8 Eylül 2017 Cuma

“Zinacı” İzmir, deprem ve yobazlığın evrensel tarihi - TAYLAN KARA

Deprem bir doğa olayıdır ve depremin nedeni bilim insanları tarafından on yıllardan beri bilinmektedir. Depremlerin dağılım ve şiddetinin, insanların işlediği günahlara değil fay hatlarına bağlı olduğu konusunda bilim dünyasında her hangi bir tartışma yoktur.

Bir yobaz için ise bunların bir önemi yoktur. Yobaz bunları bilmez, bilmediğini de bilmez. Bir yobaz için deprem gibi bir doğa olayı, inandığı yaratıcının, kendi inancına uygun olmayanlara verdiği bir cezadır. Bir yobaz için her doğa olayı, onun inancına hizmet etmek için oluşur.

                                                                              ***
Tarihte Depremler
İmparator I. Justinianos İstanbul’daki depremin nedenini eşcinselliğe bağlar.
557’deki İstanbul depremi sonrası Kilise, depremin “günahkarların günahlarını cezalandırmak için” meydana geldiğini ileri sürer.
İstanbul’da 1063 yılında olan deprem, Psellos’a göre ilahi bir cezadır. Psellos şöyle der:
“Tanrı öfkesini dolaylı yolla, doğadaki kaosla göstermek istedi." (1)

                                                                              ***

Antakya’da 1053 yılında olan büyük depremin nedenini Tarihçi Mateos İncil’in yakılmasına bağlamıştı. Mateos Antakyalıların başına gelen bu felaketin sebebini şöyle ifade etmiştir:
“Antakya halkı, türlü türlü günahlarından dolayı adil hâkim olan Allah’ın bu cezasına çarptırılmıştır." (2)
                                                                              ***

1750’deki Londra depremini Londra Piskoposu Sherlock “günahkar insanlar üzerine inen takdiri ilahi” diye açıklar. (1, 3)
1 Kasım 1755’te Lizbon’da 60-100 bin kişinin öldüğü bir deprem olur. Katolik mezhebinin önemli bir merkezi olan Lizbon’daki bu depremi, Cizvit tarikatına mensup dindar bir Portekizli, “Lizbon’daki ahlâk bozulmasına Tanrı’nın gönderdiği bir ceza olarak" olarak yorumlar. Metodist mezhebinin kurucusu İngiliz John Wesley ise “fiziksel sebep ne olursa olsun depremin manevi nedeninin günah olduğunu” savunur. (1)
Bu yıllarda Voltaire, "Lizbon Felaketi" şiirinde depremin nedenini işlenen günahlara bağlayanlara karşı çıkar ve şunları yazar:
“Neden Lizbon? Lizbon diğer şehirlerden daha mı kötüdür? Lizbon’da Paris ve Londra’da olduğundan daha mı çok kötülük ve günah vardır? Lizbon harap olurken Paris’te dans ediyorlar." (4, 5)
                                                                             ***
Ramazan’ın hürmetini tutmayan İzmir!
Said-i Nursi’ye göre de depremlerin nedeni “işlenen günahlar"dır.
“Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi." (6)
Said-i Nursi’ye  “neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?” diye sorduklarında şu yanıtı verir:
“Bu hadise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması, hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.”
Kısacası İzmir “günah işlenen” bir şehir olduğu için depremler olmaktadır.
Endonezya, İran, Türkiye, Pakistan gibi Müslüman ülkelerde yüz binlerce insanı öldüren depremlerin neden “her türlü günahın” her saniye bol bol işlendiği Amsterdam’da, Berlin’de Paris’te olmadığı, onlar için pek de sorun değildir.
                                                                           ***

Bu tarihi örneklerin çoğunda bu beyanları verenler fay hatlarından bihaberdi. 1000 yıl önce yaşamış insanları levha tektoniğini veya fay hatlarını bilmedikleri için suçlayamayız. Peki ya şimdikiler?

                                                                            ***

2010’daki Haiti depreminde 200.000 kişi ölmüş, 300.000 kişi yaralanmıştı. (7) 
Bu depremden sonra köşe yazarı Nuh Gönültaş şöyle yazmıştı:
"Haiti'de yaşayan zencilerin büyük çoğunluğu satanist ayinleri yapar, insan kurban eder, büyü işleri ile geçimlerini sağlarlar. Büyü ve uyuşturucu işi bir arada gider... Haiti'deki gibi, Endonezya'daki gibi büyük felaketler bizlere olayın tıpkı Kuran'da anlatılan geçmiş kavimlerin başına gelmiş büyük felaketleri hatırlatıyor. Bazı semtlerde, bazı bölgelerde ve bazı ülkelerde yaşayan insanların yaşantı biçimi ilâhî gayrete dokununca, o insanlara musibet indirir. Bu musibet bazıları için bir ceza, bazılarının günahlarının kefareti, af olmalarına vesile, bazılarının da derecelerinin yükselmesine ve sevaplarının artmasına sebep olur. Ancak musibet umumî olarak iner." (8)
Aynı depremi Amerikalı Evangelist rahip Pat Robertson ise şöyle yorumlamıştı:
"Haitililer, Fransa'nın ayaklarının altındaydı… Ve Haitililer, toplanarak şeytanla antlaşma yaparak, 'bizim Fransızlardan özgürlük kazanmamızı sağlayacaksan sana hizmet edeceğiz. Gerçek hikaye. Ve şeytan, tamam dedi, anlaştık."
Robertson, Haitililerin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da bu antlaşmalarından dolayı uğradıkları lanetten kurtulamadıklarını ve belaların o gün beri ardı ardına geldiğini iddia etmişti. (9)

                                                                            ***

İran’ın eski cumhurbaşkanı M. Ahmedinecad 2010 yılında depremin nedeni olarak kadınların açık giyinmelerini ve rahat davranmalarını göstermişti. (10)

                                                                            ***

2016 yılında İtalya’da yaşanan deprem sonrası rahip  Giovanni Cavalcoli, eşcinselliği ima ederek “depremin evlilik kurumuna saldırı nedeniyle verilen ilahi bir ceza” olduğunu söylemişti (11).

                                                                             ***
Aman ötekileştirmeyin!
2015 yılında Allah ile konuşarak Manisa Depremi’ne engel olduğunu ileri süren bir şeyh de çıkmıştı. (12)
Bu kişinin ifadesi şöyledir:
"Deprem Sibir Dağı’nın üzerinden Manisa üzerine siyah bulut halinde çöktü. Allah beni görevlendirdi ben de gelmesin dedim. İkinci defa gene hücum etti ben yine gelmesini istemedim bulut yine geri gitti. Deprem üçüncü defa yine bulut halinde Manisa’ya hücum etti, ben yine Rabbimden gitmesini, Manisalıların evlerinin yıkılmasını istemedim ve Allah bunu kabul etti." (13)

                                                                              ***

Şimdi bunları “yobazlık” olarak tanımlayınca despotik, jakoben ve tahakkümcü mü olmuş oluyoruz?
Akla hakaret eden bu zihne “hoşgörü” mü dediniz?
Aman bizden uzak olsun!
Yüz binlerce insanın acılarıyla alay edenlerle diyalog mu?
Hiç almayalım!
Bir inancı böyle vahşice yağmalayanları “ötekileştirmeyelim” öyle mi?
Bu yobazlığa hoşgörü göstermek, bununla diyalog önermek, aman “ötekileştirmeyin” demek cinayettir.
                                                                               ***
Yobazın zihni
Örnekler yüzlerce sayfa yazılabilir. Yobazlık bir zihin yapısıdır. Tarihsiz ve tarih dışıdır. 1000 yıl geçse de mantık örüntüsü hiç değişmez.
Yobazlık coğrafyasızdır; dünyanın farklı farklı yerlerinde farklı farklı kültürlerinde dahi yobazlık birbirinin karbon kopyasıdır.
Bazen bir cami imamı, bazen bir kilise rahibi, bazen bir facebook kullanıcısı, bazen bir tarikat şeyhi, bazen bir televizyon programcısı ya da köşe yazarı olarak karşınıza çıkar.
Her doğa olayı, kaza ya da felaket yobazın zihin dünyasında onun inancını beslemeye yarar. İzmir’de deprem olursa “Allah zina yapanı vurur” diye açıklar, Kabe’de vinç düştüğünde ise “Allah sevdiği kulu yanına erken alır” diye yorumlar.
Depremlerde onlarca cami, kilise, havra yıkılmış olsa da bu zihniyet için dikkate değer değildir. (14, 17)
18 bin 373 insanın öldüğü, yüzlercesi çocuk olmak üzere 48 bin 901 insanın yaralandığı, 505 insanın sakat kaldığı Gölcük Depremi sonrasında “7.4 yetmedi mi” pankartını açmaktır yobazlık. (18)

                                                                            ***
İki zihin yapısı
Yobazın inandığı yaratıcı, çocukların tecavüze uğramasına karşı duyarsızdır ama zinaya karşı aşırı duyarlıdır ve bunu yaparken de insani fark gözetmemektedir. Yobaza göre inandıkları yaratıcı, birkaç kişi zina yaptı diye bununla alakalı olmayan kişileri (hasta, yaşlı, çocuk, bebek demeden) öldürmekte sakınca görmemektedir.
2017 yılında deprem gibi bir doğa olayı karşısında bile insanlar ortadan ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrışma din üzerinden değil, yobazlık üzerindendir.
Karşınızda binlerce insanın acıları karşısında “gâvur İzmirli”, “günahkar zinacılar” , “Allah cezalarını verdi işte”,  “7.4 yetmedi mi” diye sevinen bir güruh, Pat Robertson tipi yobazlar, “Allah ile konuşan” şeyhler vardır...
Yobaz zihniyete hiçbir şey eklenemez. Bu yobazlıkla diyalog kurulamaz. Bu yobazlığa hoşgörü göstermek cinayete ortak olmaktır. Bu zihniyetle sadece ve sadece mücadele edilir.
Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere…

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar
(1) https://ismailhakkialtuntas.com/2014/07/23/din-ve-deprem/
(2) http://docplayer.biz.tr/1341326-Antakya-da-ortacag-da-meydana-gelen-doga...
(3) Letter to the Clergy and People of London on the Occasion of the Late Earthquakes 
(4) https://www.ministrymagazine.org/archive/1956/10/voltaire-and-the-lisbon...
(5) https://static1.squarespace.com/static/55316a91e4b06d7c3b435f17/t/553ee5...
(6) http://www.risalehaber.com/said-nursiye-sordular-deprem-neden-izmirde-da...
(7) https://tr.0wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3...
(8) http://www.on5yirmi5.com/yazar/nuh-gonultas/13879/buyuculugun-ve-sataniz...
(9) http://edition.cnn.com/2010/US/01/13/haiti.pat.robertson/index.html
(10) https://www.theguardian.com/world/2010/apr/19/women-blame-earthquakes-ir...
(11) http://www.ibtimes.com/italy-earthquakes-gods-punishment-gay-marriage-ca...
(12) http://odatv.com/allah-ile-konusup-depremi-engelledim-2004151200.html
(13) https://www.youtube.com/watch?v=44YcDhDB2xA
(14) https://www.google.com.tr/imgres?imgurl=https%3A%2F%2Fwikiislam.net%2Fwi...
(15) https://wikiislam.net/index.php?title=File:Mosque-pakistan-3.jpg&filetim...
(16) http://www.gettyimages.fr/detail/photo-d'actualit%C3%A9/turkey-mittelmee...
(17) https://www.irishtimes.com/news/world/europe/earthquakes-in-italy-god-s-...
(18) https://tehlikeyigor.tr.gg/7-.-4-Yetmedi-mi-f-.htm

Çocuklarınızın ruhuna tecavüz edilmesine izin vermeyin! - ENVER AYSEVER

On yaşında bir kız çocuğu babasıyım ve sosyalistim. Kızıma kıyamadığım için yıllardır özel bir okula haraç ödüyorum. Beklentim ne? Temiz bir tuvalet, makul sayıda öğrencilerden oluşan bir sınıf, can güvenliği ve eğer denk gelirse uygar öğretmen ve yöneticiler bulmak karşımda. Amacım ne? AKP’nin cahil, kindar nesil yetiştirme sürecinden kızımı korumak. Başarılı mıyım diye sorarsanız; ancak ‘eh’ diyebilirim. Para ödediğimiz ve semtimiz ağırlıklı laik kesimden oluştuğu için vaziyeti idare ediyoruz. Peki, çocuğumun/çocukların hakiki bir eğitim aldığına inanıyor muyum, derseniz; yanıtım net: Hayır!

Özel okullar nihayetinde ticari kurumlar ve hepsinin canı RTE’nin iki dudağı arasında. Üstelik veliler sanki bu memlekette yaşamaz gibi, hâlâ bilmem ne sınavında çocuğum nereyi kazanır türü gerzek bir sevdanın peşinden koşmakta. Tüm milli eğitim müdürleri, bakanlık çalışanları, bakan, devlet siyasal İslamcı kadrolarla dolmuşken, sadece bayramlarda İzmir Marşı söyleyerek kendini cumhuriyetçi/laik sayan tipleri de anlamıyorum. Sanıyorlar ki İngilizce öğrenince, renkli koridorlar olunca, yalandan bir çalgı tımbırdatılınca dünya ölçüsünde eğitim alıyorlar. Veli, öğretmen, yönetim, bakanlık ortak çalışmasıyla çocuklarımızın ruhu tecavüze uğruyor!


Zaman zaman eğitimci arkadaşlarla söyleşiyorum; artık öğretmen değersiz, hatta aşağılanır halde. Neden? Çünkü devlet kadrosunda iş bulmak neredeyse imkânsız! Özel okullar üç kuruş verip, öğretmenlerin haysiyetini satın almak istiyor. Bir veli toplantısına katıldım, baktım öğretmen idareden aldığı talimat neyse, öyle konuşuyor. Veliler durumdan pek mutlu. Çocuğum kaç matematik sorusunu hızla çözer derdinde. Tutamadım kendimi, sordum: “Peki ya çocuklarımızın ruhsal gelişimi, etik değerler konusundaki tutumunuz nedir?” diye. Bana bir mahlûkmuşum gibi baktılar… Akıllarına bile gelmemiş okulun böyle bir sorumluluğu olacağı…

Din dersleri başlıyor bu sene. Bir süre kızımı bu derse sokmayayım dedim. Kaldı ki saçmalıkları öğrenmenin hem yararı yok, hem de çocuklarda ruhsal yara açıyor. Soyut, kanıta dayanmayan ve korku içerikli söylemler çocukların gelişimini olumsuz engelliyor. Okul mecbur, müfredat denen yalanlar bildirisini öğrenciye dayatmak zorunlu. Derse girmek istemeyen çocuk sınıftan çıkarılıyor. Bu durumda da, suçlu muamelesi görüyor ve yalnızlaşıyor. Zaten  bizim ülke sürüden ayrılanı sevmez, yetmez gibi bir de damgalanmış oluyor çocuk. Bir baba bu riski almalı mı? Toplum bu cehaletle mücadele etmezken, çocuğunu öne atmalı mı? Zor soru… Şimdilik din öğretmeninin söylediklerini kötü masal olarak dinlemesini öneriyorum kızıma.

Devlet okullarının müdürleri çoğunlukla imam hatipli! Din dersi öğretmenleri de okulun ağası kıvamında. RTE’nin çizdiği kindar nesil projesine hizmet etmek için hababam çalışıyorlar. Evrim; dünyanın kabul ettiği, eleştirisini yapıp, geliştirdiği bir bilimsel veri…
Eğer din dersinde herifin teki “dünya düzdür” dese çocuğunuza, yaptırımı nedir sorarım size?
Ya da herhangi bir tarih öğretmeni; tüm Ermeniler düşmandır, başları ezilmeli, dese ve çocuğunuz yarın bir komşu Ermeni çocuğa saldırsa suçlu kim söyler misiniz?
‘Kadınlar erkeğe hizmet etmelidir, en doğru eş erkeğin sözünü dinleyen, itaat edendir’ dese okul müdürü bayrak töreninde kim itiraz edecek peki?
Ya da bir cuma, ders kesilip, haydi hep beraber mescide gidiyoruz namaz kılınacak talimatı verse bir öğretmen, hangi babayiğit sen ne yapıyorsun diyecek?

Çocuklarımız esir düşmüş durumda. Milli Eğitim Bakanlığı’nın zindanlarında inim inim inliyor. Biz, hayatta her şeyden çok evladımızı severiz diyen ana babalar, başımıza bir iş gelmesin diye boyun eğiyoruz. Soruyorum, buna sevgi denir mi? Dürüst olun, aynaya bakın, kaçınız görevinizi yerine getiriyorsunuz? Çocuk eski etek, gömlek, pantolonla okula giderse bir şey yitirmez. Yılda bir ayakkabısı olursa eksik hissetmez kendini. Eğer onurunu koruyamazsa, soru sormaktan korkarsa, gericiliğe boyun eğerse köleleşir ve işte o zaman ona en büyük kötülüğü etmiş olursunuz. Bilgi nedir? Bu çağda her çocuk yabancı dil öğrenir. Ama eğer haysiyetli insan olma treni kaçarsa, sonra çok üzülürsünüz…

Bir çift söz de öğretmenlerimize…
Üç kuruş maaş için kimseye boyun eğmeyin.
Mesleğin büyüklerini anımsayın.
Köy okullarında verilen aydınlanma mücadelesini okuyun, öğrenin.
Siz sıradan bir meslek yapmıyorsunuz. Çocuklarımızın ruhuna tecavüz edilirken sessiz kalmayın. Kendinizin ve mesleğinizin onurunu koruyun. Diyeceğim: Maskeli balo bitsin, hakikatimizle yüzleşelim.
Pazartesi örgütlü biçimde ses verelim, çocuklarımızı cehaletin kucağına terk etmeyelim!

Enver Aysever / BİRGÜN

7 Eylül 2017 Perşembe

O fotoğraflar olmasaydı - ALİ RIZA AYDIN

Savunma ayağı olmayan, yargıç ve savcılarının dörtte biri meslekten men edilen, tutuklanan ya da kıyıma uğrayan, hukuku OHAL hukuksuzluğuna kurban edilen yargının adli yıl açılışı gölgede kaldı.

Rize’de çay hasadı yapan yüksek yargıçların, cübbesinin olmayan düğmesini iliklemeye uğraşan Danıştay başkanının fotoğraflarını da anımsatan siyasi lidere biat fotoğrafı ile daha da gölgelendi.
Biz boyun eğilmesin diye çabalıyoruz, Anayasa Mahkemesi (AYM) başkanı olan akademisyen kökenli zat gövde eğiyor. “Kadraj oyunu” savı da boşa çıktı. Bireysel olarak “kul” olmayı tercih edebilir ama ne akademisyen olarak bilim adına, ne yüksek yargı başkanı olarak yargı adına bu görüntüyü vermeye hakkı yok.

Yargı etiği ilkeleri ve hukuksal alandan bakarsak, AYM başkanı istifa etmeli; etmezse karar vermek durumunda olduğu tüm davalarda kararını AKP siyaseti lehine önceden açıklamış olduğu için “reddi hakim” talebinde bulunulmalıdır!


Keşke bir fotoğraf karesi ya da yukarıdaki öneri kadar basit olabilse konu. Basit değil, hem de hiç değil. Tartışmalar üzerinden devam edelim.

AYM başkanının “AKP genel başkanı önünde değil cumhurbaşkanı önünde eğildiği” söylendi. Yargıç, cumhurbaşkanı önünde de eğilmez. Ki bu yargıcın cumhurbaşkanını yargılayacak yüce divanın başkanı olması sahneyi vahimleştiriyor.

Cumhurbaşkanının “milletin birleştirici unsuru” olduğu, ona saygının olağan olduğu söylendi. Daha vahimi de burası. Cumhurbaşkanı artık hukuken ve fiilen AKP genel başkanı. Cumhurbaşkanlığı makamının yetki ve görevlerinden kaynaklanan hukuksal işlemleri ayrılabilir ama kendisinin bağlı ve başkanı olduğu siyasetten ayrılması olanaksız. Millet yalnızca AKP’lilerden oluşmuyor ki birleştirici unsurdan söz edilebilsin. Kaldı ki siyaseten ve dinsel olarak ayrımcılığı yapan zaten AKP’nin kendisi, başkanının kendisi.

Malum fotoğrafa verilen tepkiler arasında Obama’yı alkışlamak için ayağa kalkmayan ABD yüksek mahkeme yargıçlarının fotoğrafı var.

Bu karşılaştırmaya göre, küçük uydu ülkede yargının fotoğrafı “kul” davranışını yansıtıyor, büyük emperyalistin yargısı kuyruğu dik tutuyor. Yargı, bizde bağımlı ve taraflı, onlarda bağımsız ve tarafsız öyle mi? Bu kadar mı?  Türkiye’de “kaka”, ABD’de “cici” mi?

Fotoğraflar yetiyor mu durumu anlatmaya?
Peki, Türkiye’de yargıçlar o fotoğraflara yakalanmasaydı ya da o fotoğraflar olmasaydı yargımız bağımsız, adaletimiz sorunsuz mu olacaktı?

AYM’nin artık istisna olmaktan çıkan ve yaygınlaşan düzen yanlısı, piyasa yanlısı, talan yanlısı, gericilik yanlısı, OHAL yanlısı, AKP hükümetinin yaptığı hukuksuzluklara onay veren kararları hak etmeliydi asıl tepkiyi.

Türkiye baskı ve şiddetin, hırsızlığın, yolsuzluğun, yobazlığın ve cinayetlerin altında ezilirken, yargı da bunlara gözlerini kapatırken verilmeliydi asıl tepki. Hak ve özgürlükler ayaklar altın alınırken, emekçiler kapı önüne konulurken, haksız tutuklama kararları verilirken,  adaletsizlik her yerden fışkırırken,  hukuk hukuksuzluğun belgesi yapılırken ve yargı da bunlara sessiz kalıp onaylarken verilmeliydi asıl tepki.

Laiklik elden giderken, dinsel buyruklar ve kurallar hukuk kuralı yapılırken, eğitim dine teslim edilirken verilmeliydi asıl tepki.

Anayasa’yı, bireysel ve toplumsal hakları ve özgürlükleri savunması gerekirken, Anayasa tanımazlığı onaylayan, bireysel başvuruları gerekçesiz reddeden, halkın yerine AKP’nin sesi olan yargı yerden yere vurulmalıydı iktidarla birlikte.

Üzerlerine hırsızlık yüklenen çocuklar hapiste, hırsızlık düzeni yaşıyor. Siyasiler, düşün insanları, gazeteciler, yazarlar, OHAL mağdurları hapiste sömürü düzeni yaşıyor. Binlerce iş kazasında, cinayette ve katliamda onbinlerce ölü, yaralı ve mağdur var, katliam düzeni yaşıyor. Ülke açık cezaevi, tecavüzcüler hem de çocuklara saldırarak yaşıyor.

OHAL hukuksuzluğuyla değiştirilen, müsvedde gibi oynanan yargı ve yargılama hukukuna ne demeli?
 O fotoğraflar olmasaydı ya da ABD benzeri olsaydı ne olacaktı? Bu kahrolası düzen, eziyet, zulüm, hukuksuzluk ve adaletsizlik olmayacak mıydı?
Bugün yargı, sermaye önünde, siyasal iktidar önünde eğilip büzülüyorsa, emir eri pozisyonundaysa, kul/köleyse, bittiyse, sorumlusu kim?
Ve bu sorumluluğa kimler ortak?
Genç AKP’nin deneyimsizliğinin cemaatçi kadrolaşmalarla kapatıldığı, yargının cemaat ve AKP’nin ortak oyunlarıyla hizaya getirildiği, düzmece siyasi davaların cemaatçi güvenlik elemanları ve savcılarca aynı ortak oyunlarla yaratıldığı, savcının il başsavcının odasını bastığı günler ne çabuk unutuldu?
Yargı bağımsızlığını fazlasıyla zedeleyen 1982 Anayasası’ndan 2010 Anayasa değişikliğine hangi oyunlarla gelindiği, “yetmez ama evetçi” destekli Anayasa değişikliğinin nasıl yapıldığı, devamında cemaat ortaklı yeniden yapılanma ve devamında AKP’li yeniden yapılanmaların nasıl yaşama geçirildiği, nihayet OHAL kıyımına nasıl yol açıldığı ne çabuk unutuldu?
Beğenilmeyen yargı kararlarında yargı tanımazlığın ve yargıca saldırıların nasıl tavana vurduğu, bu kararları verenlerin kıyımları ve geçirdiği soruşturmalar, YARSAV ve üyeleri üzerine oyunlar ve operasyonlar, yandaş yargıç ve savcıların “yargıda birlik” örgütlenmesi, mahkeme antetli kağıt yerine “adalet bakanlığı” antetli kağıda karar yazan yargıçlar ne çabuk unutuldu?
Kararını dinsel söylemlerle gerekçelendiren yargıçlar, özelleştirmeye ve kamu kaynakları talanına izin veren yargı, iş hukukunu patron lehine yorumlayan yargı, liderin ağzından çıkanı hemen işleme sokan yargı, siyasi eleştiriyi cumhurbaşkanına hakaret sayan yargı, laikliği yok eden hukuka ve işlemlere onay veren yargı, çocuk ve kadın tecavüzcüsünü tecavüzü ve tacizi tekrarlasın diye serbest bırakan yargı ne çabuk unutuldu?
Tüm rezaletlerin arasında dik duran, masumiyet karinesi ihlal edilerek mesleklerinden atılan, tutuklanan ve YARSAV Başkanı Murat Arslan gibi aylarca iddianameleri bile yazılmayan, kıyıma uğrayan yargı mensuplarının başlarına gelenler nasıl unutuldu?
Yargının savunma ayağını kırmak için avukatlara yapılanlar nasıl unutuldu?  
  
ABD mi emsal? Olmaz olsun. Orada yargı, dünyanın dörtbir yanında süren sefalet, eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürünün yaratıcısı kapitalist/emperyalist düzenin varlığı ve devamı için, başkalarının yurtlarını işgal için, emekçileri kolay sömürmek için var.

Hür dünyanın hür yargıçları, bir öyle bir böyle karar vererek yaşatırlar düzeni, buna da “yargıç özgürlüğü” diyerek övünürler. O, AKP genel başkanı önünde eğilmesini cumhurbaşkanına saygı olarak açıklayan zat iyi bilir ABD’deki bu “özgür yargı” düzenini. Onlar felsefi sözcükleri kullanırlar ama gerçek adları “serbest piyasa yargıçları”dır. 
           
Sorun fotoğraf ya da karar karşılaştırması kadar basit değil. Kapitalist/emperyalist düzen devletiyle de siyasetiyle de bütün. Ne hukuk ne de yargı bu bütünün dışında... Farklı devletler, farklı hukuklar bu bütünü oluşturan sınıfsallığı bozmuyor.

Egemen sınıfa ve siyasetine karşı mücadele ederken hem hukuk ve yargının önemli birer mücadele aracı olduğu hem de hukuksal ve yargısal alanın sınıfsal gerçeği bilinmeli. Gerçek adalete ve adaletli düzenin hukukuna ve yargısına aynı düzen içinde çekilen fotoğraf karşılaştırmalarıyla ulaşılamayacağı bilinmeli.

Hukuksuzlukla mücadele gerekli ve önemli ama yerine hangi hukukun konulacağı daha önemli.
Yüreğini, emeğini ve yaşamını insanlığa; aydınlanmaya; gerçek adalet, özgürlük ve eşitliğe ve de direnişe adayan onurlu hukukçulara mücadeleyi yükseltecekleri bir adli yıl diliyoruz.

Ali Rıza Aydın / SOL

Bir annenin evladıyla sınavı ( I ) - SEYHAN AVŞAR

Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 13’e kadar düşerken, aileler de çocuklarının bu illetten kurtulması için büyük bir mücadele yürütüyor.


Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 13’e kadar düşerken, aileler de çocuklarının bu illetten kurtulması için mücadele yürütüyor. Neriman K. (40) de dört çocuklu bir ev hanımı. Yaklaşık yedi yıldır uyuşturucu kullanan oğlu 24 yaşındaki M.K.’nin bu bataklıktan kurtulması için canla başla mücadele ediyor. Çocuğunu kurtarmak için gitmediği hastane ve başvurmadığı yer kalmadığını söyleyen Neriman K, “Yaşadığım sıkıntıları bir ben bir de Allah biliyor. Akıttığım gözyaşının haddi hesabı yok. Gezmediğimiz hastane, gitmediğimiz doktor kalmadı. Çocuğumuzu kurtaramıyoruz” diyor. Bir anne olarak evladının kurtulmasını istediğini anlatan anne Neriman K. yaşadıklarını ve çektikleri sıkıntıyı Cumhuriyet’e anlattı.

Sorunlu büyüdü 
Oğlunun, çocukluktan bu yana sorunlu bir çocuk olarak büyüdüğünü anlatan Neriman K., “Eşim bir kurumda işçi olarak çalışıyordu. Ben ise evde çocuklarımla uğraşıyordum. M.K. benim ikinci çocuğum. Ondan küçük iki kız kardeşi ve bir ağbisi var. Diğer çocuklarım sıkıntısız, sorunsuz çocuklardı. Bu oğlum ise çok yaramazdı. İlkokulda durmadan derslerden kaçardı. Bir ayağım evde, diğer ayağım okulda kalmıştı. O derslerden kaçmasın diye her gün okula gidiyordum. Okuldaki öğretmenler bizim verdiğimiz emeğe karşın çocuğumuzun yaptıkları karşısında üzülüyordu” dedi. Okul dönemindeki arkadaşlarını hiç onaylamadıklarını ancak verdikleri tüm mücadeleye karşı onlardan ayıramadıklarını söyleyen anne, “Çevresindeki arkadaşları ailelerinden kopuk çocuklardı. Ben oğlumu kurtarmak için adeta diğer çocuklarımı unuttum. Küçük çocukları evde bırakıp okula ve mahallede onu arıyordum. Ama verdiğim tüm emeklere karşı onu o çevreden kurtaramadık” diyerek çektiği acıları özetliyor.

‘Hiçbir şey eskisi gibi olmadı’
Çocuğunun madde kullanmaya başladığını bir akrabasından öğrendiğini ve o an başından kaynar sular aktarıldığı hissini yaşadığını söyleyen Neriman K. o günleri şu sözlerle anlatıyor: “Yaşadığımız memleket küçük bir yer. Herkes birbirini tanır. Görümcemin oğlu bir gün bize geldi. ‘Yenge sana bir şey diyeceğim. Ama aramızda kalsın’ dedi. Hiç aklıma gelmedi bu kadar kara bir haber vereceği. ‘Yenge arkadaşlarım M.’yi madde kullanırken görmüş. Sana demeden önce araştırdım. M. esrar kullanıyor. Haberin olsun’ dedi. O sözlerin ardından fenalaştım ve o günden beri tansiyon hastasıyım. Eşime anlatamadım. Sabaha kadar ağladım. Oğlumu takibe başladım. Doğruydu söylenenler madde kullanıyormuş. Nasıl fark edemedim oğlumdaki değişimleri diyerekten kendime kızıp durdum. Eşim ile bu durumu paylaştım. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

‘İtiraf etmedi’
Çocuklarını karşılarına alıp konuştuklarını ve her seferinde uyuşturucu madde kullandığını inkâr ettiğini anlatan Neriman K, “Konuştuk. Ama madde kullandığını bir türlü itiraf etmedi. Sürekli yalan söylüyordu. Eve gelince kendinde değildi. Geceleri sık sık uyanıyordu. Eşim oğlumun cebinde esrar yakaladı. O gün oğlum itiraf etti. Ağlamaya başladı. ‘Yardım edin bırakayım. Bırakmak istiyorum’ dedi. İnandık çocuğumuza, inanmak istedik. Bırakacak dedik. Tedavi için Elazığ’a götürdük. Günlerce hastanede kaldık. Eve döndük. Telefonunu vs. elinden almamıza, arkadaş çevresinden uzak tutmamıza rağmen yine başladı. Bu süreç birkaç kez daha tekrar etti” diyerek verdikleri mücadeleyi anlattı. Yıllar geçtikçe umutlarının da yok olduğunun altını çizen Neriman K., “Çocuğum daha da değişmeye başladı. Bir baktık ki bonzai denilen bir şey çıkmış onu kullanıyor. Bu kez alıp İstanbul’a Balıklı Rum Hastanesi’ne götürdük. Yatıracaktık. Ama oğlum oraya madde sokmaya çalıştı. Güvenlikler etrafımızı sardı. Böylelikle oraya yatışı yapılmadı” diyor. Neriman K. şehir şehir gezdiklerini ama oğullarının uyuşturucu maddeyi bırakmadığını aktararak şunları söylüyor: “Artık maddi ve manevi olarak tükendik. İnsanlar kapımıza gelip oğlunuz borç yaptı ödeyin diyor. İnsanların yüzüne bakamıyoruz. Oğlumuzu çok seviyoruz. Gözümüzün önünde eriyor ama bir şey yapamıyoruz. Oğlumuz kafasında uyuşturucuyu bitirmiyor. Kafasında bitirse, her şey bizim için daha kolay olabilirdi. Bir anne olarak evlat acısı yaşamanın ne demek olduğunu, çocuğum hayattayken öğrendim.”

Arkadaş ortamında hayatı karardı
Eroin bağımlısı Ş. A. henüz 20 yaşında. Babası matbaa işçisi, annesi ise ev hanımı. Ş. A. uyuşturucu madde ile 13 yaşındayken arkadaş ortamında tanışmış. 7 yıl boyunca defalarca hastaneye yatmasına rağmen vücudunu esir alan illetten bir türlü kurtulamamış. Şimdi ise daha bir umutla ve inançla yeniden tedavi olmaya başlamış. Vücudunun birçok yerinde iğne izleri olan Ş. A. yaşadığı zorlu günleri bir hastane odasında gazetemize anlattı:
‘Artık mutlu olmak istiyorum’
Ş. A. uyuşturucu maddeye bir arkadaş ortamında başladığını söyleyerek, “Nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Folyo ile denedim. Sonra devamı geldi. 16 yaşında ise eroine başladım. 3-4 saatte bir madde alıyordum. Bu arada bir çocuğa âşık oldum. Evlendik. O da eroin kullanıyordu. Beraber, bu maddeyi bırakacağız, kurtulacağız diye hayaller kuruyorduk. Mücadele ettikçe daha dibe battık. Olmadı, bırakamadık. Zaten sonrasında ise boşandık” diyor. Ş.A. yeniden tedavi olma gerekçesini ise şu ifadeler ile anlatıyor: “Ailemin güvenini yeniden kazanmak istiyorum. Ablamın, abimin uyuşturucu madde ile hiç işleri olmaz. Hayatımda başka bir erkek var. O madde kullanmıyor. Mutlu olmak istiyorum.”

Madde kullanan çocuklardaki işaretler
  • Madde kullanmaya başlayan kişilerdeki ilk değişiklik çevrelerinde yapmış oldukları değişikliklerdir. Eski arkadaşların yerini yeni arkadaşlar alır. Maddeye daha rahat ulaşım sağlayabilecek kişilerle yakınlaşır.
  • Duygu durumu çok çabuk değişiyorsa çok dikkatli olunmalı. Bu süre içerisinde bazen çok neşeli, bazen de çok öfkeli, huzursuz, keyifsiz olabilir.
  • Ders durumunda ani değişiklikler olur. Notları düşmeye başlar, okula devamsızlık görülür.
  • Evde tek başına kalmak istiyorsa ya da arkadaşları ile birlikte dışarıda nerede olduğunu söylemeden buluşmaya başladıysa dikkat.
  • Ailesi ile olan ilişkileri mümkün olduğunca mesafeli tutmaya başlar. Evde daha az zaman geçirmek ister ki ailesiyle çatışmasın.
  • Kılık-kıyafet ya da görünür bir şey almadığı halde, fazla para harcamaya başlar.
  • Kişisel bakımı azalmıştır. Giyimine dikkat etmez. Gözleri kızarır, şişer, vücudunda değişiklikler başlar.
  • Sinirlilik, gerginlik, kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşar, dalgınlık, dikkatsizlik başlar.
  • İçine kapanır. Uyku düzeni değişir.
  • Psikolojisinde karamsarlık, umutsuzluk ya da inançsızlık gibi 

(II)  ‘Madde kullanımı ülkenin hali ile ilgili’ (Seyhan Avşar)

Sentetik uyuşturucuya bağlı ölümlerde Türkiye birinci sırada.

Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç İle Mücadele Dairesi’nin (UNODC) raporuna göre dünya üzerinde 29.5 milyon kişi uyuşturucu bağımlısı. Sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde ise Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer alıyor. İstanbul Balıklı Rum Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezi Kurucu Hekimi Prof. Dr. Özkan Pektaş, uyuşturucu madde kullanımında en önemli konunun “toplumsal rüzgârlar” olduğunu söyleyerek, “Toplumsal rüzgârlar, antisosyal, psikopatik girişimlerin bu ülkede kolaylaşmasıdır. Mesela; çalmak, yaralamak, dayak atmak, şortla geziyor diye birine saldırmak... Bütün bunlar kabalaşmayı ve şiddeti artırıyor. Madde kullanımı ülkenin hali ile fazlasıyla ilgilidir” dedi. Pektaş, Türkiye’de uyuşturucu madde satışında ciddi bir artış olduğuna dikkat çekerek, “Çok fazla madde ülkeye girmeye başladı. Madde çeşitliliği de arttı. Şu an toplumda en bilinenlerden biri bonzai olsada skunk, salvia, gubar var. Bu maddelerin girişi de çok artmış durumda. Bunun en önemli nedenlerinden biri uyuşturucu maddenin ekonomik olarak büyük getirisinin olması. Durum böyle olunca Türkiye’deki işsizlik oranları, bir de bunun yanında 3 milyon mültecinin ülkemize gelmesi madde kullanımını daha da artırdı.
Bu insanların satacakları malın daha fazla tüketilmesi ve ucuz olması gerekiyor. En pahalı uyuşturucu kokain. Ama bonzai 5-10 TL. Günde altı defa alınınca 60 TL yapar ve bu satıcılar için iyi bir para demek” diye konuştu. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye gelmesinin ardından madde satışı ve bağımlılığında bir artış olduğunu söyleyen Pektaş, “Suriye’den zengin ve fakir olan herkes geldi. Fakir olan para kazanmak için bu işi yapıyor. Suriye’den gelen herkes uyuşturucu satıyor demiyorum. Artış var diyorum” dedi. Madde bağımlısı kişilerin başlangıçta hastaneye yatmak istemediğine dikkat çeken Pektaş, tedavi sürecini şu sözlerle anlatıyor: “Hastadan ailesi tedavi olmasını rica ediyor. Hasta hastanemize gelince önce vücudunu maddeden temizliyoruz. Vücutta uyuşturucu maddeyi bloke eden ilaçlar kullanmaya başlıyoruz.Yani panzehirini veriyoruz. Böylelikle hasta tedaviden sonra dışarı çıkıp tekrar madde kullandığında ondan hiçbir zevk almıyor. Daha sonra da psikolojik tedavileri başlıyor. Maddesiz hayata uyum sağlayabilme gibi konuların üzerinde duruyoruz.
‘Telefonunu değiştir, arkadaş ortamını değiştir’ gibi tavsiyelerde bulunuyoruz.” Pektaş, bir hastanın tedavinin ardından bir daha madde kullanmayacak demenin imkânsız olduğunu vurgulayarak, “Tekrarlama durumları oluyor. O zaman hasta yeniden bize geliyor. Bu da genelde çevreyle, arkadaş grubuyla ilgili oluyor... Bizim için önemli olan bir hastanın maddeyi bırakma sebebinin ne olduğudur. Bir hastaya maddeyi niye kullanıyorsun sorusunu sormak çok yanlıştır. Neden bırakmak istiyordur esas mesele... Hastanın bedeninden maddeyi temizliyoruz. Ama kişinin kendi kafasında da bitirmesi lazım” ifadelerini kullandı. Pektaş, ailelerin çocuklara suçu çağrıştıracak şeylerden uzak durmaları konusunda uyarıda bulunduklarını anlattıklarını kaydederek, çocuğun akademik başarıda düşüşü, hal ve gidişindeki değişiklikler, kurallara uymada sorun, aileye okula karşı isyan varsa dikkatli olunması gerektiğini söyledi.

Psikolog Şahin: Hastalara ve ailelere terapi şart
Balıklı Rum Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezi’nde psikolog olarak çalışan Özge Şahin, madde bağımlılığının her zaman aileden kaynaklı olmadığına dikkat çekti. Şahin, ailede kopuk bir ilişki veya kavga ortamı olmadan da çocukların madde kullanabileceğini söyleyerek, “Aile ilgisizse, ilişkilerde kopukluk varsa, zemin hazırlamış oluyor. Ama aile ilgiliyse de madde bağımlılığı olabiliyor. Burada yatan çoğu hastanın ailesi ilgili, ilişkilerde kopukluk yok. Yine de kişi meraktan ve ortamın etkisiyle uyuşturucu madde kullanabiliyor” dedi. Madde kullanan insanların stresle başa çıkma olasılığının çok düşük olduğunu vurgulayan Şahin, “Hastalara stresle başa çıkmayı öğretmeye çalışıyoruz. Herkesin bir maddi sıkıntısı ya da eşiyle, sevgilisiyle sorunu olabiliyor diyerek anlatıyoruz. Ama madde kullanan kişi, stresle başa çıkmak yerine maddeye sığınıyor” diye konuştu.

‘Bağımlılık hastalıktır’
 Şahin hastalara uygulanan terapi yöntemlerini ise şu sözlerle anlattı: “Burada yatan hastalara bir haftalık bir terapi uyguluyoruz. Yatışa geldiklerinde ilk olarak bilgi alma ile işe başlıyoruz. Kişilerin hikâyelerini, aile ve iş hayatlarını öğreniyoruz. Daha sonra tedavinin faydalarını anlatıp ilaçların etkilerinden söz ediyoruz çünkü hastalar, ‘İlaçları kullandım. Bitti. Kurtuldum’ diyerek ilaçlarını bırakıyorlar. Bizler bu hastanede kanı temizliyoruz. Görüşmelerde ise bağımlılığın ne demek olduğunu, bunun nelere yol açtığını konuşuyoruz. Çoğu hasta bağımlılığı bir hastalık olduğunu bilmiyor. Ama bağımlılık bir hastalık. Şeker hastalığı gibi... Ancak ilaçlarla kontrol altına alınabilir. Terapiler sayesinde ise isteklerle nasıl başa çıkılabilir? Maddenin boşluğunu nasıl doldurabilirsin? Maddeyi insanın hayatından aldığında büyük bir boşluk oluşuyor. Bu nedenle bu tür konuları konuşuyoruz. Hastaların birçoğunun yalan söylediğine dikkat çeken Şahin, “Hastalar yalan söylüyor. Kendileri de bunun farkında. Maddeye ulaşmak için eşini, ailesini gözü görmüyor çünkü uyuşturucu duyguları sıfırlıyor. Hasta eğlenmiyor, gülmüyor, ağlamıyor... Nötr yani. Ama uyuşturucu madde kullanmadığı zaman, hem fizyolojik hem de psilojik olarak yaşadıkları gün yüzüne çıkıyor. Diyor ki mesela belim ağrıyor. Fıtık çıktı... Yani madde ağrıları da sıfırlıyor, hissetmiyor. Bu sonra ortaya çıkıyor. Psikolojik olarak da bu böyle. Ağlamaya başlıyor. ‘Aileme n’aptım? Pişmanım’ diyorlar..” ifadelerini kullandı. Ailelerle ile yaptıkları terapilere de değinen Şahin özetle şunları söyledi: “Aileleri daha çok bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Aileler çocuklarının zevk için uyuşturucu madde kullandıklarını düşünüyorlar. Onlara zevk için değil artık bir bağımlılığa dönüştüğünü anlatıyoruz. Çocuklarının çok iradesiz olduklarını ifade ediyorlar. Bunun iradeyle alakalı olmadığını bunun bağımlılıkla ilgili olduğunu söylüyoruz. Uzaklaşma imkânları varsa uzaklaşmalarını, tatil yapmalarını falan söylüyoruz. Çocuklarına güveniyor gibi yapmalarını ama asla güvenmemelerini, denetim altında tutmaları gerektiğini, nereye gidip geldiklerini kontrol etmeleri gerektiğini söylüyoruz.”

BM tehlikeye dikkat çekiyor
Dünya genelinde 15-64 yaş arasında 250 milyon kişi en az bir kere uyuşturucu madde denedi.
-2016 yılında dünyada 207 bin kişi uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybetti.
-10 madde kullanıcısından biri maddeye bağlı hastalıklara maruz kalıyor.
-Uyuşturucu maddeyi ilk kullanma yaşı ortalaması 13.8 olarak tespit edildi.
-Yatarak tedavi gören bağımlıların yaklaşık üçte biri 15-24 yaş grubunda.
-Gençler arasında doğrudan kana karışan uyuşturucu madde kullanımı daha yaygın.
-Sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer aldı. 2015 yılı verilerine göre 580 kişi yüksek dozda uyuşturucu kullanımı nedeniyle yaşamını yitirdi.

Seyhan Avşar / CUMHURİYET
 


Eğitilmeyen toplum uyuşur! - FİKRİ SAĞLAR

Uzun süren bayram tatili bitti...
İnsanlarımız, acısıyla tatlısıyla bir bayramlar silsilesini daha geçirdi... Aileler, akrabalar, dostlar ve komşular bir araya geldiler, konuştular, görüştüler... Biraz özlemlerinden, biraz memleket meselelerinden, çokça da yaşamlarından bahsettiler!..

•••

Bayramlaşma vesilesiyle gezdiğim ilçe ve köylerde ki sohbetlerimizde yurttaşların; “giderek altında ezildikleri ekonomik sorunlarını” dile getirmekten başka konuları olmadı!.. Özellikle çiftçiler çok sıkıntılı. Ürettikleri meyve ve sebze para etmiyor. Esnaf “bayramın geldiğini anlamadık bile” diyor... Emekçi “çocuklarına bayram hediyesi alamadığı için duyduğu üzüntüyü” anlatıyor… Memur “her an işlerine son verilme korkusuyla bayramı geçirdiğini” söylüyor... Kurban Bayramı’nda birleşerek kurban kesenlerin amaçlarının, bayramın anlamına uygun “fakirlere yardımdan” daha çok, kendi ailelerinin en azından birkaç aylık et ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu dile getiriyor...
Kısaca sohbet ettiğim hiç kimse “bayram sevincini yaşıyorum” demedi!..

•••

Yurttaşlarımızın temel derdi her gün gelen “şehit” haberleri!.. Çok üzüldüklerini söylüyorlar, ancak terörün sorumlusunun “iktidar” olduğunu ilave etmekten geri durmuyorlar!.. Ülkede bazı şeylerin değiştiğini biliyorlar, ancak değişimin kendi “hayırlarına” olmadığının farkındalar!.. Özetle görülen o ki; 10 günlük tatil, azınlığın mutlu olduğu, çoğunluğun daha büyük sıkıntılarla baş başa kaldığı günler geçidine dönüşmüş…
•••

Aslında gerçekleri “gören göz kılavuz istemez!” Yoksulluk ve açlık o kadar vahşi hale geldi ki, saklasan da fayda etmez!.. Bir tek Saray ve yandaşları milletin haline bakmadıkları için hakikati göremez… Ve maalesef tüm yetkiler şu an onların elinde!..
Ancak bilinmeli ki; onları durduracak tek güç de yurttaşın kendisinde!..

•••

Önümüzdeki hafta başı ülkede okullar açılıyor… Öğrenci aileleri bayramın hemen sonrasında yeni bir masrafla daha karşı kaşıya kalacak!.. Görüştüğüm çok kişi yapacağı masrafın derdinde değildi!.. Bana “İki önemli korkuyu yaşadıklarından” bahsettiler...
Birincisi; AKP eğitim müfredatını değiştiriyor!.. “Tamamen bilimden uzak dine dayalı bir sistem kuruyor” dediler!… Haklılar; hani “dindar ve kindar gençlik” yetiştireceğim diyordu ya, şimdi bu karanlık hedefi gerçekleştirmek için adımlar atıyor…
Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri yok sayılıyor. Ulusal günler, değerler, kurucu unsurlar, bilimsel konular artık gençlerin bilgisine sunulmayacak!!.. Bunların yerine İslam, evliyalar, enbiyalar anlatılacak... İslam’a göre evliliğin nasıl olacağı, nişanın anlamı, kız erkek birlikteliğinin sakıncası gibi çağa uymayan, laik demokratik rejime yakışmayan, doğrudan bu gün modern dünyada oluşan yaşam biçimine tasallut eden konular işlenecek!.. Veliler bu durumdan müthiş tedirginler!.. Bu eğitim sistemiyle “Hem değerlerimiz yok sayılacak, hem de kadim kültürümüz değişecek!..”
“Kendimize, geleneklerimize yani yaşam kültürümüze göre değil, onların istediği gibi yaşayan toplum olacağız!..”
•••

İkincisi ise; gençler arasında hızla yayılan uyuşturucu bağımlılığı!.. Veliler, iktidarın bu konuda gerekli önlemleri içtenlikle almadığını iddia ediyorlar!.. Haklılar; yapılan işlerin tamamen göstermelik olduğu, okul önlerinin ,öğrencilerin bulunduğu alanların uyuşturucu mafyasının hüküm sürdüğü yerler haline dönüştüğü, yetkililere duyurulduğunda köklü çözüm üretmedikleri biliniyor!.. Çocukların fahiş kazanç adına bir avuç mafyaya teslim edilmesini, yöneticilerin aciz kalmalarını kabullenemiyorlar; hatta rant adına bunlara göz yumulabileceği ihtimalini bile dile getiriyorlar. Buna dehşetle karşı çıkmalıyız!..
•••

Uyuşturucu çağın en büyük belası!… Susurluk olayını çözmek için verdiğim uğraş sırasında bu konunun üzerinde çok durmuştum!.. Gelen tehlikeyi siyasal yönetimlere anlatmaya çalışmıştım. Türkiye, Susurluk Çeteleri öncesi, uyuşturucu yol güzergâhında bir ülkeydi. Yasalarımızda “uyuşturucu satanlara ve kullananlara büyük müeyyideler vardı.” Giderek bu suçların cezası hafifletildi!.. Hatta zehre göz yumulur hale gelindi… Böylece Türkiye, uyuşturucu güzergâhında yer almaktan çıktı. İmalathaneler kuruldu. Olağanüstü hal bölgesinde ki terör de bahane edilerek hammadde kaçırılması kolaylaştırıldı. Sonrasında Avrupa’ya mal satan en büyük uyuşturucu imalatçısı haline geldi…
•••

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz; polisimizi överken bir tehlikeli gerçeği dile getirmişti. Demişti ki; “Dünyada yakalanan uyuşturucunun yüzde 36’sını, Avrupa’da yakalananın yüzde 64’ünü polisimiz yakalamaktadır!..” Bu oranlar Türkiye’nin içine düştüğü felaketi açıkça göstermekteydi!

•••

Uyuşturucu imal eden ülkeler önce kendi insanlarını bağımlı hale getirirler!.. Nitekim böyle oldu!.. Uyuşturucu kullanım yaşı çocuklar seviyesine düştü. Emniyet Genel Müdürlüğü 2011 verilerine göre yaşam boyu uyuşturucu kullanım oranının en yaygın olan aralığının 15 ila 24 yaş olduğunu açıklamıştı!..
•••

Dahası Sağlık Bakanlığı, 2009-2014 arasında 1 milyon 182 bin 505 kişinin madde bağımlılığı tedavisi gördüğünü, en çok vakanın İstanbul’da ve hastaların çoğu 20-29 yaş grubunda ve de erkek olduğunu belirtmişti…
Yine Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu, 2007-2013 yılları arasında doğrudan madde bağlantılı ölüm sayısının bin 61’e ulaştığını da bildirmişti.

•••

Bakanlık; alkol ve uyuşturucu tedavisi için AMETEM’e 2007 yılında 38 bin kişi başvurmuşken 2013’de bu sayının 258 bine çıktığını raporlamış böylece madde bağımlık oranın yüzde 657 artış gösterdiğini duyurmuştu...
•••

20.06.2017 tarihli BirGün gazetesinde çıkan haber ise çok vahimdi!..
“...BM Uyuşturucu ve Suç İle Mücadele Dairesi’nin verilerine göre, sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer almaktadır!”

•••

Bu kötü günleri yaşayacağımızı tam 20 yıl önce düşünmüşüz!..
11 Nisan 1997 yılında Susurluk Raporu’na karşı bildirdiğim görüşlerimin içinde uyuşturucuyla ilgili bakın ne yazmışım.
“…. Bu bölgedeki istikrarsızlık, ülkede oluşan kara paranın varlık nedeni olan uyuşturucu kaçakçılığı, silah ticareti, gasp, fidye, adam kaçırma gibi eylemlerin kolayca gerçekleştirilmesine neden olmaktadır.
Afganistan ve Pakistan’dan gelen uyuşturucu hammaddesinin kolayca geniş ve mamul hale getirilmesinde bu bölgedeki otorite boşluğunun büyük katkısı vardır. Bölgenin birçok yerinde uyuşturucu imalathaneleri bulunmaktadır. Uyuşturucunun, bazı güvenlik güçleri mensuplarının denetiminde, hatta yer yer PKK militanları ile birlikte sevkiyatının sağlandığı iddiaları vardır ve bu iddialar ciddidir. Bu bölgede bu güne kadar tek bir uyuşturucu imalathanesi yakalanmamıştır. Ancak bizim baskılarımızla göstermelik bir, iki baskın yapılmıştır.
Yöreden gelen bazı güvenlik mensuplarının servetlerindeki artış dikkat çekicidir. Bazı aşiretlerin de aynı doğrultuda faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Uyuşturucu olgusu sonucu Türkiye coğrafyası üzerinde yaklaşık 50 milyar dolarlık bir kara para dolaşmaktadır. Bu para ve oluşum süreci, ülkemizin, özellikle yörenin, sosyal, siyasal ve ekonomik dengelerini bozmaktadır…”

•••

Yaşam biçimine müdahale edildikçe insanlar durdurulamaz tepkiler gösterecektir!..
Eğitim bozuldukça, çağın dışına çıktıkça, gençler başka arayışlara girecektir!.
Ekonomi çöktükçe de yurttaşların sıkıntıları toplumsal bunalıma dönüşecektir!..
Bir de demokrasi, hak, özgürlük, adalet, eşitlik ve adil paylaşımdan da uzaklaşılırsa, o toplum ya kendini uyuşturur ya da birbirini boğazlar!..
Aman dikkat!.

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Bombacı ile yağmacı - NAZIM ALPMAN

İstanbul’un en karanlık günlerinden biriydi. 6-7 Eylül 1955’te yaşanan o iki gün, sonbaharla birleştirilmiş “6-7 Eylül Olayları” diye tarihe geçecekti.

Ama aslında “olay” falan yoktu.
Büyük bir kara senaryonun ağır bir sorumsuzlukla uygulanması vardı.
Aslında “olaylardan” iki üç gün önce İstanbul’un çevre ilçelerinde Demokrat Parti teşkilatına mensup vatandaşlar hazırlanmışlardı. Büyük bir memleket davasına hizmet edeceklerdi! Sadece gerekli işaretin gelmesini beklemeleri gerekiyordu.
O işaretin gelmesi de gecikmedi!
İstanbul Ekspres gazetesi akşamüstü “yıldırım baskı” ile beklenen işareti verdi:
“SELANİK’TE ATA’MIZIN EVİ BOMBALANDI.”
Halkın galeyana gelmesi gerekiyordu, geldi!
Bir gece önceden örgütlenmiş “galeyanı üzerinde” kitleler İstanbul’un Rumları başta olmak üzere Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Bulgarları, İtalyanlarına ait işyerleri, otelleri, depoları ve konutlarını yağmalamaya başladılar.
Olay yeri Yunanistan olduğu için İstanbul’un Rumları ilk hedefti. Ama diğerleri de bu yağmadan nasiplerini alacaklardı. Hepsi “kafir” idi.
İstanbul tarihinin en kara günlerini yaşıyordu.

•••

Bu büyük olayların aslında devlet tarafından düzenlendiğinin pek çok işareti vardı. O sırada genç bir polis muhabiri olan Hasan Pulur, Taksim’de İstanbul’un emniyet birimlerinden bilgi alırken bir polis şefi duruma isyan etmiş ve şöyle demişti:
-Vurun dedikse öldürün demedik ki!!!
Bu bir anekdot, Hasan Ağabey akşamüstü sohbetlerimizde ders niyetine anlatırdı bize Milliyet’teki odasında… Ama daha keskin ve net bir itiraf da vardı. General Sabri Yirmibeşoğlu, kendisiyle röportaj yapan gazeteci Fatih Güllapoğlu’na Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Harp Dairesi’ni anlatırken somut bir eylemini de iftiharla açıklamıştı:
-6-7 Eylül Olayları Özel Harp Dairesi’nin mükemmel bir harekâtıydı. Amacına ulaştı!
Hepsi yıllar sonra ortaya çıkacaktı.
Mesela Selanik’te Atatürk’ün evini bombalayan Engin Oktay adlı bir üniversite öğrencisiyle Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’nda çalışan Hasan Uçar Yunanistan polisi tarafından yakalanıp tutuklandılar. Hasan Uçar bu işi Engin Oktay’ın kendisine yaptırdığını söyledi. Her ikisi de Batı Trakya Türklerindendi. Engin Oktay Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine sağladığı burs ile Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiydi.
Engin Oktay, Hasan Uçar’a başkonsolosluktaki işini sağlamıştı. Bunu da yıllar sonra (21 Ocak 2001) Yeni Şafak’tan Nasuhi Güngör’e söyleyecekti.
Yargılama esnasında her şey ortaya çıktı. Bomba tahrip gücü çok az olan özel imalattı. Türkiye’den gönderilip elden teslim edilmişti. Bu ayrıntılar da 27 Mayıs 1960 sonrasında yapılan Yassıada Duruşmaları’nda ortaya çıktı. Sanıklar arasında dönemin Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve Engin Oktay da vardı.
1956’da Yunanistan’daki duruşmada Atatürk’ün evine bomba atmakla suçlanan Engin Oktay tahliye edildi. Türkiye’ye kaçtı. Devlet bursu ile tahsiline Türkiye’de devam etti. Daha sonra sırasıyla kaymakam, emniyet müdürü ve valilik görevleri yaptı. Son görev yerleri Nevşehir Valiliği ve Eskişehir Emniyet Müdürlüğü oldu.
                                                                          •••

Şimdi bir de galeyana gelmiş halktan bir temsilciye kulak verelim… 6 Eylül 2013 tarihli Agos gazetesinde Funda Tosun’un tarihi öneme sahip bir söyleşisi yayınlandı. Funda konu hakkında ilk kez “ben yağmaya katıldım” diyen birini bulmuş ve konuşturmuştu.
Mikdat Remzi Sancak “olaylara” nasıl katıldığını şöyle anlatıyordu:
-Tophane’de muhallebicideydik. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana gelmiş. Dükkanların camlarını kırıp ne var ne yok alıyorlar. Polisler de kırın, saldırın diye teşvik ediyorlardı. Biz de katıldık, ne yapalım!
Mikdat Remzi “vatana millete hizmet aşkıyla” yaptıklarını anlatmaya devam ediyor:
-Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi, varsa hepsinin dükkanlarına girdik, evlerine daldık. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkanına saldırıyorlar, ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yok doldurdum koynuma. Küpe, müpe altın, kolye… O gece gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar. İnsanlar doluşup yağmaya gittiler. Ben gitmedim.
Remzi Sancak bir yere geliyor; kendini ve yaptıklarını sorguluyor:
-Aldıklarımı sandalın başaltına koydum. Aldıklarım diyorum ama doğrusu çaldıklarımı demem lazım. Çünkü yaptıklarımın hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Öyleydi işte bir kargaşa oluştu herkes ne çarptıysa kaldırdı!
Bunları neden yazıyoruz?
Bu ulus (Türkler) sadece bombacılardan, yağmacılardan, hırsızlardan ve katillerden ibaret değildir. Vicdanı olanlarımız çoğunluktadır. İnsan olmak ve insan kalmak için çaba harcıyoruz.
O dönemde bu vahşeti yaşamış en eski İstanbullular Rumlardan, sonra İstanbul’u Ermenilerinden, Süryanilerinden, Yahudilerinden, Bulgarlarından, İtalyanlarından özür dilemek zorunda olduğumuzu hatırlatıyoruz.

Bombacı Engin Oktay gibi değil de, yağmacı Mikdat Remzi kadar olabilmek için…

Nazım Alpman /BİRGÜN

6 Eylül 2017 Çarşamba

Kim deli? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Üçüncü Dünya Savaşı başlayacaksa Ortadoğu’dan başlayacak diyenlere bile “bu gidişle herhalde uzak Asyadan başlar” dedirtecek gelişmeler yaşıyoruz son günlerde malum. Tüm dünya ağız birliği etmişçesine Kuzey Kore’den Kim adlı bir “deli”nin dünyayı ateşe atmaya hazır olduğunu söyleyip duruyor. ABD kaynaklı haberler göre Kim o kadar deli bir adam ki, “zihni sorunları” olduğu kendi partisi içinde de dile getirilen ABD Başkanı Donald Trump bile onun yanında aklıselim sahibi biri olarak değerlendiriliyor..

Güçlülerin yürüttüğü propaganda savaşının yenilgiye uğratılması gerçekten zor. Her türlü propaganda makinesiyle boca edilen yalan haberlerle şeytanlaştırılan bir Kuzey Kore ile lideri Kim Jong - un var. Her gece dünyayı mahvetme rüyası gören çılgın bir şişmanla karşı karşıyayız adeta.Oysa burnunun dibindeki denizde Güney Kore ile birlikte son yılların en büyük tatbikatını yaparak Kuzey Kore’ye tehdit  sallayan bir ABD olduğunu nedense hiç konuşmuyoruz. Kim’in bunu ülkesi için bir tehdit saydığını, dolayısıyla karşılıksız bırakmayacağını söylediğini ama yine de müzakere yoluyla sorunun çözümü için çabaladıklarını defalarca açıkladığını da duymazdan geliyoruz. Varsa yoksa Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri.

Elbette Kim’in tehditler karşısında ülkesini koruma hakkı vardır ancak bunu tüm dünyayı tehlikeye atacak bir çılgın gibi görünmesine gerekçe yapacak bir noktaya getirmemesi gerekir. Çin de Rusya da başından beri destek verdikleri Kuzey Kore’yi bu açıdan uyarıyorlar da. Gerçek şu ki dünyamız için tehlike Kuzey Kore değil. Nükleer denemeler yapmak bir tehlikeyse tabii.

Eğer öyleyse 1950’lerden bu yana defalarca nükleer denemeler yapan ABD hâlâ dünyamız için gerçek bir tehlike olmaya devam ediyor. Üstelik bunu açıklayan ABD’nin kendisi. Bu yılın Nisan ayında nükleer denemelerle ilgili arşivini açıklamıştı. 1953, 55, 58 yıllarında gerçekleştirdiği üç nükleer deneme var örneğin. Soğuk Savaş’ın en sert zamanlarında yani. Nevada çölündeki Hawaii açıklarında yapılan denemelerdi bunlar. Ortaya çıkan enerjinin ne kadar yıkıcı boyutlarda olduğu yeni yeni açıklanıyor.

1955’de yapılan, “Çaydanlık Operasyonu” adlı denemede kullanılan bomba 43 bin TNT’ye eşitti ki Hiroşima’ya atılan bombanın iki katı fazla anlamına geliyor. Barış zamanında yapılan bir denemeydi bu, hatırlatırım. Kuzey Kore’nin nükleer denemelerinin askerlerine ne tür zararı olduğu konusunda bir bilgimiz yok ama ABD’nin söz konusu denemelerinde binlerce ABD askeri radyasyona maruz kalmıştır denir. Bu konuda yayınlanmış raporlar olduğundan söz edilir.

ABD bizi Kim’in nükleer testiyle meşhul ederken kendisi de boş durmuyordu. Daha bu yılın Nisan ayında ABD Hava Kuvvetleri, Nevada Eyaleti’nde, yeni tip B61 nükleer bombayı ilk kez F-16 savaş uçağıyla başarıyla denediğini duyurdu. Kuzey Kore’nin ya da İran’ın nükleer denemelerine pek duyarlı “dünya kamuoyu”ndan pek ses seda çıkmadı.

Soğuk Savaş dönemi de olsa barış zamanlarında ABD kendi topraklarında yurttaşlarının sağlığını hiç sayarak çok sayıda nükleer deneme gerçekleştirdi. ABD hükümeti 1963’den itibaren yer üstündeki denemeleri durdurdu ama yer altı denemeleri 70’ler boyunca sürdü. Bu denemelerin yapıldığı bölgelerde yaşayanlara tazminat verdi ABD hükümeti. Yani ABD kamuoyunda bunun zararları yıllarca konuşuldu. ABD’liler Kuzey Kore’nin “dünya için ne kadar tehlikeli” olduğunu bilmiyorlardı bile.

ABD Kongresi, Nevada Çölü’nde kurulan nükleer deneme bölgesi yakınında yaşayıp da denemeler yüzünden kanser olanlara 50’şer bin dolar tazminat ödeme kararı çıkarmıştı. Kanserden ölen ABD’lilerin sayısı ise 11 bindi. Kimi aktivistler asıl sayının daha da fazla olduğunu ileri sürüyorlar.

Kuzey Kore liderinin uzlaşmaz gibi görülen tavırları aldatıcı olmasın. Kuzey Kore’den komşusu Güney Kore’ye sürekli heyetler gidiyor. Güney Kore liderinin, Trump’ın tüm kışkırtmalarına ragmen “müzakerelerden yanayız” demiş olmasının nedeni bu. Dünya için değişmez tek bir tehlike var, o da ABD.

İnanmayan Nevadalılara sorsun.



MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Hep kurucu başbakan: Mithat... Tanzimat'ın has çocuğu - YALÇIN KÜÇÜK

Büyük İskender, savaşçı mı kurucu mu, söylemek zor, kırka yakın şehir kurmuştu, bir kısmı bugünlere kaldılar. Kalanlardan en büyüğü “İskenderiye” ve küçüğü “İskenderun”, ben küçük’tenim. Çocuktum, küçük şehrin modern yarısında, iki ilkokul vardı, birisi “Mithat Paşa” ve diğeri “Namık Kemal” idi. Benim ilk, “ilk” okulum “Mithat Paşa” oldu, çok güzel ve büyük bir okul yapısı olarak hatırlıyorum. Biz Fransız sömürgesiydik, Fransızlar’dan kalma güzel bir okulda okuyorduk. Okullarımızın isimleri bizde büyüklerimizi yaşatıyordu, Mithat’ı içimizde ve dışımızda yaşıyorduk. Onu katleden Abdülhamit’ten nefret ediyorduk, öyle yetiştik.

Silivri’de cürüm arkadaşım Veli Paşa’nın kızları Zeynep, Namık Kemal’de okumuşlar, “Barika-i Hakika Müsademe-i Efkardan...” Daha o zamanlardan biliyorduk. “Barika”, “Yıldırım” ya da “Şimşek”, “peygamber’in atıdır ve ismi “Burak” değil ve yanlış isimler var. Ben Mithat Paşa’daydım, kıvanç duyardık. Paşa, İskenderun’da görevliydi ve Dayım belediye başkanı, tanışıyorlar. Biz hapishanede tanıştık.

Sonra bir ilkokul daha kuruldu, eski mahalle’de, adı “Kurtuluş”, bina, Fransızların hapishanesi, zemin katı karanlık, evlerimiz yakın olduğu için bizleri naklettiler. Anne yanımdan dedem, “Yanıç” Teşkilat-ı Mahsusa’dan, Hatay’ın kurtuluşunda en büyük çetenin reisi; ben çocukken hep çete reisi olmak istiyordum, mahalle kavgalarında olurdum. Böyle okuduk ve böyle yetiştik. 29 Nisan 1960 tarihinde, 27 Mayıs’tan bir ay önce, ciddi bir çete reisi oldum.

Daha sonra da ortaokula geçtik, müthiş, bir frer’ler okulu, spor tesisleri çok modern, basket sahası, futbol sahası, birden daha çoktular. Liseyi, Haydarpaşa ve Kabataş’ta okudum, Kadıköy Vapur İskelesi’ni çok severdim, orada Modalı kızlar ve oğlanlar birbirini üç dakikada “tavlarlardı”, benim yaşlarımda çok güzel kızlar ve oğlanlardı, imrenirdim.

Şehir Hatları vapurunda, 25 kuruşa ayrıca lüks bileti alırdım, annem parayı gönderirdi, Falih Rıfkı – Hüseyin Cahit oraya otururdu, sabahları Bab-ı Ali’ye giderlerdi, yakın otururdum, dinlerdim, dillerini öğrenirdim. Falih Rıfkı’nın Türkçesi çok güzeldi, Hüseyin Cahit Yalçın polemikçiydi, ayırırdım. Hep öğrenirdim. Yüksek sesle sohbet ederlerdi ve sanki dinlememi isterlerdi. Dinlerdim.
İskenderun’da babam her gün gazetelerini alırdı. Önce okur sonra iki kardeş bizleri imtihan ederdi. Altı yaşlarındaydım. Sömürge kalıntısı bir yerdeydik, babam özenirdi. Sömürgede kültürlü olmamızı istiyordu, İskenderun’da hâlâ sömürge kültürümüz vardı. Sonra dejenere olduk.

***

Haydarpaşa’yı Abdülhamit yaptırmış, bir hastane havası vardı ve Sultanahmet Cezaevi’nde iken uzaktan Haydarpaşa’yı seyrederdim. Kabataş saraydı ve Sultan Abdulaziz’in intihar ettiği yerdi. Ve çok severdim, kayıkçılar olurdu ve haberliydi, binerdik ve inerdik, yirmi beş kuruş, Ortaköy’e “kaçardık”. Bir küreklik yoldu. Müsyo Mordo’nun kahvesi, şimdi arkadaşım Güngör Uras’ın çalışma dairesinin karşısı, gittikçe, Mordo’yu ararım ve artık yoktur. Giderdim ve ben bilardo oynardım, arkadaşlarım ya pişti oynarlar ya da zengin armatörün güzel kızlarına bakarlardı. İkisi evlendiler. Evlenenler gazeteci oldular. O tarihlerde gazeteci olmak isteyenler üniversite okumazlardı, zengin ailelerin kızlarını bulurlardı. Evlenirler. Bir iştir.

***

Fransızlar çabuk gittiler ve üstelik biz zorlamadık. Ancak yatırımlarına bakacak olursak, daha çok şehircilik, okul ve benzerleri, “Balıkhane” Nice’tekinin aynı, uzun yıllar kalmayı planlıyorlardı. Ancak İngilizler hiç öyle davranmadılar, Toynbee’nin sözüyle ortaklarından çalıyorlardı, Musul’u verdiler ve geri aldılar ve bütün Mezopotamya’ya el koydular, Araplara dört devlet yazdılar; bunları daha sonra ele almak istiyorum ve burada duruyorum.

Fransızlar, dayanamadılar ve tarihimizde zaman zaman Fransızların Türk yanlısı gösterilmesi buradan kaynaklanıyor ve hiç doğru değil. Emperyalist olmuşlar ve çok zayıftılar; İngilizler’in arkasına sığındılar. Hala öyle ve Mitterrand’dan bu yana, Almanya’nın arkasındadırlar.

***

Güzel, benim kendi kendime bir sorum var ve şudur; neden Selanik’i incelemek için bu kadar geç kaldım ve bunu hem anlamıyorum ve hem de kendimi affedemiyorum. Çok öğretici ve üstelik modern Selanik’in kurulmasında Türkler’in rolü çok büyüktür. Modern Selanik’i yangınlar kurmuş, yok etmişler ve 1890 yangını yeni kuruluşu zorlamış, 1917 de var ve 1922 İzmir yangını karşılığıdır. Hepsini yazacağım ve hazırlanıyorum.

Ve sonra Türk Valiler ve başta Tanzimatçı Sultan Abdülmecid ve Tanzimat’ı hazırlayan, büyük reformcu İkinci Mahmut’un oğludur, Selanik’e gittiler ve okunmalıdır. Ben geç kaldım; Cumhuriyet, “Tanzimat” ile başlar ve artık bu alfabedir.

Bir kitap, Gilles Veinstein, çok değerli bir Fransız ve İbrani ve Türkiye uzmanı da sayabiliriz, tarafından düzenlenmiş, ve şunları yazıyor, “la ville sera régénérée dans le cadre plus général de grandes réformes entreprises par l’Empire ottoman a partir de 1839, les Tanzimat.” Ve devamla, Tanzimat’ın ikinci Sultan’ı, İkinci Mahmut’un oğlu Abdülmecid’e ise çok ayrı ve büyük bir rol veriyor. Ve bu ayrı bir soruyu beraberinde getiriyor; peki neden, Sultan Hamid dahil Avrupa’da bir modern “Türk” şehri yapmaya, neden bu kadar önem verdiler. Dahası var, Mithat Paşa’nın Selanik’e vali tayin edilmesi büyük sevinçle kaydediliyor. Ve bu bölümü yazan Alexandre Yorulympos adında Yunan asıllı bir bilim adamıdır.

Neden geç kaldım, galiba kendimi kendime affettirebilmek için ve bir de 1916’dan itibaren Mezopotamya tarihini öğrenmek üzere, tarihten tarihe koşarken hasta düştüm. Bir de, çok hoş, Akepe’ye bakmaktan, akepe’ye benzedim, bilgilerimi kaybettim, bir dönemdir, hep bilgisiz insanlar olduk, gerçekten cahilleştiğimi anladım. Şimdi televizyonlara bakamıyorum. Ayrıca TV’lere profesör olarak çıkarılanlara hiç bakamıyorum. Bunlar neee! Aralarında birisi bizim İlber mi nee! Bir alem insanlar!

Ve şimdi öğreniyorum, Ermeniler ile sınırımız, Doğu Sınırımız, sanki 1915 yılında çizilmek üzeredir. Ve ilk kaybettiğimiz ülke Basra’dır ve yerine bir Hint Devleti vardı.

***

Ne hoş, kaybettiğimiz topraklara “ülke” sadece ben diyorum ve 1961 yılından bu yana “Doğu Birliği” çağırıyorum. İlk parçası Suriye’dir ve İskenderun, limanı’dır. Ve Suriye’de İttihad Terakki kokusu var ve Doğan Avcıoğlu benzer bir parti programıyla yola çıkmıştı, Cemal Madanoğlu ile beraberdiler. Suriye’de bu Parti’nin iki kurucularından birisi bir Hıristiyan’dı, Ermenileri, Kürtleri ve tabii Çerkezler’i çoktular.

9 Mart 1971 yılında durdular.
İkili, 9 Mart 1971 yılında bir müdahale ya da “Devrim” yapıyordu ve yüksek rütbeli subaylar, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları durmayı tercih ettiler. Doğan ve Madanoğlu’nu kısa dönem hapse attılar. Sonra hepsini bıraktılar.

Bir darbe girişimine, bu yakında olana da, “girişim” diyorlar, bütün subaylar katılıyorsa, hepsini cezalandıramıyorlar. Bırakıyorlar. Geçmiş tecrübemiz budur.
Şimdi hapisteki subaylar, generaller, “ben darbe girişiminde vardım” ve ekliyorlar, “Gülen asla” diyorlar. Gülen ile beraber olmayı hakaret sayıyorlar. Ben katılıyorum, Türk Ordusu, Gülen’e katılmaz; alt rütbede birtakım kariyeristler vardır.

***

Kabataş Lisesi’nde değil, bir sarayda okuduk.
Kabataş Lisesi’nde müdürümüzün geniş ve muhterem salon misli odasında Sultan Abdülaziz intihar etmişti, yanından geçerken korkmuyorduk. Müdürümüz Dranas çok disiplinliydi, çekinirdik, ama, bir yemekte bir koyun bitiren, ansiklopedilere göre, “şişman, ablak yüzlü, ak düşmüş çember sakallı” olan Abdülaziz’in cenazesinin bir süre tutulduğu saray odalarından korkmuyorduk. Aslında pek de duymuyorduk. Abdülaziz bize komik geliyordu.

Abdülaziz, İkinci Mahmut ve Abdülmecit’ten sonra, Tanzimat sultanları saydığımız “Tanzimat” dönemi, ki bu dönem Büyük Reşit Paşa ile anılıyor, çok ayrı bir dönemdir, resmen 1839 yılında başlıyor. Kabakçı Mustafa’nın elinden Üçüncü Selim kurtulamamıştı, İkinci Mahmut kıl payı kurtuldu, ölümden dönen adamdı, kırıcı ve devrimciydi, bir ordu ortadan kaldırdı ve yeniçerileri yok etti ve yeniçerilerin cesetlerinden Boğaz artık görülmüyordu. Yeni bir ordu kurdu; tıbbiye, mülkiye, pek çok mektep işte bu zamanda ortaya çıktılar.

Tanzimat, kırma ve kurma dönemidir.

***

Tanzimat dönemine bir anlamda “vezirler dönemi” diyebiliriz. Vezirler, Mithat, Hüseyin Avni, Mütercim Rüştü, vezirler ya da sadrazamlar, ülkeyi idare ediyorlardı ve Sultan Aziz ise Mehmet Memduh Paşa’nın bir eserinde şöyle yazılıyordu: “Hayal ve orta oyunu ile karakucak güreşi altın çağlarını onun döneminde yaşamıştır. Tiyatroyu sevmezdi, köçek oynatmayı, horoz döğüşü ve karagöz oyununu severdi.” Pek bayağı eğlencelere düşkün ve Tanzimat’a göre bayağı bir insandı. Hal etmek zorunluydu ve yaptılar.

Önce indirdiler ve şehzade Murat’ı getirdiler. Yokluğu hiç duyulmadı. Ancak Murat akıl hastasıydı ve sadrazamlara ve bu ara başta Mithat’a bu sultanı da indirmek ve yeni bir sultan bulmak kalıyordu. İkinci Hamit’i buldular ve modern bir prens olarak biliniyordu. İndir-çıkar, Mithat Paşa için zor olmadı ve buradayız.

***

Sultanlar vardır, krallar vardır, imparatorlar vardır, en çok güçlü insanlardan ve en çok bir tür borçlu olduğunu düşündükleri yöneticilerden korkardı. Ve bunlardan kurtulmanın zamanını ararlar ve beklerlerdi. Sultan Hamit, bunlardan birisidir. Beni Mithat yukarı çıkardı ve bir gün o indirecek, güçlüdür, diyordu. Sultan Aziz’in ölümü ya da intiharından yıllar geçti ve yıllar sadece korkusunun artmasına sebep oldu ve beş yıldan sonra harekete geçti. Yıldız Sarayı’nda bir çadır mahkemesi kurdurdu. Mahkeme heyetinin arkasında, Adliye Nazırı Cevdet Paşa, tarihçi Cevdet vardı ve o idare ediyordu. Aslında idare edilecek bir iş yoktu, sonuç belliydi.

Mithat çok şakacıydı ve sonucu belli mahkeme bunu etkilemedi. Mahkeme Başkanı ilk önce İddianame’yi okudu ve sonra Mithat Paşa’ya nasıl bulduklarını sordu. Cevabı şudur: “İki mahallini doğru ve sahih buldum. Onun da birisi başındaki besmelesi ve diğeri nihayetindeki tarihidir, kusur yerleri yalan ve yanlış ve kaideyi menazırdan hariç sözlerden ibarettir.” Güzel, Mithat, korkmaz bir paşadır.

Taif’de boğdular ve 7 Mayıs 1884 tarihindedir. “Bir gece yarısı Mithat Paşa’nın odası gece yarısı kırılarak dokuz nefer dalmıştı. Mithat Paşa, kendini şehit etmeğe gelen güruha karşı mukabele etmeği lüzumsuz görerek, yalnız Allah’tan korkmalarını ve böylece bir cinayete alet olmayı kendilerine yakıştıramadığına dair bazı sözler söylemekle iktifa etmişti. Bu neferler için, beşer riyal, onbaşı ve çavuşlar için, 10 ile 20 riyal ücretle bu cinayete memur edilenlerden yalnız biri, teessür duyarak kaçmış diğerleri Paşa’nın üzerine hücum ederek boğmuşlardı.”

Ruscuk Valisi, İzmir Valisi, Bağdat Valisi, Selanik Valisi ve her yerlerin valisidir. Adı Mithat, şimdi, yanında Enver, yanında Talat ve yanında diğer yoldaşları, Abide-i Hürriyet'te yatıyorlar. Büyük insanlar yan yanadırlar...

Yanındakilere şakaları eksik etmiyorlar.

Abdülhamid mi, bir kanundur. Kanun-ı Esasi’yi tatil eden Abdülhamid için kendini iktidar edenleri bitirmek esas kanun oluyor. Bir kanun-ı esasi daha kaybettik ve şimdi bir Hamid peyda oluyor. İlki trajik idi ve şimdiki şakadır.
Buradayız.

Yalçın Küçük / SOL

Şeyhin tahtı, zenginin arabası - ÖZGÜR ŞEN

Erdoğan ve arkadaşlarının Gülen cemaatine karşı operasyon üzerine operasyon yaptıkları günlerde AKP çevresini bir korku sarmıştı. Bu adımların toplumda genel bir tarikat ve cemaat düşmanlığını körüklemesinden endişe ediyorlar, ısrarla Gülenciliğin kötü yola sapmış bir tür cemaatçilik olduğunu söylüyorlardı.
Endişelerinin yersiz olduğu kısa sürede anlaşıldı. Ana muhalefet dahil düzen siyasetinden hiç kimse Gülen vakasından yola çıkarak bir bütün olarak tarikat ve cemaatleri karşıya almadı.

AKP'nin tarikatlar ve cemaatler olmaksızın yapamayacağı doğru elbette. Ama eksik... Yalnızca AKP değil bir bütün olarak bu düzen gerici örgütlenmelere ihtiyaç duyuyor. Sadece AKP'nin değil, düzen siyasetinin bütün unsurlarının yolu bir şekilde bu çetelerle çakışıyor.
Şu ya da bu tarikattan rahatsız olan var elbette. Şu ya da bu cemaate düşman olan da... Ama bu gerici örgütlenmelerin bir bütün olarak ortadan kaldırılması kimsenin işine gelmiyor.
Türkiye işte bundan dolayı her gün yeni bir tarikat rezilliğine tanık oluyor. Yobazlığın, sapıklığın, kadın düşmanlığının sonu gelmiyor. Tablo daha karanlık hale gelip rezillik arttıkça tarikatların nasıl çalıştıkları, güçlerini nereden aldıkları gerçeği unutuluyor. Yobazlık o denli korkunç ki, bu korkunçluk gerici örgütlenmelerin maddi temelini örtüyor.

Oysa bu tarikatların hemen hepsi bir şirket gibi çalışıyor ve büyük ve sözü geçen çetelerin tamamının muazzam bir ekonomik güçleri var. Gülen de, Menzil de, diğerleri de büyürken hem dışarıdan hem içeriden kurumsal destek aldılar... Ancak bu desteği iktisadi alanda da kullanmasalardı, farklı alanlara yayılmış bir servet biriktirmeselerdi, ne Gülen bu güce erişebilirdi, ne de Menzil bugünkü Menzil olabilirdi.

Şeyhlerin ve diğer liderlerin lüks otomobillerine bakıp zenginliklerini görmek yetmiyor. Onları yalnızca dinsel sömürünün zenginleştirdiğini düşünen de yanılıyor. Bu tablonun yalnızca bir yüzü... Belki daha doğru bir ifadeyle ilkel birikim safhası... Çünkü ilk birikim sonrasında bu düzenin ve piyasanın kuralları işliyor. Bu kurallar Koç, Eczacıbaşı için neyse, tarikatlar için de o. Zaten zenginlik arttıkça, holding patronlarıyla tarikat şeyhleri veya liderleri arasındaki fark belirsizleşiyor.
Bunlar pazarda karşı karşıya gelseler ve birbirlerine rakip olsalar da, hatta zaman zaman tarikatların ellerindeki gücü kullanarak aldıkları ihaleler veya kullandıkları yayılma yöntemleri diğerlerini rahatsız etse de aralarında bir çelişki yok. Dolayısıyla modern görünenin gerici olanı temizleyeceği beklentisinin maddi temeli de yok... Kimi zaman rekabet, kimi zaman uyum içinde ama öyle ya da böyle paranın kurallarına tabi bir şekilde faaliyet gösteriyorlar. Rekabet ve çekişmeleri de, uyumlu birliktelik ve yardımlaşmaları da düzenin belirlediği sınırlar içinde.

Tarikat şirketleşip şeyh zenginleşirken, patronların sınıfı yeni üyeler kazanıyor. Düzen bu şekilde işliyor, laiklik böyle ölüyor.
Türkiye'de laikliğin ölümünü tarikatlardan daha iyi anlatan bir başka olgu daha zor bulunur. Çünkü bu örgütlenmeler dinin siyasete ve toplumsal yaşantıya müdahale etmesini sağlamak için var. Tarikatlar ve cemaatlerin varlığı laikliğin anti-tezi ve laik bir ülkede tüm faaliyetleri kesinlikle yasak olmalı.
Ancak Türkiye'nin geldiği noktada artık tarikatları durdurmak için de dinsel olana karşı çıkmak yetmez. Dinsel olanın siyasete ve toplumsal yaşantıya müdahalesi paranın belirlediği kanallardan yapılıyorsa, paranın kurallarına karşı çıkmadan bu müdahaleyi engelleyemezsiniz.

Şeyhlerin bindikleri lüks arabalar herkesin dikkatini çekiyor, ne iyi... Şeyhlerin, dinsel liderlerin güçlerini aldıkları zenginlikleriyle uğraşmadan tarikatlarla mücadele edilemez, bu da tamam... Ama o zenginliği bu düzenin kuralları içinde ediniyor, ona tabi olarak zenginleşiyorlar. Öyleyse bu düzeni karşıya almadan o zenginlikle nasıl uğraşacaksınız? Bir tanesinin mallarına el koydunuz, diğerinin faaliyetlerini engellediniz diyelim. Ama o tarikattan boşalan yeri diğerlerinin doldurmasını önlemek için bu piyasanın kurallarını tümden değiştirmek zorundasınız.

Parayla hesaplaşamayan tarikatla da hesaplaşamaz. Paranın hüküm sürdüğü düzen de en sonunda ülkeyi bir tarikatlar cumhuriyetine dönüştürür. Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi de bunun somut kanıtıdır.

İşte bu yüzden şeyhin arabasına, tahtına bakıp kızmak yetmiyor. Türkiye'de lüks arabalara yalnızca tarikat şeyhleri mi sahip?
Milyonlarca insan yoksulluk sınırının altında ay sonunu zor getirirken şeyhlerle patronlar el ele o arabaları kullanabiliyorlarsa, daha çok taht kurup oturan çıkar bu ülkede.

Özgür Şen / SOL

Makineyle aşk ölümsüz mü, ölümcül mü? - TAYFUN ATAY

İnsanlık tarihi, üç büyük “aşk”a tanıklık eder.
İnsanın ilk aşkı “taş”tır! 2 milyon yıl önce karşımıza çıkan taş alet yapımı, doğa karşısında insanı üstün kılan “kültür”ün başlangıcını işaret eder.
Bu, türümüzün “maymunlar arasında bir maymun” olmaktan çıkmasının önünü açan bir devrimdir.
O yüzden “Taş Devri” yerine “Taş Devrimi” demek daha doğrudur!.. 
 
Bunun gibi bir diğer devrim, 10 bin yıl önce gerçekleşen “Tarım Devrimi”, insanı bu defa “toprak”la tutkulu bir aşkın içine soktu. 

Bu aşkın en has dillendirilişine Âşık Veysel’in dizelerinde şahit oluruz:
“Dost dost diye nicesine sarıldım
 Benim sadık yârim kara topraktır”.
Sonra “makine” gelir! 18’inci yüzyıl ortasında buhar makinesinin icadından istim alan “Endüstri Devrimi”, insanı bugün de devam eden bir aşkla makineye bağladı. 
Öyle ki insan, makineyle bir olmak, var olmak, “makineleşmek” istedi. 
 
Bu “aşk”ın da yine bu topraklardan müthiş bir ifadesi için bu defa Nâzım’a kulak verelim:
“trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
 oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
 trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!”
 
Nâzım’ın endüstriyel sosyalizme inançla harmanlanmış, 1920’lerin başına giden bu “iyimser” dizelerini elbette sorgulamaksızın zikretmek olmaz bugün... Makine ile “aşk”, sorunsuz değil ve pek çok soruyu beraberinde getiriyor: Makineleşme nereye varacak? İnsanlar makineleşirken, makinelerin insanlaşma ihtimali ve imkânı da var mı? İnsan zihninden daha randımanlı ve üstün çalışabilecek makineler üretildiğinde, bunların insanlarla ilişkisi nasıl olacak? Yapay zekâ, doğal insan zekâsını aşacak, bastıracak, ezecek mi?..

Yani insanın makineyle hâlâ büyük tutkuyla devam edegelen “aşk”ı ölümsüz mü olacak, ölümcül mü olacak?! 

Tüm bu soruların cevapları üzerine düşünme yolunda bir yapım, geçen pazar günü National Geographic ekranında seyrimize sunuldu. 

Kanalın 6 bölümlük yeni belgesel dizisi “Geleceğe Doğru” (“Year Million”), yukarıda belirttiğimiz 2 milyon yıllık insanlık tarihinin ötesinde, önümüzdeki “Milyon Yıl”a bakma teklifiyle geliyor karşımıza. Bir milyon yıl sonra insanın nasıl bir dünyada nasıl bir hayat yaşayacağını sorgulayarak...
Belgesel kurgusunda “sıradan bir Amerikan ailesi” karşımızda… Sıradanlığın ölçüsünü netleştirmek için ailenin android bir kızları olduğunu belirtelim!.. 

Bu, bizim “yeni-normal”imiz! Bir yandan, makine ile aşkın evliliğe dönüşüp “meyve” verdiğinin fantezisi denilebilir, ama dizinin akışı bunun çok yakında “gerçek” olmasına ramak kalmış bir fantezi olduğunu düşünmeye kışkırtıyor.
 
İlk bölümden hareketle açalım: Diyelim ki bir trafik kazasında trajik şekilde çocuğunuzu kaybettiniz, ama hayır, kaybetmediniz!.. 

Çünkü eğer 5 dakika içinde çocuğunuzun beynini dijital kopya için taratıp yükletirseniz, 72 saat sonra o, aynı görünüm, davranış ve mizaçla yapay zekâlı bir android olarak karşınızda olacaktır! Üstelik bu, dünyanın tüm bilgisine sahip, yürüyen, kanlıcanlı bir bilgisayardır da artık!..

Dolayısıyla, makine sizi artık ölümü yenme noktasına taşımayı vaat etmektedir; bir “yeni tanrı”nın yeni bir insan vaadidir aslında bu!.. 

Dizinin ilk bölümünün adı, bu vaadi yansıtırcasına çarpıcı, heyecan verici ve tabii ürpertici: “Homo Sapien 2.0”, yani teknoloji, yani “Makine” (artık büyük harfle yazmak gerek!) marifetiyle yeni, daha geliştirilmiş sürümüyle İnsan!.. 

Meşhur bilimkurgu dizisi “Black Mirror”u hayli yankılayan bir dizi-belgesel bu, ama onun gibi “distopik”, yani gelecekten ümidini kesmiş bir içerikle karşımıza çıkmıyor. 
 
Fakat öte yandan Nâzım’ın makineleşme arzusuna, adeta ona “Müjdeler olsun” diye seslenircesine karşılık veren bir iyimserlik de havasına hâkim değil!.. 
 
Sonuçta izlemeye değer, “gerçekçi” bir “gelecek öyküsü” bu.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Neyin seçimi? - ÖZGÜR MUMCU

Kenya Yüksek Mahkemesi, başkanlık seçimlerini iptal etti. Seçim iki ay içinde tekrarlanacak. Kararda kimi seçim tutanaklarında bulunması gereken barkodların yokluğu iptal gerekçelerinden biri olarak gösterildi. Muhalefet ise seçim sayımına ilişkin yazılımın hack’lendiğini ve verilmemiş oyların sisteme aktarıldığını öne sürüyor. Kenya Seçim Kurulu itirazları reddetmiş ve seçim sırasında yaşanan kimi usulsüzlüklerin seçim sonucunu etkileyecek derecede olmadığını açıklamıştı. Buna rağmen Kenya Yüksek Mahkemesi’nin verdiği karar, Kenya’da hukuk devleti ve demokrasinin geleceği bakımından olumlu değerlendiriliyor. 
 
Kenya başkanlık seçiminde dikkat çeken başka bir mesele daha var. O da Cambridge Analytica adındaki bir şirketin iptal edilen seçimlerin kazananı Kenya başkanı Uhuru Kenyatta’nın seçim kampanyasında çalışması. 
 
Cambridge Analytica, esrarengiz bir şirket. Donald Trump’ın kampanyasında yer aldığı biliniyor. Brexit’te de önemli bir rol oynadığı ileri sürülüyor. Şirket, Donald Trump’ın geçiş dönemi ekibinde de yer alan Robert Mercer adında bir işadamı tarafından fonlanıyor. Mercer aynı zamanda aşırı sağcı “altright” hareketinin merkezi Breitbart sitesinin de bağışçıları arasında. Breitbart’ın kurucu ise Charlottesville olayları sonrasında görevine son verilen Trump’ın başstratejisti Steve Bannon.
Amerikan Kongresi, Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesi hakkındaki soruşturmaya Cambridge Analytica’yı da dahil etti. 
 
Kenya başkanı Kenyatta, “dijital başkan” lakabıyla da biliniyor. Kenya, Afrika devletleri arasında internetle en çok haşır neşir olanlarından biri. Sosyal medya kullanımı çok yaygın. Halkın yüzde 90’ına yakınının cep telefonları aracılığıyla internet erişimi var. 
 
Cambridge Analytica, bir “Big Data” yani “Büyük Veri” şirketi. Devasa dijital verileri, psikometrik yöntemler kullanarak analiz ederek seçmen profili çıkarıyor. Bahsedilen alışılagelmiş seçmen profili değil. Neredeyse her seçmenin profilinin ayrıca çıkartılması söz konusu. Psikometrinin gelmiş olduğu aşamada mesela Facebook’taki 40-50 arası beğeni değerlendirerek kullanıcıların cinsiyeti, etnik kökeni, cinsel yönelimi, siyasi aidiyeti belirlenebiliyor. Sadece bu da değil, kaygıları, arzuları da öyle. Bu bilgiler, sosyal medyada kimi uydurma kimi manipüle edilmiş haberlerin o kullanıcılara bireysel olarak servis edilmesinde kullanılıyor. Böylelikle seçmen iradesi bir siyasi kampanyaya maruz kaldıklarını dahi anlamadan etkileniyor. 

 
Kenya Yüksek Mahkemesi’nin kararı, işin içine Cambridge Analytica’nın karıştığı bir seçim sonucunun iptali olduğu için de önemli. Dünya aşırı sağının seçim kampanyalarında yer alan bu şirketi önemsemek gerek. Birçok seçimde geleneksel anket şirketleri neden yanılıyor? Bir özgürlük alanı diye değerlendirilen sosyal medya, küresel aşırı sağcı bir ağ tarafından nasıl kontrol ediliyor?
Belki de “mühürsüz seçime” bir de bu gözle bakmak gerek.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET