26 Ekim 2017 Perşembe

İyiliğin değil kötülüğün partisi - ÖZGÜR ŞEN

Bireysel düzlemde iyiliğin tanımını yapmak biraz daha zor olsa da, siyaset alanında iyiliğin bir yerlere çekiştirilebilir tarafı olamaz. Siyaseten iyiliği ve dolayısıyla kötülüğü tanımlamak mümkün.
Meral Akşener’in İyi Parti ismiyle kurduğu siyasi oluşum da, daha en başından belli oldu ki iyiliğin değil kötülüğün partisi. Akşener’in parçası olduğu sağcı gelenek bu memlekette iyiliğin değil kötülüğün tarihini yazdı. Bu tarihte istisnasız olarak hep emekçilerin ve yoksulların hakkı yendi, gericiliğe ve yobazlığa destek verildi, ülke güçlü devletlerin kuklası haline getirildi, memleketin kaynakları talan edildi ve hırsızlık alışkanlık oldu... Bunlara karşı çıkan devrimci ve solcular ise akla gelebilecek her türlü şiddet kullanılarak bastırıldı, katledildi. En sonunda solunu bu kadar ezen bir cumhuriyet ayakta duramadı, ortada bir şey kalmadı.

 Bu işleri uzaydan gelen birileri değil, Akşener’in konuşmasında atıf yaptığı isimler yaptı. Yeni partinin kurucu genel başkanının konuşmasında atıf yapılan, Menderes’ten Özal’a, Türkeş’ten Yazıcıoğlu’na uzanan liste, bu isimlerin hepsinin aslında aynı partinin üyesi olduğunun ispatı aslında. Akşener kimseyi kandırmasın, Erdoğan’ın bu listede yer almıyor olmasının tek sebebi ise şu an hâlâ yaşaması ve aktif siyasete devam etmesi...

İyi Parti’nin bugün hedef aldığı ismin yarın öncüllerin, saygı duyulanların yer aldığı böylesi bir listeye girmesinde şaşılacak bir taraf yok. Çünkü hepsi aynı taraftalar... Aşiret liderlerini, patron temsilcilerini, bakan ve siyasetçi eskilerini bir araya toplayan partinin kurucu listesi de Türkiye’nin iyi tanıdığı bir sağcılığın tezahürü.

Peki nedir Akşener’i Erdoğan’dan farkı kılan?
Çiçeği burnunda parti başkanı yaptığı kuruluş konuşmasında ne diyor mesela?
Alışık olduğumuz sağcı ve altı boş gevezelikten başka halka ne anlatıyor?
Geniş emekçi kesimlerin sorunlarına dair, yoksulluğun ve işsizliğin çözümü hakkında, içinde yaşadığımız karanlıktan çıkış yolunu gösteren tek bir anlamlı öneri getirmeyen bu konuşma Akşener’in cumhuriyeti bitiren, ülkeyi dipsiz bir karanlığa sürükleyen geleneği sahiplendiğinin ve devam ettireceğinin ispatı.

Logonun ve sloganların dahi AKP’nin daha önce kullandıklarını hatırlatması raslantı olarak görülemez. Basit bir hırsızlık veya esinlenme değil bu. Aynı biçimde düşünüyor ve üretiyorlar. Bir farkları yok, benzerlik yalnızca bu gerçeği gösteriyor.

Akşener ben de bu yolun yolcusuyum diyor ve bugünün Türkiyesi’nde, bu denli acıyı görmüş, derin bir karanlığın içinde inim inim inleyen ülkede ona umut bağlayanlar çıkabiliyor. Türkiye sağcılığının bu hanımefendide yeni bir soluk araması anlaşılır. Türkiye’de patronların AKP’ye alternatif olarak başka planları hazırda tutmasında da şaşılacak bir yan yok. Batılı devletler arasında da Akşener’e yatırım yapanlar çıkabilir, niye çıkmasın?

Peki ama kendisini solda görüp Meral Hanım’a dair bir beklentiyle hareket edenlere ne oluyor? Emin olun sayıları ortaya çıkanlardan çok daha fazla ve yine emin olun Akşener’in daha kuruluş günü sergilediği sağcılık onları da şaşırtmıyor. Onların da sağcılığın değişeceğine dair bir beklentileri yok.

Başka bir hesapla hareket ediyorlar. Sağın bölünmesinden medet umarak yapılan stratejik hesaplarla, sağcılaşarak iktidara yürümek aynı paranın iki yüzü. Bu akla ziyan siyasi yaklaşımlar soldan ve ülkeden umut kesmenin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Zaten ikisi de aynı anlama geliyor. Soldan ümitlenemeyen ülkeden de ümitlenemiyor. Umudun olmadığı her yerden de kaçınılmaz olarak sağcılık ürüyor. Çünkü sağcılık dünyanın her yerinde umutsuzluğu simgeliyor, umutsuzluktan besleniyor. Böylesi bir karanlık geçmişe rağmen sağcılık biraz da bu nedenle iktidarda tutunuyor.

İnsanlık tarihinde siyasi iyilik modern çağlara girerken aydınlanmayla birlikte tanımlandı. İyi, doğru ve güzel, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik idealleriyle anlam kazandı. Siyaseten iyilik insanlığın bu idealler için verdiği mücadelenin yanında saf tutmakla, buna destek vermek veya içinde olmakla özdeşleşti. Kötülük ise bu mücadeleye karşı durmakla...

Modern sınıfların arasındaki mücadelenin yükselmesi ve emekçi ile patronun kavgasının başlamasıyla iyiliğin tanımının evrim geçirmesi kaçınılmazdı. İktidarın gökyüzünden yeryüzüne indirilmesi ve yurttaşlık haklarının yaygınlaşması gibi hedeflerin aşılması ve insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma doğru yürüyüşünün başlaması iyinin, doğrunun ve güzelin yeniden tanımlanmasına yol açtı.

Bu mücadeleyi yürüten sol siyaseten iyiliğin tüm dünyadaki tek adresidir. İnsanın insanca koşullarda eşit ve özgür yaşaması fikri olmadan iyilik olmaz. Sömürünün olmadığı, paranın saltanatının bittiği aydınlık günler için verilen kavgadır iyilik.

Sağcılık yalancılıktır ve Akşener’in iyilik iddiası da, sağcılığın kulağa hoş gelen tüm diğer iddiaları gibi yalandır.

Zaten bir tarafta eşitlik ve özgürlük hülyalarından yola çıkan iyilik, diğer tarafta sağcı Akşener’in siyasi kimliğinde somutlanan ve iki okla yayın yan yana gelmesiyle yazılan sözde kayı boyundan kalma uyduruk bir “iyilik”. Karar sizin...

Özgür Şen / SOL

Bize sol iyi gelir - L. DOĞAN TILIÇ

Meral Akşener’in ne zamandır beklenen partisi kuruldu. İyi Parti, “Türkiye iyi olacak” sloganıyla geliyor ve gelişini de Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nden duyurdu. Kuruluşun açıklandığı yerin ismi de manidar. Parti, en sağdan gelenlerin biraz sola yanaşarak merkezdeki boşluğu doldurma iddialarının ürünü.
 Sola yanaşmak iyidir!

 Akşener ve arkadaşlarına MHP’nin kapıları kapatılmasa, oradan dışlanmasalar siyasi yaşamımıza böyle bir partinin girip girmeyeceği tartışılır. Tartışılır ama, ben “olmazdı” demem.
Merkezi doldurma iddiasıyla yola çıkan AKP’nin iyice sağa, hatta aşırı sağa kaymasından rahatsız kimileri böyle bir arayış içindeydiler. Türkiye’nin siyasal toplumsal yapısı; bu kurucularla değilse başka kurucularla, şimdi değilse bir başka zaman, bu isimle değilse bir başka isimle buna benzer bir partiyi doğururdu.

Bahçeli’nin muhaliflerini dışlaması, kimi Erdoğan muhalifleri için “umut” olan bu partinin Akşener’in liderliğinde ve bugün siyaset sahnesine çıkmasına neden oldu.

Anlaşılan, hep oldukları sağdaki yerlerinden alınarak sol ve sosyal demokrat olduğu iddiasındaki bir partinin vitrinine yerleştirilen kimi politikacıların da böyle bir umuda ihtiyacı varmış!

İyi Parti’ye “kurucu” olmak için, anlaşılan o kadar da iyi bulmadığı partisi CHP’den istifa eden Aytun Çıray işte… “Siyaset yüzde 100’ün oyuna talip olmak için yapılır. CHP olarak yüzde 25 oyumuz var. Biz çok çalışarak bunu yüzde 28’e çıkarabildik” diyerek, herhalde yüzde 100’le buluşmayı umduğu partiye geçti. Hayırlı olsun!

Yeni parti, aslında pek yeni olmayan, önce Özal’la ANAP’ın denediği, ardından yola çıkışında AKP’ye de yakıştırılan bir çizgi izliyor: Dört eğilimi birleştiriyor!

O dört eğilimden üçü, yeni partinin doğuş damarı olan milliyetçiliğe pek uzak değil ve çıkış noktasından sola doğru yanaşırken onlarla buluşup birleşmesi zor olmaz.

Aytun Çınar’ın kurucu olması da solla buluşma sayılmaz tabii. Ama Ecevit’le siyaset yapmış eski bakan kurucular var. Ödül töreninde Berkin Elvan’a selam söylemiş, hâlâ solcu olduğunu vurgulayan ve “vatanseverlik ortak paydası”nda buluştuklarını söyleyen sinema yönetmeni Onur Aydın var…

İyi Parti, epey musibetin “solda” kimilerine, özellikle de CHP’ye, anlatamadığını anlatmak açısından da iyi oldu!

Türkiye nüfusunun yüzde 70’i sağ ve muhafazakâr çizgide, iktidar olabilmek için mutlaka oradan oy alabilmek gerek, oy alabilmek için de oraya hoş görünmek gerek analizleriyle siyaset yapmanın; bu nedenle Ekmeleddin’e sarılmanın; seçimlerinde sağdan isimler transfer ederek başarı aramanın sonuçlarını daha kurulmadan gösterdi İyi Parti. İyi oldu!

Solda bir partinin sağdan oy alabilme umuduyla sağla arasındaki çizgiyi muğlaklaştırmasının sonucu, bırakın sağdan oy almayı, kendisini sağa tırtıklatmak oluyor! Sol renginizi soldurarak, bir karşı hegemonya yaratmaya çalışmak yerine kolayca sağ hegemonya içinden konuşarak kazanma hayali hep fiyaskoyla sonuçlandı, fiyaskoyla sonuçlanıyor.

Türkiye’ye sol iyi gelir!

Vatanseverliğinden, anti-emperyalistliğinden, hakka hukuka saygısından, adaletinden, ahlakından ve iyiliğinden kimsenin kuşku duyamayacağı bir sol… Sorunların bilimin yol göstericiliğinde, laikliğe sarılarak, özgürlük alanlarını genişleterek ve dayanışma içinde çözülebileceğini bilen ve gösteren bir sol…

Piyasacılığın karşısına kamuculuğu koyan, büyük balıkların küçük balıkları yemesine izin vermemek bir yana, memlekette küçük balıkların olmasına tahammül edemeyen ve izin vermeyen bir sol…
Eğitimi, sağlığı bütün vatandaşlar için hak sayan bir sol…

Kürdü Türkü, Lazı Çerkezi, Arabı Gürcüyü, Aleviyi Sünniyi sımsıcak kucaklayan ve kucaklatan bir sol…

Havasına suyuna doğasına titizlenen, çevreci ve feminist bir sol…

Sol bu zaten; her şeyden önce iyilik, ahlak…
Solu böyle anlayıp böyle anlattığınızda, boş iştir sağa yanaşarak iktidar aramak. Sağa yanaşarak sağdan oy almaya gidenlerin kaderidir bir parçalarını sağa kaptırmak!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Çelik inatlı gazeteci - NAZIM ALPMAN

İsminin başına gelen “Gazeteci”yi en fazla hak eden kişi olarak tarihe geçen Nail Güreli’yi geçen yıl bugün (26 Ekim 2016) kaybettik. Gazeteciliğin zirve isimleri sayılırken, Nail Güreli’yi öncelikle anmamız gerektiğini bu mesleğin içinde bulunan herkes kabul eder.



















Onu tanımış olmak başlı başına bir talihtir. Hele benim gibi onunla aynı odada çalışma onuruna sahip olmanın ayrıcalığı ise bambaşkadır.
Nail Ağabey ile uzun bir röportaj (nehir söyleşi) yapmak istediğimi söylediğimde bana “Sen benim kara kutumsun” diye savuşturuyordu. Benimle epeyce sırrını paylaşmıştı. Ama o anlatmadıktan sonra yazamazdım ki… Onları bana dostu olarak anlatmıştı. Ben ise gazeteci gibi sorup yanıtlarımı almak istiyordum, yazmak üzere… Olmadı.

Nail Ağabey ile sadece oda arkadaşı değil, ağabey kardeş ilişkisi içinde iyi dost, sırdaş, arkadaş, yoldaştık da… Yoldaşlık hem gerçek anlamda hem de mecazi olarak bir yol arkadaşlığını kapsıyordu.

Metin Göktepe Davaları sırasında sayısız defa birlikte Afyon’a gidip döndük. Gözaltında öldürülen Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’yi -kaba dayakla- öldüren polisleri koruma kaygısıyla devlet davayı, İstanbul’dan Aydın’a oradan da Afyon’a sürgün etmişti. Gözden ırak olan, adaletten de uzak olur düşüncesiyle böyle yapmıştı devlet… Düşünebiliyor musunuz, Adalet Bakanlığı koltuğunda, koyu karanlık ve kocaman soru işaretleri olan bir polis  şefi oturuyordu o zamanlar…
Afyon yollarında Nail Ağabey ile yoldaş olduk. Benim gibi pek çok genç gazeteci de böyle yoldaşı oldu Nail Ağabeyin.

Dava bitip de katil polisler hapis cezaları aldıktan sonra düzenlenen 1. Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri’nin ilk töreninde davayı izleyen bütün gazeteciler adına Büyük Ödül; Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli’ye verildi.

TGC’nin gelmiş geçmiş başkanları arasında Nail Ağabeyin yeri bu yüzden çok başkadır. Çünkü onun yaşıtı pek çok gazeteci, katilleri ve onları koruyan devlet yetkililerinin marifetlerini sorgulamak yerine, Metin Göktepe’nin sarı basın kartını soruyorlardı!!!

Nail Güreli, bütün bu kararmış-sararmış ihtiyar kötülük savunucularının üstünden tek adımla atlayarak kalbini koymuştu, Metin’in kapatılmak istenen dosyalarının üzerine… Bu yüzden kapatamadılar!

Aradan yıllar geçti. Artık o eski devlet yapılanması gitmiş, yerine demokrasiye inandığını söyleyen ekip iktidara gelmişti.

Biz Nail Ağabey ile yine yollardaydık. Bu sefer Ahmet Şık ile Nedim Şener’i görmeye Silivri Cezaevi’ne gidiyorduk. Nail Ağabey artık TGC Başkanı değildi. Meslek büyüğümüz, yoldaşımız, yol göstericimiz, umut aşılayanımız, mücadele azmini yükseltenimizdi. Bu yüzden, bütün “nasılsın?” sorularını kendine özgü bir iyimserlikle yanıtlardı:
-İyi olmaya mecburuz!

Nail Ağabeyimizi hep iyi yönleriyle hatırlıyoruz. Peki, hiç kötü bir yanı yok muydu? Olmaz olur mu, çelik sertliğinde bir inada sahipti. Bu özelliği mücadele alanında çok yararlıydı ama özel hayatı için de çok zararlıydı.

Son yıllarında onu evinde en fazla ziyaret edenlerin herhalde başında geliyordum. Hem evlerimiz birbirine yakındı, hem de kafalarımız. O ustamızdı, bizler de onun ardından gelmeye çalışan arkadaşları…

Sağlığı yerindeyken Fikret İlkiz ve Atilla Özsever ile birlikte onun evinde rakılı balıklı akşam yemeklerimiz neredeyse düzenli hale gelmişti.

Ben gündüzleri de uğrayıp, kahve molaları verme imkanına sahiptim. Artık yürürken dengesi bozuluyor, duvarlardan destek alarak mutfağa gidip bana kahve hazırlamaya çalışıyordu. İtirazlarımın minik bir yararı oldu. Kendi kahvemi hazırlamama izin verdi.

Çelik inadı burada biraz kırılmıştı. Ama bir adım ötesine geçemedik. Benim getirdiğim yaylı sportif yürüyüş bastonunu asla kullanmaya yanaşmadı.

Oysa parmakları güçlendiren küçük avuç içi toplarına itiraz etmemişti. Bilgisayar kullanma konusunda da tavsiyelerime açıktı.

Bastona hiç yanaşmadı.

Ve bir akşam evin içinde dengesini kaybedip, düştü. O sırada başını ayakkabılığın kenarına vurdu. Bütün gece öylece kaldı. Sabah erkenden eve gelen hayırsever kadın sayesinde bulundu. Oysa her gün öğlenleri geliyordu, o gün içinden bir şey gelmiş, “Nail Beye bir şey olmuş olabilir” kaygısıyla erkenden gelmiş onu kapının dibinde bulmuştu!

Nail Ağabey’in çelik inadı bastona karşı galip gelmişti.

Onun inadı kazandı, hepimiz kaybettik!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Rus Devrimi’ni kim hatırlıyor? - Nilgün Cerrahoğlu

Sansürcübaşı Skuratov, Marx’ın “Kapital”ine, “Canım bunu az Rus okur. Hele de anlayanı az çıkar” demiş ve de yeşil ışığı yakmış.
Gelin görün ki “Kapital”in Rusçaya çevrilmesiyle “best seller” olması bir olmuş.
Devrimin işçi sınıfı gelişmiş büyük sanayi ülkelerinden çıkmasını bekleyen Marx bile buna şaşmış. “İşe bak!” demekten kendini alıkoyamamış:
“Kimin kime yoldaş çıkacağı hayatta bilinmiyor. Genç Rusya’nın şampiyonu olacağım hiç aklıma gelmezdi!”
Çarlık sansürü tedbiri elden bırakmayıp, komünistlerin “kutsal kitabına” da karartma uygulasaydı, olaylar acaba farklı gelişir miydi?
Son Çar Nikola, cahil Rasputin’in oyuncağı olmak yerine feraset gösterebilseydi, devrimin kapısını aralayan şekilde tahtından caymak zorunda kalır mıydı?
(Sosyal demokrat) Menşevikler; Bolşeviklere üstün çıksaydı; “Ekim Devrimi” daha dayanıklı olur muydu?
Tarihte “öyle olsaydı”, “böyle olsaydı”, “keşke”, “eğer”e yer yok ama böyle çok soru var.
100. yılına giren Ekim Devrimi’ni, hele de “tarihin sonu” afra tafrasıyla ilan edilen “1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışından” sonra beliren gelişmelerle değerlendirmek, bugün yaşamsal önem taşıyor.
Bolşevik Devrimi’nin üzerinden 100, Berlin Duvarı’nın yıkılışından da 30 yıl geçmiş.
Bugün insanlık “Duvar”ın yıkılışından bu yana yeniden büyük bir geri salınıma girmiş. Aşırı sağcılık-ırkçılık yükselmiş, vahşi kapitalizm en kötü krizlerinden birine yuvarlanmış...
Şimdi bu iki tarihi bugün yan yana getirip, uzun soluklu kıyaslamalar yapmak olası.
Ama Putin Rusyası’na baktığımızda, 1917 Ekim Devrimi’nin hâlâ hiçbir nesnel değerlendirmeye olanak vermeyen kertede yakın geçmişte cereyan ettiğini görüyoruz...
 
20. yüzyılın kilidi
“Kızıl Ekim”, nesnel kriterlerle, salt Rusya’yı değil, dünyayı kalıcı biçimde değiştiren bir kilometre taşı ve dönüm noktası.
Sevgili Yakup Kepenek bu hafta başı, Rus Devrimi’nin Cumhuriyet Devrimi üzerindeki etkilerini yazdı. Kaçırdıysanız, mutlaka okumanızı öneririm.
Sovyet Devrimi, Cumhuriyet Devrimi üzerinde olduğu denli; Asya, Ortadoğu, Afrika, Güney Amerika’daki tüm devrimci, antiemperyalist hareketler üzerinde etkili olan bir referans noktası.
Yalnız bu değil...
Sosyal demokrasi hareketleri üzerinde, başta “refah devleti” kazanımları olmak üzere çok kalıcı etkileri olmuş.
Camus’nün “Ekim Devrimi”ni, “20. yüzyılın kilit olayı” diye tanımlaması bu nedenle boşa değil.
Ama gelin görün ki, bu derece belirleyici öneme sahip bir olay, anavatanı Rusya’da düşünülebilecek en alt düzeyde organizasyonlarla anılıyor.
 
Kutuplaştıran resmi tarih
Neden?
Çünkü demokratik tartışmanın olmadığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Putin Rusyası’nda da “tarih”, ancak “Reis”in işine geldiği gibi “araçsal” yazılıyor.
Bu “araçsal” bakışla Putin, devrimin sadece “birlik, beraberlik” masalı şeklinde anlatılmasından yana.
Çünkü “Reis”, “1917”de, bugünkü gücünü pekiştirmeye yarayacak “kült bir sembol” bulamıyor.
Kurşuna dizilen son Çar II. Nikola, mevcut devlet başkanı için çok zayıf bir referans; halihazırda Moskova’nın en lüks alışveriş merkezi “Gum”un karşısında yatan Lenin ise “devrimci” niteliğiyle kurulu düzene tehdit sayılan bir kimlik.
Bu seçici “resmi tarih” algısı Rusları bölüyor; kimi “Ekim”i dış güçler sponsorluğunda yapılan bir “darbe” ve de bugünkü “renkli devrimlerin anası” şeklinde yorumluyor; kimi “büyük güç” olma yolunda bir basamak olarak görüyor.
Soğuk Savaş yıllarında tartışıldığı her ortamda büyük polemiklere yol açan “Ekim Devrimi” velhasıl, anavatanı dahil, hâlâ serinkanlılıkla değerlendirilemiyor. 


“Kızıl Ekim”in gerçeğine ulaşmak için kim bilir insanlığın belki de bir yüzyıl daha beklemesi gerekiyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Vurun kahpeye!’ ya da ‘vurun kadına!’ - ALİ SİRMEN

Zamanlar mı bozuldu, yoksa bizlere mi bir haller oldu?
Hamervahlığa bulanmış, gericilikle bezenmiş yobazlık, cahillik üstüne saltanat kurmuş, olmamışları sahte bir kutsal ile bezeyerek yutturmaya çabalıyor.
Son halife Abdülmecit Efendi’nin köşkündeki sergiye “Halife Efendimizin evinde böyle bir şey yapılmaz!” narasıyla salyalarını akıtarak karşı çıkarken şömine ile mihrabı karıştıran andavaldan, halifenin “nü”ler resmeden bir ressam olduğunu bilmesini beklemek abestir.
Onların bize sunmaya çalıştıkları şekilde bir Osmanlı var olmadı.


21. asrın 17. yılında resim heykel sergisine karşı çıkan hamervah, Osmanlı’nın 20. asrın 17. yılında devlet resim heykel sergileri düzenlediğini, sanayi-i nefise mektepleri açtığını bilmez, öğrenmek de istemez.
Bu takıntılı yobaz kafanın egemenliği de garip gelişmelere yol açar. Şöyle ki, Osmanlı şeriat ve modern kanunlar ikiliğini kaldırmak üzere, vatandaşlar arasında, din farkı olmaksızın, sivil evlenmeyi getiren Hukuku Aile Kararnamesi’ni 25 Ekim 1917’de kabul ederken, aradan tam 100 yıl geçtikten sonra, müftülere nikâh kıyma yetkisi veren yasa Cumhuriyet’in Meclisi’nden geçer.

***

Girişim, “Müftü de devletin memuru o da neden nikâh kıymasın ki?” diyerek hafifsenmek istenir.
Aile hukukunu laik yapısından çıkarıp şeriat hükümlerinin ve uygulamalarının alanına sokmak isteyen girişimin gerçek anlamı, bütün boyutlarıyla ele alındığında anlaşılabilir ancak.
Nitekim, müftülere nikâh yetkisinin hemen ardından gündeme boşanma konusu getirilir ve boşanmaların da mahkemeye gidilmeden, aile arabuluculuk kurumları aracılığıyla çözülmesi önerisi ortaya atılır.
Kuşkunuz olmasın ki bu iktidar bu öneriyi de yaşama geçirecek, laik rejimi her kurum ve kuralıyla dinselleştirme girişiminin bedelini bir kez daha kadına ödetecektir.
Kadınların aile meclisi kararıyla ölüme yollanmasının sayısız örneğini yaşamış olan Türkiye’de boşanmalar konusunda, arabulucu aile meclisleri oluşturulmasının kadına ödeteceği faturanın ne kadar ağır olacağını görebilmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Bu kararın kadına ilk kez tek taraflı boşanma talebi hakkını tanıyan 25 Ekim 1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi’nin 100. yılında Cumhuriyet Türkiyesi’nde gündeme gelmesi dehşet verici bir talihsizliktir.
Devletin göz yumması, hatta iktidarın perde arkasından gizlice kışkırtıp destek vermesiyle, mahalle baskısıyla devlet baskısının aynı potada eriyerek, birleşik bir sistem baskısına dönüştüğü, kadına saldırının mahkemelerde bile bir tür hoşgörüyle karşılandığı, Türkiye’nin erkek egemen kültürünün ağır etkisinin sürdüğü bir ortamda, aile meclislerinin kadının ezilmişliğini pekiştirme doğrultusunda yeni bir kurum olacağından kimsenin en ufak şüphesi yoktur. 

***

Gerçi bu kurum 25 Ekim 1917 tarihli kararnamede de yer almaktadır. Ancak kadının bazı hallerde boşanma talep etmesini ilk kez mümkün kılan metin iyi incelendiğinde, kadınların kamu işlerinde çalışmaları, erkeğin çokeşliliğinin kadının iznine bağlanarak kısıtlanması gibi kararlarla bir arada ele alındığında, gelişmenin sivilleşme ve laiklik yönünde olduğu kolayca anlaşılır.
Bugün ise durum tam tersidir.
Bu arada meraklısı için not: 25 Ekim 1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi 1919 yılında işgalci İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliği’nin isteği üzerine ilga edilmiştir.
1917 Osmanlı Türkiyesi kadının haklarını tanımak ve genişletmek yolunda adımlar atarken, 2017 Cumhuriyet Türkiyesi’nin, kendi gerici emellerinin bedelini kadına ödetmek isteyen yobazları haykırıyorlar:
- Vurun kadına!
Gerçi bu çağrının aslı “Vurun kahpeye!”dir, ama onlar için “kadın”, “kahpe”, “iblis” hep aynı anlama geldiğinden, pek fark etmez.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

25 Ekim 2017 Çarşamba

Çürümenin tarihine bir not: IŞİD’in yaktığı askerler - FATİH YAŞLI

IŞİD kaçırdığı iki Türk askerini yakarak infaz edişinin görüntülerini bundan yaklaşık bir yıl önce, 22 Aralık 2016’da sosyal medya üzerinden paylaştı ve sonrasında yaşananlar içinden geçtiğimiz dönemin ahlaki bir çöküş dönemi olduğunu bütün çıplaklığıyla bir kez daha ortaya koydu. “Zamanın ruhu”nun yaldızının nasıl döküldüğü, düzenin içten içe nasıl çürüdüğü ve insanı nasıl çürüttüğü bu olayla bir kez daha görüldü.

 Şehit edebiyatının, vatan millet Sakarya hamasetinin, milliyetçi lafazanlığın, cenaze törenleri üzerinden prim yapmanın bu kadar geçer akçe olduğu bir toplumda, olayın üzerinden geçen yaklaşık bir yıllık zaman dilimi boyunca küçük bir azınlık dışında hiç kimse “Bu askerlere ne oldu, bu görüntüler doğru mu” diye sormadı.

Görüntülerin yayınlandığı geceki toplumsal halet-i ruhiye aynen şu şekildeydi: Kefenle  gezmekle bedelli askerlik için çırpınmanın şizofrenisinde hayatlarını devam ettirenler için her şey bir mizansenden ibaretti. Görüntüler montajdı ve hileliydi.

Fırat Kalkanı Operasyonu’nundan rahatsız olanlarca piyasaya sürülmüştü. Böyle şeylere itibar etmemek gerekirdi.
Bu deliliğin bir parçası olmasalar da, konformist dünyalarında kurdukları ve hakikatin sızmasına izin vermedikleri hayatlarında mutlu mesut yaşayanlar ise tıpkı diğerleri gibi ama o konforun bozulmaması adına olan biteni inkârı seçmişlerdi. Hayır, böyle bir şey olamazdı, olsa bile bu görüntüleri paylaşmak doğru değildi. Ellerinden gelse haber yapılmasın, konuşulmasın, unutulsun gitsin isterlerdi, çünkü gerçeği bilmek beraberinde bir şey yapmayı getirecekti ama bir şey yapmanın da bedeli olacaktı ve kimse o bedeli ödemek istemiyordu.

Sonraki günlerde her şey topluma sağcılık tarafından öğretilmiş ikiyüzlü ahlak(sızlığ)a uygun bir şekilde gelişti. Ellerini tabutların üzerine koyup nutuk atarak cenazelerden ikbal devşirenler konuya dair tek kelime etmedi, Misak-ı Milli haritalarıyla “Burası ecdadın tapulu malı” diye ortalıkta gezinenler hakikate gözlerini kapadı, “82 Musul-83 Kerkük” edebiyatı yapanlar böyle bir hadise hiç yaşanmamış gibi davrandı, manşetlerinden her gün milliyetçiliğin kitabını yazanlar meseleye dair tek bir haber yayımlamadı, omzunda apoletle gezinen anlı şanlı köşe yazarlarından bir tanesi tek bir satır bile yazmadı.

Dahası, asker cenazeleri bahane edilerek tertiplenen linç ve yakma-yıkma merasimlerine tuzluk görmüş misali höykürerek koşan, panel, sergi basmayı vatanseverlik sanan, üniversitede solcu öğrencilere satır sallayan, namus bekçiliğine soyunan güruhtan hiç kimse ağzını açmadı. Sahipleri tarafından sokağa çağrılmadıkları için olsa gerek, kuyruklarını kıstırarak “görmedim, duymadım, bilmiyorum”u oynamaya devam ettiler.

Nicedir havuzdan seslenen, üstlendiği İslamcılara koltuk değnekliği görevini tamamen uydurma bir anti-emperyalizm adına savunan Aydınlık cenahı ise en iyi bildikleri “operasyonel gazetecilik”in hakkını vererek, görüntülerin sahte olduğunu savunan bir haberi manşetten duyurdu. Haberde yakılan erlerden biri olan Sefter Taş’tan hiç bahsedilmeksizin Fethi Şahin’in aslında bir IŞİD militanı olduğu, görüntülerin de Fırat Kalkanı’na karşı yürütülen psikolojik savaşın bir parçası olarak devreye sokulduğu iddia ediliyordu.

Velhasıl ortada bu hadiseyi unutmaya, hadise hiç yaşanmamış gibi yapmaya dair neredeyse toplumsal bir mutabakat vardı: Milliyetçiliğin, sağcılığın iki yüzlü ahlak anlayışı ile “bana dokunmayan bin yaşasın”cı konformizm ortak bir noktada, hakikati inkar ve hafızasızlık noktasında buluşmuş, “yokmuş gibi yapmaya” devam etmişlerdi.

Olayın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişken ve artık askerlerin aileleri dışındaki neredeyse herkes meseleyi başarılı bir operasyonla unutmuşken, er Sefter Taş’ın babasından bir açıklama geldi, Genelkurmay uzun süren sessizliğini bozmuş ve Taş’ın “şehit” olduğunu kabul etmişti. Baba şöyle diyordu: “Taziyeye geldiler, cenaze namazı kılındı. Şehitlik belgesi verdiler, onun dışında bir açıklama yapılmadı. Şu ana kadar teyit etmek için bu kadar uzun süre beklediklerini söylediler. Bunun için bu zamana bırakmışlar. Cenazeyi bulmak için araştırma yapacak devlet. Ulaşılırsa size teslim edeceğiz dediler. Şu an, anıt yapacaklar.”

Evet, Taş’ın cenazesi ortada yoktu, çünkü IŞİD yanmış bedeni muhtemelen toplu mezarlardan birine gömmüştü ama bu kadar kolaydı işte, bir yıl sonra gayet sıradan bir durummuş gibi kapınızı çalıyor, “Oğlunuz şehit oldu, cenazesi elimizde değil, adına bir anıt yapacağız” diyor ve gıyabında bir cenaze namazı kıldıktan sonra gidiyorlardı. İnsan kalmakta ısrar eden küçük bir kısmı hariç toplum da böyle bir hadise hiç yaşanmamış gibi yapmaya devam ediyordu.

Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” adlı şiirinde şöyle der: 
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/
Bir teneffüs daha yaşasaydı/
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/
Devlet dersinde öldürülmüştür.
” Devlet dersinde öldürülen çocuklar sadece Berkin, Ethem, Ali İsmail, Ceylan değildir bu ülkede. Garibanların çocukları askerde de ölür ve eğer ölümleri bir işe yaramıyorsa, oya, güce, makama, saltanata tahvil edilemiyorsa unutulur giderler, kimi zaman cenazeleri bile ulaşmaz ailelerin ellerine, gelir bir baş sağlığı diler, bir anıt sözü verir ve giderler.
 
Hayatları yaşanmaya değer bulunmayanların, ölümleri de bir işe yaramıyorsa, öldürülmeleri de cinayetten sayılmayacaktır, onlar için kamusal yas talep edilmeyecektir, yas tutulmayacaktır. Toplumsalın yıkımı burada başlar, sağcılığın ikiyüzlü ahlak anlayışının çürüttüğü şey toplumsallıktır, kamusallıktır. Hayatı savunmakla toplumsal ve kamusalı, toplumsalın ve kamusalın siyasetini savunmak, çürümeye karşı durmakla bu  ikiyüzlü ahlak anlayışına karşı durmak artık iç içe geçmiş durumdadır. 
Siyasetin sıfır noktasına, yani ölüm siyasetine indirgendiği günümüz Türkiye’sinde başlangıç noktası tam olarak burasıdır.
 
Fatih Yaşlı / BİRGÜN
 

‘Yeni’ IMF - Erinç Yeldan

Geçen ayın küresel ekonominin yönetişimi açısından en önemli olayı Bretton Woods İkizleri diye anılan IMF ve Dünya Bankası’nın gelenekselleşmiş ortak toplantısı idi. Toplantıların ana kurgusu, her zaman olduğu üzere, IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü’ne (WEO) çevrilmiş olsa da arka planda 21. yüzyılda küresel kapitalist sistemin işleyişine ilişkin bir dizi kaygı, eleştiri ve öneriler kümesi iktisat medyasının ilgisini çekmekteydi. 

IMF, WEO aracılığıyla sunduğu iktisadi projeksiyonlarında dünya ekonomisinin önümüzdeki kısa – orta dönemde büyümenin daha geniş coğrafyalarca paylaşılacağını ve 2009 krizinin yaralarının artık sarılmış olacağını duyurmakla birlikte, sermaye ve para piyasalarında risklerin sürmekte olduğunu ve özellikle Amerikan yönetiminden kaynaklanan politika belirsizliklerinin sürdürülebilir büyüme potansiyelini tehdit etmekte olduğunu vurgulamaktan geri durmuyordu. 
 
IMF bir yandan Amerikan Fed sisteminin olası bir faiz artışı ile özellikle gelişmekte olan ekonomilere yönelik sermaye akımlarının kısılabileceğini belirtirken, bir yandan da küresel anlamda derinleşen borç yükünün ve baş döndürücü borçlanma temposunun yaratacağı baskılara dikkat çekmekteydi. Geçen haftaki yazımızda da paylaştığımız üzere, 2017 itibarıyla toplam borcun küresel ekonomiye oranının yüzde 220’ye ulaştığı bilinmekte. Dolayısıyla, dünya mal ve hizmet üretim gelirlerinin iki misli fazlasına ulaşan bir borç sarmalı ile çalışmakta olan dünya ekonomisi, dengesiz büyümenin ve borç tehdidinin kısıtları altında istikrarsızlaşmakta.
 
Ancak, IMF’nin küresel iktisat siyasasına ilişkin en radikal çıkışı vergi politikası önerileri aracılığıyla yaşandı. IMF, servet birikimi üzerine üst gelir gruplarına yönelik olarak kurgulanacak bir vergi artışının gelir dağılımında da belirgin bir iyileşme sağlarken, büyüme ve sermaye birikimi üzerine olumsuz sonuçlar doğurmayacağını savunmaktaydı. Sermayeyi vergilendirmeye yönelik bu Robin Hood çıkışı, IMF ile “özgür girişimciliğin kalesi ve kapitalizmin hegemonik gücü” ABD üst yönetimi arasında “derin” bir görüş ayrılığı yaratıyordu. Bu tür kaygılar bir yandan “IMF Vaşington uzlaşısı yaklaşımını artık rafa mı kaldırıyor” sorusunu gündemde tutarken bir yandan da “IMF daha insancıl bir kapitalizm mi tasarlıyor” yönünde umutlar serpiştiriyordu. 

***

IMF’nin gelir dağılımının bozukluğu ve giderek dünya ekonomisi için bir tehdit oluşturmakta olduğu tespiti ne kadar haklı ise de yıllardır Nobel ödüllü Robert Lucas’ın ultra-muhafazakâr rasyonel beklentiler tezgâhından geçmiş bir nesil iktisatçı için muazzam bir kafa karışıklığı yaratmakta idi. Zira, Şikago Üniversitesi Ekonomi Profesörü Lucas’ın o ünlü “gelir dağılımı sorunları bir iktisatçı için en baştan çıkartıcı (seductive), ama bir o kadar da zehirleyici (poisonous) bir uğraştır” sözü, 1980 sonrasında iktisat biliminin artık sosyal sorunlar ile uğraşan bir sosyal bilim değil, soyut kurgulara ve ilahi dengelere dayanan bir meta-fizik alt bilimine dönüştürülmesinde ana etken idi. Fikret Şenses Hoca’nın deyişiyle, “işsizlik, yoksulluk, gelir eşitsizliği başta olmak üzere toplumsal sorunlara kalıcı bir çözüm üretilememiş olması iktisadın toplumsal sorunlara uzak kalışıyla ilişkilendirilmekteydi”.
 
IMF WEO yazarları, raporun sayfalarını sadece gelir dağılımı bozukluğunun yarattığı tehditler ile sınırlamamış, sorunun ana kaynağının aslında kadın ve erkek işgücü bağlamında cinsiyet eşitsizliğinde yatmakta olduğunun da altını çizmekteydi. IMF İcra Direktörü Lagarde küresel eşitsizliğin temelinde yatan olgunun toplumsal cinsiyet ayrımcılığı olduğunu vurguluyor ve bozulan sosyal birlikteliğin siyasi kutuplaşmaya yol açmakta olduğunu; bütün bunların sağ popülist retorik ile birleştirilerek korumacı / milliyetçi söylemler aracılığıyla dünya ticaret sistemini tehdit eder hale geldiğini belirtiyordu. Lagarde’e göre, gelir eşitsizliğini düzeltecek adımların en etkin yöntemi cinsiyet ayrımcılığı ile mücadele etmekten geçiyordu. Bütün bu dönüşümleri yönlendirecek kurum ise bizzat devletin kendisi olmalıydı. 
 
Bu sav 1980’lerden bu yana iktisat öğretisini mekanik bir kurguya indirgeyerek, ekonomik ya da sosyal her türlü sorunun çözümünün piyasa sistemince verileceğini ve bundan başka hiçbir alternatifin bulunmadığını (TINA: There Is No Alternative) ileri süren hiper-muhafazakâr dogmaların bayraktarlığını yapmış bir kurum için “yeni” bir dönüşüm anlamına gelmeli midir? 
 
Görüşümüz aksi yöndedir. IMF, devlet aygıtı özünde aslında kapitalizmi “insancıllaştırmayı” değil, tökezleyen kapitalist sistemin yönetişim kurallarını günün ihtiyaçlarına göre revize etmeyi amaçlamaktadır. Zira, bozulan gelir dağılımı, gerileyen ücretler, yoksullaşan orta sınıflar ve sertleşen siyasi kutuplaşma nihayetinde toplam efektif talebin gerilemesine neden olmakta ve kapitalist sistemin birikim yasalarını ve dolayısıyla kârlılığını tehdit etmektedir. IMF, Vaşington uzlaşısı - sürüm 2.0 söylemi aracılığıyla, devlet kurumlarını piyasaları ve kapitalist girişimciliği destekleyici tedbirleri almakla mükellef kılmaktadır. 
 
İnsan kaçınılmaz olarak Türkiye’de yıllar önce öne sürülen “devleti yönetenlerin asli işlevi ülkeyi yurtdışı yatırımcısına pazarlamaktır” savını anımsamadan geçemiyor.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Cezaevi inşaatına iktidar bakışı - ÇİĞDEM TOKER

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, ihale aşamasına gelmiş 51 yeni cezaevi olduğunu açıkladı TV’de. Dünkü yazımızda, Kamu İhale Kanunu’nun, davet yöntemini mümkün kılan 21/b maddesine göre yaptırılacak cezaevi ihalelerinin listesini duyurmuştuk.

 Mart-eylül dönemini içeren verilere göre Türkiye’nin dört bir yanındaki 39 ayrı cezaevine verilen teklifler üzerinden bakıldığında, toplam ihale büyüklüğü 5.5 milyar TL’ye ulaşıyor. Bu tutara geçenlerde iptal edilen Konya cezaevleri dahil değil. Cezaevleri diyorum; çünkü Konya’da iki ayrı cezaevi için toplam 1 milyar 132 milyon TL keşif bedeliyle ilana çıkıldı.
Yüksek Güvenlikli Kadın Ceza ve İnfaz Kurumu için de L Tipi Ceza ve İnfaz Kurum ve 35 blok lojman yapım işi için de teklifler yüksekti. Cengiz İnşaat’ın kadın cezaevine, MFAASL- İmaj altyapının L tipine verdiği tutarları ikisi de keşif bedelinin yüzde 10 üzerinde olduğu için ihaleler iptal edildi. Bakanlık da zaten bu yönde bir açıklama yaptı.
Sözün özü, toplam pazarlığı yapılan 5.5 milyar TL’lik 39 cezaevi bedeline, iptal edilen Konya cezaevleri dahil değildi. Konya cezaevlerinin yaklaşık maliyeti de eklendiğinde, tutar 6.6 milyar TL; ihale sayısı 41’e ulaşıyor. Dolayısıyla yazının başında aktardığım Bakan Gül’ün açıklaması esas alındığında daha 10 cezaevinin sırada olduğunu öngörebiliriz.
Resmi açıklama ve ortaya çıkan verilere bakarak, Adalet Bakanlığı gündeminde, güncel olarak en az 10 milyar TL’ye yakın bir cezaevi ihale tutarından söz edebiliriz.

İndirim aralığı neden farklı?
Bütçe kaynakları açısından, bu konuda vurgulanması gereken bir başlık:
Olağanüstü durumlar için getirilmiş davet yönteminin kullanıldığı cezaevi ihalelerinde indirim tutarları. Konya’dan Çarşamba’ya, İzmir’den Erzincan’a, onlarca ilde yapılan bu ihalelerdeki “düşük” teklifere baktığımızda; yüzde 4.73 oranında (Şebinkarahisar) “indirim” de var; Aksaray ihalesinde olduğu gibi yüzde 27.27 gibi bir indirim oranı da.
Müteahhitlerin, Adalet Bakanlığı’na verdikleri teklif tutarlarında, birbirinden bu kadar farklı indirim oranlarının hangi gerekçelere dayandığı önemli bir konudur.
Tabii bu konudan önce, bakanlığın dün listesini yayımladığımız 39 cezaevi ihalesinden hangileri için ve ne kadar tutarda bir ihale büyüklüğüne imza attığını kamuoyuyla paylaşması beklenir.
Her ne kadar, yeni cezaevleri, milletvekillerince yöneltilen sorulara verilen yanıtlarda; uluslararası standartlara uygunlukla açıklansa da giderek yoğunlaşan insanlık utancı işkence iddialarının cezaevlerinin fiziki standartlarının düşük olmasıyla hiçbir bağı olamaz.
İnsanları özgürlüğünden yoksun bıracak mekânların, iktidara yakın müteahhitlik firmalarının servetlerini arttırırken, yapıldıkları yerde istihdam yaratacak, yerel ekonomiyi canlandıracak birer “yatırım” olarak görünmesi ise bu çok boyutlu meselenin bir başka ağır sayfasını oluşturuyor.
Bir bina olarak cezaevinin; çimentodan demire, nakliyeden akaryakıta dek farklı sektörleri harekete geçirdiği hatırlanırsa, AKP iktidarının 51 cezaevine, sadece tutuklu ve hükümlüleri iyi koşullarda tutma saikiyle bakmadığı, daha iyi anlaşılacaktır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Laiklik bu mudur?- MİNE SÖĞÜT

Ron Mueck’in Abdülmecit Efendi’nin tarihi köşkünde sergilenen heykelini “çıplak” diye hedef alan...
“Böyle” bir sanat eserinin Osmanlı’nın son halifesine ait bir mekânda sergilenmesini dine ve geleneklere hakaret olarak kodlayacak kadar kör cahil olan...
O cehaletten beslenen edepsizlikle sergi mekânına dalan...
Bir avuç adam bağırıyorlar;
“Laiklik bu mudur?”
Yaptıkları iş rezil; ama sordukları soru tam yerinde.
“Laiklik bu mudur?”
Evet, laiklik tam da budur.
Laiklik...
Bir ülkede yaşayan herkesin...
En eğitimlisinden en eğitimsizine, en akıllısından en aptalına, en zengininden en fakirine, en sağcısından en solcusuna, en yaşlısından en gencine, en dinsizinden en müminine kadar her kesimin...
Din ve sanat işlerini birbirinden ayırabilmesidir.
Bu ayrımı yapabilecek temel algıyı bünyesinde barındırmasıdır.
Sanatın evrensel dilini anlamasa, bilmese ya da ona karşı kayıtsızlığı tercih etse bile...
Kimseyi sanata düşman olmaya kışkırtmamasıdır.
Ve kimse tarafından da buna kışkırtılamamasıdır.
Anlamadığı, bilmediği şeyi dilerse anlamaya, öğrenmeye çalışabileceği olanaklara sahip olmasıdır.
Dilerse o yaratıcılığın bir parçası olabilecek fırsatı bulmasıdır.
Sanatın dilinden korkmamasıdır.
Cahilin cüretinden korkmasıdır.
Laiklik;
Cehaleti körükleyen politikalara asla prim vermemektir.
Din ticareti yapan politikacıların maskelerini itirazlarına aldırmaktan tekrar ve tekrar ve tekrar indirmektir.
Halkı arkaik korkularla eğitmeye ve yönetmeye çalışanların karşısında inatla diklenmektir.
Laiklik;
Dünyanın herhangi bir yerinde yapılmış bir sanat eserini...
Muhafazakâr ve saldırgan bir politikanın hedefi olmayı umursamadan...
Tehditlere kulak asmadan...
Baskılara boyun eğmeden...
Cehaletin cüretine prim vermeden...
Kendi bildiğinin arkasında durarak...
Evrensel etiği temel alarak...
Sanatın neye yaradığını unutmayarak...
Tekrar ve tekrar ve tekrar...
Kamuya açık her türlü sergi mekânına inatla getirmektir.
Sanatın özgür dilini sona kadar ne pahasına olursa olsun savunmaktır.
Eğer bu ülke bir gün laiklikten tamamen vazgeçerse...
Bir daha asla dilediğiniz gibi resim yapamazsınız.
Heykel yontamaz, film çekemez, şiir yazamazsınız.
Hikâyeleriniz, romanlarınız toplatılır.
Tiyatro oyunlarınız, danslarınız sansürlenir.
Sergileriniz yağmalanır, şarkılarınızın sesi sonuna kadar kısılır.
İşin kötüsü elinizden alınan haklarınız için eylem yapamazsınız, dava açamazsınız, canınızı tehlikeye atmadan haklarınız için hiç savaşamazsınız.
Laiklik...
İşte bunlar olmasın diye vardır.
Sahip çıktığı sanat da özgür düşüncenin ve cesaretin kadim kaynağıdır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Gelişigüzel olanın gidişi de güzel olur - TAYFUN ATAY

Melih Gökçek’in ömrü CHP’yle uğraşmakla geçti.
23 yıllık “Ankara saltanatı”nda CHP Gökçek için kendini var edebildiği, herkese fark ettirebildiği ve yerinden edilemez saydırabildiği “Öteki” oldu.
Gökçek hep CHP’den hareketle kendini inşa etti Ankara’da…
O yüzden bu uzun sürede başlangıçta CHP’ye yönelik hayli şiddetli, öfkeli, garezli seyreden karşıtlık çabaları, giderek nispeten neşeli ve komik hale de geldi.
2011’de Kılıçdaroğlu muhalifi “Baykalist”lerin CHP liderine Alevicilik yaftası üzerinden kazan kaldırdıklarına dair “güvenli kaynaklar”dan aldığı “duyum”u televizyonda canlı yayında ballandıra ballandıra anlatırken sordular ona; neden CHP ile bu kadar uğraşıyorsunuz diye…
Kendisini en çok hatırlayacağımız, dudak ucuna yerleştirdiği o hin gülümseme eşliğinde “Hobim o benim” diyerek yanıtladı.
Şimdi bakıyoruz şu son bir iki haftada olan bitene ve dün gelen istifa kararına da…
Onun sosyal medyada hanidir pek çok insanın hobisi haline gelmiş olmanın ötesinde artık Erdoğan’ın hobisi haline geldiğini de düşünür oluyoruz!.. 

***
Gökçek, siyasi, ideolojik ve kültürel olarak kendisi açısından “dışardaki öteki” sayılacak bir unsurla (CHP) yer yer doğal ve kaçınılmaz, ama daha çok yapay ve göstermelik çatışmalar üreterek kendisine elden geldiğince uzatabildiği bir “yerel-iktidar” ömrü var etti.
Ama o, siyasi, ideolojik ve kültürel açıdan “içerdeki öteki”ne yenildi.
Bir güç muhterisi için esas tehdit ve kalıcı yıkım odağı, kendisiyle aynı dili konuşan “içerdeki öteki”dir.
Kavganın hası, esas “içerde”dir.
Onun için çok meşhur ve anlamlıdır, “İhtilal evlatlarını yer” sözü…
Onun için her Danton’un bir Robespierre’i vardır.
Ve onun için her Sezar’ın da bir Brütüs’ü vardır…
Elbette AKP özelindeki iç çekişme yukarıdaki tarihsel örnekler kadar kanlı- bıçaklı seyretmiyor ve aman, seyretmesin de zaten!..
Fakat yaşananlara baktığımızda AKP’nin iktidar macerasında bir “Reis”in kalıp “bin reis”in elendiği kıran kırana bir iç çekişme tablosuyla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söylemek mümkün… 

***
Gökçek’in istifa edeceğini açıkladığı sosyal medya mesajı sonrasında Erdoğan’ın attığı “Gençler”e vurgun ve de vurgulu Twitter mesajlarına bakın!..
Orada “AKP Reisi”nin yıllardır dilinden düşmeyen “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının;
“Haydi gençler başlayın, haydi gençlik hop hop hop” ile yer değiştirdiğini;
“Nihavent”ten “pop”a doğru bir “gençlik aşısı”na gidildiğini;
Ve Erdoğan’ın yıllarca beraber yürüdüğü, AKP kurmayı denilebilecek pek çok ismin nihaventle nihayete erdiğini düşünür olacaksınız!..
Gül, Şener, Arınç, Davutoğlu, Atalay, Çelik, Çiçek, Topbaş
Ve şimdi Melih Gökçek, Recep Altepe; muhtemelen yarın da Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur
***
Neden böyle oldu ve oluyor peki?..
Çünkü AKP iktidarının tarihi, özde Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetçi olmaktan bir karizmatik otoriteye, tapınılası bir “kült”e dönüşmesinin tarihidir.
AKP, Erdoğan’la birlikte kol kola, omuz omuza, kafa kafaya verip beraber yürüyenlerin partisi olarak doğsa da artık “Erdoğan’la doğmuş” ve ona bağlı, ona tutkun, ona vurgun yeni bir kuşağın, işte onun diliyle “Gençler”in partisi…


Evet, AKP, “Erdoğan kültü”ne beşiklik yapmıştır.
Dolayısıyla başlangıçta AKP’nin Erdoğan’ı vardı.
Şimdi Erdoğan’ın AKP’si var.
Ve bu, parti bünyesindeki genç kuşakların gözünde böyle en çok…
O yüzden Erdoğan’la birlikte yola çıkmış herkes, bir başka deyişle kendisi dışında herkes, “metal yorgunu”!..
Erdoğan, “metal yorgunu” lafzıyla aslında “içerdeki ötekiler”i tasfiye ediyor.
“İçeri”yi kendinden ibaret hale getiriyor.
***
İleride her ikisi de siyasi yükselişlerine AKP’nin “prehistoryası” olan Refah Partisi’nde aynı zaman diliminde başlamış Melih Gökçek ve Recep Tayyip Erdoğan için çözümlemede bulunanlar belki de şöyle bir sonuca varacaklardır:
Gökçek: CHP ile uğraştı, kaybetti.
Erdoğan: AKP ile uğraştı, kazandı!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Gökçek’in gidişi - ÖZGÜR MUMCU

Çocukluğum ve ilk gençliğimde Ankara Belediyesi SHP yönetimindeydi. 1994 yerel seçimlerinde sosyal demokrat partilerin akıl almaz bir aymazlık göstererek ayrı adaylar çıkartmasıyla Melih Gökçek kıl payı belediye başkanı oldu. Çöplerden çıkan oy pusulalarının damgasını vurduğu bir hayli şaibeli bir seçimdi. 1999’daki yerel seçimlerde Gökçek’in gitmesine garanti gözüyle bakılıyordu. Ancak sosyal demokrat partilerimiz yine aynı saçmalığı yaparak seçimlere farklı adaylarla girdi ve Ankara’yı Melih Gökçek’e bir daha hediye etti.
Sonrasında AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber Gökçek, Ankara üzerindeki hâkimiyetini pekiştirdi. Unutulmamalı ki Melih Gökçek Ankara Belediye başkanlığını kazanmamış, dönemin merkez sol partileri toplam oyları yüzde 40’ları aşarken belediye başkanlığını kaybetmeyi becermiştir.
Şayet Ankara, 23 sene boyunca belediyecilikten zerre anlamayan, şehirciliğe özel bir nefreti varmış gibi kenti tahrip eden, onlu yaşlarının başında hormon dengesi henüz oturmamış bir ergenin yanında olgun kalacağı bu adamın yönetiminde kaldıysa hata kendi içlerindeki anlamsız kavgalarla yerel yönetimleri kaybeden sosyal demokrat partilerdedir.
Normal şartlar altında Melih Gökçek’in belediye başkanlığından ayrılması şenliklerle kutlanacak bir hadisedir. Ancak normal şartlar altında yaşamıyoruz ve siyasetin bütün kötü özelliklerini bünyesinde toplamış bu şahsın artık Ankara Belediyesi’ni yönetmeyecek olmasına sevinemiyoruz.
İstanbul’dan sonra Bursa ve Ankara belediye başkanlarının istifaları memleketimizde her şeyin tek bir kişinin denetiminde olduğunu bir daha gösterdi.
Bugün Sayın Erdoğan haricinde hiçbir siyasetçinin yarını belirli değildir. Melih Gökçek gibi şahsi dükalığını kurmuş birini gönderebilen bir gücün karşısında hiçbir milletvekili, bakan ya da belediye başkanı duramaz.
Aynı durum iktidarı destekleyen medya için de geçerlidir. Reisin bir sözüyle anlı şanlı köşe yazarları ya da yorumcular tarihten silinebilir.
İktidar bloku siyasetçisiyle, yorumcusuyla iradesiz bir kalabalıktan ibarettir. Reisin değneğini kaldırmasıyla hizaya girecek bir koyun sürüsünden farkları kalmamıştır.
Dolayısıyla Sayın Erdoğan haricinde hiçbir AKP’li siyasetçinin sözünün kamuoyunda bir kıymeti bulunmamakta. İki gün sonra görevden alınıp alınmayacağı belirsiz, hiçbir ağırlığı bulunmayan, kendi iradesi olmayan bu kişiler siyasi kariyerlerini Erdoğan maskesi yüzlerine uyduğu müddetçe sürdürecek birer aparattan ötesi değildir.
Ne diyelim. 
Bu kendi eserleri. Bütün çabalarından geriye devasa bir saray ve silik şahsiyetleri kaldı. Hayrını görsünler.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

24 Ekim 2017 Salı

Avrupa’nın üzerinde ayrılık hayaleti dolaşıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Katalonya, İtalya aslında Avrupa’da zor oluşturulan birliği ayrıştıran bir süreci tetikleyecek gelişmelerin başlangıcı sayılabilir. Fransa’nın Korsika sorunu daha bitmedi.

Katalonya yolu açtı. Zaten birliğini sağlayalı şunun şurasında fazla zaman olmayan İtalya’da da ayrılık için değilse bile daha fazla özerklik için iki bölge referanduma gitti. Bağlayıcı olmayacağı bilinmekle beraber referandum sonucu Lombardiya ve Veneto bölgesinde merkezi yönetimden daha geniş haklar almayı isteyenlerin çoğunlukta olduğunu gösterdi. Demek ki söz konusu bölgelerin vatandaşları şimdiki özerklik seviyesinden memnun değiller. Bunun ilerisi için ciddi bir tehlike sinyali olduğu düşünülebilir. Avrupa’nın bir çok ülkesi yakında buna benzer sorunlarla karşılaşacak.

İtalya, birliğini sağlayalı çok uzun olmadı. Şimdi İtalya olarak adlandırdığımız ada üzerinde 19 yüzyıla kadar şehir devletleri mevcuttu. Sicilya ile Sardunya adaları da çok güçlüydü, Hepsinin kendi anayasaları vardı. Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik dalgasının etkisiyle gelişen İtalyan milliyetçiliği sayesinde 1870’de İtalya Krallığı kuruldu, başkenti Roma olan.

İtalyanlık etrafında birleşmiş toprak  sahiplerinin yönettiği bölgeler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yetkileri belli kurallara bağlı bölgeler haline geldiler. 1948’de kabul edilen İtalya Anayasası’nın 116. Maddesine göre ülke 20 ayrı bölgeye bölündü. Sardunya ile Sicilya’nın da aralarında bulunduğu beş bölgeye de otonomi verildi. Bu 20 bölgenin hepsinin kendi parlamentoları, hükümetleri var. Bu bölgelerin halk tarafından seçilen başkanları bulunuyor. Kendilerine ait bayrakları bile var. Yani İtalya aslında paramparça bir ülke.

Bu 20 bölgenin 15’i içişlerinde özgür. Ama mali konular ile dış politikada merkezi hükümete bağlı durumdalar. Otonom olan beş bölge ise dış politikada yine merkezi hükümete bağlılar ama mali konularda bağımsızlar. Topladıkları vergilerin yüzde 60’ını kendilerine ayırıyorlar. Bu otonom bölgelerin bir özelliği de konuşulan dillerin Fransızca ya da Almanca olması. Sardunya ve Sicilya’da da yerel diller var ama merkezi hükümet bunları resmi dil saymıyor, bu da ileride sorun yaratacak bir durum.

İşte daha fazla özerklik için iki gün önce referanduma giden Lombardiya bölgesi ya da eyaleti 1948 Anayasası ile özerlik verilmiş 20 bölgeden biri. Başkenti de Kuzey İtalya’nın en büyük kenti olan Milano. Tarihi bir arka planı var bu bölgenin. Adını Lombardlar’dan alıyor bir kere.Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra güçlü bir krallık kuran bir kavimdir bu. Çok defa Fransızların işgaline uğramış bir krallıktı ama hep Almanya’ya bağlı kaldı., Almanya’nın köklü Habsburg hanedanınca yönetildi. Bir ara Nalopyon tarafından Fransa’ya dahil edildi ama sonra Avusturya’ya geçti.

1815 yılındaki meşhur Viyana Kongresi İtalya’nın hanedanlara geri verilmesini öngörüyordu. Kongre İtalya’yı yedi hükümete bölmüştü. Piemonte bunlar içerisinde en güçlü olanıydı. Bu yedi hükümetin tümü mutlakıyetle yönetilen hükümetlerdi.

Lombardiya bölgesi, İtalyan Birliği kurulunca bu birliği oluşturan Piemonte hanedanına katıldı.O gün bugündür İtalya içindedir.Dediğim gibi 1948 Anayasası gereği de özerklik tanınan 20 bölgeden biridir. Şimdi eski krallık hayaliyle yaşayan Lombardiya Krallığı yanlıları cılız da olsa varlar. Bölgenin İtalya’dan ayrılmasını istiyorlar ama taraftar bulmuş değiller. Bu nedenle “davalarına” destek verdiği için onlar da faşist Umberto Bossi’nin Kuzey Ligi’nin “fakir Güney’i beslemek zorunda mıyız” diyerek ekonomik gerekçelerle kurma mücadelesini verdiği “Po Ovası Cumhuriyeti”ni destekliyorlar. Ama bu referandum bunlarla ilgili değildi. “Lombardiya ve Veneto bölgelerinde, vergi yönetimi de başta olmak üzere öz kaynakların kullanımında etkin söz sahibi olmayı öngören özerkliğin, merkezi hükümetten talep edilip edilmemesine yönelik istişare referandumuna gidildi”. 20 bölgeden 5’inde zaten yüksek özerklik var, bunlara bu iki bölge de katılırsa bu yeni bir şey olmayacak, ancak Katalonya ile birlikte Avrupa’da bir araya getirilmiş milletlerle oluşturulmuş “ulus devletler”de çeşitli çatlamalar olacağına ilişkin kuşkuyları arttıran gelişmelerin bir işareti olarak görülüyor İtalya referandumu.

Peki Korsika sorunu ne olacak?
Katalonya en sarsıcısı oldu kuşkusuz, İtalya şimdilik sadece ilerisi için bir tehlike sinyali, peki tüm bu gelişmelere, şimdi uzun süre bastırılmış bir sorun olan Fransa’nın Korsika Sorunu’nu yeniden canlandırabilir mi? Korsika dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askeri olan Napolyon’un doğum yeri, malum. 250 bin nüfuslu bir ada. Konuşulan dil de Fransızca değil, ada nüfusunun çoğunluğu Korsika dilini konuşuyor. Adanın Fransa’dan bağımsızlığını kazanması için 1970’ten beri mücadele veren örgütler var. Bu örgütlerin eylemleri sonucu Fransa Korsika’ya 1982’de “özel statü” tanımıştı. Ama bu Korsikalıların bağımsızlık isteklerini önleyemedi. Ada hâlâ Fransa için, şimdilik bastırılsa da hala sorun.
1998’de dönemin Korsika Valisi öldürülmüştü örneğin. Fransa 1991’de dönemin İçişleri Bakanı’nın adını taşıyan bir yasayla adanın mevcut statüsünü daha da yükseltti ama bu da bağımsızlık savaşı veren örgütleri durduramadı.
Korsika halkı kendi dilini konuşuyor ama resmi dairelerde Fransızca konuşmak, okullarda Fransızca eğitim görmek zorunda. Fransa Korsika dilini resmi diller arasında saymak yerine France 3’de haftada 40 dakika Korsika dilinde yayın yapıyor.

Korsika Ulusal Kurtuluş Cephesi

Adanın Fransa’dan bağımsızlığını alması için silahlı mücadele veren örgütlerden en tanınmışı Korsika Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale Corse –FLNC). 60’lardan beri başlayan tüm Fransa karşıtı hareketler bu örgüt adı altında toplandı. FLNC, devlet dairelerine, “yabancı” olarak tanımladığı Fransızlara, Fransız bankalara ve ticari kurumlarına saldırılar gerçekleştirdi. Örgütün uzun zamandır yasal siyaset yapma arayışı içinde olduğu da biliniyor.
Katalonya, İtalya aslında Avrupa’da zor oluşturulan birliği ayrıştıracak bir süreci tetikleyecek gelişmelerin başlangıcı sayılabilir. Şimdilik zor görünse de Almanya için de benzeri bir süreç kendisini gösterebilir. Bu ayrılık istekleri bir etnik, dini, mezhebi gerekçeye dayanmak zorunda da değil. Bölgesel gelişmişlik de kopuş için bahane edilebilir. Avrupa’nın övündüğü külütrel siyasi birliğin aslında pek de köklü ya da sağlam olmadığını gösteren  örneklerle karşılaştık son aylarda. Katalonya biten değil ciddi olarak başlayan bir sorun, Korsika mutlaka patlayacak bir kriz. Emperyal güçler, Balkanlar’da Yugoslavya’yı parçalarken, Ortadoğu’da haritayı değiştirirken, uzak Asya’da savaş kışkırtıcılığı yaparken üzerinde bulunduğu zeminin kaydığının farkında değil.

Avrupa, “üzerinde nasıl bir hayalet dolaştığını” herhalde henüz fark edemedi. Bu, ayrılık hayaleti.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Türkiye'de aydınlanma üzerine - OĞUZ OYAN

Geçen Cuma (20 Ekim) Ankara'da Danıştay önünde Aydınlanma Hareketi hukukçularının, eğitimci ve akademisyenlerinin, 2017-18 eğitim-öğretim yılı için hazırlanan gerici eğitim müfredatına karşı yürütmeyi durdurma talepli bir iptal davasının başvurusu ve bir basın toplantısı için buluştuk. Gerici eğitim mefredatına karşı Aydınlanma Hareketi'nin bu anlamlı müdahalesi ciddi bir katılım eksikliğini de gözümüze batırıyordu: Cumhuriyetin kurucu partisinin altıokundan birisi hakkındaki siyasal tavrının yetersizliğine (genel başkan düzeyindeki sessizliğine), bu konuda hukuksal düzlemi  kullanma fırsatını tepmesi de eşlik ediyordu.

 21 Ekim Cumartesi günü ise, bizim de kurucusu olduğumuz Aydınlanma Hareketi'nin Yazılama Yayınevi'nden Temmuz 2017'de çıkardığı "Yeni Bir Aydınlanma İçin- Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz" başlıklı kitabının Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM)'ndeki tanıtım toplantısına bazı yazarlar ve editörlerle birlikte katıldım. 10 yazardan beşinin (benim dışında Korkut Boratav, Serpil Güvenç, Barış Terkoğlu ve Ali Rıza Aydın'ın) temsil edildiği bu toplantıda, ayrıca editörlerden Zeynep Ağdemir ile NHKM sorumlusu Özkan Öztaş hazır bulunup birer takdim konuşması yaptılar. Yazarların kısa sunuş konuşmalarından sonra kitabın yazarlarca imzalanması aşaması da oldukça önemli bir ilgiye konu oldu. Ben bu toplantıda yaptığım konuşmamı burada daha geniş okuyucu kitlesiyle paylaşmak istiyorum. Konuşmacılara tanınan beşer dakikalık sunuş zamanına kendimi ayarlayabilmek için yazılı bir metne sadık kalmayı düşünmüş ve aşağıda aktardığım notlarımı bu amaçla hazırlamıştım.

***

Türkiye'de Aydınlanma'nın tarihsel ve siyasal seyrine ilişkin olarak burada şu altı saptamayı yapmak istiyorum.

Birinci saptamamız,  Osmanlı Devleti'nin hiçbir zaman tam bir şeriat devleti olmadığı üzerinedir. Başka deyişle, şeri hukuk hiçbir dönemde tek başına toplumsal ilişkileri düzenleyememiştir. Örfi hukuk başlangıçtan itibaren devrede olmuş ve giderek artan bir ağırlıkla düzenleyici rol üstlenmiştir.
19. yüzyılda, özellikle Tanzimat hareketi ve izleyen Batıcı reformlarla bu bakımdan daha belirleyici seküler hukuk adımları atılmıştır: Şeyhülislamın yetkilerinin dini alana daraltılarak Adliye ve Maarif Bakanlıklarının kurulması (1839), dinsel ayrımcılık yapılmadan can ve mal güvencesinin getirilmesi (1856), 1860'ta kurulan Nizamiye Mahkemeleri'nin ihtiyacı için dünya işleriyle ilgili fıkıh hükümlerinin bir medeni kanunda (Mecelle:1874-78) toplanması, 1880'de pozitif bilimleri öğreten İdadi liselerinin açılması, askeri eğitimin laikleştirilmesi, 1914'te dini mahkemelerin denetiminin de Şeyhülislamın elinden alınıp Adliye Nezareti'ne verilmesi...

İkinci saptama siyasal İslam hareketi üzerine: Siyasal İslam, kökenlerinde Tanzimat ve Islahat reformlarını "gavurla eşitlenme" olarak gören bir akımdır ve ilk örgütlenmesini 1908 Devrimi'ne karşı da bu temelde gerçekleştiren bir hareket olmuştur. Ancak çok palazlanamadan Cumhuriyet ile birlikte beli kırılmıştır; tekrar başını kaldırması ancak -CHP'nin hoşgörüsü altında- çok partili düzene geçişle olacak ve önce merkez sağ partilerin himayesinde ve sonra da bağımsız partileşmeyle Türkiye siyasetinde yerini alacaktır.

Burada şu vurgu önemsiz olmayabilir: Osmanlı'da ulema devlet üzerinde bir otorite kuramamıştır; devlet de ulemayı ve inanç sistemlerini tam denetimi altına almaya çalışmamıştır. Ancak  bir kırmızı çizgiyle: Din veya tarikat temelli hareketlerin hiçbiri Osmanlı'da bir siyasi güç elde etmeye kalkışmamışlar, eğer kalkışırlarsa da "rafizilik" sayılıp hemen siyaseten halledilmişlerdir. (Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, YKY, 2015:90). Bu bakımdan, 1970'lerden itibaren iktidarı hedefleyerek partileşen siyasal İslamcılık, Osmanlı dönemi de dahil yepyeni bir durumdur. 21. yüzyılda gitmemek üzere iktidara tırmanan siyasal İslamın hikayesi ise hem 1970'lerin devamı hem de dış/iç ilişkileri bakımından dönüşmüş biçimidir.

Buradan şu iki saptamayı da yapabiliriz:

Üçüncü saptama, 1920 Devrimi'nin herşeye sıfırdan başlamamış olduğudur. Bununla birlikte, eğer Cumhuriyetin radikal dönüşümleri sahneye çıkmasaydı, büyük olasılıkla şeri hukuku dar bir alana sıkıştırmakla birlikte onu yoketmeyen uzlaşmacı bir ikili hukuk rejimi yürürlükte olurdu. Bu bakımdan, geçmişin kazanımlarını taşıyor olmak Cumhuriyetin laiklik anlayışındaki radikalliğin önemini azaltmamaktadır. Kaldı ki,  laikliği tasfiye çabalarının bugün bile önemli dirençlerle karşılaşmasının arkasında Cumhuriyetin harcındaki bu köklü dönüşümlerin izlerini bulmaktayız.

Dördüncü saptama ise, AKP'nin bugün Türkiye'yi götürmek istediği yerin, Osmanlı'da bir simetriğinin bulunmadığıdır. AKP'nin soyut hayallerinin Osmanlı'nın daha gerisinde bir düzeni tarif ettiği, özellikle de Osmanlı'nın son yüzyılının daha gerisinde olduğu  açıktır. Nitekim, siyasal İslamcıların önceki temsilcileri gibi, Tanzimat sonrasındaki gelişmeleri külliyen reddeden bir anlayış zaman zaman AKP saflarında da tezahür etmektedir. Ama Osmanlı'nın daha önceki yüzyıllarında da kendilerine örnek alabilecekleri bir "Devr-i İslami saadet" dönemi mevcut olmadığından, bunu inşa etmek hevesinde oldukları görülmektedir. Burada kullanılan Osmanlı retoriği, tarihin olgular sepetinden "istediğini seç al" tarzında bir spekülasyondan ibarettir. Bu, iktidar partisine, hem sözde tutarlı bir toplum projesi varmış çalımı atma imkanı vermekte, hem de kendi sağından gelebilecek tehditleri savuşturma fırsatı sunmaktadır. Ama bu hevesler de, hem anakronik olması, hem uluslararası ilişkilerin yeni boyutunda yepyeni ve taşınamaz bir gerilik etkeni olması, hem de Türkiye toplumunun bugünkü bilinç ortalamasının tahammül sınırlarını aşan bir zorlama olması nedeniyle sürdürülemez niteliktedir.

Beşinci bir saptama  Türkiye burjuvazisinin tahammül sınırları üzerinedir. Toplumun ve özellikle de işçi sınıfının dinselleştirilmesi üzerinden sömürü ilişkilerinin herhangi bir toplumsal dirençle karşılaşmadan sürdürülmesi burjuvazinin kadim taleplerindendir. 12 Eylül askeri rejiminin bu yöndeki adımlarını sermayenin bütün katmanları tam kadro desteklemiştir. Benzer nedenlerle, 2002 sonrasında AKP rejimi de ilk 10 yılında burjuvaziden tam destek almıştır. Bunun güçlü bir nedeni de, AKP'nin neoliberal zihniyetinin topluma hesap vermeden tüm kamusal/toplumsal birikimlerin pervasızca talan edilmesindeki cüretkarlığı olmuştur. Burjuvazinin her kesimi bu talandan pay kapmıştır.

Ancak şimdilerde sermaye birçok nedenle rezervler geliştirmektedir.
Bir: Halk kesimlerinin ve çalışan sınıfların yaşam tarzına müdahalelerin kendi yaşam tarzına da yönelmeye başlaması veya bunun orta erimde kaçınılmaz olduğunu görmesidir.
İki: Kamu ihalelerinin giderek genişleyen bir dışlama yaratmasıdır. Sermaye birikimine bu tür müdahalelere uyum -iktidara yanaşarak- belki sağlanabilir, ama içinde önemli belirsizlikler de barındırarak...
Üç: Mülkiyete tecavüzün günübirlik bir olaya dönüşmesi ve hukuk güvencesinin sarsılmasıdır. Bu, serbest birikim rejimi de dahil olmak üzere kapitalizmin kutsallarına bir saldırı olarak görülmektedir.
Dört: İktidar alanının 'tek adam tapıncı' düzleminde totaliterleşmesidir. Dolayısıyla iktidara ulaşma kanallarının tekleşmesi, hatta partili yerel yönetim iktidarlarının da bu mutlak güce tam tâbi kılınması, sermayenin çeşitli fraksiyonlarının siyaseti, siyasi ve iktisadi kararları, rant dağıtım kararlarını etkileme gücünü aşındırmaktadır. Siyasal İslamcı iktidarın hegemonyasını kurma biçiminin çatışmacı olması ve iktidarını olağan siyasi yollarla terketmeme eğilimi, bütün bunların bir iç savaş potansiyelini içinde taşıma olasılığı, kapitalist birikimin çok temel bir gereksinimi olan "siyasi istikrara" tehdit olarak algılanmaktadır.
Beş: İktidar partisinin ve liderinin sorumsuz, öngörüsüz, hata üstüne hata yapan ve bunların siyasi bedelini ödemediği gibi bunlardan ders de almasını bilmeyen dış politika zikzakları da, toplumun geniş kesimleri için olduğu kadar, hatta ondan da fazla burjuvazinin kaygılarını yükseltmektedir. Çünkü dış istikrarsızlıklar giderek içteki istikrarsızlıklara eklenmekte, yabancı sermaye hareketlerinin yönünü değiştirmekte, yerli sermayenin dış dünyayla kurduğu ekonomik-kültürel ilişkilerini, gerçekleşmiş yatırımlarını veya planladığı yatırım kararlarını bozmakta ve Türkiye'nin dış ekonomik ilişkilerine zarar vermektedir. Ayrıca, örneğin eğer AKP doğru yerde dursaydı Suriye'nin 6 yıl önce önlenebilir olan parçalanması, bugün tüm bölgeye sıçrayabilecek bir savaşı tahrik etmekte ve sermayenin bölgesel açılımlarını istikrarsızlaştırmaktadır.

Toplumu dinselleştirme eğilimleri sermayenin birikim sorunlarından kuşkusuz ayrı düşünülemez. Dinsel ideoloji, kuşkusuz, sermayenin hegemonya kurma araçlarının önemli bir bileşenidir. Ama bu saptama bizi sermayenin bütün kesimleri ile İslami akımlar arasında birebir özdeşlik kurmaya veya sermaye fraksiyonları arasındaki farklılıkları görmemeye götürmemelidir.

Buradan altıncı bir saptamayı da Samir Amin'in (Modernite, Demokrasi ve Din, Yordam Kitap, 2014: 43) şu sözünü hatırlatarak yapabiliriz:  "Otokrasi ve teokrasi bir ve bütündür".  Bu saptama gerçi bizlerin yeni farkına varacağımız bir saptama değil, Türkiye gerçekliğinde ise gündelik yaşantımızın bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak, eğer hâlâ şartsa, şunun altını bir kez daha çizmek için gerekli:  Cumhuriyet'in Aydınlanma devrimlerinden köklü bir kopuşu ve hatta bunun tersine çevrilmesini hedefleyen bir hareketin, toplumun aydınlanmış kesimlerini Ortaçağ karanlığına teslim olmaya zorlanmasının demokrasi/sandık kandırmacalarıyla gerçekleştirilebilir olmadığı açıktır.

Dolayısıyla, İslamizasyon programının, otokratik olmayan bir yönelişle tutturulması mümkün değildir.

O halde, İslamizasyona karşı çıkmak (veya laikliği ve aydınlanmayı savunmak) aynı zamanda otokrasiye karşı çıkmaktır veya tersi.

Bu kitapla yapılan, yapılmak istenen de sanırım budur.

Oğuz Oyan / SOL

Dön yüzünü güneşe kardeşim… - ORHAN AYDIN

Ülke İ. Melih’e kilitlenmiş başka bir şey görmüyor.
Vapurda eli çantalı iki ihtiyar gevrek gevrek konuşuyorlar.
-Kolay yem değil adam, kim bilir ne belgeler, bilgiler var elinde.
-Kaç yıldır başkan seçtiriyor kendini, paraysa para, kariyerse kariyer, karizmaysa  karizma, siyasetse siyaset.
-Direniyor.
Kahkahayla gülüyorlar. Yan taraflarındaki saçı-sakalı birbirine karışmış genç keyifleniyor muhabbetten.
-Oğluna devrediyormuş her şeyini. Çocuk bu yaşta Karun olacak.
-Oğlan zaten Karun. Televizyonu, futbol takımı, onlarca şirketi filan var. Siz kendi derdinize yanın.
-İstifa etse ne olacak etmese ne olacak, hesap soran var mı?
Muhabbetin arasına müzik yapan arkadaşın şarkısı balıklama dalıyor.
“Olacak olacak olacak o kadar”
Kurgu gibi.
Anlayacağınız ağzı olan konuşuyor.
Oysa önce müfredat, sonra müftü nikâhı, okullarda tecavüzcü-yobaz vakıflar, kitap fuarına saldırı, ardından sergiye Vandallık.
Yetmedi vergi düzenlemesi adıyla zam yağmuru, ABD ile vize çıkmazı, AB ile dibe vuran ilişkiler, ekonomi de hızla sona doğru kayış, kardeş halkların topraklarında asker taburları, Zarrab davasındaki iğrenç kokular.
Hak gaspları, Nuriye ve Semih’in itildiği karanlık, 90 cam işçisinin durumu, kadın cinayetleri, altı yaşında bir çocuğun polis panzeriyle ezilmesi ve bitmek tükenmek bilmeyen tecavüz olayları.
Yolsuzluklar, adaletsizlik, Sayıştay raporlarında yüzlerce usulsüzlük filan deve de kulak.
“Nesini söyleyeyim canım efendim, gayrı düzen tutmaz telimiz bizim”
Aynı gün kırk yıllık arkadaşımla çay içiyoruz, bahis yine aynı.
-Pisliğin teki. Her tür düzenbazlığın altında-üstünde adı var. Ben en çok çürük elma gibi sırıtışına sinirleniyorum.
15 Temmuz sonrası yazdığını hatırlıyor musun “.. güle güle Cumhuriyet.”
-Sosyal medya canavarı. Kendine laf eden etmeyen kim varsa herkese söz yetiştirdi.
Tetikçilik yapıp insanları hedef gösterdi.
-Bunlar buzdağının görünen yüzü. Kendini ve tüm varlığını ayakta tutan menfaat ilişkileri ağıyla yeni bir Ankara kurulur.
-Farkında mısın, aynı Kadir Topbaş bahsinde olduğu gibi hiç kimse     suçluysa yargıya teslim edin, Ankara yalnızca ülkenin en borçlu belediyesi değil tüm Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun en borçlu belediyesidir. Hesap versin     demiyor.
CHP sahip çıkıyor, “seçimle gelen seçimle gider.”
-Akıl tutulması.
-Daha beteri, desene suçlarını açıklayın diye.
-Açıklamayacak, açıklamaz, içinde kendisi de var çünkü, o zaman sen açıkla, elinde binlerce belge var, sıkıştır duvar dibine.
-Bu düzen siyaseti kirli kardeşim. Kimse kimsenin ayağına basmak istemiyor.
İstanbul’da “Kadir ağabi” diye sahip çıktılar, ne oldu, adam yürüdü gitti, ardında koskoca bir İstanbul talanı bıraktı, sonra ondan bin beter başka bir rantçı işin başına kondu.
Topbaş ile ilgili yolsuzluk, usulsüzlük belgeleri vardı hani, nerede o belgeler, ne bekliyorsunuz seçimleri mi, baksanıza şu kente ne hale geldi?
-Kuralsız pis bir oyun ülkeyi yeniden ele geçirmenin hesapları üstüne dönüyor.
-Bu kez işi zor.
-Eğer yine her şey seçimlere havale edilirse kolay, inan hem de şimdiye kadar olduğundan bin kez daha kolay.
İsteyen istediği yerde, istediği hesabı yapsın, tutturamaz. Tüm ipler elinde, sandık dediğin tamamen mühürsüz zarflarla dolacak, yasasını bile çıkardı. Kim engel olacak?
-Yapamaz.
-Yapar, şimdiye kadar nasıl yaptıysa yine yapar.
-Biz ne yapacağız peki, bu alavere dalavereye boyun mu eğeceğiz?
-Dün yüzünü güneşe kardeşim. Hafta sonu İzmir’den bir ses yükselecek.

 “Sosyalizm Cumhuriyet’e çok yakışacak” diyen bir ses, işçinin, emekçinin, yoksulun, gencin, kadının, çocuğun, ötekinin, doğanın ve hayatın mutluluğunu isteyen bir ses, birlikte eşit ve özgür yaşanır bir ülke çağrısı yapan bir ses.
Ona kulak ver.

Orhan Aydın / SOL

Zorbanın İslamı - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da toplanan Medeniyetler Şûrası’ nda, ABD’yi kastederek, “kusura bakmasınlar ama, ben bu ülkeye medeni demem” dediği gün, antikapitalist İslam akımının önde gelen kişilerinden yazar İhsan Eliaçık, Kayseri Kitap Fuarı’nın yapıldığı Dünya Ticaret Merkezi’nin girişinde, kentin belediye başkanının kışkırttığı, yönlendirdiği iddia edilen kişilerin tekme, sille tokat saldırısına uğruyor ve meydan dayağından, hatta linçten polisin müdahalesiyle zor kurtularak, Türkiye’nin ne kadar uygar ve çağdaş olduğunu da bir kez daha dünya âleme gösteriyordu.

Kayseri’nin AKP’li Belediye Başkanı Mustafa Çelik, Kayseri Kitap Fuarı çerçevesinde İhsan Eliaçık’ın, yayınevinin düzenlediği söyleşisini de iptal etmiş ve kendisine de etkinliğe gelmemesini söylemişti. Ama, ünlü İslamcı yazar, belediye başkanının tehditlerine karşın, doğduğu kent olan Kayseri’ye gitmiş, fuar binasına girmeye çalışırken saldırıya uğramıştır. 

***

Dünya Ticaret Merkezi önündeki polislerin olaya müdahaleleri ve yazarı korumaları üzerine olayın daha da büyümesi, Eliaçık’ın dayak yemesi, hatta linç edilmesi önlenmişse de saldırganların emellerini gerçekleştirmeleri ve Eliaçık’ın fuara girişi polisin kararı ile sağlanmıştır.
“Antikapitalist İslam”ın ülkemizdeki önde gelen kişilerinden olan İhsan Eliaçık’a saldıranların “dinsiz, ateist” gibi sıfatlar kullanmaları olayın taraflar arasında inanç farklılaşmasından doğduğunu kanıtlamaktadır.
Gezi olayları sırasında, Tayyip Erdoğan’ı eleştirirken kullandığı dil yüzünden, zamanın başbakanı tarafından mahkemeye verilen, AKP’nin “aptestli kapitalizm” uygulamasına sert saldırılarda bulunan, bu çevrelerce “Gezi İmamı” olarak nitelenen ve cemaatlere aşina olanlarca “tabu yıkan” kişi olarak anılan İhsan Eliaçık, kendini inançlarına içtenlikle bağlı, itikadının gereklerini yerine getiren bir mümin olarak görüyor ve ilan ediyor.
Değil yalnız laik ülkelerde, İslam inancında da kimsenin inancının içtenliğini ve derecesini sorgulayıp yargılamak kimsenin haddi olmadığına göre, hiç kimse Eliaçık’ın Müslümanlığını yadsımaya cüret edemez.
Ama Kitap Fuarı’nın girişinde yazara saldıranlar bunu yapmaktan çekinmiyorlar.
Dikkat buyurunuz! Saldıranlar Müslüman ve saldırıları İslam adına yapıyor, ama aynı zamanda saldırıya uğrayan da Müslüman ve saldırıya uğramasının nedeni de yine İslam.
Bunu biz söylemiyoruz, Eliaçık’a “ateist, dinsiz, Kayseri’nin utancı” diye saldıranların bizzat kendileri söylüyorlar.
***

Demek ki, 2017 Türkiyesi’nde saldırılara maruz kalmamak için Müslüman olmak da yetmiyor, ama aynı zamanda, gücü elinde bulundurduğu için her şeye kadir olduğunu düşünenin istediği, onaylayacağı türden Müslüman olmak gerekiyor.
Kimliklerin ve inançların getirilip, politikanın göbeğine oturtulduğu bir ülkede onaylanmış, güce biat etmiş AKP yanlısı Müslüman olmazsan, Müslümanlık da, kişiyi dinci saldırıdan masun kılmıyor.
Kayseri’de mazlumun İslamı ile “benim gibi düşüneceksin, biat edeceksin!” diye dayatan zorbanın İslamını karşı karşıya getiren bu olay laikliğin, mutekit, içten Müslümanlar da dahil, herkes için gerekli olduğunu kanıtlayan çarpıcı bir örnektir.
Resmen kâğıt üzerinde hâlâ “laik!” ama fiilen “zorbanın İslamı”nın dayatmacısı rejimin polisinin ise, demokrasilerde olması gerektiği gibi, yazara müdahaleyi bertaraf ederek, fuara girişin önündeki engelleri kaldırmak yerine, saldırganların amaçladıklarını gerçekleştirerek, girişi yasaklamasının şaşılacak bir yönü yok.
Rejim Zorba’nın İslamı olunca, güvenlik güçleri de o yönde hareket edecek ve zorbanın karşısına mazlumun İslamı dahil kim çıkarsa çıksın, ezip geçecektir.
Evet bir kez daha hatırlatalım:
Laiklik herkese lazım.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

23 Ekim 2017 Pazartesi

Habsburg ve Osmanlı stratejileriymiş...- OSMAN ÇUTSAY

İş bayağı ciddileşti anlaşılan: Almanya’nın sağcı günlük gazetesi Die Welt’in en parlak analistlerinden bir yazarı, yeni dönemin “sağ-daha sağ” koalisyonlarına vurguyla, bir Habsburg Monarşisi veya Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hatırlatmasında bulununca, ister istemez yeni çağrışımları tetiklemiş oldu.

Gerçekten de öyle.
Bundan 100 yıl önce iki imparatorluk tam anlamıyla ateş altındaydı, dağıtılıyordu, malum: Habsburg ve Osmanlı.

Ya bugünlerde?

Die Welt’in -yeri geldiğinde- sosyal demokrat vs. sinyaller veren, fakat antikomünizminden hiç geri adım atmayan, bu arada yer yer parlak analizlere imza atabilen yazarı, Dirk Schümer, dün kimilerinin aşırı sağ dediği “sağ ulusalcı” parti FPÖ (Avusturya Özgürlükçü Partisi) ve lideri Heinz-Christian Stracher’in, büyük parti Hıristiyan Demokrat ÖVP ile koalisyona gitmesi halinde, Viyana’nın doğuya, eski Habsburg’un siyasal coğrafyasına doğru hareketlenme temrinleri yapabileceğine dikkat çekti. Yazar, Visegrad Grubu denilen Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya üzerindeki nüfuzunu geliştirme hesapları yapan “sağ-daha sağ” (ÖVP-FPÖ) bir hükümetin Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da da ek bir nüfuz alanı yaratabileceğini, buraların tarihsel Habsburg monarşisinin ilgi ve çıkar alanı olduğunu ima etti.

Viyana’da yeni hükümet henüz kurulmuş değil.
Fakat Die Welt analistinin bir yerlerden koku aldığı açık.
Gerçekten de, Viyana’da 31 yaşındaki Sebastian Kurz başkanlığında kurulacak yeni hükümet, doğuya mı yönelecek ve hegemon Almanya ile arasına belli belirsiz bir mesafe mi koyacak?
Bunu yapabilir mi?
Bir şeyler olduğu kesin. Sadece ekonomide değil, siyaset sınıfında da birbiriyle çekişen çıkarların yeni coğrafi bölünmeleri/maceraları tetiklemesi mümkün.
AB’nin kriz demek olduğunu anlamak ve kabul etmek istemeyenler, İspanya’dan İtalya’ya, aslında bütün bir Güney ve Doğu Avrupa coğrafyasına bir göz atsa, bu inatlarından vazgeçmek için yeterince gerekçe bulacaklar, ama olmuyor.

Angela Merkel’e yakın Die Welt’in, bünyesinde birçok “aslında solcu analist” bulundursa da, ana yönelimi değişik renklerdeki antikomünizmdir ve bu gazete herhalde eşitsiz gelişme yasasından hareketle böyle belirlemelerde bulunacak değil. FPÖ katılımlı bir koalisyon hükümetinin, bu partinin sırtından Doğu Avrupa’daki “sağ ulusalcılar” ile işbirliğini derinleştirmesi kimseyi şaşırtmayacak.

Gerçi Sebastion Kurz, Berlin ile ilişkileri zorlayacak böyle arayışlara prim vermeyeceğini söyleyip duruyor, ama ortada bir sıkıntı da var. Sonuçta belirsiz denizlere yelken açılmayacak: Muhtemelen Habsburg’un at koşturduğu alanlarda, emperyalist birikim sayesinde geçmişten çok daha sağlam tutamak noktaları oluşturarak, yeni pazarlara açılmak hedefleniyor. Birileri böyle düşünüyor.

İki mesele var.
Bir: Doğu Avrupa’daki nasyonalist dalgaya binerek bazı yeni birlikler kurma, pazarlar açma hesapları AB’yi sarsar. Doğuya yöneliş, batının lehine olmayabilir. Bu kadar dengesizliğe, yeni bir dengesizlik daha eklemek başlı başına bir macera. Ama bir türlü üstesinden gelinemeyen AB krizi, kendi zenginlerini de, birbirlerinin ayağına basarak böyle arayışlara mecbur bırakıyor.

İki ve asıl önemlisi: Viyana’nın Habsburg’un gölgesini aramasıyla, İslamcı Ankara’nın yıllardır Osmanlı’nın gölgesini araması (“Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”) arasında bir fark olabilir mi? Yeni Osmanlı çökerken, yeni Habsburg yükselebilir mi? Sahneye ek bir sürtüşme kaynağı daha çıkacağını şimdiden ileri sürmek mümkün.

İslamcı Ankara’nın yüzüne gözüne bulaştırdığı ve altında kaldığı o yönelimin daha eli yüzü düzgün bir versiyonu Viyana’da denenebilir. Berlin-Paris-Brüksel hattı bunu nasıl göğüsler, bilinemez, ama deneyecekleri anlaşılıyor.

Bizim için önemli olan şu: Geçmişin imparatorluk enkazında, kapitalizmin büyük krizine, emperyalist birikimlerine rağmen çare bulamıyorlar.
Solun bu krize mevcudu koruyucu bir çare arama yükümlülüğü yok. Ama krizden neden sosyalist bir toplumla çıkılması gerektiğini geniş emekçi yığınlara ve aydın katmanlara anlatmak gibi bir görevi var. “Kriz önlenemiyor, devleti kurtaralım” anlayışı ile “Krizi önleyemezler, krizden sosyalizmle çıkabiliriz” anlayışı taban tabana zıt iki “çare“dir.

Osmanlı ve Habsburg, yeni versiyonlarıyla halkların tepesine yıkılacak tarih öncesi gölgeler gerçekten de...

İslamcı Ankara çöktü ve cumhuriyeti de beraberinde uçuruma çekti. Viyana, zenginin kaderinin daha farklı olacağını düşünebilir.
Artık AB’nin alıştığımız yapısını koruması hiç mümkün değil.
Nereden inceyse oradan kopacak da, sonuçları ne olacak?
İslamcı Ankara kadar Avrupa başkentlerinin de şaşkınlığı ortada.

Osman Çutsay / SOL