14 Eylül 2014 Pazar

Darbe Çarşısı!-MUSTAFA BALBAY

Çarşı, sadece Türkiye’nin değil dünya demokrasi tarihinin en önemli davalarından biri haline geldi.
 
Dünyada futbol bir yanıyla toplumları uyutmak, gerçek gündemin dışında tutmak için kullanılır. Bunun en somut örneğini Portekiz’i tam 36 yıl ekonomi sopasını elinde tutarak yöneten sivil diktatör Antonio de Oliveria Salazar göstermiştir. 
Salazar en çok şu sözü ile bilinir: 
“Ben ülkeyi 3F ile yönettim...” 
3F’nin açılımı şudur: 
Fado, fiesta, futbol. Fado, Portekiz’e özgü bizim arabeskimizi andıran bir müzik türü. İyi söyleyen sanatçıdan ilk dinlediğinizde, “Ailesinden birini kaybetmiş, ağıt yakıyorolmalı” dersiniz. Fiesta, Portekizcede eğlence demek. Fadonun tamamlayıcısı. Futbol milyonları peşinden sürükleyen sadece spordan ibaret olmayan bir sektör. 
1921’de Katolik Parti’nin kuruluşunda yer alan Salazar, 1926’daki askeri darbenin Maliye Bakanlığı önerisini tüm yetkiler kendisine verilmediği için reddetti. 1928’de istemi kabul edildi. Maliye Bakanlığı’nın ardından “yeni devlet” sloganıyla başbakanlığa yükseldi. 
Devamında 3F’nin de getirdiği toplumsal “uyumla” hükmetti.
***
Salazar’la birlikte 20. yüzyılın diktatörleri futbolu hep etkili tutmuşlardır. 
Türkiye, çok sık yaptığı gibi dünyayı bir kez daha şaşırttı; futbol taraftarları ülkede gidişe karşı demokratik tavır koyan başlıca güçlerden biri oldu. Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı öteden beri sürdürdüğü toplumsal duyarlılığını Gezi Direnişi’nde de devam ettirdi. 2013 yılı sıcak haziranının ilk günlerinde Taksim ve çevresinde yükselen toplumsal uyanışta adından sürekli söz ettirdi. 
Gezi’nin ruhunu oluşturan mizah gücünü de ustaca kullanan Çarşı, aslında gerginliğe de karşıydı. Polisin olumsuz müdahalelerde bulunmaması için de çaba harcadı! Gezi ile birlikte kendi yarattığı korku imparatorluğunun altında kalan hükümet, bu uyanışı bastırmak için her şeyi yaptı. Durulmanın ardından hükümetin korkusu bitmedi. “Ya bir daha olursa” korkusuyla art arda her biri ötekinden farklı davalar açtı. 
7’si yabancı 255 sanıkla en kalabalık davalardan biri İstanbul 55. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açıldı, devam ediyor.
***
En ağır dava Çarşı’nın payına düştü. İddianamenin kabulü ile 35 sanıklı davayla birlikte belki de dünyada ilk kez “bir futbol takımı taraftar grubu darbe girişiminde bulunmak için terör örgütü kurmak” suçlamasıyla gündeme gelecek. 
Dava kapsamında yargılanacak olan 35 kişiden 32’si hükümeti devirmeye girişmenin yanı sıra terör örgütü kurmak ve yönetmek suçundan da yargılanacak. Davaya İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi bakacak. Aynı üyelerden oluşmuyor ama 13. Ağır Ceza, Ergenekon davasının da mahkemesiydi. 
Bütün dünyanın tartıştığı, kimin tarafından kurulduğu, kimlerin kullandığı belirsiz olan, Suriye ve Irak’ta binlerce kişinin öldürülmesi ve sürülmesinden sorumlu tutulan IŞİD’e terör örgütü diyemeyen hükümet, Çarşı grubundan azılı bir terör örgütü çıkardı. 
Bu dava rejimin, yargının geldiği noktanın özetidir. 
Bu dava topluma “gelişmeleri tribünden izlemeyin” çağrısıdır. 
Bu dava eksik açılmıştır. Buna eklenmesi gereken daha binlerce kişi vardır. 
İhbar ediyorum... Türkiye’nin en renkli taraftar grubunun davasına ressamların da eklenmesi gerekir. Geçen gün kendi aralarında konuşurken duydum, “fırça darbelerinden” söz ediyorlardı. Demek ki, hükümeti önce fırçalayacaklar sonra darbe ile indirecekler. 
Geldiğimiz noktanın tablosu budur!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Tarihimizin En Esrarengiz Ölümü-CAN DÜNDAR

Özal öldürüldü mü? 
Bilmiyoruz. 
Kuşkular var; ama somut veri yok. 
Eldeki tek somut veri, Özal’a daha önce suikast düzenlendiği gerçeği… 
O da karanlık bir teşebbüstü. 
1992’de, Kartal Demirağ ile 32. Gün için Dazkırı’da görüşmüştük. Çiğdem Anat’ın “Sizi kim eğitti” sorusuna Demirağ, şu cevabı vermişti: 
“Komando kamplarında bir emekli general eğitti bizi…” 
Ne o kamplar ne de emekli general ortaya çıkarıldı.
Kartal’ın silahı 
Özal suikastını, Cumhuriyet Savcısı Uğur Tönük araştırıyordu. Onunla da konuşmuştum. 
İnanılmaz şeyler anlattı: 
“Araştırmamız sonucunda, Dazkırı’da bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu,Demirağ’ın da bu teşkilatın yetişmiş elemanı olduğunu saptadık. Suikastta kullanılan silahın Demirağ’a kongre salonunda polisler tarafından verildiğini tespit ettik.Tahkikat belli bir noktaya ulaşınca MİT’ten olduğunu tahmin ettiğim 3 kişi beni İstanbul Ulus’ta bir villaya çağırdı ve bu tahkikatı yapmamamızı söyledi. Durduk.” 
Ne o salondaki polisler ne de MİT’ten olduğundan şüphelenilen kişiler bulunabildi.
Eve gelen Azeri 
4 yıl önce Semra Özal, eşinin ölümüyle ilgili kuşkuları olduğunu söylediğinde kendisini ziyarete gittim.

Çok ilginç bir şey anlattı: 
Özal’ın ölümünden sonra, Semra Hanım evde yokken bir Azeri genç gelip kapıdaki korumaya bazı bilgiler vermiş; Elçibey’e sempatisi nedeniyle Özal’a Bakû gezisi sırasında ağır ağır tesir eden bir zehir verildiğini, bu zehri bildiğini anlatmış. İstanbul’da kaldığı otelin adresini vermiş, “Bulamazsanız şunlar beni tanır” diyerek bir karıkocanın ismini bırakmış. 
Semra Hanım konudan haberdar olunca hemen korumasını gencin oteline göndermiş. Azeri genç, otelde yokmuş. Bahsettiği karıkocaya gidilmiş. Onlar da “Bizim öyle biriyle ilgimiz yok” demiş. Sonraki günlerde de Azeri genç otele gelmemiş. 
O Azeri genç de bulunamadı.
Yanlışlıkla dökülen kan 
Ahmet Özal“Babamın öldürüldüğüne inanıyorum” deyince 2010’da NTV’de bir program yapıp Özal’ın ölümünü bütün tanıklarıyla masaya yatırdık. 
Semra Özal da katıldı. 
Yayın tam 5.5 saat sürdü. 
Orada Ahmet Özal, bir laborantın uyarısı üzerine dilekçe verip hastaneden babasına ait kan örneklerini istediğini anlattı. 
Hastane, dilekçeye karşılık, “Kan yanlışlıkla dökülmüş” cevabını vermişti. Ahmet Özal da, Kanal 6’da yöneticiyken hastaneye gizli kamerayla bir muhabir yollamış ve kanı sordurmuştu. Alınan cevap, kan donduran cinstendi: 
“O kanda, bir insanda olmaması gereken şeyler vardı.” 
Kanı yanlışlıkla döken görevli de bulunamadı.
‘Yaşıyordu’ diyen tanık 
Programda kafa karıştıran bir başka tanığı konuşturduk: 
Antalya’dan gelen bir işadamı, Cumhurbaşkanı Acil’e getirildiğinde kendisinin de nişanlısıyla orada olduğunu ve Özal’ın karnını tutarak inleyişine tanık olduklarını söyledi. Oysa hastaneye geldiğinde Özal’ın kalbinin durduğu biliniyordu. Bu iki tanığın ifadeleri, diğer tanıklarca reddedildi. 
Ancak program ciddi bir sonuç verdi: 
Yayından sonra Çankaya benden yayın bandını istedi. Ve hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla Devlet Denetleme Kurulu, Özal’ın ölümünü incelemeye aldı. 
İş savcılığa intikal etti; yine sonuç çıkmadı.
Semra Özal’ın fotoğrafları mı?
NTV
’de “Bir suikastın anatomisi” programını yaptıktan sonra, -burada ilk kez yazacağım- bir başka tuhaflık oldu: 

Yayından hemen sonra bir telefon geldi. Tanımadığım biri, elinde Semra Özal’ın özeline ait fotoğraflar olduğunu söyledi. 
Semra Özal’ın fotoğrafları mı” diye sordum hayretle... Telefondaki, Semra Hanım’ın bunları bildiğini, eşini de bu fotoğrafları görmemesi için bizzat zehirlediğini anlattı. 
Fotoğrafları satmak istiyordu. 
Ne özel hayatla ilgilenirdim ne de böyle bir kirli pazarlığa girerdim. “İlgilenmiyorum”deyip kapattım. 
Bu saçmalıktan da hiçbir yerde bahsetmedim.
Dinleme skandalı 
Ancak dünkü gazete manşetleri, o gün bana gelen telefonun, birilerince ciddiye alındığını gösteriyor. 
Şimdi öğreniyoruz ki, Özal’ın ölümüne dair soruşturmada bir gizli tanığın ifadesiyle,Özal’ın yakınındaki 54 kişi dinlenmiş. 
Ahmet ve Semra Özal da, “kasten adam öldürmek” suçlamasıyla 2 yıl boyunca takibe alınmış. Haklarında 19 kez dinleme kararı verilmiş. 
Bu takibe dayanak oluşturan “Selçuk” kod adlı gizli tanığın, iddianameye konmayan ifadesi bana tanıdık geldi: 
“Semra Özal’ın birtakım kirli işleri kasete alınmış. Bu bilgilerle ona şantaj yapılmış.Turgut Özal’ı ona zehirlettiler.”
Devletin ayıbı 
Şikâyetçi iken şüpheli duruma düşürülen Ahmet Özal dün, “Bunlar bizi delirtecek”diye feryat ediyordu. 
Semra Özal ise “Bunlar beni de eşimi de her gün bir daha öldürüyorlar” diyordu. 
Yakından izlemeye çalıştığım bu ölüm vakası, bütün soru işaretleriyle birlikte giderek esrarengiz bir Hollywood filmine dönüşüyor. 
Belki de Özal, sadece boğazına hâkim olamadığı için can verdi; ama eski bir cumhurbaşkanının ölümünün 21 yıldır aydınlatılamaması, bu devletin ayıbı olarak orta yerde duruyor.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

13 Eylül 2014 Cumartesi

Aman kafanıza dikkat edin-Erhan Nalçacı/ SOL

İster inanın ister inanmayın, komşunun teki on ikinci kattan şemsiyesini düşürdü. Siyah, büyük, ucunda en az beş santimetrelik sivri demiri olanlardan. Kapalı olan şemsiye dengesini yitirmeden hızlandı, hızlandı ve oradan geçerken kafamın ön tarafına doğru bir ok gibi saplandı. Kafama saplanmasıyla flop diye açılan şemsiyeyle birlikte beni acile kaldırdılar. Şemsiyenin beynimin alın lobuna isabet etmesine rağmen bilincim başından beri yerindeydi. Beyin cerrahisinde iki hafta yattıktan sonra taburcu olup siyasi mücadeleye geri döndüm.
Görünürde sağlam gibiydim, belleğim ve entelektüel yeteneklerin yerindeydi, ama bir tuhaflık olduğunu hissediyordum.
Toplumsal hareketler, mücadeleler, örgütlenmeler, kuramsal eğitimler milyarlarca sinir hücresi arasında oluşan devrelere şekil verirler; değerlerimiz, düşüncelerimiz, inançlarımız bu şekilde kodlanır, bir eylem kılavuzu olarak düşünce yöntemimiz ortaya çıkar.
Kaza sonucunda sosyalist devrime olan inancı kodlayan devrelerin bulunduğu bölge ezilmişti. Bunu basit bir şey olarak görmeyin, sosyalist devrim fikri beynin tümünü birbirine bağlayan ve düşünme yöntemini veren ağın tam odağında durur. Doğanın ve toplumun sürekli değişimi, nitelikçe sıçramalar, sınıf mücadelesine dayanan çelişki ve tarihsel referanslar bu inancı besleyen bir bütünlük oluşturur.
Daha önce bana çok geri gelen düşüncelerin yüzeye vurduğunu şaşkınlıkla fark ediyordum. Düşüncelerimdeki tutarlılık kaybolmuş yerini fikirsel uçuşmalara bırakmıştı.
İnsanın doğasında bulunan bencilliğin sosyalist devrimi ve kuruluşu imkansız kıldığına ilişkin düşünceleri kendimde yakalıyordum. İnsan türlerinin milyonlarca yıl eşitlik içinde yaşadığı ve toplumsal yapının davranışları belirlediği gibi bilgiler beynimden silinmemesine rağmen bunları birleştiremiyordum.
Bu fikrin daha utangaç bir formu, AKP’nin toplumu çok fazla gericileştirdiği ve çürüttüğü, artık bir sosyalist devrimin imkansız olduğuna ilişkin uçuşmalardı.
Sadece bu değil, daha önce her türlü burjuva bulaşıklığının kaynağı olarak gördüğüm liberal düşünceler bana hoş gözükmeye başlamıştı.
“Kürtler özgürleşmeden bu ülke özgürleşmeyecek” fikri artık cazip geliyordu. Eskiden olsa özgürlüğün de sınıfsal bir temeli olduğunu, burjuvazi ve toprak ağalarının özgürlüğü ile işçi sınıfının özgürlüğünün birbiri ile çelişki içinde olduğunu, işçi sınıfının özgürlüğünün eşitlikle geleceğini, sosyalizmin zaten Kürt emekçilerin özgürlüğü anlamına geldiğini şimdi çıkartamıyordum.
Kılıçdaroğlu’nun CHP kurultayında yaptığı konuşmada dile getirdiği “Avrupa Yerel Yönetimler Şartnamesi”nin eskiden uluslararası sermayenin koşulsuz egemenliğinden başka bir anlama gelmediğini hemen ispatlayabilirdim, şimdi bana bu “açılım” tatlı bir özgürlük meltemi gibi gelmeye başlamıştı.
Sosyalist devrime ilişkin umutsuzluk beni daha kestirme yollar aramaya itiyordu. Oysa her komünist, siyasi faaliyetin bir yandan delice bir iradeyle mücadele etmenin bir yandan da namluya sürülmüş bir kurşun gibi sabırla beklemenin çelişkili bütünlüğü olduğunu bilir.
Kafamda ilkesiz ittifaklar şekilleniyor, solda her biri başka yöne bakan beş benzemezin birliği beni heyecanlandırmaya başlıyordu. Bir sabah kalktığımda Parti’nin bir seçim partisi olması ve bütün siyasi yatırımın milletvekili seçimlerine yapılması gerektiği fikriyle uyanıyordum. Bu amaca varmanın gerektirdiği ittifaklar rüyalarıma giriyor, bunun düzen içine hapsolmak anlamına geldiğini ayırt edemiyordum.
Umutsuzluk bazen de radikalizm olarak yüzeye çıkıyor, devletin yasakladığı meydanlara çatışarak girme ve geniş kitlelerin bu eylemle uyanacağı fikri aklıma musallat oluyordu.
Parti’nin başarılı olması için merkez komitesinin yarısının işçi kotasına ayrılması gerektiğini ileri sürebiliyordum. Tesviyeci, soğuk demirci, dökümcü, biçkici kotaları… Eskiden olsa merkez komite üyelerinin mesleklerinden bağımsız kadro özelliğine sahip olması gerektiğini sosyalist iktidar mücadelesi ile hemen birleştirirdim.
Bir komünistin inancının zayıflaması için illaki kafasına şemsiye düşmesi gerekmez tabi ki. İnsanlar burjuva egemenliği altında yaşıyorlar ve çeşitli girdaplarda, kuşatmalarda inançları zayıflayabilir. Böyle arkadaşlara sorumlulukla yaklaşmak, onlara siyasi girdiler yaparak inançlarını tazelemek görevimdi. Şimdiyse bir cereyana tutulmuş gibi tuhaf fikirlerimin altında onları örgütlemenin dayanılmaz hafifliğine kapıldığımı fark ediyordum.
Ruhsal durumum kararsızlaşmıştı. Eskiden amaç disiplini altındaki kolektifin içinde değerliydim. Şimdi ise kendimi bazen orduların başında bir Napolyon gibi, bazen de yaldızlı gözyaşlarını arkasında bırakan bir sümüklü böcek gibi hissediyorum.
***
Şaka, şaka, turp gibiyim. Aman kafanıza dikkat edin diye yazdım; ne olur olmaz bir şey düşer, en değerli yeteneğinizi yitirirsiniz.

Sultan ve Feto! (1)(2)- ÖZGEN ACAR

İngiltere’nin Galler bölgesindeki Cardiff kentinde “Kuzey Atlantik AntlaşmasıÖrgütü’nün (KAAÖ)” doruk toplantısında Ukrayna sorunu ve “Irak Şam İslam Devleti(IŞİD)” terörü temel gündemi oluşturdu. 
Devlet ve hükümet başkanları ikili görüşmeler de yaptılar. “Yeni Türkiye’nin Sultanı”Recep Tayyip Erdoğan’ın, ABD Başkanı Barack Hussein Obama ile yarım saatlik görüşmesinin odağında “deport” vardı. 
Sultan “one minute (bir dakika) İngilizcesi” ile Türkçemize “deport (sınır dışı)sözcüğünü kazandırdı. Sözcük, Türkiye’den önemli destekler sağlayan IŞİD’in“deport (sınır dışı)” edilmesi için kullanılmadı! 
Sultan, “paralel devleti” birlikte geliştirdikleri imam Fethullah Gülen’in (Feto) ABD’den “deport” edilmesini Obama’dan istedi, “gerekli belgelerin Vaşington’agönderileceğini” söyledi.

***
Belleğimizi tazeleyelim… Bu köşede yıllardır Feto’nun nasıl örgütlendiğini yazdık. Aldıran olmadı. Anımsayalım… Feto önce Emniyet Genel Müdürlüğü Personel Dairesi’ni ele geçirdi. 
Ermeni ASALA terör örgütünün diplomatlara saldırıları üzerine dışişleri ve içişleri bakanlarının işbirliği ile Türk polislerinin yurtdışındaki büyükelçiliklere ve konsolosluklara güvenlik için atanmaları başladı. Bu polisler 2 yıl görevden sonra Türkiye’ye döndüklerinde birer araba sahibi olmuşlardı. 
Yeni görev yerindeki masa komşusu meslektaşı otobüs ile işe gidip gelirken, o özel aracını kullanıyordu. Meslektaşı da yurtdışı görev başvurusu yaptı. Personel dairesinden sözlü yanıt “Elbette… Ancak eşin başını örterse…” oluyordu. İstek benimsenince dış atama gerçekleşiyordu. 
Emniyet’te başörtülü eşlerin sayısı artar oldu! 
İkinci aşamada yurtdışındaki bu görevlilere bazı kişiler gelip gider oldu. Güvenlikçiler büyükelçilik ya da konsolosluktaki Türk ve yerel hizmetlilerin yardımıyla Asya’da, Afrika’da Türk okullarının açılması adımları atıldı. Bu okullara Feto’nun şemsiyesi altındaki öğretmenler gönderildi. 
Sonrasında Türkiye’de okullar, yurtlar, dershaneler filizlendi. Kurulan vakıflara para yağmaya başladı. Finans kaynağı olarak da Bank Asya açıldı. 24 Ekim 1996’da açılış töreninde, dönemin Başbakanı Tansu Çiller kurdeleyi keserken, AKP kurucuları Abdullah Gül, Erdoğan ve Feto ön saftaydılar. Artık “paralel devlet”maddi olarak da kurulmuştu!
***
Başta Aczmendiler “şeriat isteriz” söylemleri ile sokağa dökülüp ardından öteki tarikatların da benzeri eylem ve söylemleri yoğunlaştı. Bank Asya’nın açılışından 4 ay sonra, 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu 9 saatlik toplantısında hükümete bir karar önerisi iletildi. 
Kararda, “laiklik için yasaların uygulanması, tarikatlara bağlı okulların bakanlığa devredilmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, Kuran kurslarının denetlenmesi, tarikatların kapatılması” isteniyordu. 
Kararı imzalamayan dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etti. Günümüzde de Sultan, Feto’nun okullarına, yurtlarına el koyup dershanelerini kapattırmıyor mu?
***
1999’da Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı başlattığı soruşturma sonrasında 2000’de Feto hakkında “laik devlet yapısını değiştirerek, dini kurallara dayalı bir devlet kurmak suçuyla” dava açtı. 
Feto ABD’ye kaçtı! ABD’de kalışına en büyük destek şu kişilerden geldi: Graham Fuller: CIA’nin Türkiye sorumlusu - Morton Abramovitz: ABD Türkiye Büyükelçisi olup Feto’nun Papa 2. John Paul ile buluşmasının da çöpçatanı - Ayrıca bazı Amerikalı Hıristiyan ve Yahudi din adamları…
***
Sultanın başbakan, Gül’ün dışişleri bakanı olduğu 2003-4’lerde Vaşington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu’na Feto’nun ABD’de rahat yaşayabilmesi için “yeşil kart”verilmesi amacıyla Dışişleri Bakanlığı’nda girişim yapması bildirildi. 
Loğoğlu, “Girişim bildiriminde Feto’nun olumlu özellikleri anlatılıyor, iyi bir din adamı olduğu, yaygın toplumsal hizmetlerinin yanı sıra eğitim alanında da önemli katkılarının bulunduğu belirtiliyor, bundan dolayı da yeşil karta hak kazandığıvurgulanıyordu!” dedi.
***
Mart 2007’de Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Terörle Mücadele Yasası’nın öngördüğü suç oluşmadığı için sanık Feto’nun aklanmasına karar verdi. Haziran 2008’de de Yargıtay Genel Kurulu kararı oybirliğiyle onayladı. 
Aynı yıl ABD’nin önemli “Foreign Policy” ve “Prospect” adlı siyasal dergileri, Feto’yu“Dünyanın ilk 100 aydını listesine” aldılar ve internette düzenlenen ortak ankette birinciliğe seçildiğini açıkladılar. 2013’te de “Time” dergisi “dünyanın en etkili 100 kişisinden biri” olarak gösterdi.
***
Biraz geri dönüp bir başka yapılaşmaya göz atalım… 
Bank Asya’nın açılışında 1996’da Feto ile görüntülenen, o zaman İstanbul Belediye Başkanı olan sultanın gözetiminde “İstanbul Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı(İSEGEV) kuruldu. Vakıf, 2012’de Türkiye çapında yayılma amacıyla adını “TürkiyeGençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) olarak değiştirdi. 
Halk arasında “Türkiye Gemici Evlatlar Vakfı” biçiminde nitelenmesinde, TÜRGEV’de şu kişilerin başrolde bulunmaları etkili oldu: Bilal Erdoğan (sultanın oğlu), Esra Albayrak (sultanın kızı), Serhat Albayrak (sultanın damadının ağabeyi),Reyhan Uzuner (Bilal oğlanın kayınvalidesi), Ziya İlgen (sultanın eniştesi), ŞuleAlbayrak (sultanın kızının eltisi), Ahmet Ergün (sultanın yakın arkadaşı)… 
Böylece, “Fetogiller” ile “Sultangiller” bir ipte iki cambaz olarak oynamaya başlayınca, çıkarlar çatışır oldu.
***
2009’da İsviçre’nin Davos kentinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e “one minute” demesinden sonra Ankara- Tel Aviv gerginliğinden yararlanan Feto, ilk uyarısını Mavi Marmara olayında “Filistin’e gidecek gemi İsrail’den izin almalıydı”sözleri ile yaptı. Böylece, kendisine “yeşil kartı” sağlayan Yahudi lobisinin desteğini arkasına aldı… 

Sultan, İngiltere’de yarım saatlik ikili görüşmesinde ABD Başkanı Barack HusseinObama’dan, Fethullah Gülen’in (Feto) ABD’den “deport (sınır dışı)” edilmesini istemiş ve “gerekli belgelerin Vaşington’a gönderileceğini” söylemişti!
Anımsayalım! Geçen yıl Sultan, yardımcısı Bülent Arınç ve bazı bakanlarla Nev York’ta idi. Arınç dönüşünde 23 Mayıs’ta, “Gezi Parkı” olaylarından 5 gün önce TRT’deki konuşmasında Feto ile neden ve nasıl görüştüğünü şöyle anlatmıştı:
“Konu Amerika olunca ve eşim de olunca, ben doğrusu Türkiye’den ayrılmadan mümkün olursa Hoca Efendi’yi bir ziyaret edebilir miyim diye gönlümden geçirmiştim.Hanım da bu işe çok sevindi, ‘Keşke imkân bulabilirsek gidelim, ziyaret edelim’dediler. Washington’dan bulunduğu yer 4-5 saatlik bir mesafe ama gidilebilecek birşey. Sayın Başbakanımıza da gitmeden önce konuyu açtım. ‘Fırsat bulursam böyle bir ziyaret yapmak istiyorum. İzin verir misiniz, uygun görür müsünüz?’ dedim. Çokmemnun oldu. Hatta ‘Keşke bizim için de mümkün olsa, biz de görüşebilsek. Selamlarımı, sevgilerimi götürürsünüz!’ dedi. Ama programları çok yoğundu.”
Gülen’i 1975 yılından beri tanıdığını, kendisine büyük saygısı, sevgisi olduğunu söyleyen Arınç şöyle devam etmişti:
“Gülen’i o yıllarda Edremit’ten Manisa’ya vaiz olarak atandığında tanıdım. Orada avukatlık yapıyordum. Vaazlarını, sohbetlerini, konferanslarını hiç aksatmadan takip etmeye başladığımda, çok beğendim ve sevdim.Konuşmaları çok etkiliydi, çok bilgiliydi. O da bizi sevdi.
Hatta o zaman bekârdım, annemle birlikte kalıyordum. Annem rahmetli kendi elleriyle yemek hazırlar, cuma günleri vaazdan sonra kendisini alır evimize davetederdik. Bir küçük dost grubuyla birlikte yemekler de yerdik.
Sonra İzmir’e gittiler. İzmir’deki çalışmalarını yakinen takip ettim. Daha sonra zaten Hoca Efendi’nin hizmetleri büyüdü. Kendisini sevenlerin halkası genişledi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada kendisinden bahsedilmeye başlandı.
Şüphesiz 28 Şubat sürecinde de çok büyük sıkıntılar oldu. Kendisine büyük iftiralaratıldı. Şahsı, davası, hizmeti, çilesiyle ilgili birbirinden kötü yalanlar ve iftiralarla cezaevleri yolları gösterildi, davalar açıldı, örgütle suçlandı, laikliğe aykırı suçlar işlendiği ifade edildi. O davalar sırasında da kendisini yakinen tanıdım.
O zamanlar milletvekiliydim. Her aşamada kendisini destekleyen, kendisinin böyle suçları işlemediğine gönülden inanan bir insan olarak şahsım ve milletvekili sıfatımla da destek olmaya çalıştım. O davaların hepsi hamdolsun ki beraatla sonuçlandı.Yargıtay’dan geçti, kesinleşti.”
Erdoğan-Fethullah bağlantılı bir soruya, Arınç şu yanıtı vermişti: “Başbakan, ‘Bizden bir emirleri olur mu bir tavsiyeleri olur mu? Onu da öğren!’ dedi…”
Emirlerini soran Sultan, bugün hesap soruyor! Hükümetle Feto arasında bir sorun olmadığı sorusunu da Arınç şöyle yanıtlamıştı:
“Bunlar bence basit sorular. Sadece belli köşe yazarlarında veya belli siyasetçilerde hükümetle camia arasında veya cemaat arasında bir soğukluğun, bir çekememezliğin, hatta bir rekabetin olduğu söyleniyor. Ben bunları kesinlikle reddediyorum.
Kesinlike Sayın Başbakanımızın şahsını çok seviyor. Bunu her vesileyle ifade ediyor. Onun şahsına karşı çok büyük duaları var. Onun çok büyük hizmetleri olduğuna inanıyor. Hükümetimizin on yıldır yaptığı, başarılı olduğu icraatların hepsini takdir ediyor. Ancak bazı konularda şüphesiz daha dikkatli olunmasını, daha temkinli olunmasını, belki üslup konusunda bazı konulara daha fazla dikkat edilmesini istiyor.”
Nereden gelip bir yıl içinde nereye gidildiğine devam edeceğiz!
Hacı Bektaş Veli’nin yanında!
İstanbul’da Cağaloğlu’nda eski binadaki odamda çalışıyordum. Telefonum çaldı. O gün gazeteye gelemeyen İlhan Selçuk, günün değerlendirmesi için arıyordu. Hal hatırdan sonra “Ne o Rahmaninov mu dinliyorsun?” diye sordu. Çalışmaya o kadar dalmıştım ki ne dediğini algılayamadım!
“Rahmaninov’un 2. Piyano Konçertosu en sevdiğim parçadır!” diye ekledi. O anda CD çalarımda Rus besteci Sergey Rahmaninov’un 2. Piyano Konçertosu çalıyordu. Kısık sesle dinlememe karşın telefonda müziği duymuştu. Zaman zaman klasik müzik üzerine söyleştiğimizde bu sanat dalında da ne kadar birikimli duygular içinde olduğunu öğrenirdim.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda önemli katkıları olan yeniçerilerin piri HacıBektaş Veli ile ağabeyi Turhan Selçuk’un, Türkiye Cumhuriyeti’nde aydınlanma pusulası İlhan Selçuk’u “Kevser Şarabı” ile dün karşılarken, ilginç bir rastlantı, TRT 3’te Rahmaninov’un 2. Piyano Konçertosu çalıyordu!
Bu olayı 25 Haziran 2010’da bu köşede yazmıştım. Salı günü Selçuk kardeşler için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bir anma günü düzenledi. O gün TRT Radyo 3 “SabahKuşağı” programında yine Rahmaninov’un 2. Piyano Konçertosu çalıyordu! Teşekkürler “Sabah Kuşağı”
İki kıyaslama!
Birincisi…
TRT’de bir programda konuşan taze Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan “Yeni Türkiye’nin inşasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan AhmetDavutoğlu’nun uyumu Türkiye’yi şaha kaldıracak!” dedi.
Anımsayalım… 2003 Temmuzu’nda Sultan, Bayrampaşa Şehir Parkı’nda bir atı şaha kaldırmak istemişti. Ama at onu sırtından atmıştı. Bir atı bile şaha kaldıramayan Sultan, şimdi Türk halkını da acaba öyle mi şaha kaldıracak?
İkincisi…
İzlanda 3 – Türkiye 0…
İzlanda 320 bin - Türkiye 75 milyon…
Litvanya 73 – Türkiye 61…
Litvanya 3 milyon – Türkiye 75 milyon…  

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

Torba Torba Hak İhlali-ÇİĞDEM TOKER

Üşenmedim, tek tek saydım: 
“Vergi affı” diye yola çıkılan, Soma katliamı kurbanları için makyajlanan, “O da olsun, bu da olsun” diye diye, üç ay-bir mevsim 145 maddeye sündürülen son torba kanun, kaç kanunda değişiklik yapıyor biliyor musunuz?
 
Tamı tamına 70. 
Bırakın son yılların otoriter tahakküm aracına dönüşmüş “torba kanunlar”ı; hayatımızın yalnızca tek bir alanında sınırlı değişiklik yapan olağan yasalar bile bugüne dek Meclis’te kabul edilir edilmez Köşk’e hemen gönderilmezdi. 
“İnsandır, hata yapar” kabilinden, her yasa metninin en az bir-iki gün süren ve Meclis’te bu iş için istihdam edilen uzmanların yerine getirdiği ve “karşılıklı okuma”adı verilen redaksiyon (düzeltme-düzenleme) işlemine tabi tutulurdu. 
Dahası, “redaksiyon” işleminin ardından Köşk’e gönderilen kanunların, 15 günlük anayasal sürenin, daha ilk saatlerinde imzalanıp Resmi Gazete’ye gönderilmesi ise çok ender rastlanan bir durumdu. 
10 Eylül akşamı Meclis’ten geçen torbanın, aynı gün Köşk’e gidip ertesi günün“mükerrer” Resmi Gazete’sinde yayımlanması, eğer fiili rejim değişikliğinin işaretlerinden biri değilse, şöyle bir durum var: 
Bu düzenleme, kanun yapma tekniği açısından öyle mükemmel; Türkçe açısından da öyle hatasızdı ki redaksiyona zerrece ihtiyaç duyulmadı. 
Haliyle bu kadar mükemmel bir metin için Çankaya Köşkü’nün hukukçu ve bürokratlarının çalışma yapması gereksiz olduğundan, koşar adım imzaya sunuldu.
***
“Taşeron işçiye müjde”, “Yeni öğretmen kadroları”, “SGK borçlarına af” diye duyurulan bu kanun ile başka neler olacak, bakalım: 
- Başta Rıza Sarraf olmak üzere, elmas, pırlanta gibi kıymetli taşların ticaretini yaparak “cari açığı kapatan” müteşebbislerden alınan yüzde 20 ÖTV kalkarken ekmek için KDV ödemeye devam edeceğiz. Buzdolaplarımız ise hâlâ “lüks”. Ola ki raflarına inci elmas koyabilelim diye. 
“Bir gün başımı sokacak bir ev yaparım belki” yahut yatırım amacıyla edindiğiniz tek arsanız için Yüce Devlet, “Altından metro geçireceğim” dediğinde, kamulaştırma bedeli talep etmeyi aklınızın ucundan bile geçirmeden, “Hay hay buyrun. O nasıl söz?” diyeceksiniz. 
- Tek geçim kaynağınız olan üç-beş büyükbaş hayvanı otlattığınız mera, günün birinde “kentsel dönüşüm alanı” ilan edildiğinde, büyük şehre göç edeceksiniz. TOKİ’nin dar gelirliler için yapacağı eve para biriktirmek için, o meraların yerine dikilecek plazalarda “işçi” adıyla köleliğe razı olacaksınız. 
- Zaten kısıtlı tüketebildiğiniz et ve süt ürünlerinin fiyatı aniden yükseldiğinde, bunun plazaların yok ettiği meralardan kaynaklandığı ise belki aklınıza bile gelmeyecek. 
- Ülkenizin enerji ihtiyacının dörtte birini karşılayan TKİ elindeki linyit sahaları, özel şirketlere açıldığında ve madenlerde “yaşam odası” yapma yükümlülüğü bile olmayan özel iş güvenliği önlemlerini ihmal ettiğinde, “Soma kurbanlarına destek diye çıkarılan bir kanun vardı. Bu da mı o torbanın içine atılmıştı acaba?” diye hatırlamaya çalışacağız. 
Torba kanun, “Yeni Türkiye’de” torba torba hak ihlalinin yeni adıdır.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

‘Allah Belasını Verir’- ÖZGÜR MUMCU

Hayrettin Karaman bir İslam hukuku profesörü. Herhangi bir profesör değil. Fikirleri iktidar çevrelerini tenvir eden bir âlim. 
Erdoğan’ın “ulemaya danışmak gerekir” cümlesindeki ideal ulemadan. 
Yolsuzluk iddiaları ortaya çıktığında kendisinin yolsuzlukların günah olmayacağı yolunda fetva verdiği ileri sürülmüştü. 

Kendisi bu fetva meselesini son köşe yazısında yalanladı. Dedi ki, devlet büyükleri hayır işlerini destekleyebilir, ancak bu işte şahsi menfaatının olmaması gerekir. 
Bu mükemmel tespit için elbette İslam hukuku profesörü olmaya gerek yok. 
Çoğumuz bu kuralı anaokulu çağında öğrenmiş oluyoruz. Yine de Sayın Karaman’a bir teşekkür borçluyuz. Bir süredir iktidar cenahı kâinatın en temel ahlaki kaidelerinden bile bihaber davranmakta. Belli ki sıfırlamak yerine ahlaki formasyona sıfırdan başlamaları gerekiyor. Eminim yeni başbakan da Karaman’ın yazısını okumuştur. Özgürlüklere “ahlaki formasyon” vermeye şahsi menfaat için yolsuzluk yapanlardan başlayabilir. Allah’tan umut kesilmez. 
Gelgelelim büyük âlim bu fetva hikâyesini reddettiği yazısında şunu da belirtmeden geçememiş: 
“Ama birilerinin yolsuzluğu bahane ederek hükümet devirmeye kalkıştıkları, rüşvetinmanasını saptırarak kendi kuruluşlarından başka bir yere mali yardımda bulunmayıengellemek istedikleri artık anlaşılmış bulunuyor.” 
Bunu nasıl “anlamış bulunuyor” Sayın Karaman? İşin o kısmından bahsetmemiş. Ancak daha evvel başka bir yazısında “Bir Müslüman ithamı ispat yerine koyarakmasumların şeref, haysiyet ve namuslarına da saldıramaz, saldırırsa Allah belasını verir” demiş. 
Herhalde bu koca İslam âlimi ithamı ispat yerine koymamaktadır ve masumların haysiyetlerine saldırmamaktadır. O vakit bu ithamını ispat etmesini beklemek gerekir. 
Peki, ya ithamını ispat etmesine izin verilmeyenler? 
Kapatılan dosyalar, engellenen soruşturma komisyonları, savcılık eliyle terbiye edilmeye çalışılan gazeteciler ve hukuksuz yayın yasakları? 
İthamı ispat etmeye çalışana ispatsız ithamlarda bulunmak hangi hukukta kendine yer bulabilir? 
Bu yolsuzluk iddialarının arkasında cemaatin polis ve yargı örgütlenmesi olduğu söylenmekte. 
Yeni haber değil. Daha önce memleketteki neredeyse bütün siyasi davalar için aynı şey söylendi. 
Peki, devlet büyüklerini korumak için bunca mürekkep sarf eyleyen Hayrettin Bey o vakitler “ithamlarla şeref ve haysiyet ve namuslara saldıranlardan” bahsedip iktidar çevrelerini uyardı mı? 
Yoksa 2009’da şunu mu yazdı: “Yapılanların üstünü örtmeye ve suçluları, şüphelileri, sanıkları kurtarmaya çalışanlar millet tarafından not edilmektedirler ve aslaunutulmazlar.” 
Yani Hayrettin Bey, cemaat işinize geleni yapınca bütün hukuksuzluk itirazlarına kulak tıkanacak ve ithamlar ispat sayılacak, cemaat işinize gelmeyeni yapınca iddiaların üzerinin kapatılmasına ses çıkarılmayacak mı? 
Valla millet tarafından not edilir mi bilmem, kendime Sayın Karaman kadar önem vermiyorum. Ama buraya not edelim. Unutulup unutulmayacağını da zamana bırakalım. 
Demek özel menfaat için devlet büyüklerinin vakıflarına yardım yapmamak gerek. İddialar ve “ithamlar” tam da bunu söylemekte. 
Bu ithamın ispatını yine aynı devlet büyüklerinin engellemesi sizin ilminize sığar mı? 
Fetva hakkındaki bir çalışmanızda yanılmıyorsam Karafi’nin “El İkham” eserine atıfla fetva verecek müftünün şu özelliğinden bahsetmişsiniz: 
“Korkulan, sayılan, iktidar sahibi kişilere karşı gerçeği apaçık söylemeli.” 
Bazen sadece ithamın ispatı değil de bazı özelliklerin ispatı da önemlidir. 
Yeni Türkiye’de laik hukuktan umudumuz yok. Ama belli, İslam hukuku da uygulanmayacak. 
Genç hukuk öğrencilerine “yağma hukuku” konusunda uzmanlaşmalarını öneririm.  

ÖZGÜR MUMCU
Cumhuriyet

7 Eylül 2014 Pazar

Vatan Neye Yarar?-Mine G. Kırıkkanat

Türkiye’nin yurtseverleri, AKP iktidarının doğaya verdiği zararları, yabancılara ve yandaşlarına peşkeş çektiği kurumları, tarumar ettiği kaynakları, tam on iki yıldır kamuoyuna ihbar ediyor. Hukukun önleyemediği bu talana karşı, bizzat varlıkları yağmalanan halkı öz malına, öz mülküne sahip çıkmaya, bu iktidara “Dur!” demeye çağırıyor. 
Ama halkın yarısı, AKP iktidarına bırakın dur demeyi, kaç seçimdir “Yürü!” diyor! 
Hatta kimileri, talana destek vermekle yetinmeyip ya düpedüz ortak ya da kendi çapında, ucundan bucağından nemalanmak peşinde. AKP’nin şarkılı sloganı boşuna mı “Beraber yürüdük biz bu yollarda?” Mesaj dosdoğru, yağma damarından veriliyor: Beraber bulduk biz yolumuzu, gel vatandaş sen de katıl, birlikte bulalım yolumuzu… 
Peki bu insanlar yurtlarını sevmiyorlar mı? Vatan onlar için hiç mi önemli değil? Doğup yaşadıkları ülkeye, doğaya, kaynaklara nasıl olup da bunca duyarsızlar? Kişisel ve geçici çıkar sağlamak için kalıcı ortak çıkarları nasıl kolayca yok edebiliyorlar?
***
Bu nüfusun; Türkiye’nin talanına ve yağmalanmasına, eğer küçük ya da büyük çapta ortak olmuyorsa, en azından ilgisiz kalan, aldırmayan yarısı, yurtsever değil mi? 
Herhangi bir ülke halkının yarısı vatan haini olabilir mi? 
Herhalde olamaz. 
Oysa ülkenin geniş anlamda haraç mezat satılıp afiyetle yenildiği süreç öyle hızlı ilerliyor ki, işin siyasal boyutu da göz önüne alındığında; Türkiye’den çocuklarına miras, ancak hacizli bir mülkün borç girdabı kalacak, o kadar. 
Bir ulusun, toplumun, bireyin geleceğe yönelik önceliği, umudu, çocuklarıdır. Çocuklarının borçlu doğmasını ve hırsızların yolsuzlara sattığı, oysa atalarının kanıyla kazanılmış bir mülkte sığıntı yaşamasını kim ister? 
Kim ister çocuğunun betona gömüldüğü için yağmurun yağmadığı, susuz şehirlerde yaşamasını? Kim ister denizler, göller, nehirler kirletildiği; hava ve toprak, dolayısıyla yiyecekler zehirlendiği için kansere yakalanmak, hastalıklı çocuklar doğurmak?
***
Çünkü AKP iktidarı, salt madenlerini satmak, ormanlarını betonlamak, nehirlerini HES’lemek, şehirlerini çölleştirmekle yetinmedi, bu ülkenin. Tarımını ve hayvancılığını da gebertti. Köylüsünü, besicisini doğal geleneklerden zorla koparıp, çokuluslu kimya şirketlerinin kölesi yaptı, borca boğdu. Yerli tohumları yasakladı. Kendi kendini beslemeye yeten bir coğrafyayı, illaki çokuluslu şirketlerden satın alınması gereken kalitesiz, lezzetsiz, besin değeri düşük tahıllar, hibrid ya da GDO’lu yiyeceklere mahkûm etti. Tavuk etinin sağlığa zararlı olduğunu artık uzmanlar söylüyor. Antibiyotiksiz yaşayamayan, yapay gıdayla beslenen hayvan eti yiyoruz, o da yetmiyor, ithal ediyoruz! Başka bir deyişle, Türkiye’de her anlam ve alana yayılan talan, salt karşı çıkanların değil, talancıların da yaşamını tehdit ediyor. Onların çocukları da aynı zehirli mirası paylaşacak. 
Bir halkın yarısı, yurdunu umursamasa bile çocuklarının içine düşeceği kuyuyu kazmak istemeyeceğine göre… Nasıl açıklanabilir böylesi tehlikeli bir talana bunca duyarsızlık? Bir ülkenin doğasına, insanına, toplum sağlığına yapılan apaçık hıyanete nasıl oy verilir, nasıl ortak olunur?
Madem bir nüfusun yarısı vatan haini olamaz, öyleyse vatan onların gözünde nedir, neye yarar sorusuna yanıt aramak gerek.
***
Tüketim toplumları artık kuru kuruya vatan sevmiyor, hamaset yapmıyor, iyi koşullarda yaşamadıkları toprakları benimsemiyorlar. Kanla sulanan, can pahasına savunulan yurt kavramı bitti. Bu bir gerçek. Adı üstünde “tüketici” yurttaşlar, yurtlarını yaşam standartları kadar seviyor ya da sevmiyorlar. Dolayısıyla… 
Belki konfordur, artık vatan. Hizmete yarar. 
Araba konforu, duble yol hizmeti, falan… Okulda yediği tavuktan zehirlenen çocuğu, AKP iktidarının açtığı duble yoldan hızla, AKP iktidarının halka açtığı hastanelere rahatça yetiştirmektir. Tavuk niçin zehirlemiştir, o telaşta akla gelmez tabii. 
Vatan nedir, neye yarar örneklerini bedava gıda, bedava kömür konforundan bedava İHL, bedava TÜRGEV yurdu hizmetine siz de genişletebilir, her alanda çoğaltabilirsiniz. 
Belki de üzümü yenilip sorulmayan bağdır, vatan. Yiyenden sonra tufandır. 
Ama bağı sormayan, bugün yediği hurmaların yarın çocuklarını tırmalayacağını düşünemeyenler için ne gam?
“Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir.” 
TEVFİK FİKRET
G NOKTASI 
Hasret Tanrısı 
Bakmayın Olympos’lu Tanrılar arasında olmadığıma Yeryüzünde ilklerdenim vedalarda sallanan ellerdeyim Hasret Tanrısıyım sevdaların alınyazılarını ayrılıklarla yazarım yazmış kışmış dinlemem keserim yolları engelleyemem ki özgürlüklerini kuşların denizlerin yıldızların onun için ağır zalimleri başınıza bela ederim korkmayın insanlar benim de sonum var bitişim hepimizin öz annesi ölümle olur çıkar gelir bir gün tutar saçlarımdan götürür gene de herşeye hasret giderim.
A. KADRİ ERGİN 

Mine G. Kırıkkanat
Cumhuriyet

‘Biz Bir Rüya Görüyoruz!’-Meriç Velidedeoğlu

“1908 İkinci Meşrutiyet” devriminden sonra padişah olan “V. Mehmet Reşat”ın sadrazamlarından biridir “Said Halim Paşa.” 
İlkin, “reisulküttap” yani dışişleri bakanı olmuş, ardından da “sultan” tarafından“sadrazam”, başbakan yapılmış. 
İsviçre’de “Siyaset Bilimi” öğrenimini bitirince, bu konuda özellikle de “Osmanlı”nın siyasetine bir “strateji” sağlayacak makaleler yazmaya başlar, daha sonra da bunları “Buhranlarımız” adı altında bir kitapta toplar. 
Sadrazam olduğu süreç (1913-1917), “Osmanlı”nın tam bir “kaos” yaşadığı, iyice derinleşen sorunlara “çözüm” arayışının ve parçalana parçalana “yok” olmasını“önleme”nin en yoğun, en yaygın tartışıldığı dönemdir. 
“19.” yüzyılın sonlarına doğru ortaya atılan “üç çözüm” önerisini oluşturan“İslamcı”, “ademimerkeziyetçi” ve “merkezi imparatorluk” görüşleriyle ortalık çalkalanırken; ülkede bir “Ermeni Milleti”, bir “Rum Milleti”nden açıkça söz edilirken, “Türk Halkı” adının da yer yer duyulmaya başlamasına “İslamcılar”ın çok kızdığı belirtilir. 
İzninizle burada bir ayraç (parantez) açalım; bilmem anımsar mıyız “TC Devleti”nin önceki imam Başbakanı “R.T. Erdoğan”ın, “Ne mutlu Türküm diyene!”seslenişinin dağlara taşlara yazılmasını “İlkellik” olarak dile getirmesini... 
Ayracı kapatıp konumuzu sürdürelim; “İslamcılar”ın -“Erdoğan’ınki kadar ‘hakaret’boyutunda olmasa da- kızmalarının nedeni, “İslam Milleti”, dahası “İslam Ümmeti”varken “Türk Milleti”nden söz edilmesiydi... 
“20. yüzyıl”a girildiğinde de, devleti çöküşten kurtaracağı düşünülen çözüm yolları, dönemin siyasetçi yazarı “Yusuf Akçura”nın, “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı ünlü makalesinde “Osmanlılık”, “İslamcılık” ve “Türkçülük” olarak ortaya konur (1904). Bu akımlar Batı’da “Panislamizm”, “Panottomanizm”, “Pantürkizm”olarak adlandırılıp belirtilir. 
“Osmanlılık”; ona göre “yeni” bir anlamda “Osmanlı Milleti” oluşturmaktır; bunun için de din, mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm “Osmanlı Halkları”, “eşit” duruma getirilecekti; böylece “Osmanlı Devleti” parçalanmaktan kurtulacaktı. 
Ne ki, “Akçura” bu yaklaşımın, Türklerin “aleyhine” olduğunun altını çizer; çünkü imparatorlukta çoğunlukta olan halk “Arap”tı, “Ortadoğu” halklarıydı ve bu durumda egemenlik Arapların eline geçecekti; ayrıca yazar “Osmanlı Halkları”nın birbirleriyle kaynaşmayı istemeyeceklerini, nedenleriyle de bir bir anlatır. 
Akçura, “Batı”nın bu birliğe karşı çıkacağını ileri sürüp: “Zannımca artık Osmanlımilleti meydana getirmekle uğraşmak boş bir yorgunluktur!” diyecektir... 
Yaşayıp, tanık olarak yapılan bu “boş bir yorgunluk” değerlendirmesinden tam“110” yıl sonra; TC Devleti’nin Başbakanı “A. Davutoğlu”, bu “Osmanlılık”ülküsünü, Türkiye için gerçekleştirilecek bir “düş” olarak kabullenir ve bunu “Biz bir rüya görüyoruz!” diye seslendiriverir büyük bir keyifle... 
Davutoğlu’nun bu “rüyasını”, “İslamcılık” (Pan İslamizm) görüşüyle oluşturmak istediği açıkça biliniyor; oysa Akçura: “Böyle bir birlik tarihin hiçbir dönemindeortaya çıkarılamamıştır!” diyerek tarihsel bir “uyarıda” bulunmuştur... 
Akçura; “110 yıl” sonra dünya Müslümanlarının birbirini vahşice öldürdükleri bir sırada, “laik TC Devleti”nin iktidarında tam bir “Panislamist” birinin başbakan olması karşısında ne yapardı dersiniz? 

Bilmem ki bu soruya Akçura’nın “İslam Birliği siyasetinin tatbikinde, dahili mânileraz güçlükle katlanılabilecek surettedir. Lakin harici mâniler pek kuvvetlidir” görüşü yanıt olabilir mi? 
Akçura ayrıca; “harici mâniler”in, “bütün İslam devletleri” üzerindeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu “İslam Birliği” siyasetinin tatbikini önleyeceklerini de bildirir; her ne kadar “Her Müslümanın, Türk veya İraniyim demekten evvel‘elhamdülillah Müslümanım’ dese de” bu birliğin kesinlikle sağlanamayacağını '2Dbugün de geçerli olan pek çok neden sayarak- açıkça ortaya koyar. 
Yazının başında sözünü ettiğimiz, dışişleri bakanıyken sadrazam olan “Said HalimPaşa” da “Panislamist” görüştedir; ne ki “Birinci Dünya Savaşı”nda Arapların, ‘Halife’nin ordusunun askerlerine yaptıkları karşısında, bunun yalnızca bir “rüya”olduğunu anlar ve çekilir... 
“Türkçülük” ülküsünü başka bir yazıda ele alalım derim. 
Tatil bitti sanırım; öyleyse yarın Beşiktaş’ta çoğalarak buluşalım!  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Tarihsel Önemde İki Gün-CÜNEYT ARCAYÜREK

Cumartesi günü TV’lerin haber büroları gün boyunca aralıklarla ya kurultayda ya da Galler’deki NATO zirvesindeydi. 

Kurultay haberleri genel başkanlık seçimi sonuçları açıklanıncaya dek olağan, durgun. 
Medya; Genel Başkan KK’nin (Kemal Kılıçdaroğlu) yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimindeki genel merkezin başarısızlığını savunan, parti içi muhalefete saldırılarını içeren konuşmasıyla... 
...rakibi Muharrem İnce’nin, sözünü sakınmadan KK’ye ve yönetimine doğrudan sert eleştirilerini kimilerine yorumlatıyor. 
Haberlerin bir gözü Galler’de. Bir buçuk saat bir araya gelen Başkan Obama ile Cumhurbaşbakan RTE arasındaki görüşmeye çevrili. 
Önemli haberlerle dolu dolu iki gün.
***
CHP Kurultayı ile ilgili yorumsal görüşleri PM seçimlerinde alınacak sonuçlara bırakalım. KK’nin genel başkan seçimi hiç ummadığı biçimde sonuçlandı. 900 küsur delege imzasıyla aday oldu. Bu kadar oyla genel başkan seçilmesi bekleniyordu. Rakibi ise 170 imza ile ama sonuçta KK 740 oyla genel başkan seçilerek kazandı. Rakibi İnce ise sürpriz bir sonuçla oyunu 415’e yükseltti... 
KK’deki bu iniş, İnce’deki bu yükseliş hem gelecek günlere sarkacak eleştirilere uzandı, hem de bir gün sonra yapılacak PM seçiminde genel başkanın listesini muhalefetin delebileceğine işaret sayıldı. 
KK’nin bundan sonra, önüne gelenin mikrofunu kaptığı gibi parti kararlarını eleştirmesini engelleyeceğini, böylelerine yumruğunu masaya vuracağını vurgulamasını... 
...İnce, KK’nin parti içi muhalefeti engelleyemeyeceğini ve vurduğu yumruğun canını acıtacağını söyleyerek yanıtladı. 
Hele KK’nin neye dayanarak söylediği kestirilemeyen 2015’te kuşkulu iktidardayız vaadi gerçekleşmez ve bu seçimde CHP oylarında önemsenecek bir yükseliş olmazsa... 
...bu kurultay KK’nin gelecek kurultayda genel başkanlığa veda edebileceğini gösteren işaretleri içeren... 
....KK’nin her çevreden oy iddiasıyla sağ isimlere açılışını delegenin onaylamadığı ve partinin gerçek yörüngesinde sola açılan, sosyal demokrat bir parti olmanın özlemini çektiğini vurgulayan bir kurultay bu olağanüstü kurultay!
***
Yandaş yalaka medyanın dünkü manşetleri ve haberleri: Cumhurbaşbakan RTE’yi,Obama’yla görüşmeden sonra çok kez görüldüğü gibi göklere çıkarmadı. RTE’nin zafer kazandığını bu kez yinelemedi. 
Obama’yla görüşmede RTE zaten övünülecek sonuçlar elde etseydi; Galler’den ayrılmadan önce basına ya da özel uçağındaki özel seçtiği gazetecilere aldığı sonuçları ballandıra ballandıra anlatır ve dün yalaka olsun olmasın istisnasız medyamız bu açıklamaları manşetlerden duyururdu. 
Oysa Cumhurbaşbakan Galler’de basın toplantısı düzenlemedi. Uçağındaki gazetecilere özel bilgiler vermedi. Yurda döndü, havaalanında da hiç konuşmadı.
***
Çevreden alınan bilgiler, Obama’nın görüşmeden sonra basın toplantısındaki açıklamalar Cumhurbaşbakan’ın köşeye sıkıştığı izlenimi veriyor.
Zira Türkiye kaçamak yapması zor IŞİD tehlikesini yok etmek için uluslararası bir koalisyona katılması önerisiyle karşı karşıya. 
ABD Dışişleri Bakanı Terry, IŞİD’e karşı asker karaya ayak basmayacak diyor ama Türkiye için pek çok tehlikelerin kaynağı IŞİD’le savaşan peşmergelere koalisyon ülkelerinin yapacağı elbette silah yardımını Türkiye üzerinden göndermesi bile başlı başına bir sorun. 
RTE’nin IŞİD’e karşı yarın ola ki askeri müdahaleye dönüşecek koalisyona sıcak bakmadığını söyleyenler var ama Türkiye burnumuzun dibindeki tehlikeye bigâne kalabilir mi? 
Cumhurbaşkanı koalisyondaki yükümlülüklerin ne olacağını henüz bilmiyor. Bugün çekimser bir tavır takınıyorsa, şimdilik öne sürdüğü gerekçe IŞİD’in elindeki 49 rehinemizin hayatı. 
Ama bu gerekçe nereye kadar?
***
Cumhurbaşbakan ve buyruğundaki hükümet, uluslararası olası koalisyon üyesi ülkelerin, başta ABD’nin baskısına daha ne kadar dayanabilir? 
Çok değil kısa süre bekleyip medyamız yazmazsa Amerikan gazetelerindeki haber ve yorumlardan hem Obama görüşmesinin içyüzünü hem de koalisyonla ilgili görüşlerini ve gelişmeleri nasılsa öğreneceğiz!  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

1 Eylül 2014 Pazartesi

Davutoğlu’nun Sırrı-ÖZGÜR MUMCU

Bundan dört sene evvel Davutoğlu yeni bakan olmuş ve yıldızı parıl parıl parıldarken, Oxford’da Türk dış politikası hakkında üç gün süren uzun bir toplantı yapıldı. Toplantının kapanış konuşmasını Davutoğlu yaptı. O toplantıda ben de bir sunum yapmıştım. O sebeple kendisinin kitap ve makalelerini okumuştum. 
Fark ediliyordu ki “Stratejik Derinlik” üç ana noktaya dayanmaktaydı. Komşularla sıfır sorun, Türkiye’nin tarihi ve coğrafi derinliğinden faydalanma ve İslam medeniyetinin tarihin akışında önemli bir aktör olarak yeniden sahne alması. 
İlk iki noktanın geleneksel dış politikadan fazla ayrılmadığı açıktı. Özellikle tarihi ve coğrafi derinlikten faydalanma, dünya Soğuk Savaş parantezinden çıktıktan sonra yoğun bir şekilde başvurulan bir yöntemdi. 
Komşularla sıfır sorun için ise İsmail Cem dönemini hatırlamak kâfi. Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreau ile Filistin meselesini çözmek için kolları sıvadıkları hâlâ akıllarda. 
Yani aslında o konularda Davutoğlu pek yeni bir şey söylemiyordu. 
Asıl mesele İslam medeniyetinin uyanışıydı. Yeni Başbakan’ın o konuyu, dış politikayı şekillendirirken nasıl ele alacağı çok belirligin görünmüyordu. 
Bazı fena işaretler yok değildi. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında yakalama emri çıkardığı Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir’i hükümetimiz pek seviyordu. Hatta Erdoğan bir Sudan ziyaretinde “Müslüman soykırım yapmaz” diyerek kendisine sahip çıkmaktan çekinmemişti. 
Sunumumu “İslam medeniyetinin uyanışı” söyleminin uluslararası aktörlerin dini inançlarına göre bir çifte standart getirebileceği kaygısıyla bitirmiş ve bu durumun“medeniyetler çatışması”na inananları mutlu edeceğini söylemiştim. 
Davutoğlu’nun İslami vurgusunun dış politikaya damga vurması gecikmedi. “Arap Baharı” ile beklediği fırsatın ayağına geldiğini düşünmüş olsa gerek. Netice ortada. Libya’ya NATO girmesin dediler, sonra bunu hiç dememiş gibi davrandılar. Mısır’daMursi’nin yanlış yönlenmesinde belli ki payları var. Suriye meselesine girmeye bile gerek yok. 
Ne öngörüler tuttu ne tespitler. Sebep ise çatışan aktörler arasında her daim mezhebi kendinden olanı kayırarak Türkiye’ye yeni etki alanları açma hayali. 
Erdoğan boşuna “Müslüman soykırım yapmaz” demedi ya da IŞİD’in akıl almaz katliamlarına yok yere sessiz kalınmıyor. 
Bakın bugün “paralel” diye çarmıha germeye çalıştıkları eski dostlarının televizyonunda henüz 2001’de ne demişti Davutoğlu: 
“Modernitenin dini dışlayan bir ontoloji arayışı içindeki insanoğlu nihayet bedeninedönüyor (...) Modern ideolojilerde aşırı faşizan temayüllerin ortaya çıkışında bu seküler narsisizmin önemli bir yeri var. Kendi kendini aşırı beğenmeden kaynaklanan düşünceler, etnik kıyımları (....) beraberinde getiriyor.” 
Kendini aşırı beğenme demişken. Bir gün uluslararası bir kongrede Davutoğlu’na“Bunları nasıl bu kadar emin söyleyebiliyorsunuz” diye sorarlar. Cevabı şu olur: “En büyük beyinler, en bunalımlı dönemlerde çıkar.” Verdiği örnekler ise Rousseau, Hobbes, Hegel ve Kant
Peki, bu dış politika anlayışı iç politikada Başbakanlık’a nasıl yansıyacak? Bir örneğimiz var. Örnek Konya’nın Çeltik ilçesinden. Davutoğlu konuşuyor: 
“Afyon, Eskişehir, Ankara’ya komşusunuz, Konya’nın da bir parçasısınız. Türkiyede dünya coğrafyasında birçok bölgenin kesişme noktası. Dolayısıyla Çeltik’in kaderi ile Türkiye’nin kaderi bir anlamda birleşir. Bu çerçevede Çeltik’e özel önem veriyoruz.” 
İşin sırrı Konya’nın Çeltik ilçesinde yani.  

ÖZGÜR MUMCU
Cumhuriyet