7 Ekim 2017 Cumartesi

Makamlara getirmek… - L. DOĞAN TILIÇ

M. Gökçek’in 3 saatlik Saray toplantısı ardından “Müze anlattım” dediğine inanan varsa beri gelsin. Onun, “Müze anlattım, Ankara’daki projeler konusunda detaylı bilgi verdim” diye “kamuoyunu bilgilendirmek üzere” attığı tweetleri, aslında ertesi gün yapılan Cumhurbaşkanlığı açıklaması da yalanlıyor.


Herkes sadece “istifa” konusuna kilitlenmişken, ne Gökçek’in kamuoyu bilgilendirmesi “istifa” sözcüğü içeriyordu, ne de Cumhurbaşkanlığı’nın, haberleri “hayal ürünü” olarak niteleyen açıklaması.

Cumhurbaşkanlığı’nın; “Sayın Cumhurbaşkanımız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek’i Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde dün akşam kabul etmiş, ancak Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Edip Uğur ile herhangi bir görüşmesi olmamıştır” cümlesinde, Gökçek ve istifa konusundaki iddiaları ortadan kaldırmaya dönük en küçük bir ima yok.

Siyaset “ben yaptım oldu” anlayışıyla yürütülürken, şeffaflık da bu kadar oluyor! Taşları yerli yerine oturtabilmek için, açıklamaların açıklamadıklarından gerçekte ne olup bittiğini anlama becerisini geliştirmeniz gerek.

Gökçek’in Ankara’da ne kadar ve nasıl “sevildiğini” biliyoruz! Türkiye’de Erdoğan’ın ne kadar ve nasıl sevildiğine benzetmek çok yanlış olmayabilir… Bu yüzden, “istifa”ya sevinen ve dövünenler olarak bölünebilecek Ankaralıların toplamı sadece “istifa” sözcüğüne ve tartışmasına kilitlendiler.
Ancak, bana asıl ilginç (önemli, vahim) görünen hangi belediye başkanının nasıl istifa ettiği, ettirildiği değil.
Bu durumun kendisinin “normalleştirilerek” tartışılmaya başlanması. Televizyon ekranlarında anlatan anlatana; 2019’a çok önemli seçimlere doğru giderken, partisinin de başına geçmiş olan Erdoğan AKP’ye seçim kazandıracak düzenlemeleri yapıyor. Ya da FETÖ’nün siyasi ayağına dönük temizliği başlattı! Ne güzel, gayet normal!

Hangisi olursa olsun; bunun “normalleştirilerek” anlatılıyor olması, böyle anlatıldıkça normalleşmesi, olağan karşılanması ciddi bir sorun. Zaten ruhuna fatiha okuduğumuz, yarım yamalak da olsa kuvvetler ayrımına dayalı bir demokrasi anlayışından nasıl uzaklaştığımızın göstergesi.
Belediye başkanları bir suçla ilişkili ise, gereğini yapmak üzere İçişleri Bakanlığı’nın bir tasarrufu olabilir, mahkemeler harekete geçebilir. Hukuk temelinde buna kimsenin bir diyeceği olamaz.
Öte yandan, bir belediye başkanlığı makamına gelmek ancak seçmenlerin oylarıyla olabiliyorsa; “Bir makama getirilirken her şey iyi güzel, ama benim metal yorgunluğu olarak dediğim durumlarda makamı boşaltılmasının istenilmesi niye yadırganıyor?” sorusunun kendisi baştan sona sorunlu.

Bunu yadırgamayıp olağan saymaya başladığımızda, parlamenter demokratik sistemi, kuvvetler ayrımına dayalı bir yönetim anlayışını çoktan yerle bir etmişiz demektir.“E, öyle zaten; artık başka bir sistem içindeyiz. Cumhurbaşkanlığı sistemi” diyenleri duyar gibiyim.
Sözüm biraz da onlara…
Tamam, parlamenter sistemi bırakmış ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmiş olalım. Buna baştan itirazı olanlar, “Bir makama getirirken iyi de, götürürken niye yadırganıyor” yaklaşımına şiddetle karşı çıkmalı, bunun normalleşmesine izin vermemeli.

Ancak, bir parça entelektüel tutarlılık ve düşünce namusu varsa, referandum öncesi haftalar boyu televizyon televizyon gezip halka “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ni anlatanlar da itiraz etmeli. Onlar ki, toplumu bu sisteme ikna etmeye çalışırken, dönüp dolaşıp gerçek kuvvetler ayrımının bu sistemde olduğunu söyleyip durdular.

Oysa, belediye başkanlarının bile aslında seçilmediğini, makama birileri tarafından getirilip götürüldüğünü kabul ettiğinizde, ne kuvvetler ayrılığı kalır ne de o anlatılan cumhurbaşkanlığı sistemi. Fiilen “ben yaptım oldu” sistemi vardır artık!

Birilerinin biri tarafından getirilip götürülmesini bugün belediye başkanları için olağan saydığımızda; yarın yargıçlar, gazete, hastane veya banka yöneticileri, rektörler, vb için de olağan saymaya başlarız.

Bu mudur?

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Göz göre göre kaçırılıp… - ERK ACARER

Devlet; ‘Kapatın’ diyor
Yıllardır savaş ve hamaset üzerinden kitleler konsolide edilip kutuplaştırılırken, yoksul çocuklar ölüyor, aileler felakete sürükleniyor. IŞİD’in kaçırıp yakarak öldürdüğü ‘iddia edilen’ askerlerden biri olan Sefter Taş’ın babası Aydın Taş, “Perişan haldeyiz, kimse bize ulaşmadı” diyor.
Herkesin gördüğü, o çığlıkları duyduğu bir iddia!!! Baba Taş; “Bugüne kadar yetkililer hiçbir şey söylemedi” ifadelerini kullanırken aile ‘gaiplik’ davası ile oyalanıyor. ‘Gaiplik’ hukuki bir konu. Bir kişiden, 5 yıl boyunca haber alınamıyorsa söz konusu dava açılıyor. Aile, bu davayı miras gibi bazı hakları için işleme koyuyor.


Gaiplik davası: Bir miktar para ve şehitlik
Ne var ki bu davanın kapsamı farklı. Sefter Taş, devlete emanet edilen bir asker. O nedenle durum; sadece aileyi değil kamuoyuna da ilgilendiriyor. IŞİD’in yayınladığı videoda da mecralarından yapılan açıklamada da Taş’ın ‘başına gelenler’ açık bir biçimde görülüyor. Babanın ‘gaiplik davası’ açması bilinçli olarak, ‘haklarını alsın ve bu olay sessiz sedasız kapansın’ diye isteniyor. Bir vahametin en ucuzlatılmış hali: Bir miktar para ve ‘şehitlik!’

Bataklık isteği ve ölen askerler
El Bab’ta, Türkiye’ye yakın bölgeyi IŞİD’den temizlemeyi amaçlayan, TSK ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) birlikte yaptıkları ‘Fırat Kalkanı’ adını alan operasyonlar kapsamında bugüne kadar resmi olarak 77 askerin yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Ne var ki Kilis ve Antep bölgesinden, sağlık merkezlerinden gelenler bu resmi bilgiyle çelişiyor. Yaşamını yitiren ve yaralanan asker sayısının söylenilenin çok üzerinde olduğu tahmin ediliyor. IŞİD’in açıklamaları da bu yönde. IŞİD’in El Bab’da yakılma görüntülerini yayınladığı diğer asker Fethi Şahin. Esir alınan Kıvanç Kaşıkçı ile Muhammed Duran Keskin isimli iki de özel harekât astsubayının da başlarına kurşun sıkılarak öldürüldüğü biliniyor. Aslında Sefter Taş vakası; baştan sona ‘sınır güvenliği’, ‘müdahil olunmak istenen Suriye savaşı’ ve devletin umursamaz tavrı’ konularını kapsayan bir skandallar zincirinin halkası. Taş; göz göre göre kaçırılıp, ‘ateşe atılıyor’. Şimdi ise dosya kapatılmak isteniyor.

Emniyet çatışma günü IŞİD’i dinledi!
Emniyet, 23 Temmuz 2015’te, Kilis sınırında IŞİD ile TSK arasında çıkan ve bir astsubayın ölüp iki askerin yaralandığı gün IŞİD’i dinliyor. Bu sayede adeta gelen başka felaketlerden de haberdar oluyor.
İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nün, İl Emniyet Müdürlüklerine dağıtılmasını istediği, 27.07.2015 tarihli ‘Muhtemel Eylem’ konulu yazısının bir bölümünde Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘23 Temmuz 2015’te Kilis sınır hattında çıkan çatışma ile ilgili’ verdiği bilgilerin aynısı özetle şu şekilde yer alıyor:
»“Kilis/Elbeyli sınır hattında Türk silahlı Kuvvetlerine (TSK) bağlı Hudut Görevlilerimiz ile Elbeyli sınırına yakın bölgede silahlı faaliyet gösteren DEAŞ mensupları arasında yaşanan çatışmalarda, (1) Astsubayın şehit olduğu, (2) uzman çavuşun yaralandığı…
»DEAŞ’a yapılan operasyonlar nedeniyle, 24.07.2015 tarihinden itibaren legal veya illegal yollardan Türkiye’ye giriş çıkışları esnasında, örgüt mensubu olduklarının anlaşılmaması için sakal ve bıyıklarını keserek normal bir vatandaş görüntüsü vermeleri yönünde talimatlar verildiği…
»DEAŞ unsurları ile TSK arasında 23.07.2015 tarihinde Kilis/Elbeyli İlçesinin Suriye sınırına mücavir bölgesinde yaşanan çatışmalar nedeniyle, DEAŞ tarafından Suriye/Rakka’dan Halep-Aktarin ve Rai’ye (Çobanbey) yönelik olarak silahlı unsur sevkiyatı yapıldığı…”

Bilgiye ulaşıldı ama önlenemedi
Radikal cihatçı örgüt tarafından öncesinde kimlik bilgileri ve fotoğrafları, ardından da trajik görüntüleri yayımlanan Serter Taş’ın ya da bir başka askerin kaçırılacağı da gün gibi ortada olduğu belgelerden anlaşılıyor. 23 Temmuz 2015 tarihinde sınırda IŞİD askerlere saldırırken, Emniyet, ‘dinleme sayesinde’, IŞİD’in yapacağı faaliyetlerle ilgili başka bilgilere de ulaşıyor. Emniyet’in 23 Temmuz saat 17: 00’de, yani Kilis/Elbeyli sınır hattında saat 13:30’daki çıkan çatışmadan üç buçuk saat sonra IŞİD’cileri dinleyerek elde ettiği bilgiler, tanık olduğumuz vahim bir durumu da aydınlatıyor.

Emniyet Müdürlüğü’nün, ‘IŞİD’in asker kaçırılabileceği konusunda’ birimlerini uyardığı, ‘Muhtemel Eylem’ notuna yansıyor. IŞİD’in Abu Bekir kod adlı sözde Sınır Emiri İlhami Balı, Aziz Kod adlı bir kişiyle irtibata geçerek sınırdaki kulede nöbet tutan iki Türk askerin kaçırılmasını istiyor. İşte, bu konuşmaları dinleyen Emniyet’in tutanağına yansıyan bilgiler:
“…Aziz adlı şahsın 23.07.2015 günü saat 17: 00 sıralarında Abu Bekir ile irtibat kurduğu, söz konusu irtibatta Aziz’in, Abu Bekir’e Çakallı (Çangallı) olarak anılan bölgede herhangi bir sıkıntı yaşanmadığını, Suriye-Bableymun yolunun kulesinde sadece iki askerin (Türk askerleri) bulunduğunu belirttiği bunun üzerine Abu Bekir’in Aziz’e, ‘Söz konusu askerleri getirip-getirmeyeceğini’ hususunu sorduğu ve askerlerin getirilmesi halinde de ‘Dile benden ne dilersen’ şeklinde bir ifade kullandığı, Aziz isimli şahsın askerleri getirebileceği yönünde olumlu cevap verdiği…”

Emniyet’in istihbaratında söz konusu görüşmenin ilerleyen bölümleri de özetle şu ifadelerle anlatılıyor: “Abu Bekir’in, Aziz’e askerleri alması durumunda hemen almaması, özellikle kendisine haber vermesi hususunu belirttiği, bu doğrultuda Rai bölgesinde faaliyet gösteren DEAŞ mensuplarının, 23.07.2015’te meydana gelen çatışma akabinde bölgede Sırpçılık yapan (illegal sınır geçişlerini organize eden-gerçekleştiren) yandaşları vasıtasıyla ve-veya sınır hattında pusu faaliyetlerini icra ederek, Türkiye-Suriye sınır hattında görev yapan TSK mensuplarına yönelik ‘kaçırma eylemi yapmayı planladıkları-planlayabilecekleri’ şeklinde bilgiler intikal etmiştir.”

Bu istihbarattan 39 gün sonra göstere göstere kaçırılan Sefter Taş… Bir miktar para ve şehitlik! Baba Aydın Taş, “Perişan haldeyiz, kimse bize ulaşmadı” diyor.
AKP iktidarı ve Saray’ın ülkenin başına açtığı büyük dertlerin dosyaları kapanıyor.

Şimdilik!

Erk Acarer / BİRGÜN

6 Ekim 2017 Cuma

TEOG’a aşiret yaklaşımı - RIFAT OKÇABOL

Hemen her olay bir aşiret toplumuna dönüştüğümüzü gösteriyor.
Örneğin bakan, TEOG’un kaldırıldığı haberini, ilk kez, bir taksi şoförünün davet ettiği taksi durağında veriyor!
TEOG sonrası için, önüne gelen, “Şöyle olacak, böyle olacak” demeye başlayınca, milli eğitim bakanı müsteşarı bile, sınav sistemi konusunda her gün açıklama yapıldığını ve bunlara itibar edilmemesi gerektiğini söylemek zorunda kalıyor.
Sonra bir bakıyorsunuz, TEOG yerine getirilecek yöntem konusunda bakan, “Eğitim üzerine sözüm var diyenler lütfen bize göndersin. Değerlendiririz” dedikten bir gün sonra, TEOG’un yerine ne geleceği açıklanıyor.
Kim açıklıyor?
AKP Genel Kurulu’nun başbakan olarak belirlediği, fakat bir kişinin isteği üzerine, başbakanlık yetkilerini o kişiye devredip yetkisiz kalmış kişi açıklıyor!
Peki! Yetkilerini devretmiş başbakan, bu açıklamayı nerede yapıyor?
 Çanakkale 18 Mart Üniversitesi akademik yılının açılışı sırasında ve kendisine fahri doktora unvanı verilirken yapıyor!
Peki! Bu üniversite, yetkisini devretmiş bu başbakana, neden fahri doktora veriyor?
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi alanında, Türk siyasal hayatı ve kamu yönetimine üstün katkılarından dolayı” veriyor!
Fahri doktoralı başbakan, yeni sistem konusunda açıklamalar yapıyor. Önce, “TEOG neden değişiyor? TEOG'un ne olduğunu bilmeden konuşuyor, koca koca unvanları var” diyerek koca koca unvanlıları küçümsediğini (konuşmaları için fahri unvanları olmaları gerektiğini ima edercesine) gösteriyor. Arkasından da,
Öğrencinin kaderini bir sınava bağlamayalım. Ortaokuldaki öğrencinin liseye hazırlanması lazım. Nereye gidecekse ikinci dört yılda şekillenmesi lazım. Yeni uygulama bunu getiriyor. Sınav kalkıyor. Her yılın yıl sonu başarı ortalaması alınıyor. 5-6-7-8. sınıf. Ayrıca derslerdeki ilgisi ne tarafa gidiyor? Buralar izleniyor, buna belirli bir oranda da katkı yapan yine 8. sınıfta sınav yapılıyor. O sınavın soruları da soru bankasından geliyor. Burada elde edilen sonuç 4 yılın sonucu ile birleştiriliyor bir mezuniyet puanı ortaya çıkıyor, sonuca göre öğrenci yerleştiriliyor. Sınav test olmayacak, açık uçlu soru sorulacak” açıklamasını yapıyor!
Fahri doktoralı kişi, olayı iyi açıkladığından(!), 8. sınıfta yapılacak sınavın, merkezi sınav olup olmayacağını açıklama gereği duymasa da, diğer açıklamaları yeterince açık oluyor. Örneğin okul müdür ve yardımcılarının çoğu ya din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni ya da imam hatipten geçmiş kişiler. Okullardaki öğretmenlerin çoğu, laik, bilimsel ve demokratik eğitime karşı olan örgütlere üye. Sözleşmeli öğretmen alınırken de, aday öğretmenler asil/kadrolu öğretmenliğe geçme sürecinde de, bunları yazılı/sözlü sınavlarda değerlendirecek olanlar, genelde okul müdür ve yardımcıları gibi AKP’lileşmiş/imam hatipli kişiler olunca günümüzde ve gelecek günlerde atanacak öğretmenlerin laik, bilimsel ve demokratik eğitimi benimseyen kişiler olmaları neredeyse imkansız oluyor. Bu durumda, “Her yılsonu alınacak başarı ortalamasını” kimlerin belirleyeceği de belli olmuş oluyor!

Bilindiği gibi, AKP’nin temel hedefi tüm okulları imam hatipleştirmek.  Suriyeli çocukların imam hatibe yönlendirilmesi için talimat bile veriliyor. Yeni müfredatın en temel ve resmi ilkesi, öğrencilerin güncel sorunları din kitabına ve sünnete göre çözülmesi oluyor. Bakanlık, her gün Diyanet işleri, Ensar ve TÜRGEV gibi imam hatipliği savunan kuruluşlarla yaptığı işbirliğini artırıyor. Bakanlığın gerici kuruluşlarla düzenlediği değerler eğitiminde, çağdaş hiçbir değere yer verilmiyor.
Üstelik çocuklara cihat anlayışının benimsetilmesine çalışılıyor.
Çocukların camiye gidip gitmemesi fişlenmeye başlanıyor.
Öğrencileri imam hatibe çekmek için akla gelmedik yollara başvuruluyor.
Camiye gidene bisiklet, Kuran okuyana Umre gezileri vaat ediliyor.
Dolayısıyla öğrencinin neye ilgi duyması istendiği de, “derslerdeki ilgisinin ne tarafa gittiğini” kimlerin ve nasıl belirleyeceği de belli oluyor!

Fahri doktoralı başbakanın açıklamasından sonra TEOG ile ilgili olarak konuşan bakan, konuşmasının önemli bir bölümünü, üniversiteye geçiş sistemine ayırıyor. İşin tuhafı, üniversiteye geçiş sistemiyle ilişkili sorumluluk, onun değil, YÖK’e ve de ÖSYM’ye ait.  Üstelik YÖK, geçen günlerde üniversiteye geçiş sürecinde yapılan sınav sayısının azaltılmasıyla ilgili bir açıklama yaparken, bu işten hemen hemen aynı derecede sorumlu olan ÖSYM’ye haftalardır bir başkan atanmamış bulunuyor.

Bakan, üniversiteye geçişle ilgili olarak konuştuktan sonra, TEOG'un kaldırılmasının ardından uygulanacak yeni sistem hakkında da,
Başarılı olan her noktaya girecek. 11 bin 57 okulumuz var. Biz arkadaşlarla bir çalışma yaptık. Bir tanesi her lisenin kendi sınavını yapması. Okuldaki öğretmenlerle hazırlanan sınav soruları ile sınav yapılacak. Çok fazla soru çok fazla hata olabilir. Bir de her okul kendi sınavını yaptı, diyelim ki çocuk Van'da bir sınavı kazandı, 2-3 yıl sonra İzmir'e göç ettiğinde o çocuğu okul almayacak mı? O zaman ne yapalım? Öğretmenin değerini artıralım, okulun değerini artıralım. Okuldaki her dersten 3 sınav yapılıyor. Bu sınavların objektifliğini sağlamak lazım. Biz aslında yeni müfredata uygun bir soru bankası çalışmalarına da başlamıştık. Soru bankası test değildir. Kişiler adeta hem kursa yönlendiriliyor hem de hiç düşünmüyor çocuklarımız” diyor!
Peki!
Bakan ne demiş oluyor, anlayan var mı?
On üniversitenin ‘araştırma üniversitesi’ne dönüştüğünü, YÖK başkanı/genel kurulu değil de, AKP Genel Başkanı açıklıyor!
Ekim ayına girdiğimizde işler yine kızışıyor. Bakan yeniden, “TEOG’la ilişkili değişikliklerin en kısa zamanda Bakanlar Kurulu'na sunulacağını” söylüyor. Bunu söylerken, yeni müfredatla çocukların sorunlarını din kitabına ve sünnete bakarak çözmelerini isteyen kendisi değilmiş gibi davranıyor: Açık uçlu sorularla ilişkili olarak “Analiz yapabilme, kritik düşünebilme yeteneğini kazandırabilmek için bu soruların gerektiğine” değiniyor!

Bakan, TEOG’la ilgili olarak Eylül sonlarında konuştuğunda,
Amaç, öğrenciye daha az sınav stresi yaşatacak modeli bulmak” diyor. Fahri doktoralı başbakan ise Ekim başında, “Sınavsız öğrencilik olur mu? Tabii ki öğrenciyseniz hayatınız sınav demektir. Eskiden sözlü sınavlar da vardı. Şimdi var mı, bilmiyorum. Her sınıfta yazılı sınav olacak, biri de merkezi olacak" diyor!

Milyonlarca öğrenciyi ve veliyi ilgilendiren bir konudaki söylemler bu biçimde devam ediyor. “Yok, böylesi bir durum aşiretlerde bile olmaz” diyorsanız! Siz de haklısınız. 

Rıfat Okçabol / SOL

Çin Komünist Partisi Kongresi - KORKUT BORATAV

19. Kongre’ye Doğru
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) 19’ncu Ulusal Kongresi’nin tarihi 19 Ekim 2017 olarak belirlendi.
Batı toplumlarındaki parlamento ve/veya Başkanlık seçimlerinin Çin’deki paraleli, beş yılda bir toplanan ÇKP Kongreleri’dir.
2002’den beri uygulanan bir ilkeye göre üst düzey Parti ve devlet görevlerine atanmak, seçilmek için 68 yaş sınırı uygulanmaktadır. ÇKP Politbürosu’nun yedi kişilik üst-komitesinde de bu ilke titizlikle uygulanıyor.
Bir önceki Kongre’de belirlenen üst-komitenin beş üyesi, yaş sınırı nedeniyle 19 Ekim Kongresi’nde emekliliğe ayrılacak. Görevleri beş yıl daha uzayabilecek iki kişi, Başbakan Li Keqiang ve (1953 doğumlu) Genel Sekreter Şi Jinping’tir.
Şi’nin beş yıllık Genel Sekreterliği’nin başarılı, etkili bilançosu, onu, Çin halkı nezdinde sevilen, sayılan bir lider yaptı.. Bu kısa dönemde, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya çapındaki saygınlığı, önemi, etkileri  zirveye çıktı. Büyüme, refah artışları istikrarlı bir tempoda sürdürüldü. Aşağıda değineceğim yolsuzlukla mücadele kampanyası büyük destek gördü; ÇKP’nin prestijini yükseltti.


Sağ / Sol Kanatlar ve Merkez
Şi Jinping, Parti içindeki reformist/sağ, gelenekçi/sol kanatlar arasındaki gerilimleri hafifletti; Parti çizgisini istikrarlı bir konuma oturttu.
ÇKP içindeki sağ / sol ayrımının simge isimleri, elbette, Deng Şiaoping ile Mao Zedong’dur.
Şi Jinping, Genel Sekreterliğe, gelenekçi/sol akımın Mao’cu ucunda yer alan Çongking Parti Sekreteri Bo Şilai tasfiye edildikten sonra geldi.
Batı kamuoyunda, “hızlı bir reformcu” olacağı beklentileri vardı. Şi, reformlara  bağlılığını teyit ettikten sonra  beklenmedik bir hamle yaptı; “SSCB Komünist Partisi niçin çökmüştü?” sorusunu Parti kadrolarında tartışmaya açtı.
Tartışma gündemi, SSCB’de sosyalizmin değil, Parti’nin niçin çöktüğü sorusuna odaklandı. Dolayısıyla öncelik, ÇKP’nin ülke yönetimi üzerindeki hegemonyasını, otoritesini korumaktır; sosyalizmi değil… Sonuçta, SSCB-KP’nin çöküntüsü, yolsuzluk teşhisine bağlandı. Sonraki beş yıl boyunca ÇKP, merkezî devlet ve eyalet yönetimleri içinde başlatılan yaygın  ve etkili yolsuzlukla mücadele kampanyası bu teşhisin sonucudur.
Kampanya sıradan kadroları (“sinekler”) ve üst düzey yöneticileri (“kaplanları”) hedefledi. Son yılların en kapsamlı tasfiye, temizlenme uygulamalarına dönüştü. Parti saflarında, iş çevreleriyle oluşan içli-dışlı çıkar bağlantılarını tamamen yok ettiği söylenemez; ama, anlaşılan, ciddi boyutlarda frenleyici oldu.
Dolayısıyla, Şi Jinping, Mao’cu kanat gibi kapitalistleşmeyi frenlemeyi hedeflemiyordu. Kapitalizmin Parti’yi teslim almasını; yozlaştırmasını önlemeye öncelik veriyordu.
Şi, böylece, ÇKP’yi, sağ ve sol çizgiler arasında dengeli bir “merkezî” konuma taşıdı.

Batı’nın Kapitalistleşme Tasarımı
Batı burjuvazisinin ideologları, ÇKP’nin “merkezî” konuma oturmasından hoşnut kalmadı. Öteden beri dıştan destekledikleri “reformları” Şi’nin hızlandıracağı beklentisi gerçekleşmedi. Reform süreci, ÇKP’nin artan gözetimi içinde sürdürüldü.
Burjuva ideologları için, ÇKP denetimindeki kapitalistleşme yeterli değildir; kapitalizmin dönüşü olmayan bir güzergâha girmesi önemlidir. Bunun güvencesi, ÇKP’nin iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Piyasaya tam açılmanın sonunda, Çin burjuvazisinin ekonomik gücünü siyasete taşıması; ÇKP’yi teslim alması ve giderek çok partili bir rejime kapı aralaması umulmaktaydı.

Saflarında çok varlıklı patronları da barındıran Çin burjuvazisi ise, ÇKP üyesi ve Ulusal Meclis’te milletvekili olabilmektedir; ama o kadar… Hükümet, ÇKP Merkez Komitesi ve Politbüro kapıları henüz bunlara açılmamıştır. Üstelik Şi’nin yolsuzluk karşıtı kampanyası içinde Çin burjuvazisinin yöneticilerle kurdukları çıkar bağlantıları gevşemiş, zayıflamıştır. Daha da önemlisi, büyük özel şirketlerin yönetiminde, ÇKP de söz hakkı talep etmeye başlamıştır.
Peki, sosyalizm, stratejik sektörlerde varlığını sürdüren  devlet işletmeleri bünyesinde devam etmekte midir? Bana göre hayır! Devlet işletmeleri şirketleşmiş; azınlık hisse senetleri özel mülkiyete açılmıştır; kâr için üretim esastır; yöneticiler istihdam ve ücret düzeyleri üzerinde etkilidir ve  maaşları, kâra bağlı primlerle desteklenir. Bu, çıplak devlet mülkiyeti içinde emeğin metalaşması; kapitalist ilişkilerin üretim düzlemine sızması anlamına gelir.

Öte yandan, Şi Jinping yönetiminde ÇKP, devlet işletmelerinin tasfiye telkinlerine ısrarla karşı çıktı. Uzun vadeli, stratejik hedeflerinin gerçekleştirilmesinde kamu sektörüne büyük önem verdi.
Şi, byandan Trump’ın uyumsuz söylemlerine karşı uluslararası platformlarda küreselleşmeyi sahiplendi ve uluslararası sermayeyi sevindirdi. Öte yandan, Çin devletin şirketlerinin öncülüğünde ihtiraslı bir İpek Yolu projesini, piyasacı değil, planlamacı bir perspektifle başlattı; altyapı finansmanına ve kalkınma projelerine öncelik veren uluslararası bankaların kuruluşuna öncelik etti.
Çin’deki sisteme ad koymakta ısrarlıysanız, bence en uygunu, devlet kapitalizmidir. Batılı ideologlar için ise, Çin’e dolambaçlı yolla giren “devletçi bir kapitalizm”, derde deva olamaz. Dahası, ÇKP Programı hâlâ “Çin’e özgü sosyalizm” hedefini korumaktadır ve Genel Sekreter, Parti-içi çalışmalarda bu hedefin canlı tutulmasında ısrarcı olmaktadır.

Kongre’nin İdeolojik Söylemi
Politbüro’nun yayımladığı  19. Kongre’nin duyuru metni, ÇKP ideolojisinin ana öğelerini içeriyor: “Çin’e özgü sosyalizm bayrağı dalgalanacak; Parti’ye Marksizm-Leninizm, Mao Zedong düşüncesi, Deng Şiaoping teorisi, önem taşıyan Üç Temsiliyet ve Kalkınmada Bilimsel Bakış  rehberlik edecek ve Şi Jinping’in önemli görüşlerinin özü eksiksiz uygulanacaktır.
Bu ifade, ÇKP’nin ideolojik çizgisini ana öğelerini  Marx → Lenin → Mao → Deng olarak belirliyor. Bunları  izleyen “Üç Temsiliyet” ve “Bilimsel Bakış” terimleri, Şi’den önceki iki Genel Sekreter’in (Jiang ve Hu’nun) Parti programına eklenmiş tezlerine verilen referanslardır.
Şi Jinping için, bir süre önce bazı Parti metinleri “Odak Lider” ifadesini kullanılmaya başladılar. Politbüro metninde yer alan “Şi’nin önemli görüşleri”, Parti programına  Genel Sekreter’in görüşlerinin de eklenebileceğini ima ediyor.

Hangi görüşler? Metnin sonraki kesiminde “Parti’nin ve ulusun sahiplenmesi gereken dört özgüven” ifadesi var. Bunlar, Şi’nin son beş yılda geliştirdiği, “Çin’e özgü sosyalizme  özgüven, teorik özgüven, Çin’in sistemine özgüven, kültürel özgüven”den oluşuyor. Bu dört öğenin, Batı’dan Çin’e “ihraç edilen”  ideolojik etkilerden uzak durma çağrısı olduğu ifade ediliyor.

Şi Jinping’in geçmiş yıllarda geliştirdiği “Kapsamlı Dört Hedef”ten de söz edilebilir: Makul ölçülerde müreffeh bir toplumu gerçekleştirmek, reformu derinleştirmek, kanun hâkimiyetini geliştirmek, Parti yönetimini güçlendirmek… “Makul ölçüde müreffeh toplum” hedefi, ÇKP’nin yüzüncü kuruluş yıldönümü olan 2021 için öngörülmüştür.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıldönümü (2049) ise, yine Şi tarafından  “Çin ulusunun büyük yeniden gençleşmesi ve Çin Rüyası’nın gerçekleşme tarihi” olarak belirlendi.

Resmî metinlerde bir ip ucu henüz yok; ama, kim bilir, 2049’da, “Çin’e özgü sosyalizm”in de gerçekleşmiş olduğu ilan edilebilir.

Bu ideolojik söylem, deneyimli Çin uzmanları tarafından “geleneksel Çin siyasetinin ritüellerinden biridir” diye geçiştirilir. Batı’nın  burjuva ideologları ise  elbette tedirgin olmakta; ÇKP’nin tarihe karışacağı çok partili rejim senaryolarını sürdürmektedir...


Bizlere de ÇKP’nin 19. Kongresi’ni izlemek, tartışmak düşüyor.

Korkut Boratav / SOL

ÇED raporsuz yağma formülü - ÇİĞDEM TOKER

Son bir haftada ekonomiye dair üç belge-metin dizisi açıklandı. Orta Vadeli Program (OVP), eşzamanlı olarak Torba Kanun tasarısı, Sayıştay raporları.
Net olan şudur: Meclis’te görüşmeleri yakında başlayacak “torba” tasarıdaki mali hükümler, OVP hedeflerini 2018 yılı başlamadan geçersiz hale getirmiştir. Eğer insan olsaydı, bütçenin “Nakde çok sıkıştım. Her fırsatı değerlendiririm” feryadıyla hazırlanmış bir “torba kanun”dan bahsediyoruz.
Yasaya aykırı biçimde 37 milyar TL ek borçlanma hakkı talep eden, internet vergisini arttıran, kültürel amaçlı hesaba el koyan, zeytinlik ve meraları imara açan bir tasarı yasalaşmayı beklerken; aynı hükümetçe hazırlanan yüksek büyüme, düşük enflasyon, değerli TL hedefleyen OVP’den nasıl oluyor da inandırıcılık bekleniyor?

Ve kamunun 2016 hesaplarının denetlendiği Sayıştay raporları.
Yeni yayımlanan bazı raporların, ilk orijinal hallerinden farklı olduğunu biliyoruz. (Bu arada, TVF’ye devredilmiş Ziraat ile Halkbank raporları yok.)
Meclis adına denetim yapan bu anayasal kurum, üzerindeki baskı nedeniyle, raporları epeyce filtreden geçmiş, ince ve kapalı anlatımlı şekilleriyle koyuyor siteye. Fakat raporların bu hali dahi, bütçe kaynaklarının nasıl çarçur edildiğini, nepotizm ilişkilerine nasıl aktarıldığını anlatıyor.
Bu torba ne için?
Bu torba Karayolları, asfalt standardı için verilen ödeneği, araç kiralama şirketi, refüjlerin çiçek düzenini yapan şirketlere aktardığı; Emniyet Genel Müdürlüğü, temizlik ve taşıma ihalelerinde Kamu İhale Tebliği’ne uymayıp doğrudan alım yaptığı, limitleri açıkça aştığı için getiriliyor.
Bu torba, yol ihalelerinde, doğal afet filan yokken, her hafta davetle milyarlarca TL’lik ihale dağıtıldığı için geliyor.

Tam bu satırları yazarken Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in NTV yayınındaki MTV zam açıklamaları düştü ekrana. Şimşek, seneye yeni silah sistemleri alınacağını, terörle mücadele için 17-18 milyar TL ek harcama yapılacağını söylemiş. Ve MTV’den 2 milyar TL geleceğini, bu kaynağın da savunma harcamalarına gideceğini eklemiş.

Ben Sayın Şimşek’e 2017 boyunca 21/b’ye aykırı olarak pazarlığı yapılmış, eğer doğru düzgün ihale mevzuatı işletilseydi Karayolları bütçesi yerine, savunma bütçesine koyabileceği çok sayıda davetli ihale göstermeye hazırım.

ÇED raporsuz yağma
Torba Kanun’un 54. maddesine lütfen dikkat.
Bu madde, Maden Kanunu’nda çok vahim bir değişiklik yapıyor. Çevresel Etki Değerlendirmesine (ÇED) dair bütün işlemlerinin en geç 3 ay içinde bitirilmesi koşulunu getiriyor.
Eğer sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile diğer ilgili bütün bakanlıklar, ÇED raporu ve diğer izin işlemlerini üç ayda bitirmezse bilin bakalım ne oluyor?
Ben gözlerime inanamayıp tekrar tekrar okudum.
“Çevresel etki değerlendirmesi ve diğer izin başvuruları ile ilgili olumlu karar verilmiş sayılır ve genel müdürlük tarafından buna göre işlem yapılır.”
Yani; diyelim ki binlerce yıllık bir kültürel, tarihsel miras üzerinde veya doğal güzelliğin ortasında bir maden var. Ve AKP hükümeti bu madeni tanıdık bir firmaya vermek istiyor.
AKP idaresindeki bakanlıklar eğer üç ay içinde ÇED raporu ve diğer izin işlemlerini bitirmiş olmazsa, tanıdık şirketin ÇED başvurusu ve diğer izin işlemleriyle ilgili olumlu karar verilmiş sayılacak.
Soruyla kapatalım:
Sizce AKP, falanca madeni tanıdık firmaya vermekte kararlıysa, bakanlık bürokratına “Üç ay boyunca işlem yapma” der mi demez mi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Çürümenin Kutupyıldızı - GÖZDE BEDELOĞLU

Türkiye, sadece 2 milyona yakın çocuğunu çalıştırmasıyla değil, bunu takiben çocuk yoksulluk oranıyla da Batı yakası komşuları arasında ‘zirvede’. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası’nın geçen 23 Nisan’da açıkladığı “Türkiye’de çocuk işçi olmak” başlıklı rapor, ‘dünyaya kafa tutan’, ‘Batı’ya haddini bildiren’, ‘elleri kıskançlıktan çıldırtan’ verilerle doluydu. ‘Ucuz işgücü’ olarak görülen çocukların yüzde 80’i kayıt dışı çalıştırılıyor ve ‘kaza’ başlığı altında işlenen cinayetler sonucu her geçen yıl daha fazla çocuk işçi hayatını kaybediyordu. 2016 yılında evlenenlerin yüzde 18’i çocuktu. Bu konuda da Avrupa’da birinciliği kimseye kaptırmamıştık. Çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismar suçlarında ise, son 10 yılda yüzde 700 oranında bir artışla rekorlara doyulmadığı ortadaydı.

Her ay Adli Tıp Kurumu’na gelen cinsel istismar vakası yüzlerle ifade ediliyor. Son 5 yılda 200 binden fazla kız çocuğu evlendirildi. Sadece 2014 yılında 40 binden fazla ‘çocuğa cinsel taciz’ davası açıldı. Çalışan çocukların yarısı okula devam edemiyor. Yetmiyor. Avrupa İstatistik Ofisi 2017 verilerine göre Türkiye, yüzde 36 oranıyla 18-24 yaş arasında eğitimi terk edenlerin en yüksek olduğu ülke olarak yine birinciliğe uzanıyor. Eğitimi terk eden kadınların oranının erkeklerden yüksek olmasına da şaşıracak pek kimse kalmadı herhalde. Deli bohçasına dönen eğitim sistemi yüzünden kalitesiyle birlikte güvenilirliğini de yitiren okulların büyük bir kısmı imam hatiplere çevrildi. 2015 yükseköğretime geçiş sınavında 100 imam hatip lisesinden sadece 19 tanesi fen bilimleri alanında 1’den fazla soru çözebilmiş. Son 5 yılda açık liseye kayıt yaptıran öğrenci sayısındaki artış yüzde 37. Örgün eğitimden uzaklaşan, eğitimde gelecek görmeyen yoksul aile çocuklarının çoğu çocuk işçilerden oluşuyor.

Karaman’da Ensar Vakfı’na bağlı yurtlarda 8-10 yaşındaki erkek çocuklarına tecavüz davasında öğretmenden başka suçlu, sorumlu çıkmadı. Cemaat-tarikat yurtlarına mecbur bırakılan çocuklar cayır cayır yandı, kamu görevlileri yargılanmadı. Çocukların tecavüzcüleriyle evlendirilmesi için yasa hazırlanmaya çalışıldı.
Sonra bir gün Diyarbakır’dan arayan Ayşe Öğretmen, ulusal bir kanalın apolitik Beyaz sohbetine bağlanıp, “çocuklar ölmesin” dedi. İnsanları, sokağa çıkma yasaklarının sürdüğü doğuda yaşananları fark etmeye çağırdı. “Görün, duyun bize el verin” dedi. Ayşe Çelik, “İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” deme suçu işleyerek ‘teröre destek olmaktan’ 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı. 8 aylık hamile Ayşe. Allah uzun ömür versin, evladı, Nisan 2017 itibariyle hapishanelerde annesinin yanında kalan 0-6 yaş arası 600. çocuk olacak.


Eğitimde fırsat eşitliği dendi mi son sıradayız; çocuk yoksulluğunda zirvede; çocuk işçi ve çocuk evliliğinde bir numara; efendime söyleyeyim, şiddet ve tecavüzde önlenemeyen bir yükseliş... Bütün bunların gözden gizlenecek, kulaktan kaçırılacak bir yani yok. Bu utanç tablosunun üzerini örtebilecek daha büyük bir karanlık da yok!

Derken... Türkiye ‘adaleti’ “çocuklar ölmesin” demeyi suç saydı. Hapsetti. Bir gün çürümenin Kutupyıldızı olacağımız kimin aklına gelirdi.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

5 Ekim 2017 Perşembe

İradeye baskı ve Bahçelievler katliamı - ALİ RIZA AYDIN

“İnsan fiziki zorluklara katlanabilir, burada anlık-dönemlik bir motivasyon, karakter özelliği, fiziki dayanıklılık… bunu sağlayabilir. Asıl zor olan ideolojik-siyasi baskıya dayanabilmektir. Esen rüzgara rağmen savrulmamak, bildiği yola tam inanç ve güven. İrade derken asıl kastettiğimiz burası. Bilmeden, sürekli bir gelişim sağlamadan bu mümkün değil.”

Gelenek Dergisinde (Eylül 2017, Sayı 135) Volkan Algan’ın yazısından yaptığım giriş, sonuç da olabilecek içerikte. İdeolojik-siyasi baskı artık sıkça kullandığımız sözcüklerle “tavana vurdu”. İdeolojinin ve siyasetin işini kolaylaştıran düzen içi muhalefet ve yaygın medya bileşiminin katkı ve desteğiyle “baskı”, şiddeti ve hukuksuzluğu da yanına alarak en güçlü ve rahat dönemini yaşıyor.
Tüm hukuksuzluğuyla OHAL dönemindeyiz, sonu gözükmüyor. Bir son olacaksa da OHAL olağanlaşarak olacak. OHAL KHK’leri, 30 günlük süresini doldurmuş, OHAL’in gerekli kıldığı konular dışında her şeye el atmış, ne yargının umurunda ne de yasamanın…

KHK’ler 30 günlük ömrünü doldurduğundan içinde yazılanlar hükümsüz. Bunu biz anlatıyoruz da anlaması gerekenler anlamıyor. Anlamayınca da meşruiyeti olmayan KHK’lere meşruluk kazandırılıyor. Bu, hem yargıda hem de yasamada yüklenilmesi gereken bir konu.

Yargı devre dışı denilirse -ki denilmemeli, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu da bu yönden hükümsüz- yasama organı devreye girmeli. Meclis bu güne kadar 28 OHAL KHK’sinden yalnızca 5’ini görüşüp kabul etti. Görüşmediği 23 KHK’yi hemen gündeme alıp “30 günlük süre dolduğundan reddine” diyerek son noktayı koymalı.  

Anayasal kurumlar ve kurallar çalıştırılmayarak (çalışması gereken Anayasa Mahkemesi’nin İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’den aldığı destekle kabulcülüğü de eklendiğinde) OHAL’i ve hukuksuzluk hukukunu meşrulaştırmaya çalışanlara düzen muhalefeti ve medyası eklendiğinde herşey istedikleri gibi yürüyor.

Bu katmerli hukuksuzluk koşulları ve rehaveti ortamında OHAL’i sonlandıramazlar. Çünkü OHAL sonlandığı an KHK’ler de sonlanacak. KHK’ler sonlanınca içinde yazılanlar da yok olacak.  
Hukuk sersemledi, kendisini ve ilkelerini ayaklar altına alan ideoloji ve siyasetin oyuncağı oldu. Bir oradan yumruk yiyor bir buradan. Faşizmin hukuk tarihine yeni sayfalar ekleniyor hem de ardı arkası kesilmeden.

İradeye baskı yapanların iradeleri sakat. İradeye baskı yapanların meşruiyeti yok ama meşruiyetsizliğe meşruiyet kazandıranlar çok. Elbirliğiyle düzeni yürütüyorlar, elbirliğiyle gerçek mücadeleyi kırmaya çalışıyorlar.

Dinselliğe teslim edilmiş devlet ve hukuk işlerini kolaylaştırıyor. Elbirliğiyle laikliği çiğneyip parçalama peşindeler. “Laiklik sorunu yok”, “imam hatipleri biz açtık niye kapatalım” diye diye elbirliğiyle eğitim ve öğretimi karanlığa itiyorlar.

Toplumun ve devletin içinde cirit atan tarikat ve cemaatler menfaat ve çıkar peşinde. Kıyım ve pazarlık bir arada yürüyor.

Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi başvurularında “özgürlük ve güvenlik hakkı ihlali”, ardından da “hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı ihlali” başı çekiyor.

Barışa sırt çeviren, savaşın içinde suçlarla yüklü bir iktidar anlayışı hakim. Savaşa ve kendi lükslerine harcanan paraları ve de sermayeye transferlerini vergilerle halkın cebinden almaya kalkışıyorlar.
Demokrasi diye diye, özgürlük diye diye ikisini de çöpe attılar.

Artık ne medeni haklar ne sosyal ve toplumsal haklar ne de insanlık güvence altında.

Sınıf çıkarlarından ödün vermeyen sermayeyle birlikte emekçi halkı ezdikçe eziyorlar.
“Vergi ödevi”ni, “yükümlülük ve sorumluluğu” esas alarak, “devlet gücü”ne dayanarak zorla vergi alacaklarını sanıyorlarsa yanılırlar. Ne ödevi? Bakın eski Anayasa Mahkemesi ne demiş: “Kişi ancak, kendisini yaşatan, maddi ve manevi varlığını koruyup gelişmesine olanak tanıyan topluma (devlete) karşı ödevler taşır. Bu olanaklar tanınmamışsa, ödevden de söz edilemez”.

Müfredatlarına güveniyorlarsa yanılırlar. Din, para, darbe ve silah okullara, derslere girdiyse eğitim ve öğretimden söz edilemez.

“Hukuksuzluk hukukları”na güveniyorlarsa yanılırlar. Ne hukuku? Kişi ancak, mücadelelerle kazanılan haklarını güvence altına alan hukuku tanır. Keyfilik varsa, hukuktan da söz edilemez.
“Köle ve kul düzenleri”ne sığınıyorlarsa yanılırlar. Baskıya boyun eğmeyenler örgütleniyor, siyasi akıl ve iradelerini birleştirerek mücadelelerini güçlendiriyor o düzeni yıkmak için…

                                                                           * * *

Baskı ve şiddet cinayetlere, katliamlara dönüşüyor. Çok cana kıyıldı bugüne kadar hem de vahşice. Kıyılmaya da devam ediyor.
Bu vahşi ve kahpe kıyımlardan biri de 1978 Ekim’inde yapıldı. İradesini siyasal ve ideolojik baskı altına sokmayan Türkiye İşçi Partili yedi fidan katledildi. Katliamdan bir yıl sonra 8 Ekim’i “Onur Günü” ilan eden Behice Boran’ı da 10 Ekim 1987’de yurtdışında kaybettik.
“Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar” adlarını saydıktan, sosyalizm mücadelesinde yitirdiğimiz canları andıktan ve “Türkiye işçi sınıfının 1920’lerden politik örgütlenmeye ilk adımını attığında, on beş kurban verdiği görülür; Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulmasıyla…” vurgulamasını yaptıktan sonra şu saptama ve uyarıları yapıyordu Behice Boran 1979’daki anma konuşmasında:
“Faşizmin kahrolası ölüm tırpanı onları körpe fidanlar gibi biçti bir sonbahar gecesi.”
“8 Ekim bizim partimizin onur günüdür.” “(…) sadece anmak değil! Ortak davamıza bağlılığımızı, mücadele azmimizi, zafere kesin inancımızı tazelediğimiz, doğruladığımız, daha da güçlendirdiğimiz gündür.”
“(…) biz, ölenleri geçmişe, mücadele bayrağını uzlaşma hesaplarına teslim edenlerden değiliz!”
“İşçi, yoksul köylü, emekçi kitlelerin ve ilerici, demokrat, yurtsever güçlerin iş ve güç birliğiyle faşizmi mutlaka yenecek, sömürü ve zulmü yok edeceğiz.”
Otuz dokuz yıl sonra, 8 Ekim 2017 Pazar günü, Ankara’da Kızılay Nazım Hikmet Kültür Merkezinde (Konur 2 Sokak No:51) Saat 16.00’da Erşen Sansal ve Mesut Odman’ın sunumlarıyla anacağız yoldaşlarımızı. Hem anacağız hem direniş ve mücadele gücümüzü bileyeceğiz.
Sözde, örgütlü mücadeleye balta vuracaklardı, işçi sınıfını sindireceklerdi baskı ve şiddetleriyle, cinayet ve katliamlarıyla ama başaramadılar; hiçbir zaman da başaramayacaklar. Çünkü “yaşamak örgütlenmektir bu yangın yerinde”.

Ali Rıza Aydın / SOL

AKP ‘Omerta’ ile ellerini yıkıyor - AYŞE YILDIRIM

Erdoğan ‘metal yorgunluğu’ dedi ve il yöneticileri tek tek istifa etmeye başladı. Partiye bir heyecan ve yenilik ambalajı gibi sunulan ‘metal’ değişikliği sonra belediye başkanlarına sıçradı.
İlk isim en riskli illerden birinin başındaydı. Kadir Topbaş, uzun uzun istifasını anlattı ama gerekçesini bir türlü söylemedi. 


Kulisleri harekete geçirmeye yeterliydi bu istifa. Öyle de oldu. Kaç gündür sırada hangi belediye başkanları var diye konuşuluyor. Erdoğan ve AKP yöneticileri de artık ayyuka çıkan bu söylentileri yalanlamıyor. 


En çok tartışılan isim ise Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek. Gökçek, ‘fitne’ demekle yetinse de kendisinden beklenmeyecek bir suskunluk içinde. Arka planda pazarlıklardan söz ediliyor. Bir başka belediye başkanının “Ben istifa etmem, siz alın” diye direndiği yazılıyor.
Artık Bülent Arınç’ın konuşma zamanı geldi. 


7 Haziran yerel seçimleri öncesi kendisini ‘paralel yapıdan talimat almakla’ ve ‘kızı ve damadını fanatik paralelci’ olmakla suçlayan Melih Gökçek’e çok sert bir yanıt vermişti Bülent Arınç.
“Gökçek ile ilgili 100 konuyu 8 Haziran’dan itibaren ömrüm vefa ederse konuşmak isterim.
Ama o gün gelinceye kadar hükümetimi yıpratacak, AK Parti’yi yıpratacak bir sözün, bir işin içinde olmam. Biz kimin, nerede havlayacağını, hangi işler çevireceğini biliriz. Belediye başkanlığı adaylığında ve seçimlerde oy isterken bu yapının kucağında oturmuştur. Bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Yurt yerleri vermiştir, zengin işadamlarına okullar yaptırmıştır. İmar planlarında değişiklikler yaptırmıştır. Şunları yaptırmıştır, bunları yaptırmıştır.”

 

O 8 Haziran’ın üstünden iki 8 Haziran daha geçti ama Bülent Arınç, o 100 konuyu hiç konuşmadı. Melih Gökçek, “Cemaate hayır işi için diye verdiğim yerler nedeniyle pişmanım” dedi ve konu kapandı. 

Şimdi Gökçek dahil birçok ismin istifalarını bize ‘metal yorgunluğu’ diye yutturmaya çalışacaklar.
Seçimle gelmiş bir insan görev süresi dolmadan istifa ediyorsa bunun nedeni ya da nedenlerinin çok ciddi olması gerekir. Eğer başka bir partiye geçmiyorsa ciddi bir sağlık sorunu, parti yönetimiyle ciddi bir anlaşmazlık, başarısızlık... Yolsuzluk ya da başka bir suça bulaşmış olmak… 


Oysa AKP’lilerin istifalarının ardından bunların hiçbirini duymuyoruz. 


Peki ne yapmaya çalışıyor Erdoğan? 

Ve bunu yaparken bizi nasıl uyutmaya çalışıyor? 

Malum AKP daha doğrusu Erdoğan için çok kritik bir dönem; 2019 başkanlık seçimi. Varlık ve yokluk seçimi. Kamuoyu anketleri de gösteriyor ki başarı şansı düşük. Onun için bir kahramanlık hikâyesine ihtiyacı vardı. Çok arandı ama henüz bir türlü o hikâye bulunamadı.
Şimdi Türkiye’ye AKP’yi ‘yeni’ ve ‘temiz’ bir parti olarak yutturmanın peşindeler.
“Bakın biz en yakınımızdaki insanlardan bile vazgeçtik. En ufak bir şaibeye dahi müsamaha göstermedik” palavrasının hazırlıkları bunlar. 


“Yolsuzluk mu, cemaatle iş birliği mi? Hepsiyle yollarımızı ayırdık. Arkadaşlarımız kenara çekildi” diyecekler. Ve o arkadaşlar tıpkı Düzce Belediye Başkanı gibi “Beni ve partimi yıpratmak için her türlü yalan, dedikodu ve iftiraları üretmekle meşgul oldular. Şahsım ve yakınlarımla ilgili yürütülen bu çirkin kampanyanın partime ve kutsal davamıza daha fazla zarar vermemesi için…” deyip istifalarını sunacaklar. Ve susacaklar… 


Çünkü yargı önüne çıkmak filan olmayacak. Garantiyi Erdoğan, hepimizin gözü önünde verdi:
“Ayak uyduramıyor mu, kenara koyacağız. Affedersiniz yolsuzluğa bulaşan mı var, kenara koyacağız.”

 
Şimdi ‘FETÖ’ ya da yolsuzluk… Hakkındaki şaibeler ayyuka çıkmış isimleri ‘kenara koyacak’, onlar üzerinden ellerini yıkayıp ‘yeni’ ve ‘temiz’ bir partiymiş gibi seçime, muhtemelen de bir baskın seçime gidecekler. 


Yani bize mafyanın suskunluk yasası ‘omerta’yı yedirmeye çalışacaklar.
 


Plan bu, yerseniz…

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

RTE kaybettiği yerel seçimleri yeniden kazanma operasyonunda - ORHAN BURSALI

Cumhurbaşkanı bütün gücüyle 2019 Mart’ında yapılacak olan yerel seçimlere odaklandı. Yakın zamanda verdiği demeçte, İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi, seçimleri, iktidarı da kaybeder anlamında konuştu. Operasyonlarını görüyorsunuz. Neredeyse tüm belediye başkanlarını değiştirmeye girişti.
Şüphesiz bu resmen baskıdır, yasal değildir, halkın seçtiği belediye başkanlarının görevi hangi koşullarda bırakacağı yasalarda yazılıdır. Ama şüphesiz ki ülkemizde, yasaların – anayasanın üzerinde bir güç vardır ve bu mekanizma belediye başkanlarını da istifaya zorlamaktadır, açıkça ve resmen.
Görüş şöyle: “Ben seni aday gösterdim, o halde ben seni görevden alırım. Halkın oyu ise biçimsel olarak vardır, önemli değildir...”
Kadir Topbaş böyle gitti. Yakasında üstelik “FETÖ’cü” etiketiyle... Ankara’nınki direnebilecek mi, zerre sanmıyorum, başına bin türlü haklı bela açılabilir... Adam gider birazdan...
 

Kaybedilenleri geri almak
Konum belediye başkanlarının istifaya zorlanması değil.
RTE, bu belediyeleri kaybettiğinin farkında, şeklen başlarında AKP’liler var, ama bugün seçim olsa önemli belediyelerin büyük çoğunluğu, eğer Hayır Ruhu mekanizması işlerse, AKP’nin elinden kurtulacak... Büyük olasılıkla.
RTE Başkanlık Referandumunun sonuçlarına baktı ve seçimleri kaybettiğini gördü.
Aralarında İstanbul ve Ankara’nın da bulunduğu 17 büyükşehirde AKP kaybetti.
Tüm bu iller Türkiye’nin ekonomisinin, kültürünün kalbinin attığı yerler, atardamarları.
Bunlar yok, AKP iktidarı da yok. 2019 Kasım’ında yapılacak Başkanlık seçimi de, milletvekili seçimi de tehlikeye girer. Başkanlığı kaybetme olasılığı da tavana vurur.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı tüm ağırlığını yerel seçimlere veriyor ve belediyelere el atıyor.
 
Hepsi zan altında duruyor
Bu, referandumda kaybettiği ana belediyeleri yeniden geri alma operasyonudur.
Tutar mı?
Bu belediyeler başarısız mı? İstifaya zorlama kıstasları var mı, nedir?
Soyguncu mu, FETÖ’cü mü, yolsuz mu?
Hadi bunların hiçbiri değiller, o zaman başarısızlar...
Ama bunu da dile getirmiyorsunuz...
Belediyeleri istifaya zorlamak, AKP belediye başkanlarını tam bir şaibe, zan altına sokmak değil mi?
Adamların hayatlarını, sicillerini karartmıyor musunuz?
İktidar yanlılarına belediye olanaklarını, ihalelerini yeterince akıttılar... Bu açıdan, merkezle herhangi bir sorunları olduğunu düşünmeyelim.
 
Sadece vitrin cilası
İktidar, belediyeleri hiç boş bırakmadı, hemen hepsinde mutlaka bir “parti denetçisi” vardır. Büyükşehirlerde hatta esas kararı verici pozisyonunda bile duruyorlar denebilir. İstanbul’da Topbaş mı tüm kararları veriyordu?
Belediyelerinde bir başarısızlık, yolsuzluk vb. söz konusuysa, bundan doğrudan iktidar da sorumludur.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı, bir vitrin düzenlemesi yapıyor.
Hem de kendi itibarını ve yönetici kişiliğini bir üst noktaya tırmandırıyor: “Bak gördün mü, başarısız olanları nasıl tırpanlıyor, işte lider dediğin böyle olur, hepsini istifa ettirdi...”
Oysa ortada değişen ve değişecek bir şey yok. Sadece kamuoyuna bu tür söylemler enjekte ederek, törpülenmekte olan lider ve parti pozisyonu güçlendirme operasyonu seyrediyoruz.
 
Peki ‘Hayır  Ruhu’ ne yapacak?
Cumhurbaşkanı tek karar verici olarak, yerel seçimleri bu tür parlatılmış operasyonlar sonucu kazanabileceğini planlıyor...
Şüphesiz bunun arkasını da getirecektir.
Hiç olmazsa RTE’nin yerel seçimlere yönelik programını az çok görmeye başladık. Hedefe odaklanmış ve yürüyor.
Peki, Hayır Cephesi ve Ruhu ne durumda? Bunun bileşenleri türlü çeşitli özverilerde bulunmaya, “ben” değil, “biz” olmaya, bir program ortaya koymaya, farklı kentlerde farklı – ince politikalar izlemeye vb hazır mı?

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Simitin solgun kokusu - REFİK DURBAŞ

Bizim kuşak, 50’li yılların karikatüristlerinin çizdiği çay ile simite talim eden gazetecilere yetişmedi. Fakat onların karın doyurma azıkları olan çay ve simit, gazeteciliğimizin o genç günlerinde güzel bir keyfin hoş kokusunu hâlâ taşımaktalar.
Çünkü o zamanlar hemen bütün gazetelerin ana binaları Cağaloğlu’nda idi.
Vapur ise en önemli ulaşım aracı...
Özellikle de sabahları Kadıköy-Sirkeci arasında 8.30 ve 9.15 vapurları gazetelerin yazı müdürlerinin, sekreterlerin, muhabir ve köşe yazarlarının doğal buluşma mekânı...
Koltuğa bir gazete sıkıştırılır, elde sabah simitinin sıcak kokusu ile vapurun burun ucuna yerleşilirdi.
Gazete manşetleri, hele bir gün önceden emek de verilmişse, “tetkik” edilirken bir de çay söylendi mi varın artık o keyfin damakta eriyen lezzetine...
Eldeki gazete, çayın yudumu ve Boğaz’ın serin rüzgârı eşliğinde okunmaya çalışılırken, yandaki ya da karşıdaki gazetelerin başlıkları da göz hapsine alınırdı.
Ayrıca bir “meşveret” mekânı idi vapurlar.
“Müdavimler”, bir önceki günün muhasebesini gönül defterine düşerken, birbirlerine gelecek gün üzerine dilek ve temennilerini de aktarırdı.
Bu muhabbetin kaymak tadını veren de yine çay ve simitti...
O günler de bir günlermiş işte...
Uzunca bir aradan sonra, güneşli günlerin birinde yine “vapur” tiryakisi oldum.
Fakat nerede o günlerin çayının koyu demi, nerede simitlerin taze kokusu?
O sabah vapurları mutat seferlerini aksatmasa da, o deme de, kokuya da lezzet katan arkadaşlar, şimdi kim bilir hangi bir kuytu limanın ara sokağında?
Çayın yapay demi, simitin solgun kokusu bir yana, bir “adet” sigara isteyecek kimse bile yok çiçeği solmuş o güvertede...
Kimi güzellikler işte böyle farkında olmadan çekip gidiyor hayatımızdan.
Bugün, hayatımız da bu yüzden mi çayın demi ve simitin kokusu misali yapay ve solgun acaba?
Sait Faik, sinemadan çıkmıştır.
Yağmur yağıyordur.
Canı yürümek ister, fakat bir şoför “Atikali” diye seslenince, atlar taksiye Atikali’ye gider.
Annesini, arkadaşı Panco’yu, köpeği Arap’ı düşünerek sokaklarda yürürken, bir evden deli gibi birisi fırlayıp paltosunun cebine girer.
Adam “dost”unu öldürmüştür ve Sait Faik’ten kendisini saklamasını istemektedir.
Ve “Öyle Bir Hikâye”de anlattığı üzre Sait Faik, sonradan adının Hidayet olduğunu öğrendiği adamı, “Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediği simitin susamları kokan cebi”nde saklayacaktır.
Oktay Akbal da “Hücrede Karmen” kitabında yer alan “Sefertası” başlıklı hikâyesinde ilkokula giderken bir parça börek, üç tane kuru köfte, bir elma ya da portakal bulunan sefertasını hiç mi hiç sevmediğini belirterek iştahını daha çok “Barba” adlı fırıncının simitinin açtığını anlatacaktır.
Orhan Veli, “Bayram” şiirinde savaşı durdurmak için olsa, Harbiye Nezareti’ne gittiğini annesine bildirmemesi için kargalara horoz şekeri yanında simit de ikram eder:
“Kargalar, sakın anneme söylemeyin!
Bugün toplar atılırken evden kaçıp
Harbiye Nezareti’ne gideceğim.
Söylemezseniz size macun alırım,
Simit alırım, horoz şekeri alırım;
Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar,
Bütün zıpzıplarımı size veririm.
Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!”
A.Kadir’in “Beşiktaş Tramvayı” şiirinin yolcuları arasında “Terzi Âdem, berber Ali, dikimhaneden Emine teyze, Makbule, üç sarışın birader, Kapalıçarşı terlikçileri ile levent bir hizmet eriyle birlikte “bir küçücük simitçi çocuk” da bulunacaktır.
Refik Durbaş da “Çaylar Şirketten” kitabında İstanbul’da “sermayesi gurbet” olan bir delikanlıyı anlatırken “yüzünde pas tutmuş sabahları poyraz renkli, can dokulu” üç liraya simit sattığı günlerine de değinir:
“Yüzümde pas tutmuş sabah
köşebaşı rüzgâr ayaz
simit satarım susamlı
poyraz renkli can dokulu
şafaklardan daha beyaz
hasretimden daha kara
simit satarım susamlı
buyur tanesi üç lira
bana kalan yimbeş kuruş
anlamazım ne iştir bu”

Refik Durbaş / BİRGÜN

Kadıköy’de nefes almak - NAZIM ALPMAN

İstanbul’un Kadıköy ilçesi gerek yaşam standartları gerek kültürel ortam bakımından herhangi bir Avrupa kentinden farksız görünüm arz ediyor. Kadıköy İskele’den Çarşı içine oradan da Moda’ya kadar uzanan bölge son yıllarda film platosunu andırıyor. Güzel kafeler, tiyatro salonları, sinemalar, kültür merkezleri, meyhaneler, lokantalar, canlı müzik lokalleri, manavlar, şarküteriler, balıkçılar ile ibadethaneler, camiler, kiliseler birlikte huzur içinde yaşayabiliyorlar.
Kentsel dönüşüm denilen “her yer kazma-her yer beton” sloganıyla özetlenebilecek inşaat bölgelerini bu huzur ortamının dışında tutmak gerekiyor.

•••

Bir önceki belediye yönetimi döneminde bu çizgiden hareketle olsa gerek “Kadıköy’de yaşamak ayrıcalıktır” gibi tuhaf bir slogan kentin görünen yerlerine asılıyordu. Bu tuhaf sloganın yer aldığı caddenin tam karşısında 200 yılı aşkın süre aynı adreste ikamet eden ailelerin varlığı hiç dikkate alınmıyordu.
Neyse ki şimdilerde böylesi şeyler yapılmıyor.
Onun yerine Kadıköylülere “burada olduğumuz için ayrıcalıklıyız” dedirtecek hizmetler sunuluyor.
Kadıköy Belediyesi’nin sorumluluğunda kalan mahallelerdeki bütün spor sahaları yenilendi, basketbol sahalarına “cam pota” konuldu, zemin düzenlemesi yapıldı. Büyükşehir sorumluluğunda olan sahil şeridinde ise bu yıl hiçbir çalışma olmadı. Geçen yıla kadar her yaz başı potalar, çemberler ve fileler yenilenirdi. Belki de “Kadir Ağabey” küstüğü için ilgi gösterilmedi. Bilmiyoruz.Gelelim esas konuya… Erenköy 19 Mayıs Mahallesi’nde tam bir batılı hizmet örneği olarak gösterilebilecek “Sosyal Yaşam Evi” ile “Alzheimer Merkezi” açıldı.
Şimdiye kadar belediye hizmeti denildiğinde “başkan benim çocuğumu işe al” cümlesi sınırlarını aşamayan sığlıklar akla gelirdi. Bu tür yapıların, Batı Avrupa ülkelerinde pek çok örneği var. Sosyal Yaşam Evi 65 yaş ve üstü bireylerin ücretsiz yararlanacakları, boş vakitlerini değerlendirecekleri kulüp niteliğinde… Tek farkı var, ücret ödenmiyor. Sadece bir kez gidip kayıt olmak gerekiyor. Ondan sonrası kolay…
Sağlık hizmetleri verilecek. Örneğin kan şekeri ve tansiyon ölçümü yapılacak. Saç kesimi, sakal tıraşı, el-ayak tırnak bakımı yapılacak.

Bütün bakımlar bitti mi, ver elini yeni hayat!
Seramik, resim, dans, pilates, bilgisayar, müzik, takı tasarım gibi kurslara dahil olunacak. Diyabet, kalp-damar, ağız-diş sağlığı, kadın sağlığı gibi konular hakkında seminerler yapılacak. Hayır ben yerimde oturamam diyenlere göre de etkinlikler var. Toplu olarak sinema, tiyatro, konser, kültürel kent gezileri ve piknikler düzenlenecek…
Alzheimer Merkezi ise bakımları evlerinde yapılan hastaları buraya getirerek sosyal yaşam bağları güçlendirilecek, yakınları da gün içinde serbest zaman kullanabilecekler. Hastasını yalnız bırakmadan, banka, çarşı, pazar işlerini halledebilecekler.
Unutmamak gerekir ki; bir gün herkes yaşlanacak!

•••

Hasanpaşa kavşağında bulunan Kadıköy Belediyesi Karikatür Evi, “belediyecilik asfalt dökmek, kaldırım yapmak değildir” sözünün ete kemiğe bürünmüş hali olarak orta yerde duruyor. Şu sıralar, eskiden Türkiye’nin siyasi ortamının karikatürle olan sıkı bağlarını gösteren bir sergi yer alıyor bu güzel yapı içinde: Siyasetçiler ve Karikatür!
30 Eylül’de açıldı, 24 Ekim’e kadar gezilebilecek. Pazartesileri hariç. Dünyanın bütün müzeleri pazartesileri kapalıdır.
4 Ekim 2017 Çarşamba (dün) Kadıköy Belediyesi Kent Konseyi “Dünya Hayvan Hakları Günü” nedeniyle bir panel düzenlemişti.
Ne kadar fantastik geliyor değil mi?
İnsan haklarının alabildiğine ayaklar altına alındığı bir ülkede hayvan haklarını konuşmak…
Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu farklı düşünüyor. Herkes kendi işini iyi yaparsa, o zaman ülke normalleşebilir diyor. Siyaset gündemi ülkede her şeyi zehirliyor.
Bu eleştirinin sivri oku elbette muhataplarına… Kim her şeyi siyaseten üzerinden izah ediyorsa onlara…
Uzun sözün kısası Kadıköy’ün kendine özgü havası insana nefes aldırıyor. 


Nazım Alpman / BİRGÜN

4 Ekim 2017 Çarşamba

Kadir Abi’ye, Gökçek’e ne oluyor? - KEMAL OKUYAN

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş bizzat AKP’lilerin uyguladığı mobbing sonrasında istifa etti.
Görülüyor ki, Topbaş daha kapsamlı bir operasyonun parçası olarak gönderildi. Şimdi aralarında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in de bulunduğu belediye başkanlarının da istifa ettirileceği söyleniyor, yazılıyor.
Belli ki, Erdoğan bazı şeyleri mobbing uygulayarak çözmeyi sevdi, böyle devam edecek.
Peki neden?
Kimilerine göre Erdoğan AKP içindeki Fethullahçıları temizlemeye karar verdi. Oysa böyle bir şey yok; Gülen cemaatini karanlık bir konspirasyondan ibaret sananlar hep bu hatayı yapıyor. İmamlar, ablalar filan bunlar işin sadece bir boyutuydu. Hep söylediğimiz gibi Fethullah Gülen’in asıl gücü, sistemin, elinde operasyonel bir güç olan bu hareketi resmi olarak kendi merkezine yerleştirmesiydi. Sistem derken, kendisine iş dünyası diyen sermaye sınıfını, sivil ve asker bürokrasiyi, devlet kurumlarını ve bir bütün olarak düzen siyasetini kastediyoruz.

Dolayısıyla Fethullahçılar devlete sızmadı, Türkiye’ye hâkim olan uluslararası ve “ulusal” güçler Fethullahçılığa tarihsel bir misyon yükledi. Bu anlamda bir savcının, bir emniyet müdürünün, bir albayın Fethullahçı olup olmadığını sorgulamak mümkündür ama daha üst düzeylerde bu imkansızdır. Çünkü Türkiye’de sistemin içinde olup da buna direnen ve direndiği için bedel ödeyenler dışında hemen herkes aynı misyonun parçası olmuştur.

Melih Gökçek Fethullahçı mıdır, değil midir sorusu bu anlamda saçmadır. Soruyu soran kişinin “Erdoğan Fethullahçı mıdır, değil midir” sorusunu da sorması gerekir. Sormayıp, bir de üstüne “AKP içindeki FETÖ’cüler ayıklansın” demek ya da “ayıklanıyor” müjdesini vermek gerçekten abesle iştigaldir.

Bu soruların yanıtı hem evet hem hayırdır ve bir yerden sonra önemi yoktur.

AKP kendi içindeki Fethullahçıları ayıklayamaz. Çünkü Fethullahçılık “bylock” yazışmalarına indirgenemez!

O halde AKP’nin içi neden bu kadar karıştı?

Erdoğan’ın altını gizli gizli oyanlar kenara mı konuyor?

Kuşkusuz Erdoğan gibileri “mutlak biat” ister, en küçük bir itaatsizliği ömür boyu unutmazlar. Ancak samimiyetsizliğin kural olduğu bir ortamda, “kişisel hesabı” olmayan kimse bulamayacağını herkes gibi Erdoğan da bilir. Binali ile bile sorun yaşayan birinden söz ediyoruz, daha ne olsun!

AKP içinde ideolojik ve siyasi ayrımlar mı depreşti?
Örneğin AB ile NATO ile yaşanan soğukluktan rahatsız olanlar ile diğerleri arasındaki kavga tırmanıyor mu?
Bu illa ki vardır, üstelik şu sıralar ABD, Almanya ve İngiltere’nin kendi bağlantılarını harekete geçirdiği de açıktır. Ancak herkesin her şeyi savunabileceği tuhaf bir siyaset kültürü yaratan AKP’de ideolojik ayrımların bir hesaplaşmanın itici gücü olacağını düşünmek saflıktır. Zaten Topbaş’a, Gökçek’e ya da öncesinde Davutoğlu’na filan baktığınızda, Erdoğan’dan hangi konularda ayrıldıklarını anlayabiliyor musunuz?
Yok anlayamazsınız, bir sürü şey var ama tutarlı bir sonuç çıkmıyor bunlardan.
Çıkmaz da…

Çünkü AKP bir çıkar örgütüdür. Bu partinin öne çıkan kadrolarının, vekillerinin, belediye başkanlarının tamamı ya doğrudan ya da aileleri üzerinden “girişimci”dir, büyük paralarla oynamaktadır, rant yaratmakta ve o rantın bir bölümüne el koymaktadır.

Medya ne kadar anlam katmaya çalışsa da, AKP içindeki gerilimin temelinde paylaşım kavgası vardır. Bunlar artık öyle semirmiştir ki, siyaset-para-siyaset denklemi para-siyaset-para’ya dönüşmüştür, parti içinde aldıkları konumlanışların tamamı bu paylaşım kavgasındaki ihtiyaçların ürünüdür. Siyasi meseleler bu kavganın uzantısıdır, paraya tahvil olmuyorsa değersizdir. AKP sermaye düzeninde her zaman karşılaştığımız bu durumu akıl almaz boyutlara taşımıştır.
Tarikatlar bu kavgada etkili birer enstrümandır ve burada da ilişki tarikat-para-tarikat olmaktan çıkmış para-tarikat-para evresine geçilmiştir.

Erdoğan’ın becerisi biraz da bu paylaşım meselesini iyi yönetmesindeydi. Ancak ipin ucu kaçtı, birileri küçük rantlarla yetinmemeye başladı, başkalarına dirsek atarak öne geçtiler.
Erdoğan kan kaybetmeden bu süreci artık yönetemez.
Çünkü ekonomi tekliyor. Bu kadar büyük bir rant dağılımını kaldıracak bir kaynak yok.
Reis başka karar vericileri kısıtlamak, hatta yok etmek zorunda.

Büyük kentlerin belediye başkanlarının hükmettikleri kaynak sadece bütçelerine bakarak anlaşılamaz. İstanbul Belediyesi’nin 2017 bütçesi 42 milyar; bu kendi başına büyük bir rakam ama asıl mesele yağma ve talana engel olacak hiçbir mekanizma kalmayan bir düzende koskoca kentin yağmalanmasını ve talanını “yönetme” yetkisini elde bulundurmaktır.
Büyükşehir belediye başkanları hizmet götürmez, kendilerince rant paylaşımını yönetirler.

Erdoğan hazır FETÖ METÖ hikayeleri varken “paylaşım” ağını yeniden düzenlemeye karar vermiştir.
Buradan kuşkusuz siyasal sonuçlar çıkacaktır ama bilin ki çarpışan farklı programlar ya da ideoloji filan değil düpedüz akçalı çıkarlardır. Bunlar bir yandan iktidarlarını bir yandan da paralarını korumak için ölesiye mücadele etmekte, birbirlerine sert darbeler indirmektedir.


Muhalefet partilerinden Kadir Topbaş’a sahip çıkan sesler çıkmasının nedeni de budur çünkü onlar da kendi güçleri oranında yağma ve talan düzenine dahil olmuşlardır.

“Nihayet Melih Gökçek’ten kurtuluyoruz galiba” diye sevinenleri anlıyorum anlamasına ama…

Aması şudur, aptal mıyız biz kardeşim!

Kemal Okuyan / SOL

Torbada dinci vakıflar unutulmamış - KADİR SEV

27 Eylül 2017 günü Meclis Başkanlığı’na verilen Torba Yasa tasarısında dinci vakıf ya da dernekleri ilgilendiren iki önemli düzenleme yer alıyor.

Bunlardan ilki, Vakıfların yurtlarında kalan öğrencilere Kredi ve Yurtlar Kurumu bütçesinden beslenme ve barınma yardımı yapılmasına ilişkin düzenleme. İkincisi ise Vakıflar Genel Müdürlüğünü ilgilendiriyor: Yurt dışında eğitimle ilgilenen tüzel kişilere para aktarmasına olanak tanınıyor.
Tasarı, geçicileri ile birlikte 132 madde; 53 Yasada değişiklik öngörülüyor. Ve neredeyse her maddesi “soygun” kokuyor. Kalan maddeleriyle ise, gerçekleri kimseler öğrenemesin diye kamu bilançosuna makyaj yapılabilmesinin ortamı hazırlanıyor.
Yasalaşırsa; Kamu mülkiyetindeki taşınmazlar, kira, tahsis ya da satış gibi yöntemlerle çok daha kolay ve nokta atışıyla elden çıkarılabilecek.
Batan geminin mallarını satacaklar. Vakıflara çıkar sağlanmasına ilişkin maddeler bunların gölgesinde kalır da kimsenin ilgisini çekemezse yazık olur!
Gölgede kalmamalı: dinci vakıflar AKP’nin eli, kolu, her şeyi! Diyanet İşleri Başkanlığıyla yakın ilişki sürdürüyorlar ve eğitim onlardan soruluyor. Yakından izlemek, sağlanan çıkarları sergilemek ve elimizden geldiğince önlemeye çalışmak, kısıtlamak zorundayız.
Tasarının vakıfları ilgilendiren maddelerine kısaca göz atalım:
351 sayılı Yüksek Öğretim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yasasının 23’üncü maddesi.
Bu madde, 351 sayılı Yasaya 16.11.2016 tarihinde eklendiği için yeni değil. Ancak yeri geldiği için burada söz etmek, hatırlatmak gereği duydum.
Kredi ve Yurtlar Kurumu, sanki kendi yurtlarına yetebiliyormuş gibi, geçen yıl eklenen bu maddeyle bir de AKP Vakıflarının yurtlarında kalan öğrencilere para vermek zorunda bırakılmıştı. Şöyle deniyordu; “Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınan vakıflar ve kamu yararına çalışan derneklere ait yurtlarda kalanlara beslenme ve barınma yardımı yapılabilir.
Bu kural değiştirilmedi. Vakıf yurtlarında kalanlara her öğretim yılında 9 ay boyunca ödenmesi sürdürülecek. Değişiklikle, yalnızca Kredi Yurtlar Kurumu yurtlarında kalanlar için süre kısıtlaması kaldırıldı.
Gelelim Vakıflar Genel Müdürlüğüne:
Tasarının 98’inci maddesi ile 5737 sayılı Vakıflar Yasasının 52’inci maddesine şöyle bir ek yapılması öngörülüyor;
“Vakfiyelerde yer alan hayır şartlarını gerçekleştirmek üzere amacı veya faaliyet konuları arasında eğitim sağlık, kültür veya sosyal yardım bulunan yurtdışında kurulu tüzel kişilere Başbakan Yardımcısının onayı ile şartlı veya şartsız yardım yapmak.”
Maddede sözü edilen vakfiye, 5737 sayılı Yasada şöyle tanımlanıyor: “Mazbut, mülhak ve cemaat vakıflarının malvarlığını, vakıf şartlarını ve vakfedenin isteklerini içeren belgeleri
Mazbut vakıf denildiğinde Osmanlı döneminde kurulmuş ve vakfedenin soyu kalmamış, yönetmesi için yasayla Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilenler; Mülhak vakıf denildiğinde ise 743 sayılı Medeni Kanun’dan önce kurulan; “yönetimi vakfedenlerin soyundan gelenlere şart edilmiş” olanlar anlaşılıyor. Çoğu eski eser, anıt niteliğinde, değerli ve tarihsel özellikte taşınmazları var. Bunları Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetiyor.
Tasarı yasalaştığında bu vakıfların taşınmazlarının, kiralanması, satılması ya da işletilmesinden elde edilen paralar, başbakan yardımcısının imzasıyla yurt dışındaki tüzel kişilere aktarılacak. Paraların tutarını; kime ve ne amaçla verildiğini; alanların nerelere harcadığını, AKP’nin üst yöneticileri dışında, kimse bilemeyecek.
Yurt dışında TÜRGEV, ENSAR ve aynı kıvamda bir dolu “tüzel kişi” eğitim faaliyeti yürütüyor. Çoğunun yurtları var.
Benden söylemesi…

Kadir Sev / SOL

Katalanlar, İskoçlar, milliyetçilik - CEYDA KARAN

Dünyanın her yerinde sağcı ve milliyetçi kafa aynı çalışır. Liberalizmin görünüşte yarattığı ‘makuliyet’ sıvası en ufak bir krizde dökülüverir. Misal, İspanya’nın Franco mirasçısı sağcı Halk Partisi’nin lideri Mariano Rajoy ile Katalonya’nın milliyetçi yerel hükümetinin başkanı Carles Puigdemont arasında fark aramak boşuna. İkisi birbirinin en büyük dostu.

***

Rajoy, geçen pazar günü ülkenin yoksul bölgelerini sırtında taşımak istemeyen özerk Katalonya bölgesindeki bağımsızlık referandumunda alenen milliyetçilere ‘çalıştı’. Anketler Katalan seçmenin yaklaşık yüzde 70’inin sandıkta irade beyan etmek arzularına karşılık, bağımsızlığı tercih edenlerin oranını yüzde 40’lar civarında vermekteydi. Rajoy hükümeti bu demokratik talebe oy merkezlerini basıp, sandıklara el koyarak ve polis sopasıyla yanıt verdi. Faşist Franco’nun ruhunu hortlatacak manzaralar yaşandı. Hemen hepsi pasif direnişin ötesine geçmeyen insanlar, yaşlı başlılar dahil ‘sopalandı’. 

 
Bu tam da diyaloğu dışlayarak hem Madrid’e hem de AB’ye tek taraflı bağımsızlık dayatan Puigmonte’nin arzuladığı hareketti. İspanyol polisinin önüne sivil vatandaşı sürme taktiği tuttu. 844 insan yaralandı. Telefona sarılıp Barselona’dan tanıdıklarımı aradım. Sosyal medyadan yansıyan türde sokak sokak isyan yoktu. Ama görünür olanı Puigmonte’ye kâfi geldi. Katalanların ‘non Pasaran’ şiarı dünyada yankılandı.
***

Hal böyle olunca kimsenin aklına Katalonya’nın son yüz senede diyalog üzerinden tesis edilmiş ve üç kez değişmiş statüsü üzerinden tartışmak gelmiyor. İlki 1932’de Cumhuriyetçi birliğin gözde olduğu sol rüzgârların estiği dönemde. Ardından salt Katalanlar değil tüm İspanya halklarını ezen Franco diktatörlüğünün bitimiyle 1978 anayasal birliğiyle. Sonuncusu da 2006’da.
Bugünkü meselenin aslı da o sonuncuya dayanıyor. Katalan milliyetçilerini bileyen bir yandan neoliberalizmin 2008 mali krizi, büyük kamu borcu, sığınmacılar ve işsizlik; diğer yandan Rajoy hükümetinin, 2006 statüsünün iki parlamentoda da Katalonya sandığında da onaylanmış kritik uzlaşmalarını Anayasa Mahkemesi yoluyla iptal ettirmesi. Mahkeme, 2010’da özerk adalet sistemi, daha geniş mali sistem, yeni toprak bölüşümü ve sembolik bile olsa Katalanların ‘ulus’ olarak tanımını iptal etmişti. Enteresan olanı Aragon ve Valencia gibi bölgeler de kültürel mirasın ortaklığı ve bölgeler arasında dayanışma ilkesinin ihlali üzerinden mahkemeye itiraz etmişlerdi. Velhasıl 2006 statüsü uzlaşması kırıldı. Geriye ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ana başlığı altında bildiğimiz ‘milliyetçilik kabı’ kaldı. İspyanya’nın birlikçi solunun itirazları kutsallıkla bezeli bir kakafoniye tosladı.
***

Bu yaşananları izlerken aklıma 2014 Eylülü’nde Edinburg’da izlediğim İskoçya’nın bağımsızlık referandumu düştü. 1990’lardaki ‘Yetki Devri’ formülüyle geniş özerkliği soluyan İskoçların durumu Katalanlardan farklı değil. Brexit öncesine denk gelen bu oylama sırasında da mali kriz etkiliydi. Programı imreneceğimiz türden bedava sağlık, eğitim gibi vaatleriyle dolu olan solcu ve kamucu İskoçya Milliyetçi Partisi’nin hesabı da Kuzey Denizi’nin petrol kaynaklarıyla kaderlerini Londra’nın finans kapitalinden ayırmaktı. Olmadı. İskoçlar, Britanya’dan ayrılmayı yüzde 58 oranıyla reddetti. Tabii sopa yemediler.
Doğrusu Edinburg’daki bir haftamda tahmin yürütemesemde ‘hayır’ sonucuna şaşırmadım. Keskin İskoç milliyetçilerinin ötesinde bağımsızlığı isteyenler daha ziyade adanın başka yerlerinden kaçıp bu solcu diyara gelenlerdi.
***

Peki, bu iki örnek yeni ‘milliyetçilik’ dalgasının işareti mi? 
Katalonya da İskoçya da neoliberal AB’nin şemsiyesine girmek arzusunda. Sorun şu ki AB onları istemiyor, isteyemiyor. AB’yi ulus-üstü bir yapı olarak selamlayan ve ulus devletlerin bittiğini ilan etmiş liberallerin de çözümü yok. 
Peki, solcular ne yapmalı?  
‘Ulus devlet’ asimilasyona girişmiyor, her türlü kültürel hakkı tanıyorsa, ortada ezen-ezilen denklemi zaten yoksa? Birliği savunmaktan gayrısı bildiğimiz milliyetçilik değil mi?

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Karayolu bütçesinden kimler beslendi? - ÇİĞDEM TOKER

Motorlu Taşıtlar Vergisi’nden geri adım atıldığına bakmayın. Bütçe zorda.
İzleri, Meclis’e sunulan Torba Kanun’da. 
 
Kefalet Sandığı’nın nakit fazlası bile bütçeye gelir kaydedilecek. Memurun zimmet suçu işleme olasılığına karşı, devletin alacağını sigorta eden sandıktan söz ediyoruz. 480 milyon TL birikmiş. Onu şimdi bütçeye aktaracaklar. 
 
Keza, aynı “torba”da bir hesaba daha el koyuyor hükümet. Fikir sanat eseri çoğaltmaya yarayan cihaz ithalatçısından kesilen yüzde 3’ler. Bu kesintiler Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki özel hesaba yatıyor. Biriken para, fikri mülkiyet sisteminin güçlendirilmesi, kültürel ve sanatsal faaliyetler için kullanılıyor.
Torba Kanun bu hesabı da dağıtıp bütçeye dahil edecek. 
 
Gerekçe de çok etkileyici: Hazine birliği. Yani ne kadar etkilendik bilemezsiniz...
Bir kere maksat gerçekten “Hazine birliği” olsa, bu “torba”yı hazırlayan iktidar, bütçe dışında tutup hesaplarda göstermediği Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) sözleşmelerini açıklar. Yoksa Hazine birliği, bakanların “ticari sır” dediği KÖİ sözleşmelerinde geçerli değil mi? Sekiz-on müteahhide verilen milyar dolarlık garantiler bitti de, kültürü-sanatı desteklemek için kurulan özel hesapla mı sağlanıyor bu birlik. 
 
Bakın Osmangazi Köprüsü’nde garanti edilen araç sayısının yarısına bile ulaşılamadı.
Dün CHP’li Onursal Adıgüzel’in BİMER üzerinden sorduğu sorulara verilen yanıtın haberini görünce, bizden saklanan rakamları aktardığım ilk yazıma baktım. Araç başına 35 dolar artı KDV’den günde 40 bin araç trafik garantisi verildiğini, 2035’e kadar geçerli olduğunu yazdığım ilk yazı 23 Nisan 2016 tarihli. Şimdi memleket derdini dert eden herkes, eksik geçen aracın bütçeye maliyetini hesap ediyor. Bu hesapları daha çok yapacağız.
 
Karayolları paraları saçmış
Uzun süredir Karayolları Genel Müdürlüğü’nün davetli yol ihalelerini yazıyorum.
Pazarlık yöntemiyle verilen “”lerdeki büyük artışı, partili müteahhitlere ödemeleri.
Yeni açıklanan Sayıştay’ın 2016 KGM raporu, bütçe kaynaklarının nasıl plansız ve sorumsuzca savrulduğunu belgeliyor.
Bakın KGM, 2016 yılına 9.5 milyar TL ödenekle başlamış. Ancak eklenenlerle yılı 18.3 milyar TL ile kapatmış. Sayıştay da yüzde 192.6 oranındaki bu artışı haliyle sorgulamış.
Rapordan iki başlık:
 
-Yatırım programında yer almayan projeler için harcama yapılıyor.
Normalde devlet yatırımları Yatırım Programı’nda gösterilir. Bütçe Kanunu da kuruluşlara şöyle der:
Ey yatırımcı kuruluş, falanca projeyi programa almadıysak, sen o proje için bütçeden para aktarıp harcayamazsın.
Bilin bakalım ne olmuş?
Sayıştay raporuna göre, tam 16 ildeki Karayolları bölge müdürlükleri, yatırım programında yer almadığı halde 2016 yılında toplam 382 milyon TL’lik yol yapmış.
Bitmedi. 
 
-Karayolları bütçesinde, “Asfalt kaplama yapılacak yolların fiziki standardını yükseltmek” için ayrılan bir ödenek var. Sayıştay bu ödenekten alınan 362.922.410,00 TL’nin bu amaçla kullanılmadığını saptamış. Bu paralar, yolların kalitesini yükseltmek yerine “hizmet alımı, danışmanlık, araç kiralama, peyzaj vb. cari nitelikli harcamalarda” kullanılmış.
Kimden hangi araç kiralama şirketi, hangi danışman, hangi peyzaj şirketine gitti 363 milyon?
Hangi partili şirketler bütçe kaynaklarıyla beslendi de şimdi vergilere zam geliyor?


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Ne Mehdiler gördük, gül gül öldük! - TAYFUN ATAY

İsmail Ağa Nakşi çevresinin gelecekte şeyhliğe aday iki ismi, Cübbeli Ahmet ve Mehmet Talu “Hocalar”, Adnan Oktar katalizörlüğünde kafa kafaya getirildi. Sebep, “Mehdi”!..
Daha doğrusu, “Mehdi Aleyhisselâm”ın zuhuratının gerçekleşmiş olup olmadığı tartışması.
Cübbeli diyor ki daha çok var; öyle 5, 10, 20 sene içinde falan beklemeyin Mehdi’yi! En az 150 sene...
Mehmet Talu diyor ki Mehdi şu anda yaşıyor ve “huruç edeceği” zamanı bekliyor.
“Adnan Hoca” ise mevzuya “Mehdiyet’in nişanı” olarak müdahil!..
Yani onun çevresinde, beklenen Mehdi’nin o olduğuna dair muazzam bir inanç ve kanaat birikimi var.
O yüzden Cübbeli hiç sevilmiyor. Çünkü o, bir konuşmasında Oktar hakkında şöyle demiş:
“Ben Mehdi’yim diye tutturmuş, 100 tane hadis bana uyuyor diyor. Kardeşim sen nasıl Mehdi olacaksın, Fatiha okusan 10 hatanı bulurum, ben seninle mi uğraşıcam!..”
Durum bu.
Önceki gün de Twitter bu minval üzere savaş alanı gibiydi. “#CübbeliÇırpınma” ve“#MehmetTaluBüyükAlim” etiketleri, Oktar-severlerin gayretleriyle en rağbet gören konu başlıkları (TT) oldu.


***
 
“Mehdiyet” hususunda yapılabilecek en münasip iş, bir müze kurmaktır.
İslam tarihinde sayısız figürün farklı zaman dilimlerinde mehdiliğe talip olup sonra unutulup gitmelerinden kaynaklı hazin haksızlığın önüne böylece geçilmiş olur!..
“Mehdi”, İslam’da kıyamete dair (“eskatolojik/milenaryan”) söylemin merkezi karakteri. Dünyanın sonuna yakın zamanda ortaya çıkması (“zuhurat”ı) beklenen ve inananları selamete kavuşturmak için onlara rehberlik yapacak ilahi olarak görevlendirilmiş kurtarıcı. Bir ölçüde “Mesih”in İslam’daki karşılığı.
İslami sürümü Mehdicilik olan, bizim “umut sosyolojisi” başlığı altında inceleyip çözümlediğimiz “milenaryanizm”, Orhon Murat Arıburnu’nun şu meşhur dizelerinde en özlü anlamsal karşılığını bulur: “Umut fakirin ekmeği//Ye Memet ye!..”
Şii itikatta Mehdi, 875 yılında ortadan kaybolmuş 12’nci imam ve dünyanın sonuna doğru (Hristiyanlıkta İsa-Mesih’in dönüşü inancı gibi) çıkıp geri gelecek.
Sünnilikte ise kıyamete yakın zamanda ilk kez (yani öyle “kayıp” olarak falan değil) ortaya çıkacak, Allah nizamını hâkim kılıp İslam’ı dünyaya yayacak.
Ama Sünni İslam’da Mehdi, temel bir “akide” değil. Daha çok halk İslam’ında, bağlantılı olarak tarikatlarda karşılığı var ki bunların en başta geleni de Nakşilik.

***
 
Nakşibendilikteki Mehdi inancıyla Şeyh Nazım Kıbrısi’nin İngiltere’deki topluluğu üzerine doktora çalışması yaparken tanıştım. Bu çalışmaya dayalı kitabımın da en “baba” bölümlerinden biri “Mehdilik” üzerinedir (“Mehdi’yi Beklemek: Şeyh Nazım Çevresinde Milenaryan Yönelimler”, Batı’da Bir Nakşi Cemaati içinde).
O yıllarda da (1991-92) Mehdi, heyecanla, hararetle, harıl harıl beklenmekteydi.
Çok daha önceki yıllarda da aynı şekilde beklenmişti.
1980’lerin başında Sovyetler’in Afganistan’ı işgali Mehdi’nin zuhuratına işaretti.
1990’ların başında Birinci Körfez savaşı, aynı “zuhurat”a delaletti.
2000’lerin başında da İkinci Körfez Savaşı öyleydi!..
Elbette tüm bu zaman kesitlerinde aynı olayları Mesih’in belireceğine işaret sayan Yahudiler de vardı ortalıkta.
Ama Yahudiler’in beklediği Mesih, Nakşiler’e göre “Deccal”di!
E, herkesin kurtarıcısı kendineydi!..

***
 
Tarih, Mehdi’lerle doludur.
Babai isyanının başında “Mehdi” vardı; İran’da patlak vermiş Babiî hareketinin başında “Mehdi” vardı; Sudan’da otokratik bir devlete doğuş vermiş hareketin hem başında, hem adında “Mehdi(ye)” vardı.
19’uncu yüzyılda Hindistan’daki Ahmediye hareketinin önderi Mirza Gulam Ahmed de "Mehdi” idi, ama ondan öte “Mesih” de ilan etmişti kendisini!..
Örnekleri sıralamaya ne bu köşe, ne de gazete sayfaları yeter.
O yüzden müze şart!..
Belli ki böyle bir müzede yer almak için “Adnan Hoca” da iştahlı. Bir dönem Şeyh Nazım’a muhabbeti de ihtimal bununla bağlantılı. Nazım'ın “irtihali” sonrasında Mehmet Talu’ya meftunluğun altında da onun “Mehdi aramızda” sözünün payı olsa gerek.
Ama ah şu “astronot” Cübbeli yok mu, nasıl arıza üretiyor!..

***
 
Oktar’a Mehdilik yakışır mı, yakışır.
Gelgelelim biz onu İslam’da hiç de öyle büyük bir problem olmayan evrimci düşünceyi tu kaka etme yolunda bu memlekete “Yaratılışçılık” doktrinini ABD’den ve Evanjelik Hristiyanlık'tan ithal etmesiyle tanıdık.

O yüzden bence “Adnan Hoca”yı tıpkı Gulam Ahmed gibi sadece Mehdilik kesmez.

Mesihliğe de soyunsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

3 Ekim 2017 Salı

İlk laikler; Aleviler - TURAN ESER

Atina’da ilk laiklik mücadelesini Sokrates verdi.

Anadolu’da ilk laik düşünceyi Aleviler savundu. İlk laiklik mücadelesini onlar verdi. Ortodoks dinler vahiy temelliydi. Akla ve insana ve haklarına önem vermezler. Vahiy temelli din için egemenlik gökyüzündedir. Gökyüzü egemenliğin yeryüzündeki temsilcisi ise din devleti ve onun halifesidir, kralıdır ya da sultanıdır.

Alevilik ise bu vahiy temelli dine ve egemenliği gökyüzüne çıkaran dogmalara itirazın ve egemenliği yeryüzünde insanın kalbine indiren öğretinin ve felsefenin adıdır. O nedenle tanrı-insan ve gökyüzü-yeryüzü egemenlik mücadelesinde, insanı ve yeryüzünü seçmiştir.

Söz konusu laiklik ise, Alevilik ve Aleviler gerçeği göz ardı edilemez.

Aleviler için laiklik serüveni, ne 1905 Fransası’nda, ne 1920 Türkiyesi’nde başlamamıştır.
Selçuklu’dan günümüze Osmanlı ve Cumhuriyet devletlerindeki, din-devlet ilişkileri incelendiğinde, Alevilerin bu dönemlerde ilk laiklik düşüncesinin savunucuları olduğu ve teokrasinin vazgeçilmezi olan din devletlerine itiraz ederek, bu devletleri “bozuk düzen” diye tanımladıklarına tanık olursunuz.

Türkiye’de laik düşünce ve laik bir toplumsal damar halen diri ve canlı duruyorsa bu tarihsel birikim ve tecrübe göz ardı edilemez.

Alevi tarihine, yaşam tarzına ve düşüncelerine bakılmaksızın, bunca gerici kuşatmaya rağmen, laik damarın, bu topraklarda neden halen canlı attığını anlayamayız. Aleviliği “mezhepçilik” ya da “din” tartışması içine sıkıştırarak yaklaşanlar ise, egemen siyasetin tuzağına düşer ve onun sözcülüğünü yapar. Ama Aleviliği anlayamaz!

“Laikliğin sigortası Alevilerdir” sözü her ne kadar Alevileri kendilerine siper edinmiş, ama söz konusu Alevilerin hak ve talepleri olunca gıkı çıkmayan kesimlerce dile getirilse de, Aleviler laiktir. Çünkü laiklik, henüz kavram olarak yer yüzünde telaffuz edilmeden, bu kadim topraklarda, en eski laik yaşam ve laik düşünceye sahip kesimlerin başında Alevilik ve Aleviler gelir.Aleviliğin öğretisi, devletin din üzerinde örgütlenmesine ve hükmetmesine itiraz eder. 12. Yüzyıldan günümüze bu itiraz kesintisiz sürmektedir. “Laikliğin sigortası” olan Aleviler, şeyhülislam fermanlarında “katli vacip” edilip, Alevilerin Osmanlı’da ve cumhuriyet döneminde sigortalarının attırılmasının arkasındaki sebep, teokrasiye karşı, laik düşünceleridir. Yani; Alevilerin çektikleri zulmün, yaşadıkları katliamların, uğradıkları ayrımcılıkların maruz kaldıkları asimilasyonun arkasında yatan asıl neden, laiklikten yana dünya özlemleridir.


Alevilik egemenliği yeryüzüne, insana indirir
Osmanlı’da ki din despotizmine dayalı ve inanç özgürlüğünü yok sayan mezhepçi halifelikler, cumhuriyet döneminde kısmen açılmış gibi olsa da, tam bir laik yaşam, laik düzen ve laik siyaset kavuşmuş değildir.
Aleviler, dinselleştirilmiş devlete, kendilerine “Tanrının yeryüzündeki temsilcisi” yetkisi veren halifelere karşı 12. yüzyıldan beri isyandadır.
Alevilik, laik yaşam anlayışıyla, Allah ile aldatan dinsel dogmatizme karşıdır. Alevi aşık ozanlarının, Osmanlı Devleti’ne ve devletleşen dine anlayışına yönelik edebi eserleri ve düşünsel eleştirileri incelendiğinde, ilk laiklik nüvelerinin asırlar öncesi ekildiği görülür.
Alevilere ve Aleviliğe karşı önyargılı bazı kesimler, “Alevilik’de sonuç olarak inançtır” laik hareket olamaz diyenler, asırlardır laik yaşam ve laik düşünce için bedel ödeyen Alevileri ve bir bilgelik felsefi inanç olan Aleviliğin akıl temelli inancını, hurafeler, dogmalar ve vahiy temelli Ortodoks din anlayışlarıyla mukayese etmek suretiyle, Alevilere haksızlık yapıyorlar.

Alevilik öğretisi laik öğretidir.
Alevilerin laik yaşam ve laik düşünceden yana olmasının nedeni, Alevi öğretisinden kaynaklıdır.
Alevilik öğretisine göre “dava insanlık davasıdır.”
Keramet yani yaratıcılık ise akıldadır. 13. Yüzyılda Bektaşilik “Her ne ararsan kendinde (insanda) ara” diyerek, kerametin “Taç’da, Hâc’da değil, başta (akılda)” olduğunu öğütler.
Laiklik düşüncesini, Alevi öğretisinin merkezine koyan bu insan ve akıl temelli düşünce, tüm kutsal kitapları değil, “Okunacak en büyük kitap insandır” diyerek, insanlar arası muhabbet/sohbet/müzakere/tartışma ile akıl birlemesinin, yol ve gönülleri birleyecek olduğuna işaret eder.
Kutsal kitaplar üzerinden tanrıyı değil, insanı insan ile konuşturan, aklı akıl ile tanıştıran laik toplum yaşamının önemini 13. yüzyılda ışık tutmuştur. Alevi öğretisi, laik eğitimden yanadır. Örneğin Hacı Bektaşi Dergâhı gibi birçok Alevi-Bektaşi Mektebini işgal edip, Sünni Nakşibendi tarikatına teslim etmiştir. Bugün de kamu okulları Ensar, İsmail Ağa, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti gibi, İslamcı cemaatlere, tarikatlara teslim ediyorlar.

Dolayısıyla eğitimde laiklik mücadelesi yeni bir olgu değildir. Dün Alevi – Bektaşi Dergâhları, Ocakları medreselere karşı “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diye laik eğitim mücadelesi verirken, bugün de eğitimde dinselleştirmeye, gericiliğe karşı, laik ve bilimsel eğitimi savunuyorlar.

Neymiş?

Alevilerin eğitimde laiklik mücadelesi 13. Yüzyılda başlamıştır!

Turan Eser / BİRGÜN