Yarın bir gün şöyle derse hiç şaşırmayın:
“Kuvvetler ayrılığı” mı diyordunuz? İşte size kuvvetler ayrılığı: Haşim Kılıç’a fırça, Metin Feyzioğlu’na posta… TBMM’deki muhalif gruplar zaten umurumda değil. Sonra, kuvvetler ayrılığı kavramına getirdiğim özel yaklaşımla, kuvvetlerin her birinin kendi içinde de ayrılıklar yarattım. Bakın, yargıda biri bir tasarrufta bulunuyor, öbürü “sehven oldu” deyip düzeltiyor; daha ne istiyorsunuz? Kuvvetler hem aralarında hem de kendi içlerinde daha başka nasıl bu kadar ayrı olabilir ki?
“Demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” vb. diyenler böyle bir açıklamayı muhtemelen gayrı ciddi bulacaklardır. İstedikleri kadar bulsunlar; Erdoğan kendi yaklaşımıyla kuvvetler ayrılığını fiilen böyle yaşama geçirmektedir.
Kimse kuşku duymasın; daha da geçirecektir…
***
“Özel psikoloji”, “öfke kontrolsüzlüğü” ya da “hastalık” gibi açıklamalar da olabilir.
Olabilir.
Ama olsa bile bunlar başka şeylerin üzerine gelmektedir; yani işin başı ve sonu bunlar değildir.
O zaman “işin başı” nedir?
İsterseniz, kullanılan kavramlar açısından önemli bir saptamaya başvuralım ve bu arada değerli bir çalışmanın yeni baskısının haberini vermiş olalım:
“Özellikle 2011 genel seçimlerinden sonra iktidarını artık iyice garantilediğini düşünen hükümet, bir yandan egemen blok içindeki kaynak dağılımıyla ilgili hırlaşmadan, öte yandan kutuplaştırıcı ve geniş bir kesimi dışlayıcı/ötekileştirici politikaları yüzünden hegemonik bir yönetim olmaktan uzaklaşıp mutlak tahakküme dayanan bir iktidar olmaya yönelmiştir.”
“Hegemonik bir yönetimden mutlak tahakküme…”
Tülin Öngen, yeni basımı yapılan “Prometheus’un Sönmeyen Ateşi” kitabının önsözünde böyle demektedir (Yordam Kitap, s.14).
Çok doğrudur.
Çok doğru olduğu gibi “ötesi” de vardır
***
Ötesi şudur: Siyasette, “nüanslar”, farklılıklar, ayrı-başka olmalar vb. görece statik bir durumdur. Bu statik durum süreç içinde ya yeniden bir eksende toparlanmayla ya da statik durumdaki farklılıkların mutlak yarılmalara evrilmesiyle sonuçlanır.
Türkiye’de düzen siyaseti söz konusu olduğunda ve Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi açısından bakıldığında, bugün geri çevrilmesi mümkün olmayan durum mutlak yarılmadır. Ortada, Öngen’in dediği gibi “mutlak tahakküme dayanan bir iktidar” yönelişi vardır.
Belirli odaklar “üzerini çizmişlerdir”, “defterden silmişlerdir”, şudur budur; ama bir yerden sonra fazla önemi yoktur. Çünkü Erdoğan’ın çizgisi bir “aykırılık”, bir “anomali” değil, düzen siyasetinin artık olağanlaştırdığı, yani burjuva siyasetinde yerleşiklik kazanmış bir tarzdır.
Erdoğan çizgisi, işleri mutlak yarılma noktasına bilerek taşımıştır ve şimdi kendini bu yarılmadan hareketle yeniden üretme çabasındadır.
O zaman?
O zaman “kuvvetler ayrılığı”, “hukukun üstünlüğü”, “meşruiyet içinde çare tükenmez”, “çağdaş demokrasi” ve benzeri kavramlar da bir yerden sonra anlamını yitirecektir; yani sokaklardaki, alanlardaki, kurumlardaki, işyerlerindeki direnişler ve “itaatsizlikler” olmadan hepsi havada kalacaktır.
Kısacası Türkiye, “ben öyle fazla şey değil, normal burjuva demokrasisi istiyorum” diyenin bile sokağa çıkması gereken bir noktaya gelmiştir.
Çıksın.
“Normal burjuva demokrasisinin” gelemeyeceğini sokağa çıktığında o da anlayacaktır.
METİN ÇULHAOĞLU
SOL