19 Eylül 2017 Salı

‘Her Türk FETÖ’cülüğü tadacaktır’ - ALİ SİRMEN

Son günlerde, FETÖ’cülük suçlamasıyla gözaltına alınan alınana. 



Gün geçmiyor ki hiç umulmayanbiri FETÖ’cülükten içeri tıkılmasın. Geçen cuma bunlara, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik de eklendi.
Celal Çelik, HSYK’nin tümüyle Fethullahçıların eline geçmesi, adil yargının tarihe karışması, davaların kumpas aracı haline getirilmesi üzerine 2011’de, 12 yıldır yapmakta olduğu yargıçlıktan istifa etmişti. Aynı Celal Çelik, Akıncı Üssü davasına da Kılıçdaroğlu adına müdahil olma talebinde bulunmuştu.
Kısacası, böyle bir kişinin FETÖ’cülükle suçlanabilmesi abestir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “demokrasi adına yüz karası” olarak nitelediği bu olayı akıl tutulmasına bağlıyor.
İlk bakışta Kılıçdaroğlu haklıymış, olay akıl tutulmasından başka bir şeyle açıklanamazmış gibi görünüyor.
Gerçekten de bu davranış, somut bir tehlike olan FETÖ tehdidini soyut bir hale sokuyor ve efsaneleştiriyor.
Her köşeden, her bucaktan FETÖ çıkarma girişimleri, herkese, FETÖ’nün her su başını tutmuş, bütün mevzileri eline geçirmiş, her yere sızmış, her şeye kadir bir güç olduğunu düşündürüyor.Bu durum toplumda FETÖ’ye karşı duyulan nefretin yerini gizli bir hayranlık ve onun karşısında çaresizlik duygusunun almasıyla, FETÖ ile mücadeleyi aksatacağından, olayı akıl tutulmasıyla açıklamak makul görünüyor.
***

Ama gerçekte olayın akıl tutulmasıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Çünkü FETÖ etiketi altında yürütülen operasyonun amaçları arasında, FETÖ ile mücadele yoktur.
9 Eylül Cumartesi bu köşede “Baskı geldi cihane, FETÖ bahane” başlığı altında belirtmeye çalıştığım gibi, asıl amaç dikta yöntemlerine bahane bulmak, biat etmeyenleri hizaya sokacak baskıyı bu bahanenin şalı altına gizlemektir.
Nitekim, rejimin gerçekte en ve tek yetkili kişisi, MİT TIR’ları soruşturmasının Kılıçdaroğlu’na kadar uzayabileceğini ima ederek “Yakında bu içeride olan zat ile Kılıçdaroğlu’nun bağlantısı çıkarsa şaşırmayın” demiştir.
Olaya bu açıklamanın ışığında bakınca, görüntü netleşmekte, amacın FETÖ ile mücadele değil, bunun aslında, baskı yöntemlerinin bahanesinden başka bir şey olmadığı görülmektedir.
Saptırılmış gelişme hızı rakamlarına falan bakmayın siz! Türkiye’de işler hiçbir alanda iyi gitmiyor. Rejimin başı gittikçe sıkışıyor.
Bu durumda aslında yapılması gereken, gerginlikleri azaltmak, sosyal, siyasal ve ekonomik alanda daha olumlu bir ortam yaratmak, komşularla ve yabancı ülkeler ile ilişkilerde “şaşkın ördek diplomasisini” bir yana bırakarak demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla yürürlüğe sokmak olmalıydı.
Ama bugünkü iktidarın bunu yapmaya niyeti olmadığı artık açıkça görülüyor. Tam tersi bir yol tutularak, baskıyı artırmak ve bu şekilde biat etmeyenlere haddini bildirmek yolu yeğlenmektedir. 

***

Şu sıralarda, bütün kötülüklerin simgesi FETÖ olduğundan, baskılar da bu etiket ardına saklanmaktadır. Gerçekte FETÖ ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, FETÖ ile mücadele bahanesi altında biat etmeyenlerin hepsinin çanına ot tıkanacaktır.
Bu durumda biat etmeyen her Türk vatandaşının başına FETÖ soruşturması kurbanı olmak gelebilecektir. Gerçek FETÖ’cülerin ellerini kollarını sallayarak gezdikleri bir ortamda, FETÖ’cülerle mücadelesi herkesin malumu olan Celal Çelik veya Cumhuriyet ya da Sözcü gazeteleri mensupları FETÖ’cülükten içeri tıkılabileceklerdir.
Artık herkes FETÖ’cü olabilir. Hatta bu her özgür kalmaya çalışanın kaçınılmaz kaderidir. Bir fani için ölüm ne ise biat etmeyen, boyun eğmeyen Türk vatandaşları için de FETÖ’cülük o olmak durumundadır.
Bu durumda, “Adalet Saray!”larının kapılarının üstüne, uzaktan da kolayca okunabilecek biçimde şu ibarenin yazılması yerinde olacaktır:
“Her Türk FETÖ’cülüğü tadacaktır.”

Ali Sirmen / CUMHURİYET

15 Temmuz ABD’nin ‘stratejik hatası’ mı? - EROL MANİSALI

1990 sonrasında, ABD açısından Türkiye ve bölgede her şey yolunda gidiyordu:
- 1991’de Çekiç Güç’le birlikte Ankara ayarlanmış, Irak’ın 2003’te bölünmesi ve iç savaşa götürülmesi görünüyordu.
-BOP ve Kürdistan projeleri birbirini tamamlar bir biçimde gidiyordu. BOP’ta Ankara işbirliği mükemmeldi.
-Anti-Amerikan Erbakan 28 Şubat’ta saf dışı edilmiş yerine uyumlu (ve ılımlı) olanlar hazırlanmıştı.
-BOP’a ve Kıbrıs’a direnen Ecevit, Bahçeli’nin koalisyonu dağıtması ile halledilmiş, uyumlu siyasal İslam iktidara gelmişti.
-Kürt ve Kıbrıs açılımlarını Ankara ile ABD uyum halinde götürüyordu. Denktaş, Ankara için de istenmeyen kişi olmuştu.
- 2004’te Ankara, AB müzakere süreci (!) ile, “AB’ye kesinlikle üye yapılmadan, Batı içinde, kapitalizmin bir kuması durumuna getirilmişti”. Moskova’cı Esad’a karşı Ankara, adeta savaş haline sokulmuştu.
Bütün bu koşullar tıkır tıkır ABD lehine işlerken Türkiye’deki yeni siyasal İslam iktidarın karşısına 15 Temmuz’da, “cepte tutulan FETÖ’yü çıkarıp harekete geçmenin anlamı neydi”? Bu bir stratejik hata değil miydi?
Yoksa ABD, 15 Temmuz ile, kestirme yoldan Lozan Türkiye’sinden Sevr’e mi geçmek istemişti?
 

Rusya’ya itme hatası mı?
ABD siyasal İslam iktidarını zoraki olarak bölgede, Rusya’nın yanına itmiş olmuyor muydu? Üstelik Suriye’de PYD’ye (PKK) doğrudan destek vererek “Türkiye’ye karşı savaşır konuma gelmenin” ne anlamı vardı?
ABD Erdoğan’ı, “Erbakanlaşmaya doğru itmişti”. Benim aklıma iki neden geliyor:
-Türkiye’de Lozan’ı Sevr’e, doğrudan ve kısa yoldan sürükleyeceğini düşündü.
-İkincisi ise FETÖ’nün, dünya ve Türkiye’deki ABD kanalı ile sahip olduğu yapılanma, ABD için çok büyük önem taşıyordu. 15 Temmuz’da sonuç alsaydı küresel kazancı daha yüksek olacaktı, böyle sandı.
Ancak ABD, 15 Temmuz başarısızlığına karşın işi yine de riske sokmadı ve tekrar zamana yaymaya karar verdi. 15 Temmuz’da sonuç alamasa da Türkiye’de yarattığı iç kargaşa ortamının sonuçta kendisine yarar sağlayacağını düşünüyor.
Meclis çalışmıyor, kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, içerde kutuplaşma tavan yapmış, her şey tek kişiye bağlı hale dönüşmüş, Avrupa ile gırtlak gırtlağa gelmiş, Yunanistan’dan Körfez’e herkesle kavgalı bir Ankara.
ABD, bu da benim işime gelir, bu gidişle de Sevr’e ve Kürdistan’a ulaşabilirim diye düşünüyor olmalı. Erdoğan’ın Batı ve Avrupa ile kavgası, Türkiye’nin Afganistanlaştırılması, işine geliyor olmalı.
İşin trajikomik yanı dün ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı kızıştırarak dünya kadar silah sattı. Bugün ise Rusya, S-300 ve S-400’ler konusunda aynı şeyi yapıyor. ABD ve Rusya’nın PKK konusundaki pozisyonları da kısmen buna benziyor.
 
Ya bizim halimiz
Onlar açısından durum böyle iken bizim açımızdan ölümlerden ölüm beğen misali bir durum var.
Biz Atatürk Türkiye’si olarak Meclisimizle, siyasal partilerimizle, sivil toplum örgütlerimizle, üniversitelerimizle, medyamızla, iş ve işçi çevrelerimizle kendimiz olmak zorundayız.
Aksi halde pinpon topu gibi ABD ile Rusya; AB ile Çin arasında savrulur gideriz. İçerde ve dışarıda Atatürk düşmanları onu, işte bunun için: Sevr’e ve Kürdistan’a ulaşmak için silmek ve yok etmek istiyorlar: aynen 100 yıl öncesinde olduğu gibi. Ata’nın büyüklüğü, onun Doğu ile Batı arasında kurduğu dengede ve sentezde ortaya çıkmıştır.

Erol Manisalı/ CUMHURİYET

Bir fotoğraf, bir grev, bir ülke…- AZİZ ÇELİK

Bu fotoğraf Türkiye’de grev hakkının özetidir. Bakanlık, ekim başında Türkiye’de yapılacak olan ILO toplantısının uluslararası sendikal örgütler ve Avrupa işçi örgütleri tarafından neden boykot edildiğinin sebebini başka yerde araması.


Siz hiç sendikaya üye oldukları için işçileri işten atan işverenin fabrikaya gelen kolluk kuvvetleri tarafından gözaltına alındığını gördünüz mü? Hiç hakkını arayan çalışanını kapının önüne koyan işverenin fabrikayı basan jandarma tarafından yaka paça götürüldüğünü okudunuz mu? 

Siz hiç işçileri ölümüne çalıştıran, iş cinayetleri ve meslek hastalığı sonucu ölümlerine yol açan patronlara bu fotoğraftaki gibi muamele yapıldığını işittiniz mi? Veya siz hiç hileli iflas ve bin bir türlü mevzuat labirentini kullanarak işçi alacaklarının, işçinin alınterinin ve göz nurunun üstüne yatıp keyif çatan sahtekâr işverenin kollarında kolluk kuvvetleri marifetiyle götürüldüğüne tanık oldunuz mu? Ben görmedim, duymadım, okumadım.

Bazı fotoğraflar vardır dile gelir, konuşur, meselenin özünü fazla söze ihtiyaç duymadan anlatır. Bazı fotoğraflar vardır memleketin halini özetler. Karmaşık görünen, üstü örtülen meseleleri, saklanan ve gizlenen gerçekleri apaçık anlamamızı sağlar. Bazı fotoğraflar vardır artık minareye kılıf bulmak mümkün değildir. Bu fotoğraf da öyle!

Grev itinayla kırılır!
Düzce’de bir fabrika önü, duvarda “bu işyerinde grev vardır” pankartı, kapıda bir kamyon mal çıkarmaya çalışıyor, kamyonun önüne oturmuş grevci işçiler, onların birkaç katı tam teçhizatlı jandarma ve jandarma tarafından gözaltına alınan grev gözcüsü. Bu fotoğraf Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Düzce’de kurulu Tekno Maccaferri işyerinde yürütmeye çalıştığı grevden. Greve fabrikada çalışan 41 işçiden 37’si katılıyor. Dördü yasa gereği zorunlu olarak çalışıyor. İşçiler yekvücut, direniyor. İşveren ise 31 Temmuz 2017’de başlayan grevi sık sık jandarma müdahalesi ile kırmaya çalışıyor.

DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Tekno Maccaferri işyerinde yürüttüğü grev adeta bir çalışma ilişkileri laboratuvarı gibi.

Onlarca kitaba bedel, hızlandırılmış bir sınıf mücadelesi, devlet ve sermaye ilişkileri, iş hukuku (hukuksuzluğu) kursu gibi.

Sendikal hak ve özgürlüklerin nasıl itinayla ihlal edildiğinin, örgütlenmenin nasıl engellendiğinin, grev oylamasına nasıl hile karıştırıldığının, sermayenin valilik ve kolluk kuvvetleri üzerindeki nüfuzunun, kısaca hukuksuzluğun ve keyfiliğinin bir özeti gibi.

Grev birkaç kez kolluk kuvvetlerince kırılmaya çalışıldı. 24 Ağustos 2017’de kolluk kuvvetleri gözetiminde yasaya aykırı biçimde yarı mamul madde ile makine ekipmanları dışarıya çıkarıldı. Yasadışı mal çıkaran yükleme kamyonlara jandarma eşlik etti.

Grev gözcüsü işçilerin itirazlarına karşı, malların Valiliğin oluru ve savcılığın sözlü talimatı doğrultusunda çıkarıldığı söylendi.

Bunun yasadışı olduğunu belirten grev gözcüleri gözaltına alındı ve mallar zorla dışarıya çıkarıldıktan sonra serbest bırakıldı.

Bitmedi. Tam 12 Eylül günü, 12 Eylül’e yakışan bir uygulama ile jandarma ikinci kez grevi kırmaya kalktı. Yine yasaya aykırı bir biçimde, işyerinden yarı mamul ve makine ekipmanları dışarıya çıkarılmak istendi. Bu hukuksuzluğu bedenleri ile engellemeye çalışan grevci işçiler darp edildi. Grev kırıcılık mal çıkaran kamyonlara eşlik eden jandarmanın gözetiminde yapıldı. İşçilerin hepsi grevde olduğuna göre, içeride çalışan kimse yok. O halde içeriden çıkarılan ne? Grevden önce üretilen mallar, onları yükleyecek işçiler grevdeyse dışarı çıkarılmaz. Öte yandan fabrikadan hammadde, malzeme ve makine de dışarı çıkarılmaz.

Yapılan işlem açıkça suç ama bu suça kamu idarecileri de ortak oluyor.

Hukukmuş, yasaymış, grev anayasal hakmış kimin umurunda! Sermayenin menfaatleri söz konusu olduğunda anayasanın ve hukukun ne önemi var!

Düzce cephesinde yeni bir şey yok
Son grev kırıcılığı Tekno Maccaferri işvereninin ve Düzce’deki mülki amirlerinin, bürokrasinin ve kolluk kuvvetlerinin ilk marifeti değil. Bir Türk-İtalyan ortak şirketi olan Tekno Maccaferri işvereni grevi kırmak için grev oylamasında hileye başvurarak sendikal hakları ihlal etmeye başladı.

“Uyanık” işveren sendikanın grev kararını boşa çıkarmak için, Haziran 2017 içinde, Ankara ofisinde çalışan işçi sayısını SGK kayıtları üzerinden 37 kişi arttırdı. Üç dört kişinin çalıştığı ofise adeta bir fabrika kadar işçi alındı. Grev kararının ardından, beklendiği gibi işveren grev oylaması talebinde bulundu ve 21 Haziran 2017’de yapılan grev oylamasında greve “hayır” çıktı. Birleşik Metal muvazaalı (hileli) işçi alımına dayanan grev oylamasına itiraz etti. 25 Haziran 2017 tarihinde, Düzce İş Mahkemesi sendikanın itirazını kabul ederek, hileli oylamayı iptal etti. Hileli grev oylaması yoluyla grevi engelleyemeyen işveren şimdi de kolluk kuvvetlerini kullanarak grevi kırmaya çalışıyor.

Sendikal örgütlenmeye karşı ülkenin her yerinde aşina olduğumuz hukuksuzluklar Düzce’de sık sık yaşanıyor. 2011 yılında Düzce’de Masdaf işyerinde yine Birleşik Metal-İş örgütlenmesi sonrasında 120 işçi işten çıkarılmış, işçilerin direnişi kolluk kuvvetlerince kırılmak istenmiş, işçiler gözaltına alınmıştı. Hatta Düzce Müftülüğü de işverene arka çıkarak “işi gereğinden fazla yavaşlatmak ve işyerine zarar vermek, kârı ve kârlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır dini mesuliyet altına sokar” şeklinde hutbelerin camilerde okunmasını sağlamıştı.

Grev hakkı ayaklar altında
Anayasa bakarsanız grev işçilerin temel haklarından biri. Dolayısıyla hükümetin, valinin, savcının ve hakimin kullanılması için titizlenmesi, korunması için seferber olması gereken bir hak. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Grev Türkiye’de hükümetin ve valilerin iki dudağı arasında. Hükümet istediği grevi keyfi olarak yasaklayabilmekte ve maalesef bu konuda etkili bir hukuk yolu yok. Danıştay adeta grev ertelemelerini onaylayan bir notere dönüştü. Anayasa Mahkemesi grev hakkını koruyan kararlar veriyor ama dinleyen yok, uygulayan yok. AKP döneminde 62 bine yakın işçiyi kapsayan 13 grev ertelendi. Sadece 2017 yılında beş büyük grev ertelendi. 2017’de ertelenen grevlerden ikisi Birleşik Metal-İş’in greviydi.

Grev hakkı sadece grev ertelemesi/yasaklaması yoluyla engellenmiyor: Bir diğer yol ise grev kırıcılığı. Grev kırıcılığının da envaiçeşit yöntemi var ülkemizde. Yasak olmasına rağmen, grevci işçi yerine başka işçi çalıştırmak, fabrikadan yasadışı mal ve malzeme çıkarmak, işçileri tehdit ve şantaj ile greve katılmaktan alıkoymak, kolluk kuvvetleri yoluyla grev gözcülerine müdahale etmek en bilinenleri…

Düzce’de yaşananlar büyük resmin bir parçası. Grevin devletin en üst makamlarınca tehlikeli ilan edilmesi, grevlerin hükümet tarafından sistematik olarak yasaklanması yerel düzeyde de hukuksuzluğa ve işgüzarlığa davet çıkarıyor. Biz yine de hatırlatalım: Türk Ceza Kanunu madde 118’e göre sendikal faaliyeti engellemek, grevi kırmaya çalışmak suçtur. Olur ya, belki bir gün bir savcı mülkiyeti korumak için değil Türk Ceza Kanunu’ndaki  bu suçu işleyenler için harekete geçer.
Fotoğrafa dönerek bitirelim. Bu fotoğraf Türkiye’de grev hakkının ve sendikal hakların özetidir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Ekim ayı başında Türkiye’de yapılacak olan ILO toplantısının uluslararası sendikal örgütler ve Avrupa işçi örgütleri tarafından boykot edilme sebebini başka yerde aramasın, bu fotoğrafa baksın. Bu fotoğraf yeterince açıklayıcı.

Aziz Çelik / BİRGÜN

“Aşağılıksınız” - ERK ACARER

Mezar saldırganıyla fotoğrafı çıkan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan hakaret dolu tuhaf ifadeler, çok acıklı ‘başka’ konuşmalar. Dün dündür…


Mezarlıklar ziyaret edilir, ölülere saygı duyulur. Bunlar… Mutlak surette 16 yıllık AKP iktidarı ve Saray rejiminin yarattığı iklimin yansımasıdır. Nefretle ektikleri rüzgârın, ayrıştırma, ötekileştirme ile biçtikleri fırtınasıdır. Malum hadise. Malum hadiseden sonra çektirdikleri fotoğraflar…
‘Fotoğraflar’ demek eksik. Daha çok bir aile albümü! Çete organizasyonunun allı pullu sayfaları. Tutuklu bulunan, HDP Van Milletvekili Aysel Tuğluk’un annesi defnedilirken, cenazeye saldıran M. K. adlı kişi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile aynı kadrajda. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’la selfie’de. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Julide Sarıerolu’yla gülerken, AKP Ankara Milletvekili Ahmet Gündoğdu ile yan yana  mutlu.

Fotoğraflar flu değil net. Tetikçilerle kol kola yüründüğü, onlara yol verildiği, hepsinin bir bir yaratılıp ortalara salındığı gayet açık. Aslında örtülü bir talimat daha çok: “Böyle iyiyiz çocuklar, devam edin!”

‘Koskoca’ İçişleri Bakanı, ‘o karede’ şüphesiz Hrant Dink’in katili Ogün Samast’la ahbaplık yapan kolluk gibidir. Gar katliamında 2 canlı bombayı taşıyan araca eskortluk eden Yakup Şahin’le selfi çektiren ve gülerek, “Alt tarafı iki çocuk ölmüş, elinize sağlık” diyen polislerden farksızdır.

Doğru; bunun için istifa mı edilir?

‘Koskoca’ İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun her zamanki naifliği ile yaptığı “İstifa etmeli” açıklamasına, AKP geleneği, siyasal İslamcı ruhu ve dümdüz, buz gibi gerçekle yanıt veriyor: “Bunun için istifa mı edeceğim!”
Buz gibi gerçek! Doğru söze ne denir. AKP’nin harcında, 16 yıllık iklimde, sağcının mayasında, istifa diye bir dilekçe mi var?
İşin içinde olanlar…

Soma’da 301 madencinin diri diri gömülmesini izleyen, katledilmesine meydan veren kamu görevlileri, dönemin sorumlu Bakanları ve Başbakanı istifa mı etti?

İlk akla gelen Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Sultanahmet, Antep, İstanbul Beşiktaş gibi büyük katliamlarda, istihbaratın başında olan Hakan Fidan, “Koltuğu bırakıyorum” açıklaması mı yaptı? Ensar’da çocuklara tecavüz edilirken, dönemin, ‘Bir kereden bir şey olmaz’ Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, “Ben onurumu ayaklar altına aldıramam” deyip kenara mı çekildi?

Herkesin bildiği gerçeği dillendirmek, üzerinde uzun uzun düşünmek şart: “İşin içinde olanlar istifa etmezler, günah çıkarmazlar, af dilemezler!”

Dün dündür…

Süleyman Soylu, elbette seçilmiş bir şahıs, özel bir görevlidir; bir Bakan! Öyle ki geçmişteki konuşmaları bile bir kalemde tereddüt edilmeden silinen bir kişidir.

Fakat… Arşivin lütfu işte, hatırlatalım. Soylu, Demokrat Parti (DP) genel başkanıyken, 2009’da Erdoğan’a istinaden yaptığı konuşmasında ne diyor: “Eğer ben dürüst bir adamsam… Arkamda tek bir kare leke olmadan karşınızda duruyorum. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenden hesap sormazsam namerdim!”

Soylu’nun aynı yıl daha Erdoğan’ı hedef alan daha ilginç ifadeleri de var. Misal Erdoğan’ın attan düşmesinin ardından şunları söylüyor: “At üstünde durmayı beceremediği gibi ülkeyi yönetmeyi de beceremiyor.”

Soylu, o yıllarda, gözlüklü, biraz kilolu… Başında hafif bir saç perçemi var. Değişim işte!

Latife bir yana… Çizgi belli. Çizgi yok! “Dün dündür bugün bugündür” deyip, birbirlerinden utanıp sıkılmayacak olanlar, senden benden, halktan mı çekinecek?
Mezar saldırganıyla fotoğraf… Fakat mağdur İçişleri Bakanı… Fotoğrafı yayınlayanı, paylaşanı suçluyor. Kızıyor:

“Aşağılıksınız!”

Aşağılık kelimesinin sözlük anlamı basit…

Ad olarak; nitelikçe, düzeyce düşüklük, küçüklük, alçaklık.
Sıfat olarak; niteliği düzeyi düşük.

ERK ACARER / BİRGÜN

Sarıhan cehennemden bildiriyor! - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Milletvekili ve TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkan Vekili olan hukukçu Şenal Sarıhan, 7-15 Eylül 2017 tarihleri arasında Türkiye’deki “Hak İhlallerini” raporlaştırıp kamuoyu ile paylaştı. Sarıhan bu sonuçları her hafta yayımlıyor. Tek başına partisinden bile fazla hak ihlali alanında veri toplayıp ortaya koyuyor.

Cennet ülkede cehennem azabına uygun son durumun özeti aşağıda sıralanıyor. 

» İşlerine geri dönebilmek açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın davası, Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Ancak iki eğitimci mahkemeye getirilmedi. Jandarma Komutanlığı’nın mahkemeye gönderdiği yazıda, iki ismin “personel yetersizliği” ve “oluşabilecek sağlık sorunları” ve “güvenlik” gerekçesiyle duruşmada hazır edilemeyeceğini bildirdi. Savunma hakkı engellenen Gülmen ve Özakça’nın “savunma yapmadıkları” için  tutukluluk halinin devamına karar verildi.

» Parke döşeyen ustanın, pide getiren çalışanın FETÖ’cü olduğu suçlamalarıyla yargılanan Cumhuriyet Gazetesi yazar ve yöneticilerinin duruşmasında da tutukluluk halinin devamına karar verildi.

» HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı ve eski parlamenter Aysel Tuğluk’un 78 yaşında hayatını kaybeden annesi Hatun Tuğluk’un cenazesi defnedildiği sırada ırkçı bir grubun önce sözlü saldırısına uğradı. “Buraya Kürdü, Aleviyi, Ermeniyi gömdürtmeyiz! Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz!” sözleriyle cenazeye saldıran grup daha sonra taşlı ve sopalı 100 kişilik bir güruh halini aldı.

» İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “Bizzat ilgileniyorum” diye açıklama yaptı. Dediği doğru(!) çıktı: Bakan saldırganlarla hatıra fotoğrafı çektirdi.)

» CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun avukatlığını da yapan CHP YDK üyesi Celal Çelik, FETÖ’den gözaltına alındı. Çelik’in Samanyolu TV ve Bugün TV gibi kanalların Digitürk platformundan çıkarılması üzerine, Fethullah Gülen’in talimatının ardından aboneliğini iptal ettirdiği öne sürüldü.

» Diyarbakır’da 264 öğretmen, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ‘zorunlu yer değişikliği’ gerekçesiyle başka illere gönderildi. Sivas’a gönderilen 13 öğretmenin ise oradan başka yere sürüldüğü ortaya çıktı.

» Diyarbakır’da KHK kapsamında açığa alınan yaklaşık 4 bin 400 öğretmenden 180’i meslekten ihraç edilmişti. Eğitim Sen üyesi 264 öğretmen 28 Ağustos’ta Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ‘zorunlu yer değişikliği’ ile sürgün” edilmişti.

» Adalet Bakanlığı, 2016 sonunda cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü öğrenci sayısının 69 bin 301 olduğunu açıkladı.

*Geçen yılın kasım ayında açıklanan verilere göre cezaevlerinde 197 bin 297 tutuklu ve mahkûm bulunuyordu. Yani, bunların yaklaşık 69 bini öğrenciydi.

*Yine bakanlığın verilerine göre, 2013 yılının mayıs ayında ise cezaevlerinde iki bin 776 tutuklu ve hükümlü öğrenci bulunuyordu.

*Bu sayı 2016 sonu itibariyle 25 kat arttı.

» Diyarbakır’da cami bahçesinde bir çocuğu istismar etmekten hüküm giyen adama iyi hal indirimi verildi. Mahkeme, sanığı ‘çocuğun cinsel istismarı’ndan alt sınır olan sekiz yıl hapis cezasına çarptırdı. Ardından ise sanığa ‘iyi hal’ indirimi uygulayarak ceza altı yıl sekiz aya indirdi.

» İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre geçen ağustos ayında en az 217 emekçi yaşamını yitirirken bunlardan 16’sının çocuk olduğu açıklandı.

*Bir diğer rapor da Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan geldi. Rapora göre ağustos ayında erkekler 27 kadını öldürdü, 26 çocuğa cinsel istismarda bulundu.

» Adıyaman’ın Besni ilçesinde Süleymancılar Cemaati’ne ait olduğunu belirtilen özel bir yurtta 10 yaşlarındaki iki erkek öğrenciye cinsel istismarla suçlanan yurt müdürü İ.T. gözaltına alınırken, soruşturmaya yayın yasağı getirildi. Adıyaman Valiliği yetkililerinin de yerel gazetecileri arayarak tacizi yazmamaları için uyarıldığı iddia edildi.

» Aladağ’da 11’i çocuk 12 kişinin yaşamını yitirdiği, 24 kişinin de yaralandığı yurt katliamının ardından hazırlanan raporda suçlu bulunan İlçe Milli Eğitim Müdürü’ne kınama, denetimde sahte rapor veren iki memura ise birer günlük maaş kesme cezası verildi.

» Pembe otobüs uygulamasından sonra bu kez de Pembe Kantin uygulaması başladı. İstanbul’da Kartal Cevizli Ortaokulu’nun kantini “kızlar” ve “erkekler” tabelalarıyla ikiye ayrıldı.

Nazım Alpman / BİRGÜN

18 Eylül 2017 Pazartesi

Sosyalizm: Su gibi, hava gibi, sıradan ve vazgeçilmez bir gereksinim - İLKER BELEK

Kim işsiz, aç kalmak ister?
Kim arkadaşının, komşusunun başına bu tür belaların sarılmasına duyarsız kalabilir?


Ama işte bakın tam da bu türden sorunların hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Dünya nüfusunun beşte biri sağlıklı içme suyundan bile yoksun. ABD’de tepedeki %1’lik azınlığın serveti kalanınkinden fazla. Türkiye’de en zengin %4’lük kesim ulusal gelirimizin %25’ine el koyuyor. Ve kim bilir ne kadar servetleri var? İngiltere’de hükümet patronların vergi yükünü düşürmek için kamu hastanelerini kapatıyor, koruyucu sağlık hizmetlerinden katkı payı alıyor. İsveç’te sağlıktaki katkı paylarının artış oranı 2002 sonrasında %30’u buldu ve yoksulluk sınırının altında yaşayan işsiz oranı son 20 yıl içinde %5’den %30’a çıktı.

ABD, İsveç, İngiltere. Sıradan ülkeler değil bunlar. Dünyanın en zenginleri. Emperyalist sistemin tepesindeler. İngiltere ve İsveç sosyal devletin (çöktü ama) beşiği, merkezi.
Daha da kötüsü şu: Artık herhangi bir anda herhangi bir yerde bir dünya savaşı boyutunu alabilecek yeni çatışmaların ortaya çıkabilecek olmasını herkes olağan görüyor.
Bu kapitalizmdir, bundan başka kapitalizm yoktur.
Bütün bunlar, yoksulluk, işsizlik, açlık, evsizlik… Hepsi kapitalizmin normalleri.
Nedeni çok basit. Kapitalizm sömürücü bir sistem. Emek sömürüsüne dayanıyor. Patronlar emeği sömürerek var olup, varlıklarını artırıyorlar.
Emek sömürüsü, işçinin emek gücüyle ürettiği değerin önemli kısmına patronun el koyması anlamına geliyor. Eşitsizlikler, yoksulluklar, yoksunluklar, zenginlikler bu ilişkiden kaynaklanıyor.
Daha da önemlisi şu: Kapitalizm bu özü nedeniyle son derece karmaşık bir sistem. Düşünsenize, ortada zorla el koyma söz konusu. Açıkça hırsızlık.
Peki kim elinden bir şey alınmaya kalkıldığında sessiz kalır? Kalmaz. Zaten bu nedenle kapitalizm, hırsızlığı gizlemek, gelişecek tepkileri bastırmak için karmaşık bir ideolojiler, siyaset ve polisiye önlemler dünyası yaratır.
Devlet denilen zora dayalı yönetim mekanizması bu amaçla organize edilir. Bakanlıklar, bürokrasi, polis, ordu, savaşlar… Ek olarak borsası, bonosu, faizi, borcu var. Var da var. Teferruatlı iş derken haksız mıyız?

Yetmez. İnsanı elinden alınana rıza göstermesi için “eğitmek”, dünyasını dogmalarla, korkularla doldurmak, bunun için cilt cilt kitaplar yazmak gerekir.
Görebiliyor musunuz toplumsal kaynaklarımızın ne kadar önemli kısmı boş işler için harcanıyor. Yani mesele yalnızca patronların ceplerini doldurmaları değil. Bir de bizden topladıkları vergilerle bu devasa yapıyı fonluyorlar.
İşsizlik gibi, yoksulluk gibi, karmaşa da kapitalizmin genetiğinde mevcut.
Bütün bunlardan kurtulmak ve eşit yaşamak mı istiyoruz, o zaman ilk elde patronları tepemizden atacağız.
Onların el koyduğu zenginlikleri kamulaştırıp, ortak ihtiyaçlarımıza yönlendireceğiz. Sosyalizm paylaşımın yeniden düzenlenmesi, yani matematiktir.
Patron sınıfını ortadan kaldırdıktan sonra, bir süre içinde, devlet aygıtına da, ideolojik mekanizmalara da gerek kalmayacak.
Toplumsal yaşam sadeleşecek.
Toplumun herkese yeteneğine göre iş verebildiğini ve böylece çocuklarımızı yarış atı gibi sınavlara hazırlamak zorunluluğundan kurtulduğumuzu düşünün bir kez.

%4’lük azınlığın el koyduğu kaynak miktarı yılda 200 milyar dolar ediyor. Bizim yıllık sağlık harcamamız 30, eğitim harcamamız ise 60 milyar dolar kadar. Patron sınıfını ortadan kaldırmanın sağlayacağı avantajın boyutu işte bu. Bir de AKP’nin toplumun tepesine diktiği polis ordusunun küçültüldüğünü, komşu ülkelerdeki saçma sapan askeri operasyonlara son verildiğini düşünün.
Sosyalizm basittir, sadedir, yaşamsaldır, herkes içindir.

Sosyalizmde yaşamak kolaydır. Yarın başımıza ne geleceği tedirginliğinden kurtarır bizi. Hepimize iş,  sosyal güvence, sağlık, eğitim, konut verir. İnsanın aklını özgürleştirir. Büyük bilimsel atılımların zemini budur.
Mezhep, etnik kimlik, dini inanç fark etmez. Bunların hiç birisinin birlikte yaşamamız bakımından herhangi bir önemi kalmaz.
Sosyalizm hepimizin çıkarınadır.
Atatürkçü müsünüz, öyle olsun, ama neden sosyalizm mücadelesine katkı koymayasınız, eşitlik istemiyor musunuz?
Cumhuriyetçi misiniz, tamam. Esas cumhuriyet sosyalist olanı değil mi? Neden cumhuriyetimizin temeli kamucu ekonomi olmasın?
Kürt hareketine mi sempati duyuyorsunuz? Ama inşaatlarda, fındık tarlalarında sömürülen Kürt emekçisinin hakkını teslim etmek için adalet gerekmiyor mu? Kürt emekçisinin kaderini, Kürt de olsa patronunkiyle nasıl aynı görebiliriz?
İnançlı mısınız, zaten herkesin kendine göre bir inancı yok mu, yaşayın kendi içinizde onu. Ama inancın dayatılması, çocuklara zorla din eğitimi verilmesi, kabul etmelisiniz ki olacak iş değil.
Sosyalizm insan içindir. İnsan dediğimizde milliyetlerin, inançların hükmü kalmaz. İnsan milliyetini seçemez, inancı dayatmak ise zaten insanlıkla bağdaşmaz.

Ama sosyalizm birlikte inşa edebileceğimiz tek insani düzendir.

İlker Belek /SOL

‘Otoriterlik’ ve demokrasi - ERGİN YILDIZOĞLU

Faşizmden farklı olduğu varsayılan bir “otoriterlik” Avrupa’da, ABD’den Filipinler’e, enerjisini neo-liberalizme, küreselleşmeye, düzenin seçkinlerine güvenlerini kaybeden halktan alarak (faşist hareket de öyleydi) yükseliyor. 
 
Karizmatik bir siyasetçi, bu enerjiyle, seçimleri kazandıktan sonra yasama, yürütme ve yargıyı kendi elinde toplamaya, medyayı denetimi altın almaya, muhalefeti, devletin denetleme-dengeleme organlarını etkisizleştirmeye başlıyor (faşist lider, hareket de öyle yapmıştı). Bu süreçte, “bize” yabancı bir “öteki”ni hedef alan nefret ve şiddet işlevsel oluyor (faşizmde de öyleydi).
Yeni otoriterlik” savına göre, bir kişinin (Orban, Trump, Erdoğan olabilir) otoriter eğilimlerine karşı, demokrasiyi savunmamız gerekiyor. Ancak, “bir kişinin otoriter eğilimlerine” odaklanan bakış, o kişiyi, o eğilimleri uygulama noktasına taşıyan, orada tutan özgün toplumsal hareketi, tarihsel koşulları göremiyor. Savunmamız istenen “demokrasi” de oldukça sorunlu. 


Demokrasi
Demokrasi, eşit, özgür insanların, kendi kendilerini -seçtikleri temsilciler aracılığıyla- yönetmesi demek. Ya seçilenler seçildikten sonra, seçenlerin değil de başka çıkarları, ya da kendi çıkarlarını ön plana koymaya başlarsa? Demokrasilerde, bu soruna çare olarak, devletin, seçilmemiş ama seçilenlerin verdikleri sözlere (üzerine yemin ettikleri yasalara) bağlı kalmasını sağlayacak denetleme, dengeleme organları, güçler ayrılığı modeli var. 
 
Ancak dengeleme, denetleme organları, belli tarihsel koşullarda şekillenmiş değişken bir siyasi ekonomik yapıyı (kapitalizmi) korumayı amaçlayan yasaların, ideolojik-kültürel ortamın belirleyiciliği altında işliyor. Örneğin, kapitalizmin bir kriz yönetme rejimi olarak noliberalizmle, eşitlik ve özgürlük kavramlarının içeriği, farklı kimliklerin piyasa ilişkileri içindeki eşitliği ve piyasa ilişkilerine katılma özgürlüğü olarak, yeniden tanımlanmıştı. Böylece çalışanların hakları ve özgürlükleri, bir önceki büyüme dönemine kıyasla belirgin biçime gerilemişti. 
 
Demokrasiye” kuşkuyla bakmak için başka nedenler de var. Örneğin yasalar önündeki eşitlik, ekonomik kaynaklara, servete, bilgiye ulaşma olanakları arasındaki farkların etkisiyle pratikte anlamını yitiriyor. Çoğunluk, kendisini yönetecek olanları özgür bir ortamda seçiyor olsa bile, bunları her zaman, ekonomik kaynaklara, bilgiye ulaşma, bilgiyi üretme (üniversite, dini kurumlar, medya vb...) kapasitesi yüksek, çoğu kez siyasi partilerde örgütlenmiş bir azınlık içinden seçiyor. Ekonomik kaynakların yönetimi, dağılımı söz konusu olduğunda bu azınlık, her ekonomik kriz döneminde, ekonomik kaynakları kapitalizmi ve kendisini korumakta kullanırken, krizin mali yükünü çoğunluğun üstüne, ya sosyal hizmetleri kısarak, ya da vergileri artırarak yıkmaya başlıyor. Bu çoğunluktan alıp azınlığa verme pratiğine yönelik itirazlar da, medyanın yardımıyla yaratılan, “yoksa her şey çöker” (sonra, Naziler, Hiroşima, iç savaş, terör vb.) korkusuyla, düzenin işleyişine ilişkin açıklamalara yönelik şüpheler de, düşünmeye vakit bırakmayan, eğlence endüstrisinin, tüketim kültürünün ürünleriyle, iş güvensizliği- borç kıskacı altında etkisizleştiriliyor.
Böylece, demokrasi, pratikte (Peter Sloterdijk’in kimi kavramlarını ödünç alırsak) azınlığın yönetiminin, (oligocracy), “mali çıkarların yönetiminin” (fiscocracy), “korkunun yönetiminin (phobocracy) adı oluyor. Çoğunluk da, bu duruma itiraz ederken, seçkinleri (oligocracy) ve medyayı (phobocracy) hedef alan, bilgiye değil kanaatlere dayanan kolay çözümleri öneren “yeni otoriter” liderlere yöneliyorlar. 
 
Gerçekten de otoriter liderlerin gücü halktan geliyor; peki, Brecht’in sorduğu gibi “Halktan gelen bu güç nereye gidiyor?”: Demokrasi görüntüsüyle gizlenen “oligokrasi”nin de gerisine, gittikçe ağırlaşan totaliter blr “otokrasiye” (faşizme) doğru. 
 
Öyleyse, ya “oligokrasi” (demokrasi), ya “faşizm” seçeneklerini reddedip, “oligokrasi”nin görüntüsü olmayan bir başka demokrasinin yaşayabileceği bir başka toplumu amaçlamak gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Şair ceketli çocuk: Kazım - HİLAL KÖSE

Avukat Arzu Kal Demirçi, arkadaşı Kazım Koyuncu’nun kitabını yazdı. ‘Şair Ceketli Çocuk” isimli kitap için Demirçi, “Sadece çok yakınlarının bildiği Kazım’ı anlatmaya çalıştım” diyor. Kitabın geliri Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na gidiyor.


 Avukat Paluri Arzu Kal Demirçi, Chivi Yazıları’nda çıkan yeni kitabı ‘Şair Ceketli Çocuk’ta, Karadeniz’in asi çocuğu, 25 Haziran 2005’te yitirdiğimiz Kazım Koyuncu’yu anlatıyor. Kazım’la ilk karşılaşmasından son ana kadar süren dostluğunu bütün içtenliğiyle kaleme almış. “Bana kattıkları ile bendeki Kazım’ı yazdım” diyor. Kazım’ı kaybettikten 12 yıl sonra kâğıda döktüğü satırlara, acısını, kederini, özlemini, Kazım’ın neşesini ve umudunu yüklemiş. Yüzünüzde kocaman bir gülümseme, gözlerinizden yağmur gibi süzülen yaşlarla okumaya hazırlıklı olun yazılanları. Kitabın geliri de Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na gidiyor. Kazım, çok uzaklardan, çocuklara umut olmaya devam ediyor. Demirçi ile Giresun Eynesil’deki evinde bir araya geldik. Kazım’lı günlere geri döndük...

- Nasıl geçti 12 yıl?
Onu kaybettikten sonra üç yıl ilaçsız uyumadım, gezmedim, konsere gitmedim. Çığlık çığlığa uykulardan uyandım. Zor geçirdim. Sonra sonra ortak bir arkadaşımızın kızı oldu onunla ilgilenirken tekrar bir can geldi bana. Kazım bir tek damla gözyaşımı görmedi. Hiçbirimiz onun yanında ağlamadık. Bize bir gün ‘Taş mısınız niye hiç ağlamıyorsunuz?” diye sordu. Sonra da “İyi ki de öyle yapmıyorsunuz, yoksa camdan atardım sizi” dedi.

UMUDU DİRİ TUTTUK
- Dostluğunuz nasıl başlamıştı?
Bizi herkes çok eski dost zannediyor. Biz daha iki yılı doldurmamıştık onu kaybettiğimizde. 30 Temmuz 2003’te Değirmen Sanat Evi dinletisine gitmiştik. Konseri bitince tanıştık. Ayrılırken, sarıldım, ‘ne olursa olsun hep yanında olacağım’ dedim. Nasıl olduğunu anlamadan çok iyi arkadaş olduk.
- Hastalığı nasıl karşıladınız?
İki gün odaya kapandım, ağladım. Üzüldüğümü duymuş aradı, “ben çok iyiyim merak etme. Bana sen bakacaksın” diye beni sakinleştirmeye çalıştı. Hastalığı boyunca hep çevresindekileri sakinleştirmeye çalıştı. Sonrasında Cihangir’de evimizi tuttuk. Sevgilisiyle birlikte üçümüz kaldık. Son ana kadar umudu kaybetmedik. Ot da kaynattık, reiki de yaptık. Aklınıza gelebilecek bir sürü şey yaptık.

SON İSTEĞİ KARAYEMİŞTİ
- Kitapta hastanedeki günleri de var...
Hastaneye yattıktan sonra sadece sevgilisi yanında kaldı. Sabah işe gitmeden, öğle arasında ve iş çıkışında uğrardım ben de. Gece yarısına kadar kalırdım. Laz böreği isterdi. Onun o hastane yatağında zevkle Laz böreği yemesini unutamıyorum. Son zamanlarında karayemiş sormuştu. Olmamıştı daha... Onu defnettiğimizde karayemişler yeni olmaya başlamışlardı. Mezarı şimdi karayemiş ağaçlarına bakıyor.
- En son ne zaman gördünüz onu?
Artık burnunda iki tane solunum hortumu var. Bir tane kalın bir tane de eliyle tutuyor. “Odamı değiştirin” diyor, “bu çalışmıyor hava gelmiyor” diyor. Aslında çalışıyor ama nasıl diyeceksiniz ki... Çok çok zordu. Zorla nefes almaya çalışıyor. Sırtını dayayamıyor, önündeki masaya kafasını koyarak uyumaya çalışıyor. 24 Haziran’dı benim onu son gördüğüm gün. Kapıdan çıkarken geri döndüm “Seni seviyorum” dedim. Solunum hortumunu salladı ‘ben de’ demek için. Akşam yoğun bakıma almışlardı. Sevgilisine ‘beni bırakma’ demiş, normalde yanına kimseyi almıyorlardı, sevgilisinin yanında kalmasına izin verdiler. Ertesi gün de gitti... Hastalığın başında ‘acı içinde kıvranacak,’ demişlerdi o derece kötü olmadan gitti... O bile beni mutlu ediyor şimdi.

DURUŞU HATIRLANMALI
- Kitabı elinize alınca ne hissettiniz?
Çok heyecanlandım... Başucu kitabı yapacağız diye çok yazan oldu. Çok ağladıklarını söyleyen oldu. Sanki, okuyan herkes acıdan bir parça aldı yüklendi ama benimki de hiç azalmıyor. Bir tane oğluma imzaladım, kitaplığına koydum. Bir gün açıp Kazım’ı oradan tanıyacak. Kitap herkese ulaşsın, hiç tanımayan kimse kalmasın isterdim onu.
- Kazım’a dair başka bir proje var mı aklınızda?
Olması gerekiyor ama nasıl yaparız onu da bilmiyorum. Kazım, hiç birbiriyle anlaşamayan o kadar çok insanı bir arada tutmuş ki, şimdi hepimiz dağıldık.
- Kazım’ı bugün en çok nasıl hatırlamalı?
Biraz Karadenizliyim, biraz müzisyenim ama hepsinden önce devrimciyim diyen bir adamı herhalde en çok siyasi duruşuyla hatırlamak gerekir. İnsanı insan yapan değerler o duruştan geliyor. Bu adamın bu kadar güzel yürekli olması, çevreye, insana duyarlı olması, herkesin derdini dert edinmesi, hepsinin temeli zaten o. Spor taraftarlığı bile devrimciliğine dayanıyor.

O BİR MUCİZEYDİ
- Kazım’ı siz nasıl anlatırsınız onu tanımayanlara?
Kitap gibi. O kitap olabilirdi ancak... Tek kelimeyle onu anlatmak gerçekten zor. Hayvanları bile arkadaşı kabul ederdi. Kaplumbağa kanı içirilmesini önerdiler bize. Kabul etti bir tek şartla, eğer ölmeyecekse kaplumbağa... Daha fazla söze gerek yok. İstiklal’de yolunu çevirirdi çocuklar, durur sohbet ederdi. Vakti varsa oturur bir çay içerdi... Ben Kazım sayesinde yatağını bulmuş suyum diye yazdı bana üniversiteli bir genç. Ne güzel etkiler bırakmış insanlarda... Ben ona bir de mucize diyorum. Trabzon konserine geleceği zaman çok heyecanlıydı. Evde sürekli şarkı söylemeye çalışıyordu elinde gitarla. Öksürükleri çok fazlaydı, şarkı söylerken öksürmeye başlamaktan çok korkuyordu. O dönemde raporlarını Almanya’ya göndermiş, konserinden bahsetmiştik. Gelen yanıt şu oldu; nefes alıyor olması mucize... Kazım, sahneye çok aitti, oradayken hiç ölmeyecekmiş gibiydi... Orada çok mutluydu. Trabzon konserinde inanılmaz duygusal anlar yaşamış. Çünkü herkes ağlıyor. İzleyenler onu yormamak için şarkıya eşlik ediyor, oturarak söylüyor... Bir bir buçuk ay kalmıştı vefatına, çok az bir zaman. Vazgeçmiyordu, hasta olmasının onu durdurmasını istemiyordu. Bir şeyler daha üretmek istiyordu. Ama stüdyoya girecek kadar kendini iyi hissetmedi.

Hilal Köse / CUMHURİYET

Hep devrimden yana durdu: Maritza Garrido Lecca - MUSTAFA K. ERDEMOL

Maritza Garrido Lecca artık serbest. Ülkenin yarısını ele geçirmiş bir hareketin destekçisi bir burjuva kadını olarak değerlendirildi ama inançlı bir devrimciydi. Hareketin liderini sakladığı için yattığı cezaevinden 25 yıl sonra çıktı.


Gencecik bir kadın olarak 25 yıl önce nasıl girdiyse cezaevine, aynen öyle çıktı. Girdiğinde kendisinden pişmanlık sözleri duymak isteyen gazetecilere gülümsemişti, 52 yaşında çıktığında da gülümsüyordu. Yargılanması süresince de pişmanlık belirten tek bir ifade çıkmamıştı ağzından.

Oysa “kırılgan, nazik” bedenine bakıp pek de “dayanıklı” olmayacağı sanılan kadınlardan biriydi o da. Ne de olsa balerindi. Bu muhteşem sanatı öğretiyordu da aynı zamanda. Yattığı onca yıl boyunca tek bir yakınması olmadı. Tek bir yoldaşını ele vermedi.

Maritza Garrido Lecca artık serbest. 11 Eylül 2017 günü özgürlüğüne kavuştu. Peru’daki Aydınlık Yol Hareketi’nin “Başkan Gonzalo” olarak bilinen efsanevi lideri, taraftarlarının “Marksizmin Dördüncü Kılıcı” olarak da tanımladıkları Abimael Guzman’ı 90’larda apartmanında sakladığı için 25 yıla mahkûm olmuştu. Lecca’nın yaşadıkları 2002’de ünlü yönetmen/aktör John Malkovich’in “The Dancer Upstairs” filminin de ilham kaynağıydı. Bizde de benzeri olan  Peru medyasının diliyle söylersek olay ortaya çıktığında “ülke şoke olmuştu”. Lecca her şeyden önce bale yapan bir burjuva kızı olarak ilgi çekiciydi haliyle. Oysa Guzman yakalandığında yanında sadece Lecca değil, Aydınlık Yol Hareketi’nin Merkez Komitesi üyesi üç kadın daha vardı: Elena İparraguirre, Laura Zambrano, Maria Pantoja Sanchez.

Lecca, karizmatik bir lidere hayran bir burjuva kızı değildi. Örgütle bağlı olmayan ancak aynı idealleri paylaşan devrimci bir sanatçıydı. Tutuklandığında kendisini sorgulayanlara bunları söylemişti. Sonraki açıklamalarında da hep aynısını söyleyecekti.
Maritza Garrido Lecca, Peru’nun “Katolik değerlerin en yüksek olan kenti” kabul edilen başkenti Lima’da annesiyle oturacak. Zengin komşuları onun gelişini pencere ya da balkonlarına Peru bayrakları asarak protesto ediyorlar. Peru’nun eski Başbakanı Pedro Cateriano da Lecca’nın yaşayacağı sitede yaşıyor. Peru’nun eski isyancılarla birlikte yaşamaktan başka çaresinin olmadığını söylüyor. "Lecca ile komşu olmaktan memnun değilim, ama yasalar böyle çalışıyor” diyor.

Lecca, serbest bırakılan Aydınlık Yol militanlarının sonuncularından. Peru basınında serbest kalmasının huzursuzluğu artıracağı yolunda kışkırtıcı yazılar yer aldı. Adalet Bakanı Marisol Perez, “Aydınlık Yol ve terörizm bizim düşmanımız, onlara karşı gözlerimiz açık olmalı” dedi. Birden bire Aydınlık Yol’a karşı yıllar sonra yeniden bir karşı propaganda başlatılmış oldu. Hareketin “terör” suçundan tutuklu 6 bin mensubundan çoğu bugün serbest, Bunun Peru için bir güvenlik sorunu olduğunu söyleyenler var.

Aydınlık Yol ile yasal temsilcisi durumunda olan parti Peru devleti için artık bir tehdit değil ama buna rağmen halkta büyük bir karşılığı olduğu da bir gerçek. Peru İçişleri Bakanı Carlos Basombrio yakın bir zamanda gerçekleştirilen ve iki ay süren öğretmenler grevinde polislerle öğretmen çatışmasından Aydınlık Yol Hareketi’ni sorumlu tutmuştu.

Guzman nasıl popüler oldu?
Balerin Lecca’nın serbest kalmasından daha önemli bir konu var aslında. Bugün bile tartışmayı hak ediyor. Guzman, hem idealist entelektüelerden hem de İspanyolca’yı bile doğru dürüst konuşamayan yerlilere kadar yaygın bir halk desteğini nasıl elde edebildi? Bu, Lecca gibi nispeten rahat yaşam sürdüğüne inanılan insanların da nasıl “harekete” kazanıldığını da anlamamıza yarayabilir.

Guzman, 10 yıllık bir gerilla kampanyasından sonra ülkenin neredeyse üçte birini kontrol edebilecek hale gelmişti. Peru’nun toprak sahibi sınıfı ve köylülerinin dışında And Dağları’nın derinlerinde yerleşmiş izole yerli topluluklar bu hareketin seslendiği kesimlerdi. Peru’da gezilebilir yolların azlığı nedeniyle bölgeler arası yolculuk zordur. Kırsal alanlarda altyapı eksikliği bölge ekonomilerinin yaratılmasına neden olmuştur. 1960 yılında, o zamanlar bir felsefe öğrencisi olan Guzmán, batı And Dağları’nın çevresindeki Arequipa bölgesindeki deprem mağdurlarını sayım araştırması yaparken yerlilerin sefil koşullarına tanık oldu. Çürük kerpiç evlerinin hiçbirinde kapalı sıhhi tesisat yoktu, ham atıklar ailelerin içme suyunu sağladığı akarsuları kirletiyordu. Bu köylülerin çoğu yerli bir dil konuşuyor; bu, onları Peru’nun İspanyolca konuşan çoğunluğundan daha da uzaklaştırıyordu. Guzman bu durumu gördüğünde burjuvazinin “özgürlük”, “eşitlik” kavramlarına inancını yitirdi. Sınıf mücadelesinde artık Marksizm’dir yol göstericisi.

1962'de Guzman’ı Ayacucho bölgesinde görüyoruz. Nüfusun yüzde 75'inin tarımla geçindiği bir bölgedir burası. Köylülerin yüzde 20'si toprak sahiplerine hizmet ediyordu. Kendi ürünlerini yetiştirmek için de haftada üç gün toprak sahibinin tarlasında ücretsiz çalışıyorlardı. Köylü ailelerinin yetişkin kızları da toprak sahiplerinin “cinsel ihtiyaçlarını” karşılamak durumundaydılar. Bu ilişkiden doğan her çocuk toprak sahibinin ilerideki işçisi olacaktı. Ayacucho’nun köylülüğünün aşırı derecede fakirliği Marksist ideallerin gelişimi için uygundu. Peru’nun yerli halkının durumu, Guzman’ı o kadar öfkelendirdi ki, yerli halkı ezmekle yükümlü olduğuna inanılan Peru devletini yok etmek için harekete başladı. Aydınlık Yol Hareketi, Peru’nun sosyal kurumlarını yok ettikten sonra, köylüler tarafından işletilen bir Maoist rejim oluşturacaktı

Guzman’ın yaptığı önemli işlerden biri yerli halkın dilini öğrenmek oldu. Sosyalizmin öğretilerini İnkaların kültürel özellikleriyle birleştirdi. Yörede kullanılan ortak tarım sistemini Mao’nun tarımsal sosyalist modeliyle birleştirdi. Bu tüm yörenin katıldığı Aydınlık Yol Hareketi’nin doğmasına yol açtı.

Hareket, 1991'de Peru’nun neredeyse üçte birini kontrol ediyordu. Öyle ki başkent Lima’yı kırsaldan neredeyse ayıracaktı. Aynı yıl, dönemin Başkanı Alberto Fujimori’nin Terörizmle Mücadele Birimi Hareket’in liderlerinin bir toplantısının film görüntülerini aldı. Grup içindeki ikinci komutan Domingo Quintero’yu tespit ettiler. Peru istihbaratı Quintero’yu bir Lima restoranında bulup tutukladı. Sorgulamalar sonucu hareketin liderlerinin Lima’da  kaldığı birkaç evin adresi ele geçirildi. Bunlardan biri Maritza Garrido Lecca’nın dans stüdyosu idi.

Lecca, dans ederken bile aklı yerlilerde olan devrimci bir sanatçıydı. Şimdi dışarıda.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Makam bilmez cahil - ZAFER DİPER

Kırk yılın başında da görsem ve hani akrabam olmasa, kapıyı açar mıydım kendisine bilmem; çünkü bu kadın bir felaket, bastonuna dayana tutuna kapı kapı dolaşmadığı kimse kalmıyor, ülkedeki tek sorunlu, kıygın(mağdur) sanki bir tek oymuş gibi, yakınmalarının ardı arkası kesilmiyor. Şimdi belli ki sırada ben varım.

“Çıldırmak üzereyim artık!” diyor. “Hayırdır? Şöyle bir otur, soluklan önce” diyorum. “Nesi, hangisi hayır, konu tek değil!” diyor yerinde duramayarak. “Taşınıyorum, gidiyorum bu Kadıköy’den!”
“Yapma yahu,” diyorum, “sen kırk yıldır bu yakada oturuyorsun.” “Kadıköy’de yaşamak ayrıcalıktır ha? Sen mi diyordun bunu?” “Yok canım ben...” “Kim diyorsa düşsün yakamdan ya!” Yaşlı maşlı ama kafası saat gibi çalışıyor, yakadan yakayı bağlıyor. “İyi de neden geçmek istiyorsun karşıya?” “Sen haberlere de mi bakmıyorsun? Yalnızca ben değil ayol, bir sürü insan göç ediyor Avrupa yakasına. Kentsel dönüşüm adı altında her yerde her saatte inşaat ve tabii gürültü;  ama o ne kesilmez, durmaz, bitmez gürültü o öyle?!... Bir de ezan sesi. Şu zaten birbirlerine yakın neredeyse iç içe duran camilerden, biri başlayınca beş saniye sonra diğerinden, o hoparlörlerden yükselen sesler...”

“Bundan sızlanmana şaşırdım doğrusu,” diyorum.

“Haa şey demek istiyorsun, ‘sen, nasıl olur, inançlı birisin, orucunu tutar, evde namazını kılarsın’; evet öyleyim ama o hoparlörden gelen, sesi sonuna kadar açılmış kulaklarımda patlayan o bağırtılardan dinlemek istemiyorum ezanı... Bak aslında sesin kısılıp kısılmaması da değil, esas mesele...”

“Bir zamanlar Klasik Türk Müziği kurslarına da katıldığını anımsadım ya “ben pek anlamam da ama sen makamları iyi bilirsin,” diye giriyorum araya.

“Evet tam üstüne bastın,” diyor, “Bunamadım daha. Ezanlar sanat müziğimizde kullandığımız ses dizileri yani makamlarla okunurlar. Sabah ezanı, saba makamı ile okunmalı; öğle: rast; ikindi: hicaz; akşam: segâh; yatsı ezanı ise uşşak, beyâti makamları, aklımda kaldığınca. Değişik makamlarda okunmalarının nedenleri var elbette. Ama makamlarına uygun, doğru dürüst okunuyor mu sence? Ses güzel olmalı, ezan güzel okunmalı. Ah, dini müzikte hani nerede bir Kani Karaca?”
“Sen böyle deyince kiliseler geliyor aklıma” diyorum. “

Niye?” diye soruyor.

“Ses eğitimi alıyorlar. Çocukluktan başlıyorlar. Gençlik korolarında gelişiyorlar. Dini günlerinde, pazar ayinlerinde önemli bestecilerin yapıtlarını seslendiriyorlar kiliselerde. Dünyanın en yetkin sescileri, operacıların önemli bir bölümü oralardan yetişiyor. Konu konuyu açıyor da, bizde son durum inanılmaz!” “Neymiş o?” diye soruyor yine. “Yeni öğretmelikte (müfredat) Batı müziğine ve çoksesli müziğe neredeyse hiç yer verilmiyor. Yerine ilahiler ve salavatlar getiriliyor. Müzik eğitmenleri, tepki gösteriyor, ‘Müzik derslerini de din kültürü öğretmenleri versin o zaman!’ diyorlar... ” Hadi ben gideyim artık,” diyor. Ohh, atlattık diye geçiriyorum içimden. Eli kapının tokmağında, “Ne o,” diyor, “öyle pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun?” “A-a, olur mu hiç...” “Olur olur, söyle ne?” “Açıkcası,” diyorum, “başımızda ne belalar dolaşıp dururken, sen sanki bu konulara çok takmışsın bence. Örnekse ezanın okunuşuna falan diyeceğim de...”

“Deme!” diyor kapıyı vurup çıkarken. Dışarıdan duyuyorum süren öfkesini, yere vuran bastonunun sesini: “Önemsizmiş! Ben buraya dertleşmeye geldim, ders almaya değil, makam bilmez cahil!...”

Zafer Diper / BİRGÜN
 
 

17 Eylül 2017 Pazar

Sinyal Bebek’ten Turkcell’e intihal suçlaması - ÇİĞDEM TOKER

Turkcell’in Sinyal Bebek’ini hatırlıyor musunuz?
Kolları önde kavuşmuş, yandan gülerek bakan anten kulaklı ilk sevimli logoyu.
“Sinyal Bebek”, Mengü Ertel’in kurucusu olduğu San Grafik’in, 1993’te dönemin Turkcell yönetiminin talebiyle tasarladığı özgün tiplemenin adı.
Bugün gerek yönetilme biçimi, reklam bütçesinden AKP medyasına akan kaynak, gerekse çocuk istismarıyla gündeme gelen Ensar Vakfı’na sponsorluk desteğiyle “AKP’nin arka bahçesi” diye nitelenen Turkcell, fikri haklar alanında kritik bir hukuksal uyuşmazlığın tarafı konumunda. Sebebi
Sinyal Bebek.
 
Yıllarca sadece Turkcell mağazalarında, sokakta, faturada değil, hisseleri New York borsasında halka arz edilirken törene “katılmış”, sonrasında Hannover’deki Cebit fuarında “Selocan” adıyla Almanya Şansölyesi Merkel’i kucaklayacak kadar popülaritesi yüksek Sinyal Bebek, artık yok.
Yerine, ondan kesilip biçilerek, daire içine alınmış bir “anten” parçası var.
San Grafik, “eser sahibi” sıfatıyla yaptığı suç duyurusunda, Sinyal Bebek karakterinin bir daha geri gelmemek üzere tedavülden kaldırıldığı, Saffron adına sahiplik itibar ve menfaat sağlandığını belirtiyor. 
 
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan 2017/79541 No’lu suç duyurusu dosyasında “Turgay Adıyaman, Saffron Brand Consultant yöneticileri ve Turkcell A.Ş. yönetim kurulu başkan, üyeleri ve imza yetkilileri” sanık olarak görünüyor.
Suç duyurusu dilekçesinde, intihal işleminde, yeni logonun Sinyal Bebek logosundan nasıl alındığının, Saffron Brand Consultant adlı şirketin resmi internet sitesinde şemalı ve tarifli olarak gösterildiği anlatılıyor.
 
Meselenin daha eski boyutunu ise Turkcell’in Fatoş Bebek ile yaptığı oyuncak sözleşmesi oluşturuyor. San Grafik, logosunun oyuncağa dönüştürülmesini mümkün kılan endüstriyel tasarımın Turkcell nam ve hesabına Türk Patent Enstitüsü’ne tescil ettirildiğini de sonradan öğreniyor.
Suç duyurusunda, oyuncakların endüstriyel tasarım olarak tescilinden de Turgay Adıyaman sorumlu gösterilmiş.
San Grafik, 2011’de başlayan intihal suçunun, Turkcell yönetimince bilinçli olarak sürdürüldüğü görüşünde.
Bu vesileyle yeni öğrendiğim ilginç bir detay: Sinyal Bebek logosunu, Turkcell yıllar önce GSM lisans bedelini ödemek için yurtdışında finansörlerden kredi sağlarken de kullanmış.
Neresinden bakılsa, ilgi çekici ve çok boyutlu bir dava. 

Altı günde yedi cezaevi ihalesi
Devletin olağanüstü koşul ve istisnai durumlarda başvurduğu pazarlık yöntemli, yani “davetli ihale” (KİK madde 21/b) yöntemi bütün kamuyu kangren gibi sarıyor.
Karayolları ihalelerinde suiistimalin geldiği noktayı belli aralıklarla paylaştığımı düzenli okurlar biliyor. Bugün bu başlık altında Türkiye’nin temel insan hakları, adalet ve demokraside durduğu zeminin bir belgesini paylaşacağım.
Taze, güncel bir liste.
Adalet Bakanlığı’nın, “davetli ihale” yöntemiyle ilişkisi nerede olabilir? Tabii ki cezaevleri. Bakanlık adli yıl açılış töreninin yapıldığı 5 Eylül haftasında, yedi yeni cezaevinin yapım pazarlığını yapmış. Altı günde yedi cezaevinin toplam bedeli ise 931 milyon TL. 

Sıradaki cezaevleri:
• Foça Açık Ceza ve İnfaz Kurumu - 7 Eylül
- 61.9 milyon TL - Ensa Yapı
• Elbistan Açık Ceza ve İ. Kurumu - 8 Eylül
- 107.1 milyon TL - Mustafa Ekşi İnş.
•  Manavgat Ceza ve İnfaz K. - 11 Eylül
- 115.1 milyon TL - MEK Tek İnş.
• Silivri Ceza ve İnfaz Ek Tesis - 12 Eylül
- 11.9 milyon TL - Metro Müh. İnş.
• İzmir Ceza ve İnfaz K. - 12 Eylül - 124.4 milyon TL - Metro+Ensa
•Samsun Kavak Ceza ve İ. - 13 Eylül - 152 milyon TL - Demars İnş.
• Çorlu Ceza ve İnfaz K. - 14 Eylül - 358.5 milyon TL - Kur İnş.+SMS İnş. 
 
Son bir hafta: 930.9 milyon TL
Kimse Türkiye ekonomisinin büyüdüğü verilerine kuşkuyla yaklaşmamalı. Ülkenin üretim bakımından değilse bile davetli yol ve cezaevleri ihaleleriyle büyüdüğü kesin. 

CHP’nin 2019 hedefi
CHP Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçen perşembe Balıkesir’de izledim.
Üreticilerin sorunlarını dinledi. Yolda sohbet imkânı yakalayınca, bu dönem çok merak edilen bir soruyu sordum. Konu şaibeli 16 Nisan referandumu. YSK’nin oylama sürerken aldığı “mühürsüz oy kararı”. Bu tablo, “hayır” oyu veren yaklaşık 24 milyon kişiye aynı soruyu sorduruyor: AKP olağan hukuk yollarıyla, olağan seçimlerle gider mi? Kaybetse bile iktidarı verir mi?
Dedi ki Kılıçdaroğlu:
“Öyle bir iki puan değil. Yapacağımız çalışmalarla öyle bir fark yaratacağız ki, hangi hileyi yaparlarsa yapsınlar sonuç alamayacaklar.”
Hayli iddialı bir yanıtın ardından, Yüksek Seçim Kurulu’nun mevcut profiliyle ilgili olarak, Adalet Çalıştayı’nda da konuşulan temel kaygıyı dile getiriyorum.
“Mevcut YSK ile adil, eşit bir seçim mümkün mü?”
“Hayır” diyerek şöyle sürdürüyor CHP lideri: “Bu YSK ile olmaz. Net olarak söylüyorum. Güven vermiyor ki! Halkın yarısı tarafından YSK içine yerleştirilmiş bir çete olarak tanımlanan bir grup seçimi yönetiyor. Malum oraya seçilen hâkimler geliyor. Dolayısıyla bundan sonra seçilip gelecek hâkimlerin daha tarafsız olması lazım. Bu özen gösterilecek mi bakacağız.”
 
Ankara’da kapanacak hastaneler
Uğruna ODTÜ ormanı katledilen Şehir Hastaneleri, yapıldıkları kentin dokusunu, bütçeyi, toplumsal hayatı, trafiği daha çok değiştirecek.
Kapanacak hastanelerin arazilerinin, içindeki tıbbi cihazların akıbeti henüz bilinmiyor. Bu soruların yanıtları kamu kaynaklarından kimlerin besleneceği bakımından önemli. Ankara’da inşaatı süren Bilkent ve Etlik Şehir Hastaneleri tamamlandığında kapanacak hastanelerin büyüklüğü, tarihi, kapladığı alan, sorunun boyutlarını gösteriyor: Doktor Sami Ulus Kadın DoğumÇocuk Hastanesi, Ulus Devlet Hastanesi, Dışkapı Yıldırım Beyazıt, Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ulucanlar ek poliklinik binası, Dışkapı Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ulucanlar Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Doktor Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Doktor Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Etlik İhtisas Hastanesi, Numune Hastanesi, Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi, Yüksek İhtisas Hastanesi.
Bu tablo sadece Ankara için. Türkiye genelinde şu anda 30 şehri bekleyen bir değişim, yıkım ve rant aktarım mekanizmasından söz ediyoruz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Ganimet dediğin bugün var, yarın yok! - Mine G. Kırıkkanat

Devletlerin sağlığı ve gücü, doğa yasalarına göre işler. Bağışıklık sistemi zayıf düşen devlet de tıpkı insan gibi hem dışarıdan gelecek mikrop ya da virüs saldırılarına açıktır, hem de içeride sağlıklı hücrelerini yiyen ölümcül hastalıklara…
 
Devlete böyle bakıldığında, Türkiye’nin dış politikası yakın ya da uzak yabancı devletlerle küresel dengeleri gözeterek ülkeyi dışarıya karşı korumak üzerine kurulu olmalıdır. Keza iç politikalar da devletin bünyesi demek olan toplumsal varlığın bağışıklık sistemini güçlü tutacak uyum, birlik ve barışı koruyup gözetmek zorundadır. 

 
Oysa AKP iktidarının Türkiye’yi yönetip yönlendirdiği 16 yılda, ahı da vahı da gidip zorbalığı kalan devletin hem dış, hem de iç politikalarının iflas ettiğini görüyoruz. 
 
Herkesin herkese ticaret, sanayi, yatırım ve borçlanmayla bağlı olduğu küresel bir dünyada, kimsenin düzeni bozmasına ya da kendisini kuralların üstünde görmesine izin verilmez.

***

Dış güçlere karşı Türkiye’nin izlediği, NATO olmazsa Rusya’ya kayarım, AB olmazsa Şanghay Beşlisi’ne yamanırım, Avrupa para vermezse göçmenleri salarım tarzındaki şantaj politikaları ve daha nice hatalar; sonuçta elbette tersine döndü, ülkeyi nanik yapılan dış güçlerin oyuncağı, çok daha vahim şantajlara açık hale getirdi. 
 
İç politikada da durum farklı değil: Türkiye, artık konuşsa da anlaşamayacak, çünkü aynı mantık ve sözcüklerle düşünmeyen, üstelik birbirine hiçbir zaman olmadığı kadar düşman nüfus gruplarına bölündü. Böyle bir bölünme, devletin dış güçlere karşı direncini azaltmasına paralel olarak tarımının yabancı tohumculara teslimi, üretimin baltalanması ve tüketimin dışarıya bağımlı hale getirilmesiyle, ülkeyi aç nüfus şantajına karşı da korunmasız bıraktı.

***

Başka bir deyişle Türkiye, AKP’nin uçuk kaçık politikaları sayesinde artık “hasta bir organizma” ve içeriden ya da dışarıdan saldıracak tüm mikroplara, virüslere dayanıksız hale getirildi.
İktidar, bu derdin dermanını bulamıyor. Para açığını tüm varlıklarını satarak, hatta Türkiye’yi adeta Araplara peşkeş çekerek kapatmaya çalışıyor. Toplumsal alanda ise gelecek kuşakları Arapların dini, dili ve gelenekleriyle yetiştirerek Türkiye’yi Araplaştırmaya çalışıyor. Ekleyin bu zoraki kimlik dönüşümüne Suriyeli göçmenlere verilen yurttaşlığı; Yeni Osmanlılık yolunda Ortadoğu’yu fethe giderken, Ortadoğu tarafından fethediliyoruz! 
 
Tabii zaman kaldıysa… 
 
Çünkü yerel otoritenin ülke benim malım, istediğim kadar yağmalar, istediğimi yoktan var, istediğimi vardan yok ederim zorbalığıyla gelinen noktada, sadece T.C’nin hukuku değil, uluslararası konvansiyonlar ve yasalar da delindi. 
 
İşte buna izin verilmez ve bedeli salt yerel otoriteye değil, bütün ülkeye, nüfusa ağır ödetilir. 

***

12 Şubat 2014’te bu sütunda yayımlanan “İki zahit, bir ahit” başlıklı yazım, ABD’nin niçin Babek Zencani ile Rıza Sarraf’ın izini sürdüğüne ve hükümeti hedeflediğine ilişkin önemli bir uyarıydı.
Sarraf tutuklandıktan sonra yayımlanan 22 Ağustos 2016 tarihli ve “Türkiye kokuyor mu?” başlıklı yazım ise “Ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetenler, bilmem haklarında kanıt toplandığının farkındalar mı?” tümcesiyle bitiyordu… 
 
2011 yılında NATO’nun bombardımanıyla devrilip öldürülen Libya diktatörü Kaddafi ve şürekasının, büyük payı Asya ve Ortadoğu ülkelerinde olmak üzere tüm dünyada 200 milyar dolarlık yatırımı vardı. Öldürüldükten sonra bu paranın tek kuruşu Libya’ya geri dönmedi, zaten ailesinden de hak iddia edecek kimse kalmadı! 
 
Kaddafi’nin üstelik başkalarından bile değil, kendi halkından çaldığı bu paralara ne oldu, bilmek ister misiniz? 
 
Gelecek pazar, bu köşede.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sayın Cumhurbaşkanı, ‘Siz’ kimsiniz? - TAYFUN ATAY

Gölgesi olan surete heykel, gölgesi olmayan surete resim denir ve İslam, bunların her ikisini birlikte değerlendirir.
O yüzden Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ne “Heykel” hususunda bilgilenmek üzere müracaat ettiğinizde sizi “Resim” maddesine yönlendirecektir.
İslam, resim ve heykel, yani suret (tasvir) yasağında Yahudiliğin izinden gider. Tevrat’ta açık, seçik, kesin ve bir hayli de keskin belirtilmiştir:
“Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin; ve onlara ibadet etmeyeceksin; çünkü ben, senin Allah’ın Rab, (…) ve beni seven ve emirlerimi tutanların binlercesine inayet eden, kıskanç bir Allah’ım” (Çıkış, Bap 20: 4-6; “Kitabı Mukaddes”, İstanbul, 1993, s. 73).

Hristiyanlıkta durum farklı. Özellikle “kök” ve en yaygın mezhep Katoliklik, resim-heykel, yani tasvir ve görsellikle haşir neşirdir. Protestanlık, bunu da protesto etmiştir! Luther ve diğer reformistler, Roma paganizminin (putperestliğinin) Hristiyanlığa duhulü saydığı resim ve heykelleri kiliselerden kaldırtmış, İsa-Mesih inanlılarını görselin çekiciliğinden kitabın derinliğine sevk etmek istemiştir.

Ortodoks Hıristiyanlıkta da bir dönem “put kırıcılık” (“ikonoklazm”) hareketi görülmüşse de tasvir geleneği varlığını sürdürür.

Fark, üç semavi dinin “siyasi tarih” pratiklerinden kaynaklanmakta olsa gerektir. Yahudilik de, İslam da putperestlik, diğer deyişle çoktanrıcılıkla kıyasıya mücadelelerin kazanılmasıyla kurumsallaştı. Hristiyanlık ise çoktanrıcı Roma, daha geniş anlamda pagan Greko-Romen gelenekle uzlaşma sonucu kurumsallaşmıştır.
Malum, İslam Peygamberi zaferini Kâbe’de putların kırılmasını emredip “Hak geldi, bâtıl yok oldu” ayetini okuyarak ilan etmiştir.
                                                                             ***
 
Bu uzun girizgâh, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen haftaki heykel reddiyesinden dolayı kaleme alındı.
Erdoğan bazı belediyelerin, kendisinin heykel ve masklarını yapmasına ilişkin olarak “Bunlar bizim değerlerimize ters” dedi ve “Lütfen bu yanlışlara tevessül etmesinler” diye de ekledi.
Ancak ifadedeki bazı “örtük” noktalar tartışma yarattı. “Hangi değerler” diye soranlar, “Bizim değerlerimiz” ifadesini sorgulayanlar oldu.
Girizgâhı bu sebeple yaptım; Cumhurbaşkanı “İslami” değerleri kastederek heykeli, maskı putperestlik sayıyor.
Ayrıca kuvvetle muhtemel ki tek heykeltıraş Allah’tır diye inanıp düşünüyor.
Çünkü “suret” ve çoğulu “suver”den türeme “musavvir”, yani “biçimlendiren”, yani “tasvir eden”, Allah’ın isimlerindendir.
                                                                             ***
 
Cumhurbaşkanı’nın inanç ve düşünceleri doğrultusunda kendi heykelinin yapılmasına kişisel olarak hayır demesine kimsenin söyleyecek sözü olamaz.
Sorun, “Ben” değil “Biz” demesinde. “Bizim değerlerimiz”, "Bizim değerlerimize ters" demesinde.
Bu “Biz”, kimdir?
“Biz”, aile efradı mı, Ehli Sünnet mi, İslam ümmeti mi, Türk milleti mi, Türkiye ahalisi mi?..
Bu ülkede üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinde resim ve heykel bölümleri, ayrıca sayısız resim-heykel galerileri, müzeleri var.
Buralara rağbet eden insanlar; resim ve heykel bölümlerinde okuyan öğrenciler, resim ve heykel sanatçıları, eğitmenleri ve onların eserlerini ilgiyle, sevgiyle takip eden milyonlarca vatandaş var.
Bunlar sizin “Biz”inizin içinde mi, dışında mı?
Dışındaysa ayrı düştük demektir.
Dışındaysa yandık, zaten çoktan eline balyoz alıp heykel ve büst avcılığına çıkmışların sayısında patlama olacak demektir.
Dışındaysa mahvolduk, Taliban’ın Buddha heykellerine, IŞİD’in antik kent kalıntılarına reva gördüğüne benzer manzaraları Efes’te, Aspendos’ta, Perge’de göreceğiz demektir.

                                                                           *** Dolayısıyla, Sayın Erdoğan, “Bu, bizim değerlerimize ters” sözünüz, bir saatli bombadır.
Birey olarak siz, heykelinizin yapılmasını istemiyor olabilirsiniz.
Ama siz, birey olmaktan öte 80 milyonun Cumhurbaşkanı olarak siz, bu memlekette heykel yapımına, heykel sanatına, heykel eğitimine karşı mısınız, değil misiniz, onu söyleyin!..
Ona göre bakalım istikbalimize…
                                                                            ***
 
Tabii meselenin es geçilmemesi gereken önemli bir başka yönü daha var.
“Asr-ı Saadet”te resim ve heykelle insanları cezbetmeye çalışan görselliğin bugünkü hayatımızdaki karşılığı, fotoğraf, sinema, televizyon, billboardlar, reklamlar, kısacası hayatımıza hâkim “görsel medya”dır.
Kültür eleştirmeni Camille Paglia, tele-dijital görsel kültür çağının, “paganik” itki ve arzunun en çok kışkırtıldığı dönem olduğunu bunun için belirtiyor.
Yani “görüntü”nün her şeye galebe çaldığı “pop” bir dünyanın içindeyiz; starlar, ikonlar, ikonalar, idoller dünyasında…
Sayın Cumhurbaşkanı, siz böyle bir dünyada dini de, kendinizi de tele-dijital ortama bol bol sunuyor musunuz, sunmuyor musunuz?
Daha dün gibi! Referandum kampanyası boyunca, hepimize adeta “göklerden” muazzam bir haşmetle bakan devasa posterlerinizi binaların tüm cephesini kaplar şekilde ve yüzümüzü nereye çevirsek (Kıble dâhil!) karşımızda görmedik mi?!
E, daha ne olsun ki İslam’ın yasakladığı suret, tasvir ve temsil adına?..
Heykeliniz yapılmış, yapılmamış, ne fark eder artık!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

16 Eylül 2017 Cumartesi

Hainler mezarlığında sıradan bir gün - ORHAN GÖKDEMİR

Antik Mısır’ın dünya görüşü “yolculuk” üzerine şekillenmişti. Bakın duvar resimlerine, hemen herkes hareket halindedir, bir yerlere ulaşmak için ilerlemektedir.  Antik Yunanlılar yolculuğun yerine “madde”yi geçirdiler. Bizim modern uygarlığımız ise “uzay”ın etrafında dönüp duruyor. Tarihinin de “güneş merkezli evren” modeli etrafındaki kavgalarla başlaması rastlantı değil. Her ne hal ise, bütün bu uygarlıklar boyunca güçlü bir “öte dünya” inancı varlığını sürdürdü. O öte dünya Mısırlılar için elle tutulabilir bir yıldıza, Yunanlılar için gölgelerin arkasında saklı bir bilinmeze, zamanımızda çayırlığın ortasına yerleştirilmiş koca bir alışveriş merkezine benzese de böyle bu.

Mısırlıların güçlü ve somut bir öte dünya inancı olduğu için ölüye verilecek zarar büyük bir suç olarak kabul edilirdi. Zaman zaman arızi vakaların ortaya çıkmasına engel değildi tabii bu. “Kâfir Kral” Akhenaton’un mumyasını parçalandığı iddia ediliyor mesela. Sebebi, Amon dinini yasaklayıp tek tanrılı bir din kurmaya kalkışması. Çok sert bir kavga yani Akhenaton’un cesedine saldırılmasının sebebi. Mezar soyguncularını saymazsak yaygın bir davranış değil bunlar ama. Mısırlılar dâhil, öte dünyaya inananlar topluluklarda ölüye, gömüye saygı esas. Onun için Anadolu’nun pek çok yerinde çeşitli inançlara ait mezarlıklar yan yana, hatta bazen iç içedir.

Kaldı ki inanç ve anlayış ne olursa olsun ölüm eşitler hepimizi. Ölünün ne serveti olur, ne hırsı, ne aidiyeti, ne inancı. Haliyle kabahati veya suçu da olmaz. Yargılayamazsınız ölüyü, varsa davası düşürürsünüz. Varsa hakkı helal edersiniz. Yakınlarına saygı gösterirsiniz, baş sağlığı dilersiniz. Sevmiyorsanız gitmezsiniz cenazesine, mezarına bir tas su dökmezsiniz. Müslümansanız hele, denklem daha sadedir; Her ne günah işlediyse fani öte dünyada sigaya çekilecek, hesap verecektir. Zaten mezarlıklar da ölüler için değil, geride kalan diriler içindir. Kaybettiğimizin orada olduğunu bilmek, zaman zaman ziyaret etmek ölümü diriler için daha katlanabilir hale getirir, hepsi bu…


                                                                               ***

Fakat tuhaf bir dönüşümün içinden geçiyor dünya. Açlıktan, yoksulluktan, savaşlardan kaçmaya çalışan binlerce kişi Batının zenginliğine açılan denizlerde boğuluyor, cansız bedenleri savurup kıyılara atıyor dalgalar. Aylan bebeyi çoktan unuttuk. 1990’lı yıllardan bu yana sadece Irak’ta binlerce insanı öldürdü emperyalist saldırganlar. Suriye’de olup bitenler ortada. Libya’da, Filistin’de, Afrika’nın artık çetelesini tutmadığımız yoksul ülkelerinde insanların boğazlanmasına dayalı utanç verici bir ritüel kesintisiz sürüyor. Güya huzur ve güven içinde sanılan ülkemizde 7 Haziran seçimlerinden bu yana kaç yurttaşımızı bombalarla parçaladılar düşünün. Kanıksadık ölümü.

 Zıvanadan çıkmış bir emperyalist iştah, sonsuz hırsından beslenen ürkütücü piyasa düzeninin tasallutu altındayız. Doğrudan saldırılarının yanında her türlü karanlık ideoloji ve inancı besleyip kışkırtarak iktidarlarını yaymaya çalışıyorlar. Bu cehennemi iklimin sorumluluğunun aslan payı onlarda.

Cehalete ve dogmatizme tutunarak Ortaçağ’a geri dönmeyi hayal eden inançlar ve ideolojiler de işte bu cehennemi iklimden besleniyor, feyz alıyor. El Kaide’den IŞİD’e, İhvan’dan Hamas’a bin türlü tuhaf, karanlık örgüt dolaşıyor bu bataklıkta. Dünyanın banliyölerinin inancı artık İslam. O banliyölerdeki yoksulluk, sefalet, derin kaybetmişlik duygusu hepsi birlikte yan yana gelip bu inançla yeniden yoğruluyor, zehirli bir senteze dönüşüyor. İslam’ın hüküm sürdüğü sanılan o ülkelerde gerçekte hükmünü sürdüren sınırsız bir boğazlaşma, kin, öfke. Müslüman Müslümanın kurdu artık, yoksul yoksulun düşmanı. Onlar boğazlaşırken, tepelerinde emperyalistlerin kucağında yer bulmuş, piyasanın sonsuz güçlerine iman etmiş, tuzu kuru öteki “Müslümanlar” hüküm sürüyor.

Ve işte sonuç ortada. Cennete gitmeyi umut eden insanlar kendi elleriyle inşa ettikleri gerçek, somut, yakıcı bir cehennemde yanıp tutuşuyor. Ruhları azapta, bedenleri azapta. Ve bitiyor öte dünyaya inançları yandıkça. Dünyevileşiyor her şey.
                                                                            ***

Artık ne diriye ne ölüye saygıları var haliyle. “Şehremini” Kadir Topbaş 15 Temmuz dincinin dinciye darbe girişimi üzerine İstanbul’a hainler mezarlığı kurmaya kalkıştı hatırlayacaksınız. Hatta kapısına tabela bile diktirmişti. Diyanet İşleri mahcup, “bari tabelayı kaldırın” dedi ve böylece bu rezalete son verilmiş oldu. Fakat talihinin cilvesi, damadının da o hainlerden olduğu anlaşıldı sonra. Şimdi sesi sedası çıkmıyor.

İki yıl önceydi. Çağlayan Adliyesi baskınında öldürülen DHKP-C'li Şafak Yayla'nın cesedinin mezarlığa gömülmesine izin vermedi civar köylüler. Annesi de evinin bahçesine gömdü oğlunun cesedini. O milli histerisi gelişkin köylüler bunun üzerine annenin evine saldırdılar, taşladılar. Cesedi çıkarıp dereye atmakla tehdit ettiler. Anne, üzerine beton dökerek korumaya aldı oğlunu. Sonra da elinde fener sabahlara kadar nöbet tutu ölüsünün başında, “acımı yaşatmadılar bana” diye ağıtlar yaktı. Dedi ki soranlara; "Ne olur ne olmaz diye, mezarın yanlarını ve üstünü betonla kapattık, üzerine de toprak döktük. Gece oğlumu oradan mezardan çıkarıp alırlarsa ne yapacağız? Dinimizde mezarı yaptırmak için 6 ay geçmesi lazım. Ama korkudan, ne olur ne olmaz diye bu tedbiri aldık. Sabaha kadar balkonda el feneri ile mezara bakıp oğlumu bekliyorum. Ben bir anayım, acılıyım. İçim yanmış. Aslan gibi 24 yaşındaki oğlum gitmiş. Niye gitmiş, ne olmuş? Niye bu hale geldiler? Onun için mezara beton döktürdük?" Baba ne desin bunun üzerine…”Bu yaşta ölümü seçmişse saygı duyuyorum” diye mırıldanabildi ancak.

Bir milletvekilinin, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesini gömdürmediler geçen gün. Gömülmüş anne mezarından çıkarılıp taa Tuncelilere taşındı. Sanki Tunceli başka ülkenin ili, başka ülkenin toprağı.
                                                                            ***

Ne söylüyorlarsa yalan. Ne ölenler hain, ne kalanlar kahraman. Çürümüş bir düzenin kurbanlarıyız hep birlikte. Öyle bir koku ki üzerimize bulaşan, kendimize olan saygımızı yitirdiğimizden ölülerden çıkarmaya çalışıyoruz hıncımızı.

Hatun Tuğluk ne yapmış olabilir ki ölüsüne saldıran barbarlara? Kızı suç işlediyse öder bedelini, zaten mahpusta. Ayrıca insanlık ailesi suçu şahsileştirmeyi başaralı çok uzun zaman oluyor. Hem babasının ölüsüne saygı gösterdiği oğluna sen kimsin ki saygısızlık edeceksin? Tek açıklaması var bunun: Yeniden kabile toplumuna dönüşüyoruz. Bu barbarlığın nüksetmesi ondan.

Ortada hiçbir kışkırtıcı sebep yokken, sırf gücü var diye başkalarına zarar verenlere barbar demiş Romalılar. İlkellikle eş anlamlıdır. İlkel barbarlarız artık.

                                                                              ***

Şair Adonis, “kötülük yapmamasının tek nedeni inancı olan insanlardan korkarım” demişti bir keresinde. Bunların inancı da artık kötülük yapmalarını engellemiyor. AKP cehenneminde yanıyoruz, yarımız ölü yarımız diri. Ateşi körüklemekten başka çıkar yol kalmadı bize…

Ne ölenler hain, ne kalanlar kahraman. Ne diyorlarsa yalan. Eğer direnmezsek bu çürümeye, bu ahlaksızlığa, bu ilkelliğe, hepimizi toplayıp hainler mezarlığına defnedecekler yakında.

Orhan Gökdemir / SOL

Fransa’da kriz! - ERHAN NALÇACI

1848 Devrim’i Avrupa’yı Paris barikatlarından başlayarak sarsar ancak burjuvazinin ilkesiz, gerici ve işçi düşmanı karakterinin ortaya çıkması yenilgiye neden olur. Yenilgi sonrası Marx ve ailesi 1849 yazında Paris’e gelir ve bir ev tutarlar. Prusya burjuvazisi Fransa’dakilerle işbirliği yapmaktadır. Almanlar ihbar ederler ve kısa bir süre içinde Fransız polisi sürgün kararı ile Marx’ın kapısına dayanır.

Marx, Jenny ve çocuklar, yoksulluğu da sırtlayıp, hayatlarının sonuna kadar yaşamak zorunda kalacakları İngiltere’ye göç etmek zorunda kalırlar.


Tabi ki İngiliz burjuvazisi daha demokrat olduğu için değil, Fransa’ya göre bir işçi sınıfı ayaklanmasına karşı çok daha güçlü tamponları olduğu için Marx’ı ve diğer 1848 devrimcilerini kabul eder.

Ve hâlâ durum böyle, Fransa’nın işçi sınıfına karşı tamponları daha zayıf. Buna karşılık İngiltere’den sonra emperyalist dünyanın en deneyimli - siz bunu kirli ve karaktersizi deyin- burjuvazisi Fransa’da bulunuyor.

1871’de daha yeni savaştığı ve yenildiği Prusya ile işbirliği yapıp Paris Komünarlarını katleden bu katiller, Hitler’i işçilere tercih edip Fransa’yı Nazilere savaşmadan teslim etmişlerdi.

Her fırsat bulduğunda Afrika’nın yoksul haklarını kapı arkasında pataklayan, ama kendisinden güçlü emperyalist ülkelerin arasında denge politikası izleyen Fransız burjuvazisi bir kez daha bir krizle yüzleşti ve kendi iğrenç yöntemleri ile bunu aşmaya çalışıyor.

Avrupa Birliği emperyalizminin ikinci büyük merkez sermayesi olduğu halde ciddi bir iktisadi sorunla karşı karşıya. Yüzde 10’a varan işsizlik, %24 civarındaki genç işsizlik ve %100’e varan devlet borcu/GSMH oranları ile daha çok güney Avrupa ülkelerinin düşük profiline yaklaşıyor.
Ayrıca emperyalist ülkeler arası rekabet sorunları var. Dünyanın hemen her yerinde işçi sınıfına yapılan saldırılarla emek maliyetleri çok düşürüldü. Fransa’da ise görece örgütlü olan ve daha yüksek sosyal haklara sahip işçi sınıfının direnci buna engel oluyor.

Marx’ı Fransa’dan sürmüş olabilirler, fakat Marx’ın keşfettiği yasalar çalışıyor. Uluslararası rekabet için Fransız burjuvazisinin daha yüksek sömürü oranına gereksinimi var. Bu ise işçileri daha uzun süre, daha hızlı ve daha düşük ücretle çalıştırmayı gerektiriyor. Tabi ki işçilerin örgütlülüğüne ve birliğine saldırmayı da.

Bu nedenle uzun süredir ceplerinde beklettikleri iş yasasını 2016’da ileri sürdüler. Bize çok tanıdık gelecek bir paket yasa teklifiydi bu. Günlük çalışma saatlerini 12 saate, haftalık çalışma saatini 35’ten 60’a çıkarıyor, kıdem tazminatına göz dikiyor, iş güvencesini ortadan kaldırıyor, sendikaların gücünü bölüyor, tatil haklarına elini uzatıyor, emeklilik yaşını uzatıyor vb. Sonuçta bir burjuvanın rüyasında görebileceği birçok maddeyi kapsıyordu.

O günkü hükümet (parti isimlerine gerek yok, hepsi aynı çünkü) yasayı meclisten kaçırarak doğrudan Senato’nun onayına sunmayı denedi.

2016 baharından itibaren Fransa işçi eylemleri ile çalkalanmaya başladı. Yüz binlerce kişinin katıldığı sokak gösterileri yapıldı. Haziranda grevler bütün ülkeyi sarstı, zengin mahallelerinin elektriği kesildi, demiryolları ulaşımı durdu, nükleer santraller kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı, ülkede benzin kıtlığı başladı.

Ve 2016 Temmuz’u başında bir Tunus kökenli bir şeriatçının kullandığı kamyon Fransız Devrimi’nin yıldönümünde Nice’de kalabalığın arasına dalıp 84 kişiyi öldürdü.

O gün ilan edilen OHAL devam ediyor. OHAL gerekçesiyle grevler, sokak eylemleri ve basın özgürlüğünde çok önemli kısıtlamalar oldu. Ayrıca Fransız işçi sınıfı Fransız ve göçmen işçiler diye bölünme tehlikesi altında kaldı. Terör saldırıları zaman zaman tekrarlandı ve korkunun havada asılı kalmasına neden oldu.

Şimdi faşist parti ile emekçileri tehdit edip seçtirdikleri köksüz liberal ve işçi düşmanı Macron aynı şekilde yasayı Meclis’i atlayarak Senato’ya sunmak istiyor. OHAL’i ise daha yeni 2017 Kasım’ına kadar uzattılar.

Buna rağmen Fransa’da bu ay içinde büyük işçi eylemleri olacak.

Bilim değerlidir, kanıta dayanır ve şüphecilik önemlidir. Ama Fransız burjuvazisinin sicili pekâlâ terör eylemlerinin kendi işleri olabileceğini bize söylüyor.

Devrim coğrafyasını, Fransız işçi sınıfı siyasi öncüsünü arıyor.

Erhan Nalçacı /SOL