28 Ağustos 2017 Pazartesi

Pembe renkli şeriat - TUR YILDIZ BİÇER / CHP Milletvekili

“Pembe Trambüs” uygulaması, asıl itibariyle AKP’nin siyasal İslamcı ideolojik zeminine oturan etnosantrik -kadının erkekten zayıf olduğu ve buna göre de onun yaşamını belirleme gücünün de erkekte olduğu anlamıyla-bir yaklaşımdan başka şey değil.


Eşitsizlik ve ayrımcılık kavramları esas itibariyle hukukun ve adaletin ama en çok da dezavantajlı grupların günlük yaşam pratikleri ilgili kavramlar. Bu ülkede kadın-erkek arasındaki eşitsizlik ve bunun getirdiği ayrımcılık ise özellikle son 15 yılda basit bir eşitsizlik farkı olarak yaşanmadı. Bu eşitsizlik ve ayrımcılık durumu, AKP iktidarında kadın-erkek arasındaki ayrımcılığın din olgusu üzerinden meşrulaştırılmasının yollarının denendiği, zorlandığı süreç olarak gerçekleşti. Dahası eşitsizlik ve ayrımcılık en başından beri AKP’nin -başörtüsü üzerinden- varlığının en önemli araçlarından biri olageldi.

Ancak AKP’nin başörtüsü üzerinden geliştirdiği ayrımcılık; daha fazla eşitlik yaratmak, eşitsizlikleri ortadan kaldırmak gibi durumların aksine kadınların yaşam tarzlarına müdahaleye, onların kamusal alandan tecridine, kadınların neredeyse tamamı için geçerli sayılacak ev kadını-anne ve eş-olarak geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin dışına çıkmaması gerektiğine dayanan ve temelde kadının varlığını hedef alan bir siyasal pakete dönüştü. Eşitsizlik ve ayrımcılık, genel geçer kadın-erkek farklılıkları üzerinden değil; dinsel baskıyla kamusal alanda kadının ötekileştirilmesine dair rızanın üretilmesine yönelik yaklaşımlarla da pekiştirildi.

AKP iktidarı; 15 yıl boyunca kadının kamusal alandaki varlığını küçümseyen, aşağılayan, kadınlara hakaret içeren söylemlerden kaçınmadı. Bu iktidar zümresinin, kadının toplumsal konumunu yalnızca “eş” ve “anne” olarak sınırlandırma girişimlerine sıklıkla şahit olduk:
“Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir.”
“Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın iş dünyasında istediği kadar başarılı olursa olsun özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eksiktir, yarımdır.”
“Biz kızların erkeklerin devletin yurtlarında karışık kalmasına müsaade etmiyoruz” gibi cümlelerin sahibi Erdoğan,
“Kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim yaptırılmasına büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum” diyen TBMM Başkanvekili Sadık Yakut,
“Annelik kariyeri dışında bir kariyeri asla merkeze almamalı” diyen Mehmet Müezzinoğlu,
“Bi kadın olarak sus” diyen Bülent Arınç,
“Hamileliği davul zurna ile ilan etmek de bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez” diyen AKP’nin sözde alimi Ömer Tuğrul İnançer,
AKP’nin kadına yönelik bozuk sicilinin ve sakat zihninin sabıkalı birkaç ismi sadece…

Modern toplumdan uzaklaşıyoruz
Devletin kadına ne kadar duyarlı (!) olduğunu, AKP’nin ideolojik kodlarında var olan paternalist devlet anlayışında kadının toplumdaki neredeyse tek rolünün “eş” ve “anne” olmasına indirgendiğini gerek kanun tekliflerinde gerekse yaşamdaki pratiklerinde ve gerekse söylemlerinde defaatle gördük.
İktidar partisi AKP’nin kadın-erkek arasında var olduğuna hükmettiği hiyerarşik ilişki ve tahakküm pratikleri de bu 15 yıl boyunca kendisini giderek hissettiren bir biçimde toplumsal alanda kadını ikincil plana itmede önemli roller oynadı.
Oysaki modern toplumlarda geçerliliğe sahip eşitlik ilkesi, dışlanma ve ayrımcılık ilkelliğini teorik ve pratik olarak reddetmiştir.
Modern toplumlar, erkeğin kadınları ötekileştiren hukuk anlayışından ve pratikteki uygulamalarından hızla uzaklaşmış, kadına yönelik hem fiziksel hem de cinsel şiddeti hukuk sistematiği içinde ağır bir suç olarak tanımlamıştır. Ancak AKP’nin Yeni Türkiye’sinde gerek hukuk sisteminin” geçişine izin verdiği tali yollar (İyi hal, rıza, haksız tahrik indirimi vb. hafifletici nedenler), gerekse yasa koyucu ve uygulayıcısı erkek egemen zihniyetin yasanın öngördüğü cezayı uygulamayışı hukuku taciz ve istismar için caydırıcı araç olmaktan uzaklaştırmıştır.
AKP’nin siyasal pozisyon alışı, hukuk pratiklerini hayata geçiriş biçimi, günlük hayatta kadının ikincil olduğu konusunda bir tür söz ve eylem birliği oluşturmuş; tüm bunlar da kadının ülkede günden güne kaybettiği konumunu toplumsal zihinde normalleştirmiş, toplumsal zihinde kabullenişin yolunu açmıştır.

Ve sonuçta AKP’nin 15 yıllık Türkiye pratiğinin aldığı riyakâr pozisyonlar, AKP ideolojisini yaygınlaştıran dini içerikler; toplumun zihin dünyasında erkek egemen, tek biçimli yaşamın doğallığı, erkeğin kadını sınırlı alanlara hapsederek koruması(!) üzerinden geliştirdiği ayrımcılığı yaygınlaştırmış ve trajik bir sonuç olarak da sıradanlaştırmıştır.
Evet, AKP’nin hukuk ve dil pratiklerinde bir riya her zaman var oldu. Pembe rengin naifliği üzerine kurduğu otobüs, metrobüs, metro, taksi ve şimdi de Malatya’daki trambüs uygulaması da bunlardan biri.

AKP’nin bugün Malatya’da bir “çözüm yolu” olarak sunduğu, dahası dayattığı ve bunu da “kadınların isteği” olarak duyurduğu pembe renkli ulaşım araçları, ilk olarak 2012’de Saadet Partisi İstanbul İl Kadın Kolları’nın yürüttüğü “kadınlara özel pembe otobüs” kampanyası ile gündeme gelmişti. Daha sonra Mart 2015’te Şanlıurfa’da hayata geçirildi.
Saadet Partisi’nin önerisi, İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Nurullah Ardıç tarafından 2016’da Özgecan Aslan’ın katlinin ardından İstanbul’da tekrar gündeme getirildi. Büyük bir tepki ile karşılaşan öneri rafa kaldırıldı.
Otobüs olmasa da bir başka deneme, bu kez Sivas’ta “pembe taksi” uygulaması adı altında yeniden piyasaya sürüldü. Başta kadın örgütleri olmak üzere birçok kurum ve kişi sesini yükseltti. Sosyal medyanın da tepkisi üzerine bu uygulama da hayata geçirilmeden geri çekildi. Kadınların böyle uygulamalara dair taleplerinin olmadığını söylemelerine rağmen kısa süre önce Bursa’da “kadına öncelik vagonu” erkeklerin de binebilmesi yoluyla da olsa hayata geçirildi.

Kadına yönelik saldırılar böyle önlenemez
Bu durum cesaret vermiş olmalı ki şimdi de Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Ahmet Çakır, “üniversitedeki kadın öğrencilerin talebi” diyerek, “pembe trambüs” uygulamasını hayata geçireceklerini duyurdu. AKP’li Ahmet Çakır’ın zihniyeti, uygulamanın benzerlerinin Japonya, Meksika, Hindistan, ABD, Mısır gibi ülkelerde de olduğunu savunuyor.
Tüm bu ülkelerde kadına yönelik taciz ve istismar vakalarının önüne toplu taşımadaki ‘tecrit’ uygulamalarıyla geçilemediği ortada. Geçtiğimiz günlerde ise İngiltere’de İşçi Partisi’nden Chris Williamson’un trenlerde kadınlara özel vagon önerisine sert karşılıklar geldi. Williamson kadına karşı şiddeti normalleştirme ve ayrımcılığı savunmakla suçlandı.
BBC Türkçe’nin haberine göre Eşitlik ve Kadın Komitesi üyesi olan Jess Philips, Twitter hesabında “Kadınların hareketlerini kısıtlamak onları güvenli kılmaz, saldırıları normalleştirir. Sorunun kadınların oturma planları değil saldırganlar olduğu konusunda net olmalıyız” dedi.
İngiliz feminist yazar Laura Bates ise “Saldırılar nedeniyle toplu taşımada kadın-erkek ayrımına gitmek, saldırıların kaçınılmaz olduğunu ima etmektir. Kadınlara kaçmalarını ve saklanmalarını söylemek, sorumluluğun toplumdaki tacizcilerde değil kadında olduğunu söylemektir” değerlendirmesi yapıyor.
Ama tüm bu gerçeklik AKP için bir şey ifade etmiyor. Çünkü gerçekleri çarpıtmada, dahası yalan üretmede oldukça maharetliler. Türkiye’de yarattıkları iklimin kadının yaşam hakkını elinden aldığını, iktidarlarında kadına yönelik cinayet, şiddet, taciz ve istismar vakalarının korkutucu boyutlara vardığını konuşmamızı istemiyorlar.

İslamcı rejim yolunda bir eşik daha…
Sahtekâr ulema takımının her gün televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden, cuma hutbelerinden kadınları hedef gösteren sözde fetvalarını sorgulamamızı istemiyorlar. Malatya’daki uygulamanın içeriğinde kadın öğrencilerin isteği ve toplumsal yapının da rızası olduğu öne sürülüyor. Oysa uygulama, kadınların AKP’nin kendi ideolojik argümanlarına denk düşen haliyle var olmaları, yani kamusal alanın dışında, evde “anne” ve “eş” olarak varlığını sürdürmeleri ve kadınların ancak bu alanda korunması üzerine kuruluyor.
Aslında bunun bir koruma biçimi olmadığının AKP de farkında. AKP’nin kafasındaki hinlik, siyasal İslamcı rejimlerine giden yolda bir eşik daha atlamak ve bunu yine bilindik “rıza” üzerinden gerçekleştirmek.
AKP bizim bunu bildiğimizi de biliyor.
Bu yüzden bunu bir saldırı üzerinden değil, kadınların talebiymiş gibi sahtekârca bir tutumla yapıyor. 15 yıllık riya sürüyor.

AKP’nin kadınlara yönelik birçok adımında olduğu gibi bu uygulamanın da Türkiye’de kadınların taciz ve istismardan koruduğundan, yaşamlarına kolaylaştırıcı bir etkisi olduğundan söz etmek safdillikten öteye gitmez. Bu yüzden “Pembe Trambüs” uygulaması asıl itibariyle AKP’nin siyasal İslamcı ideolojik zeminine oturan etnosantrik -kadının erkekten zayıf olduğu ve buna göre de onun yaşamını belirleme gücünün de erkekte olduğu anlamıyla-bir yaklaşımdan başka şey değil.
Tüm bu tutum ve yaklaşımlar toplumsal zihinde pembe trambüs uygulamasında olduğu gibi “kadının kamusal alan dışına çıkmasında, tecrit edilmesinde sakınca yok, kadın daha kolay korunuyor, taciz ve istismar vakaları azalıyor” gibi stereotipler (kalıp yargılar) oluşumuna neden oluyor. Oysa bu uygulamanın sonunda toplum için son durağın “AKP İslam Emirliği” olacağı gerçeğinin görünmesi engelleniyor.

Çoğunluğu fark edilmesi zor, dolaylı ifade biçimleri aracılığıyla işleyen AKP’nin ayrımcı politikaları ve söylemleri görünürde hiçbir tehlike arz etmiyor. Aksine problemli duruma çözüm üretme olarak sunuluyor. Üzerinde kafa yorup sonuçları irdelendiğinde belirli bir ideolojik-politik hattın izlerine rastlanıyor. O izler adım adım takip edildiğinde karşımıza bir şeriat rejimi, bir İslam devleti çıkıyor.
AKP’li yerel yönetimler uygulamayı hayata geçirmenin yolunu kadınların rızasında buluyor. Oysa kadınların rızası değil AKP’nin rızası gözetiliyor. Belli kesimler muhafazakâr zihniyet ve dini referanslar üzerinden buradaki ayrımcılığın sonuçlarını görmüyor. Pembe trambüsün kadınlar açısından bir çeşit “yok sayma” ile aynı anlama geleceğini dikkate almıyor. Kaldı ki kadınlar sadece toplu taşım araçlarında taciz ve istismarla karşı karşıya kalmıyor. Dünyadaki örnekleri bu tarz uygulamaların kadınları daha çok savunmasız bıraktığını gösteriyor. Araçlar dışındaki taciz ve istismar vakalarının çoğu bu araçlardan önceki ya da sonraki süreçte gerçekleşiyor.

Oysa kadınlar, önce eşitlik sonra araç içi ve dışında -evde, sokakta,i şyerinde, okulda-güvenliğin sağlanmasını istiyor. Kategorize olmak, kendisine ayrılan araca binmediği için suçlanmak istemiyor.
Pembe renkli araçlara binmeyen kadının olası bir istismar vakasında neden binmediğinin sorgulanmasını, “müstahak “denmesini, tecavüze “meşruluk” kazandırılmasını istemiyor. Taciz ve tecavüzcülere caydırıcı cezaların verilmesini istiyor.

Kadınlar; bu yolla taciz ve istismarın önlenemeyeceğini, ayrıştırıcı uygulamanın kadınların kamusal alanlardan izolasyon projesinden başka bir şey olmadığını, AKP iktidarında yaşam tarzına müdahale açısından bir mevzi daha kaybedeceklerin biliyor. Çünkü temelde bir ulaşım sorunu değil bir zihniyet sorunu yatıyor.

Önemli bir ayrıntıyı daha görmek gerekiyor. Pembe trambüs benzeri uygulamaların, dikkat edilirse muhafazakâr yaşamın ağırlıkta olduğu kentlerde/ bölgelerde ortaya çıkması tesadüfi değil. Seçilmiş bölgeler nispeten bekledikleri rızanın yaratılmasında zorlanmayacakları lokasyonlar. Kafalarının arkasındaki hinlikleri daha rahat hayata geçirecekleri, daha az itirazla karşılaştıkları bölgeler. İtiraza daha kolay itiraz yükseltilebileceğini bildikleri yerlerden başlıyorlar. Bu yüzden bu tarz uygulamalar için kutuplaştırıcı, kamplara bölücü, kadını ayrıştırıcı ve tecrit edici diyoruz.
Bu uygulamaların sonuçları AKP’nin umurunda olmuyor, AKP kendi gündemini dayatmaya devam ediyor. Bu tür uygulamalar AKP’nin ajandasındaki gericiliğin yeni aşamaları, haremlik selamlık hayata bir adım daha yaklaşma yani gericilikte el yükseltme hamleleri. AKP her yerde kadına bakışı, zihniyeti değiştirmek yerine kadının tecridini isteyen bir anlayışı dayatıyor. Bu anlayışla sadece Malatya’da değil ülkenin her sathında laiklik ve cumhuriyet üzerinde mücadele etmek gerekiyor. Çünkü sözümona kadını koruma adına dayatılan bu ve benzeri uygulamalar özünde laik yaşama ve cumhuriyet değerlerine, kazanımlarına yapılan taciz atışlarıdır, saldırırlardır.

Razı olmayacağız
Bu uygulama yeni müfredatla evrimin müfredattan çıkarılıp cihadın getirilmesi, müftülere nikah kıyma yetkisi verilmesi, eğitim ve sağlığın tarikatlar eliyle hızla dinselleştirilmesinden bağımsız değildir. Her biri bir eşik, her biri AKP’nin gerici ajandasında bir sayfadır. Bu ve benzeri uygulamaları kabullenmek, ileride öncelikle kadınların sonra toplumun büyük kesiminin de AKP ideolojisinin kendilerine tanıdığı sınırlı alanlarda, daha baskıcı bir toplumda, AKP’nin istediği tarzda yaşamı kabullenmek demektir.
AKP toplumsal yaşamda çifte alanlar yaratarak çifte hukuku zorlayan bir süreci bu uygulamalara itiraz gelmediği için kuracak ve hayata geçirecektir.
Tüm bunları kabullenmek, AKP’nin İslam emirliğinde yaşamaya razı olmak demektir.
Razı olmayacak ve AKP’nin oyununu bozacağız.

TUR YILDIZ BİÇER / CHP Milletvekili
(BİRGÜN)

27 Ağustos 2017 Pazar

Metin’in çizgisi - MEHMET KUZULUGİL

5 yıl önce sonsuzluğa uğurladık. 24 Ağustos 2012'de. 5 yıl sonra o günü anarken aklıma gelenleri paylaşmak istedim.


Metin Kurt’un Metin Kurt olduğu, nam saldığı yıllarda da endüstriyel futbol, ya da o günlerde daha çok kullanılan şekliyle profesyonel futbol sahada oynanan oyun, binlerce izleyicinin, belki daha doğrusu taraftarın izlediği maç dışındaki yönleriyle de toplumun gündemindeydi.
Bina aralarında, arsalarda, tarlalarda bazen şişme meşin topla değil, çaput doldurulmuş lastiklerle oynayan, top koşturan yoksul çocuklarının inatla, hırsla, yetenek ve ihtirasla yükseldikleri, şöhret oldukları yıllardı.
Henüz çok lüks arabalar, biriktirilen gayrımenkuller değil ama mesela şatafatlı bir gece hayatı geliyordu “meşhur futbolcu” denilince akla.
Futbolcu, halkın hem özendiği, kıskandığı bir ışıltılı hayatı yaşayan, düne kadar açlık ve yoksulluk çekerken şimdi paraya boğulmuş bir kişilikti, hem de kınanan, şımarmış ve bozulmuş olduğu düşünülen bir fırlama…
Ve aslında bu iki imge de gerçeği yansıtmıyordu.
Benim tanıdığım Metin Kurt, buradaki diyalektik gerçeği de gören kişiydi. O, 1970’li yıllarda Galatasaray’da çok kullanılan deyişle “şöhretinin zirvesindeyken” duraksamadan seçmişti yolunu. İşte bu yola girmeyen, onun spor, emek ve alınterinin hakkı için öne atıldığı mücadeleye katılmayan meslektaşlarına hakaret ederken, onları karalarken de hiç görmedim. Onlarla kavga etti, mücadele etti. Ama şöhretler konusunda toplumun çok büyük bir kısmının paylaştığı ikiyüzlülüğü benimseyip beslemedi.
Taratarların “piç” lakabını taktığı, sportmenlik dışı hareketlerle rakibini ezip başarı kazandığında alkışlayıp, fazla ileri gidip durdurulduğunda edilmedik hakaret bırakmadığı bir genç futbolcumuz vardı biliyorsunuz.
Metin Kurt spordaki çirkinliklerle, piyasacı rekabetin ürünü olan sportmenlik dışı varoluşlarla mücadele ederken, ısrarla bu tür kişiliklerin de sistemin kurbanı olduğunun altını çizerdi.
Endüstriyel futbolun emperyalist medyaya yansıyan ışıltılı tablodan ibaret olmadığını, sporun da emeğin, alınterinin ve bunlarla varolan sömürünün hayat bulduğu bir alan olduğunu onun gibiler gösterdi bize.
Spor, insanın kendini fiziksel ve zihinsel bütünlüğü içinde var edebildiği alanlardan birisi. Belki de bu alanların en benzersiz. en yeri doldurulamaz olanı.
Futbol gibi yaratıcılık ve emeğin mucizeler yaratabildiği bir takım sporunun insanlığın, uygarlığın gelişiminin içinde tuttuğu çok özel yeri unutamayız. Bu 6 harflik kelimeyle birlikte anılan pek çok çirkinlik olduğu halde.
Futbolcu Metin Kurt, insanlığın geleceğinde sporun nasıl bir yeri olduğunu çok iyi kavramıştı. Sosyalist ülkeler o zamanlar olimpik zaferleri ve “kitle sporu” ile biliniyordu. Kitle sporu! Trenyolu kadar komünist ve tehlikeli bir kelime olarak görülen bu terim çok şey anlatıyor.
Ama Metin Kurt, spora sadece böylesi soyut (şüphesiz değerli) bir hümanizmanın penceresinden bakmıyordu. Sporun, insan ve insan uygarlığı için tuttuğu yeri gördüğü, tasarladığı kadar, sporu sınıf mücadelesinin bir alanı, sömürünün ve sömürüye karşı mücadelenin hayat bulacağı bir toplumsal pratik olarak görüyordu.
Onun inanılmaz şeyler yapmış olmasının, yaptığı pek çok işte öncü olmasının inatçı karakteriyle, mücadeleciliği ve kendine inanmasıyla bir ilgisi var. Ama bunun ötesinde biraz önce andığım bütünlükli ilgili.
Spordaki ilk grevi örgütledi. Hem de herhangi bir futbol klübünde değil. En büyüklerden Galatasaray’da.
Futbol dünyasındaki ilk sendikalaşma çalışmasının örgütleyicisi oldu.
Bunlarla başlayan zorlu ve inatçı mücadeleyi sporun fikri temeline yaptığı benzersiz katkılarla sürdürdü.
Düşüncelerini parlak ve keskin biçimde ifade etmeyi, temsil ettiği değerleri milyonlara taşıyan sözlerle başardı.
“Atılan hiçbir şut emekçi kalesine girmeyecek” dedi mesela.
“Futbol borsada değil, arsada güzel” diyerek piyasacı spor ve insanlık düşmanı tekellerin kalesine dehşetli bir gol atan da oydu.
Metin Kurt, aksi zaten düşünülemezdi, bir komünistti. Savunduğu, mücadelesini verdiği ideallerini hayata geçirecek olan partiyi, Türkiye Komünist Partisi’ni kimliği belledi. Yaşamının tüm alanlarında, tüm yaşantılarında bu kimliği örgütledi.
Metin Kurt’un çizgisinin toplumda bulduğu karşılık, yarattığı etki, bir de bu nedenle umut veriyor.

Mehmet Kuzulugil /SOL

‘El-Adl’den kopulunca ‘Atlet’ dile dolandı! - TAYFUN ATAY

2013’te Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’deki etnik çeşitlilik üzerine kurumun tavrını netleştirmeyi arzuladığı bir çalıştaya davet edildim. Din antropolojisi çalışan bir sosyal bilimci olarak ve tabii “Din Hayattan Çıkar” başlıklı çalışmam doğrultusunda! İnanır mısınız, çalıştayın açılış konuşması bu kitabımdan bir alıntıyla noktalanarak ilk söz de bana verildi!..
Çalıştay yararlıydı ama belli fikri uyuşmazlıkları ve bakış açısı buluşmazlıklarını da açığa serdi.
Tartışmalar dönüp dolaşıyor, farklı etnik, dinsel, “etno-dinsel” oluşumlar arasında adalet terazisinin nasıl işe vurulacağında düğümleniyordu.
Katılımcı bir başka sosyal bilim profesörü, “Adalet denince ne anlamamız gerektiği bellidir” dedi ve devam etti:
“Ben adaletten ‘El-Adl’i anlarım.”
Arapça “adl”, (bizde yaygın formuyla “adil”) sözcüğünün tarafsız, eşit, hak gözeterek davranmayı/davrananı tanımladığını biliyoruz. Fakat “El-Adl”, Allah’ın güzel isimlerinden biri; sınırsız ve sonsuz adalet sahibi, mutlak adil, her şeye ve herkese adaleti şamil anlamında kullanılan…
Dolayısıyla, “Adaletten ‘el- Adl’i anlarım” deyince bir coğrafyada farklı kültürel, etnik, dinsel kimlikler arasında adalet anlayışınızı tek bir din temeline oturtmuş oluyorsunuz. 

 
***

Kültürel (ve de “nominal”) olarak nüfusunun çoğunluğu Müslüman addedilse de siyaseten ve hukuken laik (ve çokkültürlü) Türkiye toplumunda adaletten “El-Adl”i anlamak, bize göre sorunlu, hatta sorunun esasını oluşturan bir durum.
Bunun tartışmasına Çanakkale’de dün başlayan CHP Adalet Kurultayı’nın bugünkü “İnançta Adalet” panelinde girmeye çalışacağım. Sonrasında yine bu köşede görüşlerimi daha geniş bir paylaşıma açmayı hedefliyorum.
Fakat bu yazıda sözü getirmek istediğim nokta başka.
Bugün Türkiye’de yukarıda kaydedilen pozisyon doğrultusunda hüküm süren bir iktidar var. Onun kadroları ve lideri için de adalet, güya “El-Adl”!..
Peki, yıllardır önümüze konan “dinle oynama” (dinbazlık) pratiği ne ölçüde “El-Adl”e hitap etmekte acaba?..
Pek çok örnek var, “Bakara- Makara”dan “ayakkabı kutuları”na kadar da biz günlerdir herkesin konuştuğu, bazı iktidar yandaşlarına bile “Bu kadar olmaz” dedirten en tazesini aktarmakla yetinelim:
Telefonunda ByLock olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Konyaspor Başkanı serbest bırakılırken gazetemiz yazarı Kadri Gürsel, kendisi kullanmamakla birlikte telefonunda ByLock olan kişiler kendisine mesaj atmış gerekçesiyle hâlâ tutuklu. Üstelik Kadri 24 Temmuz’daki duruşmada çıktı bu iddiaları bir bir çürütmekle kalmadı, birer komedi malzemesine dönüştürdü. Ama hâlâ içerde.
“El-Adl”den de mi korkmazsınız diye sormak gerekiyor!.. 


***

Durum bu olduğu için Türkiye’de “Hak, Hukuk, Adalet” çığlıkları atılmaya devam ediliyor. Dün yollarda, bugün Kurultay’da…
Hepimiz biliyoruz ki “Allah” diye diye çıkılan yolda “nefs”lere teslim olundu, “El- Adl” unutuldu.
Giderek “Korku, dağları bekler” olunca adalet de “hak getire” oldu.
Zaten o yüzden, CHP Genel Başkanı’nın gayet veciz sözüyle, siz adalet dedikçe “atlet” der oldular!..
40 derece sıcakta kan ter içinde sürdürdüğü bir eylemin arasında Kılıçdaroğlu’nun kızıyla karşılıklı yemek yerken atletli oturuşuna taktılar.
Kasıtlı verilmiş, sonra da servis edilmiş bir “poz”muş.
Biz öyle pozlar gördük ki!..
Samimi bir dindarın ibadetini seyir malzemesi yapması hiç söz konusu olamazken “
Çanakkale Şehitleri” anması diye kameralar önünde şehitlikte dua edilip sonra da bu tüm ekranlara servis edilmedi mi mesela?! İki yıl önce… Hem de 7 Haziran seçim sürecine girilmiş bir zamanda ve siyasi partilerin “reklam cıngılları” ortalıkta dolaşırken!.. “




Çanakkale”yi, şehitleri, mezarları fon yapıp “dua pozu” verenlerin, kızıyla mütevazı bir sofrada yemek yiyen bir lidere lâf etme hakkı olabilir mi?..
Bakın, adalet burada da yok!..
Bunları dün Çanakkale Şehitlik Abide’sinde, “reklam olsun” diye değil, hakiki ve samimi dualarla açılan Adalet Kurultayı’nda bugün tartışmaya devam ediyor olacağız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İleri geri mantık - Mine G. Kırıkkanat

Barbaros Şansal, Türkiye’de hası ender yetişen bir “grand couturier”, dünyadaki karşılığı epeyce şık olan bir büyük terzidir. İmzası modada zerafetin markası ve ustası olan Yıldırım Mayruk’a saygısından, kendisine “terzi yamağı” dedirtir. 



Barbaros Şansal, zaman içinde çok iyi bir yazar ve hatip olarak da sanatçılığını kanıtladı. İnandığı doğruların arkasında dimdik durdu, siyasal görüşünden hiç ödün vermedi ve uğradığı tüm gadrin karşısında, az rastlanır bir cesaret sergiledi.
Tüm yaratıcı zekâ sahipleri gibi, elbette Barbaros’un da delidolu, lafın nereye gideceğini hesaplamayan, kışkırtıcı bir yanı vardır. Sanatın taşkınlığına saygılı ülkelerde, sanatçı dilinin sınır tanımazlığına gülüp geçilir. Ama faşist irticanın giderek yayıldığı Türkiye’de, Barbaros Şansal’ı “resmen” linç ettiler, öldürmeye çalıştılar.
Oysa Barbaros, gerek insanlık, gerekse Türkiye çapında kendisine saldıranların hepsinden daha değerli, daha yararlı ve çok daha erdemli biri. Çünkü onun entelektüel bir ahlakı var! İnancı, düşüncesi, görüşü neyse onu savundu, hiç kıvırmadı, bükülmedi, dönmedi, “geçerli akçe” adamı olmadı!
Geçenlerde, “Anayasa ya da kutsal kitaplar, toplumlar ve doğanın evrimiyle uyumlu olmadığı sürece hayal tacirlerini kayırır! Devrimler kaçınılmaz olur!” diye yazmış, Barbaros.

***
Çok doğru bir saptama.
Türkiye her alanda evrimi toptan reddedip çağdaş yaşamı 1300 yıl öncesinin koşullarına uyarlamaya çalışan; beceremediği için de saçmaladıkça saçmalayan bir din sömürüsünün hedefi.
Laikler ile dinciler arasındaki uçurum öylesine derin ki, aynı dili konuşsak bile anlaşamıyoruz. Çünkü aynı mantığa göre düşünmüyoruz.
Laik düşünce, önyargıdan bağımsız ve neden-sonuç ilişkisini izleyip irdeleyen analitik mantığa dayalıdır.
Oysa tüm dinler gerçeklikte yeri olmayan mucizelere ve zaten analitik mantık yürütmeye maruz kalmamak için tartışması yasak, sorgulanması günah “kutsal kelama” yani dogmalara dayanır. Sentetik bir mantık izler, ama sentezini zaten analiz edilemeyecek olan dogmaya dayandırır. Bu mantık uyuşmazlığıyla iki cenah arasında herhangi bir tartışma mümkün değildir.
Sonuçta din dogmaları, inananları doğru ile yanlışı ayıramaz hale getirir. Çünkü din tüccarları cehaleti beslemek için felsefe, mantık, evrim teorisi ve hatta satranç oyununu bile yasaklamış; ne olur ne olmaz matematiği falan da azaltmışlardır… 


***

Ancak doğanın devinimi durdurulamaz! Yasaklar, günahlar ters teper ve ahlak beklerken, ahlaksızlık tavan yapar. Erkeklerden ayrıştırılan kadınları korumak çabası da sonunda gelir, “pembe vagonlara” dayanır…
İşte orada, laik mantığın dogmatik mantığa geçit vermemesi, direnmesi gerekir. Sorun, erkeğin kadını eşit, özgür ve saygın birey olarak algılamasıyla çözülür. Bu algı da ayrıştırarak değil kaynaştırarak, önce aile, sonra okulda ve hayatın her aşamasında eşitlik öğretisiyle yaratılır.
Türkiye’yi cehalete savuran gidişatı şimdilik durduramasak bile, hiç olmazsa mantık yanlışı yapmayalım, sorunu doğru okuyup, doğru çözümü savunalım.
Çünkü toplumun ve doğanın evrimiyle uyumsuz dogmatik mantığın, kazanılmamış referandumla karşıdevrim anayasası yazdırdığı bir baskı döneminden geçiyoruz.
Ama karşıdevrimler, ilerici devrimlerin daima sancılı birer sağlamasından ibarettir!
İrticanın izlerini silmeye çalıştığı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin analitik mantığı, tam da karşıdevrim sayesinde evrilerek yayılacaktır.
Çünkü dünya yuvarlaktır, durdurulamaz, döner. Zaman gerilemez, ilerler.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Helalci sendika konfederasyonu... - Fikret Başkaya / BİRGÜN

İki yılda bir Ağustos ayında, memur sendikaları konfederasyonları ve hükümet tarafından bir oyun sahneliyorlar. Aslında devletin sahnelediği oyunda sendika konfederasyonları figüran olarak kullanılıyor demek daha doğru. Sendika konfederasyonları ücret artışı da dahil bir dizi talep ileri sürüyor, daha doğrusu sürüyormuş gibi yapıyor. Hükümet de o talebi dikkate alıyormuş gibi yapıyor ve sonuç her zaman hükümet tarafından önceden belirlenmiş “ücret artışının” dayatılmasıyla sonuçlanıyor. Aslında ortada reel bir ücret artışı da yok! Ve bu sahte oyuna “toplu sözleşme görüşmeleri” deniyor. Lakin gözden kaçan bir şey var: Toplu sözleşme masasına oturan sendikanın grev hakkı yok. Grev hakkı olmayan bir sendikanın da o masaya oturmasının bir kıymet-i harbiyesi

yok... Zira sendika, sendika değil... Memur konfederasyonlarının teklifi hükümet tarafından kabul edilmezse, ‘Hakem Kuruluna’ havale ediliyor. 11 üyeli Hakem Kurulu da zaten devlet demek...
Türkiye’de tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı devlet memurları kendilerini ‘ayrıcalıklı’ bir sınıf olarak görürlerdi ve gerçekten de az-çok öyleydiler. Boşuna “devlet başa, kuzgun leşe” denmemiştir. Fakat, kamu bürokrasisi söz konusu olduğunda nüanse edilmesi gereken bir husus var: Zira, bürokrasinin yüksekleri egemen sınıfın bir parçasıdır ve sınır muğlaktır ki, sorun yaratma istidadı vardır... Neoliberal küreselleşmeyle birlikte  memur kesimi yoksullaştı. Özeleştirmeler başta olmak üzere, neoliberal politikalar memurların konumunu ve statüsünü iyice aşındırdı. 1980’li yılların sonundaki “işçi baharı” da denilen ünlü işçi eylemleri, giderek yoksullaşan memur kitlesine de esin kaynağı oldu ve devlet memurları sendikalaşma yönünde ciddi bir çaba içine girdiler. Bu yolda büyük bedeller de ödediler... En sonunda sendika kurma hakkını elde ettiler ama kazandıklarını sandıkları anda kaybetmişlerdi... Zira devlet içi-boş örgütlerin kurulmasını güvence altına almıştı...

Daha doğrusu mücadele yeteneği olmayan, içi boş örgütlerin kurulmasına izin vermişti... Ortada bir sendika var ama grev hakkı yok...

Tabii yanlış daha baştan yapılmıştı. Aslında memurlar, işvereni devlet olan işçilerdir. Daha uygun bir tabir kullanmak gerekirse proleterlerdir. Zira emeklerini satamadıkları zaman açtırlar... Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksundurlar. Dolayısıyla ayrıca bir memur sendikası kurmaya gerek yoktu. Fakat devlet işçi sınıfını ne kadar parçalarsa, eli o kadar güçlenir... Önce işçi sendikalarından ayrı memur sendikası kurulması sağlandı, sonra da memurların 11 dalda örgütlenmesi dayatıldı. Bir sürü sendika, bir sürü konfederasyon ortaya çıktı ve mücadele yetenekleri zaafa uğratıldı... Şu an itibariyle sendika üye aidatları bile devlet tarafından ödeniyor... Üye aidatının devlet (işveren) tarafından ödendiği bir örgüt sendika adını hak etmez! Zira, aidat ödeme eylemi işçinin/memurun sendikayla bağını kuran, örgütüne yabancılaşmasını engelleyen önemli unsurlardan biridir.
Memur Sen Konfederasyonu aslında AKP’nin yandaş örgütü ama yine de ona sendika diyorlar. Toplu görüşmelerde ücret artışı yerine, “yemeklerde helal gıda sertifikalı ürün kullanılması ve hac izni verilmesi” talebini ileri sürmüş ve tabii siyasal İslamcı AKP Hükümeti tarafından “memnuniyetle” kabul edilmiş... Aslında ‘helal gıda’ dedikleri tam bir soytarılıktır. Amaç, sözde Müslüman kapitalistlerin kârını ve pazar payını büyütmektir. Hile-i Şeriyyedir... Dini kâr amacıyla kullanmaktır. Aslında söz konusu sendika memurların değil, devletin ve sermayenin bir örgütüdür. Bu durum bir başka bakımdan da önemlidir: Kapitalizmin dini nasıl hizaya getirdiğinin de bir göstergesidir. Her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçen kapitalizm, dini esirgeyecek değildi herhalde... Dolayısıyla ahın-vahın bir manası yok... “Böyle kiliseye böyle papaz” denmiştir... “Böyle memura da böyle sendika” denecektir...

Sendikalara dair retorik ve realite...
 
Marx, sendikalarla ilgili olarak: “Sendikalar işçileri bir örgüt çatısı altında toplayarak, önemli bir iş başarıyorlar ama mücadeleyi sistem dahilinde yürütme tercihi yaptıklarında da daha baştan kaybediyorlar” demişti. Geride kalan dönemde yaşananlar Marx’ı haklı çıkarmış görünüyor. Zira, kapitalizmi aşma, kapitalizmden çıkma perspektifi yokluğunda, sistem dahilinde mücadeleyle kalıcı kazanımlar elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmış bulunuyor... Sendikalar bürokratik yapılardır ve bürokrasi doğası gereği gericidir. Nitekim dünya güzeli Rosa Luxemburg, “Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür” demişti... Dolayısıyla, bürokratik yozlaşmaya uğramış kurumların hayırlı bir şeyler becermesi mümkün değildir. Zamanla sendikalar işçi kitlesine yabancılaşıyor ve sendika bürokrasisinin çıkarı işçi sınıfının çıkarıymış gibi sunuluyor. 40 yıl sendika başkanlığı, sendika yöneticiliği yapanlar var. Bir mukayese öğesi olarak, Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalamasının 17 yıl 3 ay olduğunu hatırlamak gerekir. Bu durum sendikacılığın da diğerleri gibi bir meslek olduğu anlamına gelir.

Marx, sendika yönetimlerinin işçi kitlesine yabancılaşmasını önlemek üzere iki öneri geliştirmişti: 1. profesyonel olarak sendikada çalışanların bir veya iki seferden fazla o görevde kalmaması, rotasyonun esas olması ve 2. Sendikada görev alanların bir kalifiye işçiden fazla ücret almaması... Bu ilkeler kısmen KESK sendikalarında uygulanıyor ama bu günün koşullarında bürokratik yozlaşmaya bir çare olmaktan uzak... Netice itibariyle sendikacılık bir sınıf atlama aracına dönüşüyor. Dikkat edilirse, sendikalarda çalışanlara yapılan muamelenin, herhangi bir kapitalist işletmedekinden farklı olmadığı görülecektir. Sendika bürokrasisi, aidatlardan biriken muazzam kaynağı tasarruf ediyor. Yaşam standartları ortalama bir işçininkiyle mukayese edilemeyecek kadar yüksektir. İşçi sınıfının tepesinde bir ur gibidirler... Aslında “karşı taraftadırlar...” Sendika ve konfederasyon başkanlarının oradan milletvekilliğine, duruma göre bakanlığa, terfi etmeleri de istisna değildir... Üye sayılarını sürekli artırma gayreti içindedirler ama sistemi zorlamak, işçiler lehine kazanımlar elde etmek elde etmek için değil, aidat stokunu büyütmek, iktidarlarını sağlamlaştırmak için...

Sendika bürokrasileri kendi iktidarlarını koruyabildikleri sürece, “amacın hasıl olduğunu” düşünürler... Sanılanın aksine, işçiler sınırlı kazanımları sendikalar sayesinde değil, sendikalara rağmen kazanmışlardır... Bunlar esas itibariyle “kontrol örgütleridir”. İşçi sınıfını sistem dahilinde tutmak, radikalleşmesinin önünü kesmek, velhasıl sınıfı ehlileştirme misyonuna koşulmuşlardır. Sermayenin, devletin safındadırlar ama retorik farklıdır... Her zaman söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk vardır...

Kapitalist patronlar işçilerin dayatmasıyla, bir grev tehdidiyle karşı karşıya geldiklerinde, grevin neden olacağı muhtemel kayıplarla, ücret artışı sağlandığı durumda ödeyecekleri bedelin muhasebesini ve muhakemesini yaparlar. Eğer kapitalizm yükselme dönemindeyse, ekseri ücret artışlarını sîneye çekme eğilimindedirler ama kriz ve/veya durgunluk durumu söz konusuysa, grev restini görmeye eğilimlidirler...

Neoliberal küreselleşmeyle birlikte sendikalar, dünyanın her yerinde önemli üye kaybına uğradılar, tabanları eridi. Sermayenin önünün sonuna kadar açılması, tüm engellerin ortadan kaldırılması, sermayenin pazarlık gücünü iyice artırdı. Bir ülkede işçiler ücret artışı talep ettiklerinde, kapitalistler pılıyı-pırtıyı toplayıp, “ucuz işçi cenneti” denilen, sınıf bilincinin zayıf, örgütlülük düzeyinin düşük olduğu ülkelere göç ediyor. Ve gittiği yerde sadece ucuz işgücüne kavuşmuyor. Ucuz doğal kaynak, ucuz enerji, düşük vergiden de yararlanıyor. Üstelik çevre koruma kaygısından da muaf oluyorlar. Eğer, bir zaman sonra işçiler örgütlenip, taleplerini yükseltirse, daha “elverişli” ülkelerin yolunu tutuyorlar... Bunun anlamı her bir ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, diğer ülkelerdekilerin “rakibi” durumuna getirilmesidir. Oysa, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganı boşuna ortaya atılmamıştır...
Bu yenilgi tuzağından kurtulmanın yolu, bir işçi sınıfı enternasyonali oluşturmaktan geçiyor ki, bu mümkün. Tüm ülkelerin kapitalistleri birleşmişken, dünya işçilerinin ve ezilen halkların ortak bir amaç için mücadele etmesine bir engel var mı? Kapitalizmin insanlığı ve uygarlığı taşıdığı yer ortadayken, artık eskisi gibi yapmanın bir anlamı ve değeri yok. Dolayısıyla, bürokratik olmayan, gerçekten devrimci, doğrudan kapitalizmi aşma perspektifine  sahip yeni örgüt modelleri ve mücadele yöntemleri keşfetmek, Büyük İnsanlığın iradesini aşan bir şey değildir... Velhasıl, bütün mesele potansiyeli harekete geçirebilmekle, realize edebilmekle ilgilidir...

KONUK YAZAR: Fikret Başkaya - Özgür Üniversite kurucusu

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Anti-kapitalist Müslümanın son yolculuğu - ORHAN GÖKDEMİR

İran’da “İslami devrim”in iki ideoloğu var. İlki “Sorbonlu” sosyal bilimci Ali Şeriati. İkincisi daha yerel; din adamı Ayetullah Ruhullah Humeyni. Humeyni, Şah Muhammed Rıza’yı Amerikalılara kapitülasyonlar vermekle suçlayınca 1963 yılında sürgüne gönderildi. 1979’da Şah Rıza’nın ülkeden kaçışına kadar sürgünde yaşadı. Ali Şeriati daha talihsizdi, “devrim”den iki yıl önce, 1977’de çok genç yaşında öldü.

Humeyni ise sürgünde siyasi ve dini faaliyetlerini sürdürdü, “İslam Cumhuriyeti” fikrinin ideoloğu oldu. Söyledikleri milliyetçilik, popülizm ve dinsel radikalizmin tuhaf bir karışımıydı. Medrese öğrencilerini etkilemeyi başarmıştı. Monarşinin çoktanrılı çağdan kalma pagan bir kurum olduğunu, dolasıyla gerçek İslam’la bağdaşmadığını söylüyordu. Monarşiye karşı çıkmak Müslümanlar için kutsal bir görevdi. Bütün krallar ahlaksızdı. Hâlbuki İranlılar 2500 yıldır kutsal bildikleri monarşi ile yönetiliyordu.

Yaptığı basitçe İslam’a değin yerleşmiş yargıları ters yüz etmekten ibaretti. İslam ezilenlerin diniydi, ezenlerin değil. İslam alt sınıfların inancı olduğundan sarayda iğreti dururdu. İslam asla bir afyon değildi. “Dünyanın ezilenleri birleşin” diyordu bir söylevinde. Öyle bir inançtı ki bu ne kapitalizm, ne de feodalizmle uyuşabilirdi. Hepsinin ötesinde ve üstündeydi. İslam gelecek, sınıf farklılıklarını kaldıracak, ezilenleri nihai kurtuluşa ulaştıracaktı.

                                                                             ***

Ali Şeriati orta sınıf bir ulema ailesinden geliyordu. Öğretmen olan babası, devlet okullarında Kuran öğretiyordu ve kendini “Müslüman sosyalist” olarak tanımlıyordu. 1953’te CIA-MI6 ortak prodüksiyonu ile alaşağı edilen Musaddık’ın ateşli bir destekçisiydi. Genç Şeriati de babasının izinden gitti, köy okulunda öğretmenlik yapmaya başladı. Arapça ve Fransızca öğrenmek için Meşhed Üniversitesi’ne girdi. Peygamberin izleyicilerinden “eşitlikçi” Ebuzer hakkındaki bir kitabı Arapçadan Farsçaya çevirdi. Kitap sahabe Ebuzer’in sosyalizmin öncüsü olduğunu iddia ediyordu. O kitap en çok çevirmenini etkiledi, İslami bir sosyalizmin mümkün olduğuna inandırdı. O günden sonra Ali Şeriati İran’ın Ebuzer’i olacaktı.

Çalkantılı 1960’lı yıllarda Sorbon’daydı. Georges Gurvich, Louis Massignon ve Henri Corbin’in derslerine devam ediyordu. Oryantalist Massignon’un Selman Pak kitabını tercüme etti. Masignon kitabı kölelikten “ehlibeyt”liğe terfi eden İranlı Salman Pak’a bir güzellemeydi. Sol tandanslı çeşitli dergilerde yazmaya başladı. O yıllar İslam’la Marksizm’in uyuşabileceğine inanılan yıllardı. 1965’te İran’a döndü, Tahran’da konferanslar verdi. Onun bu sohbetleri geniş kitlelere ulaşmasına vesile oldu. Ölümünün ardından bu sohbetleri ciltler halinde yayınlandı. Tutuklandı, İngiltere’ye gitmek zorunda bırakıldı. 40 yaşında hiç beklenmedik bir zamanda öldü. Bir iddiaya göre ölümünde İran istihbaratı SAVAK’ın parmağı vardı.

Arkasında bıraktığı inanca göre Muhammed yalnızca bir din değil, aynı zamanda sınıfsız ütopyaya doğru sürekli bir devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için gönderilmişti. İmam Ali’nin ilk halifelere karşı çıkmasının nedeni onların otoriteyi gasp etmelerinin yanı sıra, kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını satmalarıydı. Öyleyse aydınlara düşen görev devrimci İslam’ın temel niteliğini yeniden keşfetmek ve diriltmekti. Muhtaç oldukları kudret zaten Şiilikte mevcuttu! İmam Hüseyin de bir tür Che değil miydi zaten...

Yaptığı şey özünde beylik kutsal kavramlara radikal anlamlar yüklemekten ibaretti. “Ümmet” ayaklanma hazır halk, “tevhit” dayanışma, “imamet” liderlik, “cihat” kurtuluş savaşı, “mücahit” devrim savaşçısı, “şehit” devrim kahramanı, “tefsir” kutsal metinlerden radikal anlamlar çıkarma yeteneğiydi. Daha ne olsun? “Her yer Kerbela, her gün Aşura, her ay Muharrem” sloganı onun buluşuydu. Şeriati böylece İslam’ı bir din veya mezhep olmaktan çıkarıyor, ona siyasal bir nitelik kazandırıyordu. Şimdi boğuşup durduğumuz siyasal İslam bir anlamda onun eseridir.
Haliyle yerleşik dini yorumlara acımasızca saldırdı, aşağıladı. Onlar halifelerin İslam’ını vazediyordu. Oysa asıl İslam Ebuzer’in, Selman Pak’ın İslam’ıydı. Ama Şeriati’nin serüveni de Luther’de olduğu gibi nihayete erdi. O bütün Müslümanları Ebuzer yapmak için yola çıkmıştı, ama sonuçta bütün Ebuzerlerin Müslüman olmasına neden oldu. Şeriat istiyordu ezilen kalabalıklar. Şeriati’nin söylediklerinin inceliklerine dikkat edecek halleri ve vakitleri yoktu. 1979’da Humeyni sürgünden döndü ve iktidara el koydu. İslam Cumhuriyeti için kapı aralanmıştı. Bugünkü İran onun ve Ali Şeriati’nin eseriydi. Ervand Abrahamian’ın şahane “Modern İran Tarihi”nden ayrıntılarını okuyabilirsiniz.
                                                                            ***

Bizde de karşılıkları var şimdi. İhsan Eliaçık bir tür Ayetullah Humeyni. Hoca bu vasfının yanında aynı zamanda Ali Şeriati’nin izinde. İslam’ın kutsal kavramlarına devrimci bir anlam yükleme iddiasında. Kuran’ı devrimci bir tarzda yorumladığını söylüyor. Sosyal İslam, antikapitalist Müslüman kavramları havada uçuşuyor. CHP milletvekili Eren Erdem ise vekilliğe terfi edene kadar bir tür reankarne Ali Şeriati’ydi. Hatta Ebuzer ve Selman Pak hakkında kitaplar da yazdı ki, dışarıdan baksan Şeriati’den ayıramazsın. Yazdıklarına bakılacak olunursa İslam artık bir din değil, sınıfsız bir toplum yolunda ilerleyen bir siyasal ütopya. Şeriat var mı içinde? Var. Ama zaten sosyalizm de sonuçta bir şeriat değil mi?
                                                                             ***

Nedir peki “sosyal İslam” veya “sosyalist İslam”ın esbab-ı mucibesi? Eldeki verileri sıralayalım. Öteki tek tanrılı dinlerin yanı sıra İslamiyet de ilkel komünal ve köleci toplumdan feodalizme geçiş sancılarının çekildiği bir uzun dönemin ürünü. Haliyle tüm motivasyonları zalimin zulmünü sınırlama ve mazluma şefkat gösterme üzerine kurulu. Eğer kendisi otorite olmamışsa, yan yana yaşadığı otoriteye bunları salık veriyor. Ezilenlerin yerine eza çeken İsa ile, Müslüman olan köleleri azat etmeyi öğütleyen Muhammed’in de temelde yaptıkları bu. Köleleri azat etmeyi öğütlüyorlar, çünkü köle emeğinin artık verimli olmadığı bir zaman aralığındadırlar.

Sonra kapitalizm geldi ve hepsini sildi süpürdü. Feodalizmi paramparça etti. Halen varlığını sürdüren köleciliğin geç biçimlerinin düzene adapte olması zaten mümkün değildi, yıktı geçti. Yeni sistem bulduğu bütün bağımlılık ilişkilerine saldırdı, parçaladı. Artık ne toprağa bağlı köylü vardı, ne köle. Herkes “özgür”dü. Ama herkesi özgür kılan şey kapitalistlerin özgürlük aşkı değildi. “Piyasa” denilen ve bütün sınıfsal ilişkileri görünmez kılan bir mekanizmanın ürünüydü bu. Dolaşım ve üretim artık birbirinden ayrılmıştı. Bu ayrışma, bağımlılık ilişkisini belli bir süreyle sınırlamayı mümkün kılıyordu. Ücretli çalışma köleliğin başkalaşmış bir biçimiydi evet ama işçi ücretini alıp üretim sürecinin dışına çıktı mı piyasadaki sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine dönüşüyordu. O burada işçi belirlemesinden kurtuluyor, bir alıcı veya satıcıya dönüşüyordu. Eğer parası yeterliyse ilke olarak istediği her şeyi yapması mümkündü. Artık hiçbir lokantanın kapısında “işçiler giremez” yazmayacaktı.

Ama o, böylece toplumsal bir varlık olmaktan çıkıp iktisadi bir bireye dönüşmüş oluyordu. Artık iktisadın gerekleri dışında hiçbir bağı ve bağlılığı yoktu. Zor yine vardı evet ama artık bu da doğrudan değil dolaylı bir zor haline dönüşmüştü. Çalışmama özgürlüğü vardı evet ama bunun karşılığı aç kalma özgürlüğüydü. İşçileri yığınlar halinde emek güçlerini satmaya razı eden zor işte böylesine karmaşık bir şeydi.
Modern işçinin dinde kendi acılarına hitap eden bir şeyler bulmuş olması mümkündür. Çünkü modern işçi modern köledir. Sömürülür, acı çeker, bağımlıdır, kendi insani yetenekleri üzerinde söz ve karar sahibi değildir. Peki din nasıl çözecek modern kölenin bu problemini. Eske zamanlarda yaptığı gibi kölelere iyi davranılmasını öğütleyecek, muktedire şefkat göstermesini salık verecek. Varsıldan yoksula sadaka vermesini isteyerek... Yani? Bütün Müslümanları Ebuzer olmaya çağıracak, sonuçta bütün Ebuzerleri Müslüman yapacak.
Sorun şu ki insanlık tarihinde ezilenlerin acılarına son verebilmiş bir din veya inanç yok. Din, evet, halkın afyonudur. Bir yandan çektiği acıları hafifletir, öbür yandan o çekilen acılara karşı bir başkaldırı, bir protestodur. Ama işte o kadar. İsa ezilenleri acılarına son vermek için toplanmaya çağırdığında ezilenlerin çoğu Musa’nın mucizesine inanlardı. Kurtuluş umuduyla Muhammed’in peşinden gidenlerin arasında Musevi ve İseviler çoğunluktaydı. Kurtulamamışlardı. Mülkiyetin kapitalist biçimini hedef almayan ve ücretli çalışmayı tartışmayan bütün kurtuluş önerileri bir afyondur, bir ağrı kesicidir. Ama bize artık büyük bir ameliyat gerek.

                                                                             ***

Şeriati dini ezilenlerden yana bükmeye çalıştı. Humeyni ondan modern ile geleneksel olanın karışımı olan tuhaf bir rejim üretti. Ama sonuçta kıl-tüy üzerinden giderek günlük hayatı kontrol etmeyi deneyen gerici karanlık bir düzenden söz ediyoruz. Başlarını örtmeyi emrediyorlar kadınlara, çünkü saçlarının görünmesi günah. Geçenlerde İranlı kadınlardan biri saçlarını kazıtıp çıktı sokağa. Baş açık saç görünmüyor. Ne yapsın molla, vurdu kendini hadis kitaplarına…
İhsan Eliaçık ve Eren Erdem affetsin ama gittikleri yol yol değil bize göre. Ali Şeriati ve Ayetullah Humeyni’de olduğu gibi onlarınki de İslam’ın dışında yeni bir din önerisi. Ebuzer ve Selman Pak’tan Mesih üretmeye çalışmaları ondan. Din şu an yürürlükte olan şey. Piyasanın şekillendirdiği dindar, piyasa dindarı; Gerici, yobaz, yağmacı, zalim, sömürgen, ahlaksız…
Ne hadise ne ayete ihtiyacı var sosyalizmin. İnancınız her ne ise gelin bu büyük insanlık mücadelesine katılın; Sınıf kardeşliği hepsinin üzerindedir. Dininiz ise sizde kalsın, ne karışırız ne karıştırırız. Allah kabul etsin bu durumda. Amin!

Orhan Gökdemir / SOL

O Türklere yazık olacak - ALİ SİRMEN

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel ile Adalet Bakanı Heiko Maas’ın ünlü Der Spiegel dergisi için ortaklaşa kaleme aldıkları makalenin özeti çarşamba günkü Cumhuriyet’te yayımlandı.
Siyaset yaşamında sık rastlanmayan içerikteki makaleyi mutlaka okumalı. “Erdoğan’ın kültür savaşına Almanya’da yer yok” başlıklı makalenin hükümet üyesi iki yazarı, “Türkiye’de vuku bulan din- devlet ayrılığının yavaş yavaş ortadan kalkması demokrasi için zehirdir; insanların insan hakları ve anayasa gibi ortak bir temel üzerinde birlikte yaşamasını, Erdoğan’ın din kökenli otoriter hâkimiyeti giderek silmektedir, Türkiye’de dini inançlar adına insan haklarının nasıl yıkıldığına tanıklık ediyoruz” diyerek, Türkiye’de demokrasinin yerini otoriter bir rejime bıraktığını söylemekle kalmıyor, bu durumun Almanya’ya bulaşması tehlikesi olduğu da ileri sürüyorlar. İki bakan bu bulaştırmanın belli camiler üzerinden yapıldığı iddiasını da eklemekten çekinmiyor ve “kökten bir değerler çatışmasını teşvik eden Erdoğan’ın provokasyonlarına izin verilmemesi gerektiğini” vurguluyorlar.

***

İki bakan, toplumlarının demokratik değerlerini ve iç barışını, Türkiye’deki kendi gerginliklerini Almanya’ya ihraç etmeye çabaladığını ileri sürdükleri Tayyip Erdoğan’a karşı, korumak amacıyla seferberlik çağrısı yapıyor ve Almanya’daki Türk camilerinin ve derneklerinin daha sıkı bir denetim altına sokulmalarını öneriyorlar.
Yazının altındaki imzalar, Alman Devleti’nin konuya nasıl yaklaştığı konusunda açık bir fikir vermeye yeter.
Almanya’da yalnızca siyasi güçlerin çoğunluğunun kanaatinin bu yönde olmakla kalmayıp, kamuoyundan da aynı yönde baskılar gelmekte olduğunu bilmeliyiz.
Siyasi gözlemciler, Merkel’in Erdoğan’a karşı son zamanlarda tutumunun olumsuzlaşmasının seçmenden yükselen taleplerin ürünü olduğunu belirtmektedirler.
Erdoğan Türkiyesi’ne karşı bu olumsuz yaklaşımın, yalnız Almanya’ya özgü olmadığı, başta Avusturya ve Hollanda olmak üzere, derece derece tüm Avrupa ülkeleri siyasetçileri ve daha da önemlisi kamuoyları tarafından paylaşıldığı herkesin malumudur.
Son zamanlarda çeşitli Avrupa ülkelerinde baş gösteren kökten dincilerin terör eylemleri de İslamofobiyi yükseltirken, laik demokratik düzen yerine baskıcı din devleti kurmakla suçladıkları Tayyip Erdoğan’a karşı duyulan tepkiyi daha da artıracaktır. 


***

Bu durumun Türkiye’nin AB ve Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini etkilememesi beklenemez. Son zamanlardaki gelişmeler, Avrupalı muhataplarımızın Türkiye’ye karşı, kendilerini demokrasilerinin meşru müdafaasını yürütür algısı içinde olduklarını gösteriyor.
Bu algı, böyle bir imkânları olmadığı için, onları Türkiye’yi güç kullanarak cezalandırma yaptırımına yöneltemeyecek ama kendi toprakları üzerinde yaşayan vatandaş olsun ya da olmasın, Türk kökenlilere karşı daha kuşkucu ve daha mesafeli davranmalarına, gerginlik arttıkça da onlar üzerinde toplumsal ve kamusal baskıların yoğunlaşmasına neden olacaktır.
Böyle bir sonucu engellemek için yapılması gereken şey, oradaki soydaşlarımızın bütün davranışlarıyla demokrasinin kurum ve kavramlarını özümseyip, sahip çıktıklarını, yılmadan sabırla göstermeye çalışmaları olacaktır.
Yapılması gereken budur. Yapılmaması gereken ise, orada kendi görüşlerinden olmayan partileri “düşman” ilan etmektir.
Zira ister parti, ister birey, ister dernek için olsun, demokraside kullanılması asla mümkün olmayan sıfat “düşman”dır.
Öyle bir sıfatın benimsenmesi demokrasinin de çürüme sürecinin başlangıcı olacaktır. 



İşler bu yöne doğru gelişirse, yurtdışında yaşayan, ekmeğini orada kazanan Türklere yazık olacaktır.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Komünistlerin lideri - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Erdoğan’ın komünizmle mücadelesi devam ediyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra komünizmden en çok bahseden siyasetçi olma ihtimali yüksek. Geçen hafta da mücadele bayrağını yükseltti ve komünistlere yüklendi:
Yanlarına havalimanı geliyor, bazıları ‘havalimanı istemezük’ dedi. Yıllarca havalimanı dendi, bunlar ‘İstemezük’ dedi. Kim bunlar? Komünistler, komünistler. Bu komünistler, bunlar hiçbir zaman vatansever değildir. Bu tür hizmetleri verdiğiniz zaman çılgına dönüyorlar.” 

 
Hürriyet gazetesinden İsmail Saymaz, Cumhurbaşkanı’nın kastettiğinin Artvin-Rize havalimanı inşaatı nedeniyle açılan taşocaklarına tepki gösteren ahali olduğunu yazdı. Gerçekten de Rize’nin Pazar ilçesine bağlı Yeşilköy sakinlerinin açtığı iki dava bulunuyor. Eylemleri medyada şöyle yer almış: “Tulum eşliğinde horon ve türkülerle tepkilerini dile getiren yöre sakinleri çalışmaların durdurulmasını istedi.” 
 
Rize’nin Pazar ilçesine bağlı Yeşilköy’deki komünist kalkışma tehlikesine dikkat çektiği için teşekkür etmek gerek. Yaklaşık 100 kişinin yaşadığı bir köyü bile takip eden sayın Cumhurbaşkanı’nın titizliğine ve ayrıntıcılığına da şapka çıkarmamak kadir kıymet bilmezlik olur.
Pekiyi, komünistler havalimanına karşı mı? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde dağılmadan hemen önce, CIA’nın hazırladığı bir rapor, ülkede 7 bin 192 havalimanı olduğunu kaydetmiş. Kendi yolcu uçaklarını, savaş uçaklarını üreten, uzaya ilk uyduyu ve insanı gönderen komünistler elbette eleştirilebilir ancak komünizmin havalimanlarıyla bir derdi olduğunu söylemek güç. 
 
Diyelim ki Sovyet komünistleri inşaat sever insanlardır, fakat Türkiye’nin komünistleri vatansever olmadıkları için inşaatlara karşıdır. O vakit, bu komünistlerin memleketi kalkındıracak dev projeler konusundaki fikri önderini, manevi liderini tespit etmekte fayda var.
Mesela bu kişi, “Üçüncü köprü olayı bir intihardır. Bu bir cinayettir” diye feryat etmiş ve çevre bilincini en sert ve çarpıcı sözlerle ifade etmiş biri olabilir mi?
Şayet öyleyse, doğayı tahrip edecek yapılaşma karşıtı komünist yapılanma ta 1995 tarihinden bu yana faaliyette. Bu sözler ise o dönem İstanbul Belediye Başkanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ait.
Zannederim Sayın Erdoğan bir süre liderliğini yaptığı komünistlerin içyüzünü görünce pişman olarak siyasi çizgisini değiştirmiş. Bir dönem içlerinde bulunduğu için de kendilerini çok iyi tanıyor ve en ufak girişimlerinde kamuoyunu onlara karşı uyarıyor. 
 
Bu inşaat karşıtı komünistler, sayın Cumhurbaşkanı’nı uzun süre kandıramadığı için şükretmeliyiz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Vatansever - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ben pek aldıran olmaz sanmıştım ama AKP Genel Başkanı’nın “komünistler vatansever değildir” lafına ciddi ciddi yanıtlar verildi bizim cenahtan. Bunca zamandır huyunu, suyunu, taktiğini bildiğimiz genel başkanın tuzağına düşüleceğini beklemezdim doğrusu.

Yine de yanıt verilmesine diyecek bir lafım yok ama bir komünist olarak, kendi adıma tabii,Erdoğan ile benzerleriyle “vatansever”lik yarışına girmeye niyetim yok. Bir komünistin işi bu değildir. Varsayalım ki böyle bir yarışa niyetlendik, o zaman da öncelikle Recep Bey’in “vatanseverlik” tanımında anlaşmamız lazım. Yani şununla : “Yıllarca havalimanı dendi, bunlar ‘istemezük’ dedi. Kim bunlar? Komünistler, komünistler. Bu sol zihniyet, bu komünistler hiçbir zaman vatansever değildir”.

Görüldüğü gibi kafasına göre yaptığı bir “vatanseverlik” tanımı var Recep Bey’in. Bizi bunu kabule davet ediyor. Bu tanımı otorite haline getirip ona boyun eğmemizi istiyor. Oysa, çok açık değil mi, AKP Genel Başkanı için “vatanseverlik” açıkça söylediği gibi “köprüyü sevmek”, “AVM’yi sevmek”, “ormandan geçen yolu sevmek”, “topçu kışlasını sevmek”, “havalimanını sevmek”, “HES’i sevmek” . Çünkü vatandan anladığı yine kendi ifadesiyle “köprü”, “AVM”,  “ormandan geçen yol”, “topçu kışlası”, “havalimanı”, “HES”. Ben, hepsi birer tahribat gerekçesi olduğu için elbette, bunların hiçbirini sevmiyorum. Bu nedenle benim “vatansever” olmadığımı söylemekte çok çok haklı Recep Tayyip Erdoğan. Bu nedenle bana düşen “vatansever” olduğumu anlatmaktan çok neden “vatansever” olmadığımı anlatmaktır. Belki belki Büyük Nazım’ın o malum şiirini mırıldanırım anlatırım bir de, o kadar. Çünkü Recep Bey’in vatan tanımında emek, alın teri, paylaşım yok, insanı, çevreyi hesaba katmayan “kalkınmacılık”a tapınma var. Bunların hepsi sermaye yararına bir “vatanseverlik” demek. Gölgesinde dinlenebilecek bir ağacı savunabilmek için Recep Bey’lerin karşısında “vatansevmez” olmaktan başka çaremiz kalmıyor. Çünkü sermayenin yararına olan ne varsa “vatanseverlik” olarak karşımıza çıkarıyorlar. Böyle yaptıkları sürece karşılarına geçip, “asıl vatansever biziz” demek, “o zaman köprüyü savun” demogojisiyle bir başka tuzağa çekilmek demek. Dileyen Erdoğan’ın minderine güreşsin.

Komünistler halkın, emekçinin yararına olacak girişime neden karşı olsun? 1969 yılında Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının Hakkari’de kendi elleriyle köprü yaptıklarını Erdoğan da biliyor. Tek bir ağaç kesmeden, tek bir karınca ürkütmeden hem de. Kaldı ki Erdoğan’ın “vatanseverlik”i başka halklara kapalı, onlara muhabbet beslemeyen, “domuzdan post, gavurdan dost olmaz” diyen Hayrettin Karamanvari bir “vatanseverlik”. Benim vatanseverliğim ancak başka halklara kardeşlik duymakla mümkün olabilir.

Ülkeyi, vatanı sevmeyi Erdoğanların çektiği zeminde göstermeye ya da kanıtlamaya çalışmak komünistlerin işi değildir. Varsın Erdoğan “vatansevmez” olduğumuzu söylesin. Aldırmayalım demiyorum, ama “biz de vatanseveriz” diyeceğimize beyefendinin “vatan”dan anladığının ne olduğunu anlatalım. Aslında vatan dediğinin 2015’de Balıkesir’de yaptığı konuşmada “anonim şirket” olduğunu anımsatalım; “ yeni Türkiye, sivil toplum örgütlerinin, iş adamlarının ellerinde yükselecek. Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir”. Buydu söyledikleri.

Anonim şirket gibi yönetilen ülkede emeğe saygı yoktur. İşadamlarının ellerinde yükseleceğine inanılır şirketin ama alın teri hesaba katılmaz. Dolayısıyla işadamlarından, sermayeden oluşmuş “vatan”ın “sever”i değildir komünistler. Böyle bir “vatansever”lik tanımının karşısına “nasıl asıl vatansever biziz” denir ki? Bu tür bir “vatan”ı sevmeyi onlara bırakıyorum ben kendi adıma.
Ben bir komünistin anladığı anlamda bir “yurtseverim” kuşkusuz. Bundan ötürü de elbette bir yurtsever olarak asli görevlerimden biri ülkemi hükümet(ler)e karşı korumaktır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Livaneli yazarlık okulu - NAZIM ALPMAN

Zülfü Livaneli’nin sondan bir önceki kitabı “Huzursuzluk”u bitirdikten sonra onun sadık bir okuru olarak aklıma ilk olarak şu soru gelmişti:
-Ezidi trajedisinin üzerine çıkabilecek bir başka kitap daha nasıl ve ne zaman yazılabilir ki?
Ben daha o kitabın etkisinden kurtulamamışken Livaneli’den bir kitap daha geldi: Elia ile Yolculuk.
Zülfü Ağabey, -okurlarından daha hızlı idi- Elia Kazan ile olan dostluğunu New York’ta başlayıp Kayseri’de sona eren bir yolculuk içinde olağanüstü bir akıcılıkta, kütüphaneler dolusu bilgiyle harmanlayarak ve bir sonraki sayfada acaba ne var merakıyla soluksuz okuttuğu bir eseri daha sessizce kitapçı raflarına bıraktı.
Kitap temmuz ayının ilk günlerinde kitapçılara ulaştığında ne bir ilan ne de bir söyleşi çıkmıştı gazetelerde. Kitabı “bitmesin” isteğiyle taksitli olarak sadece sabah işe giderken otobüste okuma kararı almıştım ki, akşama kitap bitti!
                                                                              •••

Elia Kazan Kayserili bir Rum ailenin ABD’ye göç etmiş oğlu… Onun Anadolu’ya ait kökleri kitabın en başından itibaren kendini gösteriyor. Zülfü Livaneli New York’ta onu ziyarete gittiğinde, çalışma odasında Kazan’ı yüksek sesle klarnet kaseti dinlerken uyumuş halde buluyor!
İlerleyen bölümlerde ise daha ilgi çekici bilgiler veriyor:
“Elia’nın ‘Anadolu Gülüşü’ dediği ve halıcı babasından öğrendiği şey buydu işte: Sahte bir gülüş! Amerika Amerika adlı filminin ilk adı da Anadolu Gülüşü idi zaten…”
Kitap Elia ile yapılan yolculuğu anlatıyor anlatmasına ama o kadarla sınırlı değil. Bu yolculuğun içinde Zülfü Livaneli de var, Fatih Sultan Mehmet de, Stalin de…
Livaneli, Elia Kazan’ın 1950’li yıllarını anlatırken hikayenin yolu 1953 Amasya’sından geçiyor:
“Benim de küçük bir çocuk olarak yaşadığım bir Stalin anım vardı. İlkokul birinci sınıftayken bütün öğrencileri sokaklara çıkarmışlar, ‘Stalin Cehenneme!’ diye bağırtarak tören düzeni içinde yürütmüşlerdi! Akşama kadar bağırmaktan sesimiz kısılmıştı. Cehennem hakkında biraz bilgimiz olsa bile Stalin kelimesinin ne anlama geldiğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Çok sonra anlayacaktım, Stalin’in kim olduğunu ve öldüğünün açıklandığı gün bizi niye öyle yürüttüklerini…”
Peki ya Fatih Sultan Mehmet’in bu yolculuktaki yeri ne o zaman?
Sözü Livaneli’ye bırakmak en iyisi:
“1453’te Kostantinapol’ü Türkler aldığı zaman Roma medeniyeti sona ermedi. Sultan Mehmet, Yeni Roma İmparatoru oldu. Zaten resmi unvanı da Kayser-i Rum idi. Yani Roma Sezar’ı. Çok iyi Yunanca ve Latince biliyordu. Homeros’u okuduktan Truva’ya giderek Aşil’in mezarını ziyaret etmişti. Papa Pius’a Helenlere karşı Truva’nın ve Hektor’un intikamını alacağını yazmıştı. Kendisini yetiştiren üvey annesi Mara Brankokoviç ve karısı da Ortodoks idi. Hiçbir zaman İslam’a dönmemişlerdi.
Savaşırken elde kılıç ile ölen Kostantin Paleolog’un iki yeğeni –ki zamanı gelince Bizans İmparatoru olabilirlerdi- Sultan Mehmet tarafından vezir yapıldılar. Mehmet öldüğünde kendisini Büyük Kostantin Justinianos , Theodora, Zoe ve diğerlerinin yattığı yere gömdürdü. Hristiyan karısını da…”
Elia ile Yolculuk sırasında Livaneli bu bilgileri büyük arkadaşına anlatıyor. O da tam bir Anadolu içtenliğiyle teşekkür ediyor:
-Eee niye anlatıyorsun bunları bana? Ben tarihle ilgilenmem!

                                                                                •••

Kitapta bunlar gibi daha pek çok özel bilgiler yer alıyor. Kitapları yazıp-çizerek okuyanlardan olsanız bile yolculuk üzerinde sıklıkla mola yerlerine dönmeniz gerekir.
Kitabın sihrini bozmak istemem onun için tadımlık bir alıntı yapmakla yetiniyorum. Okurken aklıma hep şu geldi: Son yıllarda yaygınlık kazanan “Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri” adlı faydalı etkinliklerde Livaneli metinlerinden yeterince istifade ediliyor mu, bilmiyorum. Ama bu çalışmalara katılama imkanı olmayanlar fazla üzülmesinler. Zülfü Livaneli kitapları yazarlık hakkında çok fazla deney aktarıcı özelliğe sahip…
Her kitabında farklı bir kurgu ile okurlarının mutluluktan başını döndürüyor. Livaneli yüksek zirvelere sahip sıradağlara benziyor. Her kitap farklı bir zirve oluşturuyor.
Eğer, ulaşılabilir bir benzetme istiyorsanız, o zaman buraya buyurun:
-Zülfü Livaneli Yazarlık Okulu!..


Nazım Alpman / BİRGÜN

25 Ağustos 2017 Cuma

Kapitalizmin sonu: Nasıl? - KORKUT BORATAV

21. yüzyılın ilk çeyreğine yaklaşırken, sistem-karşıtı düşünürlerin bir bölümü “hükmetmiş”: Kapitalizmin geleceği yoktur!

Neden?
Nasıl?
Sonrası?
Yanıtlar farklılaşıyor; ama teşhis değişmiyor: Hastalık ölümcüldür…
Bugün, iki önemli düşünürün, Immanuel Wallerstein ve Samir Amin’in bu doğrultudaki son katkılarına değinmek istiyorum.


Immanuel Wallerstein: Kapitalist Sistemin Bunalımı
Immanuel Wallerstein,  bir dünya sistemi olarak kapitalizmi inceleyen sosyal tarih okulunun önde gelen temsilcisidir.  Bu özelliği, kapitalizme ilişkin öngörülerine önem kazandırır.
“Kapitalizmin Geleceği Var mı?” başlıklı, ortak imzalı kitabın (Metis, 2013) yazarlarından biridir. Bu soruyu, kitapta, “Yapısal Kriz” başlığı altında tartışıyor.
Wallerstein, ayrıca, ayda iki kere “Yorumlar” yayımlar. Bunlardan ikisi “kapitalizmin geleceği” teması üzerindedir. Birincisi “1945’ten Bugüne Küresel Sol, Küresel Sağa Karşı” başlığını taşıyor (15 Mayıs 2017). Diğeri de “Radikal Sol’un İkilemleri”dir (15 Ağustos 2017).
Wallerstein, uzun dönemlerin tarihçisidir. Temel önermesi “Yapısal Kriz” yazısının ilk cümlesinde yer alıyor: “Kapitalizm bir sistemdir ve tüm sistemlerin bir ömrü vardır; hiçbiri ebedi değildir.” Bu önermenin doğa sistemlerinden hareketle yapıldığı ve “orta ölçekli tarihsel toplumsal sistemleri” de kapsadığı ifade ediliyor (s.19).
Böylesine bir genelleme elbette sınırsız tartışmalara açılır. Günümüz kapitalizmine  nasıl taşınıyor? Asıl önemlisi budur.
Wallerstein’e göre, kapitalist dünya sisteminin iniş-çıkışları, iki farklı çevrim tarafından belirlenir: Teknolojik değişimlerin sürüklediği (kabaca ellişer yıllık) Kondratief çevrimleri ile çok daha uzun süreli hegemonya çevrimleri…

21. yüzyılın başında, son Kondratief çevriminin iniş aşaması, ABD hegemonyasının bunalımı ile üst üste gelmiştir. Bu eşleşme, kapitalizmin yapısal bir krizi ile de birleşmiştir.
Yapısal kriz, kâr hadlerinin kalıcı olarak düşmesi sonunda oluşmuştur ve  kapitalizmin belirleyici özelliği olan, sonsuz sermaye birikiminin sürdürülememesi ile sonuçlanacaktır.
Wallerstein’ın somut göstergelerle desteklenmeyen bu anlatımı, bence, ikna edici değildir. Kısa dönemli ekonomik çözümlemeler, Braudel okulunun bu parlak temsilcisinin güçlü yanı değildir.
İki çevrimin olumsuz aşamaları ile son yapısal krizin eş-zamanlı gerçekleşmesi, bir sistem bunalımı doğurmuştur: “Sonsuz sermaye birikimini rehber alan modern [kapitalist] dünya sistemi 500 yıl sürmüştür… Devam edemez, çünkü denge durumundan çok uzaklaştı ve artık kapitalistlerin sonsuz sermaye biriktirmesine müsaade etmiyor. Alt sınıflar da torunlarının bu dünyayı miras alacağına artık inanmıyor. Sonraki sisteme dair mücadelenin sürdüğü yapısal bir kriz içinde yaşıyoruz.” (s.21, 47).
“Cenazenin kalkacağı” tarih de 2040 ya da 2050 olarak öngörülüyor. (s.45).

Dünya Çapında Bir Sınıf Mücadelesi
Wallerstein,  kapitalizmin kendiliğinden yok olacağını düşünmüyor. Sistemin kaderini, Dünya solu ile Dünya sağı arasındaki çatışma belirlemektedir.

Dünya Sağı, Kapitalizmin Altın Çağı içinde emek ve sermaye arasında gerçekleşen tarihsel uzlaşmayı 1980 sonrasında bozan; sömürüyü, eşitsizliği yoğunlaştıran; neoliberal “tek seçenek” programlarını yerleştiren, gezegenin en varlıklı yüzde 1’inden oluşmaktadır. Bu blok, Altın Çağ’ın liberal değerlerini de reddetmiş; Batı’daki “kültür savaşları” içinde aşırı, tutucu sağın  konumlarını benimsemiştir. Wallerstein, böylece, “popülist” yaftası altında saygınlaştırılan neo-faşist akımları da egemen bloka yerleştirmektedir.

Dünya Solu, ise, bu politikaların tüm mağdurlarından, dünya nüfusunun yüzde 80’inden oluşmaktadır.  Wallerstein, 1980 sonrası dönüşümlerin öyküsünü anlatırken, emekçilerin  ve Güney coğrafyalarının yaşadığı “mağduriyetleri” de sıralamaktadır. Ancak, Küresel Sol’un öğelerini, sınıflara, ülkelere göre değil, muhalefet akımlarına göre ayrıştırmaktadır.

Buna göre Küresel Sol üç akımdan beslenmiştir.

-Birincisi,  kapitalizmin altın çağı içinde dünyanın üçte ikisinde iktidarlarla tanışmış olan “Eski Sol”dur.
Komünist, sosyal demokrat partilerden ve Üçüncü Dünya’da ulusal kurtuluş hareketlerinden oluşmuştur. Sosyal demokrasinin sistem-dışı programları zamanla aşınmış; komünist rejimler çökmüş; “kalkınmacı devletler” tarihe karışmıştır. Wallerstein’in “Eski Sol” ile gönül bağı pek olmamıştır; bugünkü durumlarını da “marjinal” görmektedir. Ancak, izleri, kalıntıları, deneyimleri ile Küresel Sol içinde yeri vardır.

-İkinci akım (“Yeni Sol”) ise, Wallerstein’in 1968 Devrimi olarak adlandırdığı dalganın bugünkü uzantılarıdır.
1999 sonrasında küreselleşme karşıtı muhalefeti uluslararası alana taşımıştır. Son yıllarda iktidarlara uzanan Syriza, PODEMOS, Melenchon hareketleri tarafından da temsil edilmektedir.

Küresel Sol’un bugünkü bileşiminde, Eski Sol ve 1968 Ruhu, radikal solu oluşturuyor. Eski Sol, bu bileşkeye, dikey örgütlenme, iktidara el koymayı hedefleyen partiler, büyümeci, kalkınmacı programlar ile katılıyor.
Yeni Sol ise, merkezsiz, hiyerarşisiz, yatay örgütlenmeye öncelik veriyor; “göreli demokrasi ve göreli eşitliğe yol açacak toplumsal hedeflerin akılcı bir dengesini arıyor.” (s.46)

Wallerstein, cinsiyet, ırk, kimlik ayrımlarına karşı mücadeleleri oluşturan, çok-kültürlüğü, özgün halkları temsil eden   tüm  akımları da Dünya Solu’nun bir öğesi olarak öneriyor. (1945’ten Bugüne Küresel Sol, Küresel Sağa Karşı).
Sokak mücadeleleri mi?
Seçim mi?
Halkların çektiği acıları azaltacak sol iktidarlar küçümsenmemelidir. “Kısa dönemde hem sokak, hem seçim yolları denenmelidir. Zira, kısa dönem, sonraki hedeflerin denendiği alandır.” (Radikal Sol’un İkilemleri)
“Unutulmamalıdır ki hedef, kapitalizmin reformu değildir; onu izleyecek sistemdir. Kemer sıkmaya karşı çıkan güçler, çok-kültürlülük güçleri ile birlikte dünya nüfusunun  yüzde 80’idir. Bu algılanırsa zafer kazanılabilir. Zirvedeki yüzde 1’e karşı savaş açıp, gerideki yüzde 19’u kendi saflarına çekmeye çalışılmalıdır.  Sınıf mücadelesi de tamı tamına budur.”  (1945’ten Bugüne Küresel Sol, Küresel Sağa Karşı)


“Wall Street’i İşgal” hareketinin %99’a karşı %1 ayrışmasına dayalı bu sınıf mücadelesi çağrısı, elbette Marksist-Leninist geleneğin dışındadır. Wallerstein de “bizim takım”ın eleştirilerine âşinadır.
Sonuç ne olur?
Wallerstein, kehanetten uzak duruyor: “Mevcut sistemdeki temel özellikleri, hiyerarşiyi, sömürüyü ve kutuplaşmayı koruyan bir yeni sistem de mümkündür. Kapitalizm bu özelliklere sahip tek sistem değil ve yeni sistem kapitalizmden çok daha kötü olabilir… Alternatifi de görece demokratik ve görece eşitlikçi  bir sistem…”
“Tarih kimsenin yanında değil…Tercih ettiğimiz dünya sistemine ulaşma şansımız en iyi ihtimalle yarı yarıyadır.” Bu olasılık dahi küçümsenmemelidir (Yapısal Kriz, s. 47).

Samir Amin: Bir Yeni Enternasyonal Çağrısı
Samir Amin, 20. yüzyılda emperyalizm Marksist analizini geliştiren öncülerden biridir. Kapitalist dünya sistemine anti-emperyalist perspektifle bakarak bağımlılık okulu ile köprüler oluşturdu. Üçüncü Dünya için “metropollerden kopma” öneren kalkınma stratejilerini savundu. 1968 dalgasına ve SSCB-ÇKP ayrışmasına Maocu çizgi içinde katıldı.
Sosyalist konumunu hep koruduğu için (Wallerstein’in sınıflaması içinde) Eski Sol’u temsil eden bir düşünür olarak görülmelidir.
Samir Amin, bu yakınlarda “İşçi sınıfının ve dünya halklarının Enternasyonalini yeniden inşa etmek zorundayız” başlıklı bir çağrı yayımladı. Türkçe çevirisini bana Fikret Başkaya iletti. İngilizce metin ise, Defend Democracy Press’te (29 Temmuz 2017) yer aldı.

Samir Amin’in çağrısının ana mesajı şudur: Çağdaş emperyalist kapitalizm, sürdürülemeyecek özellikler kazanmıştır. Bugünkü sistem-karşıtı muhalefet yetersizdir. Kapitalizme karşı önce direnmek; sonra da ona son vermek için örgütlü, kolektif bir müdahale gerekmektedir. Bu örgütlenme İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali biçiminde oluşmalıdır.

Emperyalist sistemin eleştirisi açısından Amin, Wallerstein’in tespitlerini ayrıntılarla zenginleştiriyor: Tekelleşme, sınıf tahakkümünün yoğunlaşması, kârların tırmanması, finans kapitalin denetim-dışı büyümesi, ekonomilerin durgunlaşması, temsilî demokrasinin fiilen tasfiyesi, totaliterleşme, artan askerî müdahalelerle Güney’i yeniden kolonileştirme eğilimleri…

Samir Amin’e göre metropolde tüm muhalif akımlar, egemen güçlerin denetimi altındadır. Avrupa’daki, Syriza, PODEMOS, Melenchon-türü “sol” muhalefet seçenekleri etkisiz kalmaya mahkumdur. Kültürel muhalefet türleri ise, kapitalizmle uzlaşma içindedir.

“Güney” coğrafyasına gelince, buralarda  kapitalizme muhalefet, bir boyutuyla dinci/gericiliği güçlendirmektedir. “Diğer Güney ülkelerinde geçtiğimiz yıllar içerisinde başarılı bir ekonomik büyüme ivmesi yakalanması da, ‘gelişmiş’ ulusal bir kapitalizmin inşa edilebileceği yanılgısını besliyor… Emperyal güçlerin, küçük ya da büyük hiçbir çevre ülkesinin bu boyunduruktan kendini kurtarmasına müsaade etmeye niyeti yoktur. Bu tür gelişimlere  karşı askeri saldırganlığı da içerecek [müdahaleler] kuvvetle muhtemeldir.”

Samir Amin, bu belirlemelerden hareketle, kapitalizme son vermeyi hedefleyen bilinçli, örgütlü bir müdahale gereksinimine ulaşıyor.
 “Şu an, kapitalizmin sonbaharı aşamasını yaşıyoruz. Krizlerle dolu kapitalizmi sonlandırmaya ihtiyaç var… Sosyalist atılımı gerçekleştirebilecek yeteneğe sahip uluslararası radikal solun yeniden canlandırılmasından başka seçenek yoktur. Emperyalist kapitalist sistem tarafından kandırılmış gerçek militanların asıl amacı işçiler ve halklardan oluşan yeni bir Enternasyonal yaratmak olmalıdır.”

Benzerlikler, Ayrılıklar
Wallerstein’in “kapitalizmin sonu” çözümlemesi ile Amin’in anti-kapitalist çağrısı arasındaki temel benzerlik gözden kaçmamalıdır: Kapitalizm, bir sınıf mücadelesi ile son bulacaktır.
Bu önemli bir benzerliktir. Zira, bilinçli bir müdahale olmaksızın, kapitalizmin kendiliğinden (bir anlamda kendi zıddına)  dönüşerek yok olacağını ileri süren düşünürler de vardır. Paul Mason, Wolfgang Streeck, ve Randall Collins’in Marksist öğeler içeren bu doğrultudaki katkılarını ileride tartışmak istiyorum.

Wallerstein ve Amin arasındaki belirleyici farklara da değinelim.

Wallerstein, kapitalizmin son bulacağı öngörüsünü nesnel bir çözümlemeye dayandırıyor. Amin ise, çağdaş kapitalizmin bozukluklarını sıralıyor; yargılıyor  ve hükmediyor: “Bu bozuk sistem son bulmalıdır…”
Umuyor ki bu “dilek”, bir “müdahale programı” (“Enternasyonal”) ile hayata geçirilsin.
Wallerstein’in “kapitalizmin sonu” öngörüsünün dayandığı ekonomik çözümleme, yukarıda değindiğim gibi, zayıftır; ikna edici değildir. Ancak, Amin’in aksine, en azından, “sistem çirkindir; o yüzden son bulmalıdır” türü bir dilekten öteye gitmektedir.

Kapitalizme son verecek toplumsal aktörler açısından, Samir Amin, tümüyle “Eski Sol”un (açıkçası, “bizim takımın”)  geleneklerine dönüş  çağrısı yapmaktadır. Devrimci teoriyi temsil eden “gerçek militanlar” davet ediliyor: İşçi sınıfı hareketini yeni bir Enternasyonal oluşturarak uluslararası platforma taşıyınız!

Enternasyonal’in “dünya halkları”nı da kucaklaması, ulusal bağımsızlık, kurtuluş hareketlerinin mirasına, bugünkü temsilcilerine dönüktür.

Wallerstein’ın algıladığı sınıf mücadelesinin  iki önemli aktörü olan Yeni Sol ve çok-kültürlülük muhalefeti, Samir Amin’e göre “aykırı” öğelerdir. Zira, sosyalizme, sınıfsız topluma  dönük örgütlerle  yürütülen mücadelelerin geleneksel mirası, “kapitalizmin sonu” açısından hâlâ önemlidir; korunmalıdır.

Ne var ki, “Eski Sol”un dünya çapında bugünkü gücünü, eleştirel bilançolarını  tartışmaktan da kaçınmaktadır. Çağrısının muhatap bulacağı, etkili olacağı şüphelidir. Wallerstein ise, bu hareketlerin eleştirel bilançosuna hep önem vermiştir.

Bizlere ise, kapitalizm karşıtlığının günümüzde bayraktarlığını yapan, bu iki usta düşünüre “devam edin ve saygılar…” mesajını iletmek düşer.

Korkut Boratav / SOL

'Az zamanda çok ve büyük işler…' - MESUT ODMAN

Pek kısa bir sürede büyük işlerin başarıldığını ileri süren bu sözlerin sahibini ve söylendiği yeri ayrıca belirtmeye gerek var mı, bilmem. Yine de şöyle diyebilirim: Bizim Hasip Akgül’ün kim bilir kimlerin bileşimi unutulmaz kahramanı Albayım’ın dilinden düşmeyen söyleyişle, “Büyük Kurtarıcı”ya aittir. Benim burada değineceğimse, kendi ülkesinin ve cumhuriyetinin çocukları olmakla birlikte, onun soyadını dile getirmekten bile imtina edenlerin başardıkları ya da, daha az iltimaslı bir anlatımla, başarmak için uğraştıkları…

Şu kendilerine ak demekle, daha baştan, izleyicileri olduklarının yapıp ettiklerini ve kendi yapıp edeceklerini ağartabileceklerini sananların, yola böyle çıkanların, neler deyip neler yaptıklarının sergilenmesine dikkat çekmek niyetindeyim.

Aslında, bu ikinciler, iktidar sürelerinin uzunluğu bakımından bir rekora imza atmak üzereler. Elim varmıyor ama, bu spor mpor işleriyle o kadar haşır neşir ediliyoruz ki, böyle pek sportif sözcüklerle yazmak bir yandan kolayıma gidiyor, bir yandan, sanki böyle yazarsam daha iyi anlaşılır ya da daha çok okunur sanıyorum. Öyle ya, el birliğiyle, ABD’nin en eski ve en ünlü üniversitelerinden Columbia diplomalı iktisat profesörü ve aynı zamanda tanınmış diktatör Salazar’ı haklı çıkarma uğraşındayız neredeyse.

Sık sık yaptığımız gibi, işin özüyle ilgili olsa bile, üsluba ilişkin görünen araya girişlerimizi bir yana bırakıp devam edelim; çünkü, bu tür ayraç ya da dip notlar, her ne kadar biçimsel olmadığını düşünsek de, yazıları sonlandırmak, hele makul uzunlukta sonlandırmak bakımından çoğu kez güçlük yaratabiliyor.

Gerçekten de “çok ve büyük” işler başardılar mı bu iktidar sahipleri, bu ne Meclis kararıyla verilmiş Atatürk adını, ne kurtarıcıyı, ne de benzerlerini dile getirmeyi içlerine sindirebilenler?

Başardılar elbet, daha ne olsun? Ne duble yollar, ne alttan üstten tüneller, ne Deli Dumrul köprüleri, ne doğayı katleden devasa hava limanları, ne göğü delen bakkal dükkânları yapmadılar mı, yapıp tamamına erdirmek için gece gündüz demeden uğraşmıyorlar mı? Hem yaptılar hem de hâlâ uğraşıp duruyorlar. Hani sırtlarında taş taşıyıp yapmadıysalar da, gâvur müslüman demeden iş bilen adamları bulup onlara yaptırmadılar mı? Elhak, yaptırdılar! Yaptırdılar da fukaralar, bir tek komünistlere beğendiremediler işte. Gerçi onlar da neyi beğenmişler ki bugüne kadar?


Çok değil, biraz daha ciddi olunduğunda, şunlar söylenebilir: Birkaç ay sonra yukarıda sözünü ettiğimiz hükümet etme rekorunu kırmaya hazırlanan, beyaz rengi ad olarak alınca edinilmiş edinilecek her türlü kirden pastan aklanabileceklerini sananların partisi, onca zamandır, neler söyledi, buna karşılık ve bununla birlikte, neler yaptı? Bunun az çok eksiksiz bir dökümü, hem çok şaşırtıcı olabilir hem de muazzam bir karartma ve şamata içinde gizlenenleri unutuşla sakatlanmış insan bellekleri için apaçık duruma getirebilir.

Getirebilir, en azından getirilmesine yardımcı olabilir de, böyle bir yazıda bunu yapmak mümkün değil. Dolayısıyla, bu işi güncel siyasal mücadelenin gündemine bırakmak, en iyisi.
Peki, hiç mi işaret edilemez? Son günlerde olup bitenlere bakılarak hiç mi örnek gösterilemez? Gösterilebilir kuşkusuz, neden olmasın!

Ama önce şu noktada bir en az açıklık gerekli: Verilebilecek hiçbir örnek, gösterilebilecek hiçbir kanıt, on beş yıla çok yaklaşmış bu iktidar dönemini, sanki yüce göklerin biz günahkâr kullarına gönderdiği ve daha önceki muktedirleri tertemiz kılan bir önlenemez afet, bir kutsal yazgı, her şey olağan akışında güzel güzel giderken birden ortaya çıkıvermiş kötü bir sapma olarak görüp göstermeye yol açmamalı; bu tür bir sanrının oluşmasını tetiklememeli.

Kendinden öncekileri birçok bakımdan aşmış bu iktidarın en son atılımlarından biri, hiç hoşlanmadığını açıkça dile getirdiği eşitliği sağlıyor. Ama kötülükte eşitliktir bu. Çok eskiden beri, sosyalizme karşı savaşan siyasetçiler ve ideologlar, uydurdukları sözde kanıtları, savsözleri, saldırı sözlerini kimileyin hep bir ağızdan kimileyin ayrı ayrı haykırırlardı. Haydi şu son sözcüğü değiştirelim, her zaman haykırmasalar bile, farklı tonlarda olmakla birlikte, yinelemekten hiç vazgeçmezlerdi. Bunlardan biri işte bu “eşitlik” kavramı ile ilgiliydi. “Sosyalizm eşitliği sağlar” diye başlarlar ve devam ederlerdi: “Ama bu sefalette eşitliktir.”

Şimdi ise kapitalizmin iktidar partisinin düzenin hizmetine sunduğu yeni bir önlem ile karşı karşıyayız. Karşı karşıya derken, düşünülüyor, tasarlanıyor anlamında değil, hazırlanıp kotarılmış ve uygulamaya konmuş durumda.

Daha 2015’in ilkbaharındaki bir torba yasa ile aralarında turizmin de bulunduğu bazı sektörlerle ilgili olarak, işçilerin gece çalışmasının 7.5 saati geçemeyeceği kuralına istisna getirilmişti. Turizmi öne çıkarıyorum; çünkü, acısını çektiğimiz bu uzun sürmüş iktidar döneminin başlıca iki dayanağından biri, öbürü inşaat olmak üzere, bu sektördür. Büyük ölçüde dış dünyadan gelen etkilerle daha süreceğe benzeyen krizler içindeki bu cıvıl cıvıl görünüşlü yağma ve bataklık üreticisi sektörün ayakta kalması, basbayağı “yaşamsal” denebilecek bir önem taşıyor. Bu nedenle, örnek olsun, her kutsal bayramın uzatılıp 9-10 günlük bir resmi tatile dönüştürülmesi, hükümetlerin son ana kadar düşünüp karar verdikleri bir konu olmaktan çıkmıştır artık. Bütün o karar çıktı çıkıyor, hükümette şu şu sakıncalar üzerinde duruluyor, bu kez olmayabilir, türünden haber ve söylentiler, işin oyun ve eğlence yanıdır sadece. Her iki bayram da önden arkadan hafta sonuna bağlanacak, süre 9 günlük bir tatile uygun hale getirilecek, yerli turistlerimiz sektöre yılda en az iki kez ek soluk aldıracaklar, o arada, bu kutsal işlevlerini yerine getirmek üzere maşallah yayla gibi yollarda gidip gelirken hakkın rahmetine kavuşma yarışına girişeceklerdir.

İşte her türlü destek ve korumayı hak eden bu güzide iktisadi sektörü özellikle ilgilendirecek yeni önlemle kadınlar da erkeklerle eşitleniyor ve onlar gibi süre sınırı olmaksızın gece çalışması yapabilir duruma getiriliyorlar. Zorla değil elbette, demokrasilerde zora başvurulur mu hiç! Getirilen düzenlemeye göre, patronun bunu yapabilmesi için işçinin yazılı onayını alması gerekiyor; demek, işsizlik korkusuna hiç aldırmayarak gece saatlerinde o kadar çalışmak istemeyen kahraman kadın işçi gerekli yazılı onayı vermeyecek ve patronu da tamam diyecek!

Bir kez daha yinelemekte sakınca yok: Türkiye kapitalizminin en son ürünü olmasının ve doğuşuyla da ayakta kalıp güçlenişiyle de eğrisi doğrusuna denk gelme sözünü doğrulamanın  ötesinde bir özgünlüğü bulunmayan AKP’nin söyledikleri ile yapıp ettiklerini bir bir değil, öylesi hem çok uzun sürer hem gereksizdir, ama derleyip toparlayıp anlamlı biçimde sınıflandırdıktan sonra sergilemek, kuşkusuz, çok yararlı olur. Onun bir sapma olmadığını, dolayısıyla kendinden öncekiler yahut benzerleriyle şu ya da bu biçimde yer değiştirilmesiyle bir yere varılamayacağını, daha doğrusu, emekçilerin kurtuluşu anlamına gelebilecek bir yere varılamayacağını eklemeyi hiç ihmal etmeden.
Sonuç olarak, birbiriyle bağlantılı iki sorudan ve onların işaret ettiği bir imkândan söz edilebilir.
Birincisi, ne kadar uzun sürmüş ve sancılı geçmiş olursa olsun, AKP’nin hükümranlığından kurtulmak, asıl sorunların hem en büyüğü hem temeli olan kapitalizmden kurtulmak anlamına  geliyor mu?

İkincisi, kapitalizm adını verdiğimiz, ne yazık hâlâ çağdaş, sömürü ve zorbalık düzeninin ezici egemenliğine son vermeden AKP’den kurtulmanın da çok zor olduğu, gittikçe anlaşılabilir olmaya başlamıyor mu?

Öyleyse, üçüncüsü, bu iki kurtuluşun nasıl birlikte gerçekleştirilebileceğine kafa yormak, ne hayalcilik demek oluyor ne de boşa kürek sallamak.                           

Mesut Odman / SOL

Bizde her kamu çalışanı biraz Bekçi Murtaza’dır - ÜNAL ÖZMEN

11 Ağustos tarihli Cumhuriyet'in manşeti “İşçiler sendikasız”dı. DİSK-AR verilerinden aktarıldığına göre Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 10’u sendikalı. Sendikalı işçilerin yarısının toplu iş sözleşmesi hakkı var.

Kamu çalışanlarında sendikalılık oranı yüzde 69,28. 2 milyon 431 bin 228 memurdan, 1 milyon 684 bin 323 sendikalı kamu çalışanının 1 milyonu hükümetin sendikası Memur-Sen’e üye. (Kamu-Sen 395 bin 250, KESK 167 bin 403, Birleşik Kamu İş 64 bin 248).
 
Gördüğünüz gibi işçiler sendikasızlaştırılırken memur çalışanlar sendikalılaştırılıyor. Bunda bir tuhaflık olmalı! Hükümetin 2018 ve 2019 için ortalama yüzde 4,5’lik ücret artışı teklifini, yüzde 17’lik (2018 için yüzde 16, 2019 için yüzde 18) taleple “kapalıyız” diyerek reddeden Memur Sen’in yüzde 6’lık artışla açılıp uzlaşmasını da bu tuhaflıkta aramak lazım.

Memur Sen, sendika adı altında bu günler için kuruldu ve TİS görüşmelerinde işveren (devlet) tarafına yakın durması kuruluş amacına aykırı bir durum değil. Problem, iki haneli olarak açıklanan yıllık enflasyon rakamına rağmen, bir milyon memurun, hükümetin enflasyon hedefine inanıyor gözükmesi. Ortalama lisans düzeyinde eğitim almış kamu çalışanları, geçmiş yılların kaybını telafi edecek artış peşine düşmenin bir faydasının olmayacağını düşünebilir; fakat önümüzdeki iki yılda enflasyonun yüzde 6’yı aşmayacağını söyleyen devlete inanacak kadar aptal olamaz! Bu bakımdan “Bu imzayı atan Memur Sen değil, Memur Sen'i yetkili yapan memurlardır.” tespitinde KESK haklı.

Peki, Yunanistan (genel olarak Batılı) kamu çalışanları aleyhlerine her ekonomik kararı parlamento binasına yürüyerek protesto ederken bizimkiler neden vatan, millet, Sakarya edebiyatçısı gibi hükümetlerin muhafız alayı oluyor? Çünkü bizde her kamu çalışanı biraz Bekçi Murtaza’dır. Murtazalar, adı sendika da olsa üyesi olduğu örgütün kurucusu değildir; örgüt kurulmuş ve o üye yazılmıştır.

Batı’da çalışanlar kendilerini işverenden korumak için örgütleniyor, Doğu’da ise işveren kendini korumak için çalışanları örgütlüyor. İşveren devlet olduğu için örgütleyen de devlet oluyor. Bizde sendikalılığın kamu çalışanları arasında artması bundandır. Batı’da partiler kadar sendikalar da demokrasinin vazgeçilmez unsurudur. Bu iki örgütlenme biçimi birbirini desteklerken aynı zamanda biri, diğerini denetler. Demokratikleşme sorunu yaşayan ülkelerde ise ne partiler ne sendikalar demokratikleşmeye hizmet etmiyor.

Fakat paradoksa bakın ki demokrasi sorunu yaşayan Türkiye’de kamu çalışanlarının katılımıyla sendikalaşma oranı (sigortalı çalışanlar üzerinden yapılan hesaplamayla) yüzde 21’le, yüzde 17 olan OECD ortalamasının üzerinde. Paradoksun paradoksu, sendikalaşma oranının düştüğü Batı'da sendikalar politik güçlerini kısmi kayıpla da olsa korurken benzer oranda örgütlü Doğu’daki sendikalar otoriterleşmeye hizmet ediyor. Nedeni açık; Avrupa'da sendikalar sınıf temelli örgütlenmelerdir; sınıf temelli örgütlenme sadece üyelerinin ekonomik sosyal hakları ile ilgilenmiyor, kamusal ve toplumsal bütün sorunlar sendikaların ilgi alanındadır.

Avrupa'da sendikalar siyasi partilerle arasına belli bir mesafe koyabiliyor. Doğu toplumlarında ise Asya tipi sendikacılık diye bir örgütlenme biçimi hâkim. Doğu’da otoriteye bağlılık, devletin devamını sağlamak; egemenin dini, milli, kültürel çıkarlarını gözeten ideolojiye tabi olmak esastır. Türkiye'deki Türk İş, Hak İş, Memur Sen ve benzerleri bu tip sendikalardır; devleti arkalarından çektin mi (hatta aidatını kestin mi) dayandıkları ideoloji de kendileri de çöker.

Eh, haliyle iki buçuk milyon kamu çalışanı ile iki milyon memur emeklisinin hakkını, memurların uzak durduğu KESK korumaya çalışıyor. KESK, “dilenen değil direnen kazanır sloganıyla sokağa çıkarken hakkını hukukunu savunduğu kitle öcü görmüş gibi kirişi kırıyor. Bazen insanın ‘size ne, ne halleri varsa görsünler’ diyesi geliyor ama diyemiyor. Çünkü KESK, sınıf sendikacılığının kamudaki örgütlenmesinin adı. Onun yaptığı sendikacılık sayıyla değil, ilkeyle yapılıyor.


Varsın Bekçi Murtaza rolünü gerçek hayata uyarlayanlar utansın…

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN
 

Yarın artık dündür! - TAYFUN ATAY

1980’lerin ortasında Cambridge Üniversitesi’nden doktora için Türkiye’ye gelmiş bir antropoloji öğrencisini Ankara’da gezdirirken Alevi bir arkadaşın evine uğramıştık. Biraz sohbetten sonra arkadaşım aldı sazını eline ve deyişleri patlatmaya başladı.
Pür dikkat izleyen İngiliz dostumuz soru faslını açtığında söz döndü dolaştı âşıklık geleneğine geldi.
Sözcüğün İngilizce tam karşılığını çıkaramıyorduk. “Folk singer” kesmiyordu. Bir köyden diğerine dolaşıp dünyalarına dâhil olduğu insanlara farklı diyarlardan getirdiği haberleri, anlattığı hikâyeleri sazına-türküsüne katık yapan karakteri karşılayacak sözcük o değildi.
Derken yabancı dostumuz birden parmağını şaklattı ve “minstrel” dedi. Ama devam da etti: “Onlar yok artık bizde. Asırlar öncesinde kaldılar.”
Daha sonra “minstrel”in anlamını sözlükte araştırdığımda da 15’inci yüzyıla kadar Avrupa’da elinde çalgısı köy köy dolaşıp hem şiirler okuyup hem şarkı söyleyen kişi tanımlamasını buldum.
Avrupa’da “âşıklık geleneği” addedilebilecek pratik o zamandan itibaren yok olmaya yüz tuttuğu halde bizde 20’nci yüzyılın sonuna kadar mevcuttu. Bugeleneğin bazı temsilcileri yakın zamanlara kadar da aramızdaydı: Âşık Mahzuni, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek... 

***
Fark edilecektir, 15’inci yüzyıl, Avrupa’da “matbaa”nın kitleselleşmeye başladığı zamandır. Bununla bağlantılı olarak “yazılı kültür” hayatın içinde öne çıkmış ve giderek sözustası “Âşık”ın yerini, kalem ustası “Yazar” almıştır.
Bu topraklarda ise yakın dönemlere kadar sözlü kültür, yazılı kültürle iç içe varlık sürdürdü. Üstelik birincinin memleket sathında yaygınlığı karşısında yazılı kültürün hayli cılız kaldığını eklemek gerekir.
Sonra 1990’lardan itibaren gör
sel (televizüel) kültür, 2000’ler
dönümünde de sibernetik kültür (internet) eklendi ve çok daha karmaşık bir gündelik hayat sosyolojisi çıktı karşımıza...
Ömrüm, böylesi bir “sosyoloji” içinde kavrulmuş geçti! Hayatımın ilk on yılında, Ankara’da oturduğumuz apartmandaki 20 küsur daireden sadece birinde bir tek telefon vardı; bir tek de televizyon...
Bugün bırakın her evi, her “elde” televizyonu, radyoyu, gazeteyi içine alacak vaziyette bir telefon var.
***
Dün Cumhuriyet’te Figen Atalay’ın “X kuşağı televizyon, Z kuşağı cep başında” başlıklı haberini okurken bir yandan yukarıda çerçevelemeye çalıştığım şekilde yarım asra kaç kuşak sığdırmış olabileceğimi düşündüm.
Diğer yandan da haberde kaydedilen kuşakların hiçbirine dâhil olamamanın hüzünlü efkârına gömüldüm.
İstanbul’da farklı yaş gruplarından 400 kişiyi kapsayan bir araştırma “X”, “Y” ve “Z” olarak nitelenen üç kuşakta medya kullanma alışkanlığını ortaya sermeyi hedeflemiş. Radyo, gazete, televizyon gibi “geleneksel” medya araçlarından bilgisayar ve akıllı telefon gibi “yeni medya” araçlarına açılan yelpazede...
Televizyonu tercih eden ve yüzde 65’i hâlâ düzenli gazete okuyan “X kuşağı”, 1965-79 yılları arasında doğanları kapsıyor. Az farkla dışındayız!..
Gazete-kitapla hepten ilişkisini kesmese de esas televizyon ve internete meyilli “Y kuşağı”, 1980-99 yılları arasında doğanlardan oluşmakta.
Hayatı adeta “cep telefonu” olarak yaşayan, sadece yüzde 9’u gazete okuyan “Z kuşağı” ise 2000’den sonra, yani “yeni milenyum”a doğanlar...
***
Demek bir ömre birkaç kuşak sığdırmış olsak da şu an yürürlükteki kuşakların (X, Y, Z) içinde “sığıntı” dahi olamıyoruz!
T kuşağı” denilebilir miyiz acaba?! Tarihe çoktan karışmış, yaşarken tarih olmuş kuşak!..
Bu bile zor, çünkü Gezi olaylarıyla birkaç yıl önce gündemdeki “Y kuşağı”nın bile eskidiği, neredeyse onun dahi “tarih olduğu” bir zaman akışı var!..
2008’de İstanbul’da dünya medya endüstrisini buluşturan bir toplantının başlığı “Geleceğin Kısa Tarihi” idi. Bu başlıktan esinle, ânı yaşarken sadece geçmişi değil, bugünü de değil, fakat geleceği bile “tarih” kılan bir teknohıza eriştiğimizi yazmıştım.
İşte bu doğrultuda, artık geleceğin bile tarihe gömülü sayılabileceği bir teknomedya patlaması içinde “Z kuşağı”ndayız. 
 
Sonrası kıyamet olsa gerek!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET