14 Mayıs 2014 Çarşamba

Hegemonyadan tahakküme - METİN ÇULHAOĞLU

Yarın bir gün şöyle derse hiç şaşırmayın:
“Kuvvetler ayrılığı” mı diyordunuz? İşte size kuvvetler ayrılığı: Haşim Kılıç’a fırça, Metin Feyzioğlu’na posta… TBMM’deki muhalif gruplar zaten umurumda değil. Sonra, kuvvetler ayrılığı kavramına getirdiğim özel yaklaşımla, kuvvetlerin her birinin kendi içinde de ayrılıklar yarattım. Bakın, yargıda biri bir tasarrufta bulunuyor, öbürü “sehven oldu” deyip düzeltiyor; daha ne istiyorsunuz? Kuvvetler hem aralarında hem de kendi içlerinde daha başka nasıl bu kadar ayrı olabilir ki?
“Demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” vb. diyenler böyle bir açıklamayı muhtemelen gayrı ciddi bulacaklardır. İstedikleri kadar bulsunlar; Erdoğan kendi yaklaşımıyla kuvvetler ayrılığını fiilen böyle yaşama geçirmektedir.
Kimse kuşku duymasın; daha da geçirecektir…
***
“Özel psikoloji”, “öfke kontrolsüzlüğü” ya da “hastalık” gibi açıklamalar da olabilir.
Olabilir.
Ama olsa bile bunlar başka şeylerin üzerine gelmektedir; yani işin başı ve sonu bunlar değildir.
O zaman “işin başı” nedir?
İsterseniz, kullanılan kavramlar açısından önemli bir saptamaya başvuralım ve bu arada değerli bir çalışmanın yeni baskısının haberini vermiş olalım:
“Özellikle 2011 genel seçimlerinden sonra iktidarını artık iyice garantilediğini düşünen hükümet, bir yandan egemen blok içindeki kaynak dağılımıyla ilgili hırlaşmadan, öte yandan kutuplaştırıcı ve geniş bir kesimi dışlayıcı/ötekileştirici politikaları yüzünden hegemonik bir yönetim olmaktan uzaklaşıp mutlak tahakküme dayanan bir iktidar olmaya yönelmiştir.”
“Hegemonik bir yönetimden mutlak tahakküme…”
Tülin Öngen, yeni basımı yapılan “Prometheus’un Sönmeyen Ateşi” kitabının önsözünde böyle demektedir (Yordam Kitap, s.14).
Çok doğrudur.
Çok doğru olduğu gibi “ötesi” de vardır
***
Ötesi şudur: Siyasette, “nüanslar”, farklılıklar, ayrı-başka olmalar vb. görece statik bir durumdur. Bu statik durum süreç içinde ya yeniden bir eksende toparlanmayla ya da statik durumdaki farklılıkların mutlak yarılmalara evrilmesiyle sonuçlanır.
Türkiye’de düzen siyaseti söz konusu olduğunda ve Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi açısından bakıldığında, bugün geri çevrilmesi mümkün olmayan durum mutlak yarılmadır. Ortada, Öngen’in dediği gibi “mutlak tahakküme dayanan bir iktidar” yönelişi vardır.
Belirli odaklar “üzerini çizmişlerdir”, “defterden silmişlerdir”, şudur budur; ama bir yerden sonra fazla önemi yoktur. Çünkü Erdoğan’ın çizgisi bir “aykırılık”, bir “anomali” değil, düzen siyasetinin artık olağanlaştırdığı, yani burjuva siyasetinde yerleşiklik kazanmış bir tarzdır.
Erdoğan çizgisi, işleri mutlak yarılma noktasına bilerek taşımıştır ve şimdi kendini bu yarılmadan hareketle yeniden üretme çabasındadır.
O zaman?
O zaman “kuvvetler ayrılığı”, “hukukun üstünlüğü”, “meşruiyet içinde çare tükenmez”, “çağdaş demokrasi” ve benzeri kavramlar da bir yerden sonra anlamını yitirecektir; yani sokaklardaki, alanlardaki, kurumlardaki, işyerlerindeki direnişler ve “itaatsizlikler” olmadan hepsi havada kalacaktır.
Kısacası Türkiye, “ben öyle fazla şey değil, normal burjuva demokrasisi istiyorum” diyenin bile sokağa çıkması gereken bir noktaya gelmiştir.
Çıksın.
“Normal burjuva demokrasisinin” gelemeyeceğini sokağa çıktığında o da anlayacaktır.

METİN ÇULHAOĞLU
SOL

Faili Meşhur Cinayetler! - MUSTAFA BALBAY

Türkiye, özellikle 1990’lı yıllar boyunca faili meçhul cinayetlere pek çok kurban verdi. Bundan daha kötüsü olabilir mi diye düşünürdüm. Meğer olabilirmiş; faili meşhur cinayetler! 
31 Ocak 1990’da Prof. Muammer Aksoy, 7 Mart 1990’da Çetin Emeç, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun, 6 Ekim 1990’da Doç. Bahriye Üçok, 24 Ocak 1993’teUğur Mumcu, 21 Ekim 1999’da Prof. Ahmet Taner Kışlalı, 18 Aralık 2002’de Dr.Necip Hablemitoğlu alçakça saldırılar sonucu katledildiler. 
Ölüm yıldönümlerinde atılan sloganların başında şu geliyordu: 
Katiller bulunsun, hesap sorulsun! 
Bu konuda ne yazık ki kamuoyunu tatmin edici bir sonuç alınamadı. Yıllarca devam eden soruşturmalar sonucunda kimi zanlılar yakalandı ama, tetiği çekenlerden öteye geçilemedi. Operasyonların bir adım ötesi gelmedi. 
Meclis’te kurulan Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu da kimi üyelerinin olağanüstü çabalarına karşın çalışmalarını derinleştiremedi. Nedense ciddi çaba harcayan üyeler de bir dönem sonra seçilemedi.
***
Gezi Direnişi ile birlikte başlıkta vurguladığımız bir süreç başladı; faili meşhur cinayetler. 2013 yılı Mayıs ayı sonunda başlayan Gezi Direnişi sürecinde EthemSarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, MedeniYıldırım, Ahmet Atakan, Mustafa Sarı, Berkin Elvan, Mehmet İstif yaşamlarını yitirdi. 

Bu olaylarla ilgili başlatılan soruşturmalarda önceki dönemlerden farklı olarak kamera kayıtları önemli rol oynadı. Bazıları gizlense de ortaya çıkarılan kamera görüntüleri ve tanık ifadeleriyle bu cinayetlerin hemen tümünün failleri ortaya çıkarıldı. 
Çıkarıldı ama, faillerin çoğu yargı önüne çıkarılmadı! 
Yargı ve adli kolluk olayların üzerine ciddi gitseydi, bu cinayetlerin tümü aydınlanırdı. 
Bunun somut örneği önceki gün Ali İsmail Korkmaz’ın davasında yaşandı. Güvenlik nedeniyle Kayseri’de görülen davada Eskişehir’de meydana gelen cinayetin tanığının verdiği ifade yürek burkan olayın tüm vahşetini ortaya koymaya yetiyor. 
Tanık Semih Berkay Yapıcı’nın anlatımları, Ali İsmail’in planlı bir şekilde, elbirliğiyle katledildiğini ortaya koyuyor. Ali İsmail’in annesi Emel Korkmaz, oğlunun nasıl linç edildiğini dinlerken bayılıp yere yığılmış. Yere yığılan anne Korkmaz değildir; adalet sistemimizdir, iç barışımızdır...
***
Gezi Direnişi’nin yıldönümü yaklaşırken, aradan geçen bir yıla bakınca şunu görüyoruz: 
Türkiye’yi sarıp kuşatan hukuksuzluk Gezi’ye ilişkin davalarda da kendini gösterdi. O dönem meydana gelen olaylarla ilgili onlarca dava açıldı; biri ötekine benzemiyor. Kimi darbe davasına dönüştü, kimi daha iddianame hazırlanmadan beraatla sonuçlandı, kimi devlet malına zarar vermeye indirgendi, çete kapsamına alınanlar da vardı. 
Salt bu dağınıklık bile yargı sistemimizin şaşılığını ortaya koymaya yetiyor. 
Bütün bunların ötesinde Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük’te olduğu gibi cinayetlerin hâlâ toplum vicdanını tatmin edici biçimde aydınlatılıp davaların sonuçlandırılamaması utanç vericidir. 
Failler bu denli meşhur hale gelmişken, tanıklar olayları tüm ayrıntılarıyla anlatırken böyle bir tablonun yaşanması ortaçağla bile karşılaştırılamayacak bir körlüktür. Gezi Direnişi’nin yıldönümü vicdan sahibi insanlara susmama sorumluluğu yüklemektedir. 
Bu zulme karşı susmak, zulme ortak olmaktır!

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Düştüğü Yeri Yakan Kitap - MİNE G.KIRIKKANAT

Sabahattin Ali’ye göre edebiyat, her şeyden önce bir mücadeleydi, amacı ise‘insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, onlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak’ olmalıydı. ‘Edebiyata nasıl başladınız?’ sorusunun yanıtı,‘Kitap okuyarak’ olmuştu.

Sabahattin Ali, bıkıp usanmadan okudu, yazdı, düşündü. Toplumsal çelişkileretepkisini sanat yoluyla gösteren yetkin bir yazar oldu. Öğretmenlik, memurluk gibiişlerde çalıştı, Aziz Nesin, Mim Uykusuz, Rıfat Ilgaz’la birlikte Marko Paşa dergisini çıkarmaya başladı. Yazıları yüzünden tutuklandı, hapis yattı, gizi hâlâ çözülemeyen bir cinayete kurban gittiğinde, henüz 41 yaşındaydı. 
Bulgaristan sınırında öldürüldü. Ölüm haberi uzun süre gizli kaldıktan sonra, 12Ocak 1949 günü gazetelerde yer aldı. Kitapları, ancak 1960 sonrasında yeniden basılabildi, cinayet üzerindeki kuşkular da açıkça 1968’lerde dile getirilmeye başlandı.
***
Sabahattin Ali, 11 Aralık 1945’te, zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e uzun bir mektup yazarak siyasal görüşlerini açıklamış, mektubun bir bölümünde şunları söylemişti : 
‘Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça elbette iyiyi kötüden, hası kalpten ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle başka emellere hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti. 
Fakat karanlık ruhlu insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu memlekette atılacak her ileri adımı, kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiçbir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. 
Ellerindeki en kuvvetli silah, komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Âli Yücel’e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali’nin, içlerinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi bulunmayan eserlerine komünist damgası vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı, geriliği himayelerine alan onlardı...’
***
Sabahattin Ali, 25 Kasım 1947’de Ali Baba dergisinde yayımlanan ‘Ne Zor Şeymiş’başlıklı yazısında hem gördüğü zulme isyan ediyor, hem de öldürülmesine yol açacak tehlikeyi işaret ediyordu: 
‘Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. 
Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor… 
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? 
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu.’ 
Sabahattin Ali, halkın sesiydi. Kısacık ömrüne üç ömürlük bilgi, deneyim, kültür, sevgi ve sanat ürünü sığdırdı. Eşi Aliye Hanım’a yazdığı mektuplardan birinde,‘Hep genç kalacağım’ diyordu. Pek çok tasarısını gerçekleştiremeden öldürüldü,hep genç kaldı.”*
***
Araştırmacı yazar Orhan Tüleylioğlu’nun, pek çok yazar ve sanatçının yaşamından kesitlere yer verdiği Yalnız Kitap çalışması, dünyada ve Türkiye’deki kitap düşmanlığının kaynağına inerken kitabın gücünü de vurguluyor. Çıkar odakları için cahil halkı burnuna halka takıp oynatmak, bilinçli halkı yönetmekten elbette çok daha kolay. 
İşte bu anlamda Türkiye’yi Atatürk’ten sonra yöneten tüm iktidar odaklarının toplumsal cehaleti sürdürmekte büyük başarı sağladığını; Sabahattin Ali’den beri zalimin de mağdurun da aynı kalmasından ve kitap yazmanın da okumanın da hâlâ“tehlikeli” olmasından anlıyoruz. 
O günden bugüne, değişen tek şey, namusluların azalıp namussuzların artması. Çünkü cehalet, sonunda gireceği çıkmazı da üretir!
* Alıntı: Yalnız Kitap, Orhan Tüleylioğlu/um:ag Vakfı Yayınları, 2014
“Kitabı yargılarsanız kitap da sizi yargılar.” 
STEPHEN KING

GNOKTASI
Yazar 
Yazdıkça yazar mı 
Okudukça yazar mı 
Nereden çıkar bunca fikir 
Dert yazar 
Derman yazar 
Güler yazar 
Güldürür yazar 
Ağlar yazar 
Ağlatır yazar 
Sen yazar 
Ben yazar 
Uzak uzak diyarlar 
En yakınlar, şuralar 
Kısacık boylu yazar 
Uzun upuzun yazar 
Kalemden taşar 
Kalbime yazar 
Doğru doğru yazar 
Yalanı yalan yazar 
Açar örtüsünü dünyanın 
Çırılçıplak yazar 
Utanır kirlerden 
Olan bitenden 
Kıyısından örter yazar 
Lafını tartar yazar 
Duramaz yazar 
... 
Su akar 
Gün doğar, gün batar 
Yazar yazar
REFİKA TORAMAN 

MİNE G.KIRIKKANAT
Cumhuriyet

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Kim Cumhurbaşkanı Olamaz? -MUSTAFA BALBAY

Anayasanın 104. maddesi cumhurbaşkanının temel görevinin devlet kurumları arasında düzeni ve uyumu sağlamak olduğunu yazar. 
103. maddede de Cumhurbaşkanlığı yemini vardır. Bu yeminde milletvekili yemininde yer alan sorumlulukların yanı sıra devletin başı olarak cumhurbaşkanının tam bir tarafsızlık içinde çalışmasına vurgu vardır. 
Her iki maddede vurgu yapılmış yetki ve sorumluluklara bakınca bu ülkede kimlerin cumhurbaşkanı olmaması gerektiği çok net ortaya çıkıyor. Danıştay’ın kuruluş yıldönümü törenine damgasını vuran Başbakan adeta, “herkes cumhurbaşkanı olur, ben olmam” diyor. 
Bir söz vardır; insan dünyayı zapteder, ağzını zaptedemez... Başbakan bu sözü her fırsatta doğrularken eline yeni yetkiler geçtiğinde daha neler neler yapacağını da ortaya koymuş oluyor. Daha şimdiden sadece devlet kurumlarını değil, tüm özel ve özerk kurumları da kendisine bağlı hale getireceğini ilan eden Başbakan’ın Köşk’e çıkması halinde bunun da ötesine geçeceğini, tarihimizdeki “kelle vurma” yetkisine de rahmet okutan bir icraata girişeceğini görmemek için kayıtsız şartsız bu iktidardan besleniyor olmak gerekir.
***
Gazetelerin çoğu Danıştay olayını Van depremi ve Başbakan’ın icat ettiği “Van mitune” ile ilişkilendirmiş. AKP’nin yarı ve tam resmi yayın organları daha çok ikinciyi tercih etmişler. Onlara göre Başbakan, kendisine laf edene çıkıştı ve haddini bildirdi. Aslında bu yaklaşım da Başbakan’ın adım adım yükselttiği ayrımcılığın ve karşıtlık üretme siyasetinin kabulü anlamına geliyor. Demek ki, Başbakan’ın karşısında bu ülkeye ait görmediği yurttaşlarımız, kurumlarımız var. 

Böyle bir Başbakan girişte vurguladığımız sorumluluklardan hangisini yerine getirebilir? 
Van depremi tanımında da elbet haklılık var. Van’da yaşanan acıların yüzüne vurulmasını hazmedemeyen Başbakan devletin tepesinde deprem etkisi yapacak bir çıkış yaptı. Gerçi bizim devletimiz bu tür depremlere dayanıklı hale geldi ama bu kez depremin artçılarının da olması kaçınılmaz.
Aslında önceki gün yaşananlara bir başka tanım şu olabilirdi: 
Danıştay’da hukuk cinayeti! 
8 yıl önce işlenen Danıştay cinayetinden sonra bu kez, tüm protokol kurallarını, devlet geleneklerini, anayasal hakları hiçe sayan bir başka kıyım daha yaşanmış oldu.
***
Parlamenter sistemin 3 ana ayağı var; yasama, yargı, yürütme. Yargının da kendi içinde üç ana ayağı var; sav, savunma, hüküm. Mesleki anlatımla, savcılar, hâkimler ve avukatlar. 
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir kişinin iki dudağı arasında sakız haline geldiği, yargının da paralelden eşkenara kadar geometrinin tüm şekillerini aldığı bir ortamda barolar, üzerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdi. Gerek belli başlı büyük barolar gerekse Türkiye Barolar Birliği, “bu ülkede kurumlar var” dedirten bir sorumluluk üstlendiler. 
Önümüzdeki sıcak gündem, Cumhurbaşkanlığı seçimi... Ele geçiremediği kurumları hazmedemeyen, onları yok saymak için her şeyi yapan bir kişi, cumhurbaşkanlığı makamına oturunca, bunları tümüyle bitirmek için zaman kaybetmeyecektir. 
Bütün bunlardan öte şu soru daha da büyümüştür: 
Kendine hâkim olamayan bir kişi, ülkesine nasıl hâkim olacaktır? 
Bu soru 76 milyon yurttaşın gündeminde olmalıdır. 
İnsanlar, hele hele sorumluluk makamında oturanlar, sadece yaptıklarından değil yapmadıklarından da sorumludur. 
Bu anlayışı Köşk’e çıkarmama sorumluluğu sağduyu sahibi herkesindir.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

3. Havalimanı Borçlarını Kim Ödeyecek? - ÇİĞDEM TOKER

Hazine’nin, büyük altyapı projelerine “borç üstlenimi” adıyla verdiği garanti yönetmeliği 19 Nisan’da yayımlandı. 
Tartışma büyüyünce Hazine, “KİT projelerini üstlenmiyoruz” diye açıklama yaptı. 
Biz de burada “Üstü örtülü olarak kastedilen 3. havalimanı mı” diye sorduk. 
Öyleymiş...

Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakcı, Avrupa Yatırım Bankası’nın Marmaray Projesi’ne sağladığı ek finansmanla ilgili törende “DHMİ, KİT statüsünde olduğu için, bizim 3. havalimanı projesinde borç üstlenmemiz söz konusu değil” dedi. 
Peki nasıl olacak? 
Görünen o ki, “uğruna kaç ağacın kesileceğini” Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın bile bilmediği, 22.1 milyar Avro’luk projenin muhtemel borçlarını DHMİ üstlenecek. 
Peki hangi mali yapıyla? 
Borç, Hazine’nin değil de DHMİ kayıtlarında görününce, vergilerimiz kurtuluyor mu?
***
Bu sorunun cevabını Sayıştay’ın -Meclis’te görüşülmesi engellenen DHMİ-2012 raporunda arayalım: 
Gelir artışı, gider artışlarının gerisinde. Net işletme sermayesi negatifdüzeyde. 2012’de eksi 708 milyon TL. 
- Harcama kaynak yapısı harcamalar lehine artarak sürecek. 
Kuruluşun ödeme yükümlülüklerinde zaman zaman aksamalar yaşanıyor. 
- Mali yapı her geçen yıl olumsuz seyir izliyor. Gelir artışı sağlanmazsa, yabancı kaynak kullanımı artabilir. 
Kuruluşun (DHMİ) mali yapısının güçlendirilmesine yönelik planlama yapılması gerekiyor. Ödenmemiş sermayenin ödenmesi başta olmak üzeregelir ve kaynaklarda artış, maliyet ve giderlerde ise tasarruf sağlayıcıtedbirlerin alınması önerilir.
***
İşin özeti şu: Hazine’nin üstlenmeyeceği, 22.1 milyar Avro’luk projenin borcunu, sermaye artırımı ihtiyacı bulunan bir KİT üstlenecek (!) 
Peki bir KİT, sermaye artırımını Hazine olmaksızın yapabilir mi? 
Yapamaz... 
Bugünlerde Ankara kulislerinde, yeni bir “torba kanun”la, DHMİ’nin, dolayısıyla 3. havalimanının “borç üstlenimini kolaylaştıracak” bir düzenlemeden söz ediliyor. 
Diğer yandan, 3. havalimanı bir yana; “Borç Üstlenimi Yönetmeliği” kapsamında bulunan 3. köprü ve şehir hastaneleri için bile, henüz sözleşmeler imzalanmadı. 
Buna gerekçe olarak da projeler için kredi talep edilen bankaların henüz son kararı vermemesi gösteriliyor. 
“Borç Üstlenimi Yönetmeliği”ni daha çok tartışacağız.  
Sızlayan Kemikler Ülkesi
Kırk Oğuz Atay olsa, trajedisini anlatmaya kelimelerin kifayet etmediği, “genç ölüler”in değil; “sızlayan kemikler” ülkesinin de öteki adıdır artık Türkiye. Devletin polisinin taammüden vurduğu 16 yaşındaki bir çocuğun, 16 kiloya düşerek ölümünü “müstahak” gören sözlerin edildiği, bu sözlere alkış tutanları görüp dili tutulanların ülkesi... “Can çekişmek nasıl bir şey bilir misin Olric. Hayır efendimiz, nasıl bir şey? Ona söyleyebileceğin o kadar şey varken susmaktır Olric.” 

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

11 Mayıs 2014 Pazar

Gecekondu yıkıldı, antik tiyatro ortaya çıktı-YURT

İzmir'de, Kadifekale eteklerindeki kamulaştırılan gecekonduların yıkımı sırasında Antik Roma Tiyatrosu'nun sahnesi ile bağlantılı duvarların bir bölümü ortaya çıktı.

İZMİR - İzmir Büyükşehir Belediyesi, bölgedeki Antik Roma Tiyatrosu'nun gün yüzüne çıkarılması amacıyla başlattığı kamulaştırmalarda bugüne kadar 11 milyon lira ödedi. Kadifekale'de gecekondular arasına sıkışıp kalan tiyatronun ortaya çıkarılması için onlarca parsel kamulaştırıldı.
Tiyatronun bulunduğu 12 bin metrekarelik alan üzerinde yıkımlar devam ederken, molozların kaldırılmasıyla Roma dönemin ait eserler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Çıkan eserler arasında, 16 bin kişilik olduğu sanılan Antik Roma Tiyatrosu'nun sahne kısmı ile bağlantılı duvarlar, bu yapıda kullanılan taşlar da yer aldı. Yıkımlar tamamen bittikten sonra, kazıların 2015 yılı içinde başlayacağı bildirildi.

16 BİN KİŞİ KAPASİTELİ
Kadifekale'deki antik tiyatro ile ilgili en ayrıntılı bilgi, 1917-1918 yıllarında bölgede incelemeler yapan Avusturyalı mimar ve arkeologlar Otto Berg ve Otto Walter'ın araştırmalarında ve araştırmalarına yönelik hazırladıkları plan ve kesitlerde bulunuyor. 16 bin kişi kapasiteli olduğu düşünülen tiyatronun kalıntılarının Roma dönemi özellikleri taşıdığı, pek çok araştırmacının ilettiği de bu bilgiler arasında yer alıyor. Eski kaynaklarda, Erken Hıristiyanlık yani Roma İmparatorluğu'nun paganizm döneminde İzmirli St. Polikarp'ın bu tiyatroda öldürüldüğü ve tiyatronun tarihin trajik sahnelerine şahitlik ettiği öne sürülüyor. Büyükşehir Belediyesi antik tiyatroyu aslına uygun olarak ayağa kaldırdığında, Efes Antik Tiyatro'da olduğu gibi burada da konserler, gösteriler yapılabilecek.

YURT

RTE: Edepsizlik Yapma Öcalan, RTE’ye: Zırvalama - ORHAN BURSALI

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun Danıştay konuşmasınıdikkatle okudum. Başbakanın “edepsizlik suçlamasını haklı çıkartacak bir şeyler aradım, cımbızla çekip alacağım ama bulamadım. Çok edepli, saygılı ve kucaklayıcı bir dil ile yaşadığımız bir yıl içinde adalete, yargıya, hukuka, yasalara ilişkin sorunları dile getirdi Feyzioğlu...
Başbakanın tepkisinin zerresini hak etmedi. Hatta, “edepsizlik yapma’ gibi dile getirenin haletiruhiyesini ortaya seren suçlamalar karşısında bile dik ve onurlu durdu, aynı dili asla kullanmadı.. Ama bir insan muktedirlik mertebesine ulaşmaya görsün, 2 milyon oy kaybetse de yerel seçimlerin galibi olmaya görsün...
O mertebeden, aşağıdaki kendisinden olmayan eçiş büçüş şeylere; seçimleri kaybetmiş zavallılara; iktidar yoksunlarına; aldığı kararları ve uygulamalarını eleştirenlere; hukuku, yasaları ve milletin birlik ve beraberliğini anımsatanlara karşıdır, bu davranışı... Feyzioğlu’nun şahsında sadece tüm barolara ve avukatlara değil davetli olarak da bulunduğu Danıştay’ın yanı sıra, aslında milletin yüzde 57’sine “edepsizlik yapma” diyerek hakaret etmiştir başbakan...Feyzioğlu, tepeden tırnağa, ülkenin hukuki sorunları üzerine bir konuşma yaptı. Her bir paragrafı! RTE, sanki “Van” konusunda söylediklerine tepki veriyormuş gibi yaptı aslında Van bahane, esas tepkisi, yargı ve hukuk sorunlarına yapılan eleştirilere!

Esas hedefi yargı ve hukuk 
Feyzioğlu’nu izlerim, grevdeki işçilere gider, sanatçılara gider, nerede mağdur insanlar varsa onlarla konuşur ve itibarını onları savunmakta kullanır. Van’da da 44 aile konteynırlarda yaşıyorsa bu konunun halledilmesini dile getirdi, hepsi o kadar!
RTE, Feyzioğlu’nun konuşması için baştan sona siyaset yaptı diyor. Hukuka, yargıyadurmadan saldır ama yargının adaletin sorunları, bulunduğun yerde dile getirilince,siyaset yapıyorsun, bu edepsizlik de. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan sonra Feyzioğlu’na da “cüppeni çıkar siyasete gel demesi, artık kabak tadı verdi.RTE, şunu asla kabul edemeyecek: Yargı, güttüğün devletin bürokratik mekanizmasının bir parçası değil, anayasanın ve parlamenter sistemin dayandığı üç sacayağından biridir. (Hükümet, Meclis ve yargı.) İktidarını, yasal ve anayasal davranıp davranmadığını, yasalara uygun iş yapıp yapmadığını denetleyecek tek güç yargıdır. (Meclis, iktidar çoğunluğu nedeniyle bunu gerçekleştiremiyor.) Ama yargıyı da hallaç pamuğu gibi attığı ve üzerinde baskı uyguladığı için, tek güç Anayasa Mahkemesi kalmıştır.
Biz kaz kafalılar anlayalım artıkRTE’nin bütün bildikleri, söyledikleri ve yaptıkları doğrudur. Bu nedenle, kendi dışındaki insanların ne düşündükleri, neyi neden eleştirdikleri, Feyzioğlu’nun ortaya koyduğu tablo hiç önemli değildir, hepsi yanlıştır.İşte, tüm diktatörlerin çıktıkları en son nokta burasıdır..

Öcalan, RTE’ye zırvalama dedi 
Abdullah Öcalan, dün Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi topladı. Öcalan cin gibi! RTE’yi de, MİT gibi kurumlarını da parmağında oynatıyor. RTE’nin veDavutoğlu’nun, Kürtlere ve Ortadoğu’ya karşı uyguladığı “biz İslam ve ümmetiz” biçimindeki, sözde “birleştirici politikasını, Öcalan sahipleniyor ve RTE/Davutoğlu ikilisine karşı çok iyi kullanıyor ve bir karşı silaha dönüştürüyor! Vallahi helal olsun.
Bakın kongrede okunan bildirisinde ne diyor: Çağdaş İslami ümmet ‘millet birliğini’anlamlı bulur. Ama bu asla ‘tek devlet, tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları anlamına gelmemektedir.”
RTE/Davutoğlu, hem ümmetçi bir siyaset güdüyor ama hem de ümmetçilikle 180 derece çelişen “‘tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyor.
Başbakan en son Çanakkale’de geçen 18 Mart’taki törende “Şehitlerimiz bir bayrak için, bir vatan için, tek bir millet, tek bir devlet için canlarını ortaya koydu” dedi. Ondan 14 gün önce de Adıyaman mitinginde (4 Mat 2014) ve Fatih Projesi tablet dağıtım töreninde de (17 Şubat 2014) aynısını tekrarlamıştı: 
Şunu unutmayın ki bizim dört tane önemli
 başlığımız var. Kim ne derse desin, bunlar üzerinde kimseye operasyon yaptırmamalıyız: Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet.”
Öcalan doğrudan başbakanı hedef alıyor: Tek devlet, tek millet, tek bayrak zırvadır”.Kürt ulus devletçisi Öcalan, başbakanın “ümmetçi” politikasını çok kullanışlı bularakdevralıyor ve bunu RTE’ye karşı bir silaha dönüştürüyor: Hem ümmet diyeceksin hem de tek ulus, tek devlet, tek din, bu ne perhiz..
Baştan sona haklı!Öcalan, gerektiğinde Kürtçü, gerektiğinde Türk devletçisi, gerektiğinde ümmetçi, gerektiğinde İslamcı ve Allah’ın birliği için savaşan bir insan.
Öcalan, Kürtlerin birliği ve bağımsızlığı yolu için, en iyi silahın İslam ve ümmetçi politika olduğuna karar vermiş, şimdi de.

Cumhurbaşkanı seçilebilmek için, Kürt siyasetinin desteğine mutlak ihtiyacı olan Erdoğan, Öcalan’ın için bir politik araca mı dönüştü?!  

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Utanç! - IŞIL ÖZGENTÜRK



T ü r k D i l K u r u m u Sözlüğü’nde “Utanmak” şöyle açıklanıyor: Onursuz sayılabilecek veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahcup olmak. Neden bu utanç sözcüğüne takıldım, şöyle, “Şeytan Ayetleri” kitabı nedeniyle, mollaların “görüldüğü yerde kellesinin koparılması caizdir” dediği,Salman Rushdie’nin son kitaplarından “Utanç”ı yeni okudum. Salman Rushdie ülkesi Pakistan’ı yönetenlerin utanç duygusunu nasıl yitirdiklerini ve bu yitirmenin halka doğru nasıl dalga dalga yayıldığını anlatıyor.Birden, çok uzun zamandır düşündüğüm bir olgu tam da gözümün önünde somutlaştı.Evet, tıpkı Pakistan gibi ülkemizde de utanç duygusu yitirilmişti. Ve utanç duygusu olmadığında halklar ölürler. Ölmeye mahkûmdurlar.

Bugün, dört bakanın arsızca çıkıp, kendilerini savunmaları, utanç duygusu yitirildiği içindir. Resmen hırsızlık yapılmıştır ve hırsızlık utanılacak bir durumdur. Ama utanç duygusunu yitiren biri için bu söz konusu değildir. Böyle olduğundan benim onun yerine utandığım “bakara makara” Egemen Bağış, üstelik bir de sırıtarak, adeta hırsızlık yapmışsam ne olmuş, diyor.
Utanma duygusu bir kez yitirildiğinde, yeniden oluşması mümkün değildir. Telefonla oğluna evdeki milyon Avro’ları boşaltmasını söyleyen Başbakan’ın hâlâ nasıl olup da, başımızda olduğuna şaşıyoruz değil mi? Onun nasıl sokaklara çıktığına, seçim alanlarında nasıl konuşma yapabildiğine aklımız ermiyor değil mi? Çok basit, utanma duygusu yitmişse, insanoğlu el içine de çıkar, nutuk da atar.
Utanç duygusunun yitmesinin en vahim durumu, bunun şiddetle yayılmasıdır. Sari bir hastalık gibi toplumun en küçük hücresine bile sızıp çürümeyi başlatır. Birkaç örnek verelim; Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan, kulaklarımla dinledim, gözlerimle gördüm, şöyle dedi: “Evet ben Dolmabahçe videolarını izledim. Bir taciz vardı.” Bu konuşmadan üç gün sonra Dolmabahçe videoları ortaya çıktı, ne taciz vardı ne lafatma. İsmet Berkan’ın sözleri aklıma geldi ve ben utanma duygusu yaşayan bir dinozor olduğum için herhalde bir süre programlara çıkmaz diye düşündüm. Heyhat üç gün sonra televizyondaydı.
İstanbul Valisi Mutlu, bu işin piri. Bir yandan şiirsel mesajlar yayınlıyor bir yandan polislere fişeği hedef göstererek atmalarını söylüyor. İşte bu utanç duygusunun yitmesidir. Çünkü yalan söylemek ve bu yalanın açığa çıkması utanç verici bir durumdur. Utanç duygusu olan içinPeki ya, eflasyon yüzde otuza ulaştığı halde hâlâ bunu yüzde sekizmiş gibi gösteren bürokratlara ne demeli? Eski zamanlarda bu yalana itiraz eden bürokratlar vardı. Artık yok. Yazımın başında halklar utanç duygusunu yitirdiklerinde ölürler, demiştim. İşte halkların ölümü böyle başlıyor.
Rektörler yüzleri kızarmadan yalan söylüyor. Bilim adamları yalan söylüyor.Siyasetçiler yalan söylüyor. Ve ne yazık ki, utanç d u y g u s u n u yitirmeye başlayan halk da, bundan pek bir memnun. Çünkü bu durum çok rahatlatıcı. Komşusuna iftira atıyor ama yaşasın hiçbir utanç duymuyor. Merdiven altında dokuz yaşındaki çocukları üç yüz liraya çalıştırıyor ama neden utanç duysun ki, üstelik bu bir beceriklilik. At binenin kılıç kuşananın!..
Utanma duygusu olanlar mı?Uzun zamandır ben, insanları sağcı solcu, milliyetçi olarak ayırmaktan vazgeçtim. Yeni kriterim bu: O insanda utanma duygusu var mı yok mu?
Bir gözlem daha, işkence görenler bunu anlatmakta zorlanırlar, çünkü işkence yapan adına utanmışlardır.
Metis Yayınları’ndan çıkan Salman Rushdie’nin Utanç kitabını edinip okuyun. Sanki hepimize bir ayna tutuyor ve biz bu aynada sadece duyduğumuz utanç duygusu kadar varız.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

10 Mayıs 2014 Cumartesi

O Artık ‘İmtiyazlı’ Tek Patron - ÇİĞDEM TOKER

Rıza Sarraf’ın Royal Holding Operasyonu:
70 günlük tutukluluğun ardından, 28 Şubat’ta tahliye edilen Rıza Sarraf, özgürlüğün tadını sadece Boğaz’da fotoğraf vererek çıkarmıyor. 

Sarraf, birkaç gün önce Royal Holding’de “yaptığı” operasyonla “tek patron” haline geldi. Royal Holding’deki büyük “değişim” 6 Mayıs 2014 tarihli Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlandı. 
Önce bir not: 
5 milyon TL sermaye ile kurulan ve 31 Aralık 2010 tarihli Resmi Gazete’de tescil edilen Royal Holding’de, o tarihten bu yana “tek bir hareket” dahi görünmüyor... 
Royal Holding, 25 Nisan 2014 tarihinde Rıza Sarraf başkanlığında Olağan Genel Kurul’u topluyor ve bakın neler oluyor: 
1. Sarraf tek patron: Önce 2010, 2011, 2012, 2013 yılları ibra ediliyor. 
Hemen sonra da kuruluş tarihinde şirket ortaklık yapısını “en az 3 en çok 5 yönetim kurulu” olarak tanımlayan madde değişiyor ve “en az 1 en çok 5 üye” haline dönüşüyor. 
Bu maddeye bir de “Ortaklar genel kurulu, yönetim kurulu üyelerinin görevlerine her zaman son verebilir” cümlesi eklenince, şu dört ortak, holdingden çıkmış oluyor: 
Muhammed Zarrab, Abdullah Happani, Amr Fathrazi, Hamit Reza Fathrazi. 
Rıza Sarraf, yeni ana sözleşmede “yönetim kurulu üyeliklerine” seçiliyor. Bu tuhaf ifadeden anlamamız gereken, Sarraf’ın tek patron olduğu. Sonra şöyle devam ediyor:
“Yönetim kurulu başkanlığına seçilen Rıza Sarraf’ın üç yıl süreyle şirket unvanı ve kaşesi altında atacağı münferit imzaları ile şirketimizi en geniş şekilde temsil veilzamına oybirliğiyle karar verildi.” 
2. ‘Komiser’ olmayacak: Royal Holding’in kuruluş sözleşmesinde yer alan ve toplantılarda “bakanlık komiseri bulunma zorunluluğunu” düzenleyen 14. madde, son toplantıda ana sözleşmeden çıkarılıyor. 
Böylece, Royal Holding’in yapacağı toplantılarda bir kamu görevlisinin, bir bakanlık temsilcisinin bulunma olanağı ortadan kaldırılıyor. 
(Oysa Royal Holding, anonim şirket şeklinde kurulmuş bir holding. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın 15 Kasım 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğine göre de“anonim şirketler şeklinde kurulan holdinglerin” toplantısında komiser bulundurulmak zorunda.) 
3. Gazete ilanı yapılmayacak: Şirketin toplantılarının, bir gazetede en az 15 gün öncesinden yayımlanmasını öngören ana sözleşme maddesi de son değişiklikle kaldırılıyor. Onun yerine Türk Ticaret Kanunu’nun 414. maddesinin geçerli olduğu belirtiliyor. O da, toplantıların ilanının Ticaret Sicili Gazetesi’nde yayımlanmasını öngörüyor. Bu da Royal Holding’in yapacağı toplantılardan kamuoyunun haberdar olamaması anlamına geliyor. 
4. Denetçi de artık yok: 25 Nisan 2014’te yapılan oylamayla, bundan böyle Royal Holding’e denetçi seçilmemesine de oybirliğiyle karar veriliyor. Oybirliği derken tek patronun Rıza Sarraf olduğunu bir daha anımsatalım... 
5. Bakanlık yazısına dikkat: Rıza Sarraf’ın, Royal Holding’in ana sözleşmesinde yaptığı değişikliklerin dayanağına gelince... 
Bütün bu değişikliklerin kaynağını da yine 6 Mayıs 2014 tarihli Ticaret Sicili’ndeki şirket kararında görebiliyoruz: 
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın “ön müsaade izin yazısı”. 
Yazının tarihi ise 4 Mart 2014. Yani Rıza Sarraf’ın tahliyesinden dört gün sonra... 
“En ziyade müsaadeye mazhar işadamı” Sarraf, -kendisinin de belirttiği gibi- Türk ekonomisine “katkılarını” artırarak sürdürüyor...

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Erdoğan küsmüştü ama şimdi yanına yenileri geliyor - Cumhuriyet

stanbul’un siluetini bozduğu için Başbakan Erdoğan’ın "Sahibiyle konuştum. Tıraşlayın dedim. Ama hiçbir şey yapmadılar. O yüzden çok kırıldım, 5 yıldır konuşmuyorum" şeklinde tepkisini çeken ve mahkeme tarafından yıkımına karar verilen 16:9 kulelerinin bulunduğu sahile 67 metre yüksekliğinde (22 kat) 10 adet yüksek bina daha geliyor.
'İstanbul’un tarihi silüete giren’ 16:9 kulelerinin yakınında bulunan Bakırköy’deki eski Sümerbank arazisinde 22 katlı 10 adet blokun yapımına başlandı. İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın Veliefendi Hipodromunun bulunduğu alanda yapılacağını açıkladığı Çırpıcı Şehir Parkı’nın yanında yer alacak 62 dönümlük araziye Doğa Mimarlık tarafından Pruva 34 projesi adı altında 7’si rezidans, 3’ü otel olarak kullanılacak 10 blok inşa edilecek. İnşaat çalışmalarının başladığı arazide Bizans dönemine ait Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları bulunuyor. Arazinin bir kısmında yüzeye çıkan ve İstanbul 1 Nolu Koruma Kurulu tarafından tescillenen kalıntılar Bizans yerleşiminin bilinen az örneklerinden olması nedeniyle önem taşıyor.


SİLUET TARTIŞMALARINDAN DERS ÇIKARILMADI 

Başbakan Erdoğan’ın şehrin silüetini bozduğu için traşlayın talimatı verdiği 16:9 kulelerinin bulunduğu sahil şeridinde yer alan Pruva 34 projesinin aynı olumsuz etkiyi göstereceğini söyleyen Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Ali Hacıalioğlu, "Bu tartışmalardan adeta hiç ders çıkarmamış gibi çok yakınında yeni imar kararlarının da bu şekilde verilmesi samimiyetsizliği gösteriyor" dedi. Tarihi yarımadaya yakınlığı nedeniyle 16:9 projesinin siluete daha fazla etki yaptığını belirten Hacıalioğlu "Sultanahmet Camisine olan izdüşümü 16:9 kadar olmayabilir. Ancak farklı bir açıdan baktığınızda aynı olumsuz etkiyi gösterecektir. Bazı açılardan algılanamayabilir ancak bazı açılardan çok ciddi şekilde siluet dengesini bozacak bir görünümü olacaktır" şeklinde konuştu.
DEPREM AÇISINDAN SAĞLIKLI DEĞİL 
Sahil şeridinde ve Çırpıcı Deresinin hemen yanıbaşında bulunan arazide yapılaşma yoğunluğu turizm tesisleri için 2,5 emsal, turizm ticaret alanı için 2 emsal, ticaret ve konut alanı için 1 emsal olarak belirlenmiş. Yaklaşık 2 emsal inşaat izninin yerin 12 metre derinliğinde 3-4 kat bodrum katı anlamına geleceğinin altını çizen Hacıalioğlu "Altyapı dengesi yoğunluğunu bozucu yoğunlukta. (Yapılaşmanın) deniz ve dere kenarında olması nedeniyle aşırı düzeyde bodrum katı da inilerek depremsellik ve korozyon açısından çok sağlıklı olduğu söylenemez" dedi. Hacıalioğlu, yüksek yoğunluklu imarın bölgeye ciddi bir nüfus yoğunluğu getireceğini söyleyerek projenin nüfusun ihtiyaç duyacağı kamusal alanlara yer ayırmadığını da ekledi.

BİZANS KALINTILARININ KORUNMASI MÜMKÜN GÖZÜKMÜYOR 

Özelleştirme sürecinde yıkılan Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazide Bizans dönemine ait Adalet Binası (Hebdomon Tribünalis) ile Sayfiye Sarayı (Hebdomon lucundianea) antik yapı kalıntıları bulunuyor. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü yüzeyde görülen bazı duvar kalıntıları ve buluntular üzerine kazı çalışması yaptı. Kazılarda çıkan buluntuların M.S. 6-13 yy’a ait olduğu, Bizans dönemi yerleşiminin bilinen az örneklerinden olduğu I No’lu Koruma Kurulu tarafından tescillendi. Arkeolojik kalıntıların kültür varlığı niteliği taşıdığının belirtildiği kararda komşu parsellerde de kültür varlığı niteliği taşıyabilecek buluntuların olabileceği belirtildi.

KORUMA KURULU "TARİHİ KALINTILAR ZARAR GÖRMESİN" DEDİ

Öte yandan Kültür Bakanlığı İstanbul 1 Numaralı Koruma Kurulu inşaat sırasında kalıntıların zarar görmesini önleyici koruma tedbirlerinin alınmasına, kalıntılara ilişkin uygulama tamamlanmadan iskan izni verilmemesi gerektiğine karar verildi. Araziye bu kalıntıların korunması karşılığında inşaat yapma izni verildiğine dikkat çeken Hacıalioğlu "Siz deniz kenarında, dere yatağında bütünüyle aşağıya iniyorsunuz. Yüzeyde temel izleri gözüken Bizans kalıntıların korunması pek mümkün gözükmüyor" ifadelerini kullandı.

NEDEN TARLA FİYATINA SATTINIZ 

Eski Sümerbank fabrikasının bulunduğu arazi 2004 yılında Doğa Madencilik’e 44 milyon dolara satıldı. Arazi satışından kaynaklı bir kamu zararı olduğunu savunan Hacialioğlu "Madem ki kamu eliyle bu kadar yüksek yoğunluklu bir yer olarak düzenleyecektiniz, neden neredeyse bir tarla fiyatına sattınız. Çünkü imar verildikten sonra arsanın değeri bugün 1 milyar dolardır. Burada satıştan kaynaklanan bir kamu zararından bahsetmek mümkün" diye konuştu.

CUMHURİYET

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Cennete talan planı- ÇİĞDEM TOKER

Biz buralarda, giderek ısınan Köşk seçimleri üzerine tahminler yapaduralım. 
İktidar, memleketin güzelim topraklarını talana açmaya kararlı biçimde devam ediyor. 
Kimi AVM, kimi HES, kimi otel-marina. Ne ki ortak payda hep aynı: Talan. 
Bugün, eski bakanı Erdoğan Bayraktar hakkındaki fezlekesi Meclis’te görüşülecek olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, şimdi de gözünü Datça- Bozburun’a dikmiş. 
Cennet koylar otel turizmine, marinaya, konut yerleşimine açılmak üzere...
***
Hikâyemiz, yerel seçimlerden üç gün önce başlıyor. 
İhtimal, “bölüşümü” çok önceden kararlaştırılmıştır da. Resmi “askı” için, bütün dikkatlerin seçimlere odaklandığı bir tarih uygun görülmüş.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Muğla İl Müdürlüğü sayfasına planı koyarak da güya kamuoyuna haber veriliyor: Adı da “Datça-Bozburun Özel Çevre KorumaBölgesi 1/25 000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Revizyonu Plan Hükümleri”. 
Lakin, mimar ya da şehir plancısı değilseniz, anlamak hak getire... Özel, teknik bir dil ve sayfalarca haritanın içinden çıkmak her babayiğidin harcı değil. 
“İşin Türkçesini” Datça Mimarlar Odası’nın sembol ismi Necati Sağır’a sorduk. 
“Koruma” adı altında, doğal ve tarihi güzelliklerin nasıl yağmalanacağını üç başlıkta anlattı bize:
***

- Palamutbükü, Mesudiye gibi Datça’nın en “mutena” koyları turizm tesis alanları olarak tanımlandı. Daha önce de tanımlanmıştı. Ama şimdi “otel turizmi” getirilerek yapılaşma verilecek. 
Anlamı: Bugüne kadar pansiyonculuk ve en çok butik otele verilen izin, büyük parseller için büyük otelleri kapsayacak biçimde geçerli olacak. Yerli halk, kendi yerinden fiilen kovulmuş olacak. Ekmeğinden edilecek. O sahillere herkes elini kolunu sallayarak özgürce giremeyecek. Herkesin sahilleri, “paket tur” satın alanların paralı sahiline dönüşecek. 
- Knidos antik kentine çok yakın mesafedeki Bağlarözü’ne marina yapılacak. 
Anlamı: 1. derecede arkeolojik koruma altındaki bu alana marina, yapılaşma ve kirlilik anlamına gelecek. 
- Kargı Koyu konut yerleşimine açılacak. 
Anlamı: Datça’da İskele Mahallesi’ne çok yakın bu alan sazlık ve sulak özelliğiyle çok özel, değerli bir alan. 3. derecede arkeolojik sit. Kentsel yerleşime uygun bir alan değil. 
- Agro turizmi “İyi bir şey” gibi gösterilen “ziraat turizmi” de yeni bir düzenleme olarak planın içinde yer alıyor. 
Anlamı: İktidar diyor ki, “Biz sahilleri büyük turizm tesislerine açalım. Buranın asıl sahipleri, pansiyoncular, arkaya geçip orada bahçeyle tarlayla uğraşsın.” 
Köylüler de soruyor: “İyi de içme suyumuz yokken, ‘tarım turizmi’ yapın diye gösterdiğiniz araziyi nasıl sulayacağız?”
***
Datça-Bozburun yarımadasının, “koruma” gibi fiyakalı bir kandırmacayla sunulan“ölüm fermanı”nın hikâyesi, işte böyle.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “revize plan” için tanıdığı “askı süresi” 1 Mayıs’ta doldu. 
Datça İnşaat Mühendisleri Odası, Datça Mimarlar Odası; Mesudiye Muhtarlığı’nın yanı sıra, Necati Sağır’ın ifadesiyle “Yerli halktan da 400’e yakın” itiraz başvurusu, sonucu beklemeye başladı. 
Sağır, “Yangından mal kaçırır gibi” yapılan bu değişikliğin hayata geçirilmesi halinde doğal yapı ve çevresel özelliklerin, geri dönülmeyecek biçimde kaybedileceğini söylüyor. 
Konut yerleşimine açılmak istenen Knidos’un, yüzyıllar önce bilim, mimarlık ve sanat alanında en ileri kentlerden biri olması ise bizim büyük talihsizliğimiz.

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Yandaşlıktan Aklanmak... AHMET CEMAL

“Acaba ne zaman ortaya çıkarlar?” diye soruyordum kendi kendime. 
Fazla bekletmediler. 
Bir zamanlar kraldan da kralcı, yandaştan da yandaş olanlardan söz ediyorum. 
Daha doğrusu, yıllarca yandaşlıkta adeta yarıştıktan sonra, yine de yeterince yandaş olmayı beceremedikleri için, sonunda yağlı kapıların önüne konu verenler. 
Hem de bir anda denilebilecek kadar kısa sürelerde. 
Böyle zamanlarda çok, ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Kalemlerini ve söylemlerini hiçbir bedel karşılığında satmamış, hep haktan, haklıdan ve gerçeklerden yana çıkmış, işlerini de bu yüzden kaybetmiş olanlar ile, daha düne kadar yandaşlıktan ve yalakalıktan sapmamışken, “son kullanım tarihlerinin” geçmek üzere olduğunu fark edemeyip tekmeyi yemiş olanları birbirine karıştırmak, kendilerini satmayı hep reddetmiş olanlara karşı çok büyük bir haksızlıktan başka bir şey değildir. 
Hemen belirtelim: Aslında zor iştir yandaş ve yalaka olmak. Çünkü böylelerinin“işverenlerinin” taleplerinde sınır yoktur. “Ben, ancak istediğim ölçüde yandaş ve yalaka olurum!” demek, buna inanmak, yandaşların ve yalakaların düşebileceği en büyük yanılgıdır. 
Ve bu yanılgılarının bedelini anında öderler. Yağlı kapılarının önüne bir anda konu verirler. Çünkü o kapılar, kendilerine ancak yandaşlıklarına ve yalakalıklarına sınır tanımamaları koşulu ile açıktır. 
Boğazlardaki deniz manzaralı malikânelerin, denizlerdeki yatların ve kotraların, karalardaki çiftliklerin ve nihayet baş döndürücü aylıkların bedeli, ancak sınırsız yandaşlık ve yalakalıkla ödenebilir.

***
Şimdi böyleleri ile yandaş olmayan medyanın sayfalarında ve ekranlarında karşılaşmaya başladık. 
Daha düne kadar “Ergenekon davaları mutlaka gereklidir!” diyenler... 
Daha düne kadar “Askerin vesayetine mutlaka son verilmelidir!” diye tepinenler... 
Daha düne kadar “Mustafa Kemal de diktatördü!” saptamasıyla, gerçek diktatörün yollarına gül dökenler... 
Ve daha neler neler... 
Fransız İhtilali döneminin ve hemen sonrasının ünlü devlet adamı Joseph Fouché(1759-1820), siyasi tarihte yandaşlığın, yalakalığın ve dönekliğin piri sayılabilecek olanlardandı. Sıradan bir din adamı iken Fransız İhtilali ile birlikte devrimcilere katılıp kiliseleri yakan, Robespierre’in saflarında çalışan, onu deviren komploda yer aldıktan sonra kendini var gücüyle Napolyon’un yükselişine adayan, Waterloo’dan sonra ise bu kez Fransa Kralı XVIII. Louis’nin yanında bir bakanlık kapan Fouché, dönekliği ile kralı aldatamayınca her şeyini yitirir ve Fransa’dan sürülür. Onun üzerine olağanüstü bir biyografi yazmış olan Stefan Zweig, bu kadar dikkatli bir siyasetçinin nasıl olup da kraldan bir şeyler bekleyebildiği sorusuna şu karşılığı vermiştir: “İhanet etmeye o kadar alışmıştı ki, sonunda ihanet edecek birini bulamayınca kendine ihanet etti!” 
Evet, medyamızın kendini satmaya karşı hep direnmiş, mesleklerinin yüz akı mensuplarını haddim olmayarak uyarıyorum: Eski yandaşlıkları, yalakalıkları ve döneklikleri ile son kullanım tarihlerini geçirmiş olanlara aranızda yer vermeyin!  

4 Mayıs 2014 Pazar

Önce şehirleri öldürdüler-ÖMER TURAN

Dışarıda ince bir yağmur başladı. Suların camlardan kıvrıla kıvrıla akışındaki şölene katılmak için yazımı bırakıp hemen kalktım, pencerenin olduğu yere geldim. Boşluğun çekimine kapılmış gibi uzun bir süre dışarıya baktım.
Yağmurun bütün o doğurgan güzelliği ve senfonik ezgisi yanında şehrin tedirgin ve ağır hüzün hali, işlenmiş bütün suçları üzerime yıkıyordu sanki. Yüzü bir yerlerden tanıdık gelse de giderek yabancılaşan, kokusunu çoktan yitirmiş ve ruhu defalarca hırpalanmış bir şehirle yüz yüzeyim şimdi.
Hemen solumda Toki’nin yıktığı eski evler, moloz yığınları.
Boynuna geçirilen diş izleriyle kutsal bir sessizliğe diz çökmüş o mahalleye bakıyorum.
Çok değil bir yıl öncesine kadar sokak aralarında top oynayan çocukların bağırışlarını, evden eve ömür taşıyan kadınların yol boyunca terlik sürtüşlerini ve balkonlardaki sabah kahvaltılarını, en çok da tabak kaşık şıkırtılarını duyardım.
İki katlı evleri vardı buraların. Arkasında mutlaka bir bahçesi. Bahçede incir ağaçları ve siyah üzüm. İnsan içine açılan kapıları vardı. Ve o evlerde, sevgiyi istemeden veren insanlar yaşardı. Herkes birbirinin yarasını öpecek kadar yakındı birbirine.
Zamanı ne kadar geriye sarsam o kadar anı ve acı ile yüzleşiyorum.
Öfkeli, garip bir tanıklık bu.
Bir sabah o korkunç ve karanlık makineleriyle girdiler mahalleye.
Önce evleri ve öykülerini söktüler yerinden. Sonra ağaçları, sıra sıra öldürdüler.
Benim için vatan, bu güzel ve yürekli insanlardan ibaretti.
Yağmur dinmiş, camlardaki suyun şöleni bitmişti. Yazıma geri döndüm.
İnsanlık, hızla çölleşen bir topluluk ve kimse kimseyle sahici bir ilişki kuramıyor. Yeni bağımlılıklarımız, değişen değer algılarımız, paylaşım yoksulluğumuz ve o ürkütücü yalnızlığımız; hepsi sızımızı çoğaltıyor.
Sistemin biçimsiz bacakları arasına sıkışmış birer kölesi olduk. Paranın, gücün ve imajın kimliklerimiz üzerindeki yıkımına karşı koyamadık. Yıkılan sadece bir mahalle değildi orada, dostluk, iyilik, karşılıklı özveri yani iç içe bilinci yerle bir edildi. Tuz alamaya gidecek bir komşumuz yoksa bizi tanıyan biri de yok demektir.
İşte bu yüzden ne kadar yükselirsek yükselelim, ne kadar çok kazanırsak kazanalım.
Bir yanımız hep eksik ve çöl kalacaktır. Şehirlerin ortasına dikilen devasa binalar gibi ruhsuz ve algısız.
Yok olan o mahalleye bir kez daha bakmak için kalktım yerimden
Küçük pencereleri, küçük hayatları olan bu insanların, büyük lambaları her gece ışıl ışıl yanardı. Öyle yanardı ki, göğün yüzü gülerdi.
Özge Dirik’in dizeleri tam da o an düştü dilime işte:
ve
gömdüler beni
öldürdükleri gibi
özenle

ÖMER TURAN
SOL