20 Ekim 2017 Cuma

‘Hesap vermek’ hedefse buyrun...- ÇİĞDEM TOKER

2018 yılı Bütçe Kanunu Tasarısı Meclis’e sunuldu. Sırasını bekliyor. Vergi zamları getiren torba kanun Plan Bütçe Komisyonu’nda tamamlanınca, görüşme sırası bütçeye gelecek.
Haber vereyim: Bakanlar Kurulu imzalarını taşıyan tasarının daha ilk sayfasında, 15 maddelik bir liste var. Bu listede, bütçenin hangi hedeflere göre hazırlandığı, maddeler halinde yer alıyor.
Ta en altta, 15. sırada da olsa “hesap verebilirliği ve mali saydamlığı güçlendirmek” bütçenin hedefleri arasına konulmuş. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım ve diğer bütün bakanların imza attığı bu bütçe tasarısına dair “hesap verebilirlik ve mali saydamlık” beklentisi haktır. Hak da çoklukla aranmayı gerektirir. 
 
Malum, kamu ihaleleri “hesap verebilirlik ve mali saydamlık” ihtiyacının en çok hissedildiği alan. Bizden toplanan, yetmeyince arttırılan vergilerin nereye nasıl harcandığını görmenin aynalarından biri olduğu için. 
 
Hal böyle olunca, uygar bir ülkede kamu ihalelerinin her aşamasının açık yapılması, kamu yararı gözeterek alınacak fiyat tekliflerinin toplumla paylaşılması beklenir.
(AB’ye “al bizi al bizi” denildiği geldi birden aklıma.) 
 
Misal, geçen pazar proje ayrıntılarını verdiğimiz Okluk’taki toplam 13 bin 166 metrekare kapalı inşaat alanına sahip “T.C. Cumhurbaşkanlığı Yazlık Konutu Yerleşkesi”.
Üçünde, 250’şer metrekarelik hobi, eğlence, SPA alanlarının bulunduğu dört ana blok, bir dinlenme evi, personel lojmanları, iki nizamiye yapısı, gül bahçesi, Savarona yatının demirleyebileceği ölçekte iskelenin bulunduğu yerleşkenin inşaat maliyetini sormuştuk o yazıda. Tabii yanıt gelmedi.
 
Okluk inşaatı ihalesiz mi?
Yeni bütçeye konulmuş “Hesap verebilirlik ve mali saydamlık” ilkesi, soruyu tekrarlama ihtiyacı doğurdu. Ama bu sorudan da öncelikli bir tereddütlü durum olduğunu duyduk.
Rönesans Holding bünyesindeki REC İnşaat’ın yapımını, Vizzion Architecs’in mimari tasarımını, NNC Mimarlık’ın mimari uygulamasını üstlendiği projeyle ilgili temel ihale yapılmamış. Yani inşaat, ihalesiz başlamış. 
 
Eğer bu bilgi doğruysa farklı sorular gündeme gelir:
Okluk Yerleşkesi projesi kamusal nitelikli bir yatırım mı, değil mi?
Proje için bir ihale süreci işletilecek mi? 
Bu süreci önce Başbakanlık Merkez Binası olarak tasarlanıp sonra Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na dönüştürülen yapıda olduğu gibi TOKİ mi yönetecek?
Yapay plaj, kıyı dolgusu,yat yanaşma yeri duyurusunu aylar önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yaptığı projenin asıl inşaatıyla da ilgili açıklamalar yapılacak mı?
Ve tabii temel mesele: Bu yapının bütçeye maliyeti nedir? 

 Bu soruların yanıtlarının, 2018 bütçe tasarısının hedefleri arasında yer alan mali saydamlık ve hesap verilebilirlik kapsamında verilmesi beklenir. 
 
Aksi halde, vergi zamları getiren “torba”ları sadece güvenlik harcamalarındaki artışla açıklamak inandırıcı olmayacaktır. 
 
Böyle bir derdin yönetici kadrolarda olmadığı söylenebilirse de, bizde var. 
 
Hesap verme ve mali saydamlık” ilkesini, Meclis’ten yetki istediğiniz bütçenin birinci sayfasına koymanın anlamı tam da budur çünkü.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Sarraf Davasının Önü Arkası - GÜRAY ÖZ

Emperyalist devlet ile bir nedenle hışmına uğramış devlet arasındaki ilişkilerde “hakikat” aranmaz. Çatışmanın gözümüze soktuğu gerçeklerin izini sürmek gerekir. Kim bu devletler, neden çatışıyorlar? İran, Türkiye ve ABD’den söz ediyoruz. Alt düzey elemanlar ise İran’da yargılanan Babek, ABD’de yargılanan Sarraf, “ötekiler” ve kuşkusuz Türkiye’de yargılanamayanlardır.

***

Bir; ABD İran’a nükleer silah üretimini önlemek gerekçesiyle kapsamı çok geniş ambargo uyguluyor, tüm dünyaya da bu ambargoyu kim delerse onu suçlu ilan edeceğini duyuruyor.
İki; İran ambargoyu doğal olarak tanımadığını açıklıyor, ticaretini sürdürmek için her yolu deniyor. Küçük bir ayrıntı; fırsattan yararlanarak rant peşine düşen yurttaşlarını affetmiyor.
Üç; Türkiye bu ambargodan rahatsızdır, ilişkiler zarar görüyor, ambargoyu by-pass etmenin yollarını arıyor. Biz de normal yöntemlerle yapılsa belki hak verilebilecek bu çabanın, büyük çaplı rüşvet çarkını harekete geçirdiğini, devlette üst kademelerde görevli kimi siyasetçilerin bu çarktan nemalandıklarını öğreniyoruz.
***

O atlatma yollarının nasıl işlediğini burada anlatmayalım, misal; altın ticaretini tahıl alım satımı olarak göstermek gibi icatlarla herkesin işletildiği biliyoruz. ABD’nin işletilemediği ise savcıların açtıkları çapı gittikçe genişleyen soruşturmadan, açılan davadan anlaşılıyor. ABD’nin İran’la çatışmasının uzun bir tarihi var. Türkiye ile ilişkileri ise ünlü 1 Mart tezkeresi günlerinden bu yana şeker renktir. İktidarlar güven tazelemek istese de ilişkiler söylendiği gibi “karmaşık”tır. 

***

Ambargonun delinmesi sırasında pek tatlı kârların, rüşvetin, rantın öyle böyle değil, devasa boyutlara ulaştığı, Türkiye’de üst makamlardan kimilerinin de bu işe boydan boya daldığı ortaya çıkınca kıyamet kopuyor. Ortaya çıkaran kim? İktidar partisinin sıkı ortağı, bir darbe ile ortağını tasfiye etmeye, kestirmeden şeriat devleti ilan etmeye niyetlenen, lideri Pensilvanya’da yaşayan çete. Ayakkabı kutuları falan ortaya çıkınca ne oluyor peki? Her zaman olan oluyor; gerçekler büyük bir gürültü ile örtülüyor, ortaklar arasındaki kavga kızışıyor, bakanlar “aklanarak” istifa ettiriliyor ve vesaire...
***

Araya kanlı darbe girişimi ve başka şeyler girdi. AKP’nin ABD ile arası bozuldu. Emperyalist ABD ile arası bozulanların sık sık başvurduğu gibi, memleketi OHAL ile yöneten hükümet de hani neredeyse kendini antiemperyalist ilan edecekti. Neyse ki “uzlaşma”nın kaçınılmaz ve güçlü olması nedeniyle bu antiemperyalistlik fazla pirim yapmadı. Ama ABD de işin peşini bırakmıyor, “nerede bu ambargoyu delenler” diye kurcaladıkça kurcalıyor. 

***

Buradan ne çıkar? Buradan ABD emperyalistlerine, aldıkları kararlara hak vermek gibi bir saçmalık çıkmaz. Buradan “haksız ambargoyu deliyoruz, memleketin çıkarlarını savunuyoruz, saatin faturası da aha işte peçetededir” diyenlere hak vermek çıkmaz. Buradan “Bu tezgâhı şunlar bunlar ortaya çıkarmış, kavga sırasında ortaya saçılmış, aman buna gözümüzü kapatalım, sonra bize şuncu buncu derler” gibi bir aymazlık çıkmaz. 

***

Buradan nesnel olarak bu iş nereye gidiyor, yargılayan kim, yargılanan kim bakmak, bu uluslararası davayı sıkı takibe almak gibi bir görev çıkar. Çünkü besbelli iş büyüktür. Emperyalistlerle iş tutanların başına bu türden işler gelir. Mesele, başlarına geleni memleket meselesi gibi tanıtmalarına izin vermemek, halkın haber alma hakkına sahip çıkmaktır.
Ne olup bitiyorsa öğrenmek halkın hakkıdır çünkü.


Güray Öz / CUMHURİYET

IŞİD’i durduran kahraman öldü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tarihin görüp görebileceği en büyük emperyal çullanmayla karşı karşıya kalan Suriye’nin kurtuluş savaşında ailesinin en az bir ferdini kaybetmeyen aile yok neredeyse. İleride daha ayrıntılı yazılacak büyük bir varoluş mücadelesi veriyor bu ülke. Altı yıldır süren savaş boyunca ölümler neredeyse yaşamın bir parçası haline gelmiş de olsa bazı kayıpların ülkede şok etkisi yarattığına tanık oluyoruz. Tuğgeneral İsam Zahreddin’in kaybı bu tür kayıplardan. 18 Ekim Çarşamba günü Deyr ez Zor’un Hevice Sukkar bölgesinde mayın patlaması sonucu hayatını kaybetti.

Yaşarken efsane olmuş bir askerdi Zahreddin. Artık ondan Tuğgeneral değil, Tümgeneral olarak söz edeceğiz. Çünkü Suriye ordusunda bir adet var. Bir subay öldüğünde bir üst rütbeye terfi edilmiş sayılıyor, adının önüne de “şeref” sözcüğü ekleniyor. Yani o artık Şerefli Tümgeneral İssam Zahreddin’dir. Bundan sonra hep böyle anılacak.


Gerçekten büyük kayıp. Çünkü Şerefli Tümgeneral, Deyr ez Zor’da IŞİD çetesine dünyayı dar etmesiyle biliniyordu. İnanılmaz bir stratejist olduğu, hız kabiliyetiyle düşman güçlerini şaşırttığı bilinen özellikleri. Böylesine yetkin bir komutanın aracıyla bir mayına çarparak yaşamını yitirmesine akıl sır ermiyor doğrusu.

Şerefli Tümgeneral’in Dürzi oluşu, bir mezhepler, milletler mozaiği olan Suriye’de çok doğal olduğundan dikkat çekmez ama bizim gibi tek mezheplilerin birçok alanda çok daha şanslı olduğu bir ülke için şaşırtıcı olabilir. Şerefli Tümgeneral ülkenin kuzeyinde bulunan Swaida kırsalındaki El-Suvra El-Kubra kasabasında 1961 yılında doğmuştu. Eski Suriye Savunma Bakanı Abdülkrim Zahraddin’in torunuydu. Ailesinin birçok ferdi Suriye ordusunda görev almıştı. 

Tümgeneral Zahraddin, Suriye Cumhuriyet Muhafızları saflarında bir subay olarak görev yaptı. Adını Suriye’de 2011 yılında patlak veren olaylar sırasında duyurdu.

Deyr ez Zor Askeri Havaalanı’nda IŞİD tarafından üç yıl boyunca kuşatılmış durumda olan kuvvetlerin komutanıydı. Daha sonra Zahraddin liderliğindeki askeri kuvvetler kuşatmayı kırmayı başarmıştı. Şerefli Tümgeneral, IŞİD unsurlarını Deyr ez Zor Havaalanının duvarlarına “yapıştıracağı” sözünü vermişti. Bu sözünü tuttuğunu tüm dünyaya kanıtladı.

Sadece emirler, talimatlar yağdıran bir komutan değildi, askerlerinin önünde savaşan bir askerdi. Çatışmalarda yaralanan askerlerini sırtında ateş hattının gerisine taşıdığını gösteren fotoğraf kareleri unutulur gibi değildir.

Yakından bilenler Şerefli Tümgeneral’in en çok Suriye dışına kaçanlara büyük öfke duyduğunu söylüyorlar. “Kaçanlar sakın geri dönmesin. Devlet affetse de biz affetmeyceğiz” dediğini söylerler.

Bu sözleriyle mültecileri değil, suç işleyenleri, cihatçı gruplara katılıp ülke dışına çıkanları kast ettiği belirtiliyor. Belki de bir zamanlar yardımcılığını yaptığı Menaf Tlass’ı da kast ediyor olabilir. Menaf Tlass, Başkan Beşar Esad’ın çocukluk arkadaşıydı, babası da ünlü mü ünlü eski Savunma Bakanı Mustafa Tlass’tı. Menaf Tlass, daha sonra saf değiştirerek yurtdışına kaçmıştı.

Deyr ez Zor’daki Vatan Hastanesi’nin doktorlarından biri Şerefli Tümgeneral İsam Zahreddin’e ilişkin bazı anılarını paylaşmış. Çok ilginç bilgiler var: “En küçük askerden en büyük subaya kadar tüm yaralıların durumunu takip ederdi. Hastanedeki hiçbir yaralıyı tek bir gün ihmal etmedi. Hatta bir defasında çok yaralı gelmişti. Yaralıların arasında oturmuş, saçı sakalı birbirine karışmış, tozla kaplı bir askerin başını okşuyordu. Yaralı ise annesinin koynundaymış gibi generalin koynunda uyuyordu. Hastanemizin üzerine bir havan mermisi düşmüş, bir arkadaşımız yaralanmıştı. Hastanenin müdürü bile daha duymamışken General İsam, hemen gelip bizi ziyaret etti. İşte o an, olmaması durumunda Suriye’nin tüm doğu bölgesi kaybedilecek olan, o olmasa IŞİD’in Şam’ın kapılarına ulaşması kolaylaşacak olan komutan bize bakıp ‘Siz olmadan biz hiçbir şey değiliz’ dedi. Daha sonra bir latife olarak, yaralanan dokturun Sünni olmasına işaret ederek, ‘Yahu burda bu kadar Nusayri, Mecusi ve Rafızi doktor varken IŞİD ne istedi bu Nasıbi’den?’ dedi.
Gülmeye çalıştı ama içinden üzgün olduğu belli oluyordu.

Devamlı soğuk kanlı, sesi devamlı derin ve içtendi. Sesinin hiçbir defa titrediğini, korktuğunu ve hatta kısıldığını duymadım. Bir sürü kez çatışmalar kendisi müdahale eder etmez ordunun lehine biterdi.”

Suriye savaşına nasıl bakarsınız bilemem. Ama bu savaşta gerçek bir destan yazılıyor. Onlarca ülkeden binlerce cihatçıya karşı çok büyük bir mücadele veriliyor. Bu mücadelede anıtlaşmış isimler, kahramanlaşmış her rütbeden askerler var. Şerefli Tümgeneral İsam Zahreddin bunların en önde gelenlerindendi.

Tabutunu, ateş hattınının gerisine sırtında taşıdığı askerleri omuzladı mezara kadar.

“Şerefli” olmayı onun kadar hak eden çok az insan var.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

19 Ekim 2017 Perşembe

ABD Zarrab'ı değil, AKP'nin tüm yöneticilerini yargılarsa... - ÖZGÜR ŞEN

ABD'de hapiste bulunan Rıza Zarrab ve Halkbank eski yöneticisi Mehmet Atilla neden tutuklu?
Bu davanın uzantısı olarak AKP'li eski bakan Zafer Çağlayan neden tutuklanmak isteniyor?
Yine bankanın eski genel müdürü Süleyman Aslan başta olmak üzere diğer yöneticiler hakkındaki suçlamalar ne için?
Türkiye'de yaygın olarak bilindiği gibi yolsuzluk ve rüşvetten dolayı mı?
Hayır...
Türkiye kamuoyu haklı olarak bu davayı 17-25 Aralık sürecinin bir uzantısı olarak görüyor. Oysa davanın 17-25 Aralık süreciyle bağlantısı olsa da, o günlerde yaşananların bir devamı olarak görülmesi doğru değil. Hatta belki de tam tersi doğru. Çünkü ABD'nin Türkiye'deki şebekeyi tam olarak ne zaman ve hangi yolla takip etmeye başladığı şimdilik bilinmiyor.


Bilinen şu; 2013 yılının Haziran ayında Obama yönetimi İran'la gaz ticaretinde altınla ödeme yapılmasını sağlayan boşluğu yasal olarak ortadan kaldırıyor. Hemen ardından Erdoğan'ın durmayın dediği de, Zarrab ve ortaklarının ABD'nin yaptırımlarını delmek için bir yol geliştirdiği de kayıtlarda var.

2013 sonbaharında bu ekibin attığı her adımın takip edildiği, konuşmaların dinlemeye takıldığı 17-25 Aralık olayları sırasında ortaya çıkmıştı zaten. Ama bu noktada yöneltilmesi gereken soru şu;
Gülen cemaatine bağlı polis ve savcıların yaptığı operasyonun zamanlamasının özel bir anlamı var mı?
Başka bir deyişle, bu takip ve dinleme operasyonunu başlatan irade kim?
Haziran 2013'te aldığı kararın delindiği haberini alan ve bunu belgeleme ihtiyacı duyan ABD mi? Yoksa bu kararın delinmesini fırsat bilerek Erdoğan'a bir darbe vurmayı hedefleyen Gülen cemaati mi?
Cemaate bağlı memurlar ABD'den gelen direktif doğrultusunda mı hareket geçtiler, ya da kendileri inisiyatif alarak belgeledikleri bu ağı sonrasında ABD'ye servis mi ettiler?
Bu sorunun yanıtı şimdilik belirsiz. Ama bu dinlemelerin bugün ABD'de görülmekte olan davanın temel kanıtlarından birisi olduğunu biliyoruz. ABD'li savcı ve FBI ajanları AKP'li yetkililerin aksine bu tapelerin fabrikasyon ya da sahte olduğunu düşünmüyorlar. Tam tersine, yapılan bu görüşmelerin ABD yaptırımlarının nasıl aşıldığını gösterdiği kanaatindeler.

Türkiye kamuoyunun kafa karışıklığı da işte tam bu noktada başlıyor. Bu operasyonun açığa çıkardığı yolsuzluk ve rüşvet ağının merkezindeki isimler ile ABD'nin suçlamalarına hedef olan kişilerin aynı olması, Sarraf ve diğerlerinin yolsuzluk ve rüşvet suçlarından yargılandığını düşündürtüyor.
Oysa durum bu değil... ABD, bu isimlerin tamamını kendi koyduğu yaptırımları delmekle, ABD finans sistemini aldatmakla, işin özünde ABD çıkarlarına aykırı hareket etmekle suçluyor. Tüm bunlar yapılırken bu isimlerin büyük, çok büyük miktarlarda rüşvet vermesi veya alması, olağanüstü boyutlarda parayı kişisel hesaplarına aktarması dava dosyasında yer alıyor elbette. Ama esas suçun nasıl işlendiğine dair detaylar şeklinde... Örneğin, eski bakan Zafer Çağlayan'ın aldığı devasa rüşvet bir suç unsuru olarak tanımlanmıyor. Çağlayan rüşveti, İran hükümetine sağladığı kolaylıklar ve bu kolaylıkları ABD yetkililerinden saklamak için alıyor. Rüşvet için değil, ABD aleyhine attığı adımlardan dolayı suçlanıyor.

ABD yolsuzluk ve rüşvetle ilgilenmiyor aslında; kendi çıkarlarına aykırı hareket edilmesini, koyduğu kuralların delinmesini yargılıyor. İlkinin, ABD'nin Türkiye'deki rüşvet skandallarını hedef almasının ne kadar saçma olduğu ortada zaten.

Tabii, davanın konusunun ABD çıkarları olması, bu dava vesilesiyle, bildiğimiz rüşvet ve yolsuzluk ağının ortaya saçılması ve belgelenmesini engellemiyor. Ortada ABD yaptırımlarını aşmak ve finans sistemini aldatmak için kurulan tezgahtan kişisel olarak faydalanan bir ağ var ve para gerçekten akla hayale sığmayacak kadar büyük. 30 küsur yaşındaki bir İranlı işadamının bu ticaretten aldığı komisyonla edindiği serveti hatırlamak ortada dönen paranın hacmi hakkında fikir veriyor.
Ancak davanın yaptırımların delinmesinin hedef almasının açığa çıkarttığı birkaç husus daha var ve bunlar dava konusunun ne olduğundan daha önemli.

Birincisi; bu ağın Türkiye'de devlet ve siyasetçi eliyle kurulmuş olması. Davanın seyrinde Erdoğan'ın nereye oturacağını belirleyen en önemli konu da bu. AKP lideri ABD'yi atlatmak üzere kurulan bu tezgahı biliyor ve hatta yönlendiriyor muydu, yoksa Erdoğan yalnızca iktisadi olarak Türkiye'yi zayıflatan bir kararın telafi edilmesi için insanları mı cesaretlendirdi? Erdoğan'ın bu davada nasıl yer alacağını bu sorulara verilecek yanıt belirleyecek.

Açığa çıkan ikinci husus ise Sarraf'ın devlet tarafından kurulan böylesi bir ağın içinde doğal olarak bir devlet görevlisi gibi davranması. Erdoğan'ın dava hakkındaki tüm beyanları da bunu doğruluyor zaten.

Her iki hususun da doğrudan Türkiye Cumhuriyeti devletini ve bu devleti yöneten insanları bağlaması bu davanın hukuki değil siyasi ve diplomatik bir kavga olarak görülmesi gerektiğini bize tekrar hatırlatıyor. Dolayısıyla, davada verilecek kararlar, açığa çıkacak hususlar da örneğin herkesin ilgilendiği kısım olarak Erdoğan'ın bu davada nasıl yer alacağı meselesi de hukuki değil siyasi saiklerle belirlenecek.

Türkiye ile ABD arasında süren krizin en temel fay hatlarından olan bu sürecin gidişatı krizden ve süren pazarlıklardan bağımsız ele alınamaz elbette. Ancak dünyanın efendisi olma iddiasındaki ABD'nin Türkiye ve Erdoğan'la ilgili meselesinde bir “davanın” merkezi yer tutmasında bir gariplik olduğu, bu garipliğin Türkiye'deki yaygın kanaatin aksine ABD'nin efendi olma iddiasındaki zayıflamayla bağlantısı ise aşikar. ABD gücü nedeniyle değil, güçsüzleşmesi sebebiyle hukuki bir aracı kullanıyor. Sistemin lider ülkesinin Erdoğan ve Türkiye için böylesi araçlara ihtiyaç duyması, sistemin ve liderin zayıflığı hakkında bayağı ipucu veriyor.

Bu dava hem dış güçlerin tavrı, hem de Türkiye'yi yönetenlerin sorumsuzluğu ve pervasızlığı nedeniyle 2019'a doğru giderken memleketi gerçekten zor günlerin beklediğini gösteriyor. Dünya düzeninin tüm rezilliğinin baş sorumlusu olarak görülmesi gereken bir ülkenin baştan aşağı rüşvet ve yolsuzluğa batmış bir şebekeyi kendi çıkarlarına aykırı hareket ettiği için yargıladığına mı yanarsınız, yoksa bu adamların hepsinin bu işi devlet görevlisi olarak yaptıklarına ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu hallere düştüğüne mi dertlenirsiniz orası size kalmış.

Ancak bu davanın tüm bu taraflar hakkında açığa çıkardığı önemli bir gerçek var. Türkiye halkı kendi kaderini ne bu ülkeyi yöneten AKP'ye ne de dış güçlere teslim edebilir. Her iki tarafın da yalnızca kendi çıkarının peşinde olduğu bu oyunda ülkemizi yakmaktan çekinmeyecek bu güçlere karşı mücadele etmek için kendi göbeğimizi kendimizin kesmesinden başka bir yol yok. 

Özgür Şen /SOL

Doğrulanan teori: ‘İstanbul’un Çöküşü’, Collapse - ORHAN BURSALI

Doğan Kuban Hoca’nın, İstanbul’un yaşanmaz bir çöküntü kente dönüştüğü konusunda ortaya attığı teorinin üzerinden 15 yıla yakın zaman geçti. O zamanki dergimiz Cumhuriyet Bilim Teknoloji’nin kapak konusuydu. Kuban çok sayıda yazı daha kaleme aldı İstanbul’un çöküşü üzerine... Ki o zamanlar henüz İstanbul’un dört bir yanı böylesine ucubelerle donatılmamıştı, ama trafik denen bela nedeniyle bir yerden bir yere gitmek yine mümkün değildi. Aradaki tek fark, trafiğin bugün kentin hemen her noktasında neredeyse geçişe izin vermiyor olmasıdır. 

 Bugünden o güne baktığımızda, büyük bir öngörünün gerçekleştiğini görüyoruz. 15 yıl önce biz “Şu metro yapılsa bu çökme gerçekleşmeyebilir” düşüncesindeydik. Metro yapıldı, yapılıyor.. daha neler neler. Avrasya Tüneli’ymiş, üçüncü köprüymüş.. yeni yollar, viyadükler... Bu iktidarın yapmakla övündüğü artık yüz milyar mertebesine ulaşan “büyük” projeler gerçekleşti, ama İstanbul bütün bunların sonucu daha da yaşanmaz hale geldi. 
 
İstanbul’un yerleşmeye açılmayan tek bir noktası yok. 
 
Tüm deprem alanlarını ve bu bağlamda da insanların yaşam alanlarını yağmaladı Büyükşehir Belediyesi ve merkezi hükümet! 
 
Binlerce insanı tek bir ucubenin içindeki hücrelere tıkan aşağılık beton yaratıklar dört bir tarafı sardı.
Ve bu insanlara “modern yaşam” olarak sunuluyor. 

Dünyada İstanbul
Bakıyorum en çok cinayet işlenen kentler arasında 10. sıraya yükselmiş bu kent.
“İstanbul en kötü trafiğe sahip 10 şehir arasında, yolda öfke (trafik canavarı) puanlarında ise St Petersburg ve Bogota’nın ardından en kötü 3. şehir oldu.” (Eylül 2017)
Hey iktidar, yaptığın bunca köprü, tünel, yol vb. ne işe yarıyor?! İnsanların sinirden birbirlerini öldürmesine mi?
Yaşanabilir kentler sıralamasındaki yerine bakın İstanbul’un: 122.
Kişi başına düşen yeşil alan, mesela Esenler’de 1 metrekareye kadar düşüyor. Ortalama İstanbul’da Büyükşehir’in verisi doğruysa 6.5 metrekare. Olması gereken ise en az 15 metrekare. New York’ta bile 27 metrekare, Viyana’da 60 metrekare. 

Peki ne olacak?
Bir okur “Köyüne gidene teşvik verilsin ve İstanbul’daki evi yeşil alan olsun. Her sokakta 100 metrekarelik parklar” öneriyor! Bu iktidar oraları da birleştirir ve ucubeler dikilmesine açar.
Bir başka okur: “Abi inan ki Beylikdüzü’nden inerkenki manzaraya bakarken dehşete kapılıyorum. Benim güzel Samatyam bile santim santim çürüyor.”
Bir başka okur, Atatürk’ün 1937’de bizzat çizdiği köy-kent ve tarım-kent projelerini anımsatıyor.
Bir diğer okur, “CHP’nin son genel seçimdeki ‘Anadolu’da Ticaret Merkezi’ projesi İstanbul’u kurtaracak olan çaredir.. Yerel yönetimle kurtarmak çok zor...” diyor.
En önemlisi, çalışma alanlarını, sanayi ve ticaret merkezlerini şüphesiz ki Anadolu’ya yaymak. İnsanların geçimlerini sağlayabilecekleri ve mutlu yaşayacakları merkezler inşa etmek. 

‘Anadolu’yu çağdaşlaştırma’
Yine Doğan Kuban’a geleceğim. Herkese Bilim Teknoloji’nin 29. sayısında Kuban Hoca, özünde İstanbul’u kurtarmak fikri olan, “Anadolu’yu sanayileştirmek ve çağdaşlaştırmak için bir program taslağı” önermişti. Diyordu ki:
Önerdiğim Anadolu sanayileşme tasarısı, Anadolu’da fabrika kurmak değil, tumel ve butun yurt yuzeyine yayılan bir sanayileşmeyi öngören ve ona paralel gelişecek uygar bir yaşamı hedef alan butuncul bir kalkınma projesi taslağıdır. Bu sanayileşme ağında bir sanayi dalına tahsis edilen kentlerin 200.000 ile 1.000.000 boyutlarında kalmaları, gelişmenin dengeli yayılması için sayısal sınırlar olarak önerilmekte. Her seçilen kentte nufus sınırları kentin var olan sanayi potansiyeli, yeni yerleşecek uretim potansiyeli ve hammadde sağlanması durumlarına bağlı olarak saptanacaktır...”
Salt sanayileşme değil mesele. Kentlerin, yörelerin sahip oldukları tüm özellikleri dikkate alan bir öneriydi Kuban Hoca’nınki.
Batan bir kentte yaşam.. Göçü durdurun ve İstanbul’u dağıtın...

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Adalar’dan bir dava gelir - ÖZGÜR MUMCU

Büyükada’da insan hakları örgütü üyelerinin, hak savunucularının kişisel ve veri güvenliği konusunda bir toplantı yaparken gözaltına alınıp tutuklanmaları tek başına çok şey anlatan bir durum.
25 Ekim’de “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve “silahlı terör örgütüne üyelik”ten yargılanacaklar. Sanıklar, insan haklarıyla ilgilenen herkesin bildiği kurumların yine bu konulara duyarlı kamuoyunun çoğunun tanıdığı kişiler.

 
Polis, iktidar medyasında çok acayip işlerin döndüğü, gizli kapaklı bir toplantı diye tasvir edilen buluşmayı, bir çevirmenin ihbarı sonucunda basmıştı. Bu çok gizli, inanılmaz işlerin çevrildiği toplantıdaki çevirmen oraya nasıl sızmıştı? İstihbarat teşkilatımızın ya da polisimizin seneler süren bir operasyonuyla mı? Hani filmlerden biliriz, her şeyini bırakıp mafyaya girip yükselerek örgütü içerden çökerten gizli polisler vardır. 
 
Başta herhalde vaziyet budur dedim. Bir yandan da emniyetimizin filmlerdekine taş çıkartacak bir “enfiltrasyon” faaliyetinde bulunacak yetkinliğe ulaşmasıyla kıvanç duydum. Fakat kıvancım çok uzun sürmedi. Söz konusu muhbir vatandaş, toplantıyı düzenleyenler tarafından Çevirmenler Birliği aracılığıyla internetten buldukları tanımadıkları bir kimseymiş. 
 
O vakit karşımızda dünyanın en geri zekâlı suç örgütü var demektir. Vatanı, milleti yıkmak için “üst akıl”la işbirliği yapacak kadar habis ve kararlı ancak gizli toplantılarına internetten tanımadıkları bir çevirmen çağıracak kadar da temyiz kudretini yitirmiş. 
 
Önümüzde iki ihtimal var. Şayet bir suç olduğuna inanılıyorsa adli tıptan sanıkların akıl sağlığının yerinde olmadığına dair bir rapor almak. Zira bırakalım yetişkin ortalama zekâsını, biz aşağı mahalle çocukları olarak yukarı mahalledekilerle yapacağımız tüftüf savaşının gizli hazırlıklarını bile aramıza tanımadığımız kimseyi almadan sürdürürdük.
İkinci ihtimal ise ortada gizli kapaklı bir toplantı olmadığı. Bir otelde, kapıları açık bir toplantı salonunda, tanımadıkları çevirmenlerle toplanan insanların suç işleme niyetlerinin bulunamayacağı açık. 
 
Delil diye iddianameye konan “şeylere” bakınca da ikinci ihtimalin geçerliliği ortaya konuyor.
Şunu niye aradın, bunu niye aradın, neden önündeki kâğıda seni üzen şeyleri temsilen harita üzerinde Ankara Gar patlamasını ve HES’leri çizdin, neden İstanbul’dan Büyükada’ya giderken kafa dinlemek için vapurda telefonlarınızı kapattınız vs. vs. 
 
Sayın savcılar neden böyle yapıyorsunuz? 
Bu dava ya da Cumhuriyet davası gibi davalarda ortaya koyduğunuz bu “hukuki” muhakemenin mesela 15 Temmuz cunta yargılamalarının ve topyekün Türk yargı sisteminin üzerine gölge düşürdüğünün farkında değil misiniz?
Bu gerekçelerle insanları aylarca tutuklayan bir yargıya sahip bir ülkeye kim, neden kimi iade etsin? Kim, neden adli işbirliğinde bulunsun?
Nedir hakikaten amacınız? 
Biz ceza hukukunun amacının maddi gerçeği bulmak olduğunu biliriz. Sizin amacınız ne? 
Umalım ki tahliye ve beraat kararıyla ülke biraz olsun nefes alsın.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Çin zamanı… - L. DOĞAN TILIÇ

Barış Adıbelli’nin BirGün’de dün yayımlanan Çin analizi; “Ne zaman ABD’de bir başkanlık seçimi olsa, dünya nefesini tutar ve bu seçimlere kilitlenir… Çünkü seçilecek olan başkanın dünya politikası, dünyanın geri kalanını yakından ilgilendirmektedir. Ancak şu günlerde Pekin’de gerçekleşen Çin Komünist Partisi’nin 19. Kongresi, ABD’deki başkanlık seçimlerine meydan okur nitelikte...” saptamasıyla başlıyordu.


Çok doğru bir saptama!

Özellikle ABD’de Trump’ın seçiminden sonra, sağ popülist liderlerin çılgınlıklarının dünyayı bir barbarlık çağına soktuğu konuşulur ve Avrupa’da da faşist partilerin yükselişi insanları ürkütürken, Çin ve lideri Xi JinpingTrumpvari bir gürültücülükten” uzak, dünya siyasetinde belirleyici olmaya doğru yürüyor.

Bölgemizdeki gelişmeler nedeniyle bizim de yakından tanık olduğumuz dünyanın “tek kutuplu” halinin sonu gelirken, Çin çok kutuplu olmaya giden dünyanın en önemli politik, ekonomik ve askeri aktörü olma yolunda.

İşte ÇKP’nin 19. Kongresi hem bu gidişin hem de bu gidişin mimarı olarak görülen Başkan Jinping’in önümüzdeki 5 yılda izleyeceği hattı netleştirecek.

Başkan Jinping’in 3 saat 23 dakikalık kongre açılış konuşması ve altını çizdiği noktalar, açıkça adını anmasa da ABD’ye, onun dünya liderliği iddiasına ve Trump’a kafa tutacağını gösteren net mesajlar içeriyordu.

Göreve geldiğinden beri pro-aktif bir dış politika izleyen, ancak bunu yaparken dengeleri iyi okuyan, Suriye’de Rusya ile hareket ederken Trump’tan endişeli AB ile ilişkileri geliştiren, en önemli destekçisi olduğu Kuzey Kore’de bile uluslararası toplumun tavrını dikkate alan, dışa açık ve dünya ile entegrasyonu önceleyen Jinping, ikinci döneminde bu doğrultuda vites yükseltecek. Çin için “yeni bir çağa” işaret eden konuşmasında, bütün parti delegelerini “sonsuz bir enerji ile büyük ulusal yenilenme amacı için çabalamaya” çağırması bunun işareti.

Jinping; “Hiçbir ülke tek başına insanlığı tehdit eden gelişmelerle baş edemez. Hiçbir ülke içine kapanarak ayakta kalamaz” derken, kendisini güçlü ve sorumlu bir “küresel devlet adamı” olarak takdim ediyor. Çin’in “iklim değişikliğine karşı küresel işbirliğinde sürücü koltuğuna oturduğunu” söyleyerek, doğrudan adını anmadığı Trump’ı da dünyanın gözünde mahkûm etmiş oluyor.

Çin uzmanları, Mao ve Deng Xiaoping dönemlerinin ardından Çin’in bir üçüncü önemli atılım dönemini, “Xi Jinping Dönemi”ni yaşadığında büyük ölçüde hemfikirler. Jinping, bir döneme adını vermeyi, ülkesini küresel bir güç, kendisini de dünyaya yön veren bir lider olarak konumlandırdığında tam olarak hak etmiş olacak.

Önemli Çin uzmanlarından Elizabeth Economy, dün Guardian’a Jinping’in “cesur siyasal vizyonu”nu bir piramit benzetmesiyle anlatmıştı: “Xi Jinping Komünist Parti’nin tepesinde oturuyor, Komünist Parti Çin’in tepesinde ve Çin de dünyanın.

19. Kongre açılış konuşmasında da vurguladığı gibi, önümüzdeki 5 yılda Jinping dünya ile entegrasyonu önceleyerek ülkesini bir dünya lideri yapmayı hedefleyecek. Ekonomiye önem verirken, içeride yoksulluğu yok etmeye ve halkın refahını artırmaya yönelecek. “Evler yaşanmak için yapılacak, spekülasyon için değil.” Partiye çeki düzen vermek ve yolsuzluğu ortadan kaldırmak bir diğer önceliği.

Tayvan ve Hong Kong duysun diye söylediği; “Hiç kimsenin hiçbir yöntemi kullanarak Çin’den bir milim toprak almasına izin vermeyeceğiz” sözleri Jinping’in önümüzdeki döneme de damga vuracak “milliyetçi yönü”nü ortaya koyuyor.

Savaşlar kazanacak güçlü bir ordu” da Jinping’in önceliklerinden ve bu da Çin’in “dünya lideri” olma iddiasının askeri yönünü ıskalamak niyetinde olmadıklarını gösteriyor.
Öte yandan, “Güzel Çin” hedefi dünyada küresel ısınmaya karşı mücadele ederken içeride de temiz bir çevre için çabalamayı vurguluyor.

Tek kutuplu dünyanın çöküş sesleri gelirken, ÇKP Kongresi ve Xi Xinping, “Çin zamanı” başlıyor mu sorularıyla yakından izleniyor!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

18 Ekim 2017 Çarşamba

Fatih Projesi GSM operatörlerine emanet - KADİR SEV

Şu günlerde Plan Bütçe Komisyonunda görüşülen 130 maddelik torba yasa tasarısında, Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesiyle ilgili bir değişiklik var.
İyi ki de var; çünkü bu vesileyle hem milletvekilleri hem de bizler, AKP’nin Projeyi GSM operatörlerine, yani teknoloji satıcılarına emanet etmek üzere hazırlandıklarını öğrenmiş olduk.

Torbanın FATİH Projesini ilgilendiren 51’inci maddesi, Plan Bütçe Komisyonunda 13 Ekim günü görüşüldü. Bu maddeyi savunmak için Komisyona MEB yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğünden bir daire başkanı gönderilmişti. Konuşmasında, “mal alımından hizmet alım modeline” geçtiklerini; her bir malzeme için ayrı ayrı ihale yapmak yerine, işlerin hepsini GSM operatörlerine verip bir bütün olarak gerçekleştirmek istediklerini söyledi.

Daire Başkanına göre işler şöyle yürüyecek: GSM Operatörleri, ağ altyapısını kurma vb işlerini yaparken bir yandan da tablet, akıllı tahta, yazıcı gibi asıl maliyeti oluşturan malzemeyi satın alacaklar, üzerine kârlarını koyup devlete satacaklar.

Aranan koşullara uygun dört GSM operatörü var. Proje öylesine büyük ki, hepsini mutlu eder.
Kurdukları pazarın paylaştırılması için gereken ortamı da hazırlamışlar: Ülkeyi 6 hizmet bölgesine; her bir bölgeyi de ikişer alt bölgeye ayırmışlar. Her birinin ihalesini ayrı ayrı yapacaklarmış.
Rantı, adaletle dağıtma konusunda çok deneyimliler: başaracaklardır.

Torbanın FATİH projesiyle ilgili olan 51’inci maddesinde
GSM Operatörlerinin vergi ve harçlardan bağışık tutulması için 9 yasada değişiklik öngörülüyor.
Maliye Bakanına Komisyonda “torba yasanın torba maddesi olur mu?” diye sordular. O da “Vergi Kanunları açısından doğru değil” dedi. Ancak bu sözleri boşta kaldı. Önerge verip GSM Operatörlerinin “projeyi yürütmek amacıyla” kuracakları şirketleri de bağışıklık kapsamına aldılar.
Bakan, vergi bağışıklığını; “…güzel işler yapıyoruz. Bir model değişikliği var, bunun gerektirdiği vergi muafiyetleri var.” sözleriyle savunuyor.

Ne diyelim?

FATİH Projesine 2010 yılında Milli Eğitim ile Ulaştırma Bakanlıkları arasında bir protokol yapılarak başlanılmıştı. Önü arkası düşünülmeden alelacele ortaya atılmış bir projeydi. Ne gerçekçi bir tanımı vardı ne de maliyeti belliydi. 2010 yılından 2017 yılına değin başıbozuk biçimde yürütüldü. Zaten son bir buçuk yılda hiç alım yapılmamıştı.


Yatırım Programına göre 2015 yılında bitirilecekti. 2011 yılında 500 bin lira öngörülmüş ancak dipnotunda; “Uygulama sonuçları ve diğer gelişmeler çerçevesinde revize edilecektir.” yazılmıştı.
Böyle bir Projeye ömür biçilebilmesi anlaşılır gibi değildi. Bileşenleri arasında akıllı tahta, tablet alınması; bakımı, onarımı; internet bağlantıları; eğitim programlarının yazılması, güncellenmesi olan karmaşık bir projeyi, 2015 yılında bitireceklerini söylüyorlardı. Bunun, işleri yüzüstü bırakmakla aynı anlama geldiğinin belki de farkında bile değillerdi.

Proje bedelini, her yıl revize ettiler. 2013 yılı yatırım programında 2 milyar lira öngörülmüştü, 2014’te 2 milyar 500 bin liraya, 2015’te 3 milyar 700 milyon liraya, 2016’da 4 milyar 600 milyon liraya yükseltildi. Bu arada projenin süresi de yukarıdaki sırayla 2015’e, 2016’ya ve 2018’e uzatıldı.
Resmi belgelerde 2015’de biteceği yazıyordu ama Yasa ve yönetmeliklerine, 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişme yetkisi veren maddeler konuluyordu. Tutarı konusunda da rivayet muhtelifti: resmi ağızlardan, 6 milyar, 10 milyar lira gibi tutarlar işitiyorduk. Hatta Ali Babacan 2012 yılında 7- 8 milyar ABD Dolarından söz etmişti.

Bu tutarlar elbette gerçekçi olamazdı: 62 bin 250 okul; 682 bin 761 derslik; 17 milyon 320 bin öğrenci; bir milyonun üzerinde öğretmenin olduğu, teknoloji ağırlıklı bir projenin, 10 milyar lirayla, 8 milyar ABD dolarıyla gerçekleştirilemeyeceği çok açıktı.

Projenin gerçek tutarını gizlemeye çalışıyorlar.
Nedeni çok basit; GSM operatörlerine sağlayacakları pazarın büyüklüğünü görmemizi istemiyorlar.
Üstelik projeyi değiştirip çok daha maliyetli ve kapsamlı bir işe girişecekleri anlaşılıyor. Daire Başkanının Komisyondaki konuşmasından öğrendiğimize göre, her tablete GSM hizmetleri kapsamında data aktarımı için sim kart takacaklar; sim kartlar aracılığıyla meb.gov.tr içeriğiyle sınırlı olmak üzere her yerde internete ücretsiz bağlanılabilecek. Bırakın malzemenin tutarını, internete bile her yıl milyarlarca lira ödenir.

Şunu da unutmayalım: Proje için bugüne değin 1 milyar 600 milyon lira harcandı. Daire Başkanının Komisyondaki sözlerine bakılırsa, yapılan işlerin büyük bir bölümü yeni sistemle pek de uyumlu değil.

Yani paralar çöpe atılacak.

Kadir Sev / SOL

Evrim, ‘Kedicikler’ ve Piltdown - TAYFUN ATAY

Her tarafım tırmık çizik içinde!
Hay, şu “Darwin ve din” yazısını yazmaz olaydım!..
Adnan Oktar'ın “Kedicikler”i “tweet-retweet” olup tırmaladı, ısırdı her yanımı…
“Allah’ı inkâr eden en büyük sistem olan Evrim’in kurucusu Darwin”in dindar olduğunu söylediğime bozuldular.
“Evrim’in ne demek olduğunu biliyor musunuz Tayfun Bey” diye sordular.
“Yaratılış”ı ispatlayan 700 milyon fosili yüzüme çarptılar.
“Darwin, Allah yok, her şey tesadüf dedi” yumurtlamasında bulunup altına “Sizce bunlar tesadüfle mi oluştu” diye güzel mi güzel, tatlı mı tatlı böğürtlen, çilek, kiraz, portakal, süt, peynir, kaymak görüntüleri serpiştirdiler.

***
 
Hâlbuki ben de aynı saatlerde Mehdiliğini şafak sayar gibi beklediğimiz Adnan Hoca’mızın Boğaz’da yat sefasında görkemlice oturduğu masanın etrafına dizilmiş, aynen güzel mi güzel, tatlı mı tatlı diğer “Kedicikler”e bakıyordum.

Ve zaten ikna oluyordum: Bunların hiçbiri “tesadüf”le oluşmadı!
Yaratılışı ispatlamak için önüme 700 milyon fosil sermeye gerek yok.
"Kedicikler" bizatihi ispatlıyor: Her tarafları, dudakları, burunları, yanakları, kaşları, kalçaları… Hepsi tam bir yaratılış, hem de “baştan yaratılış” harikası!..

***
 
Bu “yaratılışçı” heyecan ve sıcaklık karşısında evrimsel biyolojiyi savunan “serinkanlı” bilim çevrelerinin en büyük dezavantajı, ne söylediklerinin, ne de yaptıklarının “popülerleştirilebilir” olması…
Evrimin Tanrı, Allah ve de “Adnan” karşısındaki en büyük açmazı, popüler kültüre elverişli bir nitelik taşımaması...
“Tanrı” ise popüler kültürün, kültür endüstrisinin kayıtsız kalamayacağı bir “kaynak”. Düşünsenize, “GOD TV” bile var!..
Eh, Adnan Hoca’nın A9 kanalı da aynı minval üzere, hem de hurilerle, gilmanlarla bezeli bir “elektronik cennet bahçesi” değil mi zaten?!
“Harun Yahya” müstear adıyla 1980’lerden beri ABD’deki Evangelistlerin “İslami kol”u gibi evrime savaş açmış Adnan Hoca’mızın bu kanalından güzel mi güzel, diri mi diri “Kedicikler” marifetiyle yaratılışçılık propagandası yapılırken;
Yaşını-başını almış, saçı-ruhu ağarmış, gıdısı sarkmış bir adam;
Tutmuş, evrim konusunda yaygın ama yanlış bilinenlerin ötesine geçelim, söylenenlerin altına saklanmış söylenmeyenlere bakalım;
Diyormuş…
Kim takar Yalova kaymakamını!..

***
 
Böyle, ama gel de nefsine gem vur! Bir kere şeytan girmiş içimize, ha bire fiştekliyor sen devam et suyu bulandırmaya diye!..
Misal, “Kedicikler” daha “amino asit” değilken de evrim karşıtlarının ağzında sakız olmuş, şimdi ise “Kedicikler”in cak cak tweet’lediği “Piltdown sahtekârlığı” olayı…
Bilim alanında evrimi araçsallaştırarak bezirgânca tezgâhlanmış bir sahtekârlık…
Ve burada da söylenenlerin altında kurnazca saklanmış “söylenmeyenler” var.

***
 
1912-15 arasında İngiltere’nin Sussex bölgesindeki Piltdown yerleşmesinde bulunmuş bir “fosil”e inanmaya yönlendirildi bilim camiası.
Sahtekâr bir koleksiyoncu tarafından düzenlenmiş olay-buluntu, bir insan kafatasına eklenmiş orangutan alt çene ve dişlerinden müteşekkildi.

Başından itibaren önemli sayıda bilimci, kemiklerin tümünün aynı canlıya ait olduğuna ikna olmamıştı, ama “olay” yayıldı: İşte, insanla maymun irtibatını ispatlayan fosil “ara form” bulundu dendi.
Öyle olmadığını anlamak için yaklaşık 40 yıl, kimyasal tarihleme yöntemlerinin geliştirildiği 1950’leri beklemek gerekti ve sahtekârlık ortaya çıkarıldı.
 
***
 
Peki, (işte burası hiç söylenmez) bu sahtekârlığı ortaya çıkaranlar kimdi dersiniz?
Her ikisi de antropolog olup insan biyolojik evrimi alanında çalışmalar yapan Joseph Weiner ve Kenneth Oakley!..
Onlar ve “evrimsel insanbilim” için sahtekârlığın aydınlatılması, sadece insan evriminin paleontolojik kayıtlarını daha doğru şekilde düzenleme yolunda bir “temizlik”ten ibaretti.
Ama işte o zamandan beri evrime “vurmak” için yaratılışçı çevrelerin en büyük kozudur bu sahtekârlık. Hâlbuki aydınlatılmasını yine bilime, antropolojiye borçluyuz.
Vah zavallı yaratılışçılar, vah “Kedicikler”, vah “Adnanî”ler vah!
Evrime saldırırken bile evrimsel düşünenlerin emeğiyle nemalanıyorlar!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

16 Ekim 2017 Pazartesi

Bu kapitalizm, bu kriz, bu model... - ERGİN YILDIZOĞLU

Küresel kapitalizmin yapısal krizini, yönetenlerin çaresizliğini sergileyen bu kadar veri, bu kadar kısa
sürede çok ender olarak ortaya dökülür. Dünya ekonomisi 2007 krizi öncesindeki zaafları sergiliyor. IMF uzmanları, vergileme teorisine “şok” yaratan katkılar yapıyor. Başta ABD Merkez Bankası Başkanı Yellen olmak üzere, merkez bankaları başkanları, dünya ekonomisinin işleyiş dinamiklerini artık anlamadıklarını itiraf ediyorlar. 


Kısacası, bu mali kriz başladığında vurguladığım gibi, bu kapitalizm bu krizden çıkamaz. Bu krizin aşılabilmesi için kapitalizmin kendini birçok açıdan yenilemesi gerekiyor. Sorun şu ki bu kapitalizmden o kapitalizme, bir büyük savaş kavşağından geçmeden giden yolun haritasına ne hükümetler ne de merkez bankaları sahip.
 
Yeni bir mali kriz riski
Geçen hafta yayımlanan kimi veriler, dünya ekonomisini hatta siyasi sistemini yine şiddetle sarsacak yeni bir mali krizin ufukta görünmeye başladığını düşündürüyordu.
Bu bağlamda, birinci gösterge: Mali varlıkların getirileri düşmeye devam ederken fiyatları (borsa) çok yüksek düzeyde, “volatilite indeksi” (Vix) tarihsel olarak çok düşük düzeyde geziniyor.
Örneğin IMF’nin aktardığına göre, yüzde 4’ten daha yüksek getirisi olan varlıkların tüm varlıklar içindeki payı yüzde 80 ile 15.8 trilyondan, yüzde 5 ile 1.8 trilyon dolara gerilemiş. Bu sırada kaldıraçlı (borçlanarak oluşturulmuş) krediler hızla artarken G20 ülkelerinde toplam borçları 135 trilyon dolarla, ulusal hasılalarının toplamının yüzde 235’ine yükselmiş. Her iki alanda da oranlar kriz öncesi seviyeleri yakalamış durumda. 
 
Bu sırada dünya borsaları tarihsel olarak son derecede yüksek seviyelerde dolaşıyorlar. Yine bu sırada, resmi işsizlik oranları “düşerken” ne ücretlerde bir artış gözlenebiliyor ne de krizden bu yana 12+ trilyon dolar mali genişlemeye karşın enflasyonda bir artış. Bu sırada ekonomistler yine, “Philips Eğrisi”nin (işsizlik oranlarıyla enflasyon oranları arasında ters bir ilişki olduğunu iddia eder) kırıldığından söz etmeye başladılar aynı 1970’lerin başında egemen ekonomik model çökerken olduğu gibi.
 
Model çürümüş
Philips Eğrisi” kırılır, bir kenara konurken, yerine 1980’lerden bugüne kadar “Laffer Eğrisi” diye bilinen bir fantezi geçiyordu. Bu fanteziye göre, vergiler azaldıkça ekonomik büyüme ve devlet gelirleri de artar. Vergiler arttıkça da büyüme düşeceğinden devlet gelirleri de düşer. Bu fantezi sayesinde, OECD ülkelerinde, en üst gelir diliminde vergi oranları 1982’de yüzde 62’den 2015’te yüzde 35’e gerilemiş. 
 
Anlaşılan, IMF uzmanları, şimdi artık müstehcenleşen “Laffer Eğrisi” fantezisini de terk ediyorlar. Geçen hafta yayımlanan bir IMF çalışması, “vergi teorisine göre” en üst gelir dilimlerinin vergilerini, büyüme oranları olumsuz yönde etkilenmeden artırarak, gelir dağılımında iyileşme sağlanabilir diyor. 
 
İngiltere’de İşçi Partisi, IMF’nin bu saptamasıyla kendi ekonomik programı arasındaki benzerliği, haklı olarak vurgulamakta gecikmedi. The Economist her zaman olduğu gibi yine gelişmelerin gerisinde kalarak, “ama IMF onu demek istemedi” filan diye gevelerken, Başbakan Theresa May, “Bir siyasi mutabakat var sanıyorduk. Jeremy Corbyn bunu değiştirdi” deyiverdi. Financial Times’dan Philips Stephens de, “Popülizm nasıl önlenebilir” başlıklı yorumunda “bugünkü adaletsiz modeli savunmaktan vazgeçmeyi”... yeni vergilerlesosyal harcamalara kaynak yaratmak için, “dev şirketlerin üzerine gitmeyi” savunuyordu. 
 
Gelin görün ki, “bu adaletsiz model nasıl değişecek” sorusunun cevabını kimse bilmiyor. Financial Times, Washington’da toplanan Merkez Bankası başkanlarına atıfla, “ekonomik modelleri iflas ediyor, faiz ve para politikalarının ekonomi üzerindeki etkilerini anlayabildiklerine ilişkin kuşkular artıyor” diyor ve ABD Merkez Bankası Başkanı’ndan “temel teorik model çekirdeğine kadar çürümüş olabilir, orasını burasını kurcalamaya çalışmak belki de nafiledir” saptamasını aktarıyor. Evet, Yeni bir model, yeni bir uzlaşma aranıyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Darwin ve din - TAYFUN ATAY

Dan Brown’ın bu ayın başında çıkan yeni romanı “Başlangıç”, Frankfurt Kitap Fuarı’nda yazarın katıldığı basın toplantısıyla tartışmaya açılmış. Dün, Ertuğrul Özkök de Brown’la yaptığı röportajı sundu köşesinde.
Tanrı, dinler, yaratılış, evrim gibi birbiriyle hayli gerilimli titreşim içindeki kavram, kurum ve kuramlar üzerinden şekillendiği, dolayısıyla elbette “çok-satacak” romanı henüz okumadım ama ilk fırsatta okuyup değerlendirme yazmak istiyorum.
Özkök’ün röportajına bakılırsa roman, Tanrı inancını sorgularken evrim kuramını savunan bir mesaj vermekte. Brown’a romanda “Darwin’in Evrim Teorisi”ni sıkı bir şekilde savunduğunu belirtip bir soru yöneltiyor o…

Bir de “Ölüm döşeğine geldiğinizde rahip çağıracak mısınız” şeklinde, kendince “kritik” saydığı bir soru sormuş. Brown’ın cevabı, “Yanıma gelecek bir rahip bulunacağını sanmam” şeklinde…
Bu cevap beni toprağı bol olasıca Darwin’in son nefesi noktasında rahiplerle ilişkisini hatırlamaya sevk etti!..
***
Darwin’in evrimsel biyoloji çalışmalarına yapmış olduğu dönüştürücü katkı doğrultusunda, dinsiz, ateist ve materyalist olduğu ileri sürülerek dinsel bir lânetlemeye uğratıldığına hep şahit oluruz.
Bu yanlış mı yanlış bir kanaattir.
Sıkı Protestan olan Darwin’in doğa bilimci olarak sergilediği performansta dahi dinsel bir itki ve hareket noktası belirleyicidir.
HMS Beagle” gemisiyle beş yıl sürecek (1831-1836) dünya yolculuğuna gözlemci olarak katıldığında o, kendince “Kutsal Kitap”taki “Yaratılış” bahsini belgeleyip doğrulayacak bir araştırma yapma amacındaydı.
Ancak gezi boyunca yaptığı gözlemler, “Kitap”ı doğrulayan değil, onunla çelişen sonuçları önüne koyduğunda Darwin, ciddi bilişsel-varoluşsal sarsıntı geçirmiş ve bir iç-hesaplaşma yaşamıştır.
Bunun sonucudur ki araştırmadan çıkan bulguları ancak 20 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra (bazı zorlayıcı etkenler sonucu) 1859’da yayımlayabilmiştir. Hâlbuki kuramsal çerçeve 1839’da hazırdır.
***
Darwin, bilimsel bulguları ile dinsel inancı arasında sıkışıp kaldı.
Sıkışıklığı aşabildiği noktada da kendince bir “ara formül” bulmuş gibidir. “Türlerin Kökeni” ile Kutsal Kitap’taki anlatıyı sarsıntıya uğratırken bile “Tanrısal irade”yi hiçe saymama çabası sergiler. Bakın, evrim teorisinin en temel dayanağı sayılan bu kitap nasıl bir cümle ile bitiyor:
“Yaradanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçime üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve böylesi basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır” (“Türlerin Kökeni”, Çev. Ö. Ünalan, Onur Yayıncılık, 1984, s. 474).
Görüldüğü üzere Darwin, Tanrısal yaratılışla doğal türleşmeyi buluşturmuş, kendince adeta “teistik bir evrim” görüşüne işlerlik kazandırmıştır.
***
Dahası var: Biz hep dinsel öğretiyi zaafa düşürdüğü için Darwin’i lânetleyen kilise babalarının isimlerine aşinayızdır. Britanya Bilimler Akademisi’nde Darwin’i savunan bilimci Huxley’e, “Baban maymundu da anan neydi” demeye getiren Piskopos Wilberforce gibi…
Hâlbuki Darwin’i heyecan ve ilgiyle karşılayıp olumlamış rahipler de vardır. Mesela İncil’in yorumlanmasında dönemin önde gelen din adamlarından biri olan Hort, Türlerin Kökeni’ni kastederek “Darwin’i okudunuz mu?! Karşı çıkmayı hemen hemen olanaksız buluyorum. Her şey bir yana, böyle bir kitabı okumak insana çok şeyler öğretiyor” demiştir.
Demek ki Darwin inancın dışında olmadığı gibi, dönemin din adamları da topyekûn onun karşısında değildir.
***
Darwin’in bilimsel ve kuramsal katkısının materyalist temelde yorumlanması elbette söz konusu olabilir. Ama Darwin’in bir materyalist olduğunu söylemek zordur.
Ateist olduğunu söylemekse imkânsızdır.
Darwin, dindar ve “dürüst” bir bilim insanıydı. Bu yüzden ne bulgularını inancına kurban etti, ne de inancından vazgeçti.
Ve öldüğünde de Westminster başrahibinin onayıyla Londra’da Westminster Katedrali’nin bahçesinde, kurumsal ve “kurgusal” temellerini bir hayli sarsmış olduğu anlayışın bağrında toprağa verildi!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

15 Ekim 2017 Pazar

Dünya devleti, kabile devleti ve gizemli diplomasi - TANER TİMUR

Türkiye, Suriye krizinde, tüm ülkelerin baş düşman gördüğü DAEŞ’i değil, karada onunla en etkili savaşı veren PYD/YPG güçlerini gördü ve bölgede yalnız kaldı. Üstelik bu politikayla, istediğinin aksine, PYD/YPG’yi daha da güçlendirdi. Türkiye’yi uluslararası planda yalnızlığa iten ve on binlerce Suriyelinin yeniden göçüne yol açabilecek bu politika aslında iflas etmiştir.


ABD’nin vize kararının yarattığı tartışmalar dış politikamız konusunda ilginç bir gösterge oldu. Olay, büyük basın tarafından kamuoyuna daha çok iki büyük devlet arasındaki «restleşme» olarak sunuldu. Ankara’daki haddini bilmez elçi, ya da Washington’daki sorumsuz bürokratlar ağır basmış, ahmakça bir karar almışlardı. Önümüzdeki günlerde Erdoğan, dostu Donald ile bir telefon konuşması yapar ve durumu düzeltirdi.Oysa belli bir «imaj politikası»nın gizlemeye çalıştığı acı gerçek şuydu: Karar, iktidara “Make America great again!” sloganıyla yürümüş faşist bir zihniyetin izlerini taşıyordu. Ortada bir «restleşme» değil de, ABD’nin Türkiye’ye reva gördüğü bir «kabile devleti» muamelesi vardı. Nitekim Erdoğan’ın kendisi de, Ukrayna’da, karara ilk tepkisinde bu hissi dile getirmiş, «biz bir kabile devleti değiliz» demişti. Oysa sonra o da, «imaj politikası»na daha uygun bir çıkışla elini yükseltti, Amerika’yı asıl «fail» ilan etti ve «eğer Washington haberdarsa konuşulacak birşey yok!» dedi.

Sonra ?

Sonra kararın"Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’yla eşgüdümlü alındığı” açıklandı ve bu durumda da Erdoğan’ın artık Amerika ile “konuşacak bir şeyi” kalmadı!

• • •

İpler kopmuşa benziyordu. Kopmasa da, iyice gerilmiş ve iki ülke arasındaki içtenlikten uzak ilişkiler daha da zorlaşmıştı. Zaten yandaş medya çoktandır Amerika’yı düşman ilan ediyor, 17-25 Aralığın da, Gezi’nin de, 15 Temmuz’un da arkasında Washington’u görüyordu. Böylece Trump için beslenen umutlar da hızla soldu; Beyaz Saray’dan pirinç bekleyenler, “yoksa evdeki bulgurdan mı oluyoruz?” diye korkmaya başladılar. Geriye kala kala, kimilerinin “antiemperyalizm” diye yutturmaya çalıştıkları geleneksel “gâvur düşmanlığı” kalmıştı.

• • •

AKP “antiemperyalizm”i gerçekten ilginç bir “antiemperyalizm”! Emperyalist ülkelerdeki devlet-sermaye ikilemini ilginç bir şekilde kullanmaya çalışıyor ve bu bağlamda siyasetçileri karalarken, sermayedarları yanına çekmeye özen gösteriyor. Örneğin, bir yandan Merkel hükümetini “Nazi uygulamaları” ile suçluyor; öte yandan da Alman iş adamlarını topluyor ve onlara “başımızın üstünde yeriniz var” mealinde mesajlar veriyor. İdem Amerika! Orada da “İslamofob siyasetçiler” topa tutulurken, iş dünyasına garantiler veriliyor; MÜSİAD Başkanı, tam da vize krizinin ortasında, iki Amerikan eyaletindeki temsilciliklerini elli eyalete yayacaklarını ilan ediyor. Kısaca AKP iktidarı, gerçek patronlara şirin görünmeye çalışırken, onların işlerini yürüten kadrolara da durmadan hakaret ediyor.

• • •

Aslında Trump’ın başkanlık koltuğuna oturuşunu izleyen günlerde, Beştepe, hayli ihtiyatlı ve umutlu bir bekleyiş içindeydi. Trump’ın seçilmesinden sonra yaptığı konuşmada, Tayyip Bey, onun İslamofob açıklamalarına gönderme yaparak, “Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız; bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir” diyordu. Ve sonra bu “yanlış”ın düzeltilmesi için çeşitli girişimlerde de bulundu. Ne var ki durum değişmedi; aksine ipler gerildikçe gerildi ve sonunda da “Türk vatandaşları kolay kolay ABD’ye giremez!” noktasına geldi.

Öte yandan AB hükümetleri de çoktandır Türkiye’ye sağlam bir “müttefik” gözüyle bakmıyor ve Türkiye’nin tam üyelik hayalleri artık dudaklarda müstehzi bir gülümseme yaratıyor. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle başlayan dönemde Rusya giderek çarlığa, Türkiye de sultanlığa benzetilmeye başladı. Batı’nın en etkili yayın organlarında sık sık Putin, “çar”, Erdoğan da “sultan” giysileriyle sunuluyor.

• • •

Osmanlı Devleti’nin son döneminde Rus Çarı ile Osmanlı Sultanı, hep “düşman kardeşler”i oynadılar. 19. yüzyıl, “Doğu Sorunu” adı altında, Osmanlı-Rus savaşları ile geçti. Bu uzun dönemde II. Mahmut döneminde Rusya ile ilginç bir “dostluk” ilişkisi de yaşanmış, fakat hüsran ile bitmişti. Kendi valisi Mehmet Ali Paşa karşısında acze düşen, İngiltere’den de beklediği yardımı alamayan ıslahatçı Sultan II. Mahmut, “yılana sarılmış” ve Rus Çarı ile Hünkâr İskelesi Anlaşması’nı (1833) imzalamıştı. Oysa “ittifak” ne Osmanlıların ne de İstanbul’a göz koymuş Rusların arzu ettikleri bir şeydi. Dersaadet’de büyükelçiler savaşının, iktidar kavgasının bir parçası haline geldiği günler yaşanıyordu. Sonunda İngiltere ürktü; Akdeniz’deki çıkarları tehdit altındaydı; ünlü elçi Stratford Canning’i gönderdi ve işler rayına oturdu!

Osmanlı çöküşü, Sovyet Devrimi, antiemperyalizm ve Kurtuluş Savaşı’mızda kurulan gerçek dostluk ilişkileri.. Derken Sovyetler Birliği de çöktü ve Rusya’da 72 yıllık parantez kapandı. Aradan çeyrek yüzyıl daha geçti; bu son yıllarda da Türk-Rus ilişkileri arasında yepyeni bir sayfanın açıldığı söylenmeye başladı. Dostluğun simgeleri artık büyükelçiler değil, doğrudan devlet başkanları idi. “Çar” Putin ile “Sultan” Erdoğan sık sık görüşüyor; “anlaşmalar” yapıyor; Suriye’de “ortak hareket” planlıyorlardı.

• • •

Gerçekten de bir “dostluk” ilişkisi kurulmuş muydu? Sağlam bir dostluğun sosyal ve ideolojik temelleri mevcut muydu? Bu iki ülke, mevcut koşullarda, gerçekten de birbirine güvenebilir miydi? Kuşku yok ki, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, Ukrayna’da, Rusların şu sıradaki en hassas sorunlarıyla (Kırım’ın ilhakı, Ukrayna-Rus ilişkileri) ilgili sözleri, akla önce bu soruları getiriyordu. Yine de biz işe başından başlayalım ve ana hatlarıyla Türkiye ile Rusya’yı Suriye’de önce ayıran, sonra da “birleştiren” öğeleri anlamaya çalışalım.

• • •

Suriye Baharı, yabancı devletlerin müdahalesi ile uluslararası bir kriz halini alınca, başlangıçta Türkiye ile Rusya iki karşıt cephede yer almışlardı. Putin, Esad rejimine sempatisini gizlemiyor, ABD ile Türkiye ise, zalim Esad’ı bir an önce alaşağı etmeye kararlı görünüyordu. Ne var ki Türkiye patronajı altında kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bekleneni vermedi. Kısa bir süre sonra Suriye’nin önemli bir kısmı vahşet çetelerinin eline geçiyor ve Rusya’nın da savaşa katılmasıyla ortaya yepyeni bir tablo çıkıyordu. Kimyasal bombalar; düşürülen uçaklar; öldürülen elçiler.. Tünelin ucu ancak kanlı kavgalardan sonra, Aralık 2016’da, Halep’in kurtarılmasıyla göründü. DAEŞ Halep’ten kovulmuş, Putin ve Esad nihai zafere doğru büyük bir adım atmışlardı. Türkiye “ateşkes” için Rusya ile birlikte harekete geçiyor, ASTANA görüşmelerinin temeli atılıyordu. Bu yöndeki asıl gelişme, 4 Mayıs 2017’de, Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan ateşkes anlaşması ile sağlandı. Buna göre Suriye’de kan dökülmesini önlemek için “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı.

• • •

4 Mayıs anlaşması, sanıldığı gibi, Türkiye ile Rusya’yı bir cephede birleştirmiyordu. Aksine, görüşmelere iki ülke karşıt cepheleri temsil etmek üzere katılmış, “Rusya ve İran, Suriye devletinin; Türkiye de muhaliflerin garantörü” olmuştu. Türkiye, sivil halkın (ve de onların arasına karışmış cihadistlerin) İdlib’e nakledilmelerine yardımcı olacaktı. Bu demekti ki savaş bitmiyor, son perde İdlib’e erteleniyordu. BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın Halep tahliye edilirken dediği gibi «Haleb’in yerini, İdlib alıyordu». İdlib’in nüfusu iki milyonu bulmuştu ve bunun yarısı «nakledilenler»den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline gelmişti.

• • •

2017 Temmuz’unda Suriye iç savaşında aynı günlerde iki önemli gelişme daha yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, "Timber Sycamore" adlı CIA operasyonu çerçevesinde bir sürü muhalif guruba bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardım kesiliyordu. Karar, Trump’ın 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a söylediklerinin mantıki bir sonucuydu. Bu beyanatında, Trump, “Aynı zamanda hem Esad hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti. Şimdi Esad’ın elini serbest bırakıyor, ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyordu. Esad, Rus şemsiyesi altında, savaşı kazanmıştı.

• • •

Aynı günlerde gerçekleşen ikinci önemli gelişme de İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütünün Ahrar al Şam’ı alt ederek eyalete hakim olmasıydı. Böylece, Türkiye’nin yardımıyla, çoğu sivillerle beraber Halep’den İdlib’e naklonulan bu terörist grup Türk sınırlarında hegemonya kuruyordu. ABD’nin bölge özel temsilcisi McGurk da, yakınlarda, "İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide'nin en büyük barınma alanı haline geldi” derken, bu durumu kastediyordu. Şimdi, savaşın son aşamasında, Türkiye bunlarla karşı karşıyaydı ve 15 Eylül’de Astana’da Rusya ve İran’la yaptığı anlaşma çerçevesinde yaratılan “çatışmazlık bölgeleri”ne gözlemciler yerleştirecek ve barışı sağlamaya çalışacaktı. Bu arada Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını önlemenin de yollarını arayacaktı. 7 Ekim’de, sanki bir fütuhat operasyonuymuş gibi ilan edilen “İdlip Harekatı”nın amacı buydu.

• • •

Şimdi temel soru şu: Bu plan başarıya ulaşabilir mi? Gerçekten de HTŞ, müzakerelerle, çatışmadan çekilmeye razı edilebilir mi? Sabah gazetesinde (9 ekim) H. Kaplan, bu konuda, “HTŞ, ÖSO'nun (İdlib’e) girmesine karşı çıksa da, Türkiye düşmanı bir söylem gütmemeye dikkat ediyor” diyor ve bunun nedeninin de “bölge halkının Türkiye'ye yönelik hüsnü zannı” olduğunu söylüyor. Bunda bir gerçek payı olsa bile, ABD’nin, Rusya’nın ve tüm bölge devletlerinin baş hedefi haline gelmiş bir HTŞ’nin artık bir ölüm-kalım savaşından başka bir seçeneği kalmamıştır. Böylece Türkiye için en büyük tehlike de, “kirli iş”le yüklenerek HTŞ ile çatışmaya sürüklenmesi, ya da Rusya’nın yeni bir bombardıman dalgasıyla sınırımızda büyük bir göç dalgasına yol açmasıdır. Erdoğan’ın Ukrayna’daki Rusya’nın hiç de “dostça” bulmayacağı sözleri göz önünde bulundurulursa, Putin’in duyguları da kolayca tahmin edilebilir. Kaldı ki bugün Suriye krizinde Rusya’nın görüşleri, ABD’ye, Türkiye’ye olduğundan çok daha yakındır. Her ikisi de bölgede baş düşman olarak DAEŞ ve benzeri örgütleri görüyorlar. Türkiye ise, başından itibaren DAEŞ’i değil, (PKK ile aynı şey olarak gördüğü) PYD/YPG hareketini baş düşman tayin etmiş ve sonunda da bölgede yalnızlığa itilmiştir. Beştepe sözcüsü İbrahim Kalın, Haziran ayında yaptığı bir konuşmada, iki terör arasındaki tek farkın, “PKK terörünün Türkiye'yi hedef alması, DEAŞ terörünün ise diğer ülkeleri de hedef alması” olduğunu söylüyordu. Bizzat Erdoğan da, 9 Ekim’de, İdlib operasyonunu anlattığı konuşmasında daha açık oldu: “PYD-YPG denilen terör örgütü sıradan bir örgüt değil, tam aksine en doğudan Akdeniz’e oluşturulmak istenen bir terör koridorunu bozmak mecburiyetindeyiz, buna müsaade edemeyiz” diyor ve aynı önceliğin altını çiziyordu. Sonra da neden İdlib’te olduğumuzu şöyle açıkladı: “Halep’teki o insanlar, o varil bombalarının altından mecburen İdlib’e kaçmak zorunda kaldılar ve bugün yine tehdit altındalar. Öyleyse bize düşen bir görev de İdlib idi”. Daha açık olunabilir mi?

• • •

Bu panoramik gezintiden sonra diyebiliriz ki, Türkiye, Suriye krizinde, tüm ülkelerin baş düşman gördüğü DAEŞ’i değil, karada onunla en etkili savaşı veren PYD/YPG güçlerini gördü ve bölgede yalnız kaldı. Üstelik bu politikayla, istediğinin aksine, PYD/YPG’yi daha da güçlendirdi. Türkiye’yi uluslararası planda yalnızlığa iten ve on binlerce Suriyelinin yeniden göçüne yol açabilecek bu politika aslında iflas etmiştir. Bugünkü koşullarda, Çar’la Hünkâr İskelesi anlaşmasını imzaladıktan sonra, umutla İngiliz elçisini bekleyen II. Mahmut gibi, kimsenin Batı’dan bizi daha iyi anlayacak bir elçi bekleyecek hali yoktur.
Gerçek çözüm, dış politikayı yurt içindeki oligarşik çıkarlara alet eden demagojik popülizme “Hayır!” diyecek laik ve demokratik bir cephenin kurulmasına katkıda bulunmaktır.

Taner Timur / BİRGÜN

Türkiye bir kabile devleti midir? - Fatih Yaşlı

Bugünlerde sıkça bu soruyu soruyor ve bir tür inkâr psikolojisiyle, “Hayır” diye yanıtlıyorlar, “Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti değildir.”

Acaba?

Çoğu gayet eşitlikçi bir zihniyetle ve doğayla barışık olarak yaşayan kabile toplumlarını tenzih ederek ve teşbih olsun diye söyleyelim: “Evet, Türkiye nicedir bir kabile devletidir.” Anayasasızlığın, hukuksuzluğun, despotluğun, akrabalık ve kafa kol ilişkilerinin devlet yönetimine damgasını vurması ve iktidarın giderek kurumsal hüviyetini kaybedip yerini kişiselleşmiş iktidara bırakması nedeniyle böyledir bu. Türkiye hızlı bir şekilde “medeniyet yitimi”ne uğramakta, modernite rotasından çıkmış bir şekilde ve bu sefer teşbih yapmaksızın, kelimenin gerçek anlamıyla söyleyecek olursak “geri”ye doğru gitmektedir.

Artık “olağan” olarak yönetmesi mümkün olmayan bir iktidar ve yönetilmesi mümkün olmayan bir ülke vardır karşımızda, tam da bu nedenle OHAL bir kez daha ve sonra bir kez daha uzatılmak zorundadır. “Teröre karşı sonsuz savaş” mantığıdır bu ve elbette ki paradoksaldır da: Hem terörün en kısa zamanda bitirileceği vaat edilmektedir, hem de her yerde hazır ve nazır, kendisiyle ancak olağanüstü yöntemlerle baş edilebilecek bir düşmanın varlığı, iktidarın ömrünü  uzatmanın temel koşulu haline gelmektedir.

Mutlak bir şekilde dost-düşman ayrımı üzerine temellendirilmiş bu siyasetin ortaya “iki uluslu” bir ülke manzarası çıkarması elbette ki kaçınılmazdır. Biz ve onlar, dostlar ve düşmanlar, milletten olanlar ve geriye kalanlar… Türkiye toplumunun birbirine düşmanlaştırılması ve bu düşmanlığın devasa propaganda aygıtı aracılığıyla her gün yeniden ve yeniden üretilmesi iktidarın bekası adına kaçınılmaz bir zorunluktur. İktidarın ayakta kalmasının yolu, toplumsal bir aradalığın düzenli olarak maddi ve manevi tahribatından geçmekte, süreklileşmiş bir düşük yoğunluklu iç savaş ve teyakkuz hali başat yönetim teknolojisi haline gelmektedir.

Bu yıkmaksızın ayakta kalamama durumu, diğer alanlar için de geçerlidir, ülkenin saraydan yönetilmesi ve kişiselleşmiş iktidar için her türlü kurum paralize edilmeli, yıkılmalıdır. Bugün Türkiye’de yargı, ordu, üniversite yoktur; bunların hepsi gündelik politikanın hükmünü icra ettiği ve sayısız çıkar grubunun birbiriyle rant yarışına girdiği feodal beyliklere dönüşmüştür, “modern devlet” diye bir şey varsa eğer ve bu da kurumsallığa, yönetimin temel mantığını kurumsallığın oluşturmasına işaret ediyorsa, artık bu anlamıyla Türkiye’de modern bir devletten söz etmek mümkün değildir. Arpalık sahibi feodal beylikler ve tepede en büyük beylik… Manzara büyük ölçüde böyledir.

Bu manzaranın ekonomik alana yansımıyor olması elbette ki düşünülemez. Ayakta kalabilmek için Türkiye’nin bütün kamusal varlıklarını satmak kaçınılmazsa eğer, bundan kaçınılmamış ve 70 milyar dolar tutarında kamu varlığı sermayeye devredilmiştir. Yetmemiş, borçlanma olanakları dibine kadar zorlanarak toplam borç yaklaşık dört katına çıkarılmış, 400 milyar dolar bu halkın omuzlarına bindirilmiştir. Buna bir de “Devletin cebinden bir kuruş çıkmayacak” diye sunulan köprüler, tüneller, havalimanları eklenmelidir şüphesiz. “Dava komisyonu” ile verilen ihalelerle gerçekleştirilen yirmi otuz yıllık geri ödemeli bu projeler birer ekonomik yıkım ve ipotek projesidir, ekonomik rasyonalite bütünüyle çökertilmiş, eş dost sermaye grupları buradan palazlandırılmıştır.

Peki ya dış politika? Dün dost olanın bugün düşman ve düşman olanın dost olabildiği, oradan oraya savrulup duran, Kayserili halı tüccarı zihniyetiyle sürdürülen, güya denge siyaseti izleyen ama çırpındıkça daha çok bataklığa batan dış politikayla varılan yerin neresi olduğu bellidir. Tüm dünyayla kavgalı, devletten devlete ilişkileri kişisel bağlantılar ve lobiler üzerinden kurmaya çalışan, “ulusal çıkar” mefhumunu iğdiş eden, her türlü ilişkiyi kendi bekası ve ikbali adına kuran bir dış politika anlayışıdır bu karşımızdaki ve “kabile devleti” diyorsak, bunun en net gözlenebileceği alanlardan birisi burasıdır.

Tam da bu nedenle, Türkiye bugün ekonomisiyle, siyasetiyle, bir arada yaşama kültürüyle on beş yıl öncesine göre çok daha kırılgan, on beş yıl öncesine göre toplumsal fay hatları çok daha gerilmiş, on beş yıl öncesine göre emperyalizmin müdahalelerine çok daha açık ve çok daha az dayanıklı bir ülke görünümü sergilemektedir.

Bürokrasisi, kurumları, güvenlik aygıtı, ekonomisi, eğitim sistemi, dış politikası çökertilmiş ve bu süreklileşmiş çökertme sürecinin iktidarın ayakta kalabilmesinin asli koşulu haline geldiği bir ülkede, aynı iktidardan anti-emperyalist bir tavır beklemek, hele hele ülkenin gerçekten yurtsever insanlarını iktidarın arkasında hizalanmaya davet etmek ahmaklık değilse alçaklık ve alçaklık değilse ahmaklıktır.

Emperyalizm karşıtlığı mı, bağımsızlık mücadelesi mi, yurtseverlik mi, sonuna kadar ama bu tablonun sorumlularıyla hesaplaşma iradesiyle, İslamcılardan anti-emperyalizm çıkmayacağının bilinciyle, kendi ikbal mücadelesini ülkenin istiklal mücadelesi gibi sunanların tuzağına düşmeksizin, bağımsız bir sol siyaseti bu topraklarda var etme iddiasıyla öncelikle… Durduğumuz yer burasıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Baş ve dünya yuvarlaktır - Mine G. Kırıkkanat

Yahudilik, kadın kafasına yaşadığımız yüzyıldan 4000 yıl önce taktı ve “ya saçını kazıyıp görüneceksin ya da örtüneceksin” dedi.
Hıristiyanlık, aynı kuralı 2017 yıl önce benimsedi.
Mutlaka kan bağıyla edinilen Yahudilik yayılmacı bir din olmadığından; özellikle Batı toplumlarında kadının yerini en yaygın anlamda imana dayalı Hıristiyanlık belirledi.
Ancak...
Tanrı’nın oğlu kabul ettiği İsa’nın annesi Meryem’i kutsayarak, üç tektanrılı din arasında kadını en fazla yücelten inanç oldu... Denilse de, uygulamada pek de yararı görülmedi bu yüceltmenin. Örneğin İncil’de Aziz Paulus’un Efeslilere vaazında, hiç olmazsa kadına şiddet yoktu ve:
“Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı’ya itaat eder gibi itaat edin. Erkekler, karılarınızı İsa’nın Kiliseyi sevdiği gibi sevin” yazıyordu.
Peki, kadınlar pek mi sevildi, genelinde Hıristiyan, özelinde Katolik tarihte? Ne gezer... 

***

Kendisini dine adayan kadınlara, aynı Paulus, aynı İncil’de, “Mütevazı ve mutaassıp giyinsinler. Saçlarını örmesinler, altın, mücevher takmasınlar, gösterişli elbiselerden kaçınsınlar” deniyor ve ekleniyordu: “Din kadınları kendilerini hayır işlerine adamalı ve itaat görevlerini sessizce ifa etmelidirler...”
Rahibe cemaatleri böyle kuruldu ve manastır hayatı bu emirlere dayandı.
Bazı rahibe cemaatlerinde, mumya gibi bantlanan başların üstüne çarşaf örtülüyor, buna rağmen altındaki kafanın saçları da kazınıyordu.
Yani tarihte kimi rahibeler din kadınlığını, Yahudiliğin “ya kazıt, ya örtün” kuralını Katolik öğretide hem kafalarını kazıtıp hem örterek, başka bir deyişle iki kat diyet ödeyerek üstlendiler.
Yıllarca “sessizlik oruçları” tutanlar oldu. Zaten hepsi bakireydi ya da nedamet getirmiş, erkek eli tutmamaya yeminli, tamamı Hz. İsa’ya, yani cismi olmayan Tanrı oğluna önce nişanlı, sonra evli... 

***

Yemek orucunu, sessizlik orucunu kazayla bozanlar, aklından günah fikirler geçirenler, kendi kendilerini cezalandırmakla yükümlüydüler. Bu cezalar, bazen sabahtan akşama dua, aylar hatta yıllar boyunca kuru ekmek ve suya talim, bazen de kendini dövmek biçiminde uygulanıyordu.
Ve kendilerini cezalandırmak üzerine kurulu kadın yaşamları, hastaları iyileştirmek, sakatlara yardım, yetimleri eğitmeye adalıydı.
2000 yılda, aklını Tanrı’ya ve dine takarak kaçınan (kaçıran olabilir mi?) binlerce rahibe gelip geçti dünyadan. Yüzlercesi, en büyük günahı işledi ve intihar etti.
Yine de engizisyon ateşlerinden kurtulamadılar.
Ortaçağda, manastıra girmeden ve Kilise tarafından görevlendirilmeden rahibe yaşamı süren, kendisini hayır işlerine adayan “laik” kadınlara ve onlara destek veren erkek rahiplere “Beguin” ekolü denildi. 1139 Latran Konsili’nde, rahiplerle birlikte çalışmaları yasaklandı. 1233 Mayence Konsili’nde, Engizisyon Başrahibi Conrad de Marbourg tarafından yüzlercesi yakılarak ölüme mahkûm edildi ve “sahte dindarlık” suçundan yakıldılar. 

***

Peki, günümüze ne kaldı bu rahibelerden ve ekollerinden? 



Şöyle söyleyeyim: Nesli tükenen rahibeler hakkında anlatılan fıkraların, erotik ve pornografik “fantazm” metinleri ile çevrilen filmlerin sayısı, dünyadaki rahibe nüfusundan fazla. Ve kafasını saç teli görünmemecesine örten yegâne kadın türü rahibeler olan Katolik Kilisesi, giderek büyüyen din kadını açığını Siyahi Afrika’dan ithal ettiği yeni müminlere rağmen kapatamıyor.
Ve Almanya’daki ünlü Faşing karnavalında, resimde gördüğünüz rahibe kılıkları internette satılıyor, üstelik pek revaçta.
Kadın olsun, erkek olsun, insan başı dünya gibi yuvarlaktır. Önce dönmez sanılır, döner diyen yakılır, eninde sonunda döndüğü anlaşılır.
Demem o ki, 622 yıl kadar sıkacaksınız dişinizi. Çünkü Türkiye’yi yönetenlerin gizli takvimi, henüz miladın 1395’inci yılını gösteriyor.
***
Yukarıdaki yazım, ilk kez 2008 yılında yayımlanmıştır. Sadece tarihleri güncellediğim bu satırların; ülkemizi yöneten ve hicri takvimin 1439’unda takılı kalan zihniyetin, kadınlarımıza Medeni Kanun’la verilen erkeğe eşit insanlık hakkını müftülere nikâh yetkisiyle hacamata hazırlandığı günümüze, ışık tuttuğunu düşünüyorum. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

14 Ekim 2017 Cumartesi

Bir Ankara polisiyesi - Orhan Gökdemir

Malum, “t”siz Emrah S. içkili araç kullanıp bir ailenin yok oluşuna sebep olduktan sonra vicdan azabına dayanamayıp günler sonra teslim olunca karakteri Behzat Ç. de öksüz yetim kalakaldı. Düşünün, Behzat Ç.’nin yaratıcısı olan yazarımız Gezi kahramanıydı ama asıl ününü birkaç sarhoş polisi halkımıza sevdirerek yapmıştı. Yüzüne gözüne sabah akşam gaz sıkılan, coplanan, tekmelenen, tomalanan halkımız Emrah S.’nin paçoz polislerine bakıp bakıp pek eğlenmişti doğrusu. Ayyaşlıklarının yanında, küfürbaz ve cahildiler üstelik. Bir tuhaf lümpen muhabbetinden ibaretti her şey. Su testisi suyolunda kırılır yahut yazar kahramanına baka baka kararır derler. Öyle oldu, bir Ankara polisiyesi gibi nihayete erdi hepsinin macerası; karakolda bitti. Zamanımızın kahramanı anca bu kadar işte.
Hayır, edebiyat eleştirisi yazacak değilim. Onu bizim Taylan K. soL’da hakkını vererek yapıyor zaten. Ben başka bir Ankara polisiyesi anlatacağım size. Hem benim anlatacağım karakterler Behzat Ç.’yi ve yancılarını arka cebinden çıkarır.

***

İlker B… NATO’da, orada burada bir dizi görev yapıp, bir sürü madalya aldıktan sonra ülkenin çok sıkıntılı bir zamanında devletin en önemli koltuklarından birine oturdu. Bundan böyle vatanı o savunacaktı. Fakat görevi sırasında bir gün emrindeki bir aşçı patates taşırken takip edildiği polisler tarafından derdest edilince, devletin başka bir önemli koltuğunda oturan Bülent A.’ya suikast hazırlığı yapıldığı anlaşıldı. Aşçının cebinde Bülent A.’nın evinin sokağının krokisi bulunmuştu.
Hop, topladılar İlker B.’nin aşçısını ve arkadaşlarını. Belli ki pişmiş ete soğan doğrayacaklardı. Birkaç gün sonra aşçının cebinden çıktığını iddia ettikleri krokiyi gerekçe göstererek İlker B.’nin en az vatanı kadar özenle koruması gerektiği gizli kozmik odasına daldılar. Ne varsa kopyaladılar, ne buldularsa aldılar. Bir tek Bülent A.’ya suikast planını bulamadılar.
Gerçekte illegal bir tarikatın militanları olan hâkim, savcı ve polisler baktılar ki sert görünen uzun adam pamuk şeker kıvamında, gidip kışlalarını bastılar gündüz gözüyle. Kimse “siz kimsiniz, ne cesaretle silahlı kuvvetleri basmaya gelirsiniz” diyemedi haliyle. İlker B., bir asker olmasına rağmen yargı sürecini beklemeye pek meraklıydı çünkü. Alıp alıp götürdüler İlker B.’nin adamlarını. Görevi başında ilk tutuklanan kişi daha çiçeği burnunda bir asker olan Mehmet Ali Ç.’ydi. (Hayır, Behzat Ç. ile bir akrabalığı yok!) İlker B., kendisine yapılan “askerler askeri mahkemede yargılanmalı” uyarılarına kulak asmadı ve Mehmet Ali Ç.’yi tarikatın adamlarına teslim etti.
O yargı sürecini bekliyordu ama yargının süreci beklemeye hiç niyeti yoktu. Sonunda tutup yakasından İlker B.’yi de içeri tıktılar. Yattı, ağır cezalara çarptırıldı, sonra bir gün aniden bırakıldı. Hiç biri yargı sürecinin sonucu değildi. O öyle durup beklerken bütün tersanelerine girildi, bütün kaleleri zapt edildi, bütün adamları içeri tıkıldı. Ölen öldü, kalan sağlar darbeye kalkışmasın mı? Onu da beceremediler. Uzun esirlikteler şimdi. İlker B.’nin koltuğunda da Hulusi A. oturuyor üstüne üstlük. Emrindeki koca orduyu, o orduyla birlikte vatanı işte böyle tek kurşun atmadan, tek bir direniş göstermeden teslim etti İlker B. Üstelik hala yaptıklarının doğru olduğunu söylüyor.
Hücresindeki duvarına çentik atarak uzun esaretten azat edileceği günü bekliyor son günlerde. Her gün karakola gidip imza veriyor ve yargılaması hala devam ediyor!

***

Devlet B… “Devletin başına Devlet gelecek” diye karşılanıyordu yıldızının parlak olduğu zamanlarda. “Ülkücü hareketteki tek ülkücü olmayan kişidir” diyorlar arkasından şimdi. Devletin başına gelemedi ama bastonu olmayı başardı. Sistem her sendelediğinde ona yaslanıyor, o da tereddütsüz görevini yerine getiriyor. Görevli baston. İddia o ki, bu gerçekten ona verilmiş bir “görev”. Evet, Devlet’e devletin verdiği bir görevden söz ediyoruz!
Işıltısız bir öğrenci, uzatmalı bir asistandı Devlet B. Doktorasını 10 yılda zar zor verip, öğretim üyeleri arasına katıldı. Bu açıklanması güç ataleti “doktorasını solcu hocalar engelledi” diye açıklamaya kalkanlar var ama kim o solcu hocalar, onu söylemiyorlar.  İddia o ki kitap okumayı sevmez, o yüzden kitap yazmak da meşrebine uygun değildir. Kitapsız zaten. Fakat buna karşın o, sözlü kültürün yolunda ilerleyen bir ulu bilge. Doktora tezini gören bir faninin olmaması bu analizle örtüşmektedir. Partisi içindeki muhaliflerin dediğine göre doktora hocalarından Prof. Dr. Kamil T., onu kendilerine Milli Emniyet’in getirdiğini, bu sebeple yardımcı olduklarını beyan etmiştir. Ama bu genç adama iyi davranan ve yardımlarını esirgemeyen milliyetçi hocaları öğrencilerine küs göçmüşler dünyadan. Hem kitapsız, hem sevgisiz.
Ama nasıl olduğu hala bir sır, paraşütle ülkenin önemli partilerinden birinin başına geçmeyi başardı. Bu bir tür ilahi işaret gibiydi seçilmesi. Koalisyon kurdu, yarım da olsa iktidar oldu. Sonra bir gün, durup dururken ülkeyi tek başına erken seçime götürdü. O seçimde partisi baraj altında kaldı. Kendisiyle birlikte koalisyon ortağı da silindi ve böylece Tayyar E. için yol temizlenmiş oldu.
O gün bugündür baston. Mesela Abdullah G.’yi o seçtirdi. Ekmeleddin İ. adında bir zatı ana muhalefet partisine kakalamayı başararak aday gösterdi ve Tayyar E.’nin sorunsuz seçilmesini sağladı. Tayyar E. seçimde çoğunluğunu kaybedince yine koşup düştüğü yerden kaldıran o oldu.
O kadar ileri götürdü ki yandaşlığını, iktidarla akraba olan partisi bile dayanamadı buna. Oluk oluk kan kaybediyor son günlerde. Olup biteni karakola komiser atanmayı umarak ve püskevit yiyerek izliyor.

***

Kemal K., uçurumun kenarında olan ülkenin kendini kurtaracağını sandığı bir karakter. Ailenizin Ankaralısı. İlker B. orduyu, Devlet B. ülkeyi kurda kuşa yem ederken olup biteni ifadesiz izliyor fakat. Ankara Emniyeti adamlarından birini içeri tıkınca biraz sinirlenir gibi oldu ama uzun bir yürüyüş yapınca geçti. Şimdi koltuğunda oturup, kendi kapısını da çalmalarını bekliyor. Aklı hala Ekmeleddin İ. ile Mansur Y.’de. İlk seçimde yine onları aday göstermeyi planlıyor.
O sırada Levent G. ve Fidel O.  ile buluşarak Ankara’da olup bitenler hakkındaki engin analizlerinden faydalanıyor. Levent G.’nin “Tayyar E. ile birlikte halka açık bir camide Cuma namazı kılarsa ilk seçimden birinci çıkmasının garanti olduğu” yönündeki tezini bir de Binnaz T.’ye doğrulatmak istiyor. Binnaz T. ise “ben laikçi değilim” diyerek bu isteğe direniyor.
Kemal K., İlker B.’nin hayranlarından. Devlet B.’den pek hazzetmiyor, çünkü Devlet B. kimseden hazzetmiyor. Tayyar E.’ye karşı duyguları inişli çıkışlı. Çağırınca gidiyor, kovunca duruyor ama Tayyar E.’ye içten içe derin bir muhabbet beslemekten de geri durmuyor.
Olaylar Kemal K.’ya her şeye hazır olmayı öğretti. Eğer polis kapısını çalmazsa o gidip karakola teslim olacak.

***

Tayyar E. Ankara polisiyesinin en renkli karakteri. Devlet B.’yi bir odaya kapattı ve susturmayı başardı. Devlet B.’nin yokluğundan faydalanan Meral A.’nın arayışlarından kaygılansa da o cenahtan bir tehdit gelmeyeceğinin farkında. Kemal K.’dan değil ama adamlarından bazılarından hiç hazzetmiyor. İlker B.’nin kendisine tanrı tarafından gönderilmiş bir lütuf olduğuna inanıyor. Hulusi A.’ya bakıp o eski günleri hatırladıkça gözleri yaşarıyor. Ama her şey süt limanmış gibi görünse de İnterpol’ün Ankara Emniyetini aşıp kendisine bir baskın yapacağından endişeli. Macerasının karakolda bitmemesi için yatıp kalkıp dua ediyor.
Bir Ankara polisiyesi Emrah S.’ye rağmen devam ediyor!

Orhan Gökdemir/SOL