1 Kasım 2014 Cumartesi

Cumhuriyet’in 91. Yılını ‘Söylev’le Anmak-Meriç Velidedeoğlu

Cumhuriyet’in 91. yılını “Ulusal Kanal” gün boyu süren özel bir yayınla kutladı; bu yayında yer alan programların birinde “Söylev”e (Nutuk) de yer verildi. 
“Atatürk’ün Dilinden Cumhuriyet’in Öyküsü” adlı bu programda usta TV yapımcısı ve ünlü spiker “Gülgün Feyman” ile birlikte, “Söylev”den yer yer okumalarla “19 Mayıs”tan başlayıp “29 Ekim 1923”e ulaştık.
Okudukça, bugün “AKP” iktidarındaki ülkemizin yaşadığı, yaşamakta olduğu olumsuzlukları ve özellikle yaratılan derin ayrışmayı, Atatürk’ün inanılmaz bir öngörüyle“87 yıl” önce görerek dile getirdiği uyarıları, önlemleri aktardıkça insan daha da bir üzüntü içinde kalıyor. 
“Sivas Kongresi”
(4.9.1919) sırasında yapılan konuşmalarda “kurtuluş” yolunun ancak “Amerikan Mandası” yani “Amerikan Güdümü” olduğunu yana yıkıla dile getirmelerine Atatürk’ün verdiği yanıt: “Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü, uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildir!” olur ki bu, Mandacılar’a okkalı bir tokattır... Peki onca yıl sonra, “Amerika tarafından kullanılması” açıkça yalvar yakar istenen ve bu “kullanılma”yı rahatça içine sindiren “R.T. Erdoğan”1919’un “Mandacılar”ından daha ileri gitmiş olmuyor mu? 
“Söylev”i okumayı sürdürürsek Atatürk’ün, “Sadrazam Ali Rıza Paşa’nın, 1920 yılı şubatında Osmanlı Mebusan Meclisi’nde açıkladığı hükümet programında yer alan‘Yerel Yönetimler Reformu’ndan” söz ettiği görülecektir. 

Bu düzenlemeye göre “Yerinden yönetime geniş ölçüde yer verildiğini, tüm devletişlerinin ‘Yerel Meclisler’le yürütüleceğini” açıklar Atatürk ve ardından “bu YerelMeclisler”in alacakları bir kararla “özerklik’ten vazgeçip ‘bağımsızlık’ ilan edebileceklerini” dile getirir. 
Atatürk, kuşkusuz çok haklıdır; çünkü bu “yerel yönetimler” aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin parçalanması, “Sevr Antlaşması”nda da aynen kullanılmıştır. 
Peki, Erdoğan’ın “2004”te büyük bir coşkuyla hazırlatıp Meclis’ten geçirdiği “Özel İdareler Yasası”nda “özerklik”ten öte, “bağımsız” niteliğe kolayca dönüşebilecek“yerel bir meclis” oluşturulması isteğinin Sadrazam Ali Rıza Paşa’nınkinden bir ayrımı var mı?
Erdoğan’ın bu atılımı hem PKK tarafından hem de Kürt kökenli yurttaşlarımızın bir bölümünce sevinçle karşılanmamış mıydı? 
Başta ABD’de olmak üzere “Alb. Peters”ın -bir bakıma- Sevr’e rahmet okutan “2. Sevr Haritası” dünya gündemine oturtulmadı mı? 
Öte yanda, “Söylev”i okurken, insanlığa çok yakışan “sevgi”nin “saygı”yla birleşmesinin en güzel örneklerinden birine de tanık oluruz. 
“Lozan Antlaşması” görüşmeleri, “1923 yılının temmuz ayı ortalarında anlaşmayla noktalanır; ancak Antlaşma’yı imzalaması için ‘İsmet Paşa’,Başbakan Rauf Beyden, günlerce olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamaz; büyük bir üzüntüye düşer; delegelik görevinin kendinden alınmasını ister.” Atatürk sorunu böyle ortaya koyduktan sonra da, çözümü İnönü’ye gönderdiği telgrafla başlatır; telgraf şöyledir: “Kazandığınız başarıyı, en sıcak ve en içten duygularla kutlamak için Antlaşma’nın imzalandığını bildirmenizi bekliyoruz kardeşim!”İsmet Paşa’nın yanıtıysa: “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı bir düşün. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerindenöperim. Kardeşim sayın önderim!” 
Kuşkusuz “iki sarhoş” diyerek bu ikiliyi kasteden Erdoğan’ın “yoldaş”ına bağlılığını milletin malı olan İstanbul’da, Boğaz’ın kıyısındaki “Huber Köşkü”nü “A. Gül”ailesine “tahsis etmekle” ortaya koyduğunu da bilmem ki sindirecek miyiz? 
Ama şunu da unutmasak diyorum; “Afganlı” bir tarikat lideri olan “Hikmetyar”ın dizlerinin dibinde oturarak yetişen birinden daha fazla bir şey beklememeyi... 
Yarın Beşiktaş’ta olalım; hem kumpasçılardan hesap sormak, hem de emekçi kardeşlerimizi anmak, ailelerinin acısını paylaşmak için.  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Politik Sıvılaşma ve Mizah-DOĞAN KUBAN

Türkiye’de her kavram; konturları belirsiz, sıvılaşmış bir toplumsal kargaşada yüzüyor. Kaygan ve ele avuca gelmiyor. Her tür hak ve özgürlük var ama alan ve veren belli değil. Şaşılacak bir dönüşümle, 1980’den bu yana, içeriksiz bir kültür ortamında toplum düşünsel dengesini yitirdi. Sınırları belirsiz bir otorite çukurunda, ayakta durmaya çalışıyor.


Gerçi ülkede 1946’dan bu yana çiviler çıkıyordu. İki Dünya Savaşı yeni ve değişik bir Anglosakson İmparatorluğu doğurdu ama Türkiye’nin yeniden şekillenemez, yeniden yoğrulamaz, yeniden bir biçim kazanamaz duruma dönüşeceğini ve çağdaş toplum amaçlarını dışlayacağını düşünememiştik. Türk toplumunun sayısal büyümesine paralel bir bilgi ve olgunluk dönemine ulaşacağından kuşku duymamıştık. Bu bizim gibi doğuştan Cumhuriyet kuşağının asil üyesi olan yaşlılar kuşağında, politik, dini, ulusalcı ideolojilerden çok farklı bir çağdaşlık, dünyaya yetişme ideolojisi, bir tür Kızıl Elma idi.
Bugünkü durumun çivisi çıkmış. Çünkü sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın geleceği hakkında bilimsel öngörüleri dinleyen politikacılar, sanayicileri dinleyen toplumlar, gazete okuyanlar, sokaklarda aç dolaşanlar, dünyayı idare ettiklerini sananlar da bir şey anlamıyorlar. Bozulmuş makineyi bir gün çalıştırdıkları zaman sevinen tamircilere benziyorlar. Bir gün sonrasını göremeyenlere de uzman deniyor. Türkiye’de de, dünyada da ‘böyle başa böyle tıraş’ deyimine uygun bir ortam var. Dünya bu kadar kırılgan durumlara 1918’de, 1945’te, Komünist Rusya çözüldüğü zaman da düşmüştü. Arap Baharı da bunun üzerine tüy dikti.
Plansız kentlere dolmuş, ömürlerini yollarda harcayan insanlar, kardan adam gibi yükselen, boş alanları, kesilen ormanları dolduran gökdelenler, eğitim yaftası altında içeriksiz masal öğretimi. Maçlar, reklamlar, tüketim, yolsuzluk ve cinayet güncel konular. Otomobiller Afrika’dan boşanmış çekirge sürüleri gibi hepimizi esir etmiş. Her dakika sizi soyacak bir tüketim etkinliği, dünyanın birileri için çalışan bir pazar olduğunu, telefonunuzu çaldırarak anımsatıyor. Bu, cahil ve geri kalmış toplumun görünümü. Toplumların, milyarlarca insanın içine düştüğü zavallılık, bu durumun sorumluları gibi görünenlerin gazetelere düşen zavallı serüvenlerinden binlerce kez daha önemli.
Gazeteler, televizyonlar, telefonlar, sirenler, motor sesleri, mitingler, birtakımı sakin, birtakımı gürültücü kalabalık. Herhalde eski çağlarda, hele top olmadığı zaman savaş bile böyle bir gulgule değildi. Bu hastalığın ne hastanesi var, ne de doktoru.
Toplum kendisi kaburgasız olduğu için tümel kaburgasızlığı ve kırılganlığı anlamıyor. Fakat yanlısı, yansızı, karşıtı koyu bir afyon sersemliğinde, anlaşılan hoş rüyalar bile görüyor.
İNSANLARIN HAYAL GİBİ DOLAŞTIĞI DÜNYA
1970’lere kadar (50 yıl öncesi) Türk insanının hiçbir şeyden haberi yoktu. Uyanmış genç insanların çabaları kalabalıklara ulaşmıyordu. İletişimin yoksulluğu bilgisizliktir. Bu uzun vadede okulları bilgi veren kurumlar olmaktan uzaklaştırdı. Bugün iş dünyasının ve politikacıların satın aldığı iletişim kurumları reklam levhası niteliğinde. Dünya, kişilerin çektikleri acılar dışında, bir gezici komedi sahnesi gibi çalışıyor. İnsanlar köle, robot, budala ve kaburgasız oldular. Bu, her olanağı geri tepmiş, her şeyi illüzyona çevirmiş, bitmiş bir dünyadır. İnsanlar ortada hayaller gibi dolaşıyorlar. Gülen de çok. Umutsuzluktan neredeyse göbek atacaklar.
‘Ne olacak halimiz?’ dendiği zaman gülmeye başlıyorum. Ortalık bu kadar kaburgasız sözle dolunca insan ciddi düşünmesini beceremiyor. İşi, Evliya Çelebi gibi, lubaiyat’a yani güldürüye vuruyorum. Güldürü insanı çakırkeyif yapıyor. Can sıkıntısına iyi geliyor.
Eminönü meydanında gazeteci ve bir AKP’li konuşuyorlar:
Gazeteci- Bu tapelerde başbakan ve oğulları arasında geçen olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP’li- Çalıyor olabilir ama çalışıyor.
Dilimizi öğreniyoruz. Türkçe de ÇALmak , ÇAL-ışmak aynı kökten geliyormuş. Halkımızın açıklaması uyarıcı. Bu bir göçer yorumu. İki tür çalmak var: İş yapmadan ÇALmak, iş yaparak ÇALmak. İkisi de ÇALışma gerektiriyor. Örneğin ÇApul için komşu kabilenin ÇAdırlarını bastınız. Kadın, çocuk, hayvan, eşya ne varsa götürdünüz. Bu ÇApul yaparak yani ÇAba göstererek ÇALmak oluyor. Ama geçerken tezgâhtan bir şey yürüttünüz. Bu düz ÇALma. Rüşvet de düz ÇALma. Bu yerleşik dönem etkinliği.
Eh, bugün de yerleşik bir yaşamımız var. Oysa göçer yerleştikten sonra, örgütlenip bir beylik kurduğu zaman yaşam zorlaşmıştı. Çalışmak gerekiyordu. Uzun yüzyıllar düşündükten sonra çaresini buldular. Ülkenin yarısı hassa mülkü oldu. Çalışanlar da Müslüman olan dönmeler. Türk dili uzmanlarından özür dilerim.
ÇALIYOR AMA ÇALIŞIYOR
Bunlar kuşkusuz şaka. Fakat yaşamımı ve özellikle Türk geçmişini düşününce bu etimoloji (İştikak) hikâyesi hoşuma gitti. Şoför ‘çalıyor’ ama ‘çalışıyor’ dedi. Bende ona ‘sende çalışkan bir adamsın!’ dedim, hoşuna gitti. ‘Ne kadar çalıyorsun?’ diye sordum. Arabayı durdurdu, küfretti. O zaman anladım. İdare edilen fakir, fukara için çalmak kötü şey. Fakat idare eden için uygun.
Osmanlı padişahlarını düşününce ayıldım. Onlar da haklıydı. Haraç ve çapul gelirinin hatırı sayılır bir yüzdesi sultanın. Devlet-i Seniyye’nin bekası için. Çalışan esir de parayı ona getirecek. Padişah haklı. Harem’de 200 kadın, sarayda 5000 kişi çalışıyor, aşağıdakiler çalışıyor. Çalışıyorum, çalıyorum. Çalışıyorum demek ki çalıyorum. Türklerin çok çalışması gerekiyor. Bütün bu felsefeye kılıf giydirmek gerek.
Bunları düşünerek ‘Eski dünya bitti’ demek iki anlam taşıyor: adaleti, özgürlüğü, öğretimi yeniden tanımlayın! Ya ilerisi için, ya geriye dönmek için. Geriye dönmek daha kolay. Onu bildiklerini sananlar geriye dönmek istiyorlar. Ne var ki geriye otomobile binerek dönülmüyor.
YALAN VE YANLIŞ: DİL İLE YAŞAMIN ORGANİK BAĞI
Bu eğri büğrü ortamda şaşırıp etrafa bakarken Türk dili beni bir kez daha aydınlattı. YAlan ve YAnlış sözcükleri de ‘YA’ ile başlıyor. Bunu yorumlarsak yalan söylemek istemedi, yanlışlık yaptı anlamına geliyor. Böylece Türk dili ile yaşam arasındaki organik ilişkinin Türk ulusunun namusunu temize çıkaracak bir gerçeği aydınlattığını görüyorsunuz.
Bunun son açıklaması sayın birinden geldi: ‘günah özgürlüğü’ de dinimizde var’ demiş.
Bu tarihi ve dinsel yorumları temel alırsanız, Türk ve Müslüman olarak istediğiniz kadar çalabilir ve yalan söyleyebilirsiniz.
Yalnız bir sorun var:
Türkiye’nin dışında Türk ve Müslüman olmayan yedi milyar insan yaşıyor. Bizim gibi düşünmeyebilirler.
Bu da Yalan olabilir mi?

DOĞAN KUBAN
Cumhuriyet

19 Ekim 2014 Pazar

‘Erdoğan Badireye Gidiyor’-NİLGÜN CERRAHOĞLU

İngiliz, Fransız, Alman basınında dün Erdoğan ve Erdoğan Türkiyesi’ni eleştiren ağır yazılar vardı… 

Le Monde’un, “Erdoğan ve Nöropsikiyatri/ Erdoğan et le neouropsychiatre” başlığını taşıyan yarım sayfaya yakın yorumu, Türk cumhurbaşkanının “güç sarhoşluğunu” patoloji boyutunda irdeliyordu… 
Daily Telegraph, fiilen Erdoğan’ın “IŞİD’le aynı safta yer aldığını” belirtiyordu. 
Almanya’nın etkili fikir gazetelerinden Frankfurter Allgemeine ise Türkiye’nin BM üyeliğine seçilememesini; “Türk dış politikasının iflası” diye nitelendiriyor; Erdoğan’ın “sorumluluktan uzak dış politikasının” Türkiye’yi bu noktaya taşıdığını vurguluyor, “Cumhurbaşkanı, ülkeyi, dış dünyadan izole bir konuma getirdiğini hâlâ kabul etmiyor” değerlendirmesini yapıyordu. 
Avrupa yayın organlarında bu eleştiri bombardımanı patlak verirken ben de Çizme’de tanınmış Akdeniz-Ortadoğu uzmanlarından Stefano Silvestri ile konuşuyordum…
‘Tek başınıza tanzim edemezsiniz’ 
Çizme’nin en önemli düşünce kuruluşlarından IAI-Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü yıllarca yöneten, savunma bakanı yardımcılığı, başbakanlık danışmanlığında bulunan, “askeri strateji” konularında uzmanlığı ile tanınan Silvestri; Erdoğan’ın Ortadoğu politikalarının kısaca ağır bir “badireyle” sonuçlanabileceğini söylüyor. 
Bunun “nedenlerini” sorduğumda; “Çünkü” diyor: “Türkiye, tek başına Ortadoğu’yu tanzim edemez. Ankara ile rekabet eden İran ve Suudi Arabistan var. ABD, Rusya gerçekleri var. Erdoğan bir başına ‘çözüm’ dikte edemez. Dayatmasında başarılı olamadığı için zaten bugün sıkışmış durumda...

‘RTE IŞİD’in müttefiki gibi’ 
“Nasıl?” dediğimde Silvestri “sıkışmışlığı”; “Ankara’nın yalnızlığını; ‘IŞİD müttefiki görüntüsüne girmeye’ dek vardırdığını” söyleyerek açıyor ve bunun haliyle “ideal pozisyon olmadığını” belirterek ekliyor: 
Esad baş düşman, Bağdat düşman; İsrail, Mısır’da büyükelçiniz yok. ABD ile restleşiliyor. Bu durumda de-facto biricik müttefik IŞİD olmuyor mu?
‘Yolunu yitiren dış politika’ 
“ ‘IŞİD’e yardım’ iddialarını cumhurbaşkanının ‘ispatla’ yanıtıyla karşıladığını” söylediğimde; “Öncelik, IŞİD yerine Esad’ı tepelemek olduğunda, Ankara fiili biçimde IŞİD’den yana saf almış oluyor” diyor Silvestri: 
Esad çöktüğünde, IŞİD güçleniyor. Ötesi var mı? Türk dış politikasının en hafif deyimle yolunu kaybettiği düşünülebilir. Dış politikanız ne Amerikalılar, ne Rus, ne Çinlilerle örtüşüyor. Nereye varacağı belli olmayan, ne istediğini açık etmeyen bir ulusal politika var ortada…” 
Neo-Osmanlılığın ne olduğu açık değil mi?” 
Öyle ama neo-Osmanlılık şimdiye dek kültürel… sunulageldi. Bu kültürel boyutunötesinde bunun Osmanlı’nın eski nüfuz alanını ele geçirmek olarak tebarüz ettiğini görüyoruz şimdi. Putin’in Rus imparatorluğunun nüfuz alanını ele geçirmek istemesi gibi, Ankara da Osmanlı nüfuz alanını sanki (fiziken) yeniden tesis etmek istiyor. Ancak bunu; iç, dış tepkiler yüzünden açıkça söylemek istemiyor. Kartlarını tam açmıyor. Erdoğan’ın politikasına bu yüzden belirsizlik hâkim.
‘Obama İran’la anlaşırsa…’ 
Erdoğan Washington için vazgeçilmez olduğunu düşünüyor olamaz mı” sorumu ise tanınmış uzman şöyle yanıtlıyor: 
Obama zayıf ve ne yapmak istediğini bilemiyor. Ancak Erdoğan, Obama’nın bu zayıflığından gücünü artırmak için yararlanabileceğini düşünüyorsa yanılıyor. ABDBaşkanı bu fırsatı ona vermez çünkü başka öncelikleri var. Mısır ve Suudi Arabistan’la ilgilenmek, İran’la anlaşma kotarmak durumunda. Obama, Tahran’la anlaşırsa Türkiye önemini kaybeder. Çok bıçak sırtı yerde Türkiye. Komşularla, AB, NATO, ABD ile hep ‘değerli yalnızlık’ restleşmesine girmiş; kendisini yalıtmış halde. Yalıtılmışlık arttıkça bu ‘bıçak sırtı konum’ da derinleşir…
‘Bölgesel güçten probleme’ 
Erdoğan bunca yalıtılmışlıkta neye güveniyor?” 
Sandık gücüne ve Türkiye’nin bölgesel güç olduğu iddiasına… Ama ne ki bölgesel güç olmak için bölge ülkeleriyle farklı ilişkiler içinde olmak; bölgede siyaset belirleyen ve bölge ülkelerinin tercihlerinde referans alınan bir güç olmak gerekir. Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, İsrail gibi ülkelerde referans görülen bir ülke değil Türkiye. Riyad ve Tahran’la… bölgesel güç iddiası üzerinde açık yarış var.Bölgesel gücün ayrıca bölge barışı tesisinde rol oynaması lazım. Türkiye bu rolü oynamıyor. Bölgesel güç olma ötesinde bir probleme dönüşüyor.
‘Hatayı anladılar ama… 
Problemi T.C. kodlarıyla oynayarak Batı yaratmadı mı? Sorun ‘laik Türkiye modelinden’, ‘ılımlı İslam modeli’ çıkarmaktan kaynaklanmadı mı?” 
AB’nin sorumluluğu çok büyük. ‘Batı yanlısı İslamcı model’ herkesin işine gelmişti. Bugünü göremediler. Şimdi hatayı herkes fark etti ama Ankara ile açıkça kavgaya tutuşmamak için kimse yüzlemiyor.” 
Silvestri ile Ortadoğu’nun Sykes-Picot ile tetiklenen harita tartışmalarını da konuştuk… O da yarına.  

Nilgün Cerrahoğlu
Cumhuriyet

‘Tesettür’den ‘Tesettür’e-Meriç Velidedeoğlu

Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarında yönetimin aldığı kimi kararlara karşı, ülkede kıpırdanışlar başladığında “Halife Sultan” hemen “kadın kulları”na döner, onlar için -duruma göreya ileri ya da geri bir adım atarak konuyu değiştirirdi.
Bu tutumun en gözde örneklerinden biridir “III. Selim”in askere pantolon giydirip başına da bere kondurarak oluşturduğu “yeni ordu” öfke uyandırınca, Sultan “nisa taifesi”ne yönelir, hemen bir “ferman” çıkarır; “kadınların renkli feracelerle hadden ziyade açık yakalı elbiselerle, çarşı pazar dolaşmalarını” yasaklar.
Ardından gelen “II. Mahmut”, yenilikçi yönü ağır basan bir sultan olmasına karşın,“III. Selim”in kadınlar için koyduğu “giyim-kuşam” yasağını kaldırmasa da bu konuyla bağlantılı ilginç bir “ferman” çıkarır; “bundan böyle hamamlarda gayrimüslim kadınlar da Müslüman kadınlar gibi nalın giyebilecekler”dir; öyle ki bunun bile sultanın “sarığını” çıkarıp “fes” giymesinin yarattığı kızgınlığın sönmesinde payı olduğu söylenir.
“Abdülmecid”in de “1839 Tanzimat Fermanı”yla yarattığı sarsılmayı, yaptırdığı“nüfus sayımı”nda, “kadınlar”ın sayılmasına “da” izin vererek hafiflettiği ileri sürülür.
“19. yy”ın ikinci yarısındaysa artık “basın” da, kadınların “ikinci sınıf insan” olarak görülmesine kabulüne -yer yer olsa da- başkaldırır, kuşkusuz “Tesettür’ü Nisvan”a da.
Ayrıca kadınlarda yazmaya başlarlar; sorunlarını kendilerinin çıkarttıkları bir gazetede ortaya koyarlar, “tesettür” yine ilk sıralardadır; “namus ve terbiyenin gereği, kadınların yalnızca evde oturup dışarıya çıkmaması, çıktıklarında da sıkıca örtünmesi değildir!” diyerek, bu görüşte olanlara yanıt verirler; “1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi”yle de görüşlerini “eylem”e dönüştürürler.
Büyük kentlerde kadınlar “peçeler”i kaldırırlar, yeldirmelerinin (çarşafın insaflısı) iki kanadını da arkaya atarak görünmeye başlayınca, yönetim dayanamaz; İstanbul Muhafızı “Cemal Paşa”, 1911’de, “kadınların ortalarda çarşı pazarlarda dolaşmasına sınırlar getirip yasaklar”; böylece III. Selim’in yüz yıl önceki fermanı sürdürülür.
Bu da yetmez; “Şeyhülislam Dairesi’nin -dolaysiyle ‘ulema’nın- kadınlar için dince makbul bir giyiniş kararlaştırması” istenir. (Erdoğan’ın ulemaya başvurulması isteği gibi...)
Dahası “Musa Kazım” gibi sayılı din adamları, peçe ve çarşafı “tabiatın zorunluluğu” olarak görüp “tesettür”e arka çıkarlar. (Bu desteğin, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün, Hayrünnisa Gül’ün tesettürüne yazdığı güzellemeye erişemediğini anımsayalım...)
M. Kazım’ın bu “tesettür” desteğine, yine bir din adamı olan “Mustafa Sabri”:“İslamlıkta kadın erkekten aşağıdır ve bu İslamlığın en yüksek kurallarından biridir!”diyerek katılır.
Dönemin kimi yazar ve düşünürü bu görüşü destekleyip korurken, “1908”in getirdiği özgürlük ortamından yararlanan birçok aydın ve yazar da öyleyse “din kurumu” da ele alınmalı, bu “alanda da çağdaşlaşmanın gerekliliği ortaya konulmalı” görüşünde birleşirler; “dinde reform” konusunu geniş ölçüde tartışmaya açarlar.

Bu tartışmalara katılanlardan biri de “Ziya Gökalp”ti (1876-1924); “reform”la ilgili görüşlerini ortaya koyarken şöyle yazar: “Türk İslam toplum hayatının birçok müesseseleri gibi din müessesesi de çağdaş uygarlıkla uyuşamaz bir anomoli olmuştur; din, hukuk, ahlak değerleri ‘şeriat’ adı altında tek bir sistem içinde görülüyor. Şeriat denen kurallar sistemi yalnız inanç ve ibadet işlerini değil, ekonomiden aile hayatına kadar bütün toplumsal ilişkileri kapsar sayılıyor. Gerçekteyse şeriatın kapsadığı şeylerin çoğu, bu sonuncu alan yani ‘toplumsal ilişkiler’ alanıdır, bunlara dinsel meşruluk kazandırılmıştır. (...) Dinsel meşruluk kazanan bu örfler (kurallar) ait oldukları ‘toplum biçimi’ yaşadığı sürece varlıklarını sürdürmüşlerdir. (...) Kuran’ın kimi dogmaları, onlarla ilgili örflerin (kuralların) kaybolması yüzünden uygulanamaz olmuştur. ‘Kısas, riba’ hakkındaki Kuran yargıları bunun örneklerindendir. Şu halde mutlak ve değişmez bir ‘hukuk’ sayılan ‘şeriat’ın tarihsel ‘evrimi’ni belirleyen toplumsal âdet ve geleneklerin dinamizmidir.”
Gökalp’in, yüz yıl önceki bu görüşleri günümüzde toplumsal yaşamın kurallarını belirleyen bir düzenlemede yer alabilir mi? Hayır! Prof. Dr. M.E. Bozkurt’un “1926”yılında hazırladığı “Türk Medeni Kanunu”nun gerekçesinde yer verdiği benzer“yorumlar”, bu kanunun “Ocak 2002”de yürürlüğe giren yeni biçiminde yer alan“gerekçe”den çıkarılmıştır...
Değerli dostlar, “31 Ekim”e dek izin istiyorum; ama “Beşiktaş”taki buluşmalarda sizlerle birlikte olacağım, yarın olduğu gibi.
Kaynak: * Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma
* Mufassal Osmanlı Tarihi (Cilt 6)
* Tarih ve Toplum (7.7.1984)  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

18 Ekim 2014 Cumartesi

Bu ÇYDD Hiç Durmuyor!-EMRE KONGAR

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Türkiye’ye, rahmetli Prof. Türkan Saylan’ın armağanıdır... 

Bu dernek, pek çok yetenekli kızımızın hayatını kurtarmış, onları yetersiz ekonomik ve toplumsal koşulların içinden çekip çıkarmış, ülkemize ve insanlığa hizmet eden değerli bireyler haline gelmelerinde büyük bir rol oynamıştır.
***
Çağdaş yaşam koşullarını, temel hak ve özgürlükleri, çağdaş eğitimi bir tehdit olarak görenler, Türkiye’nin geleceğine eğitim yoluyla ipotek koymak isteyenler ÇYDD’nin bu olağanüstü başarılarından çekindiler, korktular... 
Sadece bilim alanında değil, eğitim alanında ve sosyal etkinliklerde de bir öncü olanTürkan Saylan’a, bu eğitim etkinlikleri dolayısıyla çok zulüm yaptılar... 
Sonunda hastalığı, bu çektikleriyle birleşti ve onu aramızdan alıp götürdü.
Ama derneğin yapısı sağlam kurulmuştu... 
Türkiye, uygar bir ülke olmak yolunda kararlı adımlar atan yeni kuşaklar yetiştirmişti... 
Dernek, Saylan’ın ölümünden sonra da son derece kararlı, yetenekli yöneticilerin elinde, Prof. Aysel Çelikel’in başkanlığında, genç kızlarımızın yaşamlarına dokunmaya, onları uygar dünya ile bütünleştirmeye ve Türkiye’ye hizmet etmeye devam etti.
***
Derneğin üzerinde türlü baskı var... 
Birçok etkinlikleri ve kaynakları kısıtlandı... 
Örneğin, bir cenazeye gittiğinizde bütün vakıf ve derneklere doğrudan çelenk bağışı yapabiliyorsunuz; ÇYDD hariç... 
Ona bağış yapabilmeniz için, bir banka şubesine gitmeniz ve oradan havale yaptırmanız gerekiyor.
***
Ama bu dernek bıkmıyor, usanmıyor, durmadan uygar bir toplum, çağdaş biryaşam için bilimsel bir eğitim mücadelesini sürdürüyor... 
Bugün de Ankara Şubesi, yine çok önemli bir etkinliğin altına imza atıyor: 
Bilim ve Ütopya Kooperatifi (BİLKOOP), Dil Derneği, Toplumsal Dayanışma Gönüllüleri Derneği (TODAG), Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD), Ulusal Eğitim Derneği ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesi ile birlikte Türkiye Barolar Birliği salonunda dinleyicilere de açık bir çalıştay düzenlemişler: 

“Okuryazarlık ‘Okuryazarlık’ mıdır?” başlıklı çalıştayda ülkemizdeki okuryazarlığı ve eğitim sisteminin sorunlarını tartışmaya açıyorlar. 
Okuryazarlığın “Özgür birey için... Yurttaşlık bilinci için... Demokratik toplum için...”alt başlığıyla sorgulanacağı çalıştayda eğitim sistemimizdeki sorunlara gerçekçi, uygulanabilir çözümlerin önerilmesini hedefliyorlar. 
Eğitim tarihimizin de irdeleneceği bu toplantıda çok değerli konuşmacılar var, ayrıca önemli tartışmalar yapılacak... 
Saat 9.30’da başlayacak toplantı akşama kadar sürecek... 
“Ülkemizin demokrasi sorunlarının çözümüne nasıl katkıda bulunabilirim”diye soranlar için bir fırsat!  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

13 Ekim 2014 Pazartesi

“İD”in açılımı: İslam Devleti-MEHMET BOZKURT /SOL

Çiçek Abbas filminin (Sinan Çetin,1982) bir sahnesi var ki aklımda kazılıdır. Çiçek Abbas ile Şakir’in laf yarıştırdıkları o ünlü sahne…Hatırladığım kadarıyla şöyle: Çiçek Abbas (İlyas Salman), Şakir’in (Şener Şen) dolmuşunda muavinlik yaparken borç harç sahip olduğu külüstür minibüsle aynı hatta dolmuşçuluğa başlar. İşler yolunda,ağzı kulaklarındadır. Düne kadar patronu olan Şakir’e özenerek edindiği çapraz yürüyüş, tespih, mont, çizme,yan yatmış kasket, kahveye girer ve: “herkese benden çay” diyerek kahveciye seslenir. Köşede bir masada oturmakta olan Şakir, bu “laubalilik” karşısında şaşkın ve öfkeli, “ben istemem” deyince; ne yapsın Abbas, döner kahveciye “Şakir’e çay vermeyin” der. Şakir, daha düne kadar saat başı azarladığı Abbas’ın “abi” eksiz ismini hem de “r” lere basarak kullanmasına daha beter öfkelenir. Ayağa kalkar: “bana Şakir diyemezsin lan!” diye höykürür… Ne desin Abbas. İlyas’ça bakar: “Ya ne diyem… Mahmut mu diyem?
Açık ismi İslâm Devleti, kısaltılmış hali İD olmasına rağmen; neden hâla açık hâli Irak Şam İslâm Devleti, kısaltılmış hâli IŞİD olarak yazılıp çiziliyor anlamış değilim. Adamlar bütün dünyaya ilan etmişler ismimiz İslâm Devleti’dir diye, biz bir IŞİD tutturmuş gidiyoruz. Kaldı ki geçenlerde kısasına, yani IŞİD’a değil ama, uzununa yani IŞİD’in açılımına önce Diyanet Başkanlığı’ndan, ardından hükümet kanadı ve farklı birçok kesimden itirazlar geldi. Diyanet’in açıklaması tam olarak şöyleydi:“ Hassaten bu tür oluşumların isimlerini telaffuz ederken,sizden istirhamım kısaltın. Kısaltılmış isimleri kullanın ama, uzun isimleri kullanmayın. Çünkü uzun isminde İslâm gibi çok mübarek, çok mukaddes bir kelime var.”
Öte yandan Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Kuruçay Avrupa basının kullandığı ve İslam Devleti anlamına gelen Islamic State kavramının kısaltması ”IS”ın kullanılmasını “bu bir algı operasyonudur kullanmayın” diyerek, her ne kadar dışarının haberi olmadıysa da , içeriyi, Türk sosyal medyasını twitter’liyerek uyarıp azarladı.
Şamil, bildiniz, Antep mebusu Tayyar; o ayrı bir âlem, ağzına bakılırsa, henüz yapmadı ama, PKK ve IŞID’ı, pek yakında “paralel yapı ” ya bağladı bağlayacak gibi görülüyor. Ramak kaldı. Bağladığında bulacağı kısaltmayı şimdiden merak ediyorum doğrusu.
Kısaltmalar iyi de açılımlarına ne desek?
Mahmut!
“Mahmut” hiç fena durmuyor, üstelik İslam hassasiyetini de arkalıyor ama; bu durumda, bilemiyorum, “İD” ya da “IŞİD” ya da “IS”yazıp açılımını da “Mahmut” olarak paranteze almamız hâlinde izahı zor bir duruma sebebiyet vermiş olmaz mıyız?
Oluruz. Peki, en doğrusu kendilerinin kendilerine taktıkları ismi kısaltmaya tevessül etmeden, açık ve net bir şekilde kullanmak değil mi a benim gözünü sevdiklerim! Bunu ismi de İslâm Devleti değil mi?
Hem ne güzel, ismiyle de müsemma!
Yani anlam ve davranış örtüşmesi… Yani yapıp eyleyenin isminin yaptığıyla,yaptıklarıyla,yapacaklarıyla olan harikulâde uyumu…Tam burada minik bir “derkenar” düşmek istiyorum. Hassasiyetten değil, yanlış anlaşılmasın, sahiden öyle düşündüğüm için, Müslümanlık ve İslamiyet’in aynı kaynaklardan besleniyor olmasına karşın ikisinin bir ve aynı olmadığını düşünenlerdenim. Sözüm, inancını kendi bildiğince yaşayan Müslümanlara değil, kendi dışındakileri kendileri gibi yaşamaya zorlayan ve buna uygun bir dünya düzeni kurmaya çalışanlaradır. “Derkenar” bu kadarcık. Şimdi devam ediyorum: İslam Devleti, ismiyle müsemmadır. Yaptıkları isimleriyle pek güzel örtüşmektedir. Yaptıkları, ellerinin altındaki 1400 yıllık değişmez,değiştirilemez olarak kabul ettikleri “Yol Haritası”na göre de münasiptir:
“Tanrı ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde fesatlık çıkaranların cezası; boğazlanarak öldürmek ya da asılmak ya da el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyadaki rezilliktir. Ahretteyse daha büyük azap hazırlanmıştır”
“Yol Haritası”nda yazılı olan hükümlerin zaman, mekân, ve dönemsel şartlara göre değişebileceği düşüncesini savunanlar az da olsa yok değildir. Ama onlar “tarihselci”,aynı anlama gelmek üzere Fazlur Rahman ekolünün savunucusu olarak mahkûm edilen “fasıklar”dır. Bu dünya ne ki, öte tarafta, pek tabi cehennemde onlar için de azap vardır.
Bu “Yol Haritası”nı herkes kendi meşrebine göre okur. Ve İslamcılar için evrenseldir; kuralları, hükümleri dünya durduğu sürece geçerlidir.
Ancak şu var; kelle kesmeleri felsefelerine aykırı düşmemekle birlikte kestikleri kellerle ayak topu oynamaları sportif açıdan anlaşılması güç bir davranıştır. Buna son vermeleri gerekir diye düşünüyorum.
Sonuç olarak kendilerinin kendilerine taktıkları ismin açılımı “Mahmut” olarak paranteze alınmayacaksa gayet yerindedir: İD, yani İslam Devleti!

MEHMET BOZKURT
SOL

Ortadoğu’da Ortaçağı Yaşarken…- ERDAL ATABEK

Türkiye, Ortadoğu ülkesi olmayı, ortaçağı yaşamayı seçti. 
Bu durum bir seçimdir. Siz seçtiniz, farkında mısınız? 
On iki yıl tek başına iktidar olan siyasal anlayış, ülkenin rotasını değiştirdi, yolunu kendi hedefleri yönünde değiştirdi. Bunu yapabilmek için de toplumsal yapıyı, toplumsal güç merkezlerini kendi kararı doğrultusunda yeniden yapılandırdı. 
Bugün yaşananlar bu seçimin sonuçlarıdır. Bu seçimin daha yaşanacak başka sonuçları da olacaktır. 
Ortadoğu, yerel kültürlerin bölgesidir. 
Yerel kültürler, din kökenli, etnik kökenli, gelenek kökenli kültürlerdir. Musevilik, Hıristiyanlık, İslam dinleri, çeşitli mezhepleri, Araplar, Türkler, Kürtler başta olmak üzere Yahudiler, Ermeniler bu bölgede kendi kültürleriyle yaşarlar. Evrensel kültür ise Avrupa merkezli kültür olarak “aydınlanma ilkeleri” olarak bilinen kültürdür. 
Ortaçağ kültürü, dogmaların kültürüdür. Dinler, gelenekler, törelerden gelen dogmaların toplum yaşamınaegemen olduğu kültürdür. Özellikleri, sorgulamayan, tartışılmayan, kesin kabule dayalı inanç kültürü olmasıdır. Bu dogmalara inanmayan ya da inanmadığı öne sürülen kişilere, kurumlara en ağır cezaların verildiği bir çağdır ortaçağ. Engizisyon mahkemeleri, aforoz cezaları, diri diri yakmalar, en ağır işkencelerle öldürmeler bu çağda yaşanmıştır. Günümüzün ortaçağı elbette böyle yaşanamaz. 
Evrensel kültür ise dogmaları kabul etmeyen, özgür insan aklına dayanan, özgür insan iradesine dayanan kararlarla yaşayan yeni bir toplum yapılanmasıdır. Bu yapıda her şey sorgulanır, her şey tartışılır, eğitim din temelli değil, bilim temellidir. Toplumda kuvvetler ayrımı vardır. Yasama, yargılama, yürütme ayrıdır ve birbirini denetler. İnsan özgürlükleri, yaşama hakkı, kendi düşüncelerini sözlü ve yazılı ifade hakkı kutsal sayılır. İnsan hakları devletin ve toplumun güvencesi altındadır. 
Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından 1923 yılında “evrensel kültür ilkeleri”ne göre kuruldu. Bu doğrultuda hukuk, eğitim, yasama, toplum yaşamının temel yapıları bu ilkelere göre düzenlendi. Çocuklar, gençler eğitim kurumlarında laik eğitimle eğitildiler, bilim temelli özgür insan aklının ve iradesinin egemenliğini öğrendiler. Köyden başlayan kalkınma hamleleri yapıldı. Halkevleri, halkın kültür ocakları oldu. Okuma yazma, kitaplar, tiyatro gibi kültür çalışmaları yaygınlaştı. Köy Enstitüleri kuruldu. Toprak reformu ile toprakların ağaların elinden köylülere devri planlandı. 
Bugün, 2014 yılında bunların hiçbirisinin kalmadığını görüyoruz. Laiklik ne yazık ki dinsizlik sayılarak ağızlara bile alınamıyor. Oysa toplumları din ve mezhep kavgalarından kurtaracak can simididir laiklik. Bakın Ortadoğu’ya. Bakın Irak’a. Bakın Suriye’ye. Bakın Mısır’a. Kim İslamı temsil ediyor. IŞİD, “İslam biziz” diyor, kendi dışındakileri kâfir diye kesiyor. El Nusra’ya göre İslam onlardır. El Kaide, Müslüman Kardeşler her biri İslamı kendilerinin temsil ettiğini söylüyor. Kim Müslüman? Hangisi İslamı temsil ediyor? Burada da kalmaz. Arkadan, “Sen ne kadar dindarsın?”sorgusu gelir. İşte din kavgaları budur, mezhep kavgaları budur. 
Ve Ortadoğu’nun ortaçağı gelir sizin kapınıza dayanır. 
Sizin de seçip başınıza iktidar yaptığınız siyaset kesimi, Sünni İslamı önce kendi ülkesinde, sonra çevresinde egemen kılmak için her türlü yola başvurunca geleceğiniz nokta budur. Bu noktada da kalamazsınız. Olaylar sizi sürükler. Savaşa da girersiniz, ülkeniz de bölünür, kardeş kardeşe düşman da olur.
 Artık iradeniz sizin elinizden çıkmıştır. İradeniz ipotek altına alınmıştır, aklınıza da kimsenin ihtiyacı kalmamıştır.
 Eğer bir şey yapacaksanız, 90 yılı gözden geçirmeniz gerekir.
 Osmanlı neden yıkıldı, bilmeniz gerekir.

 Türkiye Cumhuriyeti nereden nereye geldi. Düşünmeniz gerekir.
 Bugün yaşananlara “Bunlar neden bizim başımıza geliyor?” diye sormak aymazlığın ta kendisidir. Hiçbir şey birdenbire olmaz. Yavaş yavaş gelişir. Adım adım ilerler. Görenler, bilenler söyleseler de bakarkörler aldırmazlar. Aranızda bunlar, görüyor olmalısınız. Bugün yaşananlar (ve daha yaşanacaklar) yıllardan beri gelişen tutumların sonuçlarıdır. 
Einstein ne demiştir: “Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayıp da sonuçlarına şaşmak ahmaklığın işaretidir.”
 Bizim durumumuz bu. 
Eğer bir şey yapacaksanız, Osmanlı’yı bileceksiniz. Balkanlar’ın nasıl kaybedildiğini anlayacaksınız. Kafkasya’da olup bitenleri öğreneceksiniz. Cumhuriyetin başına gelenleri göreceksiniz. Sonra da ne yapacağınıza karar vereceksiniz. 
Elbette gücünüz varsa, ki fark ederseniz var. 
Elbette niyetiniz varsa, ki o belli değil.

ERDAL TABEK
Cumhuriyet

Müjdat Gezen Okulları…- AHMET CEMAL

Hayır, bu adam hiç uslanmayacak! 

Ankara, İzmir ve Bursa’da açtığı üç sanat okulunun kapatılışından sonra, dersini almış olarak köşesine çekilip oturacak yerde, İstanbul’daki Müjdat 
Gezen Sanat Merkezleri’nin üçüncüsünü açmış. Bu kez Bakırköy’de. Hem de yine elindekini avucundakini ortaya koyarak. Banka kredisi alıp “orantısız borç” altına girerek - yani, örneğin devlet desteği ile arsa ve arazi yağmuruna tutulan bir vakfın desteği ile falan değil. 
Müjdat Gezen’den söz ediyorum. Yılların akışı içerisinde devleşmiş bir sanatçıdan. Ama o, biraz, hatta epey farklı bir sanatçı. Sanatındaki başarılarının güneşinde şöyle:“Ben neymişim be!” diyerek uzanıp yatmayı bir an bile düşünmemiş. On yıllardır çabalarını sanatta olduğu kadar eğitimde de odaklaştırmış. Aydınlanma ve aydınlatma, neredeyse en büyük tutkusu olmuş. 
Hele şimdi, imam hatip okulları hegemonyasının bütün eğitim sistemi üzerine karabasan gibi çöktüğü, artık dış siyaseti bile tarikatların yörüngesine oturtulmuş bir ülkede aydınlanmaya ve aydınlatma çabalarına gönül vermek, gerçekten “yürek” ister!
Müjdat Gezen’in bir okul daha açtığını okuyunca, aklıma hemen Muhsin Ertuğrulgeldi. Rahmetli Beklan Algan Hoca’dan dinlemiştik. “Öbür gün öleceğinizi bilseydiniz, ne yapardınız?” diye sormuşlar. Muhsin Ertuğrul şu karşılığı vermiş:“Hemen yarın bir tiyatro daha açardım!” 
Bir ömre sonsuzluğu sığdırabilmenin tanımı herhalde böyle bir şey olmalı. Ya da tek bir günü sonsuzluk kadar uzatabilmenin yolunun tanımı. Yine Angelopoulos’un ölümsüz eseri “Sonsuzluk ve Bir Gün”ü hatırlıyorum.Ölümcül hastalığından dolayı hastaneye yatmadan bir gün önce geçmiş hayatında bir gezintiye çıkan adam, yolda yıllar önce yitirdiği genç ve güzel karısı Anna’ya rastlar ve onunla bir kumsalda dans eder. Dans biter bitmez koşarak yanından uzaklaşan karısının arkasından, “Bir daha ne zaman görüşeceğiz?” diye seslenir. Ondan, “Yarın!” cevabını alınca, bir soru daha ekler: “Peki yarın, ne kadar?” 
Karşılık, beş yüz yıl öncesinden, Shakespeare’den gelir: “Sonsuzluk ve bir gün kadar!” 
Yani: İnsanoğlu isterse, tek bir günü, diyelim yarın’ı sonsuzluğa kadar uzatabilir - ya da tam tersine, yarınların hepsini bugün’de de tüketebilir. Aynı gerçeği Goethe de dile getirmemiş miydi: “Ey insanoğlu, sen çok büyüksün, çünkü istersen eğer, doğum ile ölüm arasına sonsuzluğu sığdırabilirsin!” 
Müjdat Gezen, işte böylelerindenbiri. Üstelik tek bir hayata iki sonsuzluğu birden, yani hem sanatın hem de aydınlatmanın sonsuzluğunu sığdırabilmiş ender ölümlülerden! 
Müjdat Gezen’lerimiz var oldukça hep çoğalacağımızı, aydınlanacağımızı ve karanlığın bizim iklimlerimizde hiçbir zaman kazanamayacağını bilmek, güzel şey!

AHMET CEMAL
Cumhuriyet

7 Ekim 2014 Salı

Yeni Bir Cephe: Tüketime Hayır!- IŞIL ÖZGENTÜRK

Hemen herkes globalleşen (vahşi kapitalizmin kucağına düşen) dünyamızın sonunu pek hayırlı görmüyor. Gerçekten de tablo hiç iç açıcı değil. Hele hele açlık sınırının altında yaşamaya çalışanlarla zenginler arasındaki uçurum öylesine derinleşti ki, çok yakın bir gelecekte, sadece açlıktan binlerce insanın ölmesi bekleniyor. Şimdi bir çalışma yapalım, gözünüzü üst üste altı kez kırpın: Evet şu anda bir çocuk açlıktan öldü. Durum bu dünyanın dengesi yoksullar aleyhine öylesine bozuldu ki, yakında zavallı dünyamız yana doğru eğilecek. O zaman sen sağ ben selamet. Bugünlerde beni bir düşüncedir sardı, dünyayı kendi amaçları (kâr) doğrultusunda yöneten 400 uluslararası şirket neden etkilenir, diye? 
Bildiğiniz gibi dünyada herhangi bir ülke “Kendi madenlerimi ben kendim işlerim” ya da “Ben köylüler için toprak reformu yapıyorum” dediğinde, özellikle silah, ilaç ve gıda sektöründe at koşturan bu şirketler, hemen dünyanın süper gücü olarak takdim edilen maşaları ABD’yi harekete geçirirler. Böylece o ülkeler saldırıya uğrar ya da başkanları alenen öldürülür. Bu arada bazı ülkeler de “demokrasi getiriyoruz” diyerek işgal edilir. 
Bu uluslararası şirketler halkların tek tipleşmesini isterler. Ne demek bu? Bütün dünya halklarının aynı markaları giyip, aynı müziklerle dans edip aynı yemekleri yemesi demek! Bu şirketler asla farklılıkları sevmezler. İnsanlar onlar için sayılardan ibarettir. Şimdi böyle vahşi bir güçle nasıl başedilir? Ve aklıma ilk gelen pasif direniş yolları. Tüketimi azaltmak! Çünkü bunlar sadece bundan anlarlar. Mal satamadıklarında işleri biter. Şimdi çok saf şeyler aklıma geliyor, altı yaşında bir çocuğun aklına gelebilecek şeyler. Kendimi tutuyorum, çocukça tamam ama işe yarayabilir. Sonunda utanmayı bırakıp bunları sizlerle paylaşmaya karar verdim: 
Başlayalım: Bir çocuğun ya da yetişkinin yaşam kalitesini düşürmeden yaşaması için belirlenen temel gıdaları baz olarak alalım. Bunlar belli; karbonhidratlar, protein ve sebzeler. Peki marketleri dolduran abur cuburların insanoğlunun beslenmesindeki yeri ne? Süt dururken neden kola? 
Sorunun yanıtı çok açık, temel gıdalarımızı alarak pekâlâ idare edebiliriz. 350 çeşit peynire gerek yok. Yıllardır taktığım bazı olaylar var; bir turşu cenneti olan ülkemizde vitrinlerde boy gösteren ithal turşular, bir de kedi köpek mamaları. Benim zamanımda yani eskilerde köpeklerin ve kedilerin böyle lüksleri yoktu, herkes evinde kendi olanaklarıyla kedi ve köpeğini doyururdu. Beni geri kafalı bulacaksınız ama Türkiye gibi dört kişiden birinin açlık sınırında yaşadığı bu ülkede ithal köpek ve kedi mamasına giden paranın çok büyük bir miktar olduğunu size hatırlatmak isterim.
 
Tüketime hayır demenin “yiyecekiçecek” başlıklı en zor aşamasını geçtik. Gelelim, giyinmeye. Giyinmek, hele de güzel ve çekici olmak, insanın karnını doyurduktan sonra aklına gelen ikinci lüks ama bu alanda işin ucunun kaçması için öyle tuzaklar var ki, akla ziyan. Geçenlerde kalabalık bir grupta birisi şöyle bir soru sordu:“Bayanlar söylesin bakalım, kaç çift ayakkabıları var?” Kimseden ses çıkmadı ama biliyorum, bir çift ayakkabı daha fazla almak için sinemaya gitmeyenler, kitap, CD almayanlar az değil. Bunu genişletebilirsiniz. Yeni evlenecekleri düşünün, yemek odası takımı, yatak odası takımı vs. derken çok güzel başlayabilecek bir birlikteliğe, paranın can sıkıcı gölgesinin düşmesini hiç önemsemiyorlar. Çünkü birileri hiç durmadan beyin yıkıyor: Tüket, tüket, tüket! 
Şimdi siz benim bu pasif direniş önerilerimi çok çocukça bulabilirsiniz, haklısınız ama ne yapalım, elimizde şimdilik kendi hayatımızı düzgün yaşamaya çalışmaktan başka bir mücadele silahı yok, öylesine kuşatıldık. Ayrıca biliyorsunuz dünyayı devletler değil, uluslararası 400 şirket yönetiyor, savaşımız onlarla, bu durumda her gün yeni bir cephe açmak gerekiyor. Savaşmak sadece Güneydoğu’ya geçip IŞİD saldırılarını durdurmaya çalışmak değil, o da başımızın üstüne, ama her gün almak istediğimiz bir eşyayı, bir gereksiz yiyeceği almadan da savaşabiliriz. Bu arada pek çok yerde kâğıtların har vurup harman savrulduğunu görüyorum. Hemen aklıma ufacık kâğıtların bile her karesini kullanan ve bu eylemi kutsallaştıran Aziz Nesin geliyor, canım acıyor; lütfen kâğıtlarınızı geri dönüşüm kutularına atın, ağaç dediğiniz bir günde büyümüyor. Buradan başlayın. Bir ilavem daha var, etkinlik davetiyeleri. Bir de hiç kimsenin okumadığı sendika raporları… Bunların bazıları öylesine lüks oluyor ki, harcanan parayla pekâlâ daha iyi işler yapılabilir. Bütün bunları yaparsak ne olur? Bize bir şey olmaz, başka yerlerde borsalarda oynamalar olur ve globalleşmenin tek faydası kendini gösterir. Nedir o? Bu da şöyle ifade ediliyor: “Bugün bir yerde bir kelebek kanat çırpsa, başka bir yerde deprem olur.”  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet