13 Eylül 2017 Çarşamba

Ee? Ne zaman görüşüyorsunuz Recep Bey? - MUSTAFA K. ERDEMOL

AKP Genel Başkanı’nın, Kazakistan dönüşü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir görüşme yaptığı yönündeki iddiaları "Esad ile görüşmedim, görüşmeye de pek niyetim yok" sözleriyle yalanladığını okuduğumda “tamam, yakında görüşecek” dedim.

Görüştüğüne dair güçlü iddilar var, Putin’in Sözcüsü Peştov bu konuda sorulan soruyu reddetmek yerine “bunu sayın Erdoğan’a sorun” dediğine göre bu “iddia” pek de güçlü kanıtlara dayandırılabilir ama ben yine de görüşüp görüşmediğine takılmıyorum. Bildiğim şu; eğer gerçekten görüşmediyse, eli kulağında mutlaka görüşecek.

Suriye’nin gerçekten en güçlü figürlerinden Buseyna Şaban, sadece ülkesinin değil Ortadoğu’nun da güçlü kadın politikacılarından biridir. Demeçlerini ciddiye alırım. Onun daha önce de, Suriye hükümetinden üst düzey yetkililerin Erdoğan’la değilse de en yakınlarıyla dolaylı görüşmeler yaptıklarına ilişkin açıklamaları olmuştu. Şimdi dengelerin bir hayli değiştiği zamanda, Recep Bey’in Esad’la görüşmesinde şaşılacak bir taraf yok.

İşaretleri de vardı zaten. Bakmayın yandaş medyanın çok doğalmış gibi haberleştirmesine, olguyu bulanıklaştırmasına. Mayıs ayında Rusya, İran ve Türkiye arasında Suriye’nin İdlip ilçesinde “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulması konusunda bir anlaşma imzalandı. Bu bölge yararına, ama Türkiye’nin yenilgisi anlamına gelen bir anlaşmaydı. Zaten Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar bu anlaşmayı tanımayacaklarını söyleyerek çatışmaları sürdüreceklerini ilan da ettiler. Bu anlaşmaya Suriye’nin de “büyük memnuniyet duyduk” diyerek destek verdiğini de anımsatırsam AKP Genel Başkanı’nın Suriye ile, Rusya ve İran aracılığıyla “görüşüp” anlaştığını anlamak zor olmaz.
Şimdi bu “dolaylı” görüşmeler “aleni”ye dönüşecek. Çünkü AB’nin hedefinde, ABD’nin baskısıyla karşı karşıya kalan AKP Genel Başkanı, İran’la berbaer hareket etmek durumunda artık. “İran ve Rusya’yla ilişkilerimiz gayet iyi” demesinden çok değil dört bilemediniz beş ay önce “İran Pers milletçiliği yapıyor” diyen bir Erdoğan’dır bu.

ABD, PYD ile işbirliğini sürdürdüğü sürece, PYD ile dolaylı ilişki içinde olan, dolayısıyla bu yapı üzerinde etkili olduğu da bilinen Suriye’ye ihtiyacı var Türkiye’nin. Uzun zamandır “Esad”dan “Esed” diye söz etmeyen yandaş medyada “ABD ile olmaktansa komşum Esad’la olmak daha iyidir” gibi son derece faydacı yaklaşımlarla dolu “yazılar” okuyabilirsiniz. Esad elbette komşumuz, bunu ülkesi emperyal bir çullanmayla karşı karşıya kaldığı andan beri söyleyenler bizleriz. Bu emperyal çullanmada ABD ile saf tutanlar şimdi Kürt korkusundan “antiamerikan” oldular birden.

Oysa, daha bir kaç ay önce, Trump, Suriye’de bazı hedeflerı vurduğunda AKP Genel Başkanı heyecanlanmış “ Suriye’ye yapılacak bir operasyona destek veririz” demişti. Daha İdlip mutabakatına imza atalı çok zaman geçmeden. Yani İran’a, Rusya’ya, mutabakata sadık kalacağı sözünü verdiği halde.

Ama Trump’ın bütün gürlemelerine ragmen, Suriye’de ne yapacaksa bölgesel güçlerle yapacağı politikasına sadık kalarak PYD/YPG’yi güçlendirmesi üzerine AKP Genel Başkanı, Suriye sınırında bir Kürt oluşumunu özellikle İran’dan alacağı destekle durdurma beklentisi içine girmiş durumda. Rsya’nın Kürt oluşumuna kesin karşı olmamakla beraber, ABD yanlısı oluşumlara karşıt politikası çerçevesinde İran ve Türkiye’yi yanına alması, Türkiye’yi de “partner” durumuna getiriyor haliyle.
İstediği kadar “Esad’la görüşmem” desin, bugün yarın bu görüşme gerçekleşecek. Şam’da ya da Ankara’da olması şart değil.

Moskova’da olur, Tahran’da. Hazır kış da geliyor, Soçi de fena seçenek değil.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

12 Eylül 2017 Salı

Ne yazacağız?… - ORHAN AYDIN

Çocuk istismarlarını mı, kadın cinayetlerini, tecavüzlerini mi, yoksa talan edilmiş yaşam alanlarını mı, adaletsizliği, hukuksuzluğu, harami saltanatını mı yoksa düşüncenin önüne kurulan kara duvarı mı, işsizliği, yoksulluk ve yolsuzlukları mı yoksa taşeronlaşma ile tüm hakları budanmış, köleleştirilmiş, iş cinayetleriyle katledilen emekçilerin durumunu mu yazacağız?
Ne yazacağız?
Cezaevlerinde 184 gazetecinin tutuklu oluşunu mu, görülen davaların yüzde yetmişinin RTE’ye hakaret davaları olduğunu mu, yalnızca bunun için görevlendirilmiş, yargıçlar, savcılar olduğunu mu, cezaevlerinin hınca hınç doldurulduğunu mu yoksa 16 milyon 755 bin insanın bankalara kredi borçlarının olduğunu, icra mahkemelerinin işin içinden çıkamaz duruma düştüğünü mü yazacağız?
Ne yazacağız?
Eğitimin kafatasçı bir çete tarafından gasp edilmesini mi, bilimin yalnız eğitim-öğretimden değil, hayatın her alanından kovulup yerine hurafelerden oluşan bir akıl dışılığın konuluşunu mu yoksa imam hatipler adıyla zorla yaygınlaştırılan şeriat soytarılığını mı, 3-5 yaşında kız çocuklarının başlarının çaputlarla bağlanıp geleceklerinin karartılmasını mı yazacağız?
Ne yazacağız?
Ülkenin içine düşürüldüğü uluslararası rezaletleri mi, menfaat ve dini çıkar gözetilerek kavga edilmeyen üç-beş ülke dışında, tek dost ülkenin kalmadığını mı, savaş çığırtkanlığını mı, adı terör örgütleri listelerinde ilk sıralarda olan kan emici insanlık düşmanlarıyla sürdürülen ticareti mi yoksa sınır boylarımızdaki kamplarda oluşan insan pazarlarında çocukların ve kadınların birer mal gibi bir takım soysuzlara satılışlarını mı, kentlerin meydanlarını dolduran vatansız kalmış insanların aç ve açıkta olup dilenci yapıldıklarını mı yazacağız?
Ne yazacağız?
Güzelim Anadolu’nun adım adım çölleştirildiğini mi, derelerin, ırmakların, göllerin, ormanların, parkların, sahillerin betona gömülüşlerini mi, yoksa yalnız İstanbul’da 650 bin konut fazlası olmasına karşın, dolgu alanlarına bile konutlar dikildiğini mi yazacağız?
Ne yazacağız?
Opera, Bale, Senfoni, Tiyatro gâvur icadıdır, Heykel, Resim günahtır diyen soysuzluğu mu, sanatın her alanını ve sanatçıyı baş düşman belleyen beynine tükürülesi bu aklın ettiği madrabazlıkları mı yoksa teslim olup erdemini, onurunu gericiliğe peşkeş çeken “sanatçı” adlı şarlatanların halklarına olan ihanetlerini mi, televizyonlardan, gazetelerden halkın üstüne zehirler fışkırtan satılmış düzenbazlığı mı, kültürel tüm dokulara karşı talancılığın bayrak edilmesini mi yazacağız?
Ne yazacağız?
Bunca kirlenmenin, pisliğin orta yerinde durup suskunlaşan, her tür saldırıyı kabullenip pısanların hazin yalnızlığını mı yoksa gelin birlikte örgütlenip bu aşağılık düzeni alaşağı edelim diyen insanlığa kulaklarını tıkayanların ürkekliğini mi yazacağız?
Ne yazacağız, ne?
Mutsuzluğun geleceği yoktur, sevinçlerinizin boğulmasına izin verirseniz yaşayan ölüden ne farkınız kalır mı diyeceğiz?

Yeter!

“Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum.”

Orhan Aydın /SOL

Tarımda ne oldu ve ne yapmalı? - OĞUZ OYAN

1980'lerdeki programın başlarında, sanayisizleştirme sürecine sokulan ve ithalat bağımlılığı yükseltilen Türkiye'de geriye 3-T (Tarım-Ticaret-Turizm) üzerinde uzmanlaşma alanı bırakılıyor diye yazmıştım. Ama 1980 sonlarına gelmeden bu saptamaya önemli dipnotlar da düşerek: Bunların da geçici görülmesi gerektiğini, tarımda desteklemelerin azaltılmasının ve tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesinin dışa bağımlılığı pekiştireceğine, büyük perakende devlerinin iç ticaret pazarını sadece yerli sermayeye bırakmayacağına, turizmde de sonuçta tur operatörlerinin iç piyasayı denetleyeceğine dikkati çekmiştim.


1989'da dış dünyayla sermaye hareketlerine serbesti getirilirken  3-T'yi olumsuz etkileyen yukarıdaki gelişmeler 1990'larda iyice yerleşmeye başlamıştı. Ama uluslararası finans kuruluşlarının daha fazla yüklendiği alan tarımdı.  Bunların telkinleriyle tarıma yönelik neoliberal bir program ekonomi bürokrasisine aşılanmaya başlanmış, zaten neoliberalizmin savunucusu olan siyasilerin 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı'na (1996-2000) damga vurmaları da sağlanmıştı. (T. Çiller'in,  önüne getirilen ilk plan tasarısını geri çevirip, IMF patentli bir neoliberal anlayışla yeniden yazılmasını sağladığı iyi biliniyor). Bu plana göre tarımsal desteklerin yükü taşınamayacak boyutlara gelmişti ve destek biçimleri de piyasaya müdahaleleri içerdiğinden değiştirilmeliydi. Temmuz 1998'deki IMF Yakın İzleme Anlaşması'ndan sonra 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile 1 Ocak 2000'den itibaren yürürlüğe sokulan IMF İstikrar Programı da bunları söylüyordu.

Ve gereği yapıldı. Tarım, tüm sektörler içinde en büyük altüst oluşa sahne olan sektör oldu. Bu, tarımın kendi tarihine kıyasla da en büyük ikinci (birincisi 1950'lerde) dönüşümü geçirdiği dönem oluyordu.

Dönüşümün ana ekseni şunlardı:
(i) Tarımsal desteklerin miktarı köklü bir biçimde daraltılacaktı;
(ii) girdi ve ürün fiyatlarına müdahale eden destek biçimleri derhal uygulamadan kaldırılacaktı;
(iii) bu bağlamda, girdi fiyatlarını üretici lehine etkileyen tarımsal KİT'ler (örneğin TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Yem Fabrikaları gibi) özelleştirilecek veya tasfiye edilecek (bunlara kredi girdisi sağlayan TC Ziraat Bankası da dahildi kuşkusuz); ürün fiyatlarını gene üretici lehine etkileyen destekleme kuruluşu niteliğindeki KİT'ler (örneğin, TEKEL, Şeker Fabrikaları AŞ. gibi) özelleştirilir veya faaliyetleri sınırlandırılırken (TMO), kooperatif ortakları lehine fiyat ve girdi düzeylerine müdahale eden Tarım Satış Kooperatif Birlikleri-TSKB'ler de küçültülecek, işlevsizleştirilecek ve mümkün olduğunda tasfiye edilecekti; (iv) bütün bu tahribatları bir geçiş dönemi boyunca katlanılabilir kılmak üzere üreticiye üretiminden bağımsız olarak ödenecek bir doğrudan gelir desteği (DGD) sistemi getirilecekti.

Programın ana hedefi ise Türkiye tarımının dıştan gelen ekonomik saldırılara karşı kendini korumaya ayarlanmış destek ve iç pazarı koruma mekanizmalarının berhava edilmesiydi. Tarımsal KİT'lerin tasfiyesi yoluyla hem yabancı girdi (tohum, gübre, ilaç, yem) tekellerinin hem de tarımsal ürün fazlalarını akıtacak kanallar arayan tekellerin önü açılmış olacaktı. Küçük/zayıf üreticinin yükselen girdi maliyetleri, maliyetleri karşılamayan fiyat oluşumları ve oturduğu yerden DGD alınabildiğine ve bunun sürebileceğine dair illüzyonlar yaratılması yollarıyla üretimden çekilmesinin sağlanması ve böylece yabancı sermayenin tarıma doğrudan/dolaylı nüfuzunun yollarının açılması da bir diğer beklentiydi.

Bu program AKP öncesi son koalisyon döneminde (Ecevit'in 57. Hükümeti) başlatılmıştı, ama programı en uzun süre ve harfiyen uygulayan AKP hükümetleri oldu.  AKP, neoliberalizmi hem kendine özgü sermaye birikim süreçlerini oluşturmak ve böylece partileşme sürecini hızlandırmak hem kendi siyasi programını uygulamak adına, ama hem de Erbakan'ın "Adil Düzen" programının olumsuz etkilerini silecek şekilde kapitalizmin merkezi güçlerine güvenilir ve sadık bir müttefik izlenimi vermek adına büyük bir şevkle benimsemişti. Özelleştirme şampiyonluğu ile tarımdaki büyük altüst oluştaki ödünsüz uygulamaları, Batı'nın övgülerini uzun süre arkasına almasına yetecekti.

IMF/DB'nın Tarım Reformu Uygulama Programı (TRUP) adını verdikleri program, aslında hiçbir ülkede uygulanmamış radikallikte Türkiye'de sahneye konulmaktaydı. 2000'de ilk pilot projeleri uygulanan DGD sisteminin  toplam tarımsal destekler içindeki payının 2002'de yüzde 79'a, 2003'te yüzde 83'e çıkması, Türkiye'nin, çok uluslu tekellerin yol açıcısı olan uluslararası finans kuruluşları elinde nasıl bir oyuncağa (veya deneme tahtasına) dönüştürülmüş olduğunun hazin sonucuydu.
TRUP, bir dizi sahte/uydurulmuş gerekçe üzerine inşa edilmişti. (Sadece iktidarın emrindeki savcılar sahte iddianame yazmazlar, sahte/yalan gerekçe yazma yarışında kimse düzenin ekonomik tetikçilerinin ellerine su dökemez!). Yalanlardan birincisi, tarımsal destek yükünün aşırılığıydı. Öylesine ki, tarımsal destekleri MG'in yüzde 3'ünden yüzde 10'una kadar götüren resmi rakamlar üretilmekte ve IMF'ye sunulmaktaydı. Bunun en alt seviyesi bile bir abartıdan ibaretti ve abartılar tam da IMF/DB'nın talep ettiği gibiydi. İkincisi, mevcut sistemde destekleme paralarının hedefe ulaşamadığı, sistemde sızıntılar olduğu "kanısı" vardı, ama bunlar için bilimsel kanıt yoktu. Dolayısıyla bir kanıt icat edilmeliydi. Uydurulan masal, 1994'te Ziraat Bankası'ndan pamuk primi ödemeleri için 315 milyon dolar borçlanan Hazine'nin bu borcunu takla attırılan faizlerle 1998 yılında 18 milyara çıkarmış olmasıydı. Aslında Hazine'nin işlemi Ziraat Bankası'nı kurtarmak adına yapılmıştı; ama işte şimdi tarımsal desteklemeyi lanetlemek için bu örnek fırsata çevrilebilirdi.


Demek ki neymiş? Çiftçinin eline 315 milyon geçmiş ama aslında devletin cebinden 18 milyar çıkmışmış! Sızıntıya bakar mısınız? Çiftçi ise herşeyden habersiz, kendisinin parasının çalındığına inandırılıp IMF/DB programına destek vermesin de ne yapsın? Yaratılan üçüncü efsane, mevcut desteklemenin sadece zengin çiftçilere yarar sağladığıydı. İyi de zengin çiftçiler artık hakim tarımsal katmanı oluşturmuyormuş ne gam. Kaldı ki, ticarete açılmış üreticileri kapsadığınız ölçüde geçimlik kesimde kalanları fazla kollayamazsınız, ama bu bir kusur mudur? Ya ne yapılsaydı, öztüketim mi desteklenseydi? Daha ironik olanı şudur: DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit miktarlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmaktaydı. Bunu henüz işin başında, Mart 2004 tarihli DB raporu bile DGD sisteminin tarımda eşitsizlikleri arttırdığını saptayarak kabulleniyordu. Ama olan olmuş, Türkiye tarımı deney kobayı olarak piyasanın tek belirleyici olduğu bir sistem içine çekilmişti. (Bu konularda daha fazla bilgi için şu makalemize gönderiyoruz: "Tarım'da IMF Gözetiminde 2000'li Yıllar", Kriz ve Maliye Düşüncesinde Değişim: İzzettin Önder'e Armağan, 2011 içinde, s.60-88).

                                                                          ***

Bu programda sonradan zorunlu zikzaklar oldu, DGD sistemi 2007/2008 sonrasında uygulanamaz oldu. Ama tortuları sistemde kaldığı gibi, yapılabilecek tahribatın (hepsi başarılamasa bile) önemli bir bölümü de gerçekleştirildi.

Programın en önemli sonuçları özetle şunlardır:
(i) Eğitimde 8 yıllık kesintisiz eğitim programıyla 2000 yılında tarımsal istihdamın payı yüzde 45'ten bir çırpıda yüzde 35'e düşmüşken, IMF/DB programının bu defa ekonomik/toplumsal etkileriyle birkaç yıl içinde bu oranda yeniden 10 puanlık bir azalma meydana geldi. Tarımsal istihdamdaki çözülme daha sonra da sürmeye devam etti. Program amacına ulaşmış, hem tarımsal aktif iş gücü, hem de ekilen biçilen alanlarda (30 milyon dönüm gibi) ciddi gerilemeler ortaya çıkmıştı.

(ii) Tarımda işçileşme, topraksızlaşma/mülksüzleşme süreçlerine eşlik eden eğilim ise, işletmelerin ufalanması yanında belirli ellerde yoğunlaşmasıydı. Sermayenin hem yerlisi hem de yabancısı tarıma daha fazla girmişti. Sözleşmeli çiftçilik de daha önce görülmemiş bir yaygınlığa ulaşmıştı. Tohum ve damızlıklar bakımından dışa bağımlılık konusunda da amaçlara ulaşılmıştı. Diğer girdiler için zaten bu yönde işleyen süreç daha da pekişmişti. Tarımsal kredilerde Ziraat Bankası'nın hegemonyası kırılmış, Tarişbank tasfiye edilerek Denizbank'a satılmış, yabancı bankalar tarımsal kredi alanına önemli bir giriş yapmıştı. Küçük çiftçiye, özel uygulamalar ve ürünler dışında, yaşam hakkı tanımayan bir yapı oluşmuştu. Dönem boyunca iç ticaret hadleri tarım aleyhine dönmeye başlamıştı. Tarımda üretici olarak tutunmak giderek güçleşiyordu.

(iii) Tarımın dışa karşı korunmasında büyük gedikler açılmıştı. Ama bu gedikler olmaksızın dahi, tarımın dış ticaret bilançosu genel olarak negatife dönmüştü. Bir zamanların net ihracatçı sektörü, şimdi son 17 yılın bilanço toplamı olarak ithalat ağırlıklı bir sektöre dönüşmüştü. TRUP hanesine "başarı" olarak yazılabilecek bir sonuç da buydu.

(iv) Tarımsal KİT'ler özelleştirilmiş, tasfiye edilmiş veya işlevleri daraltılmıştı. TSKB'ler için de benzer bir durum söz konusuydu. TSKB'ler zaten özel kooperatif kuruluşları olmakla birlikte, bunların çoğu taşınmazlarını satarak mali sektöre ve  devletin Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu'na olan mali yükümlülüklerinden kurtulmanın çaresini aramışlardı. Dolayısıyla ciddi anlamda küçülmüşlerdi ve gelecekte kaynak sorununu çözememeleri durumunda ortaklarından ürün almayı sürdürmeleri giderek güçleşecekti.

(v) Bütün bu olumsuzluklar ortaya çıkmışken, iktidar tarımı milli gelirin yüzde yarımı civarında bir toplam destekleme tutarına mahkum ederek, üreticiyi iyice dayanaksız bırakmayı seçmişti. Bu yüzde yarımlık desteği bile yönetmekten aciz kalarak (son tarım bakanının itiraf ettiği gibi, hak etmeyenlere dahi sahte belgeyle destek aktararak) tarımı iyice gözden çıkardığını da belli etmiştir.
Peki ne yapmalı? Bu yazının sözcük sınırı esasen çok aşıldığı için bu sorunun yanıtını da izleyen yazımızda ele almaya çalışalım.


                                                                            ***

Bugün 12 Eylül, iki uğursuz tarihin yıldönümü: 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ve AKP'nin darbeler sürecini başlatan 12 Eylül 2010 Referandumunun... Hem 1980'ler hem de onun tamamlayıcısı olan 2000'ler ve 2010'lar Türkiye'nin kapitalist merkezlere ekonomik/mali bağımlılığının perçinlendiği dönemler olarak tarihe geçti. Bize düşen görev bu bağımlılık ilişkilerini tarihin çöp sepetine atana kadar mücadeleye devam etmektir.

Oğuz Oyan / SOL

Nevzuhur sultanın saray sofrası - ORHAN GÖKDEMİR

“Eğer bir gün çok zengin olduğumu duyarsanız, bilin ki haram yemişimdir” sözü ile başlayan bir siyasal hayat “kuş sütü”nün eksik olmadığı uçsuz bucaksız saray sofraları ile devam ediyor. O yüzden son günlerin en popüler sohbet mevzusu nevzuhur sultanın saray sofraları.

Son sofra “30 Ağustos Resepsiyonu” vesilesiyle kuruldu. Dolayısıyla sofrada uygun görülen bazı gazeteciler de vardı. Gazetecinin ağzı torba değil ki büzesin, yenileni içileni de yazdılar haliyle. Hoş, ortalıkta sofradan başka kayda değer bir mevzu da yoktu aslında. Sofra zenginleşmiş, zevkler incelmişti son 20-30 yılda. “Bir lokma bir hırka”dan zencefilli somonlu suşiye ulaşılmıştı gide gide. Üstelik sofrada hırka giyen bir “Allah’ın kulu” kendine yer bulamamıştı. Eee, artık burası zengin sofrasıydı.
Hırkalıların olmadığı zengin sofrasında sermaye sınıfının mensupları kendine geniş bir temsil olanağı bulmuştu o yüzden. Siyasetçiler ile bürokratlar başköşedeydi. Önceki sofralardan farklı olarak bu sofraya bir görgüsüzlük ve açgözlülük havası sinmişti gerçi ama olsun. Bu sofra bir metafordu nasılsa, orada çekilen resim ülkede gücün ve paranın kimlerin elinde olduğunu sembolize ediyordu.

***

Son sofrada yenilen içilenler listesini gazeteci Vahap Munyar’a borçluyuz. Saraya AKP’nin Hürriyet Temsilcisi Abdülkadir Selvi ile giden Munyar o müthiş deneyimini şöyle anlatıyor: “Yağmur olasılığı dikkate alınarak hazırlanmış ‘Kış Bahçesi’nden geçip, bahçeye çıktık. Bir garson içecek tepsisini uzattı. Tepsideki turkuaz renkli içecek dikkatimi çekti, görevliye sordum: Bu nedir? Ruy-i Derya.” İçeriği şöyleymiş; Ananas suyu, Hindistan cevizi ve süt. Ayrıca, turkuaz rengi için başka meyveler. Üzerinde de mini çikolata topları var. Erinmedim, sizin için Osmanlıca sözlüğe baktım; “denizin yüzü” demekmiş.
Munyar’ın aktardığı bilgilere göre “ruy-i derya içmeyeyim, başka ne var” diyenler için içecek listesi şöyleymiş: Armutlu buz küresi eşliğinde demleme çay, Hibiscus eşliğinde mineralli su, bahçe nane-limonata, Rosmerili buz küresi eşliğinde limonlu soda, orman meyveli special, kavun rüzgârı, şeftalili soğuk çay. Yemeklerin gözdesi zencefilli, somonlu suşi. Tatlılarda portakallı Adıyaman helvası. Sıkı durun, isteyene alkollü içki ikramı bile varmış. Hakikaten laiklik gibisi yok!
Evet evet, yanlış duymadınız, saray sofrasında -istemeye cesaret edebilirseniz eğer- alkollü içki de varmış. Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök bu bilginin üzerine atladı doğal olarak. Herkes masadaki Şehitler Köprüsü enstalasyonuna ve Genelkurmay Başkanı’nın eşinin başını örttüğü şala takılmıştı ama 30 Ağustos resepsiyonunda yaşanan “devrim”i görememişti. Suşi Külliye mönüsüne girmişti ki bu sadece Çin’den esinlenen “Maoist” bir “halk hareketi” sayılabilirdi zorlanırsa. Devrimi ise Cumhurbaşkanlığı Sosyal Hizmetler Müdürü Seyit Başkonak, Vahap Munyar’ın kulağına fısıldayarak haber vermişti. İsteyene alkollü içki ikramları da vardı. Fakat şu işe bakın ki konukların bundan haberi yoktu. Dolayısıyla alkollü içki isteyen olmuyor, böylece bir sorun da çıkmıyordu.

***

Artık toplumu alıştırdıklarından kimse bu sofraların maliyetini sormuyor tabii. İyi ediyor. Hâlbuki iki yıl önce öyle değildi; Daha mütevazı bir sofra büyük tartışmalara sebep olmuştu. Tartışmanın maddeleri arasında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve din adamlarına sarayda verilen iftar yemeğindeki masa bile vardı. Mimarlar Odası, 29 kişinin oturduğu masanın fiyatının 6. 5 milyon lira olduğunu öne sürmüştü. Masada verilen 29 kişilik iftar yemeğinin maliyeti 87 bin 653 kişinin fitresine eşitti. Gecekonduda iftar açan yöneticiden, sarayda lüks altın şeritli logolu tabaklarda, altın varaklı bardaklarda, tabak altı ve ekmek altı gümüş suplalarda iftar açan bir yeni sultana geçiş yapmıştı ülke.
Saray sofralarından sızan bilgilere göre saray sofrasının baş içeceği beyaz çay. Çay deyip geçmeyin, kilosu 4-5 bin liradan satılıyor. Beyaz çay üzerinde Japonya'da yapılan çalışmada kanserli hücreleri yok ettiği belirlenen “JP53” kod adlı maddeye rastlanmış. O nedenle hastalar tarafından çok tercih ediliyor. Sağlığı da yerinde sultanın anlayacağınız.
Alman dergisi Spiegel’e göre sarayda “çeşnicibaşı” da var. Sultan, yemeklerine zehir testi yaptırıyor yani. Spiegel Online’in haberine göre sarayda kurulan özel laboratuvarda yiyecek ve içeceklerin zehir ve radyoaktif maddelere karşı testten geçiriliyor. Ayrıca nevzuhur sultanın sağlığı beş doktor tarafından takip ediliyor. Zor zanaat bu sultanlık!

***

Yandaş gazeteciler devreye giriyor lüksün dozu arttıkça. Yandaşlara göre saray mutfağı oldukça mütevazı. Hatta Anadolu'nun geleneksel mutfağından farkı neredeyse yok. Hanımefendi limon ve elma kabuklarını ziyan etmiyor, onlardan sirke kurduruyor. Normalde bir kase çorba veya bir çeşit yemek ve salatayla kurulan sofralar ancak misafir olunca şenleniyor.
Ertuğrul Özkök’e bir müjde daha. Bu menüden anladığımız kadarıyla sarayda ev yapımı sirke kullanılıyor. Sirke ile şarap arasında teknik olarak bir fark yok. Ekşimiş şaraptır sirke. Hakikaten saray menüsünde alkol var. İsteğe de bağlı değil üstelik!

***

Cumhuriyet yıkıldı. “Mustafa Kemal içkiciydi, bir içkici daha bulmuş iki ayyaş olarak kurmuşlardı ondan yıkıldı” diyorlar şimdi. Dua ediyoruz sirkenin de bu tür yıkıcı etkileri olmasın diye. Afiyet olsun, yiyin efendiler. Allah sultanımıza zeval vermesin!

Orhan Gökdemir / SOL

En şaşırtan dış politika bizimki... - EROL MANİSALI

Dış politikada iki uzman, Ayşe Hiçyemez ile Ahmet Külyutmaz çok üst seviyede tartışıyorlar;
- Rus uçağını düşürdük, Moskova ile savaşın eşiğine neredeyse gelmiştik.
- Yok canım, nerden çıkardın? Başkası bizi kandırarak düşürtmüş, yani kumpas kurmuş, bu sayılmaz.
- Kabahat ABD’de mi yoksa İsrail’de mi?
- Bu tam belli değil, Kuzey Kore bile olabilir, hatta YPG bile.
- Pek anlamadım ya, bu son aylarda biz ABD’nin mi yoksa Rusya’nın mı stratejik ortağıyız?
- Valla bu iş biraz karışık, galiba biz ikisinin de stratejik ortağıyız: ABD ile NATO’da, Rusya ile domates ve gazda.
- Peki, her ikisinin de düşmanı olma olasılığımız yok mu? Suriye’de hem ABD hem de Rus askerleri karşımıza dikilmişler, onlardan izin almadan nefes alamıyoruz. Üstelik her ikisi de PKK’nin yanındalar. PKK bizim stratejik düşmanımız ise, ABD ve Rusya PKK’ye destek veriyorsa biz nasıl hem ABD hem de Rusya’nın stratejik ortağı olabiliriz? 


- Şimdi gelelim Barzani’nin Kuzey Irak’ta bağımsız Kürdistan ilanına: Ankara karşı çıkıyor, hatta ortak Bahçeli savaş nedenidir diyor. Affedersin ama bizim Barzani ile ilişkilerimiz güllük gülistanlık değil miydi? Ona her türlü yardımı yaptık, peşmergelerine göz yumduk, bayrağının Ankara ve İstanbul’da dalgalanmasına evet dedik; peki, şimdi neden işler değişti? Adamın bağımsızlık isteği belliydi.
- Canım adamlar ve bakanlar değişince olur böyle şeyler. Davutoğlu’nu gönderince “onun yanlışlarını kapattık”.
- Pek anlamadım ya, Ankara aynı Ankara, hükümet aynı hükümet değil mi? Bir adam giderse işler tersyüz mü edilir?
- Farkında değil misin, iş sadece Kuzey Irak’ta değil, Suriye’de de Esed tekrar Esad olmaya gidiyor, (e) harfi yeniden (a) olursa sakın şaşırıp “Aaaa…” demeyin, bizim dış politikamızda şaşılacak şeylerin sayısı oldukça fazladır. Şaşırtıp kafakola getireceksin ki yumruğu alnının ortasına indiresin. Yalnız onlar değil, biz bile ne yaptığımızı anlamayalım ki kafaları iyice karışsın; adamlar, “Dış politikada böyle bir şey yoktur, bunların ne yapacakları hiç belli değil” diye düşünsünler ki yumruğu rahatça vuralım.
Bak, Kuzey Koreli oğlancık Kim ne sürprizler yapıyor, yalnız Amerika değil Çin bile şaşkın, şaşırtıp indireceksin yumruğu. Önemli olan kafa karıştırmak, içerde, dışarıda hiç fark etmez. 


***

Şimdi gelelim Avrupa krizine: Kuzum nedir bu, ABD ve Rusya ile papaz olduk, Avrupa da nasibini alsın diye mi resti çektik?
- Yok valla, pek öyle değil, adamlar ve Merkel gibi kadınlar “Sizde özgürlük yok, gazetecileri içeri atıyorsunuz, Avrupa Konseyi’ni ve AB’yi takmıyorsunuz” diye bizimkilerin işine karışmazlar mı?
Bizimkiler öyle işlerine karışılmasından pek hoşlanmazlar; yok hukukmuş, basın özgürlüğü imiş deyip bizim mahallede ahkâm kesince haklı olarak resti çekmişler.
- Ama biz herkesle restleşe restleşe işi nereye kadar götürürüz? Bizim Avrupa’da 4 milyon insanımız var, onları ateşe atmış olmaz mıyız?
- Ne yapalım ateş olduğu yeri yakar, her koyun kendi bacağından asılır, bizde de 4 milyon Suriyeli var ne olmuş yani?
- Ne yani Merkel’le takas etmeyi mi düşünüyorsun?
- Ne yapalım, onları beslememiz için parayı bastırmazsa Suriyelilerle bizim Avrupalıları takas ederiz.
- Üstelik bizim Avrupa’dakiler de her bayramda, tatilde Türkiye yollarına düşmezler, eziyetten kurtulurlar.
- Bizimkilerin işbirliğine diyecek yok, Özal demişti ama becerememişti, “bir verip üç almak” buna denir. Valla herkesle papaz olup da üstüne üstlük kazanan kimse yoktur.
- Yok canım herkesle papaz olmadık, Yunanlılar 16 adamızı mangalları, topları ve papazları ile işgal ettiler gık bile demedik, iyi komşuluk böyle olur. Önce müzikleri, sonra papazları, en sonunda da askerleri geldi, hoş geldi dedik.
Bugün Atatürk’e kızan kimi tarikatçılar “Keşke Yunan kazansaydı” demiyorlar mı, işte kazanıyorlar. Ege’den başladılar. Tam da 9 Eylül’ü kutlarken değil mi?
- Ha, bir de şu Çağlayan-Sarraf kartını yeniden çıkardı Amerika.
- Ama bizimkiler de “Sen Çağlayan’ı Sarraf’ın yanına alırsan, biz de Çiller’i ithal ederiz” derler sonra...
İç politikada bu kadar şaşırtan uygulamalar olursa, dış politikanın da şaşırması çok normal değil mi?



Erol Manisalı / CUMHURİYET

Kefenli değerler eğitimi - TURAN ESER

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”
Ece Ayhan
Çocuklarımızın geleceğini dini cemaat adı altında örgütlenmiş, holdingleşmiş, vakıflaşmış, siyasallaşmış din tüccarları yazarken, “ben ne yazayım” sorusu tuhaf olabilir.
Cemaatçiler, eğitim ve bilim emekçilerinin yerine geçerken, okullar medreseleşirken, devlet dersinde cinci hocalar, kefenli, şeytanlı, ölümlü “değerler hurafesiyle” çocuklarımızı “çarparken”, “ben ne yazmalıyım” diye düşünecek vaktim de yok!

Elbette eğitimde süregelen dinci ve gerici tahribatları yazacağım.


Tüm çocuklarının haklarını savunmak, doğruları yazmak tarihsel bir sorumluluğumuz var. Elimizi taşın değil, koca bir kayanın altına koymak zorunda olduğumuzun farkındayım. Çünkü ben bir veliyim.

Eğitimdeki tehlikeli gidiş karşısında doğru olanı yazmak, laik ve bilimsel eğitimi savunmak için, ulaşabildiğimiz her insanı uyarmak, uyandırmak ve toplumsal farkındalık yaratma zamanı. Zira her sessizlik ve tepkisizlik kaybetmeye ve zayıflamaya sürükler. Seyrederek ve geç kalarak, hep birlikte ve çocuklarımızla acı çekebiliriz.

Çünkü AKP, en tehlikeli oyunu, okul bahçesine kurdu. Hem de çocuklarımızın oyunlarını bozarak. Diyanet baskısıyla İzmir, Bursa ve İstanbul’da bazı okulların kütüphaneleri mescide çevrildi. Sınıflar cemaatlerin propaganda mekânlarına dönüştürüldü.

Kefenli değerler
AKP-Milli Eğitim Bakanlığı cemaat vakıfları ile “Değerler Eğitimi” verilmesine dair imzaladığı “İşbirliği Protokolü” kapsamında kullandığı kitapçıkta “çocuklarını dini ölçülere uygun evlendirmek”, “ölüm ve ötesi”, “dua ve ibadetin hayatımızdaki yeri” ve “oruç”, gibi kavramlar bir dinin mezhepçi “değerleri” üzerinden anlatılıyor.

Soyut kavramları algılamada ve somutlaştırmada sorun yaşayacak çocuk zihinlere neler anlatıyorlar, neler aşılıyorlar diye merak edip detaylı bakınca, karşınıza; “tövbe etmek, “şeytan”, “ahiret”, “iman etmek”, “teenni”, “ebediyet”, “günah”, “nefs” ve “tevekkül” gibi soyut ve dinci hurafeler çıkıyor. İrrasyonel, akıl ve bilim dışı anlatımlarla çocukları zihin dünyası karıştırılıyor.
Çocukların bilinçaltı dünyasına, dünyevi ve insani bilgiler değil, dogmatik, hurafe ve uhrevi bilgiler şırıngalanıyor. Yaşamın güzelliği, yaşam hakkı yerine, en çok da, “ölüm”, “kefen” ve “ahiret” gibi soğuk kavramlarla çocuklarımızın ruhlarını üşütüyorlar ve körpecik zihinlerini donduruyorlar. “Ölüm nimet”, “ölüm uyku ile aynı şey” “ölüm hayatın yüklerinde kurtulmak” ve “hastalık Allahlın hediyesi” olarak anlatılıyor.

Oysa pedagojik ve çocukların yüksek çıkarları açısından değerlendirdiğimizde, okul öncesi ve ilköğretim öğrencilerine, bir dinin aşılanması, çocuk yastaki körpecik zihinlere dini olan bu soyut kavramları ve konuları algılamalarını dayatmak arızalı, asimilasyoncu ve çocuk haklarını hukuksal olarak çiğneyen bir yaklaşımdır.

Çocukların bu soyut anlatımları, zihinlerinde somutlaştırmaları sorunlu olabileceğinden, farklı düşüncelerin etkisi altına girebilirler. Üstelik bu anlatımları, “cin” ve “şeytan” dogmalar ve hurafelerle desteklenmesi, çocukların psikolojisi açısından daha da tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
Bu dinci ve cemaatçi vakıflar, öğrencilerin ve velilerin dini inançlarının çeşitliğine ya da inanmama haklarına bakmaksızın, hatta çocukların velilerinden izin dahi almadan, okulda ve devlet dersinde tarikat mensuplarınca çocuklara dini seminerler düzenliyorlar. Seminer konularının da evrensel değerlerle, uzaktan ve yakından hiç bir alakası ve ilgisi yok!

Özetle; MEB ve cemaatlerin işbirliğine dayalı “Değerler Eğitimi” bir mezhebin körpecik beyinleri yıkayan dinci ve ideolojik eğitimdir.

Oysa evrensel insani değerler bir mezhebin, bir dinin ya da bir ideolojinin dayatmalarına göre belirlenemez.

Evrensel değerler eğitimi mümkün
Siyasal İslamcılar, evrensel değerleri kapalıdır. Hatta laikliği bile, “din düşmanı” olarak anlatırlar.
Evrensel değerler, farklı ama bir arada yaşayarak, eşitlik temelinde toplumsal birliğin ve düzenin işleyişini sağlamaya yarar.

Cemaatlere teslim edilen “Değerler Eğitimi”, yurttaşlık bilinci ve yurttaşlık hakkı, sosyal, özgür ve özgüven sahibi bireyin varlığını içermiyor. Temel insan, çocuk ve doğa haklarına saygılı olmak dillerinde yok. Olursa kulluk rejimi inşası sekteye uğrayacak.

Demokrasi, laiklik, eşitlik, özgürlük, barış ve emeğin hakkı gibi evrensel değerlere, devlet ve cemaat ulemasının dersinde yer verilmiyor. Çünkü özlemleri teokrasi ve tek adamlık rejim!
MEB’in “Değerler Eğitimi” ayrımcılık, nefret söylemi ve şiddetten uzak durmak, bilimsel eğitim ile eleştirel düşünme, düşüncenin ifade edilmesi ve düşünce özgürlüğüne saygı duymak gibi, bilimsel ve evrensel değerler eğitimine mesafelidirler.

Evrensel değerleri ve laikliği savunmak, bir din ya da inanca mensup olanların, kendi dini değerlerini öğrenmelerine karşı değildir.

Her din ve inanç mensupları dini değerlerini öğrenme ve öğretme hakkına sahiptir. Kişisel tercih ve özel yaşam alanına ait olan dini “değerlerin” öğrenileceği yer ise okul dışı alandır. Bu bir devlet dersi ve kamusal din hizmeti olamaz. Bu ailenin kendi çocuklarına vermesi gereken özel dini alandır.
19. Milli Eğitim Şûrası ve “tek din, tek mezhep” üzerinden tüm topluma dayatılan zorunlu ya da seçmesi zorunlu din dersleri referans alınarak, “kindar ve dindar nesiller” yetiştirmek için, dinselleştirilmiş “Değerler Eğitimi” verildiğini biliyoruz.

AKP’nin, toplumsal fay hatlarını, etnik, dinsel, cinsiyet ve sınıfsal temelde tetikleyen kutuplaştırma stratejisini, okul bahçesine taşıması endişe vericidir. Okulda çocukların arasına ayrımcılık tohumu eken bu uygulama herkesi rahatsız ediyor.

Okul bahçesine kurulan bu dinci ve gerici oyunu, ancak öğretmenler, veliler ve öğrenciler birlikte bozabilir.

Çünkü çocuklarımızın ile ülkenin geleceği, laiklik, demokrasi, adalet ve parasız, kamucu ve bilimsel eğitim talebi, hepimizi ortaklaştıracak ve kucaklaştıracak tek zemindir.

Turan Eser / BİRGÜN

İhbarın sorgusu ambulans şoförüne kaldı - AYÇA SÖYLEMEZ

Ankara’daki 10 Ekim Katliamı davasının gelecek duruşmasına iki hafta, saldırının yıldönümüne bir ay kala hâlâ ‘emri verenler’ firari; saldırıyı engellemeyen kamu görevlileri, ‘görevinin’ başında.
İki yıldır kamu görevlilerinin sorumluluğuna dair tek gelişme, olay yerine ambulans erişimi sorunu nedeniyle, Sağlık Bakanlığı çalışanlarına soruşturma açılması oldu.

Yakınlarını kaybedenler ve avukatları, iki yıldır, katliama (en iyi ihtimalle) göz yumanların araştırılmasını isterken, tek kabul edilen taleplerinin ‘ambulans soruşturması’ olmasını beklemiyordu herhalde.

Katliamla ilgili yargıdaki hukuksuzlukları geçen hafta yazmıştım, bu hukuksuzlukların bazılarını kayda geçiren İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettiş raporundan da bahsedeceğim.
Bakanlık müfettişlerinin, Ankara Emniyet Müdürlüğü mensuplarını incelediği raporunda, kamu görevlilerinin de soruşturmaya dahil edilmesi gerektiği ifade edildi. Yargı bu raporu dikkate almadı, savcılık polisler ve amirleri hakkında takipsizlik kararı verdi.

Ancak müfettiş raporundaki belgeler ‘takip edilmeyecek gibi’ değil:
Müfettişler, incelemeye başladıklarında, Emniyet’e saldırı öncesi gelen tüm ihbar yazılarının kendilerine verilmesini istemişti. Emniyet Müdürlüğü ‘yüzlerce olduğunu’ söylediği ihbarlardan sadece 62’sini müfettişlere gönderdi (Diğer ihbarlarda ne olduğu yargıya da müfettişlere de gösterilmedi).

62 ihbar içerisinde, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı’nın, intihar saldırısı olabileceğine dair ihbar yazısı da vardı.
TEM Daire Başkanlığı, 14 Eylül 2015 tarih ve 46477 sayılı yazısı ile 47 İl Emniyet Müdürlüğü’ne, TEM Şube Müdürlüklerine; İstihbarat Daire Başkanlığı da 524167 sayılı yazısı ile 81 ilin istihbarat şube müdürlüğüne “canlı bomba eylemi olabileceğine dair ihbar yazısı” gönderdi.
İhbar yazılarında şu ifadeler yer alıyordu:
“DEAŞ’ın [IŞİD] ülkemize yönelik uluslararası ses getirecek çapta büyük bir eylem yapma kararı aldığı… Bu eylemle ilgili olarak seçtiği grubu Suriye Deyr-ez Zor’da bulunan bir kampta özel eğitime tabi tutmaya başladığı… Planlanan eylemin uçak/gemi kaçırma ya da miting/kalabalık yerde aynı anda çok sayıda canlı bomba patlatma şeklinde kompleks bir eylem olabileceği yönünde teyide muhtaç bilgiler elde edildiği… Son gelişmeler ışığında DEAŞ’ın ülkemize yönelik sansasyonel eylem arayışında olabileceğinin değerlendirildiği…”

Büyük bir mitinge saldırı olma ihtimalinden bahsedilen, hatta saldırganların hazırlandığı yerin adresine kadar verilen yazının öncesinde de IŞİD, Suruç ve Diyarbakır’da bombalı saldırı düzenlemişti.

Ancak Ankara Emniyet Müdürlüğü TEM Şubesi C Büro Amiri, yazıyı gereken yerlere iletmedi, tedbir almadı, yokmuş gibi davrandı.

Müfettişlerin, yazıyı neden hasıraltı ettiği sorusunu da “Somut olarak Ankara’yı ilgilendiren bir şey olmaması, personelin psikolojisinin bozulmaması, evrakın gereksiz yere ifşa olmasını (basında çıkması) engellemek için il geneli tamim yapmadım” diye yanıtladı.

Yani, yazının gerçek bir tehdide işaret etmediğini düşündüğünü söyledi. Ancak, madem tehdidi ciddiye almadı, neden mitingde görevli Emniyet mensuplarına, tam da miting öncesi, “bütün personelin öncelikle kendilerine yönelik olası ‘canlı bomba’ konusunda duyarlı olmaları” talimatını verdi?

İhbarı ciddiye aldı mı, almadı mı? Yoksa ciddiye alınmayan eylemcilerin hayatı mıydı?

Savcılar bu soruların cevabını, ambulans şoförlerini sorgularken bulur herhalde.

Ayça Söylemez / BİRGÜN

11 Eylül 2017 Pazartesi

Vaiz ile sosyolog ! - Mine G. Kırıkkanat

Said-i Nursi’nin izinde bir vaiz
Türkiye’de, legal siyasal İslamın yükselişe geçtiği 1990’ların sonu ile AKP’nin iktidar olduğu 2000’li yılların başından bu yana en çok tartışılan isim kuşkusuz ki Fethullah Gülen oldu. İslamcı düşünceyi toplumun geneline yayarak etkin kılınması için önemli bir çaba içerisinde olan Gülen Cemaati, kendisini dönemin sosyopolitik koşullarına uyarlayarak gelişti. Gülen Cemaati 1980’lerden bu yana ideolojik çehresini ciddi biçimde değiştirirken koruduğu en önemli özelliği AKP öncesinde de AKP iktidarında da, dönemsel iktidar dengelerini iyi okuyarak siyasi partilerden özerk kalmaya özen göstermek oldu. İdeolojik olarak kendine yakın duran partilerin iktidar ortağı ya da tek başına hükümet olmasıyla da devletin her kurumunda ciddi bir güç elde etti. Said-i Nursi’nin fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia etse de Gülen, Nursi’nin görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayarak bugünkü politik gücüne ulaştı. Said-i Nursi’nin izinden giden Nur Cemaati’nin önemli birkaç liderinin arasındayken hükmettiği para miktarının bilinemez boyutlara ulaşması ve devlet kadrolarındaki örgütlenmesiyle neredeyse tek adam pozisyonuna kadar ilerledi.

Fethullah Gülen’in cemaatle tanışması
Said-i Nursi 23 Mart 1960 tarihinde öldüğünde Fethullah Gülen 19 yaşındaydı. Fethullah Gülen, Nur Cemaati’yle tanışmasının ise 1957 yılında gerçekleştiğini çeşitli röportajlarında anlattı. Gülen o tarihte 16 yaşındaydı ve Erzurum’da Said-i Nursi’nin yanından gelen Muzaffer Arslan’ın sohbetlerine katıldı.
Fethullah Gülen, Nur Cemaati’nin içinde Said-i Nursi’nin (1960’taki) ölümünden sonra başlayan ve gittikçe keskinleşen ayrışmanın belirli ölçüde dışında kalarak kendi cemaatini yavaş yavaş oluşturuyordu. Yazıcılar grubuna sırtını yaslayan Gülen, İzmir ve Ege bölgesinde vaazlarıyla ağırlığını hissettirmeye başladı.
Fethullah Gülen, Nurculuğun içinde bir “Fethullahçılık” oluşturma çabasına girmişti. Üstelik Fethullah Hoca vasıtasıyla Cemaat’e katılanların bazıları Fethullah Hoca’ya Mehdi, Hz. İsa, Kahtani gibi manevi sıfatlar yakıştırıyorlardı.*
*AHMET ŞIK’ın İmamın Ordusu başlıklı kitabından alıntılardır. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017)

                                                                        ***
 
FETÖ lideri Fethullah Gülen’in Nur Cemaati’nin içinden devşirdiği “Işık”; camiası, evleri ve dershaneleriyle iyice parlamaya başladığında, ne tesadüf ABD’den çıkıp geldiği Türkiye’de Said Nursi’nin izini süren bir de değerli sosyolog vardı: Prof. Dr. Şerif Mardin.

Şerif Mardin 1973’ten öteye B.Ü.’de ders verirken 13 yıl süreyle gide gele, Washington’daki İslam Araştırmaları Merkez Başkanlığı da yapıyordu. Bediüzzaman Said Nursi Olayı incelemesi, ABD’de 1989’da yayımlandı. Üç yıl sonra Fethullah Gülen de ABD’ye ilk kez avdet etti ve Turgut Özal’ı Houston’daki hasta yatağında ziyaretinden sonra, devletten resmi kabul görmeye başladı!

Fethullah Gülen, 1994, ’96, ’97’de de ziyaret ettiği ABD’ye 1999’da gitti ve bir daha dönmedi. Şerif Mardin ise 1991’den öteye ikamet ettiği ABD’den 1999’da tekrar Türkiye’ye, Sabancı Üniversitesi’ne döndü. Ve 2010 yılında Ruşen Çakır ile Mirgün Cabas’a verdiği bir röportajda: “Bu Gülen Cemaati ile ilgili olarak ben Amerika’daki Türk öğrencilerin yüzde 80’inin Gülen Cemaati’ne bağlı olduğu bir yerde kaldım 4 ay kadar. İç teşkilatlanmasını hiç çözemedim. Bu iç teşkilatlanma aslında tutkal şekli bizim tanıdığımız bir tutkal şekli değil. Onun ben esrarını çözemedim” dedi.
Said Nursi’nin ilmini “bediüzzaman”, yani benzersiz olmasına rağmen çözmüş, Nur Cemaati tutkalının formülünü bulup çıkarmış sosyolog için ne kadar tuhaf bir yanıt değil mi?

Devleti FETÖ’ye teslim edenlerin Şerif Mardin’in öğrencisi ve takipçisi olmakla övündüğü bugünlerde; ben FETÖ’yü şakır şakır çözen Ahmet Şık, karşısında duran Kadri Gürsel ve Murat Sabuncu ile aynı gazetede çalışmakla övünüyorum. FETÖ’cü kumpasın Cumhuriyetçi mağdurları yönetici Av. Akın Atalay ve çalışanı Yusuf Emre İper’le de dayanışma içindeyim.

Eğer FETÖ’yle gerçekten mücadele ediliyorsa, hepsinin özgür olması gerekir!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Reza, Atilla, Çağlayan… sırada kim var? - İLKER BELEK

Reza Zarrab 19 Mart 2016’da, Halk Bank Genel Müdür yardımcısı Atilla 29 Mart 2017’de göz altına alınarak tutuklandılar. 8 Eylül 2017’de de ABD mahkemesi eski ekonomi bakanı Zafer Çağlayan, Halk Bank eski genel müdürü Süleyman Aslan ve genel müdür yardımcısı Levent Balkan hakkında tutuklama kararı verdi.
                                                                           *****

ABD’nin İran ambargo süreci çok eskilere, Musaddık dönemine (1951-1953) uzanıyor. Musaddık İngiliz şirketlerinin elindeki petrol yatak ve tesislerini millileştirince ambargo başlıyor ve ABD destekli bir askeri operasyonla devrilinceye kadar da devam ediyor.
Sonraki aşama ise Humeyni’nin iktidara gelmesine rastlıyor, iniş çıkışlarla günümüzü de içermek üzere hala sürüyor.
En sonuncusunun nedeni İran’ın nükleer silah üretme planları. Gerekçe buysa bütün dünya ABD’ye ambargo uygulamalı. Ama tersine, bu kez ambargo diğer ülkeleri de içerecek şekilde genişletiliyor. Yani ABD diyor ki İran’dan petrol ve doğalgaz satın alan ülkeler de gazabıma muhatap olur.
Bütün bunlar ambargonun ve ambargoyla bağlantılı yaptırımların gerekçesinin hukuki değil, siyasi olduğunu kanıtlıyor.
                                                                           *****

Amerika bir hukuk devleti değil ki, yaptıklarının hukukla alakası olsun. Özellikle dış politikası için bu tamamen geçerli. Ama daha düne kadar içeride siyahlara yaptığı zulüm ortada değil mi? Ve daha dün Trump’ın yabancı düşmanlığını körükleyen laflarını değerlendirerek ırkçılık yeniden sokaklarda vahşete dönüşmedi mi?
Amerika dünyanın en önemli terör makinesidir. Dış politika söz konusuysa bu hiç kuşkusuz doğrudur. Bir başka ülke hakkında ne düşünüyorsa kötüdür. O’nun için önemli olan tek şey tekellerin, mali oligarşinin çıkarlarıdır.
Yalnızca Hiroşima’da, Kore’de, Küba’da, Güney Amerika ve Uzak Doğu’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da , Suriye’de, 12 Eylül’de yaptıklarına bakın yeter.

                                                                            *****
Reza İran’ın ABD ambargosunu delmek için kullandığı birisiydi. Paravan şirketler kurdu, yönetti. İran’ın dış ticaretini kapalı kapılar ardında idare etti. Diğer ülkelerin siyasilerine rüşvet dağıttı. İran doğumlu, hayatının önemli kısmı Dubai’de geçti, eğitimini Türkiye’de aldı ve AKP 2007 yılında kendisine vatandaşlık verdi.
İran ile Türkiye’nin birlikte iş yapmasını sağlamak bakımından uygun bir profil.
Hizmetleri karşılığında İran devletinden çok yüklü miktarda para aldı. Hayatını böyle kazanıyor, paraya para demiyordu. Ama hırsına yenik düştü, belki başka şeyler de var, İran devletine teslim etmesi gereken paranın bir kısmını cebine atmaya başladı. Söz konusu miktar milyarlarca Dolar’dı. Dolayısıyla yalnızca ABD’nin değil, İran’ın da kara listesine girdi.
Girdi ve ortağı Zencani İran’da tutuklandıktan sonra Türkiye’de Reza ile birlikte 8.5 milyar Dolar rüşvet dağıttıklarını itiraf etti fakat, Erdoğan kendisine “suçsuz ama 6 aydır tutuklu” diye sahip çıkmaktan geri durmadı.
Kimileri diyor ki İran’ın eline düşmektense, Amerikan adaletine teslim olmayı tercih ettiği için başına gelecekleri bile bile Amerika’ya giriş yaptı. Olabilir. Para bu, hayat kaygıları, emperyalizmin olağan işleyiş halleri böyle.
                                                                          *****

Ama işin en başından itibaren ABD zaten ayrıntıları önemli derecede biliyordu. Öyle ki kimi Amerikan tekellerinin ambargoyu delmesine, kimi İran şirketlerinin kazançlarını Amerika piyasalarında değerlendirmelerine bile göz yumdu.
Hal böyle olunca Reza’nın Amerikan savcılarına konuşması kaçınılmazdı. Amerika artık Reza’yı AKP’yi köşeye sıkıştırmak için kullanma olanağı da elde etmişti.
AKP’yi mi? Aynen öyle.
En başından itibaren bu işin Reza ile sınırlı kalmayacağını, ABD’nin siyasi ve askeri keyfiyetine göre ilerletileceğini, AKP’yi köşeye sıkıştırmak için kullanılacağını, 17-25 Aralık ses kayıtlarının sızdırılmasının bir CIA operasyonu ve bu operasyonda Fethullah’ın kullanılmış olma ihtimalinin olduğunu, ama bütün bunların olayın özünü hiçbir şekilde değiştirmeyeceğini ve fakat olayın özünün büyük güçlerin hiç birisinin umurunda olmadığını yazdık.
Savcı Bharara’nın iddianamesinde Reza ve dosyaya girecek diğer kişiler ambargoyu delmekle, Amerika aleyhine faaliyet göstermekle ve bu işler için rüşvet almakla suçlanıyorlar.  Bu, üzerinden istenildiği gibi yürünecek, her tür siyasi ve askeri, legal ve illegal müdahaleye zemin sunacak bir yolu açmış oluyor. AKP’lilerin her açıklaması da bu yola taş döşüyor.

                                                                             *****
AKP’nin Trump’ın seçilmesine, sonra Reza’nın savcısı Bharara’nın görevinden istifa etmesine sevinmesi boştu. Boştu, çünkü Bharara Reza dosyasını hobi olarak hazırlamamış, istifa ettirilen AKP’li bakanların da işin içinde yer aldığını en başından itibaren boşuna vurgulamamıştı.
ABD AKP’den rahatsız. Bu rahatsızlık 2013’den beri nasıl evrildi, yalnızca buna bakılsa bile, boyutları hakkında fikir sahibi olunabilir.
ABD AKP’yi silkeliyor: Haziran halk ayaklanmasından beri, artık içeriyi kontrol edemiyor diye. Suriye’de başına buyruk işler çevirmeye başladığından beri, kendisini Rusya ile doğrudan savaşa girmek zorunda bırakacak diye. Kürt sorununun tamamen çıkmaza sürüklenmesine sebebiyet verdi diye.
Sonuç ne oldu: 17-25 Aralık kayıtlarının sızdırılması ve 15 Temmuz oldu.

                                                                        *****
Amerika’nın derdi tekellerin çıkarı.
İnsan haklarıymış, uluslar arası hukukmuş, bunların kendisi için zerre kadar önemi yok. Yok ama, Menderes’ten beri O’nunla iş tutanlar, Menderes ve Özal’ı siyasi referansları olarak sunanlar bu terör aygıtını stratejik müttefik olarak görürken ve Amerika’da onları ortağım diye okşarken bir gram utanma hissettiler mi?
Amerika şimdi diyor ki… Oyunun kuralları böyle. Severim de, döverim de. Proje benim, raconu ben keserim, sen ise taşeronumsun. Reza da böyle böyle. Seninkiler hakkında elimde kuvvetli deliller mevcut. Üstelik içlerinden şehircilik bakanı değil miydi her şeyi başbakanın bilgi ve onayı dahilinde yaptığını açıklayarak istifa eden, sonra her nasıl olduysa sus pus özürler dileyerek geri dönen. Ne yaptınız haklarında, mecburen görevlerine son vermekten ve olayla ilgili fezlekeleri, tutanakları hazırlayan polis ve adliye teşkilatını der dest edip içeri tıkmaktan başka.
Üstelik hala açık veriyorsunuz: Ben diyorum ki, bunlar bunlar ambargoyu delmişler, bunun için rüşvet almışlardır, siz diyorsunuz ki bilgimiz dahilinde ve ne yaptılarsa devletimiz için yaptılar. Bir de sızlanıyorsunuz: Ama bize İran petrolünü satın alma izni vermiştin diye. Doğru vermiştim de, ambargoyu başka ülkelerin delmesi için para karşılığı iş çevir dememiştim.
Amerika teröristtir ama, rakiplerini ve işbirlikçilerini yok etmek bakımından da dünyanın en ileri “hukuk devleti”dir.
Şimdi elindeki bütün kanıtları, rakibinin süreç içindeki tutumunu gözleyerek ortaya dökecek. Ama kesinlikte rahat bırakmayacak. Dava dosyası bile henüz tamamlanmadı.

                                                                          *****
Bu iş nereye kadar mı gider. Ben ne bileyim, bilse bilse Amerikan istihbaratı bilir. Rubini Atilla tutuklandığında üç isim vermişti, sonuncusu Bilal’di. Ama ya eğer her şey denildiği gibi devlet adına yapıldıysa …

İlker Belek / SOL

Bahardan Geriye kalan (I-II) - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tunus kırılgan, Libya parçalı Yemen savaş ve işgal altında.(I)

“Bahar” sonrası büyük kayıpları oldu Tunus’un. 2010 yılında 7 milyondan fazla turist ağırlayan ülke bu rakama “Bahar”dan sonra asla ulaşamadı. Tunus'ta, “Arap Baharı”nın ülke ekonomisine maliyeti 2 milyar dolar oldu. Bu GSYH'nin yüzde 5,2'si demek.


Üzerinden yedi yıl geçti. Tunus’ta işsiz bir mühendis olan Muhammed Buazizi’nin 18 Aralık 2010’da kendini yakmasıyla başlayan protesto gösterileri Ortadoğu ile Kuzey Afrika’da büyük çalkantılara yol açtı. Batılı merkezlerin “Arap Baharı” adını verdikleri süreç Tunus ve Mısır’da iktidar değişikliklerine, Libya’da Muammer Kaddafi’nin vahşice öldürülmesine, ardından da NATO işgaline, Yemen’de Ali Abdullah Salih’in ülkeyi terk etmesine neden oldu.
Etkisi altına aldığı ülkelerde meydana gelen halk hareketlerinin gerekçesi olan demokratik talepleri kendi çıkarları doğruktusunda yönlendiren emperyal güçlerin “Arap Baharı” adını verdikleri süreçten sonra her şey çok değişti. Bölge diktatörlüklerine karşı direniş olarak başlayan ancak daha sonra başta ABD olmak üzere emperyal merkezlerce yönlendirilip bölgedeki “ulus devletlerin” yıkılması aracına dönüştürülen “Arap Baharı” coğrafi sınırları değiştirdi, ülkeleri parçaladı, etnik, dini çatışmaları körükledi, tüm bölgeyi içinden çıkılması zor bir kaosa soktu.
Bunca zaman sonra bile “Arap Baharı”nın etkileri adı geçen bölgelerde etkilerini sürdürüyor. Bugün, “Bahar”ı çoşkuyla karşılayan, bölge halklarının taleplerini kendi çıkarlarına denk düştüğü için destekleyen Batılı merkezler, aslında yaşananların bölge halklarına hiçbir yarar getirmediğini kabul etmiş bulunuyorlar. Tunus’un her an bozulma ihtimali olan şu anki istikrara ulaşması çok uzun zaman aldı, Libya iki ayrı hükümete sahip, ikiye bölünmüş, huzursuzluğun hâlâ dinmediği bir “ülke” durumunda. Yemen, “Bahar”dan en zararlı çıkan ülkelerin başında geliyor, Bahreyn, Cezayir, Ürdün şimdilik “sessiz.”


Baharın etkileri
“Bahar”ın etkisini küçük çapta gösterdiği ülkeler Suudi Arabistan, Irak, Lübnan, Moritanya, Fas ve Umman. Bunlardan Suudi Arabistan’ın Yemen nedeniyle içine girdiği sıkıntı da “Bahar”la ilgilidir yine.
Yemen “Bahar”ın yarattığı karışılıkların üzerine ABD destekli Suudi işgali ile de karşı karşıya kaldı. Suriye’de olanlar ise tüm dünyanın gözünün önünde gerçekleşiyor. Suriye yönetimi ve halkı ülkeye komşu ülkelerin de desteğiyle sokulan, kimi kaynaklara göre sayıları 60 bini bulan cihatçı çetelere karşı yurtlarını koruma savaşını sürdürüyor.
“Arap Baharı” Ortadoğu ve Kuzey Afrika için tarihi önemde bir hareketlilikti, kuşku yok. Ama etkilerinin ne olacağı konusu bugün bile kestirilebilir özellikte değil. Her an her şeyin değişebileceği bir ortam var adı geçen bölgelerde. Çünkü “Arap Baharı” Batılı merkezlerin bekledikleri gibi gelişmiş olabilir ama onların bekledikleri gibi sonuçlanmadı. Bu merkezlerin Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki dengeleri hesaba katmadıkları çok belli. “Arap Baharı”ndan çok çok önce ABD tarafından devrilen Irak lideri Saddam Hüseyin’in cezaevindeyken kendisinden sorumlu olan ABD’li komutana “Irak yönetilmesi zor bir ülkedir, siz asla yönetemezsiniz” sözleri, tüm Ortadoğu için geçerli bir gerçeği ifade ediyordu. Bu bölgeler “diktatör” olarak bilinen “yerel aktörler” tarafından yönetilebilen ülkelerdi gerçekten. ABD ile müttefiklerinin sözümona Irak ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Müslüman ülkelerine götürmek istedikleri “demokrasi”, yerel liderlerin yönetimlerini baskıyla kurdukları dengeler üzerinde iğreti kalmıştı.
Bunca zaman sonra “Bahar”dan geriye ne kaldı? Örneğin Tunus ne durumda? Libya’da işler nasıl gidiyor? Yemen’de yaşananlar nedir? Suriye’de ne oluyor? “Bahar”ın hem bu ülkelere hem de bölgeye mali açıdan külfeti ne oldu? Onca can kaybınının yanı sıra büyük ekonomik yıkımlar da yaşandı, peki mali kayıplar ne kadar?

Tunus istikrar arıyor
Tunus’tan başlayalım. “Bahar”ın yol açtığı iktidar değişikliğinin kansız olduğu tek ülke Tunus’tu bilindiği gibi. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında son derece barışçıl bir geçiş olduğu söylenebilir.
Ancak bu barışçıl ortam Zeynel Abidin Bin Ali devrildikten sonra korunamadı. “Bahar”la gelen “demokratik” seçim ortamında iki muhalif lider öldürüldü. 2013 Şubat ayında da ülkenin en sevilen liderlerinden solcu muhalif lider Şükrü Belayid uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi. Bu “Bahar” sırasında görülen protestolar kadar büyük gösterilere yol açtı, dönemin hükümeti bu gösteriler sonucu düştü. Bundan tam altı ay sonra ise yine muhalefetteki Halk Partisi’nin lideri Muhammed İbrahimi öldürüldü. Bu cinayet sonrası meydana gelen protesto gösterileri de hükümet düşürdü. Bu cinayetlerden İslamcı Ennahda Hareketi sorumlu tutuldu. Bu o kadar yaygın bir görüştü ki 2014 seçimlerinde Ennahda karşısında laik Nida Tunus Partisi seçimleri kazandı.
Ancak “Bahar” sonrası İslamcılarca oluşturulan nefret ortamı dinmedi. Nida Partisi milletvekili Rıza Şerefüddin 8 Ekim 2015’te suikasta uğradı. Tunus’da bugün bir sessizlik hâkim olsa da her an patlak verecek bir toplumsal kutuplaşma mevcuttur.
Buazizi’nin kendisini yakmasına yol açan işsizlik “Bahar”dan önce ne durumdaysa sonrasında da aynı durumda Tunus’ta. Hatta diplomalı işsiz sayısı “Bahar” sonrası yüzde 31’e kadar ulaştı. Bu kadar yüksek işsizlik oranının olduğu ülkede gençlerin radikal hareketlere, cihatçı örgütlere ne kadar kolay kayabildikleri anlaşılabilir.
Tunus bir turizm ülkesi. “Arap Baharı”ndan önce önemli bir gelir kaynağı olan turizmde “Bahar” sonrası büyük kayıpları oldu Tunus’un. 2010 yılında 7 milyondan fazla turist ağırlayan ülke bu rakama “Bahar”dan sonra asla ulaşamadı. Tunus'ta, “Arap Baharı”nın ülke ekonomisine maliyeti 2 milyar dolar oldu. Bu GSYH'nin yüzde 5,2'si demek.

Libya üç parça
“Bahar”ın sonuçlarının en kanlı olduğu ülke Libya’ydı. Ülkenin kırk yıllık lideri Muammer Kaddafi uluslararası güçlerin operasyon desteğiyle ülkesindeki cihatçılar tarafından linç edilerek öldürüldü. 1969 yılında kralı devirerek genç subaylarla birlikte yönetimi ele alan Kaddafi, soldan da etkilenmiş kendine özgü halkçı yönetimiyle ülkesindeki kabileleri uzlaştırmayı başarmış, Libyalıları milletleştirme yolunda önemli adımlar atmıştı. Ülkesinin petrolünü parasını almadan Batılı tekellere satmamasıyla bilinen, bu nedenle yıllardır söz konusu Batılı tekellerın hedefi olan Kaddafi, nihayet “Arap Baharı” sürecinde demokratik talepler bahane edilerek uluslararası bir komployla katledilmişti.
Sonrasında “Bahar”ın ülkeye demokrasi, özgürlük getireceğini düşünenlerin istediği gibi gitmedi hiçbir şey. 2012’de bir seçim yapıldı. Kurulan hükümet asla gerçek anlamda bir hükümet olamadı. Sayıları binleri bulan silahlı İslamcı grupları kontrol edecek gücü hiç bir zaman olmadı. 2014’te çatışmalar ülkenin hemen her yerinde artarak yayıldı.
Libya’da şu anda üç ayrı hükümet var. Biri Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi hükümeti, ikincisi İslamcıların desteklediği Trablus hükümeti, üçüncüsü ise IŞİD destekli Derne merkezli Ensaru’ş Şeria Emirliği hükümeti.
Libya’nın politika sahnesine ilginç bir isim de katıldı “Bahar” sonrasında. General Halife Haftar. Haftar yıllardır ABD’de yaşayan eski bir Kaddafi muhalifi. Ülkeye döndükten sonra oluşturduğu kuvvetlerle birlikte Bingazi’deki İslamcılara karşı savaş başlattı. Tobruk merkezli hükümeti destekliyor.
Ülkede 2 bine yakın aktif silahlı grup var. Bu BM İnsani Yardım İşleri Koordinasyon Ofisi’nin raporunda yer alan bilgi. Çatışmalarda 2014’ten bu yana ölenlerin sayısı 5 bine yakın. 2.5 milyon Libyalı sağlık hizmetine muhtaç, 400 bin Libyalı ise yiyecek sıkıntısı çekiyor. Asıl önemli olan IŞİD’in Libya’da çok büyük bir alana hükmediyor oluşu.
Kaddafi’nin emperyalist tekellere damlasını bile koklatmadığı Libya petrolü şimdi Batılı tekellerin depolarına bol bol akıyor. Çünkü ülkenin en zengin petrol bölgesi olan Sirenayka’da aşiret liderleri “özerklik” ilan etti. Kaddafi’nin 1969’da devirdiği Kral Sunusi’nin aynı adı taşıyan yeğenlerinden birini de “prens” unvanıyla başlarına geçirdiler. Çift başlılığın olduğu, hükümet otoritesinin bulunmadığı ülkede bu “özerk” bölge ülke petrolünü dilediği fiyata dilediği petrol tekeline satıyor.
“Bahar” sonrası yaşanan iç savaşın Libya'nın GSYH'sine maliyeti 7,7 milyar doları buldu, toplam maliyet ise GSYH'nin yüzde 29'una yani 6,5 milyar dolara ulaştı.
“Arap Baharı” Libya’ya emperyallerin beklediği gibi ne özgürlük ne demokrasi ne de istikrar getirdi. Götürdükleri ise belli: İnsan kaybı, ekonomik yıkım ve petrol.

Yemen paramparça
“Arap Baharı”nın iktidarı değiştiren ama sorunları çözmediği ülkelerden biri de Yemen oldu. Ülkede baş gösteren ayaklanmalar sonucu Cumhurbaşkanı Salih, kaçmak zorunda kalmış ama yerine geçen Abddurrabbih Mansur Hadi de gösterileri yatıştıramadı.mıştı. Çünkü Yemen’de “Bahar” ABD ile Suudi Arabistan elçilikleri aracılığıyla yönetiliyordu. Halk buna itiraz ediyordu. Özellikle Ensarullah hareketi öncülüğünde yükselen Husi protestoları sonucu Cumhurbaşkanı Hadi önceleri Ensarullah Hareketi ile uzlaşmak zorunda kaldı. Sünniliğe en yakın Şii gruplardan biri olan Husilerle bu yakınlık Suudi Arabistan’ın kabul etmeyeceği bir gelişmeydi. Bir süre sonra Suudi krallığı ABD’nin de desteğiyle Yemen’le sınır sorunlarını bahane ederek ülkeyi işgal etti. Bu işgal aslında Suudi Arabistan’a da pahalıya mal oldu. Suudi krallığı son üç yılda 250 milyar dolar sermaye kaybı yaşadı. Bunun nedenlerinden biri de Yemen işgaliydi.
Yemen’de “Bahar”ın ilk dönemlerinde yaşanan toplumsal olaylar nedeniyle yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı yüzde 15’in üzerine çıktı. Olayların ekonomiye toplam maliyeti ise mali dengenin 858 milyon dolar kötüleşmesiyle GSYH’nin yüzde 6.3’üne denk düşmüş oldu. Yemen’de bunun dışında ciddi bir kolera salgını da yaşanıyor. Her gün artarak süren çocuk ölümleri de BM raporlarına geçmiş bulunuyor. Olaylar nedeniyle Yemen'de yoksulluk sınırı altında yaşayanlarının sayısının yüzde 15'in üzerine çıkması beklenirken, olayların ekonomiye toplam maliyetinin GSYH'nin yüzde 6,3'üne denk düşeceği tahmin ediliyor.

Bölge ekonomisi tam 614 milyar dolar kayıp yaşadı(II)

Suriye kendi kendine yeten, çok az dış borcu olan bir ülke iken, “Bahar” sonrası ekonomisi zor durumda olan bir ülke haline geldi, ekonomide 2011 yılından bu yana 259 milyar dolarlık kayıp yaşandı.

Mısır’da halk İslamcıları reddetti
“Bahar”ın en çarpıcı sonuçlarından birine Mısır’da tanık olduk. Tunus’ta başlayan, ardından Mısır’a sıçrayan protesto dalgası Hüsnü Mübarek rejimini devirmiş, yıllarca yarı illegal yarı yasal mücadele veren Müslüman Kardeşler başta olmak üzere birçok İslamcı örgüt durumu fırsat bilerek siyaset sahnesinde etkili olmaya başlamıştı. Mübarek’ten sonra da onun döneminden kalma yöneticilerin göreve devam 
ettiklerinin görülmesi protestoların sürmesine yol açmış, bu kez İslamcılar bu gösterilerde yer almayıp Tahrir Meydanı’nı dolduran solcu, laik, ılımlı dindar kesimlerin karşısına geçmişti. Yapılan seçimlerde İslamcı Muhammed Mursi’nin Başkanlığa seçilmesinden sonra Mısır’ın hızla İslamcılaştırılması protestoları daha da artırmış, ancak Mübarek döneminin üst düzey komutanlarından olan Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi, Mursi’yi devirerek halkın devrimini çalmıştı. Burada önemli olan halkın İslamcılara olan tepkisiydi. Aslında 2011’deki Mübarek karşıtı ayaklanmaları destekleyen laik kesimler, İslamcılara karşı askeri darbeye destek vermek durumunda kaldılar. Darbeden bu yana geçen süre içinde Mısır’da İslamcılara karşı yapılan hiçbir uygulamaya yönelik ciddi bir itiraz olmayışı “Arap Baharı” denen sürece asıl damgasını vuranın en azından Mısır özelinde İslam karşıtı kesimler olduğunu gösteriyor.

“Bahar” sonrası üç yıl
“Bahar”dan sonra Mısır da eskisinden daha kötü oldu. “Bahar”ın üzerinden üç yıl geçtiğinde döviz rezervi 36 milyar dolardan 15 milyar dolara geriledi. Mısır parası dolar karşısında yüzde 18 değer kaybetti. Mübarek döneminde ortalama yüzde 5-6 büyüyen ekonomi, 2011’de yüzde 1.8, 2012’de yüzde 2.2 büyüdü. 2013 beklentisi yüzde 1.8. Milli gelirin yüzde 10’unu oluşturan turizm sektöründe turist sayısı yüzde 22, turizm gelirleri de “Bahar” öncesine göre yüzde 25 azaldı. Sektör, 2.5 milyar dolarlık gelir kaybetti. Elektrik ve su kesintileri başladı. Birçok yerde ekmek bulunamadı. Mübarek döneminde yüzde 10 olan işsizlik, Mursi döneminde yüzde 13’e yükseldi. 2013 Eylül-Ekim-Kasım döneminde bu oran yüzde 13.4 oldu. Mübarek döneminde genç işsizlik oranı yüzde 25’ti. Mursi döneminde bu rakam yüzde 70.8’e çıktı. Yoksulluk yüzde 20’den yüzde 25’e fırladı. Mübarek’in devrilmesinden sonra kamu borcu 30 milyar dolardan, 40 milyar dolara çıktı. Enflasyon yüzde 3 seviyesinden, yüzde 13 yükseldi. 2013 enflasyonu yüzde 12,5 oldu.

Diz çökmeyen Suriye
“Arap Baharı” sürecinde en büyük emperyal çullanma Suriye’ye karşı yapıldı. Suriye, son bir yıla kadar Hizbullah ve İran’ın da desteğiyle ülkeye başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelerden sızdırılmış çeşitli ülkelerden gelen 60 bine yakın cihatçıya karşı savaş yürüttü. Hem İslamcılara hem de emperyal propaganda makinesine karşı muazzam bir mücadele verdi. Bu süre boyunca Suriye tüm memurlarına maaş ödemeye devam etti. Ancak dış müdahalelerle yaratılan iç savaş sonucu 500 bine yakın insan yaşamını yitirdi, 3 milyon insan komşu ülkelere sığındı, bir o kadar nüfus iç göç yaşadı, kültürel yapılar, tarihi şehirler yok oldu. Rusya’nın Suriye’ye destek vermesiyle durum Suriye’nin lehine döndü. Suriye’ye muhalefet edenlerin ılımlı ya da radikal ne olursa olsun hiçbirinin demokrasi yanlısı olmadığının anlaşılmış olması Suriye’nin yönetimi için ne kadar önemli olduğunun anlaşılmasına yaradı. Ancak bu süreç Suriye’ye pahalıya mal oldu. Ülke fiili olarak ikiye bölündü. Ekonomisine de büyük zarar verdi. Kendi kendine yeten, çok az dış borcu olan bir ülke iken, “Bahar” sonrası ekonomisi zor duruma düştü. Altı yıllık çatışma Suriye gayri safi yurt içi hasılasında ve sermayesinde 2011 yılından bu yana 259 milyar dolar kayba yol açtı.

Bahreyn söz konusu olunca
Libya, Yemen, Suriye, Mısır söz konusu olduğunda “Bahar”ın demokrasi getireceğinden dem vuranlar konu Bahreyn’e gelince nedense “demokrasi”den söz etmediler. Bahreyn’de de 2011 yılında muhalif gösteriler başladı. Protestocular demokratik reformlar, siyasi özgürlükler talep ediyorlardı. Suriye’de “demokrasi yanlısı” protestocuları destekleyen Suudi Arabistan, Katar, ABD ve Batılı “Bahar” dostları Bahreyn’deki demokrasi yanlısı gösterileri bastırması için Bahreyn yönetimine yardım ettiler. Çünkü Bahreyn’de krallık sünni, halk Şii idi. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e ilişkin en büyük korkusu bir rejim değişikliği sonucu oluşacak Şii yönetimin İran’la kuracağı sıkı ilişkiler. Bu, İran’ın bölgedeki etkisini artıracağı gibi başka ülkelerdeki Şiilere de örnek olabilirdi. ABD için de İran yanlısı bir yönetim tercih edilmezdi Bahreyn’de. Çünkü bu ülkede 5. Filosu vardı ABD’nin. Kenya’ya kadar olan bir alanı buradan kontrol ediyordu ABD. “Arap Baharı”na destek vererek bölgeyi ateşe atanlar Bahreyn’i kendi çıkarları için bu “ateş”in dışında tutmuşlardı. Bahreyn’in “Bahar”ı kazasız belasız atlatan birkaç ülkeden biriydi.

Ürdün de bölgede ABD müttefiki bir ülke olarak ABD desteğiyle zamanında aldığı önlemlerle “Bahar”dan zarar görmeden çıkabildi. Kral Abdullah, halkın her protesto gösterisinde hükümet değişikliğine giderek öfkeyi yatıştırmayı başardı.

Ama “Bahar” Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da büyük tahribatlara yol açtı. “Bahar”ın en büyük destekçilerinden Suudi Arabistan bile zarar gördü. Etkileri 2014’e kadar gelen “Bahar”ın etkileri yüzünden petrol fiyatlarında değişmeler oldu. Fiyatlar son on üç yılın en düşük seviyesine inince Suudi Arabistan gibi büyük üreticiler bundan çok zararlı çıktı

Yapılan bir araştırmada “Bahar”ın yaşandığı ülkelerde “Bahar”ın hemen öncesinde tarım sektörünün GSYH içerisindeki payının yüzde 11 olduğu vurgulanarak, gelişmiş ülkelerde tarımın GSYH içerisindeki payının yüzde 5’in altında olduğu anımsatılıyor. Buradan yola çıkılarak “Bahar”ın yaşandığı ülkelerin hâlâ büyük ölçüde tarım toplumları oldukları vurgulanıyor. Söz konusu araştırmanın sonuç bölümünde “Arap Baharı”nın (Kısa Dönem) Sonuçları şöyle açıklanıyor:

1)Arap Baharı’nın yaşandığı günden bu yana Libya, Mısır, Tunus, Suriye, Yemen ve Bahreyn için GSYH cinsinden kaybının 20 milyar doları ve kamu finansmanı cinsinden 35 milyar doları aştığı hesaplanmaktadır;

2) Arap Baharı’nın bölgedeki etkisi ülkeden ülkeye önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Örneğin, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt gibi zengin Arap ülkelerinde GSYH önemli ölçüde arttı. Bu durumun bir nedeni de bu ülkelerin ekonomilerinin görece daha dinamik ve büyüme temelli olmalarıdır;

3)Yemen ve Libya gibi ülkelerde hükümet gelirleri hükümetin temel kamusal hizmetleri vermesini engelleyecek düzeyde azaldı;

4) Arap Rönesansı için Arap liderliğinin ve bölge ülkeleri arasında işbirliğinin zorunlu olduğu ortaya çıktı;

5) İstikrarlı ve sürdürülebilir bir ekonomik yapının, güçlü ve hesap sorulabilir hükümet sisteminin ve demokrasinin inşası için yerel ve açık sosyo-politik bir çerçevenin gerekliği anlaşıldı;

6) Geri dönüşlere neden olabilecek sosyo-politik ve güvenlik risklerinin varlığının gözükmesi. Mısır’da Arap Baharı sonrası yaşanan politik gelişmeler ve askeri darbe bu tür risklerin gerçek olduğunu ortaya koydu;

7) Birleşmiş Milletler’in bölgeye yönelik bakış açısı ve politikalarını değiştirmesi gerektiği ortaya çıktı;

8) Politik özgürlükler, politik temsil, ulusal kaynakların kullanımından elde edilen gelirlerin kullanılmasında açıklık, sağlık, eğitim, kadın gibi konulardaki gelişmelerin uzun dönem yapısal dönüşüm için zorunlu olduğunun görülmesi ve 9) Doğal kaynak bağımlılığını azaltarak ekonominin çeşitlendirilmesi sağlayacak ekonomik sistemin kurgulanmasının zorunlu olduğunun görülmesi.

Uluslararası perspektif
Uluslararası bir perspektiften bakıldığında ise Arap Baharı’nın sonuçları şöyle değerlendirilebilir:

1) Arap Baharı en azından başlangıçta uluslararası politik çevrelerce yanlış algılandı ve yanlış öngörüler yapıldı;

2) Uluslararası politik çevreler ve yerel politik örgütlenme yanlış jeopolitik değerlendirme ve tercihler yaptı;

3) Batılı devletler Bahar süreci üzerinde çok az etkili olabildiler;

4) Batılı devletler yeni yerel aktörler hakkında çok az sosyo-politik bilgiye ve değerlendirmeye sahiptirler;

5) Bahar süreci büyük bir bulaşıcılığa sahiptir;

6) Dış çatışmalar rejimleri kurtarmamaktadır;

7) Uluslararası müdahalelerin yararlılığı sorgulanmaya başlandı;

8) İstikrar kavramı değişti ve demokrasi, bireysel özgürlükler, adalet ve insan hakları gibi uluslararası değerler ile ilgili dünyanın tamamına güçlü bir sinyal gönderildi. Dalacoura da Arap Baharı sürecinin olay ve olgularının çeşitliğinin sonuçlarına ve politik etkilerine de yansıdığını ifade etmektedir.

“Bugünün Arap Dünyası büyük bir belirsizlik ile tanımlanabilir. Jeopolitik bir çerçevede, yerel politik değişiklikler, yakın coğrafyada ve Batı’da güç dengelerinin değişmesine neden olacaktır”. (Bknz: Arap Baharı’nın Ekonomik Analizi- Harun ÖZTÜRKLER http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu16makale/harun_ozturkler.pdf)


 Yıktılar şimdi onarmak için girecekler
BM’ye bağlı Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komitesi (ESCWA) bölgenin “Arap Baharı”ndan sonra uluslararası yardıma her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu açıkladı. Bölge ülkelerinin yaşadıkları tahribatın altıdan kalkmaları tek başlarına mümkün değil. Hemen hemen hepsi dış müdahaleye muhtaç hale getirilmiş durumdalar. Emperyalizmin mali kurumları sözde yardım adı altında bu bölgelere  sermayelerini sokmaya hazırlanıyorlar. Aynısını yıllar önce Latin Amerika’da, Batı Avrupa’da, Balkanlar’da da yaptılar. Bu gölgelerde savaşlar, çatışmalar çıkaran emperyal güçler ardından buralara yardım adı altında kendi sermayelerini soktular. Aynısı şu an hâlâ belirsizliğini koruyan Ortadoğu ve Kuzey Afrika için de olacak. Ama henüz erken.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN




10 Eylül 2017 Pazar

Olmaz deme! Burası Türkiye... - ALİ SİRMEN

Son zamanlarda sıkça olduğu gibi bu kez de uzun uzun karşılıklı sessiz oturduk. Sessizliği o bozdu:
- Bakalım, daha neler göreceğiz?
Sinirlenmiştim:
- Şimdiye kadar gördüklerin yetmiyor mu? Daha ne olsun!
Sonra düşündüm. Kaç kez “daha beteri olmaz” deyip de daha ne beterlerini görmüştük.
Son olarak perşembe günkü Cumhuriyet’i okurken kapıldım aynı duyguya.
Olay şu:
Ankara’da İgilizce öğretmenliği yapan T.E.’nin geçenlerde kapısı çalınmış, açmış, gelen yönetici kendisini uyarmış:
- Sizden şikâyet var.
Açıklamış:
- Gözetleyenler şikâyet ettiler, ev içinde şortla geziyormuşsunuz. Perdeleri kapatın!
Yönetici iyi niyetini vurgulamayı da ihmal etmemiş:
-Sizin iyiliğiniz için uyarıyorum.
Olay tüyler ürpertici, bir kadının evi belli ki sistematik biçimde gözetleniyor ve özel yaşamının dokunulmazlığına tecavüz edilen kişi şikâyetçi olacağı yerde, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, gözetleyerek özel yaşamın dokunulmazlığını ihlal edenler şikâyetçi oluyorlar.
Ve “Herkes dilediği gibi giyinsin! Kimsenin başörtüsüne kıyafetine karışma!” sloganıyla açılan dönem, kendi evinde şortla gezenlerin baskı altına alınmasına varıyor.
Özel yaşamın ihlali serbest oluyor, evde şortla gezmek şikâyet konusu haline geliyor.
Normal toplumlarda şikâyetçi olması gerekenler şikâyet edilip uyarılıyor. 


***

Garip bir durum, davacı olması gerekenler davalı, davalı olması gerekenler davacı.
Türkiye artık her alanda böyledir, çağdaş uygar dünyada serbest olan her şey yasaktır, yasak olan her şey ise serbest.
Çağdaş uygarlığı yakalayıp geçme iddiasıyla yola çıkan Cumhuriyetin yüzüncü yılına varmadan, çağdaş uygarlığın tersi olduk.
Bir ülkede vatandaşlara “yasamayı eleştirme, yargının bağımlılığına karışma, yürütmeden şekvacı olma, konuşma, muhalefet etme, iktidara biat etmekten geri durma” telkininde bulunuluyor, bu yönde iktidar ve/veya toplum tarafından yaptırım uygulanıyorsa orada demokrasi yok demektir.
Demokrasi olmayan otoriter toplumlarda yaşamak zordur.
Ama Türkiye o noktayı da aşmış, insanın artık evinde tek başınayken bile ne yiyeceği, ne içeceği, ne giyeceği başkaları tarafından dayatılan büyük gözaltı ülkesi haline gelmiştir.
Artık siyasete karışmadan, temel hak ve özgürlüklerini kullanmadan, sesini çıkarmadan, kendi köşesinde etliye sütlüye karışmadan kafasına göre takılmak da mümkün değil.
Evinde bile iktidar veya yandaşları nasıl uygun görüyorlarsa öyle yiyip içip giyinip düşüneceksin.
Artık bireye bırakılmış bir karış özgürlük alanı bile kalmamıştır. 

***

Bugüne dek öyle şeyler görüp yaşadık ki “gayri bundan beteri olmaz” diyemiyorum, olur mu, olur.
Bir de bakarsınız ki T.E. istendiği gibi perdeleri kapatırsa bu defa da yönetici gelip şöyle bir uyarıda bulunabilir:
- Perdeleri açın! Evi gözetleyenler şortla dolaşmadığınızdan emin olmak istiyorlar.
Veya şöyle bir uyarı da mümkündür:
- Perdeleri kapattığınızdan evde çıplak dolaştığınızı düşünüyor evi gözetleyenler, bu düşünce de onları rahatsız ediyor. Perdeleri açın ve onların isteklerine uygun giyinin! Burası mazbut mutekit insanların mahallesi.
Artık bunu da yaşarsak, şaşırmayacağım ve o zaman bile “bundan beteri olmaz” demeyeceğim. Belli mi olur? Belki de perdeler açık, dayatıldığı gibi giyinik yaşadığımızda da bir rüya okuma makinesi yapılır ve her gece yatarken ona bağlanmak zorunluluğu getirilerek, matluba uygun, zararlı düşünceler içermeyen helal rüyalar görmemizi sağlayacak denetimler de bu yolla gerçekleşir.
Helallik denetçisi, kullanımı zorunlu rüya ölçerleri imal eden, partiye yakın ve halkın rüyalarının ortasına denetçi koyan işadamlarının firması da vatandaşın bu aygıtlara ödediği paradan kazandıklarıyla ülke ekonomisine ve kalkınmasına katkıda bulunur.
Olmaz deme!
Olmaz olmaz, burası Türkiye!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Süleymancıların ‘yazdırmama’ gücü - ÇİĞDEM TOKER

5 Eylül Salı akşamı Besni’de (Adıyaman) iki çocuk cinsel istismara uğradı.



Biri 10, diğeri 11 yaşında iki erkek çocuğunu istismar eden, emanet edildikleri yurdun müdürü İ.T’ydi.
Resmi adı “Özel Safyün Halil ve Selvi Gölbaşı Erkek Öğrenci Yurdu” olan yurt, ilçede “Süleymancıların yurdu” olarak biliniyor. (Geçen aralık ayında Aladağ’da 11’i çocuk 12 kişinin öldüğü yangının çıktığı yurt da Süleymancılarındı. )
CHP Milletvekili Barış Yarkadaş’ın sosyal medya hesabında duyurmasıyla haberdar olduğumuz olayın arka planını merak ettim. Yarkadaş’ı aradım.
Çocukların yaşadıklarını ailelerine anlatması üzerine, aile akrabaları toplayıp düzenledikleri baskında, müdürü hastanelik edinceye dek dövmüş. Müdür, durum hastane, polis tutanaklarına oradan da adliyeye yansıyınca tutuklanmış.
Sonraki gelişmelere bakılırsa, ailenin tepkisi adliyeye yansımasa, olay hiç duyulmayabilirmiş bile diye düşünüyor insan.
Nereden mi? Adıyaman’da sekiz tane yerel gazete faaliyet gösteriyor ve bu haber hiçbirinde yer almamış.
Nedenini ve nasılını, Yarkadaş’ın aktardığı kronolojiyle paylaşalım:
-Olayı sosyal medya hesabımdan duyuruyorum. Kısa süre sonra, yani saat 15.00 civarında önce Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri peş peşe internet sitelerinde yayımlıyor.
- 15.45’te Adıyaman Valiliği Basın Bürosu, kentteki sekiz yerel gazeteyi telefonla tek tek arayıp haberi “girmemelerini” istiyor.
-16.00’da Besni Sulh Ceza Hâkimliği, habere yayın yasağı getiriyor.
-18.00’de Valilik yazılı açıklama yaparak hem olayı duyurmak zorunda kalıyor, aynı anda yayın yasağından söz ediyor.
Yarkadaş, kentteki meslektaşlarımızın ağır baskı altında olduğunu belirtiyor.
Besni Sulh Ceza Hâkimliği, yayın yasağına gerekçe olarak “Çocuğun yüksek menfaatları”nı göstermiş.
Oysa çocuğun yüksek menfaatları tam da -bu rezilliğin tekrarlanmaması, mağdur sayısının artmaması için- olayın örtbasını değil aydınlatılmasını gerektirir.
Bu ise kamu görevi yapan gazetecilerin çabalarının desteklenmesini.
Yazıya “Süleymancıların ‘yazdırmama’ gücü” başlığı yazmamın nedeni şu:
Adıyaman Valiliği, medyayı yargı kararı çıkmadan önce baskı altına aldı.
Bu da “yazmayın” telefonunun çocukların yararından çok, Süleymancıların menfaatının öne çıktığını düşündürtmez mi? 

Demirtaş’ın mektubu
Milletvekili dokunulmazlığı 20 Mayıs 2016’da kaldırıldı. Anayasaya eklenen madde uygulamasında, kürsü dokunulmazlığının mutlaklığının gözardı edilişi ile geriye dönük uygulama nedenleriyle ağır hukuksal yanlışlar yapıldığını biliyoruz.
Bu konuyla bağlantılı bir başka husus dikkatlerden kaçıyor.
On ayı aşkın süredir tutuklu HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bu hususu (bin kişiye gönderdiği) mektubunda vurguladı.
Mektuptaki anlatımını sadeleştirerek özetliyorum:
- O tarihte bizler, anayasaca korunan “mutlak sorumsuzluk”tan yani kürsü dokunulmazlığı kapsamındaki sözlerimizle suçlanıyoruz. O nedenle “yargılanmamız mümkün değil” demiştik.
- Hükümet çevreleri ise bize bağımsız yargıya herkesin güvenmesi, hesap vermesi gerektiğini söylemişti.
- Aradan iki ay geçti, 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. İki ay önce “bağımsız ve tarafsız” dedikleri yargının 4500 üyesi bizzat hükümetçe terör örgütü üyeliği suçlamasıyla görevden alındı. Onlar şu anda görevde değiller. Ama biz onların hazırladığı fezleke ve iddianameler ile yargılanıyoruz.
Demirtaş, bağımsız ve tarafsız yargı döneminde 10 aydır yargıç önüne çıkmadı. 

Özgürlük
Bilen, bilmek isteyen, Cumhuriyet davasının, bir gazetenin yönetici ve çalışanlarının davasından çok fazlasını temsil ettiğini biliyor. Gözümüz, kulağımız, aklımız ve kalbimiz yarın Silivri’de olacak.
Küçücük de olsa bir önemi kaldıysa, ümidin ve beklentinin ötesinde bir hukuksal olgu:
Yarınki duruşma, dayanaksız bir iddianameyle bir dakikası dahi hak edilmeyen tutuklulukların bitmesiyle sonuçlanmalı. 

PTT ihalelerinde neler oluyor?
PTT, dokuz aydır Türkiye Varlık Fonu’nda. Son zamanlarda PTT’nin mali nitelikli işlem ve kararlarında, çalışanların dikkatini çeken bazı gelişmeler oluyor. (Haklı olarak mesleki geleceklerinden duydukları endişeyle adlarının açıklanmasını istemiyorlar.)
Ama kamu çıkarları adına bildiklerini bizimle paylaşacak kadar vicdanlılar.
PTT’deki mali işlem ve kararların TVF’ye devredildiğinden bu yana da daha çok “kayırma” odaklı olduğu.
Dikkat çeken iddialardan birkaç örnek:
- Gezici tahsilat için ihale edilen otobüs kiralarının fahiş derecede yüksek olduğu. 27 otobüs kiralaması için aylık 15 bin TL’ye anlaşıldığı. Otobüslerin eski olduğu,
- Ankara’da kiralanan bir binaya aylık 195 bin TL ödendiği. Ayrıca milyonlarca TL’lik tefriş masrafı yapıldığı,
- İhaleler daha önce kamera sistemiyle kayıt altına alınırken, şimdi sisteme özel bir aygıt eklendiği. Böylece, olası usulsüzlükleri önlemenin tedbiri olan sürekli kamera kaydına, istendiği zaman durdurulup tekrar başlatılabilen bir özellik kazandırıldığı,
- Davet yöntemiyle satın alınan PTT Matik’lerin öncekilere göre çok pahalı olduğu. 

Kalan çocuklar güvende mi?
Yurt müdürünün odasında istismara uğrayan iki çocuk -Adli Tıp olması nedeniyle- Malatya’ya götürülmüş ve ifadeleri psikolog eşliğinde alınmış. Onların bu travmayı ömür boyu zihinlerinde taşıyacağı bugünden belli.
Bir de kalanlar var. (O yurdun 40 kişilik olduğunu yine yerel kaynakların Yarkadaş’a verdiği bilgi dolayısıyla öğrendik.) Vicdanın, sulh ceza hâkimi kendisidir ve mesafesi yoktur diyelim ve Adıyaman Valiliği’ne buradan soralım: Süleymancıların yurdunda kalan öteki çocukların akıbeti ne olacak? O çocuklar güvende mi? Yurt hâlâ faal mi?
‘Polisin görevi Süleymancıları korumak mı?’
“Hiç bu kadar bağımsız ve tarafsız olmayan yargı” ortamında Besni Sulh Ceza Hâkimliği’nce alınan karar, Adıyaman’da gazetecilere ertesi sabah tebliğ ediliyor. Bir meslektaşımız evinde bulunamıyor. Polis, kapıyı açan oğluna vermek istiyor. Gazetecinin oğlu, “Babamın belgesini ben alamam” diyor. Polis memurunun “Bu konuyla ilgili bir haber bile çıksa, seninle görüşürüz” dediği anlatılıyor. Aktaran Yarkadaş, soruyor: “Polisin görevi, istismarcıları korumak mı? Polis, Süleymancıların kolluk kuvveti mi?” Bu soruyu tekrarlatacak son gelişmeyi yine Yarkadaş sosyal medyadan duyurdu. Adıyaman’ın Gerger ilçesinde, yine Süleymancılara ait bir yurt polis ve asker korumasına alınmış.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET