabilir oluyor. 
Uluslararası camia öyle der, böyle der hiç beni ilgilendirmiyor. Bunun özgürlükle mözgürlükle alakası yok. Ülkemin güvenliği söz konusu” diye bakın artık “lider” dünyaya da meydan okuyor! Ve kendisini giderek neredeyse bir başka termit topluluğu olarak gördüğü, uluslararası camia üzerinde de konuşlandırıyor. 
Neyin “mözgürlük” neyin “özgürlük” olduğunu yalnız o biliyor ve o tanımlıyor. 
Ülke güvenliği” gene haşa onun şaşmayan takdirine kalıyor. 
Alo Fatih”, “Alo Mustafa”dan sonra “Alo Twitter” moduna da bağlanan bu ulu takdir dışına çıkıldığında; “ülke güvenliği”, tehlikeye atılmış sayılıyor ve “ülkeye fitnesokulduğu” varsayılıyor! 
Liderin “millet iradesi” ile özdeşleştirilen iradesine karşı çıkan “ülke güvenliğinitehdit” gibi akla gelebilecek en ağır suçla artık suçlanıyor. 
Dünyanın her yerinde böylelerine konulan teşhis bellidir.
Yetmez ama evet”çiler bile sonunda uyandı! 
Erdoğan kendi diktasının peşinde” diyerek baksanıza Hasan Cemal kıyamam bağırıyor: “Kendi tek adamlığının peşinde. Demokrasi onun kitabında yazmıyor. Özgürlük yazmıyor. Hukukun üstünlüğü yazmıyor. Yargı bağımsızlığı yazmıyor. Kuvvetler ayrılığı yazmıyor. Özgür medya yazmıyor!”diye döne döne yakınıyor.” 
Geç oldu, temiz oldu Hasan! 
Sende ampul yanana dek bizler böcek olduk.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet