6 Eylül 2016 Salı

Ortadoğu’da yeni dengeler-ŞÜKRAN SONER

Antalya zirvesi öncesi, içinden, sonrasından yapılmış değerlendirmeleri anımsıyor musunuz? Uzman görüşleriyle bakılmış falların, liderlerin ilan ettikleri sonuçların ne kadarı gerçekleşti, doğru çıktı? Nerelerden büyük çuvallamalar yaşandı?..
 
Milyarlarca dünyalının aradan geçen süreç içinde, Çin’deki zirveye gelene kadar katlanan boyutlarda ağır bedeller ödedikleri ortada... Antalya zirvesine ülkemiz kamuoyunda bağlanan umutları hele bir anımsamaya çalışalım... Çin zirvesine kadar başımıza gelenlerin canımızı en ağır boyutları ile yakan yaşadıklarımızı sıralamak bu köşeye sığmayacağı için en vahimleriyle aklımızdan geçirmeye çalışalım... Çin zirvesi odaklı bizi en çok ilgilendiren kamuoyumuza ulaşmakta olan müjdeli haberlere; Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Çin-Rusya-Almanya- ABD liderleriyle yapılan ikili görüşmelerin, liderlerin ağızlarından doğrudan yapılan açıklamalardaki resmi bilgilendirmelerin, uzman oldukları varsayılanların değerlendirmelerinin satır aralarından çıkartılabilecek umutlu gelecek yorumlarını toplayalım...

***
Enseyi karartmak insanın yaşama sarılmasına, doğasına aykırı kuşkusuz, ama liderlerin çoğunlukla yan yana dururken ya da ayrı ayrı söylemlerini ölçü almak da, gerçekçi olmamak, iki ayağı üzerinde durmamak, sonrasında öngörülemeyen ağır düş kırıklıkları anlamına geliyor... AntalyaÇin zirveleri arasında neler umup neler yaşadıklarımızdan en azından dersler çıkaramazsak, iki ayağımızın üzerine yere sağlam basmak, dik durmak şöyle dursun, kendimizi aptal yerine koymak, olmaz mı?.. 


Dünya liderleri, siyasi sözcüleri, toplumsal yorumcuların tümü nerdeyse, Cemaatin yarım kalan darbe sürecinde tanıklık ettiğimiz gerçeklikler, 15 Temmuz öncesi ülkemizde gelinmiş nokta üzerinden, hem habersiz, hem sorumlu, hem de suçlu olmadıkları üzerinden yemin billah ediyorlar. Söylemlere bakılırsa dünyanın gelişmiş, sorumlu, etkili ülkelerinin hem siyasal hem de ekonomik aktörleri, emperyal güç odakları... Örneğin Suriye’de 500 bin insanın ölümünden de asla sorumlu değiller... İç savaşlar bataklığına çekilmiş, daha da çekilmeye zorlanan bölge halkları, barış içinde birlikte yaşamanın insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasiler içindeki ilkelerini algılamada aptal kafalarımızı taşlara vurup akıllanmayı beceremezsek... 
Emperyal çıkarlar adına oynanan kirli oyunların tuzaklarının şaşmaz, bizleri her tür alt kimlik, ırklar, inançlar, mezhepler, aşiretler üzerinden kırdırma formülleriyle gözlerimizin kan görmesini durduramazsak... Geriye kalan insandan yana kötünün en iyisi formül, yol gidişinde, emperyal güç, çıkar dengelerinin, düzenin kendi krizleri, kaosu üzerinden, yeni dengelerin üretilmesi zorunluluklarından çıkabilecek umut kırıntıları ancak olabilir...
 
Yeni dünya düzeni sömürü çarklarının işleyişinde evrensel, ülkesel hukuk düzeni çarklarının ayaklar altına alınmasından; insanlık vicdanının bir elli yıl öncesi kadar bile kanamadığı ortada... Çocuklarını yaşatabilmek için yollara düşen göçmenlerin, çocuklarının yaşadıkları insanlık dramlarının en acıtıcı fotoğraf karelerinin bile, siyasal erklerin insanlık dışı kararları için ancak birkaç günlük caydırıcı etkileri oluyor. Ortadoğu’da en insanlık dışı cinayetlerden sorumlu terör örgütüleri, diktatörlükler ya da süper güç devletlerin kirli çıkar savaşları adına maşa yapılan taşeron güçlerin cinayet vahşetlerinde... Dur, durak, barış umudu, kaosun, bataklığın kendisi, birbirlerine güçlerinin, dişlerinin yetmemesi noktası mı olacak?

Şükran Soner/Cumhuriyet

3 Eylül 2016 Cumartesi

Bir anlık duraklama - Sultan Abdülhamid Hastanesi üzerine / Necati Çıtak

Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişahın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Padişah cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini, padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü. Tüm planlarını 1 dakika 42 saniye üzerine yapmıştı.
1905 yılının Temmuz ayıydı. Padişah Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına 1 dakika 42 saniyede binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi onun yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti. Padişah ile Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyuldu. Jorris ve ekibi tarafından planlanan ve 26 kişinin öldüğü bombalı suikastten kıl payı kurtulan padişahın adı II. Abdülhamid idi.
BİR ANLIK DURAKLAMA
Ermeni militanların bu eylemi yurtdışındaki Jön Türklerce coşkuyla karşılanır. Öyle ki büyük şair Tevfik Fikret eylemin başarısız olmasına çok üzülür ve bu olay üzerine "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiiri yazar. Şiirin bir bölümü şöyledir;
"Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! 
Attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, 
Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç, 
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş 
Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş."
BİRİNCİ MEŞRUTİYET
Tevfik Fikret ve diğer burjuva devrimci Jön Türk'lerin Abdülhamid'i sevmemelerinin nedeni 1897'deki tutuklama ve sürgünlere dayanmaktadır. Bunu ayrıntılandırmadan önce biraz daha geriye 1876 ile 1897 arasına gidelim.
Sultan Abdulaziz’in 1876’da askeri darbe ile tahttan indirilmesi sonrası tahta V. Murat geçer. Ancak tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilir. Bu olaylara tanık olan II. Abdülhamid 1876'da padişah ilan edilip Eyüp'te kılıç kuşanır. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa'yı sadrazam yapar.
Tahta geçmeden Mithat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca iki ay sonra ilk Osmanlı Anayasası olarak kabul edilen Kanun-ı Esasî'yi ilan eder. Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk Meclis 19 Mart 1877'de açılır. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başlar. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan Anayasa ile yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınır ama egemenliğin esas kaynağı yine padişahtır. Egemenliğin sahibi Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisini" kullanır ve daha meclis toplanmadan Mithat Paşa'yı sürgüne yollar. Ne de olsa egemenlik onundur. İstediği sadrazamı değiştirebilir.  
Çok değil 43 gün sonra Meclis'i de tatil eder. Durumdan rahatsız olan Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı, V. Murat'ı Padişah, Mithat Paşa'yı sadrazam başbakan yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi ve beraberindekileri tahrik eder. Ali Suavi ile birkaç yüz kişi Çırağan Sarayı’nı basarlar. Bu girişim sırasında Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından başına aldığı sopa darbesi nedeniyle Ali Suavi ölür. Tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbe 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanır. Bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'in hafiye denilen gizli teşkilatını kurmasına sebep olur.
JURNALCİLİK
Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurulmuştur. Adı Yıldız İstihbarat Teşkilatı’dır. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamid'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemektir. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmaz, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluştururlar. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece her türlü hareketin önünün önceden kesilmiş olduğu düşünülüyordur. Ancak bu zamanla öyle bir hal alır ki artık herkes darbeci ya da padişah karşıtı gösterilir hale gelmiştir. Jurnalcilik bir meslek halini almış ve despotizm kol gezmektedir. Abdülhamid artık herkesten kuşkulanmaktadır.
Jön Türkler'in tek ortak siyasi görüşü, padişahlık yönetiminin altında bir de Meclisin bulunarak yönetime katılmasıydı. Ayrıca karşı oldukları diğer durumlar Abdülhamid yönetiminin istibdat (uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotluk, despotizm) ve yukarıda belirttiğim baskı ve şiddet düzeniydi.  Yönetime ortak bir Meclis kurulursa bu durumun düzeleceğini iddia ediyorlardı.
İlk satırlarda belirttiğim 1897 yılı ise dönüm noktası olur. İstanbul’un ve Anadolu’nun Ermeni ve Kürt ayaklanmaları ile sarsıldığı bir dönemde kendisini devirmeyi düşünen Jön Türk hareketinin güçlü bir muhalefete dönüşmesini tehlikeli bulan II. Abdülhamid karşı atağa geçer. Gizli örgüt üyesi olmakla suçlanan yüzlerce talebe ve genç subay, doktor, memur tutuklanır ve bir kısmı Trablusgarp’a ve Fizan'a sürgün edilir. Bu yüzdendir ki Jön Türk’ler Abdülhamid’e daha da kinlenirler. Tevfik Fikret’in de Abdülhamid’in ölmemesinden dolayı üzülmesinin sebeplerinden biri budur.
İKİNCİ MEŞRUTİYET
Jön Türklerden oluşan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin subaylar üzerinde etkisinin yıllar geçtikçe artması ve artan baskılar sonrasında Abdülhamid 1908 yılında II. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalır.
Ancak hem Meşrutiyet’in kazanımlarına hem de ileri görüşlere karşı artan huzursuzluk ve gericilik sonrasında 31 Mart ayaklanması patlak verir. Bu ayaklanma şu an Gezi Parkının olduğu yerdeki Taksim Kışlası’ndan çıkan askerlerce yapılan gerici bir ayaklanmadır. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu İstanbul’a gelerek ayaklanmayı bastırır. Sonrasında Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini kararlaştırır. Abdülhamid 3 yıl ev hapsi cezası alır ve sonrasında ölür.
Görüldüğü gibi tarih bazı değişikliklerle tekerrür edebiliyor. Tarihin tekrarlarını görünce aklıma Marks'ın tarihsel materyalizmi ve 1851 yılında yazdığı Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i adlı yapıtının açılış yazısı gelir;
"Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak."

Necati Çıtak/SOL

2 Eylül 2016 Cuma

Yanar döner bir sağcı: Yeni İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kimdir?- SOL

AKP'yi yolsuzlukla, padişahlıkla suçlayan bir siyasi geçmişi olan Süleyman Soylu, Tansu Çiller'in gözdeliğinden Erdoğancılığa terfi ettiği bir süreç yaşıyor. "Zıkkımın kökünü göstereceğiz" dediği hükümetin kabinesinde yer alan Süleyman Soylu'nun her iki bakanlığı da ülkede kritik uğrakların yaşandığı dönemlere denk geliyor: 12 Eylül referandumu ve 15 Temmuz sonrası...


“Başbakan kendisini padişah olarak görmek istiyor”, “At üzerinde duramayan ülkeyi de yönetemez”, “Bu hükümete zıkkımın kökünü göstereceğiz”... Demokrat Partili olduğu dönemde AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a karşı bu sözleriyle hatırlanan Süleyman Soylu dün İçişleri Bakanlığı’na terfi ettirildi.
12 Eylül referandumu sürecinde AKP’ye geçişiyle birlikte Erdoğan’a itaatkarlığını sunan, karşılığında milletvekilliği ve kabineden yer verilerek ödüllendirilen Soylu, tipik bir merkez sağ karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle çığırtkan, içi boş açıklamalarıyla sığ ve şişirilmiş bir profil olduğu anlaşılan Soylu’nun İçişleri Bakanlığı’na varan siyasi serüvenine, sağ ideolojinin kirli ilişkilerini özetlemesi açısından göz atmakta fayda var.
MERKEZ SAĞ VE SERMAYE İLİŞKİSİ
Süleyman Soylu’nun merkez sağla yolunun nasıl kesiştiğine ilişkin bir inceleme yapıldığında elbette sermaye ilişkileri karşımıza çıkıyor. 1990’lı yıllarda İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda varlık gösteren Soylu, 1995 yılında kendi şirketini kuruyor. Aynı yıllarda Doğru Yol Partisi’nin Gaziosmanpaşa ilçe başkanı olan Soylu, 4 yıl sonra İstanbul İl Başkanlığı görevine getiriliyor.
O yıllarda Tansu Çiller’in gözdesi olarak anılan Soylu, 2002’de milletvekili adaylığını ilan ediyor. Ancak AKP’nin yükselişe geçtiği dönemde DYP’den elbette milletvekili seçilemeyen Soylu, partinin ANAP’la birleşerek Demokrat Parti ismini almasıyla yeni görevine hazırlanmaya başlıyor. 2007 seçimleri sonrası Mehmet Ağar’ın istifasıyla Demokrat Parti genel başkanlığına getiriliyor.
Genel başkanlığı görevinde 2009 yerel seçimleri için “Yüzde 5,4'ün altında kalırsak çekilirim" şeklinde ilk popülist çıkışını yapıyor Soylu. Seçimlerde yüzde 4’ün altında oy alınca “Ben bildiğiniz siyasetçilerden değilim” diyerek istifa edeceğini duyuruyor. Ancak bu kararından bir süre sonra vazgeçiyor ve parti kongresinde aday olacağını duyuruyor. Ancak kendi talebiyle yapılan kongreye aday olmaktan da son anda vazgeçiyor, Hüseyin Cindoruk genel başkanlığa getiriliyor. Soylu bu dönemde AKP’yle yakınlaşmaya başlıyor.
12 EYLÜL REFERANDUMU VE BAKANLIK
Seçim döneminde TÜİK’e “Tayyibi üzmeyen istatistikler kurumu”, AKP hükümetine “yolsuzluk çukurunun içinde”, Erdoğan’a “rantın babasını getirdi” diyen Soylu her ne oluyorsa 12 Eylül referandumunda “evet” kampanyası için çalışmalar yürütüyor. Soylu, il il gezerek yürüttüğü “evet” kampanyası nedeniyle DP’den ihraç edilirken AKP’nin de gözüne girmeyi başarıyor. 2012’de düzenlenen resmi törenle AKP’ye katılıyor, MKYK’da göreve getiriliyor.
AKP’de Ar-Ge'den Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevi yürütürken 2015’te Trabzon’dan milletvekili seçiliyor. Daha sonra da kabinede yer verilerek Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı oluyor. Böylece 12 Eylül referandumunda üstlendiği pozisyondan "kazançlı" olarak çıkıyor.
DİSK GENEL KURULU’NDA PROTESTO
Soylu, bakan olduğu dönem ilk protestoyla DİSK Genel Kurulu’nda karşılaşıyor. Kurula katılan Soylu, “Hırsız, Katil Erdoğan” sloganları ve ıslıklar eşliğinde salondan çıkmak zorunda kalıyor, yaptığı ilk açıklama ise  “Şahsıma söylense elbette ki ben bunu kabul ederim ama ülkemizin cumhurbaşkanına, 'katil ve hırsız' diye slogan atılmasını benim kabul etmem mümkün değildir" oluyor.
15 TEMMUZ VE BAKANLIK
“Padişah olmak istiyor” diye eleştirdiği Erdoğan’ı “Türkiye'nin ilelebet ebedi başkanı” diye öven Soylu, AKP’li olduğu dönemde de çelişen açıklamalar yaptı. 2013’te Ergenekon davasını “Türkiye hukuka dayalı fabrika ayarlarına dönüyor” diye savunan Soylu, darbe girişimi sonrası davaya “kumpas” nitelemesi yapan AKP’liler arasında...
En son 15 Temmuz darbe girişimi gecesi TRT Genel Müdürlüğü önüne verdiği fotoğrafla “Sokağa çıkan tek bakan” olarak duyurulan ve böylece bir kez daha Erdoğan’ın gözüne giren Soylu şimdilerde İçişleri Bakanı yapılarak yine karşılığını almış görünüyor.
 
Aziz Nesin'in bilinen "Zübük" karakteri de bir kez daha akıllara geliyor.

SOL

‘Seç seç al!’ - Meriç Velidedeoğlu

Söylemeye gerek yok, ama bir kez daha paylaşalım, tüm dünyanın savrulduğu,“yer yer” de “kaos” denecek boyutta kavrulduğu bir “Küreselleşme” süreci yaşıyoruz; özellikle de “yer yer” dediğimiz bölgelerde bu durum, emperyalizmin temsilcisi devletlerce (ABD), buraların ülkelerine daha da acımasızca yaşatılıyor. 

Bu bağlamda yıllardır, ülkemizin de içinde bulunduğu “Ortadoğu” bölgesi hemen hemen tümüyle, aynı durumdaki “Güney Amerika”nın, son dönemde dünya gündemine iyice oturan “Kolombiya” ve “Bolivya” can pazarına dönüştürülmüş durumda.
 
“ABD”nin, Güney Amerika ülkelerini istediği gibi yönlendirmek için kullandığı“araç”ın, ekonomi (emek) ve sosyal yaşamla bağlantısı olduğu bilinir. 
Dahası buralarda, Kolombiya’da olduğu gibi, “terör”ün, kimi terör örgütünün (FARC) amacının ve aracının da bu doğrultuda olduğu açıkça ortadadır. 

“Ortadoğu”da ise, “ABD” ile dümen suyundaki çoğunlukla “AB” bağlantılı“Batı”ülkelerinin sömürü dayanağı, “maşası”ysa “din”dir; mezhepler dışında neredeyse1001 yorumla“İslam” dinidir. 

Bir mezhebin müminleri, bir yorumun inananları, öbürlerine düşman edilir; kimi zaman kıyasıya dövüştürülür, savaştırılıp kullanılır. 

Günümüzün bu “yorum” bağlamında özellikle ülkemizde çokça öne çıkanlar, “seç seç al” denecek gibi türler: “Siyasal İslam”, “Ilımlı İslam”“Radikal İslam”“Köktenci İslam” ve ötekiler; yakın komşularımız Suriye, Irak ve İran’dakiler... 

Kuşkusuz dünyanın öte bölgelerinde de, Pakistan’da, Afganistan’da da öne çıkarılıp gündeme oturtulanlar var, “Haşhaşiler”“Hizbullah”“Hizbi İslam” ve Afrika’daki “Boko Haram” gibi; Atlantik ötesi “ABD”de ise, “İmam Fethullah”ı terörle yoğrulmuş “FETÖ İslamı” gibi... 
Yine bir ayraç açıp araya girersek, bu terör örgütlerinden “Hizbi İslam”ın, bizim için ayrı bir yeri (!) olduğunu da anımsayalım; bugün “Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, gençliğini, “Hizbi İslam”ın kurucusu“Gulbeddin Hikmetyar”ın dizlerinin dibinde oturup yıllarca ondan “feyz” alarak yetiştiğinin, yetiştirildiğinin payını unutmayalım; özellikle yaşadıklarımızı, yaşamakta olduklarımızı değerlendirirken.


Ayracı kapatıp konumuzu sürdürürsek, sözü edilen örgütlerin, bunların yaptıklarının“İslam”la hiçbir ilişkisi olmadığını söylemenin haklı olarakkolaycılığa kaçmak olduğu ortaya kondu; çünkü“FETÖ İslamı” yıllar boyunca “Diyanet”in gözdesi olmuş ki, kurum kadrolarını binlerle “FETÖ”cü kişilere özgülemiş... Ve şimdi yana yıkıla “af”dilemekteler; hem “Allah”tan, hem de halktan... 

Değerli dostlar, şu durumumuza bir bakalım; “siyaset” kurumunun başındaki“Cumhurbaşkanı”nın, yıllar yılı aziz dostu“FETÖ”nün başındaki “İmam Fethullah”... 
Ülkemizin “din” kurumu “Diyanet”in, üst personeli, çalışanları “FETÖ İslamı”nın müminleri; “İmam Fethullah”ın kankaları, adamları... 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, “Diyanet”in Başkanı Görmez’i, Allah, “affeder mi etmez mi” kuşkusuz bilinemez; peki bunları halk affeder mi? Etmeli mi? Ya da “hesap” mı sormalı? 
Bu son soruya, “Affetmenin sözü bile edilemez, elbette hesap sormalıyız!” diyecek olanlar bile, “şimdi sırası mı?” diye umarım çıkışmazlar...

Öte yanda, bilmem ayrımına vardık mı, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un, geçen hafta TV’de oturaklı bir sesle açıkça vurguladığı, “Müslüman Türk Devleti” söylemini? 
“Kurtulmuş” kurnazca“Laik” nitemi yerine “Müslüman”ı geçirme kararlılığını gösteren bir duruş sergileyiverdi, açıkça “Teokratik Devlet” tanımına giriş bilinci içinde... Üstelik “rejim”i vurgulayan “Cumhuriyet”i de dışarı da bırakarak... 

Dört dörtlük, tam bir “teokratik devlet” olan “Vatikan Devleti”ne bir kardeş mi geliyor? Ne dersiniz?

 Meriç Velidedeoğlu/Cumhuriyet

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Sadat AŞ’de revizyon-ÇİĞDEM TOKER

Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, geçenlerde Saray’a başdanışman olarak atandı malum. Tanrıverdi, kurulduğu 2012’den bu yana Sadat AŞ’nin yönetim kurulu başkanlığını yürütüyordu. 
Daha önce ilgilenenler anımsar; Sadat, gayrinizami harp kursu sattığını; daha önemlisi şirketin sunduğu hizmetlerin Türk mevzuatı çerçevesinde tam karşılığı bulunmadığını kendi internet sitesinden ilan etmiş bir şirket. 
Yönetim ve danışman kadrosunda, ASDER kurucusu eski TSK mensuplarının yanı sıra, öğretim üyeleri, gazeteciler yer alıyor. 
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Tanrıverdi’yle ilgili tasarrufu, şirketin görev dağılımında değişikliğe yol açmış. Bu değişimlerin izini, Ticaret Sicili gazetesinde görünce paylaşalım istedik. 
26 Ağustos 2016 tarihli kayda göre Sadat yönetimi, 15 Ağustos’ta şu isimlerle toplanıyor: Adnan Tanrıverdi, Mehmet Zelka, Mehmet Naci Efe, Haluk Yıldırım, Ali Kamil Melih Tanrıverdi. 

Yönetim kurulu, bu toplantıda Adnan Tanrıverdi’nin istifasını kabul ediyor. Başkanlığa Ali Kamil Melih Tanrıverdi’yi, başkan yardımcılığına da Prof. Mehmet Zelka’yı getiriyor. Yönetim kurulu üyeleri ise Mehmet Naci Efe, Haluk Yıldırım ve Adnan Tanrıverdi olarak belirleniyor.
Sütlü tatlılar ve özel harp 
Son karardan anlaşılıyor ki, Adnan Tanrıverdi’nin Sadat ile bağı kopmamış. Cumhurbaşkanı başdanışmanı, başkan değilse bile şirkette yönetim kurulu üyesi olarak söz sahibi olmayı sürdürüyor. 
Peki, şirketin yeni yönetim kurulu başkanı Ali Kamil Melih Tanrıverdi ile selefi Tanrıverdi arasında bir akrabalık bağı var mı? 
Bu konuyu bir soru işareti olarak kayda geçirip diğer bir ilgi çekici ayrıntıdan söz edelim: Yeni başkan Ali Kamil Melih Tanrıverdi’nin adı “Trileçe Dünyası” diye bir şirkette de geçiyor. 
Trileçe özellikle son iki yıldır ülkemizde de popülaritesi artan sütlü, hafif bir tatlı malum. Eğer iki şirketin patronu aynı Ali Kamil Melih Tanrıverdi’yse, özel harp teknikleri ile sütlü tatlılar arasındaki bağlantıya hep birlikte kafa yorabiliriz. Ya da hiç kafa yormayız, “sermaye böyle bir şey” der geçeriz. Tercih sizin.
Ekol Grup Güvenlik 
Diğer yandan, Sadat Yönetim Kurulu üyeliğine getirilen Mehmet Naci Efe’nin, Sadat dışında, Ekol Grup Güvenlik adlı şirketin yönetim kurulu başkanı olduğunu not düşelim. Şirketi tanıtan videolarda, Efe’nin akademisyen ve SAT komandosu olduğu, özel birliklerde görev yaptığı bilgileri aktarılıyor. 2 milyon TL sermayeli özel güvenlik şirketinin portföyünde Bakırköy Adliyesi, Üsküdar Üniversitesi gibi kurumlar var. Dr. Efe şirketin internet sitesinde profesyonel orduyla ilgili bir de makale paylaşmış. 
Saray’da başdanışmanlık, gayrinizami harp, sütlü tatlı, özel güvenlik derken, Erdoğan’ın bir tasarrufunun, domino taşı misali yaptığı değişimleri izlemenin öğretici olduğunu teslim edelim.
----- 
Not: Yarınki yargı yılı açılış töreni için CHP ile Türkiye Barolar Birliği’ne yapılan davet, davet nezaketini aşıp psikolojik baskıya dönüşme aşamasında. Milli bütçeye maliyet rakamları halktan kaçırılan Saray’ın, kozmetik bir Külliye’ye evrilmesine meşruiyet kazandırmak, bu ısrarın amaçlarından sadece biridir.

Çiğdem Toker/Cumhuriyet

29 Ağustos 2016 Pazartesi

" Hâkimiyet milletindir' desem, inanır mısınız?- İZZETTİN ÖNDER/SOL

15 Temmuz girişiminden sonra çelişen görüntülere tanık olmaktayız. İktidar, “İlahi lütuf” olarak gördüğü ve topluma gösterdiği, organize(!) kalkış ertesi politikasını, OHAL kalkanı altında fevkalade sinsi ve o derece de yanlış olarak iki ray üzerinde sürdürmektedir. İktidar, olağan dönemde toplumsal tepki ile karşılaşabilecek düzenlemeleri baskı altında kotarırken, kısmen sıkışmışlık, kısmen de uygulamayı kolaylaştırmak ve siyasi alan kaybına uğramamak için baskı ve şiddet uygulamalarını perdeleyici manevralar üretmektedir. Bir yandan başta Varlık Fonu olmak üzere, sermayeye tanınan ayrıcalıklar ve emekçi hakları gasp edilirken, diğer yandan da, dinci tabanına nasıl anlatacağı kuşkulu olan, “hâkimiyet milletindir” aldatmacası yanında, şirinlik göstergesi olarak, her fırsatta vurgulanan birlik ve beraberlik mesajları vitrine yerleştirilmektedir. Çelişkili gibi görünen bu süreçte hiçbir çelişki yoktur. AKP politikasının özünde bir değişiklik olmayıp, emperyalizme monte edilmiş ekonomi olağan rayında ilerle(til)mektedir. Bu koşullar altında, “hâkimiyet milletindir” desem, gerçekten inanır mısınız? Biraz daha ileri giderek şunu da sormak istiyorum: Parlamentodaki “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinin gölgesinde 14 yıldır yaşadıklarımız ortada iken, niçin 15 Temmuz sonrasında, ani bir değişiklikle, hem ulusal birlik diye bir ilke ucundan hatırlandı, hem de hâkimiyetin millette olduğu dillendirilmeye başlandı ki, acaba? Kim hâkimiyet hakkından feragat etti ki, ortaya saçılanı millet sahiplendi?
Diktatör yöneticilerin en tipik yöntemi, ana amaçlarından ve yöntemlerinden kesinlikle taviz vermeden, görece tali alanlarda bu katılığı perdeleyecek uygulamalara yönelmek ya da ifadelere başvurmaktır. Böylece, perdeleyici zırhlar ya da aldatıcı yönlendirmelerle –ki, zamanımızda, bunlara algı operasyonu denmektedir- amaçlarını gizleyen dikta heveslileri politik hedeflerinde yoğunlaşır ve yaşam sürelerini uzatır. AKP politikasının özü budur.
Çevresel konumlu bir ülkenin ekonomisi bağımlı ise, siyaseti bağımsız olabilir mi? Komşumuz Yunanistan’da Aleksis Cipras, hem de Radikal Sol Koalisyon lideri olarak demokrat yöneticiliğe soyundu. Sonuç! Olmadı, olamazdı, çünkü Çipras’ın dış ilişkilerinden soyutlamadığı iç politikada halk tercihi de geçersiz kalmaya mahkûmdu! Bu arayışımızın yanıtını şu soruda bulabiliriz: Küreselleşen emperyalizmde çevresel konumlu ekonomilerde iktidara taşınan yerel diktatörlerin işlevi nedir? Belki, Büyük Ortadoğu Projesi eş-başkanlığı projesinde olduğu gibi bölgede emperyalistin hedeflerinin gerçekleşmesine hizmet etmek. Belki, aralarında doğrudan teması az olan büyük devletlere sıkça gidip-gelerek, büyük devletlerarasında iletişim aracılığı yapmak. Ama en önemlisi, iç ekonomide halkın ve emekçilerin gırtlağına basarak emperyalistlere faaliyet ve kâr alanı açmaktır. Sistemler bütünselliklerdir; tüm elemanlarını ihtiva eder, aralarındaki ayrılıkları törpüler ve yabancı unsurları da sistem dışına iter. O nedenle, sivrisineklerle değil de, bataklıkla uğraşmalıyız. O bataklık da, ekonomik sistem ve onun emperyalizm aşamasıdır. Sivrisineklerle de tabii ki mücadele edeceğiz, ama ana bataklığı biran bile akıldan çıkarmadan. AKP ile mücadele edeceğiz, gasp edilen emekçi hakları ile mücadele edeceğiz, Varlık Fonları ile mücadele edeceğiz, ama bizim beğenmediğimiz ortama sermayenin methiyeler düzmesini de anlayacağız, bizim mücadele ettiğimiz ortama Batı’nın müsamahakâr bakmasını da anlayacağız. Hatta ülke siyasilerinin Batı’ya sert çıkışlarını da(!) anlayacağız.
Sistem kapitalizm, biz de bu sisteme göbekten bağlı olduğumuza göre, iç politikaları anlamak demek, ülke siyasetçilerinin üzerinden Batı’nın dilini ve tercihini okumak demektir. Bunun için de bir yandan Batı güçlerinin, örneğin ABD, Rusya, Çin ve AB ülkelerinin aralarındaki göreli güç dengeleri ve mücadelelerini anlamalıyız, diğer yandan da kan emici bu ekonomilerin, kendi çıkarlarına göre, çevresel ekonomileri yönlendirici politikalarını yorumlamak zorundayız. Böylesi büyütülmüş resim böyle bir yazıyı da, beni de aşar. Zaten amacım da bütünsel bir analiz yapmak değil –bu, hiç haddim değil- beni rahatsız eden bazı konuları gündeme getirmektir.
Desem ki, “2008 krizi ABD’de, finans kesiminde oluştu.” Bu cümledeki üç yanlışı görebilir miyiz? Bir defa, kapitalizmin üçüncü büyük krizi finans kesiminde değil, reel kesimde, 2008 yılında değil, çok önceleri başladı, finans kesimi krizi 2008’e dek öteledi. Bu ifade ile bilimsel görüntü altında, sadece sizlere üç yanlış şey söylemiş olmadım, çok temel kriz nedeni olan kapitalizmin gelişme aşamasını, yani sistemi geri plana çekerek, krizden masun kılmış oldum. Kısacası, totolojik yaklaşımla görüneni anlatarak dikkatleri sistemden mekanik görüntüye çekmiş oldum. İşte, günümüz iktidarı da, aynen 2010 “yetmez, ama evet” anayasa referandumundaki yöntemi ile sempatik görüntü sergileyerek,  emperyalistlerin emeline hizmet eden adımlar atmaktadır. OHAL kalkanına sığınarak emekçilerin haklarına saldırı, zorunlu bireysel emeklilik, Varlık Fonu ve kara para aklama hükümleri sermaye ve emperyalistlere hizmet ettiği için, fevkalade anti-demokratik olmalarına rağmen, bu kesimden onay alabilmektedir. Bu acı ilacın halka içirilebilmesi ise, hâkimiyetin millette olduğu gibi, bizzat siyasi liderlerin dahi inanmadığı ifadeden tutun da, milli birlik ve beraberliğe vurgu ve toplum üzerinde devamlı tehdit algısı operasyonları sürdürülmektedir. “Milli hâkimiyet” sloganları ile ümmet kavramından, millet kavramına evirildiği görüntüsü yanında, devamlı milli birlik ve dayanışma pompalanması yapılırken, bir kesimin zorlaşan yaşam koşulları karşısında ufak bir kesimin şaşaalı yaşamının toplum üzerindeki olumsuz etkisinin algılanması engellenmeye çalışılmaktadır. Sömürü ve sınıflar arasındaki uçurum algılaması anlık olmadığından, sistemin gerçek yüzünün topluma ve emekçilere yansıtılması da mücadele bilincini anında uyandırmaz, ancak algılama kanallarını açık tutar.
Kapitalizmde millet dokusu içinde emekçiler ile patronlar arasında sınıf çatışması piyasa ortamında oluşur. Güvenlik amacıyla ihdas edilmiş olan OHAL perdelemesi altında siyasilerin yaptığı ise, hukuken ve siyaseten fevkalade yanlış ve etik dışı olarak, piyasada oluşan sistemik baskı ve sömürü mekanizmasını siyasi kararlarla yoğunlaştırmaktır. İşte size, halkına saygılı, demokratik anayasa(!) inşasında ısrarlı ve hâkimiyetin millette olduğunu ileri süren siyasal erkin asıl zihniyeti! Muhalefete gelince, biri hariç, diğerleri karanlıkta far huzmesi altındaki tavşan misali gibi bir görüntü veriyor.
 İZZETTİN ÖNDER/SOL

28 Ağustos 2016 Pazar

İlber Ortaylı: Türkiye'yi cahiller yönetiyor-Ceren Çıplak/Röportaj-Cumhuriyet

Tarih profesörü İlber Ortaylı, milletvekillerinin çoğunun avukat ve müteahhit olduğunu ve bunun tesadüf olmadığını vurgulayarak ‘O yüzden hukuk ve inşaat işleri iyi yürüyor herhalde!’ diyor. ‘Cahil’ tanımından siyasiler de payını alıyor. Ortaylı, ‘Türkiye’yi cahiller yönetiyor, ama görgü ayrı bir şey. Herkes âlim olmadığına göre cahiller de yönetir. Burada nispeti fazladır’ diyor.

Tarih profesörü İlber Ortaylı’yla Kadıköy Kütüphanesi’nde buluşuyoruz. Odaya girdiğim andan itibaren tatlı huysuzluğu başlıyor. “Merhaba” bile demeden “Ne soracaksınız bana” diyor. Anlayacağınız, dakika bir gol bir. Önümüzdeki dakikalar içinse tedirginim. Ama öncelikle söyleşi sonrasını anlatmak istiyorum.
Sohbetimiz bittikten sonra Kadıköy’den Beşiktaş’a geçmek için beraber vapura biniyoruz. Öyle bir ilgi var ki İlber Ortaylı’ya! Sanki Tarkan bindi vapura! “E, ben milletin hocasıyım” diyerek karşılıyor durumu.
Vapurun üst katındaki açık alanda oturuyoruz. İnsanlar etrafımıza geliyorlar. Vapur adeta açıkhava soru sahnesine dönüşüyor. Herkes “Hocam” diye başlıyor söze. Rüzgâr bir yandan, sorular bir yandan esiyor... Çırağan Sarayı’nı görüyoruz. Genç delikanlı “Hocam Ak Saray mı güzel, yoksa bu saray mı” diye soruyor. İlber Ortaylı da hafiften tersleyerek “Ne bileyim evladım Ak Saray’ı görmedim ki” diyor.
Ben de sohbetimizde daha önce de kadınlara yönelik fırçalarına çokca şahit olduğumdan “Kadınlara gareziniz mi var” diye soruyorum. Yazma diyor yanıtı. Yazmıyorum. Vapurdaki kadınlara “Bu gazeteci bana kadınlara garezin mi var diye soruyor, sizce var mı?” diye soruyor. Halk, Hoca’yı seviyor: “Hayır Hocam yok öyle bir şey” diyorlar. Ortaylı, bana dönüp “Senin değil halkın sesi önemli” diye yapıştırıyor cevabı. Önceki gece televizyon programında kendisine yöneltilen “Pensilvanya’ya gittiniz mi” sorusuna sinirlenmişti Ortaylı, ben de bu soru yağmuru arasında “Peki demokrasi nöbetine gittiniz mi?” diye soruyorum, “İşim vardı gitmedim, dişim ağrıyordu” diyor.
Söyleşinin başına dönecek olursa sohbeti İlber Ortaylı şöyle başlatıyor:
İlber Ortaylı: Evet ne soracaksınız bana?
- Ceren Çıplak: İlk olarak ‘Nasılsınız’ desem?
İ.O: Biliyor musun hırs çok kötü bir şey. Hepinizde hırs var. Mutlu olmaya çalışın, yaptığınız iş iyi olduğu için okusunlar. Genel yayın yönetmeni olayım diye gazeteci olunmaz. Bunu unutma.
- Türkiye’de kadın olmak her alanda daha fazla mücadele gerektiriyor, o kadar baskı ve şiddet var ki...
Hiç baskı, şiddet yok. Evet bir kısımda var, ama diğer kısım da çok şımarık. Türkiye’deki bazı kadınlar çok şımarık. “Ayy bu memlekette yaşanmaz” diyorlar.
- Sizce bu memlekette yaşanmaz mı?
Yaşanmaz, ama şu anda yaşanmaz.
- Neden yaşanmaz? Çok mu ‘cahil' var?
Herkes âlim olmadığına göre...
- Peki, Türkiye’yi cahiller mi yönetiyor?
Türkiye’yi zaten cahiller yönetiyor, ama görgü ayrı bir şey. Herkes âlim olmadığına göre cahiller de yönetir. Bütün dünyada bu böyledir. Burada nispeti fazladır. Bir de çok cüretkâr burası.
- Politikacılar mı cüretkâr?
Evet, iktidarı da muhalefeti de çok cüretkâr. Bilmeden çok cüretkâr oluyorlar. Darbede bile gördük cahil olduklarını.
- En son ne zaman gittiniz Beyoğlu’na? Beyoğlu artık Laleli-Merter karışımı mı?
Entelektüel takım artık Beyoğlu’nda tur atmaz. Onun için bu normal. Şimdi Araplar geziyor en çok. Kaliteyi düşüren enterasan bir kalabalık var Beyoğlu’nda. Bombalar patlıyor, insanlar gitmiyor ama Anadolu’dan gelen gençlerin gözü pek, iki gün gitmeseler üçüncü gün giderler.
- Peki, genel anlamda giyim kuşamda bir değişim görüyor musunuz?
İyi bir değişim var. Konfeksiyon, tekstil sanayimiz iyice gelişti. Ben 50’leri 60’ları bilirim, altını üstünü uyduramazlardı, ama şimdi ucuz mal satılıyor.
En ucuz ayakkabının, en ucuz elbisenin bile bir albenisi var. Millet renk uyumunu öğrenmeye başladı. Merter’deki mağazaya git 40 TL’ye giyinir çıkarsın. İnsanlarımız değişti. Nesil değişti. Artık insanlar kapalı ailelerde evlenmiyorlar. Alevi - Sünninin kendi içinde evlenme dönemi bitti.
- Aslında pek bitmedi...
Bitti şekerim. En azından Erzincan’ın Alevisi başka bir şehrin Alevisi ile evlenebiliyor. Çarpıklık da bitti. İnsanların birdenbire boyu posu uzadı. Coğrafyada yerini bilmediği bir adamın çocuğu olarak dünyaya geliniyor artık. O yüzden ırkımız da güzelleşti. Türkler güzelleşti. Gelişti.
- Peki kültürü gelişti mi?
Bu, çok güzel bir soru. Kültür gelişmedi. Türkler, ağzını açmasın. İstanbul Türkçesi kayboldu. İnsanlara Türkçenin diş öncesinde söylendiğini öğretemedik. Gidiyor Ajda Pekkan’a özeniyor. Ajda Pekkan’ı küçümsemiyorum ama Türkçe öyle olmamalı.
- Zeki Müren gibi mi konuşalım?
Evet, bal gibi de öyle konuşacaksınız. Zeki Müren Bursalıdır ve Türkçe konuşurdu. Türkçe çok basit, dişin öncesinde konuşulur, öyle yayarak konuşulmaz. Türkçe bilmiyorlar, seyrettikleri şeyler fevkalade aptal şeyler. Kaliteli film, dizi izlemiyorlar.
- ‘Demokrasi nöbet’lerinde mehter marşı çalınıyor, yeni açılan köprülere padişah adları veriliyor. Toplumda bitmeyen bir Osmanlı özentisi mi var?
Mehter takımını da seversin, Osmanlı tarihini de bilirsin. Cumhuriyettekilerin mi adını vereceksin? Var mı mimar? Sen Türkiye’de köprüye isminin verileceği bir mimar biliyor musun? O yeni olan Haliç köprüsüne mimarının mı adını vereceksin? Yoksa belediye başkanının adını mı vereyim, estağfirullah!
- Üçüncü köprüye “Yavuz Sultan Selim Köprüsü” denmesi tepki çekiyor, çünkü Alevileri katleden bir padişah olarak niteleniyor. Öyle mi?
Alevileri katletmesi meselesi tartışılıyor. Başbakan az zamanda çok iş yapan bir padişah olduğu için onun adını aldıklarını söylemişti. Büyük bir mimarın adı verilmeliydi. Mimar Sinan gibi...
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikalarının Osmanlı politikalarına benzetilmesine ne diyorsunuz?
Ben öyle olduğunu düşünmüyorum.
- Erdoğan’a neden padişah diyorlar? Padişaha benziyor mu?
Bu soruyu git Cumhurbaşkanı’na sor.
‘Davutoğlu döneminde dış politikamızda çok darbe yedik’
- Bugünkü Türkiye’nin gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Bugünkü Türkiye bir imparatorluk kalıntısı. 3. dünya ülkesinde sandık demokrasisi ve kapitalist kalkınma yöntemleri ile başarlı olmuş, büyük bir sosyo-transformasyon geçirmiş bir ülke. Fevkalede renkli fakat uyuşma ihtimalimiz az. Bu üzücü. Burası çok güzel işler başarmış bir ülke. Bir komplo teorisi değil bu; Türkiye’nin büyümesinden ciddi olarak çekiniyorlar. Bizim sınırlarımızda çatışma isteniyor. Bu bir stratejik gereklilik olarak görülüyor.
- Türkiye’nin dış politikasını nasıl buluyorsunuz?
Diploması geleneğindeki zayıflamayı millet ittihatçılara atıyor ama öyle değil. Memuriyetin rutine dönmesi Sultan Abdülhamit devrinin eseridir. Günahı onundur. Bugün dış politikayı makro olarak henüz inceleyemedim, ama çok ciddi bir kadro sorunumuz var. Ahmet Davutoğlu döneminde dış politikamızda çok darbe yediğimiz kanısındayım. Bunlar inşallah kalıcı yaralar değildir. Şu yeni hükümet devrinde inşallah düzelecektir dedikleri gibi.

'Bugünkü siyasiler çok sıkıcı'
- Özel hayatınıza da bulaşalım. Sevgiliniz var mı?
Benim özel hayatım 70 yaşındaki bir âlimin özel hayatı. Hiçbir zaman senin koordinatlarınla uyuşmaz.
- Laf vurmayı ne çok seviyorsunuz...
Eee ne olmuş yani? Sen de açık verme.
- Yalnız mısınız?
Özel hayatımın büyük bir kısmı kızımla torunuma ait. Diğer kısmı da yazılarıma, kitaplarıma ve gezmelerime, konferanslarıma ait. Allah’a şükür oldukça yalnızım.
- Devlet katında da gördüğümüz bir aşk manzarası yok. Siz ki o kadar Hürrem Sultan - Kanuni Sultan Süleyman gibi nice aşkları okumuşsunuz... Peki, bugün devlet katında büyük aşkların olmamasını nasıl görüyorsunuz?
Göremiyorum. Herkes evinde yaşıyor galiba. Bunlar çirkin siyasiler; ne anlar aşktan. Hürrem - Kanuni güzel oluyor hikâyeleri... Bugünkü siyasiler ise sıkıcı.
 ‘En tehlikelisi yarı cahildir’
- Dile pelesenk olan cahillik konusuna gelecek olursak hepimiz Güneydoğu’da yaşananlara dair cahil değil miyiz?
Asıl tragedya bizim onları bilmememiz değil. Güneydoğu da kendisini bilmiyor. Şimdi bak karşımızda Kürdistan diye bir yer var. Bir kısmı Irak’ta bir kısmı Suriye’de. İran’ın Kürtleri fevkalede iyi insanlar. Benim gördüğüm en iyi müze Müderleri İran’ın Kürtlerindendir. Irak Kürt’ü de tarihini bilir, anneannesi Türkiye’dedir, Türkiye ile iyi geçinir. Türkiye’nin okumuş Kürt’ü de kendini bilmiyor. Kendi tarihini bilmeyen ve bilmemekte ısrar eden entelektüel sınıf bizdedir. Türkiye’nin okumuş Kürt’ü kendini biliyor mu ki okumuş Türkü de bilsin. O yüzden buradaki etnik ayrımcılık teranesi hiçbir şeyi çözmüyor.
- Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu özelleştirme riskinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Tarihimiz adına çok riskli bir durum değil mi?
Tehlikeli görmüyorum. Büyük kayıp olarak görüyorum. Bu kurumlar iş gören kurumlardır. Bana kalırsa asıl hedef kurumların binaları! Binaları çok pahalıdır. Şimdi ne olacak bilmiyorum.
- Özelleştirme paranın ideolojisini devreye sokmaz mı?
Efendim onları seçiyoruz. Ne yapayım yüzde 50 seçiyor. Ben seçmedim.
- Yüzde 50 cahil mi?
Benden çok bildikleri belli.
- Kime cahil dersiniz?
Tonla dolu. Ne zannediyorsun. İş bilmez dolu bu ülkede. Geçen senelerde başkâtiplik için memur sınavı yapıldı. Yüzde 95’i kaldı.
- Pek çok kimseyi cahil diye aşağılarken ‘sevimli’ ya da ‘sevimsiz’ göründüğünüze dair kaygınız var mı?
Ne denir peki? Cahile cahil denir. Cahil herifler kendini bir şey biliyor sanıyor. Hiç gitmiyor musun kongrelere?
- Ben daha çok sanat etkinliklerine gidiyorum.
Onlar çok âlim sanki...
- Peki siz herkese cahil derken her şeyi bildiğinizi mi iddia ediyorsunuz? Yoksa neyi bilmediğinizin mi farkındasınız?
Benim neyi bildiğim beni ilgilendirmez. Cahili biliyorum ya.
- O zaman insanları cahil diye fırçalayacağınıza siz bir şeyler öğretseniz, güzel olmaz mı?
Tabii fırçalarım cahillik yapanı. Öğreten büyük adam olmak gibi bir niyetim yok.
- Ne alıp veremediğiniz var ‘cahil’lerle?
Cahil olmasınlar ne yapayım? Ama en tehlikeli adam cahil adam değildir, kimdir biliyor musun?
- Bilmiyorum.
Yarı cahil adamdır.
‘Türkiye’de kendini bilme hali yok’
- İstanbul’da tarih niye hiç korunamıyor?
Çünkü burada para faktörü var.
- Roma da bir Bizans kenti, İstanbul da. Roma’da her yer tarih, İstanbul’da her yer inşaat...
İtalyanlar da bizim kadar parayı severler, ama onlarda şuur vardır. Tarihleri ile varolacaklarını bilirler. Türkiye’de kendini bilme hali yok. Türkiye’deki adam vatan, millet, Sakarya, Türklük, Müslümanlık sempozyumları tertipliyor ama dedesinin evini bile korumuyor. Bu bir şuursuzluktur. Şuur çok önemli çünkü arkasında kimlik yatar. Para, kimliğin ve şuurun önüne geçmemeli. Mesela evindeki eski bir kitabı satıyorlar, o kitabı sattığında çaputun bile iyisini alamazsın, ne satıyorsun o zaman. Battı mı sana dedenin kitabı, dedenin okumuş bir adam olduğunu bilmek.
- İnsan ne için para kazanır?
PARA KAZANMAKyaşamak içindir. Güzel bir yerde, güzel binaların arasında, güzel bir tabiatta yaşamak ve yeme-içme için kazanılmalıdır. Şuurlu yaşamak için para kazanılmalıdır. Bu toplum Ankara’nın doğusundaki insanların hırsına göre yaşıyor. Bütün Karadenizliler partilere girerler ve milletvekili olurlar. Amaçları rahatça müteahhitlik yapmaktır. Parti de seçmezler. AKP, CHP, MHP’ye bak dolu müteahhit görürsün. Üç sene içinde on tane zırt pırt parti değiştiren müteahhit söyleyebilirim sana. Kendilerine de sosyal demokrat diyorlar. Ya sosyal demokrat nedir bilmiyorsun ya da müteahhitliği anlamamışsın. Milletvekillerinin bir sürüsü müteahhit. Çoğu da maalesef avukat. O yüzden hukuk ve inşaat işleri çok iyi yürüyor herhalde! Bu bir tesadüf olamaz. El birliği ile bir yerlere geliyorlar. Bu demokrasi değil o zaman. Böyle demokrasi mi olur? Belediye meclisine memur olan giremiyor! Var mı böyle bir hikâye?
- Demokrasiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Demokrasi çok güzel ve sihirli bir kelimedir. Demokrasinin şartlarından biri yazılı kanunlara bağlı olunmasıdır ve üzerinde uzlaşılmasıdır. Yani bir düğüne gittiğiniz zaman hepiniz oynayabilirsiniz fakat hiçbiriniz hangi yöreden hangi partiden olursanız olun gelinle damadın şerefine striptiz yapmazsınız. Herkes kendine göre ahmakça ve arsızca kurallar çıkarmasın. Sen hiç elbisenin poposuna kraliçenin resmini yapıştıran Britanyalı bir komünist gördün mü?

Ceren Çıplak/Cumhuriyet

26 Ağustos 2016 Cuma

‘Fırçalamak!’ - Meriç Velidedeoğlu

Sözlükler bu edimi (fiil), “temizlemek veya parlatmak için fırçayla sürtmek” diye açıklıyor; bu gerçek anlamının dışında da, “kendinden alt düzeyde olan birini çok azarlama” olarak belirtiyor. 
Değerli dostlar, “fırçalamak”tan söz etmemin nedeni, Başbakan Binali Yıldırım’ın geçen hafta bunu, “fırça yemek” biçiminde daha da somutlaştırarak kullanması. 
Başbakan’ın muhalefetle sürdürülen kimi görüşmelerinin bir sonuca bağlanamaması üzerine, partisinin yöneticilerinden, uzlaşmanın sağlanması için,“Cumhurbaşkanı’yla konuşalım!” önerisini, “Ben ikna edemedim!” diye yanıtlayıp; ardından “Fırça yemek istiyorsanız gidin!” diye ekler; böylece“Erdoğan” ile görüşmenin nasıl bir ortamda gerçekleştiğini, “fırça yemiş” bir “ Başbakan” olarak açıkça ortaya koyuverir. 
Öte yanda Erdoğan’ın -özenle bezenle- seçtiği Başbakan’ını “fırçalarken” neler söylüyordu ki, canı iyice yanan Başbakan, onca insana, “yediği fırça”yı açıkça ortaya koyuyordu, “sıkıysa gidip konuşun” dercesine... 
Ne var ki, artık günümüzde neredeyse yüz yıllık çağdaş bir hukuk devletinde böyle bir “üst yönetici”nin varlığından söz edilmeli mi? Eğer ediliyorsa, yönetici için “sağlıklı”bir tutum mu bu? Bu çizgiye gelen bir durumu hâlâ “olağan” görmeyi sürdürecek miyiz? 
Yanıtın ne olduğunu bildiğimiz halde insan yine de sormaktan kendini alamıyor... 
Ve yine de “tepeden” gelen “birlik beraberlik” çağrısının, “bütün” ülkemiz için, “tüm”halkımız için “yaşamsal” bir konu olduğunun ayrımında olmalıyız, dolayısıyla da bugünü, yarını iyice düşünerek, “özellikle” de “dünü” anımsayarak ele almanın bilincinde de olmak durumundayız. 
Değerli dostlar, kısa bir dile getirilişle de olsa, “dünü anımsamak” vurgusuna uysak diyorum; öyle çok gerilere değil, “Emine Erdoğan”ın “enkaz” dediği Kurtuluş Savaşı” dönemine uzanalım ve “Recep T. Erdoğan”ın “ayyaş” dediği “Atatürk”ün önderliğinde kurulan “Türkiye Büyük Millet Meclisi”nin “17 Mart 1921” günkü oturumunda konuşulanlara kulak verelim; ama önce kısa bir “giriş”. 
“Kurtuluş Savaşı” sürecinde Anadolu’yu kasıp kavuran, orduyu da uğraştıran iç ayaklanmalardan biri de “1921 Mart”ının ilk günlerinde beliren “KoçgiriAyaklanması”ydı; “İngiltere” tarafından başlatılıp desteklenen bu başkaldırıların amacı, Anadolu’da bir Kürdistan” devleti kurdurmaktı.
Ne ki bu ayaklanmanın haberi yayılır yayılmaz, “Meclis”e telgraflar yağmaya başlar, sözü edilen oturumda da okunur; bunlardan birinde, “Kürtler Türk Birliği”nden ayrılmak zihniyetinde bulunanları, kendi milletinden addetmezler. Kürtlerin mukadderatı, Türk’ün mukadderatıyla bağlıdır...” Ve bu telgraf, “İzoli, Aluçlu, Berickan, Bükler, Cürdi, Zeyve, Dayüken” aşiretlerinin reislerince imzalanmış. 
Bu birlik” çağrıları, İngiltere’yi düş kırıklığına uğratırsa da, İngiltere yeni bir “durum”yaratmakta gecikmez; Yunanistan’ın, “Birinci İnönü Savaşı” yenilgisinden sonra, hemen bir “Barış Konferansı” düzenleyiverir; hem “Osmanlı” hem “Ankara” hükümetlerini çağırır; bununla da yetinmez, Meclis’in “Kürt” kökenli milletvekillerine de ayrıca çağrı yapar; ne var ki sonuç yine aynıdır. Meclis’e gelen telgraflarda,“Konferans”ta “Kürtleri” de, Meclis’ce seçilen, “Büyük Millet Meclisi Heyeti”delegelerinin temsil edeceği bildirilir; ayrıca bu durum, kendilerine çağrı yapan Londra’daki “Düveli Muazzama” da iletilir. 
Bu birlik oluş” durumu sürdürülecektir, dönem emperyalizminin “us
ta” lideri İngiltere’nin tüm oyunlarına, ustaca engellerine karşın... 
Savaş sona erip barış sürecine girildiğinde, “Lozan”a gönderilecek delegelerin seçimi için yapılan tartışmalı bir Meclis oturumunda, “Dersim” (Tunceli) Milletvekili aşiret reisi Diyab Ağa”, söz alıp kürsüye çıkar, vurgulaya vurgulaya şöyle seslenir:Efendiler (...) bizim içimizde ayrılık gayrılık yoktur. Ne Kürtlük ne Türklük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. Ama düşmanlar bizi birbirimize sardırmak için tuzaklar kuruyorlar, sen şöylesin ben böyleyim diye(...) Ama biz kardeşiz!” (3.11.1922) 
Meclis ayaktadır, salon alkıştan inler... 
Bugün, “Diyab Ağa”nın adının söylenmesinin bile neden suç sayıldığı ortada;“bebeler”i bile öldürmekten çekinmeyeni “baştacı” yap, ama insanca “birlik” içinde yaşamayı önereni “hain” say... 
Ama artık bu durum sürdürülmemeli, son verilmeli...

Meriç Velidedeoğlu / Cumhuriyet

22 Ağustos 2016 Pazartesi

AKP ile nereye - YAKUP KEPENEK

AKP, merkez sağcı ve dinci partilerin mirasçısıdır. Tarihsel olarak bakıldığında, Türkiye’nin sağcı partileri önce ekonomik kalkınma, sonra hak ve özgürlük derler; sağcıların liberalizmi de sermayenin özgürlüğü ile sınırlıdır. 
AKP, Türkiye sağının geçmişte çok pahalıya mal olmuş olan bu geleneğini en aşırı noktalarına taşıyor; büyük imar işleri yaparken özgür beyinleri çiviliyor.


Bir çivi çakan saygın... 
AKP haklı olarak ülkeyi şantiyeye dönüştürdüğünü öne sürüyor. Konut, ulaştırma ve enerji alanında büyük yatırımlar yapıyor. 
Bu ülkenin imarı için bir çivi çakan saygındır. Sorun imar değil, imar işlerinin nasıl yapıldığıdır. İmar işleri, ekonomik ve teknik ön değerlendirilmeleri yapılmadan, doğal ve tarihsel çevreye verdikleri zarara bakılmadan yapılıyor; hukuksal ve toplumsal duyarlılıklar hiçe sayılabiliyor. 
Dahası AKP, çivi çakanın, yani kapitalistin kendi yandaşı olması için devlet gücünü de kullanıyor; bu da devlet-sermaye ilişkilerinde rüşvet ve yolsuzluğa yol açıyor; toplumsal yaşamda doğruluk ve dürüstlük eriyip gidiyor. Üstelik kapitalistin, çalışanlarının sendika hakkını tanıyıp tanımadığına, vergi siciline bakılmıyor. 
Bu tür büyük eksikleri, imarın hem ekonomik, hem de toplumsal maliyetini çok artırıyor. AKP’nin yalnız imar konusunda değil, hak ve özgürlükler konusunda bu tavan yapan kural tanımazlığı, bu gözü kara gücü nereden geliyor?

AKP beyni çiviliyor! 
Merkez sağ, aralarında ayrım yapmadan bütün sol düşünceyi düşman sayardı. AKP, iktidara geldiğinden bu yana siyasal İslamcı ideolojisinin dışında kalan bir hak ve özgürlük alanı tanımıyor; dahası kendisi gibi düşünmeyenleri düşman sayıyor. 
Böylelikle özgürlükler konusunda geçmişteki merkez sağcılara göre niteliği çok değişik bir tutum sergileyen AKP, kendi ideolojisini devletin tüm temel kurumlarına ve basından sanata, oradan emek-sermaye ilişkilerine uzanan toplumsal ilişkilerin tamamına yerleştirerek aslında toplumsal beyni çiviliyor. 
Her geçen gün bunun yeni bir örneği yaşanıyor. 
Bir toplumda adalet üç ayak üzerinde durur; iddia (savcı), savunma (avukat) ve karar (yargıç). AKP, daha önce adaletin iddia ve karar ayaklarını tamamıyla siyasallaştırmıştı; geçen hafta Türkiye Barolar Birliği’ni ve 71 ilin baro başkanını; yani adaletin insan hakları açısından en önemli ayağı olan savunma tarafını da çiviledi; hem de Atatürk Orman Çiftliği’ne her bakımdan tartışmalı bir biçimde yerleştirdiği Külliye’de! Bu arada beynini uzatmayan barolar ve onlara bağlı avukatlar da görevlerinin gereğini yaptılar; kutlanmayı hak ediyorlar.
Özellikle son iki yıl boyunca yürürlükteki anayasaya uyup uymadığı çok tartışmalı olan AKP, Yenikapı’da beynini çivilediği muhalefet ile birleşip Meclis’teki dördüncü partiyi dışlayarak; sonra da bunun adına birlik ve beraberlik diyerek, OHAL koşullarında anayasa yapıyor. Başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu çağın özgürlük sözleşmelerinin yok sayıldığı OHAL koşullarında anayasa değil, olsa olsa o halin, daha doğrusu bu halin anayasası yapılır! 

Her gün şehit haberleriyle sarsılan ülkede muhalefetin, barışçı seçenekler oluşturacak yerde AKP hükümetine dönüp terörü sonlandırmak için muhalefetten ne isterseniz vermeye hazırız demesi, tam bir çivili beyin göstergesidir. 
Bu durumda AKP’ye ısrarla sormak gerekiyor: 2023’te nasıl bir özgürlükler Türkiye’si hedefliyorsunuz? 
Bilen varsa açıklasın; yoksa, çivilediklerine soralım; AKP ile nereye?

Yakup Kepenek/Cumhuriyet

Lanetlemeyin, engelleyin artık-ÇİĞDEM TOKER

Bir çocuk. 12-14 yaş aralığında. Bir kına gecesi, sokak ortası. Üzerine sarılmış patlayıcının pimini çekiyor. Çocuk parçalanarak patlıyor. Onunla birlikte düğündeki onlarca çocuk. Havaya uçuyor, bedenleri paramparça oluyor. On saniye önce dokunduğu, elini tuttuğu çocuklarının, yaşarken kıyamadığı bedeninin parçaları sokağa yere yapışmış. 
İnsanın masa başında, eli ayağı birbirine dolanmadan, yanlış tuşlara basmadan, şu sözcükleri yan yana dizmesi bunca zorken, dört evladını birden aynı dakikada, aynı vahşet sonucu kaybetmiş bir annenin ıstırabını anlamak imkânsızdır. 
İmkânsız olmayan ise bu satırlar yazılırken, siz bu cümleleri okurken barbarların sıradaki saldırıya hazırlandığını bilmektir.

İradesi sakatlanan, sonucu geçersiz kılınan 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşadığımız Suruç Katliamı’ndan bu yana iflah olmadı bu ülke. 
O tarihten beri IŞİD imzalı canlı bomba saldırılarını hatırlayın. 
İstanbul, Ankara, Bursa, Gaziantep’deki sayıları onun üzerine çıkan katliamlarda ölenleri, ömrün baharında biten hayatları, kan içinde kalan sokakları, genzimizi tıkayan yanmış vücut ve kan kokularını, kimsenin istifa etmediğini ve IŞİD’in hiçbirini üstlenmediğini hatırlayın. 
Ve sonra düşünün bir kez, hangisinde yarıştırılan lanet demeçlerinin bir sonrakini engellediğini. 
Şehir merkezlerinde burnumuzda kan kokuları, bundan daha kötüsü olmaz dediğimiz ne varsa hep daha kötüsü oldu.
***
AKP iktidarının, “IŞİD’e kıyamamak” gibi bir derdi olduğu müddetçe, daha kötülerin sonu gelmeyecek. 
Bu derdi örgütün adını anmaktan başlayarak yaptıklarını sorgulamayı reddetmeye kadar her alanda görebilirsiniz.
Adından başlayalım. Daha önce işlendi, yine hatırlatma zamanı. 
Biz IŞİD dedikçe iktidar kadroları neden özenle DAEŞ diyor? Neden Irak Şam İslam Devleti’nin yalın bir kısaltması dururken, IŞİD yerine farklı bir kısaltma kullanıyor? 
Çünkü DAEŞ, IŞİD’in Arapçadaki orijinal adı olan “Ad Davla al-İslamiya fil-‘Irak ve eş-Şam” Arapça kısaltmasının okunuşu. Bu kısaltma kullanılınca da İslam sözcüğünü simgeleyen İ harfi söylenmemiş oluyor. 
Bu harfi pas geçerek neyi murat ettiklerini iktidar kadroları daha iyi biliyordur. Kesin olan şu ki, IŞİD demedikçe barbarlığın etkisi seyreliyor. 
Ama bundan daha önemli olan “kıyamama” konusu parlamento cephesine ilişkin.
AKP iktidarı bugüne dek muhalefetten IŞİD’in araştırılmasına ilişkin olarak gelen hiçbir girişimi kabul etmedi. Hiçbirini. Buyrun:
• 14 Ağustos 2014 - CHP Milletvekili Ali Serindağ ve 30 milletvekili: IŞİD’in Gaziantep başta olmak üzere birçok sınır ilimizde, dernek ve internet sayfaları üzerinden kendine eleman topladığı, hücreler oluşturduğu, eğitim verdiği artık iddiaların ötesine geçmiştir. 
• 20 Şubat 2015 - HDP Grubu 
• 29 Temmuz 2015 - CHP Grubu 
• 12 Ocak 2016 - HDP Grubu 
• 29 Haziran 2016 - HDP önergesi 
IŞİD katliamlarının araştırılmasını, gerekli önlemlerin alınmasını ısrarla talep eden bu önergelerin bir kısmı ise doğrudan doğruya Gaziantep’teki IŞİD örgütlenmesini konu alıyordu. 
Hepsi reddedildi. Bir kısmı AKP, bir kısmı da AKP - MHP oylarıyla. 
Ne sanıyor bizi yöneten kadrolar? Onu bunu samimiyet testine davet etmek, hepimizi lanet yarışında hizalamak ölenleri mi getirecek, sıradaki katliamları mı engelleyecek? 
AKP ve onun bizi yöneten siyasi kadroları, her şeyi bir kenara bırakıp IŞİD’i TBMM’de tartışmaktan neden kaçtığını açıklamak zorunda. 
Neden Varlık Fonu kanununu, çocuktan bomba yapan bir barbarlar ordusunu araştırmaktan daha değerli bulduğunu.

Çiğdem Toker/Cumhuriyet