25 Ağustos 2017 Cuma

‘Kös’ - Meriç Velidedeoğlu

Erdoğan’ın cuma namazlarından sonra, gazetecilerin sorularına cami çıkışlarında yanıt verme -böylece bir taşla iki kuş vurma- yöntemini, Başbakan Yıldırım da uygulamaya başladı. 
 
Almanya Başbakanı A. Merkel’in, “ ‘Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncelleştirilmeyeceği’ni bildirmesi üzerine Başbakan Yıldırım, geçen cuma günü cami çıkışında gazetecilerin bu konudaki sorularını yanıtladı. Ve böyle bir soruya Başbakan: ‘Almanya, bütün Avrupa Birliği benden sorulur’ havasında “racon” kesiyor. Bu dayatma anlamına gelir!” yanıtını verdi (18.08.2017).
Böylece “racon” gündeme girecek, Erdoğan da bu “argo” sözcüğü, bir “fırsat” yaratıp (!) kullanacaktı. 
 
Pek beklemedi, iki gün sonra kullandı; lideri olduğu partinin (AKP), Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen “Genişletilmiş İl Danışma Meclisi Toplantısı”nda, üstelik keyifle, ama önce yine öfkelenerek... 
 
“Birilerinin şahsımın adına adeta racon kestiği, herkese ayar vermeye çalıştığı anlaşılıyor!” dedi; ardından da, “benim milletimle, partimle paylaşacağım bir hissiyatım varsa bunun yolları bellidir; kimsenin racon kesmesine de ihtiyacım yoktur. Eğer racon kesilecekse, bu raconu bizzat kendim keserim! Bu böyle bilinmeli!” (20.08.2017) 

 
Dört dörtlük bir “argo kültürü ve dili” örneği değil mi bu? Ne dersiniz? 
 
Üstelik pek haklı ve pek yerinde olarak “CHP”nin Parti Sözcüsü Bülent Tezcan’dan da benzer bir eleştiri geldi; “Racon’u mafya babası keser, devletin tepesinde racon kesilmez; “Racon Devleti” mi, “Hukuk Devleti” mi? diye sorarak... 
 
Bu olanı biteni TV’de izlerken, gazetemizde okurken, Cumhuriyet’in yarım yüzyıllık yazarı -dün de doğum günü olan-Hıfzı Veldet Hoca’nın, tam “37 yıl” önceki, “KÖS” başlıklı yazısını anımsamaktan kendimi alamadım; üstelik bir de sizlerle paylaşmak istedim değerli dostlar!
Şöyle başlıyor Velidedeoğlu: “Hiçbir sese, hiçbir eleştiriye, hiçbir öneri ve uyarıya kulak asmayan, dahası yüzüne (...) yağmur yağdı sanan kişiler de yaşar bu ülkede. Bunları anlatmak için, kös dinlemek’ten daha başka, daha güzel deyimler de var Türkçemizde.
Rahmetli İsmet Paşa, Meclis’teki bir tartışma sırasında, böyle bazı politikacılar için: ‘Yüzleri kösele kaplı!’ deyimini kullanmıştı. Utanması olmayan, ‘bugün söylediğini yarın yadsıyan’ kişiler için kullanılır böyle laflar...
Böylelerinin (...) bu tutumu, kendinin de bulunduğu bir yerde ortaya dökülse yüzlerinde hiçbir ‘utanma’ belirtisi görülmez. Suçlamada bulunanların sözlerini, bir punduna getirip (...) hiçbir şey olmamış gibi karşısındakini suçlu çıkarmak isterler.
(...) Bir ülkede, özellikle politika ortamında, böyle kişilerin etkin görevler başına gelmesi o ülke için felakettir!” 
 
Burada araya girip, bu “felaket” uyarısının, “37” yıl sonra bugünkü boyutta, kapsamda ortaya çıkmasının temel nedenlerinden birine de değindiğine dikkat çekelim. Tanımladığı kişilerin- haklı olarak-“kişiliklerini oluşturan yapının”, sağlık durumundan da söz eder; “felakettir” uyarısından sonra şöyle sürdürür: “Çünkü -organik olsun, ahlaksal olsun- hastalıklar çoğunlukla bulaşıcı oldukları halde sağlık bulaşıcı değildir. Bu nedenle bu tür kişi, kişiler, toplumdaki bireylerin bir bölümünü de türlü yollarla arsız ederler.
Özellikle demokrasilerde bunun önemi çok büyüktür. ‘Ahlaksal’ bakımdan ‘sağlıklı’ olan kişiler kolay kolay baş edemez bu gibilerle...” (27.1.1980) 
 
H.V. Velidedeoğlu’na günümüzde de katılmamak olanaksız; ne var ki, bu gibilerle, bunlarla savaşımı (mücadeleyi) kesinlikle sürdürmek zorundayız; sürdüreceğiz, sonuç alıncaya dek! 
 
“Adalet Yürüyüşü”nde olduğu gibi, yarın da “Adalet Kurultayı”nda buluşmaya var mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

24 Ağustos 2017 Perşembe

Mürtecinin şapşalı... - ALİ SİRMEN

Son günlerde, Atatürk heykellerine saldırılar yine arttı. 30 Temmuz’da Şanlıurfa Siverek’te, ardından ağustos ayında Zonguldak’taki Atatürk heykelleri saldırıya uğradı. 

 
Zonguldak’ta heykele saldıran kişinin hâlâ bulunmamış olmasına karşın, Siverek’teki heykele elinde keski ve çekiçle saldıran Mehmet Malbora eylem halinde yakalanmış, ardından da çıkarıldığı mahkeme tarafından, Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı ve 31 Temmuz 1951 tarihli yasa gereğince tutuklanmıştır. 
 
Yakın geçmişe şöyle bir göz attığımızda görürüz ki, Atatürk heykellerine saldırı çok partili rejim ile birlikte toplumsal yaşamımıza girmiştir. 
 
1950 yılında iktidara gelir gelmez ilk girişimlerden biri olarak Arapça ezan yasağını kaldırarak, Türkçe ezan uygulamasına son veren DP’nin icraatından cesaret alan Pilavoğlu önderliğindeki “Ticani”ler, Atatürk büst ve heykellerine saldırmaya başlamışlardı. Bu eylemlerin ilki 27 Şubat 1951 yılı Kırşehir’de olmuş, oradaki Atatürk büstünün parçalanmasının ardından da bunu 20 yeni girişim izlemişti. 
 
Bu olay o sıralarda bir zamanlar Atatürk’ün başbakanı olduğunu henüz unutmamış olan Celal Bayar’ı çok rahatsız etmiş ve Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen ünlü 5 maddelik 5816 sayılı kanun çıkarılmıştır.
***
Evet, kimilerinin sandığının aksine Atatürk’ü Koruma Kanunu CHP iktidarı sırasında değil, DP döneminde Celal Bayar’ın girişimiyle çıkarılmıştır. Neden böyle olduğu da açıktır. Çünkü Atatürk’e ve heykellerine saldırı, icraatıyla, heveslilerinde artık böyle girişimlerin zamanının geldiği kanısı uyanmasına yol açan DP döneminde olmuştur da ondan. 
 
Bu tür girişimlerden içten içe pek memnun olanlar, Prof. Hirsh’ten mütalaa alınmasını fırsat bilerek “bir Yahudi tarafından hazırlandığı”nı ileri sürdükleri bu yasaya çok kızmaktadırlar.
Doğrusu, çok garip olan bu yasanın kaldırılması gerektiğini ben de düşünüyorum. 
 
Aslında Atatürk’ün heykellerine saldıranlar, onun simgesi olduğu laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olmayı amaçlayan Cumhuriyet’in düşmanlarıdırlar ve asıl hedef de heykeller değil laik Cumhuriyet’tir. 
 
Laik demokrasiyi korumak için ise başta anayasa olmak üzere yasalar ve kurullar ile kurumlar da var.
Onlar aracılığıyla demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve laikliği korumak varken, onları görmezden gelip, aklını heykelle bozmuş mürtecinin şapşalına saldırmak, son zamanlarda laiklik karşıtı kesimlerde de moda olan deyimiyle trajikomik bir durum oluyor. 
 
Çünkü her şeyden önce, elinde keski ve çekiçle heykel kırarak laikliği yıkmaya kalkışan adamın hali komiktir. Bu komikliği ciddiye alarak, laikliğe devletin bütün olanaklarıyla donatılmış olarak damardan saldıranları görmezden gelirken, heykel yıkıcılarla uğraşmak da aynı derecede komiktir.
Sırtı pek mürtecinin onartacağı yalanıyla, kamusal olduğunu ileri sürdüğü yetkiyi kullanarak, hiçbir yaptırımla karşılaşmaksızın, tümüyle kaldırma olanağına sahip olduğu bir heykele çekiç ve keskiyle saldırıp zarar verdiği için mürtecinin şapşalının 1 ila 5 yıl hapis yatması adalet duygusu açısından trajiktir de aynı zamanda. 
 
Eskiler “Davacının şaşkını derdini mübaşire anlatırmış” derlerdi, onun gibi, mürtecinin şapşalı da öfkesini heykelden çıkartmaya çalışır. 
 
Ve 5816 sayılı yasa gereğince de kamu, mürtecinin şapşalının yakasına yapışır. 
 
Oysa o sırada, o heykellerin simgelediği laik Cumhuriyet’in bütün kurul ve kurumları mürtecinin kurnazının yönettiği topyekün saldırının hedefi olmakta, bunları savunmaktan başka günahları olmayanlar hapislerde çürütülmekte, laik Cumhuriyet’in bütün kalelerine girilmiş, bütün kurumları işgal edilmiş bulunmaktadır. 
 
Bundan daha trajikomik bir şey olabilir mi?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

AKP çaresizliğini direniş diye pazarlıyor - İLKER BELEK

Yandaş basın hummalı bir faaliyet içinde.
Söyledikleri şu: Dünyanın düzeni değişiyor. Batının hegemonyası sona eriyor. ABD artık belirleyici güç değil. NATO önemini yitiriyor.
Buna karşılık Rusya ve Çin ekseninde yeni bir blok gelişiyor.
Türkiye AKP’nin öncülüğünde büyüyor. Bölgesel ölçekte müdahalelerde bulunabilecek önemli potansiyele sahip bulunuyor. Yıldızı parlayan ülke olarak öne çıkıyor.
AB ve ABD’nin AKP’ye yönelik eleştirileri, ekonomik yaptırımları, Erdoğan’la ilgili takıntıları hep bu nedenle. Türkiye’nin gelişmesini, güçlenmesini istemiyorlar.
Arap Baharı’nın amacı bölgeyi Amerikan hegemonyasına almaktı. Şimdi Suriye’yi parçalıyorlar. Sonra sıra Türkiye’ye gelecek. ABD’nin YPG’ye büyük desteği bu nedenle.
AKP Türkiye’yi büyük güçlerin bu oyunlarına karşı koruyacak tek aktör. Bunu bildikleri için 15 Temmuz’da darbe tezgahladılar.

Türkiye sahip olduğu potansiyelin kıymetini bilmeli, daha aktif davranmalı, bölgesel inisiyatif almalı, Rojava’yı, Afrin’i istila etmeli, Suriye sahnesinden kopmamalı, batıdan uzaklaşarak Rusya-Çin eksenine yaklaşmalı.
                                                                          *****

Bunları söyleyenler hem hangi dünyada yaşadıklarını hiç bilmiyorlar hem gerçeklerle ilişkileri tamamen kopmuş durumda hem de yalan söylüyorlar.

                                                                           *****

AKP ABD tarafından iktidara getirildi ve çok uzun süre desteklendi. Devlet yöneticisi sıfatı olmadığı halde AKP’nin kuruluşunun hemen sonrasında Beyaz Saray’da kabul edilen kişi Erdoğan’dı.

                                                                           *****

Arap Baharı’nın başlangıcı Tunus’ta bir işportacının kendisini yakmasıyla patlayan kitlesel olaylar değil, 2002’de AKP’nin iktidara yerleştirilmesiydi.
AKP büyük İslam coğrafyasını içeriden ele geçirmek üzere yaratıldı. Kendisi bu role dünden razıydı ve o zaman gündeminde emperyalizm gibi madde de yoktu.
Bugün Arap Baharı’nı Türkiye’nin üzerinde oynanan oyunların miladı olarak anan İslamcı yazarlar, o günlerde o Amerikancı projeyi halk devrimi diye kutluyorlar ve dönemin dış işleri bakanı da bavulla Libya’daki cihatçı çetelere Dolar taşıyordu.
                                                                            *****

Plan Suriye’ye kadar tıkır tıkır işledi. O zaman AKP kalemşörleri Suriye’de emperyalizmin başlattığı iç savaşı Esad’ı devirme, Şam’da namaz kılma fırsatı olarak görüyorlar, Amerika’nın kara ordusu olarak Suriye’ye girme hesapları yapıyorlardı.
                                                                             *****

Suriye direndi, ama tam olarak kazanamadı, toprak bütünlüğünü yitirdi.
Rusya ile ABD bu konuda uzlaştılar. ABD’nin Suriye planının en önemli bileşeni orada Kürt kimlikli bir Amerikan eyaleti kurmaktı, istediğini alıyor.
Bunu AKP’liler hiç anlayamadılar. “Çözüm” süreciyle, Kürtleri bir şey vermeden kafalayabileceklerini zannederken de hiçbir şeyin farkında değildiler.
“Çözüm” sürecinin tutmaması ABD’yi strateji değiştirmeye ve Kürt sorununu Suriye’de çözmeye yöneltti. AKP’liler olan biteni ancak o zaman fark edebildiler ve ABD Türkiye’yi bölmek istiyor diye işte o zaman mırıldanmaya başladılar. Ancak o zaman bile Amerikan uçaklarının Rojava’ya mühimmat indirmesine, Barzani askerlerinin topraklarımız üzerinden Kobani’ye intikal ettirilmesine gık diyemediler. Karşılarında beyzbol sopasıyla poz veren Obama vardı.
Gerçek şuydu: Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Türkiye coğrafyası emperyalizme büyük geliyordu. “Çözüm” süreci karşılıklı ikna ve rıza yoluyla gevşeterek uygun büyüklüğe indirme operasyonuydu. Olmayınca Rojava planı devreye sokuldu.
Komşu bir ülkenin devlet başkanını devirmek için emperyalizmle birlikte her tür kirli işi tezgahlayacaksın, sıra sana geldiğinde Amerika Türkiye’yi bölmeye çalışıyor diye sızlanacaksın.
Türkiye’yi dış müdahalelere açık hale getiren süreci BOP eş başkanlığını kabul ettiği anda AKP başlattı.
                                                                          *****

AKP emperyalizme kafa tutmuyor. Buna gücü yok, kaynakları buna yetmez, kapitalist Türkiye ayakta kalabilmek için emperyalist korumaya muhtaç, kapitalist Türkiye kendi başına, bağımsız yaşayamaz, kapitalist Türkiye emperyalizmin sömürgesidir, racon kesmek bu gerçekleri değiştirmeye de gizlemeye de yetmez.
Olan şu: AKP, kalemşörlerinin de verdiği gazla işi abarttı. Suriye’de kafasına göre takılmaya, sonra İslamcı siyasetini batıya taşımaya, mülteciler üzerinden batıya şantaj yapmaya kalktı, çok yakın zamana kadar cihatçılara açık destek verdi.
Sonuçta batı istemeye istemeye AKP’nin üzerini çizdi, Suriye’de oyunun dışına sürdü, ekonomik yaptırımları gündeme aldı, şimdilerde Erdoğan ve yakınlarının mal varlıklarına el konulması gerektiğini bile konuşmaya başladı, Erdoğan batılı parlamenterler tarafından savaş mahkemelerine şikayet edildi.
AKP’nin Rusya’ya yanaşması işte bu süreçte gerçekleşti. Bu Rusya için bulunmaz fırsattı. Rusya’nın derdi NATO ve ABD’nin zayıf noktalarını kaşımaktı. AKP bunun için iyi bir araçtı.
Rusya AKP için mecburiyettir, AKP Rusya’da sığıntıdır.

                                                                            *****

Evet emperyalizmin Türkiye üzerinde kötü niyetleri var. Ama Türkiye NATO’ya üye olurken, bu kanlı örgütle ortak askeri operasyonlar düzenlerken, Amerikan nükleer silahlarını depolarken, Türkiye’nin AB üyelik süreci bizzat ABD tarafından desteklenirken, Trump Erdoğan’a övgüler düzerken yok muydu?
Mesele şu: Emperyalizm AKP’yi bu haliyle istemiyor. Bunu açıkça belli de ediyor.
Türkiye ile batının ilişkileri öyle geriledi ki, bizde bir yönetim değişikliği gerçekleşmediği taktirde onarılması imkansız hal aldı.
Bu imkansızlık objektif bir vakıadır ve aynı zamanda AKP’nin çaresizliğidir. AKP’nin yaptığı her şey ipleri biraz daha geriyor ve AKP biraz da tabanı konsolide edebilmek için çaresizliğin mecburiyetiyle ipleri bilinçli olarak geriyor.

Dik duruş, direnmek dedikleri işte bu.

İlker Belek /SOL

CHP’nin Adalet Kurultayı - FİKRİ SAĞLAR

AKP önce, CHP’ye gözdağı vermek için yeni kumpas hazırlığı içinde olduğunu ilan eden bazı asılsız haberler sızdırmaya başladı…
Sonra AKP Genel Başkanı, taşıdığı ikinci sıfatı unutarak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu karalayan kampanyaya yol verdi...

Havuz medyası aldığı talimat sonrası koro halinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nu cezaevinde bulunan İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu üzerinden ‘casusluk’ yaftasıyla korkutmaya çalıştı!..

                                                                              •••

Giderek azgınlaşan saldırı;
Sıra sana geliyor!..”
“Ansızın sen de kendini cezaevinde bulabilirsin!” diyerek final yaptı!..
Havalarda uçuşan bu tehditler ne yazık ki Anayasasında ‘hukuk devleti olduğu’ yazılan bir ülkede yapılıyordu!..
Üstelik; ahlaka, hukuka, siyasete ve asıl önemlisi insanlığa sığmayan bu asılsız sözleri söyleyen kişi; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyordu!..
Kısaca; elinde hiçbir belgesi olmayan bir kişi, bir başka kişiyi suçluyordu.
Sadece suçlamakla kalmıyor. Yargısız infazda bulunuyordu.
Çünkü suçlayanın makamı vardı. Bu makamın arkasına saklanmıştı…

                                                                               •••

CHP ve Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, bu iftiralara pabuç bırakmayacağını, gereken cevabı misliyle vereceğini açıklayınca, bu kez, edepsiz koro; “Kılıçdaroğlu tutuklanarak kahraman olmak istiyor” yaygarasına başladı!..
                                                                               •••
Yazık!
Ülke, hukuk devletine yakışmayan trajikomik bir durum yaşıyor!..Devletin çivisini çıkmış!..
Geldiğimiz konuma bakın, içler acısı!..
                                                                               •••

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı RTE insanlara iftira atıyor!..
Kin ve nefreti artıracak beyanlarda bulunuyor!..
Yurttaşların Anayasal haklarını çiğniyor!..
Kimse bir şey demiyor!..
Bu ülkede hukuka inanmış, yalnızca vicdanına hesap veren dürüst ve cesur tek bir SAVCI yok mu? Anayasa ve yasalara bağlı bir tek YARGIÇ bulunmuyor mu ki?
Yurttaşlara karşı atılan iftiralar, yapılan hakaretler, uygulanan baskı ve gasp edilen haklar adına işlediği suçlar için RTE’yi yargıya taşıyacak kimse yok mu?!..

                                                                              •••

Bu ülkede yargının tarafsız ve bağımsız olmadığını sağır sultan öğrendi!..
Tamam!..
Ancak anayasa da değişti!..
Cumhurbaşkanı aynı zamanda AKP’nin Genel Başkanı.
Haksızlığa karşı çıkanlar Cumhurbaşkanına hakaretten tutuklanıyor!..
Neden o zaman sadece Cumhurbaşkanlığı şapkası görülüyor.
O kişi aynı zamanda parti başkanı!..
Çünkü İl başkanını atıyor…
Metal yorgunluğu diye partisini düzenliyor!..
CHP genel Başkanı kendisine iftira atan RTE’ye aynı üslupla seslendiği anda “böyle konuşamazsın O Cumhurbaşkanı” diyorlar! Kaosa bakın!.
Bu durum Anayasanın eşitlik ilkesini çoktan bozmakta!..
Böyle bir skandala yol açan iktidara sözüm var; “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun haklarını yok eden, itibarına gölge düşürmeye çalışan, asılsız iddialarda bulunarak tehdit eden Recep Tayyip Erdoğan’a ne yapılacağı ile ilgili bir yol gösterin!..”
RTE’nin işlediği suçların görülmediği bu düzen böyle mi gidecek?..
Hakaret eden kişi makamından dolayı yargı önüne taşınmazken, hakarete uğrayan yurttaş makamsız olduğu için mi yargılanacak?!..
Bu nasıl ülke?..
                                                                               •••

İktidar, evrensel hukuk kurallarına ve dünya insan hakları sözleşmelerine bağlı olan bir yönetim sergilemiyor!..
Aksine ‘adil yargılama yapmayacağını ve doğrudan insan haklarını askıya aldığını’ ilan ediyor.
OHAL ve KHK’lerle ülkeyi keyfi bir şekilde yönetiyor!.
Halkın yönetime katıldığı TBMM işlevsiz bırakıldı..
Devletin tüm görevlileri, kurum ve kuruluşları tek bir kişiye bağlandı...
Halkın doğru haber alma hakkı yok edildi. Yandaş ve yarı yandaş medya ile doğru bilgiler karartıldı. Baskı ve işkence 12 Eylül’ü aratmayan bir düzeyde sürüyor…
Yani Türkiye artık nefes alamaz duruma getirildi!..
Çünkü Türkiye hukuk devleti olmaktan çıktı!.
Devlet artık yalnızca AKP’nin devleti!
                                                                             •••

Böyle bir düzende hak, hukuk ve adalet oluşamaz!..
Nitekim artık ADALET ortadan kalkmıştır!..
Adaletin olmadığı yerde insan ve yaşam olamaz!..
Adaletsizlik bir zaman sonra insanların hak ve özgürlüklerini elinden alır, sonrasında da can ve mallarını!..
Bu nedenle her şeyden önce ‘yaşamak için hemen ADALETE’ ihtiyaç vardır!..

                                                                            •••

Bu gerçeklikten hareketle CHP, laik demokratik Cumhuriyete sahip çıkan bir parti olarak temel ihtiyaç olan adaletin oluşmasıyla ilgili ‘Adalet Kurultayı’ düzenliyor!..
26-29 Ağustos tarihleri arasında Çanakkale’de yapılacak Adalet Kurultayı siyaset yelpazesinin farklı renklerini bir araya getirecek.
Yaklaşık 700 kişinin konuşacağı çeşitli aktiviteler yapılacak.

                                                                             •••

Adalet Kurultayı’nda 8 ana başlıkta büyük paneller düzenlenecek!..
Başlıklar şöyle;
Mahkemede, devlette, seçimde, geçimde, inançta, eğitimde, yaşamda ve medyada adalet!..’
Bu ana başlıkların altında ayrıca yaklaşık 60 ayrı alt başlıkta toplantılar yapılacak.

                                                                              •••

Kurultay’da CHP’nin yanı sıra, AKP ile yolları ayrılmış eski bakanlar, MHP’de siyaset yapmış isimler, HDP ve Emek Partili siyasetçiler ile çok sayıda bağımsız ismin yer alacağı açıklandı…

                                                                               •••

Adalet Kurultayı’nı her ne kadar CHP düzenliyorsa da CHP bayrakları alanda bulunmayacak.
Ancak Kurultay kapsamında ele alınacak tüm konularda farklı siyasi parti, oluşum ve derneklerden isimlere çağrılar yapılmış.
                                                                               •••

CHP, Adalet Kurultayı’nı düzenleyerek Türkiye’ye müthiş bir katkı sunuyor!..
Bu eylem, toplumunun içinde bulunduğu insanlık dışı düzenin daha iyi görülebilmesine fırsat vereceği için büyük önem taşıyor.
Umuyorum ki bu Kurultay yurttaşlarımızı bilinçlendirecek.
Ve ‘hukuk devletinin ülkenin varlığı adına yaşamsal bir gerek’ olduğu gerçeği insanlarımıza çok iyi anlatılacak!
                                                                                •••

Belki bu Kurultay CHP kimliğiyle, 30 Ağustos ‘Büyük Zafer Bayramının’ anlamına uygun bir şekilde aynı tarihlerde Afyon/Kocatepe’de yapılabilirdi. Böylece bir kez daha ‘laik Demokratik Türkiye Cumhuriyetine CHP’nin sahip çıktığı’ AKP ile birlikte yedi düvele anlatılırdı.
Ancak Çanakkale’de de olsa CHP Adalet Kurultayı’nı düzenleyerek önemli bir atılım yapıyor!..
Böylece “Hak, Hukuk, Adalet” sözleri bir slogan olmaktan çıkıp Türkiye’nin çağdaş geleceğinin lokomotifi haline dönüşüyor!..

Emeği geçenleri kutluyorum…

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Vatanseverlik - L. DOĞAN TILIÇ

Erdoğan’ın muhtarlara söylediklerini canlı olarak dinlemek okumaktan farklıydı: “Yıllarca havalimanı dendi, bunlar ‘istemezük’ dedi. Kim bunlar? Komünistler, komünistler! Bu komünistler, bu sol görüşlüler hiçbir zaman vatansever değildir. Bu tür hizmetleri verdiğiniz zaman çılgına dönüyorlar.

Bu sözlerde yeni bir şey yok. Yıllardır Türk sağının sola dair tekrarlayıp durduğu klişe. Peki, dinlemek neden farklıydı? “Komünistler, komünistler…” derken ses tonu sağ politikacıların epey eskide kaldığını sandığım ses tonlarına kattıkları öfke ve nefret yüklüydü.

Vatanseverlik, dünyanın hemen her yerinde, hangi siyasi eğilimin, hangi ideolojinin savunucusu olursanız olun paylaşılamaz bir kavram. Ulusal “bütünlük” içindeki toplumlarda, siyasetin olağan demokratik akışı içinde insanlar birbirlerinin vatanseverliğini kolaylıkla/alenen sorgulamazlar.
Vatanseverlik bir anlamda ideolojiler üstüdür; birbirine taban tabana zıt ideolojilerin sahipleri de vatanlarını severler!

Buna karşın sıklıkla kötüye kullanılmış bir kavram. Dr. Johnson olarak tanınan İngiliz yazar, şair, filozof Samuel Johnson’un daha 1700’lerde “Vatanseverlik bir alçağın son sığınağıdır” demesi bu kötüye kullanıma; çalmanın çırpmanın bayrakla vatanla gizlenmesine işarettir.

Kendimi bildim bileli solcuyumdur ama “Hiçbir sağcı vatansever değildir, hiçbir zaman vatansever değillerdir” demem!

Erdoğan’ın “komünistler” derken ki ses tonuyla bazı şiirleri okurken ki ses tonunu birlikte duysanız, kurduğu ilişkinin ne kadar çelişik olduğunu görürdünüz!


Sondan başlarsak, misal 15 Temmuz törenlerinde okuduğu şiirden. “Bakınız şairimiz ne diyor” diyerek, şiirin ve şairin adını vermeden okumuştu:
Bu vatana nasıl kıydılar? / 
İnsan olan vatanını satar mı? / 
Suyun içip ekmeğini yediniz. / 
Dünyada vatandan aziz şey var mı? / 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız? … Günü gelir çarh düzüne çevrilir, 
/ günü gelir hesabınız görülür. 
/ Günü gelir sualiniz sorulur: / 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Şiirin adı “Bu vatana nasıl kıydınız?”, şairi de komünistliği tescilli Nâzım Hikmet!

O şiir Menderes ve Demokrat Parti iktidarı için yazılmıştı. Erdoğan’ın okumadan atladığı iki kıtadan birinde de
Eli kolu zincirlere vurulmuş, / 
vatan çırılçıplak yere serilmiş. / 
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş. / 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” deniyordu.

23 Nisan’da değişik ülkelerden gelen çocuklara da Nâzım’ın dizeleriyle seslenmişti Cumhurbaşkanı:
“Çalıyorum kapınızı, /
teyze, amca, bir imza ver. /
Çocuklar öldürülmesin /
şeker de yiyebilsinler.”
8 yıl önce, İstanbul’a davet ettiği Ortadoğulu liderlerin eşlerine Gazze’ye yardım için seslenirken aynı şiirle gözyaşlarını akıtıp; “Çocukların ölümü, masumiyetin ölümüdür. Masumiyetin ölümü ise insanlığın çöküşüdür” demişti Emine Hanım.
Komünist Nâzım!

Bazen Başbakan Yıldırım partisinin Evet kampanyasını başlattı onunla;
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne / 
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar / 
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında.
Bazen de Erdoğan muhalefete yüklendi;
Sen yanmasan / 
Ben yanmasam / 
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.

Pek sevdiler “Yaşamak bir ağaç gibi…” demeyi. Bir Nevruz’u onunla kutladı Erdoğan: “Bir ağaç gibi benliğimize sahip çıkıp, bir orman gibi kardeşçesine yaşamayı öğrendiğimiz vakit bütün kalbimle inanıyorum ki millet olarak hiçbir erozyona uğramayacak, hiçbir yangına teslim olmayacağız.

Kurtuluş Savaşı Destanı”nda vatanseverliğin de destanını yazdı Nâzım.
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / 
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. / 
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / 
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, / 
Bu cehennem, bu cennet bizim” derken de “Davet”i vatanseverliğeydi.

Sonra, vatanseverliğin Dr. Johnson’un o ünlü sözünden beri nasıl kullanıldığını görünce dayanamadı: “Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurthainiyim, ben vatan hainiyim.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN


DEV-GENÇ’li Bülent - NAZIM ALPMAN

Türkiye Devriminin önemli isimleri arasında bulunan Bülent Uluer, 1970’li yıllarda ismi çok bilinen politik bir şahsiyet idi. Bu geniş çerçeveli tanımlamaya bakarak O’nun siyasi parti lideri olduğu düşünülebilir, ama öyle değil… Bülent Uluer İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğrencisi ve öğrenciler arasında örgütlü dernek yöneticisiydi.
Kamuoyunda tanınır olmasının nedeniyse gazetelerde sıklıkla haber olurdu. O yıllarda yapılan büyük protesto toplantılarında, işgal eylemlerinde ve en çok da cenaze törenlerinde Bülent Uluer konuşurdu. Çok iyi bir hatipti. Metinsiz konuşmasına karşın, yüksel bir ajitasyon gücüne sahipti. Farklı siyasetlerin ortaklaşa eylemlerinde (ki bunların çoğunluğu cenazeler olurdu) yine Bülent’in konuşma yapması üzerine mutabakat sağlanırdı. Sadece kendi siyasetin belgileri, sloganlarıyla konuşmaz daha kapsayıcı bir dille kitlelere seslenirdi. Zaten bu yüzden de farklı siyasetler Uluer üzerinde kolayca anlaşma sağlayabilirlerdi.
Bülent Uluer’i 1970’lerden beri tanımama karşın, ilk kez bir araya gelmemiz ancak 2014’te mümkün olabildi. Artı 1 TV için hazırladığım Zaman Mekan İnsan kuşağında onun hayatını kendi anlatımıyla belgeselleştirmiştik.
Bülent Uluer 1952 yılında Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. Babası Bahattin Uluer asker olduğu için ilkokulun her sınıfını bir başka yerleşimde okumak zorunda kaldı. Birinci sınıfı Karadeniz Ereğli’de, ikinci sınıfı İnebolu’da, üçüncü sınıfı Çankırı’da dördüncü ve beşinci sınıfı İstanbul Tuzla’da okudu ve mezun oldu. Ortaokula Edirne Uzunköprü’de başladı, Mardin Kızıltepe’de bitirdi. Liseye de Mardin’de başladı ama bitirmek kısmet  olamadı. Kendi anlatımıyla “huysuz bir öğrenciydim, itiraz ediyordum her şeye, sonunda atıldım” diye anlatıyor o günleri. Bunun üzerine İnebolu’ya anneannesinin yanına gönderilip İnebolu Lisesi’nden diplomasını alabiliyor.
İnebolu’da futbola da başlıyor Bülent Uluer. İneboluspor 1968-69 ve 1969-70 sezonlarında Kastamonu şampiyonu olan takımın yıldız oyuncusu olmuştur. İyi bir futbolcu olduğunu kendisi de söylüyor.
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni kazanıp büyük şehre geliyor. İlk örgütlü olarak çalıştığı yer ise Kastamonulular Derneği oluyor. Hatta 17 yaşında dernek başkanı seçiliyor. 12 Mart 1971 Muhtırası Bülent’in uzağından geçiyor. Ama bir süre sonra hemşehri derneği de sıkıyönetime tosluyor ve kapatılıyor.
1974 Affı’yla birlikte hayat hızlanmaya başlıyor. Eczacılık ikinci sınıfta okuyan Bülent sadece merkez binada olmak için yeniden sınava girip iktisat fakültesini kazanıyor:
-Artık okuyup eczacı olmak gibi bir fikrim yoktu. Sadece merkez binada olmak için iktisat fakültesini yazmıştım. Ama birinci ve ikinci sınıflar merkez binasının dışındaymış, bilseydim hukuk falan yazardım. Kazanırdım da…
Bülent Uluer bu yıllarda İstanbul Üniversitesinin siyasi liderlerinden biri haline gelmiştir.
Pek çok öğrenci derneği kurulup, bölünüyor; yeni yapılar ortaya çıkıyor, Türkiye son hızla 12 Eylül’e doğru gidiyordu.
Bülent Uluer’in genel sekreteri olduğu DEV-GENÇ de kendi içinde ayrışmalar yaşıyor. Devrimci Yol’dan (DEV-YOL) ayrılan İstanbul kanadı Devrimci Sol (DEV-SOL) adını alıyor.
Bülent Uluer İstanbul kanadında olmasına karşın DEV-SOL’un önderleri arasında yoktur. Zaten üzerine atılı suçlar nedeniyle de arama kararları çıkmıştır. 12 Eylül 1980 Darbesi yapıldığında Bülent Uluer de Suriye üzerinden Filistin’e geçmektedir.
İki yıl çok sıkı gerilla eğitiminden sonra 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında gelişmiş silahlarla donatılmış İsrail ordusuna karşı savaşan Filistinli gerillalar arasında Bülent Uluer de vardır. Hem de ön saflarda…
Bu büyük çatışmalar sırasında İsrailli bir keskin nişancı Bülent’i hedef seçer ve onu tam belinden vurur. Bu halde canını kurtarır. Hastaneye götürülür. Ama kurşun çıkarılamaz. Çünkü felç olma riski çok yüksektir. Kurşun orada bırakılır.
Bülent Uluer belgesel sırasında bu bölümün kurgu dışı bırakılmasını istedi. İsrail istihbaratı bu türden bilgileri değerlendirip, mutlaka bir öç alma-cezalandırma eylemi yapıyormuş.
Şimdi ilk kez yazıyorum. Çünkü Bülent Uluer 22 Ağustos 2017 günü akşamüstü İstanbul Kozyatağı Acıbadem Hastanesinde akciğer embolisi tedavisi görünken hayatını kaybetti.
Bülent Uluer 1960’larda ve 1970’lerde devrimci gençlerde var olan “fedai” ruhuna sahip olanlardandı. Ülkeleri için kendilerini feda etmekten asla çekinmeyen bir kuşak. Sadece ülkeleri için değil. Dünyanın neresinde olursa olsun baskı gören, ezilen, haksızlığa uğrayan halkların yanında olmayı görev olarak kabul etmişlerdi.
Bülent Uluer o kuşağın bu özellikleri taşıyan yiğit bir temsilcisi olarak yaşadı ve mücadele etti. Çizgisi hiç değişmedi. Her zaman emperyalizme karşı ezilen halkların yanında yer aldı.
Uzun sürgün yıllarından sonra döndüğü Türkiye’de özgürlük yönünde yürüdü. Halkların Demokratik Kongresi Danışma Kurulu üyesi olarak gözlerini kapadı.
O bugün Karacaahmet’teki cenaze töreninden sonra toprağın altında olmayacak. Bir özgürlük rüzgârı olarak Türkiye’nin üzerinde esmeye devam edecek, ilk gençlik yıllarındaki adıyla:
DEV-GENÇ’li Bülent!

Nazım Alpman / BİRGÜN

23 Ağustos 2017 Çarşamba

İslam Dünyası STK'ları Birliği - KADİR SEV

İşler şirazesinden öylesine çıktı ki; ülkede neler olduğunu umursayan bile kalmadı. Sanki herkes, eylem birliği etmişçesine, olayların farkında olmamaya çalışıyor. Hani insan karşılaştığı felaketleri üstüne konduramaz, yok sayar ya! Tam da öyle bir durumdayız.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin adından başka neyi kaldı?” sorusunu sormaya cesaret edebilsek, çok şeyi değiştirebileceğiz.

Çünkü hemen ardından “ne yapmalı?” sorusu gelecek.

Ülke, emperyalist güçlerin av sahasında. Yağmalanmadık yeri kalmadı. Üstelik sürekli de borçlandırılıyoruz. Tükettikçe, her şeyin düzgün olduğunu ve giderek daha iyiye gittiğini düşünmeye başlıyoruz. Ve avlanıyoruz.

Şunu bilelim: hesabın ödeneceği günler yaklaşıyor.
Her şey o denli açık ki; ülkenin iyiye gittiğine inanabilmek için, inanmayı şiddetle istemek dışında çareniz yok.

Dinsel inançları siyaset pazarına sürerek; ulufeler dağıtarak; yağmadan pay vererek, bu tür insan yetiştirmeyi başardılar.

Bu, AKP İktidarlarının başarısı mı? Elbette öyle! Ancak, önceki iktidarların hakkını yemeyelim: her şey AKP döneminde başlamadı. Ayrıca, sermayenin uluslararası dayanışmasının katkılarını aklımızdan çıkarmamalıyız.

“İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği” (İDSB) sermayenin uluslararası dayanışmasına iyi bir örnek oluşturuyor. Kısaca söz etmekte yarar var.

Ülkede ne kadar “hayır için çalışan” ENSAR, TÜRGEV, TÜGVA, gibi vakıf, dernek varsa hepsi bu örgütün üyesi. İnternet sitesindeki ilk sayfasında; “6 Kıta, 63 Ülke, Tek Millet ilkesiyle çalışmalarına devam eden….” sözleriyle karşılaşılıyor.

Söz konusu olan 63 ülkeden 312 STK olduğu için, Tek Millet sözü, biraz kafa karıştırıyor.
Misyon ve vizyon bildirimlerinde, Birlik üyesi STK’ların yöneticilerini eğitmek; kapasitelerini güçlendirmek; aralarında birlik ve dayanışma sağlamak; deneyimleri paylaşmak; ortak refleksler geliştirmek, gibi hedefler sıralanıyor.

Birliğin, Kültür ve Eğitim; Kadın, Aile ve Gençlik; İnsan Hak ve Hürriyetleri; Sosyal ve İnsani İşler ve Dayanışma gibi Komisyonları var. Görevlerini bu komisyonlar aracılığıyla gerçekleştiriyor.
Sitelerine; “Neden İDSB?” başlıklı bir bölüm yerleştirmişler. Yeryüzündeki bütün Müslümanları üye olmaya çağırıyorlar; “Allah’ın ipine sıkıca sarılın ve parçalanmayın” emrini gerçekleştirmek; “fiilî bir ümmet şuuru oluşturmak” istiyorsanız örgütümüzün üyesi olun diyorlar.

Kısacası hakkımızda pek hayırlı şeyler düşünmedikleri açıkça görülebiliyor.

İDSB, Tayyip Erdoğan’ın girişimleriyle 2005 Yılında kurulmuştu. Artık meyve veriyor.
Meyvelerinin özelliklerine bir bakalım:
25-27 Eylül 2015’de BM Genel Kurulu Özel Bölümünde görüşülmek üzere hazırlanan sonuç dokümanlarına karşı “BM Ajansını Reddediyoruz!” başlığı altında bir bildiri yayımlamışlar.
Bildiriyi, İDSB’nın “Alimler Teşekkülü ile İslami Organizasyonları” adındaki iki kurul ortaklaşa hazırlamış.

BM tasarısında yapılan bütün eleştiriler cinsellik; kadın-erkek eşitliği ve miras gibi konularla ilgili.
Cinsel ve üreme sağlığı merkezlerinden, evli olmayanlar ile çocukların yararlanmasının yasaklanması isteniyor. Eşcinsel hakları gibi söylemlerin asla kabul edilemeyeceği vurgulanıyor. Zinanın ve eşcinselliğin önünü kapatmak gibi hedefler sıralamışlar.

Özellikle mirasın paylaştırılmasındaki eşitliğe takmış durumdalar. Bildirinin Dördüncü maddesi, şu tanıdık sözlerle başlıyor; “İslam, kadın ve erkek arasında eşitlik vermiştir ama fıtrat ve sorumluluklar açısından aralarında ayırım vardır.” Bildiride Eşitliğin, aile bağını zayıflayacağı savunuluyor ve; “aile bağlarını tehdit eden ve İslam Tüzüğüne aykırı olan hiçbir istek” kabul edilemez deniliyor.
İslam tüzüğüne aykırı olan şeyleri tek tek saymışlar. Birkaçını sıralayım: “evlilik ve boşanma yasalarında tam eşitlik”, “aile içinde tam ortaklık ve sorumlulukları eşit paylaşmak”, “Mirasta eşitlik”
Uluslararası Aile Enstitüsü İstanbul’da 24-25 Ocak 2015 tarihleri arasında II. Uluslararası Aile Konferansı düzenledi. Benzer sözlere orada da rastlıyorsunuz.

Enstitü, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Esenler Belediyesinin katkılarıyla, İstanbul’da 13 Mayıs 2017 tarihinde 2. Yüksek İstişare Kurulu Toplantısı yaptı. Amaçlarının açıklandığı maddelerden biri şöyle; “uluslararası sözleşmelerle lugatimize sokulmaya çalışılan toplumsal cinsiyet (gender, sexuality) ve eşcinsellik gibi aile yapımızı ve dini değerlerimizi tehdit eden kavramlar hakkında önlemler almak,”

İDSB’nin, FETÖ konusunda gereğini yaptı: 1 Ağustos 2016’da MÜSİAD Merkezinde “İslam dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzenleyip, darbe girişimini şiddetle kınadılar. Halkımızı da; “canını hiçe sayarak muhteşem bir direniş gösterdiği ve sadece bir gecede, evet bir gecede, sabaha kadar binlerce destan yazdığını” söyleyip göklere çıkardılar.

Örgütün adı STK’lar birliği ama düzenlediği toplantılara kamu kurumlarından çok sayıda katılım oluyor. Başı, Diyanet İşleri Başkanlığı çekiyor. Milli Eğitim Bakanlığından, ders kitaplarını inceleme ve önerme yetkisi kullanan Talim ve Terbiye Kurulu başkanı da bu toplantıların kimilerine katılıyor. Gedikliler arasında Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı da bulunuyor.

İstanbul’da Nisan 2016 tarihinde Uluslararası İmam ve Hatipler toplantısı düzenlendi. AKP İktidarı burada alınan kararları hemen gerçekleştirdi. Karar; “camiler ile etrafındaki müştemilat asr-ı saadetten bu yana birer nebevi medrese ve eğitim kurulu olarak kullanılmıştı” sözleriyle başlıyor ve aslına uygun olarak kullanılması önerisiyle son buluyordu.

Birliğe üye sendikaların Anayasa referandumunda “EVET” için çalıştıklarını bilmem söylemeye gerek var mı?

Ülkede işler giderek sarpa sarıyor. Daha gecikmeden; “ne yapmalı” sorusunu sorsak iyi olacak.

Kadir Sev /SOL

İdeoloğundan olan Trump - CEYDA KARAN

'ÇılgınDonald’ın, Amerikan müesses nizamını ‘sallayan’ sekiz ayında attığı son ‘safra’ baş ideoloğu Steven Bannon. ‘İzolasyonist’ politikalarının mimarı olan Bannon’ın Beyaz Saray’dan çıkartılışı da varlığı gibi çalkantılı oldu. İstifa mı etti, kovuldu mu, meçhul. Bildiğimiz neoliberal siyasi elitlerle ana akım medyanın tef çalıp oynadığı. Ortadoğulu bir dostumun ifadesiyle, “kötü bir Hollywood senaryosu” misali. 



Peki Trump’ın ‘Önce Amerika’ sloganını paylaşan Bannon’ın gidişi ne değiştirecek? Trump’ın etrafında eski generaller ile küreselleşmeciler kalmışken, kontrol altına alınmasıyla ABD ‘eski güzel günlere’ geri mi dönecek?
***

Bannon, aylarca Amerikan mizah şovlarında ‘kötülükle’ eşdeğer sunuldu. Cumhuriyetçi kurumsal yapının yıllardır yüz vermediği Çay Partisi’nin temsilcisi olarak Trump’ın icraatlarına katkıları arasında; Müslüman göçmenlere set çekmek, Meksika’ya duvar planı, Amerikan iç pazarını yok ettiğini düşündüğü dış ticaret anlaşmalarının iptali idi. Pahalı askeri müdahalelerin altyapıya zarar verdiğini söylerken, ılımlı sosyal muhafazakârlık ile libertere kaçan duruşu olan Bannon’ın siyasal İslamcılığı 21. yüzyılın Nazizmi görmesi dikkat çekiciydi.
Gidişi Charlottesville’deki neonazi, KKK ve beyaz üstünlükçülerin yarattığı dalga ile oldu. Aniden Amerikan ‘etik varoluşunu’ şahlandıran bu vaka Trump’ın aşırı sağcıları kınamakta yetersiz kalmasıyla müthiş bir gerilime dönüştü. Bannon ise onlar için “(Bunlar) en sınırdakiler. Bence medya çok abartıyor. Bu herifler soytarılardan oluşuyor” diyen isimdi. Ancak iç siyasette kimlikçiliği kullanmakta mahir Demokratlar, Bannon’ın gidişini ‘ırksal tansiyonla’ bağladılar. ‘Beyaz Saraydan bir beyaz milliyetçi daha elendi’ dediler. Tabii ABD’de ırkçılık tarihinin derin kökleri olsa da geniş beyaz kitlelerin Trump ile ırkçılığa koştuklarının işareti yok.
Esasında 300 küsur milyonluk Amerika’nın hakikatlerini ve sorunlarını medyalarına bakıp anlayabilmek zor. Misal nüfusun yarısının toplam serveti 20 kadar kişinin elinde olsa bile ‘oligark’ diye anılmayan bu zenginlere Trump’ın daha çok vergi koyabilmişliği yok. Bannon’ın belirttiği altyapı reformları ve sağlık reformu meselesi de pek zor ilerliyor. 

***
Bu koşullarda Trump’ın ideoloğu Beyaz Saray’dan çıkıp, ana akım medya bezginlerinin takip ettiği Breitbart’ın başına döndü. Giderken “Uğruna savaştığımız ve kazandığımız Trump başkanlığı sona erdi” dedi ama “Trump için savaşa gidiyorum” dediği için dışarıdan iş göreceğini düşünenler irkilmiş halde.
Trump’ın etrafında artık üç general; Beyaz Saray Genel Sekreteri John Kelly, Ulusal Güvenlik Danışmanı H. R. McMaster, Pentagon şefi James Mattis’in yanı sıra büyük iş âleminin temsilcileri Gary Cohn ve Steven Mnuchin gibi isimlerle, rivayet o ki, Bannon’ın ‘Javanka’ diye andığı damat Jared ile kızı Ivanka kaldı. Daha Bannon’ın gidişinin dumanı tütmeden Trump, McMaster’ın ‘yeni’ Afganistan stratejisini ilan etti. Eften püften bir plan, çekilme için ‘koşullara bakılacak’. Yani işgal baki.
Bannon ise liberal müdahaleciliğe karşı isim olarak bu ekiple kavgalıydı. Suriye’nin nisandaki kimyasal komplo sonrası vurulmasına da, Venezüela’ya askeri tehditlere de itiraz etmişti. En son Kuzey Kore’yle askeri çözüm olmadığını söyleyen oydu. ‘Nükleersizleştirme’ karşılığında ABD’nin Kore Yarımadası’ndan çekilmesini bile önerecek şekilde! 

***
Tabii Bannon’ın asıl derdi yükselen Çin ile kaçınılmaz gördüğü çatışma. Askeri değil ama ekonomik önlemler, hatta ticaret savaşı arzuluyor. The Prospect’e “Çin’le ekonomik savaş her şeydir. Manyak gibi buna odaklanmalıyız. Kaybetmeye devam edersek, en fazla 10 yıl süremiz var, bir daha toparlanamayacağız” demişti. 



Trump’ın kalan ekibi giderek korunması zorlaşan Pax Amerika’nı muhafaza edebilecek mi? Tek yeteneği medya coşkusu yaratmak ve kendi kendine konuşup tweet atmak gibi görünen Trump’ı kontrol edebilecekler mi? Tabii üç vakte kadar Trump kalacak mı ki desek yeridir.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Saracoğlu müteahhit sofrasında - ÇİĞDEM TOKER


Riskli alan ne demek?
“Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan alan.”
Tarif bana ait değil. Afet riski taşıyan bina ve alanları sağlamlaştırmak adına çıkarılan kanundan aldım. 


AKP’nin bugünlerde partili müteahhitler sofrasına açtığı Saracoğlu Mahallesi’ne önce böyle demişlerdi. Güya Saracoğlu Mahallesi “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun”a göre riskliydi. 


Cumhuriyet’i temsil eden Güvenpark’ın arkasındaki güzelim mahalle, hükümete göre zemin yapısı yahut üzerindeki binalar can ve mal kaybına yol açma tehlikesi taşıyordu. 


Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yazıyı yazdı. Bakanlar Kurulu da “riskli alan” kararını aldı.
Fakat bu karar dört buçuk yıl önce Danıştay’dan döndü. 


Eski Danıştay’a göre Saracoğlu’nun riskli olduğu kararı teknik olarak yeterli değildi. Bunun bir kandırmaca olduğu tescillendi. Ama AKP satmaya kararlıydı. 


Bu kez formül değiştirildi. Saracoğlu Mahallesi, Hazine’ye Ait Taşınmazların Değerlendirilmesi Kanunu kapsamına alındı. 


Dört buçuk yıl önce görevli bakanlık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ydı. Bu kez bu misyon, Maliye Bakanlığı’na geçti. Farklı bir amacın, kanunun, niyetin ardına da gizlemediler. 


Saracoğlu Mahallesi’ni hasılat paylaşımı yöntemiyle satacaklarını ilan ettiler. 


Şimdi Emlak GYO muhtemelen bir ihale yapacak. 


Başkentin göbeğinde Cumhuriyet mimarisinin yaşayan mahallesi yıkılacak. Yerine rant alanları ve ihtimal ki kuleleri dikilecek.


Hem partili müteahhitler kazanacak, kazandıklarını dağıtacak, hem bütçenin açığı biraz kapatılacak, hem bir Cumhuriyet değeri daha yok edilecek. 


Kimbilir belki, son yıllarda zaten şehrin değişik noktalarından eskisi kadar kolay ve rahat görünmeyen Anıtkabir’in görünürlüğü dahi böylece büsbütün perdelenecek.


Afet toplanma alanları
17 Ağustos’un 18. yılında, İstanbul’u büyük bir depremin daha beklediği bilimsel bir gerçek. Bu gerçek nedeniyle “kentsel dönüşüm” yaşamsal önem taşıyor. Afet Riski Altındaki Alanlar diye başlayan yasanın çıkarılması da bu sebeptendi.
Sonuç ortada. Bugün, afet toplanma alanlarının nasıl kentsel dönüşüm adı altında, nereye hangi rant kulelerinin yapıldığını konuşuyoruz.
2014’te Vatan Caddesi üzerindeki eski Lunapark alanıyla ilgili imar kararıyla ilgili “akrabalık” konusuna yer verdiğim bir yazı yazdım. Lehine imar tesis edilen Metal Konut şirketi sahibi Ömer Saçaklıoğlu ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’nın -başka şirketlerde- ortak olduğunu yazdım diye hapis cezasıyla yargılandım. Kavurmacı bir de 1 milyon TL’lik de tazminat davası açtı. İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde beraat ettiğim o davada ilginç olan neydi biliyor musunuz?
Fatih Belediyesi, mahkemenin “Meclis kararını gönderin” isteğine uymadı.
Mahkeme üç kez bu imara açan Meclis kararını belediyeden resmi yazıyla istedi. Ancak sonuç alamadı. Fatih Belediyesi meclis kararını mahkemeye göndermedi.
İşte bu keyfilik, afet toplanması alanlarının şu anda “gizli” olması saçmalığına da biraz ışık tutuyor.
Velhasılı, deprem konusunda işimizin Allah’a kaldığı kesin bilgidir.
Yayalım. 


Cengiz’e 3.8 milyar TL’lik iş
Karayolları Genel Müdürlüğü ile başladı. Demiryolları, TOKİ, Adalet Bakanlığı, valilikler derken “davetli ihale” kamuyu bir kanser gibi sarıyor. Olağanüstü durumlarda, afetlerde uygulanması gereken 21/b su yoluna dönüştü.
Son dört buçuk yılın “davetli ihale” listesini yeni bilgiler ışığında güncelledim.
Elimde Mayıs 2013’ten başlayıp günümüze dek uzanan kapsamlı bir liste mevcut. (Toplam büyüklüğü ayrıca yazacağım.) Şimdi Cengiz’e, yani diplomasi lisanıyla AKP’nin “en ziyade müsaadeye mazhar” müteahhitine verilen işleri listeleyeceğiz.
Buyrun:
Batman-Siirt illeri köprü yapımları (Nurol ile): 136 milyon TL
Genç- Servi yolu (Özaltın ile): 78.9 milyon TL
Samsun-Sinop ayr. Güzelçay yolu: 78.8 milyon TL
Kastamonu-Çankırı (Ilgaz tüneli): 213.3 milyon TL
Trabzon-Aşkale- Maçka-Karahava Y: 44.8 milyon TL İkizdere ayrımı-Ovit Tüneli: 390.5 milyon TL
T26’nın açılmamış kısmı ile YHT hattına bağlanması işi (IC İçtaş ile): 793 milyon
Bandırma-Bursa-Ayazma-Osmaneli Demiryolu projesi: 891.6 milyon TL
Kastamonu-Çankırı: 607.3 milyon TL
Trabzon-Aşkale-Köstere Deresi Gümüşhane yolu: 527.4 milyon TL) TOPLAM: 3.8 MİLYAR TL
Havalimanı, maden, baraj, elektrik dağıtım, nükleer santral yok bu listede.
3.8 milyar TL, sadece karayolu ve iki demiryolu projesinin tutarı.
Gördüğünüz gibi Cengiz’in küfürü hayli geniş zamanlıymış. 


Kadına, devlet destekli taşeron zulmü
Kadınların gece vardiyalarında çalıştırılma şartları değişti.
Değişiklik yapılan yönetmelik, Resmi Gazete’de yayımlandı.
Şöyle bir giriş yapılmış meseleye: Kadın çalışanlar gece postalarında yedi buçuk saatten fazla çalıştırılamazmış.
İyi.
Fakat yönetmelik değişikliği bu; boşuna yapılmaz.
Gerçek “emel” arkadan geliyor: “Turizm, özel güvenlik ve sağlık hizmeti yürütülen işlerde ve bu işlerin yürütüldüğü işyerlerinde faaliyet gösteren alt işveren tarafından yürütülen işlerde kadın çalışanın yazılı onayının alınması şartıyla, yedi buçuk saatin üzerinde gece çalışması yaptırılabilir.”
Kanun diliyle maskelenmiş gerçek niyet ne mi?
Belli ki, kamuda, bakanlıklar, belediyeler, adliyeler, genel müdürlüklerden ihale alan partili taşeron firmalar, bu kuraldan mağdur olmuş.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da taşeron firmaların mağduriyetine dayanamayıp yapmış bu değişikliği.
Okuyanlar arasında, “Kadın çalışanın yazılı onayı mecbur. O çalıştıramaz ki” diyen iyi niyetliler varsa.
Asgari ücretle ev geçindiren kaç kadın çalışan, binbir güçlükle bulduğu bir özel güvenlik, ya da hastanede temizlik işine “Sen bu gece de üç saat fazladan çalış” dendiğinde “Katiyen olmaz. Onay vermiyorum” diyebilir?
Kaçı, “Çalışırım ama fazla mesai ücretim ödenecek mi?” diye sorabilir.
“Hayır” dediklerinde, yerlerine istihdam edilecek binlercesi kapıda bekliyor.
O yüzden, işten atılma korkusuyla; özel güvenlik, temizlik şirketlerinin önlerine koyacağı ve şimdiden hazır bekleyen onay yazılarını sessizce imzalayacaklar. 


Taşeron şirketleri kollamak uğruna, kadınların yedi buçuk saatten fazla çalıştırılmasına vize veren 


Çalışma ve Güvenlik Bakanlığı’na, buradan kocaman tebrik...

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Irkçılık, maşizm, türcülük: Bir 'maymun' davası - TAYFUN ATAY

Sosyal medya fenomeni diye kamuoyunda öne çıkmış Hakan Hepcan, Galatasaray’ın siyahi futbolcusu Bafétimbi Gomis’e sarf ettiği sözlerden dolayı ırkçılıkla suçlandı. Fenerbahçeli Hepcan, Twitter’da şu mesajı paylaşmış:
“Bizim takım oturana kadar lig biter hacı. Galatasaray’da bi tane maymun var topa düşmanı gibi vurup yere falan atıyo kendini işimiz çok zor.”
Bu tweet üzerine Hepcan’a yönelik tepkilere baktığımızda ise adeta bir cinayet ya da tecavüz suçlusu için “Onu bize verin” diye karakolun önüne toplanmış ahalinin durumuna benzer bir tablo gördük!..
Bu “linççi” kitlesel tepkiye en gözde tercüman da Beyaz TV’deki “Derin Futbol” programında eski hakem Ahmet Çakar oldu.
Hepcan’ın 15 Temmuz darbe gecesine tarihlenen bir başka tweet’inin de bu süreçte ifşa olmasının itici gücüyle Çakar, ekranda ağzına geleni söyledi:
Sen, vatan hainlerini öven ırkçı bir şerefsizsin. Maçan yiyorsa beni mahkemeye verirsin. Mahkemeye vermezsen de şerefsiz oğlu şerefsizsin.”

Çakar’ın Hepcan’a yönelik bu “aile-boyu” hakaretlerinden öte homofobik imaları da vardı:
“Mesela ben sana desem ki çok yumuşak bi oğlana benziyosun. (...) Senin gibi ince sesli, parlak bi çocuğa yumuşak dediğim zaman –ki öyle demiyorum- bu hakaret olur. Senin yaptığınsa hakaretten öte ırkçılık.”
Kanaatim o ki bu tartışma “ırkçılık”ta düğümlendiği için ortaya çıkan feci tabloda mevcut diğer iki önemli sorun gözardı edilmekte.
Bunlardan biri “maşizm”, diğeri “türcülük”.
Maşizm, yani maçoluğun değer atfedilerek benimsenmiş ideolojik çerçevesi, kendini Ahmet Çakar’ın Hakan Hepcan’a yönelik o “yumuşacık” imalarında dışa vurmakta.
Elbette Çakar, Hepcan’a “Yumuşak”, “Top” ya da “Homo” demedi.
Ama, “Senin gibi ince sesli, ‘parlak’ bir çocuk” nitelemesinde bulundu. Bunu yaptıktan sonra, “Çok yumuşak bi oğlana benziyosun desem..” deyip, ardından “Ama demiyorum” diye parantez açsa da sonuçta demiş kadar oldu!..
Diğer taraftan Hakan Hepcan’ın Gomis’e “maymun” demesi ırkçılık suçu olsa da bu ifadede ırkçılık dolaylı olarak var. Burada doğrudan işlenen suç, “türcülük”tür.
1970’lerde Richard Ryder tarafından ortaya atılmış bir kavram olan türcülük (“Speciesism”), ırkçılık ve cinsiyetçilikle (ve bunun en ucunda maşizm ile) aynı nitelikte bir “yanlışlık” durumuna işaret eder.
Türcülük, “öteki" (insan-dışı) hayvanları insandan aşağı ve dolayısıyla her şeye müstahak görmek. Mesela teşhir amaçlı esarete (hayvanat bahçeleri); mesela eğlenceye (sirkler); mesela eziyet ve katliamlara (horoz dövüşleri, boğa güreşleri, vb.); nihayet insana hakaret amaçlı araçsallaştırmaya (“Eşşoleşşek”, “it oğlu it”, vd. tabirler)...
İşte böylesi “insan-merkezci” ideolojik “yanlışlık” doğrultusunda da pek çok suç üretiyoruz. Ama bu suçlar, ırkçılık ya da cinsiyetçilik temelli olanlar kadar şiddetli tepki görmek bir yana, çoğu zaman fark edilmiyor bile...

Söz gelimi Hakan Hepcan’ın Gomis’e hakaretini telafi etmek amacıyla ekranda sarf ettiği sözler var ki işte tam da bu türcülük bağlamında özrü kabahatinden büyük dedirtecek cinsten:
“Ben şerefim üzerine yemin ederim, maymun lâfını, ırkçılıkla alâkalı söylenmiş bir şey değil orada. (...) Orada maymun yerine eşek de olabilirdi o an, benim için hiç fark etmezdi.”
“Hiç fark etmezdi”, çünkü Hepcan, Gomis’in siyahiliğini aşağılamaktan öte ve önce insanlığını aşağılamak için ona bir hayvan adını yakıştırarak hakaret edip esas “türcülük suçu” işliyor.
Ama işte Gomis’e ve Siyah insana sahip çıkma yolunda Hepcan’ı şiddetle lanetlerken ne maymunları, ne eşekleri, ne de bu şekilde insana hakaret yolunda dile dolanan hayvanları savunan ve “türcülük” suçu işleyenleri kınayan hiç kimse yok aramızda.

Halbuki bana sorarsanız bir insana “Eşşoleşşek”, “İt”, “Öküz”, “Ayı” ya da “Maymun” dendiğinde esas hakarete uğrayan insanla aynı dereceye “indirilen” bu masum ve günahsız hayvanlar oluyor.

Doğaya, dünyaya ve kainata zarar verme yönünden düşünüp değerlendirdiğimizde, benim de maalesef bir üyesi olduğum insan türünden daha “aşağı”sı yok çünkü!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Racona ters işler! - ENVER AYSEVER

Siyasal dilin mahalle ağzına dönmesi çağın ruhuna uygundur. Siyaset kurumu mu bu utanılacak dili iktidar kıldı yoksa ahali bu dilden anladığı için mi kullanıma girdi iyi bir tartışma konusudur. Bana sorarsanız cumhuriyet dille ilgilidir ve ne vakit burada ricat başlamıştır, düşünsel sefalet iktidar olmuştur. ‘Dil devrimi’ üzerinde tepinenler, ısrarla karşı devrim talep etmektedir. Dil dediğim sadece sözcüklerin yenileşmesi, arılaşması değil, aynı zamanda üslubun da biçimlenmesidir. Cumhuriyet’le birlikte; tepeden bakan, buyurgan, külhanbeyi ağız bırakılmış; yerine eşitlikçi, duyarlı, demokrasi dili kurulması amaç edinilmiştir.

Şimdi ne Cumhuriyet’e ne Osmanlı’ya benzeyen bir dönemdeyiz, bize özgü olduğu savlanan başkanlık sistemi içinde kıvranıyoruz. Haliyle karşımızda yeni bir dil var. Yaratılmaya çalışılan ‘reis’ kültü üzerinden yürüyor tüm işler. Reis hepimiz adına iyiyi, güzeli, doğruyu buluyor ve onun hikmetinden de sual edilemiyor. Eski Türkiye diye tarif edilen ve tüm kötülükleri, baskıyı devlet diye tarif eden anlayış, bunu bir kişi de toplayarak sorunu çözdüğünü iddia ediyor. ‘Vesayet’ ortadan kalkacak diyerek girilen yolda, bu güne dek görülmemiş, yepyeni bir vesayet ortaya çıktı. İki yüz yıllık aydınlanma, modernleşme, demokrasi çabası, deneyimi ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu mümkün mü derseniz, bence o kadar kolay değil.

Bu yeni vesayet düzeninin kendine özgü kahramanları da var elbet. Kantarın topuzu kaçınca, mutlak hâkim ‘reis’ müdahale etmek zorunda kaldı ve buyurdu ki: “Kimse benim yerime racon kesmesin, gerekirse raconu ben keserim” Bu söylem yukarıdaki tarife tıpa tıp uygun. Bu yeni düzende fikir açıklamak söz konusu değildir. İki nedenden dolayı; zaten ortada bir fikir yoktur, fikri olanların da söyleyecek zemini yoktur, yasaktır. Dolayısıyla ancak böyle bir yapıda  racon kesilir. Racon hukukun bittiği yerde başlar. Kendince kuralları var elbet.

Reise yaslanarak çevreyi tehdit eden, iktidar devşiren basıncılar, siyasetçiler, akademisyenler, kanaat önderleri şimdi kara kara düşünmektedir sanırım. Reisin pek vefalı olduğu da söylenemez. Düne dek en iyi tetikçisi olanları bile boş çuvala çevirip, fırlattı attı. Bu da işin doğasında var. Mutlak iktidar isteyen bir hükümran, kendi adına bile olsa, herhangi bir paydaş istemez. Liberaller böyle çöp oldu mesela ve Gülenciler de! Dün Perinçek’in adamları hakkında açılan davayı okudum, onlar da son kurban.

Racon kesmek hayatın farklı alanlarında rastladığımız bir tutum. Söz gelişi yanında eşi, çocuğu olan biriyle kavgaya tutuşulmaz. On kişi bir kişiye çullanmak racona terstir. Yani diyeceğim, kendince bir kural, denge vardır bu kabadayı dünyada. Ya da eskilerde böyleydi. En azılı kabadayılar mahallesindeki yoksulu korur, kollardı. Elbet bunu herhangi bir meşruiyet sağlamak, bu davranış biçimini haklı kılmak için yazıyor değilim. Ama işte bir racon vardı…

Şu örnek tam durumu izah eder sanırım… Geçen gün elinde sopalarla, mahallesinde bulunan LGBT bireylere saldırdı bir grup delikanlı(!) İsyan eden LGBT’ler: “Gücünüz bize yetiyor, ahlakınızı biz bozuyoruz öyle mi? Ensar’da çocukların ırzına geçilirken neredeydiniz?” diye haklı bir soru yöneltti. Ardından bir ülkücü mafyanın yakını, kendi de ülkücü olan adam, on beş yaşında erkek çocukla basıldı…
Soruyorum: Güçsüze vurmak, güçlünü yanında olmak mıdır racon?
Diyeceğim şudur: Mahpusta iki insan can vermek üzereyken, Saray’da oturmak vicdana sığar mı mesela?
Binlerce insan KHK ile görevinden uzaklaştırılıp açlığa mahkûm edilirken, onlara nispet yapmak ahlaka uygun mu mesela?
Atanamayan gencecik öğretmenler bir bir canına kıyarken, çocuklarına gemicik almak, utanmazlık değil mi söz gelişi?
Seçim sırasında kural değiştirmek, ohal koşullarında sandık koyup, iktidar devşirmek mertçe mi acaba?
Halkın seçtiği siyasileri, sorgusuz sualsiz içeri tıkmak delikanlılık mıdır?
Devletin tüm olanaklarını seferber edip, basını baskı altına alarak, rakibinin elini kolunu bağlayarak seçim yapmak ne kadar dürüstçe?
Çoğaltabilirim…
 Racon kesmenin bir yolu, yöntemi vardı eskilerde. Yüz yüze olmak ilk kuraldı. Kılıçdaroğlu ekrana gel dediğinde kaçmak racona ters değil mi?
Ya da soru soracak gazetecileri içeri tıkmak, işinden etmek racona uygun mu?

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Dendrobium Binali - MUSTAFA K. ERDEMOL

Başbakan Binali Yıldırım’a, Singapur gezisi sırasında ziyaret ettiği dünyaca ünlü Ulusal Orkide Bahçesi yöneticileri olağanüstü bir jest yapmışlar. Bahçede yetiştirilen, dünyada da benzerinin olmadığı söylenen bir orkide türüne Yıldırım’ın adını vermişler. Şimdi o bahçede “Dendrobium Binali” adını taşıyan bir orkide var.

Ne kadar güzel. En az “Fahri Doktora” ünvanı kadar onur verici bir payelendirme bu. Ancak aradan yıllar geçtiğinde bu çiçeğin adının “Dendrobium Binali” olduğunu öğrenenler Türkiye Başbakanı’nın botanik bilimine katkısının ne olduğunu da merak edeceklerdir herhalde. Bahçe yöneticileri bu adın zamanla unutulacağını hesapladılarsa sorun yok, aksi halde buna bir çare bulmalılar.

Recep Tayyip Erdoğan’ın adının 2005 yılında Sri Lanka’da yeni geliştirilen bir orkideye verilmesinin yine de anlaşılabilir bir tarafı var. Türkiye tsunami felaketi sırasında çok yardım ettiği için Sri Lankalılar böyle bir jest yapmışlar. Ama Singapurluların, bizim politikacılara özel bir sevgi duydukları belli. Binali Yıldırım’dan önce de hem Recep Tayyip Erdoğan’ın hem de eşi Emine hanımın adını kalktılar yine bir orkidenin karışımından oluşturulan yeni bir tür mor çiçeğe verdiler: “Dendrobium Tayyip- Emine”.

Bu umarın Singapurlularda bir alışkanlık değildir. Her ülkeden politikacı ismini ünlü bahçelerindeki çiçeklere verdiklerini öğrenirsem pek bozulurum. Tamam botanik dünyasına, bilimine katkıları olmasa da Binali Bey’in de, Recep Bey ile Emine Hanımın da adlarının bir çiçekte yaşıyor olması pek bir güzel.

Tabii bu iyi bir seçim midir bilemem. Çiçek işinden anlayanlar Singapurlular, öyle deniyor. Dolayısıyla Azteklerden bu yana gücün simgesi, Eski Yunan’da da bereketin temsilcisi olarak bilinen orkidenin, hele mor orkidenin ne anlama geldiğini biliyorlardır. Koyu mor orkidelerin büyüklenme ya da kibir çağrışımları yaptığını söylerler. Tabii bu güzel çiçeğin asıl ifade ettiği anlam “asalet”. Binali Yıldırım’a da, Recep Bey ile Emine Hanım’a da, şüphe yok ki “asalet”  tarafı düşünülerek yapılmıştır bu jestler.

Memlekette de zaman zaman rastlıyoruz bu tür tutumlara. Vefa yanı ağır basan tutumlar bunlar. Birini anımsıyorum, 2008’deydi galiba. Erzincan’da valilik yaptığı sırada kendisini halka çok sevdiren Recep Yazıcıoğlu’nun adını Erzincan’da tespit edilen bir çiçeğe verdiler, “Psaphellus Recepii” diye. Bence son derece isabetli. Bir anlamı var en azından. Duyan itiraz da etmez. Adı Erzincan’la özleşmiş bir figüre, dediğim gibi, gösterilmiş bir vefadır bu. Çok hoş. Singapurluların vefasından da daha farklı elbette.

Bu vesileyle aklıma gelmişken, hepsinin öykülerini bilmeyi çok isterdim, ne güzel çiçek isimleri vardır bizde. Nasıl ya da neden koymuşlar, bilmek istiyor insan. Civan Perçemi örneğin. Bu çiçeğe Yaşlı Adam Biberi, Asker Yarası falan dendiği de olur. Şifalı bir ottur bu.

Zinnia Elegance adlı bir çiçek var. Kim tutacak aklında bu adı. Bizim Anadolu insanı Kirli Hanım Çiçeği deyip çıkmış işin içinden. Vardır bir öyküsü.

Floss Flower’a ne buyrulur. Şu bizim Vapur Dumanı dediğimiz çiçektir bu. İsme bakar mısınız? Hepsinin öyküsü kim bilir ne güzeldir. Ciltler dolusu yazılır. Uzmanları yazmıştır mutlaka, bulup okumak lazım. Öyle “ben koydum” olmuyor. Neden koydun, gerekçen ne, bilelim. Singapurlulara sormak isterdim bu yüzden. “Neden bu adları verdiler” diye. İtirazım olduğundan değil, merak ettiğimden. Neden? Singapurluların da hakkıdır Türk politikacıların adını taşıyan orkidenin neden o adları taşıdığını bilmek. Belki yakasına takacak, belki sevgilisine sunacak. Öyküsünü, gerekçesini bilse fena mı olur?

İyi ki Binali Yıldırım da, Recep Tayyip Erdoğan da, Emine Hanım da hem milletçe hem de dünya çapında çok çok sevilen figürler. O nedenle iyi, güzel çiçeklere adları veriliyor. Sevilmeselerdi başlarına neler neler gelirdi kim bilir?

Bitkilerin sınıflandırılmasında bir çığır açmış olan İsveçli doğa bilimci Carolus Linnaeus’u bilirsiniz. Kindar mıydı bilmem ama çok kötü kokan bir bitkiye hiç sevmediği rakibinin adını vermişti. Buffon diye bildiğimiz bitki var ya. O rakibin adını taşır.

Hadi Binali Bey. İyisiniz yine.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

22 Ağustos 2017 Salı

Gazetecinin işi 'cumhuriyet'i savunmaktır - ORHAN GÖKDEMİR

soL’da “Nuray Mert neden kustu?” başlıklı yazımın yayınlanmasının üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. Yazı 1 Kasım’da yayınlanmış, demek ki Ekim’in son gününde yazılmış. Mevzusu da 29 Ekim vesilesiyle Nuray Mert’in Cumhuriyet ve laiklik üzerine yazdığı ağır bir yazıydı zaten. Cumhuriyet kutlamalarını görünce midesi bulanmış ve üzerimize kusmuştu hanımefendi. Fakat talihsizlik, o kusmuğun çoğu yazdığı gazetesinin üzerindeydi. Nuray Mert kusmakla meşgulken gazetesinin yazarlarını ve yöneticilerini gözaltına aldılar. Çoğu o gün bu gündür hâlâ içeride. Fakat davanın ilk duruşmasının görüldüğü gün de ağır bir yazı yazdı Nuray Hanım. Yine midesi bulanmıştı; Evrim teorisine karşıydı, müftü nikâhının yanındaydı. Laik cumhuriyete karşı değil mi yazarımız, başka ne yazacak?

Fakat bu kadar kusmuğu taşıyamadı gazete, bir yıl sonra Nuray Mert’in işine son verdi. O kararla ortalık bir parça rahatlamış görünüyor ama daha geride Ahmet İnsel var, Aslı Aydıntaşbaş var, Aydın Engin var…

Bir de kusmuk kokularına bir yıldır dayanan, sesini çıkarmayanlar... Yeni yeni dillendiriliyor içerideki gericilikten duyulan rahatsızlıklar. Yazarlar “yetmez ama evetçi çeteleşme”den söz ediyor mesela. Can Dündar'ın bütün bunlardaki rolü konusunda ise sadece utangaç bir homurdanma var. Tabu onun rolünü konuşmak. Daha bir yıl önce potansiyel kahraman adayımızdı çünkü. Hatta CHP’nin başına geçip ülkenin makûs talihini yenmesine aracılık edeceği bile söyleniyordu. Zeki, yakışıklı, eli kalem tutuyor, ağlak bir ifade kondurabiliyor yüzüne. Aydın camiamızın bir tür Küçük Emrah’ı. Daha ne aranacak! Sonuçta Alman idarecilerin yanında dalkavuk pozisyonu almak düştü payına ama olsun. Kahramanlar kolay ölmez nasılsa!

                                                                              ***
Her neyse, Nuray Mert artık başka yerde kusacak, bu iyi. Burnumuzu tutup geçecebileceğiz mesela işini icra ettiği yerin önünden. Olmadı başımızı çevireceğiz ki büyük lüks.

Şu işe bakın, Nuray Mert’le yakın zamanlarda Akif Beki de kovulduğu yazdığı gazeteden. Gerçi gazetesi sahibiyle birlikte AKP’ye biat etti ama bunu da bir kazanım saydığımızı saklamıyoruz. Akif Beki bir süre sidikli havuzun serin sularında kulaç atmayacak. Yandaştan bunalana bu da az şey değildir.

Bütün bu isimleri “gazetecilik” kavramı üzerinden konuşmak tuhaf ama zamanın ruhuna da pek uygun uygun. Redhack’ın sızdırdığı belgelerden öğrendik, Nuray Mert iktidarın basın temsilcisiydi. Akif Beki zaten asıl ününü siyasi sözcü olarak yapmıştı. Adının “Akif Dediki”ye çıktığı zamanlar çabuk unutuldu. AKP’nin Hürriyet nezdindeki temsilcisi olarak atanınca gerçekten gazeteci sanmaya başlayanlar oldu. Hande Fırat’ı da “Ankara Temsilcisi” sanıyorlar mesela. Doğru ama bakın bakalım kimin Ankara temsilcisi?

Eğer bu değerli temsilcilerin kovulmalarından bir anlam çıkarmak istersek bu ancak siyasi bir anlam olabilir. Aydın Engin’in değerli zevcesi ve “yetmez ama evet” yoldaşı Oya Baydar’ın iddia ettiği gibi bunlardan basın ve ifade özgürlüğüne değin en ufak bir anlam çıkmaz. Bu yolla Cumhuriyet üzerindeki gerici ağırlığın küçük bir kısmından kurtulmuştur sadece. Doğan gurubu ve gazetesinde ise Abdülkadir Selvi var, Ahmet Hakan var, Ali Boratav var, Erdoğan Aktaş var. Kim ne yapsın artık Akif Beki’yi.

Basın özgürlüğü uzun zamandır büyük bir yalandan ibaret. İktidarın tapulu malı basın. Kendini gazeteci sanan kurbağalar ölmesin diye sidikli bir havuz oluşturdu ve “gazeteci”ler orada debelenip duruyor. Aklı başında bir insanın bakmaya, duymaya tahammül edemeyeceği, kakafonik bir koro hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyip duruyor: İktidar haklı… İktidar haklı demeyeni iktidarın haklaması da iktidarın hakkı! Oya Hanım ne basını?
                                                                            ***
Akif Beki, Nuray Mert gitti. Fuat Uğur yerinde duruyor. Nereye gidecek? Durduğu yer zaten yalancılığın son durağı. Nakşiliğin en paragöz kolunun yayınında yazıyor. Yaranacağım diye rüyasında gördüğü ipe sapa gelmez şeyleri haber diye yayınlıyor. O ipe sapa gelmez şeyleri yazdığı için para alıyor.

Bir fotoğraf bulmuş arşivde. Fotoğrafta kendisi, Tayyip Erdoğan ve bir de ne görelim, İlhan Kesici var. Daha doğrusu İlhan Kesici’ye benzeyen biri var ama benzemesi yetmez, İlhan Kesici’nin ta kendisi var. Muhalefet partisi CHP’yi eleştirmek ve reisten aferini kapmak için bundan daha iyi bir fırsat olur mu?

Yayınlıyor fotoğrafı, üzerine bir çuval da yalan uyduruyor. Fakat fotoğraftaki kişinin İlhan Kesici olmadığı ortaya çıkınca gazetesi “köşe yazısı”nı internet sayfasından kaldırıyor. Yanılmış, öyle diyor Fuat Uğur. Sanki diğer yazılarında yanılmamış gibi yazmayı sürdürüyor.


İkiye ayrılıyor gazeteciler AKP iktidarında. Bir yanda Fuat Uğur gibi hayali gerçek olan gazeteci müsveddeleri var, bir yanda işsiz, esaret altında acı çeken, direnen, dayanan gerçek gazeteciler.
Nuray Mert gitti evet ama Cumhuriyet kurtulmuş falan değil. Her yönden her yandan saldırıyor Cumhuriyet düşmanları. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa var!

Orhan Gökdemir / SOL

(Bu yazı haftalık siyasi dergi BOYUN EĞME'nin 18 Ağustos 2017 tarihinde yayınlanan 88'inci sayısında yer almıştır.)

Oy gidi Karadeniz - ORHAN AYDIN

Trabzon’a uçuyorum, günlerden 19 Ağustos Cuma.
1. Uluslararası Trabzon Film Festivali’nin yarışma bölümünde oynadığım bir film var, MEZARCI.
Uçakta tek boş yer yok. Tüm koltuklar simsiyah giysili, yalnızca gözleri görünen peçeli kadınlarla, IŞİD sakallı erkeklerle ve çocuklarla dolu.

Hostese sordum.
-Riyad uçağı mı bu, Trabzon mu?
Gülümsedi.
-Hep böyle efendim, yalnızca biz günde 3 uçuş yapıyoruz, hepsi dolu, diğer şirketlerin ise toplam 7 uçuşu var.
-Ne var Karadeniz’de petrol mü?
-Yeşil, yeşile tutkunlar ve derelere, yaylalara.
Yanımdaki Hopalı karışıyor söze.
-Bütün oteller dolu, yaylalarda evler, arsalar alıyorlar. Geçen hafta Arhavi’de bir Katarlı otel satın aldı, yetmedi yanındaki arsaları da aldı, inşaat yapacağı söyleniyor. Karadeniz’i turizme açıyoruz diye bağırıyorlar ya.. yalan. Gelsin görsün millet, her yer beton, eskiden boş buldukları yere cami yapanlar şimdi betondan ev, otel, AVM yapıyorlar. Yaylaların, köylerin canı çıktı. Bu gidiş gidiş değil. Sonunda bize buralarda yaşam hakkı kalmayacak. Adamların parası var. Bastırıyorlar parayı tüm dere boylarını, yaylalarımızı, çaylıklarımızı satın alıyorlar. Uzungöl ne olduysa tüm Karadeniz o olur. Yakındır Ayder’i gören tanımayacak, kına yaksınlar.
-Satmasın bizimkiler.
-Milletin canı boğazında ağabey, iş yok, ne çay para ediyor ne fındık, ne halt edecek. Başını sokacak bir dam kalacak, gerisini satacak.
Uçakta çocuklar hiç rahat durmuyorlar, koltukların tepelerine tırmanan afacanlar var, hostesler yarı gergin yarı güleç işlerini yapmaya çalışıyorlar. Bir kakofoni ki sormayın, neredeyse her kafadan bir ses çıkıyor ve nedense tüm yolcular bağırarak konuşuyor. Sıra ‘ikram servisine’ geliyor.
Çaprazımdaki peçeli kadına bakıyorum göz ucuyla. Nasıl yiyecek o sandviçi ve meyve suyunu nasıl içecek, ağzını görmüyoruz kapalı ve her yeri simsiyah, bir gözler açıkta bir eller. Utanıyorum izliyor olmaktan. Bir insan bir insana dahası bir inanç bir inanana bunu nasıl yapar. Bir işkence izliyorum. Eğiyor başını, bir eliyle peçesini kaldırıp, yemeğe çabalıyor. Önceleri makarna yemeye çalışan bir kadın daha görmüştüm. Sonunda ağlayarak, fırlatıp atmıştı tabağı. Ancak şimdi bir zulüm izliyorum. Meyve suyu kucağına dökülüyor, yanında oturan hiç aldırmadan geviş getiriyor. Bu nasıl inanç?
Hopalı fark ediyor izlediğimi.
-Ha bu nedir ağabey ya ha bu nedir? Benim anamın da başı kapalı ama ha bu nedir, 21. yüzyıldayız. Eziyettir bu. Bir adamın bir kadına eziyeti.
-Bir dinin bir kadına ömür boyu işkencesi.
-Hepsinin en az iki eşi var ve en az beş  tane çocuğu.
Hostesler yoruluyor, buna can mı dayanır, bütün uçak tıkınıyor ve çocuklar hiç aman vermiyor. Bu fasıl neredeyse inişe geçiş anonsu duyulana kadar sürüyor. En son gördüğüm önümdeki koltukta oturanın yandakilere baklava ikramıydı.
İniyoruz.
Severim ben coğrafyamı.
Bu toprakların çocuğuyum, hep yağmura ıslık çalan yamaçları, aldığı nefes, yeşilinin amansız çılgınlığı, denizinin asi oluşu, insanının fıkra gibi şakraklığı, mertliği, müzikle olan yolculuğu ve dağların doruklarına kadar uzanan yalnızlığını severim.
O küçücük hava limanında neredeyse adım atacak yer yok. Hopalı ile sıyrıldık aralarından. Kapının önünde ellerinde kâğıtlarla onlarca insan bekliyor. “Arap Müşteri” hareket getirmiş memlekete!
İki genç hemşerim karşılıyor, kucaklaşıyoruz. Serviste  “koyverdun gittun beni..” çalıyor, Kazım’ın sesi içime işliyor. Üniversitenin oteline geliyoruz, biliyorum burayı, dalga sesleriyle uyunur. Hayret otel boş gibi, soruyorum.
-Efendim burada akademisyen ve mimarlar var, Mimarlar Odası’nın bir toplantısı için.
Rahatlıyorum biraz, tuhaf.
Filmin gösterimi yakındaki bir AVM de olacak. Daha kapısından başlıyor kalabalık. Sanki içeride her şey bedava dağıtılıyor.
Her tür markanın olduğu bir pazar burası, hepsi birbirinden pahalı, benim yurttaşlarım buradan alış-veriş yapsalar aç kalırlar.
Tuhaftır dükkânlar boş ama yemek katı denen bölümde, tek boş sandalye yok.
Film gösteriminden mutlandım, az seyirci vardı ama jüri üyeleri bile ‘en fazla bu filme ilgi var’ deyince sustum.
Festival organize etmek ustalık ister, beceri ister, sanatsal-kültürel bir akıl ister, çalgıcı organize etmenin bile bir adabı vardır.
13 film davet ediyorsun, ‘yarışmalı ve ödüllü’ diyorsun ama boş salonlarda gösterim yapıyorsun!
Geçen yıl Antalya’da aynı düzey vardı. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin önce "Altın Portakal"ını attılar bu sene de ulusal yarışma bölümünü.
“Burası mikrofonu eline alan her oyuncunun, her yönetmenin hükümete laf edeceği yer değil” diyen bir kara akıl var perde gerisinde.
Anlayacağınız; ülkem sinemasının tarihini, emeğini, alınterini çiğnediler. 53 kez yapılan ve onlarca namuslu, erdemli sanat yapıtının, yaratıcılarının hayata ışıdığı Ulusal Yarışma bölümünü yok ederek, sinema adına yaşanmış ne varsa hepsini mezara gömmeye karar verdiler.
Ancak beceremeyecekler. Hazırlık halindeyiz, “Biz yaparız” diye yola çıktık.
Yemeğe gidiyoruz. Of’tan gelmiş dostlarım var,  Arsin sahilde hangar gibi bir lokantadayız. Yer ayırmış olmasalar ayakta kalacağız. Yer gök simsiyah ve gürültü kaydı yapsanız ancak o zaman durumu anlarsınız. Dışarı kaçıyoruz.
Yağmur başlıyor. Nasıl çılgın, nasıl hırslı, bir sızıntı içinde ağlar gibi.
Masanın konusu festival, filmler filan değil, bölgenin içinde bulunduğu durum.
Bir oyuncu arkadaşım.
-Ağabey vallaha kendimi Arabistan’da hissediyorum, yani oraya gitmişim gibi.
Gülünüyor.
Of’tan gelen Süleyman Bektaş:
-Bu ne ki Ordu’dan Artvin’e kadar her yerdeler. Gelsinler, gezsinler, yesinler, içsinler, doğanın tüm nimetlerinden yararlansınlar itirazımız yok ama birilerinin aklına uyup yaylalarımızı, derelerimizi satın alıp işgale kalkmasınlar. Her şeyin bir sınırı yok mu?
Artvin’i düşünüyorum, çocukluğumun bayır gülünü yok ediyorlar, zor tutuyorum kendimi..hiç yeri değil!
Susuluyor.
Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu arıyor, “Kıyı Bölgelerine Mimarlık, Karadeniz’in Doğa ve Tarih Değerleri Risk Altında” başlıklı toplantılar düzenlediklerini aktarıyor.
-Karadeniz hızla Ortadoğulaştırılıyor.
-Görmüyorlar mı?
-Göre göre yapıyorlar.
Canım acıyor bir kez daha, koca örgüt ayağa kalkmış dinleyen yok. Mimarlar sürecin dışına itiliyor. Talanın önü açık.
-Direneceğiz diyor başkan direneceğiz.
Uyku tutmuyor.
Doğduğum toprakların peşkeş çekilerek hırsızlanmasına tahammül edemiyorum.
Evimizin önündeki çeşmeyi, her mevsim akan dereyi, değirmenleri, ahlât, kızılcık, ceviz ve kiraz ağaçlarını, içinde kaybolduğum ormanı, sis denizini düşünüyorum.
İnsan kendi memleketinin ağacını, kuşunu, suyunu, toprağını ve insanını nasıl talan eder?

Sabahın alacasında yine aynı kalabalığın içindeki birkaç yabancıdan biri olarak geri dönüyorum.
Hopalı Hemşin kardeşimin söyledikleri var yüreğimde.
-Gericiliğin yapamayacağı yok ağabey, diklenmezsek ezip geçecekler her şeyi.

Orhan Aydın /SOL

Kangalları, çoban köpeklerini rahat bırakın! - KEMAL OKUYAN

Erdoğan Almanya’ya günde beş vakit çakıyor. Bravo ona.
Erdoğan ABD’ye “eyyyy" diye sesleniyor, “ne biçim müttefiksin sen.” Seslenir, racon bile keser.
Danışmanları “Kurtuluş Savaşı” başladı müjdesini vermekte. Yandaş kalemler “artık adını koyalım, Türkiye safını yeniden belirlemeli” demekte. Coca Cola’nın yeni fabrikasının açılışına giden Erdoğan’a birilerinin “tuzak kurduğu” bile söyleniyor. Yani, ABD artık bu ülkede cüzzamlı muamelesi görmekte, “dökün kolaları, dökemediyseniz solcular gibi bahriyelileri denize…”
Bir “milli” seferberliktir gidiyor. En son kitle gösterilerine karşı Alman ya da Danimarka kurdu değil, Kangal kullanacağı açıklandı. Yerli köpeğin ısırığı bir başka olur kuşkusuz.


AKP “milli”leştikçe Türkiye solcusuna da bir haller oluyor; emperyalizme karşı mücadele o kadar önemli değil diyen mi ararsın, ABD ile işbirliğine tarihten örneklere yaslanarak bahane yaratanlar mı...

Nedir, roller mi değişiyor?

On yıl kadar önce “kardeş biz bu Amerikalıları hiç sevmeyiz, sizin safınızdayız” diye Ortadoğu’nun, Latin Amerika’nın ABD ile dertli hareketleri ve halklarını kandıran AKP, şimdi yine aynı taktiği mi uyguluyor?

Ne kadar çok kandırma var değil mi?

Avrupa Birliği’ndekiler, bizim liberalleri takip edip “Erdoğan hepimizi kandırdı” diyor birkaç yıldır. Nasıl kandırmış? Batının değerlerini savunur gibi gözükmüş. Batının değerlerinden kastettikleri demokrasi, insan hakları, özgürlükler filan değil elbette. Değer dedikleri NATO operasyonları, değer dedikleri Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin çıkarları. On yıl önce Erdoğan’ın özgürlükçü olduğunu söylüyordu bunlar. Yalancı sahtekarlar!

Ama kandırılmışlar! Beri tarafta ABD karşıtı cephe de kandırıldığını fark etti, özellikle Libya ve Suriye’de yaşananlar sırasında. Düne kadar Erdoğan’ı mazlumların sesi olarak görenler bir anda ona etmedik laf bırakmamıştı.

Anlayacağınız hem NATO’cular hem ABD karşıtları aynı kişi tarafından kandırılmış.
Oldu mu size 1-1.

Erdoğan ise iki tarafı da kandırmış oluyordu; onun hesabına durum 2-0’dı!

Arada Putin’i de kandırdı; önceleri dostuydu, sonra uçak düşürüp düşmanlaştı. Rus Devlet Başkanı “sırtımızdan hançerlendik” bile dedi. Erdoğan karşıtları “Putin kurtar bizi” noktasındaydı ama bu kez onları kandıran Putin oldu, AKP ile nikah tazeledi, kötü sözler karşılıklı yalayıp yutuldu. Şimdi Ruslar “Türkiye ile 100 yıllık ittifak”tan dem vurmakta.

Demek ki Erdoğan dışarıda hep kandırmış, öyle diyorlar. İçerideyse sürekli kandırılmış, kendi öyle diyor!

Bu kadar kandırmacadan sonra Erdoğan bir kez daha emperyalizme karşı diklenen lider olarak sahne alıyor.

Üstüne Kangal’ı da aldı yanına şimdi… Milli köpek.

Sayısı 15’i bulan NATO ve ABD üslerinin önünde bir protesto olduğunda, “Kahrolsun ABD emperyalizmi” diyenleri Alman kurduyla değil Kangal ile dağıtacaklar.
Bursa’da Bosch fabrikasında işten atmalara karşı işçilerin direnişi yaygınlaşırsa, Alman sermayesinin yardımına Anadolu Çoban Köpeği koşacak; yüzde yüz yerli.
1 milyar dolarlık yeni ihaleyi kapan Siemens’in beş ayrı bölgeye yayılacak RES’lerinden rahatsız olan köylülerimizin karşısında Kangallar sıralanacak. Hırrrr.
Yerli malı her Türk onu kullanmalı!

Dün “yaşasın küreselleşme” diye diye saldırıyorlardı; sermaye para basıyordu. Bugün “hain küresel güçler” edebiyatı ile saldırıyorlar; patronlar para basmaya devam ediyor hâlâ.

Zavallı Kangal nereden bilsin bunu…
Eğitime açık hayvandır, korumaya güdülenmiştir. Savunacaktır çıkarlarını sermayenin.
Yerli ya da yabancı bilemez.
Peki kim bilir?
Binali Yıldırım’ın bütün Avrupa’ya yayılan 140 milyon avroluk serveti “milli” midir, nedir, biliyor musunuz? Bilal-Mustafa-Ziya’ların gemileri?

Geçiniz.

Piyasa ekonomisinde, o piyasanın belirlediği siyasette kim “milli” lafını ağzına alıyorsa bilin ki, sahtekardır. ABD ile stratejik ortaklıktan ağız dalaşına geçince “milli” olunuyor öyle mi!
Küçük bir azınlığın dünya pazarından pay kapma kavgasından da, paçayı kurtarmak için sığınacak güvenli liman arayan bir zorbanın kişisel gel gitlerinden de emperyalizm karşıtlığı çıkmaz. 
Siz en iyisi mi Kangalları, çoban köpeklerini alet etmeyin bu işe efendiler.

Kemal Okuyan /SOL