29 Ekim 2017 Pazar

HASTA ve REÇETE (Derleme - CUMHURİYET)

Bilimden uzaklaşmanın bedeli çok ağır oluyor.(Özlem Yüzak-Cumhuriyet)

Bilim ve bilimsel düşünmenin toplumlara, bireylere kazandırdığı en önemli şey basit bir sorudur: “Neden?” İnsanlar neden sorusunu sorarak eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı öğrenirler.

Bundan 94 yıl önce bağımsızlık ve özgürlük kavramlarını öne çıkararak kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti attığı her adımda “toplumsal yaşamda bilim ve eleştirel akla değer verilmesinin” taşlarını da döşemeye başlamıştı. Klasiklerin Türkçeye çevrilmesi, yurtdışından değerli bilim insanlarının, özellikle de Nazi Almanyası’ndan kaçmak zorunda kalanların Türkiye’deki üniversitelerde ders vermek üzere davet edilmesi, Türkiye’den genç beyinlerin bilimsel donanım elde etmeleri için burs ile yurtdışına gönderilmesi, Köy Enstitüleri’nin kurulması. Atatürk’ün “Eğer bir gün benim sözlerim bilime ters düşerse bilimi seçin” sözü bilimsel düşünmeye verdiği önemi anlatan en iyi sözdü bence... Atatürk Türkiyesi’nin bu vizyonunu üzerine daha fazlasını da koyarak ülkeyi şahlandırabilirdik. Olmadı. Ama ağır aksak da olsa bir ilerleme kaydedildi. En azından bilimden bu kadar uzaklaşılmadı. Aradan 94 yıl geçti, neredeyse bir asır...
Gelelim AKP Türkiyesi’ne... 15 yıllık tek başına iktidarın ülkeye verdiği en büyük zararlardan biri de her alanda bilimsellikten uzaklaşılması oldu. Küçük satırbaşları ile resmin bütününe bakmaya çalışalım:
-Türkiye’nin tek teorik fizik ve matematik araştırma enstitüsü olan “Feza Gürsey Enstitüsü” kapatıldı. Daha doğrusu, Temmuz 2011’de FGE’nin ana misyonu olan teorik fizik ve matematik çalışmalarıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan Gebze yerleşkesindeki Bilişim ve Bilgi Güvenliği İleri Teknolojileri Araştırma Merkezi (BİLGEM) ile birleştirildi. Ki bu kapatılma ile aynı anlama geliyor.
-Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurulu TÜBİTAK artık bu ülkede bilimin üretildiği, öğretildiği ve savunulduğu bir kurum olma misyonundan uzaklaştırılmış durumda. Önce bünyesindeki FETÖ yapılanması ile Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk, Böcek soruşturmasındaki sahte raporların hazırlanmasında rol aldı ardından AKP’leşen kadrosu ile iktidarın bir baskı aracı halini aldı. Kurum bilimsellik dışı projelere desteği ile dikkat çekiyor. Hacı robotlar, Kâbe projesi, Canlıların Gıdası Kuranıkerim Projesi ve diğerleri...
-Akademik kriterlerin giderek aşağıya doğru çekildiği, değeri düşük ve para ödenen dergilerde yayımlanan makalelerle akademik yükseltmeler yapıldığı bir dönemin içindeyiz. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ziya Toprak tarafından yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’de yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal -bilim hırsızlığı” bulunuyor. Bu sayı vakıf üniversitelerinde yüzde 46 seviyesine kadar çıkıyor.
-15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nden sonra aralarında Barış Bildirgesi’ne imza atanlar da olmak üzere yüzlerce akademisyenin görevine son verildi.
-Evrim teorisi eğitim müfredatından çıkarıldı. Üstelik saçma ötesi bir gerekçe ile. n Harran Üniversitesi’nde bir biyoloji profesörü, araştırmaları, makaleleri olan bir botanikçi şöyle bir kongre düzenleyebiliyor: “1. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi”. Ve katıldığı televizyon programında şunları söyleyebiliyor: “Evrimi üniversite öncesi eğitim müfredatından çıkardık. Çocuk okulda evrim okuyacak, eve gelince de seccadeyi rafa kaldıracak, bu çelişkiyi yaşatamayız çocuklara.. Bizim kültürümüzde evrim diye bir şey yok.” Kıtaların ve ülkelerin geleceğini belirleyecek 3 stratejik alan:
1- Gıda - tarım.
2- Enerji - doğal kaynaklar.
3- Bilim - teknoloji. Evet bilim-teknoloji...

Buna yatırım yapan ülkeler kalkınıyor. Türkiye’de imalat sanayi ihracatının esas olarak düşük ve orta teknolojilere dayalı. GSYİH’miz içinde düşük teknolojinin payı yüzde 35, orta-düşük teknolojinin yüzde 26, orta-yüksek teknolojinin yüzde 33. Yüksek teknolojinin payı ise sadece yüzde 3.5. Benzer şekilde bilim ve teknoloji kapasitesinin belirleyici göstergelerinden olan patent başvurularında da Türkiye’nin dünyanın gelişmiş ülkelerinin oldukça gerisinde. 2015 yılı verilerine göre dünyada yaklaşık 3 milyon patent başvurusu yapılmış. İlk sırada 1 milyon başvuru ile Çin geliyor. Türkiye’nin ise sadece 9 bin patent başvurusu olmuş. 2017 yılının Türkiyesi’nde yukarıda örnekler verdiğimiz mevcut politikalarla bilim ve teknolojiye dayalı sürdürülebilir bir gelecekten bahsedilemeyeceği aşikâr. Bilim ve teknolojide büyük atılım yapabilmenin koşulu eğitimi, üniversiteyi, toplumu, sanayiyi topyekûn büyük sıçramayla örgütleyebilmekten geçiyor. Bunu başarabilenler yol alıyor, başaramayanlar yaya kalıyor...
                                                                           ***

Dış politika eski çizgiye çekilmelidir.(Osman Korutürk)

Asırlık bir devlet olmasına altı yıl kala, Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin son sekiz yıldır uygulamaya koyduğu görünürde iç politikaya odaklı, maceracı, hayalci ve müdahaleci; arka planda ise din ve mezhep yönelimli, Osmanlı özentili dış politika yüzünden varlığının en büyük yalnızlığı içine düşmüş bulunmaktadır.

Bu sakat dış politikanın mimarı Davutoğlu ile başlayarak, uluslararası ilişkiler alanında rol üstlenen hemen bütün AKP siyasetçileri ve onların çizgisindeki medya mensupları her fırsatta Türkiye’nin kendilerinden önce izlediği dış politikanın pasif ve edilgen olduğunu, uluslararası gelişmeler karşısında “bekle-gör” zihniyetiyle ve genel eğilimler doğrultusunda tavır aldığını, Ortadoğu ile İslam dünyasını göz ardı ettiğini, Türk dış siyasetinin Batılı ülkelerce yönlendirildiğini iddia ettiler. Bu siyaseti terk ederek, ülkenin dış politika rotasını “komşularla sıfır sorun”, “stratejik derinlik”, “proaktif dış politika” diye adlandırdıkları; kulağa çekici, göze parlak gelen, ancak aslında puslu ve bir adım ötesini göstermeyen yollara çevirdiler. Müslüman Kardeşler esinli, Sünni Müslümanlardan oluşan hayali bir “ümmet” vehmedip, bu ümmetin liderliğini üstlenmeye giriştiler.

Keskin dönüş
Dış politikanın rotasındaki bu dönüş “eksen kayması” diye izah edilebilecek iradedışı bir sapma değil, bilerek isteyerek yapılan keskin bir dönüştü. Türkiye’nin istikrar odaklı, laik, çağdaş değerlerden güç alan geleneksel barışçı dış politikası, Sünni eksenli İslami bir yapı etrafında öngörülmüş, komşuların rejimlerini değiştirme ve dış müdahale dahil, şimdiye kadar kalkışılmamış yöntemleri dışlamayan müdahaleci bir doktrin doğrultusunda yenilenmek isteniyordu. Peki, hedeflenen bu yeni yaklaşımın başarı şansı var mıydı? Aradan geçen sekiz yıl bu sorunun yanıtını en açık biçimde “Hayır” olarak vermiş bulunuyor.

Yalnızlığa sürüklenme
Bu sekiz yıl içinde Türkiye, bu yeni dış politikanın getirdikleri arasında BOP Eş- Başkanlığı; Irak’da askerlerimizin başına çuval geçirilip bunu yapanlara hesap sorulmayışı; Mavi Marmara gemisinin bile bile tartışmalı bir sefere korumasız gönderilip İsrail komandoları tarafından baskına uğramasını ve insanlarımızın öldürülmesi; Suriye’de bir keşif uçağımızın düşürülüp pilotlarımızın şehit edilmesi; Suriye sınırında düşürülen Rus uçağı olayından sonra devrin başbakanının bunun emrini bizzat verdiğini açıklamasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden fail aranmaya başlanışı; Rusya’nın bu olayla ilgili ticari yaptırımları karşısında dize gelinip özür dilenişi; Süleyman Şah Türbesi’nin bir gecede sırtta kaçırılıp vatan toprağının terkedilişi; bu rezaletin bir başarı öyküsü olarak ilan edilişi; önceleri gereğinden de fazla yakınlaşılan Esad’a Esed denmeye başlanıp, sonra yeniden Esad’a dönülüşü; Suriye’nin yakılıp yıkılışıyla milyonlarca sığınmacının ülkemize gelişi; radikal terör örgütlerinin sınırlarımıza yığılması; kendi savaşımız olmayan savaşlar için yurtdışına asker gönderilip şehitler verilmesi, silah ve donanım yitirilmesi; burnumuzun dibindeki 18 adaya Yunanistan’ın yerleşmesini ve buna benzer daha nice, bizim için haysiyet kırıcı ve üzücü, başkaları için traji-komik olay yaşadı.
Bırakın başlangıçta düşünüldüğü gibi, Arap ve İslam ülkelerinden oluşacak bir yeni oluşumun lideri olmayı, Katar dışındaki Araplar ve bir iki istisna hariç tüm diğer ülkelerle arası bozuldu. Dünyadaki dostlarımızın sayısı bir elin parmaklarından aza düştü. Ülkemiz dış dünyanın gözünde güvenilirliğini, inanılırlığını, öngörülebilirliğini yitirdi. Ciddi itibar kaybına uğradı.
Yeni dış politikamızı planlayan ve ülkemizin rotasını bu plan doğrultusunda yeniden çizen, bütün bu olayları yaşamamıza yol açan ve bir ara bugün içinde bulunduğumuz yalnızlığı “değerli yalnızlık” olarak niteleyen amatör “kaptanlar” ne Türkiye’yi, ne Arap âlemini, ne Müslüman dünyasını, ne Ortadoğuyu, ne de Batı’yı, ne de bütün bu değişik yapılara yön veren dinamikleri anlayabildiler. Bu dinamikleri hep yanlış okudular. Onlar, yine yanlış okudukları Osmanlı hülyaları içinde neo-emperyalist hayallere dalmış; bunları gerçekleştirebileceklerini sanan, uygulamayı hiç bilmeyen teorisyenlerdi.

‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’
Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası hiç de onların sandıkları gibi pasif ve edilgen değildi. Türk dış politikasının temel yönelimi Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından “barış” olarak belirlenmiş; yeni devletin dış politika devinimi, bizzat Atatürk tarafından kısa ama öz bir deyişle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diye açıklanmıştı. Bu kısa özdeyiş, aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada asırlar boyunca yaşanan deneyimlerin; Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uzun ve zahmetli yolun birikimi sonucunda edinilmiş kadim bir tarih kültürünün, savaş göç ve çatışmalarla kazanılmış hayale yer bırakmayan bir coğrafya bilgisinin, sahada bire bir yaşanarak öğrenilmiş sosyo-politik gerçeklerin süzgecinden geçmiş bir “beka” (varoluş) felsefesinin ifadesiydi.

 Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan başlayarak, yakın zamana kadar dış siyasetini hep bu felsefenin ekseninde yürütmeye özen gösterdi. Etrafında oluşan istikrarsızlığın kendi istikrarını bozacağının bilinciyle her zaman etrafında istikrar oluşturmaya ve bu istikrar ortamını korumaya çalıştı. Komşularının dinsel, mezhepsel, etnik ve demografik zaaflarını onlara karşı kullanacak tertipler içine girmekten kaçındı. Bu AKP siyasetçilerinin sandıkları gibi bir zaaf değil, Türkiye’ye güvenilirlik ve inanılırlık sağlayan büyük bir güçtü. Keza Türkiye, bölgesindeki başka güçlerin karşı ağırlığı olmaya hiçbir zaman soyunmadı. Bir denge unsuru değil, istikrar unsuru olmayı amaçladı. Bunu da yakın zamana kadar başardı. AKP’den önceki iktidarlar Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen farklı siyasi anlayışlardaki değişik hükümetlerin (ilk dönemlerinde AKP de dahil) tümü, ideolojik dogmalardan soyutlanmış gerçekçi bir vizyonun ürünü olan bu gerçekçi dış politika yaklaşımına bağlı kaldılar. Böyle yaparak, yüz yıla yaklaşan bir süre içinde Cumhuriyeti ve yurttaşlarını kanlı savaşların maddi ve manevi acılarından korudular. Türkiye dış siyasetinde her zaman kendi ulusal çıkarlarına öncelik verdi. Maceralara kalkışmadan bu çıkarlarını diplomasi yoluyla korumayı başardı. Türkiye, AB dışında bir çoğunun kurucusu, diğerlerinin de çok eski üyesi olduğu tüm önemli uluslararası kuruluşlar ile ve NATO dahil ittifaklarda hiçbir zaman suyun akışı yönünde giden, çoğunluğun eğilimine uyan bir ülke olmadı. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, NATO’da, OECD’de, AGİT’de, EKO’da, sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını alan İslam Konferansı ve diğer uluslararası örgütlerde kendi siyaset öncelikleri nedeniyle zaman zaman güçlükler çıkarabileceği bilinen; ancak barışçı ve laik dış siyaseti ile tüm eksikliklerine karşın temelde demokratik yönetimi sayesinde içinde yer aldığı zorlu ve sorunlu bölgelerde istikrar oluşturan saygın ve güvenilir bir güç olarak, her zaman gerçek imkân ve kabiliyetlerinin üstünde bir ağırlığa sahip oldu. O kadar ki Türkiye, zaman zaman onun imkân ve kabiliyetlerini olduğundan fazla sanan büyük Batılı ülkelerce kendilerine rakip addedildi. Türkiye de, kendi ulusal çıkarlarının belirlediği öncelikleri doğrultusunda daima içinde bulunduğu örgüt ve ittifakların siyasetlerini etkilemeye çalıştı ve çoğu zaman bunu başardı. Berlin’de büyükelçi olarak görev yaptığım sırada orada İrlanda Büyükelçisi olan ve daha sonra ülkesini Vaşington’da temsil eden Noel Fahey adında deneyimli ve görmüş geçirmiş bir meslektaşım bana Türkiye’ye büyük bir saygı duyduğunu söylemiş ve bu saygısının nedenini “Çünkü Türkiye dünyada, İran ve Çin ile birlikte kendi ulusal çıkarlarına odaklı özgün politikaları olan ve bu özgün politikaları büyük baskılara rağmen uygulayabilen üç ülkeden biridir” diye açıklamıştı. Büyükelçi Fahey, sözlerini “İran ve Çin bu politikaları hasım baskıları altında yürütürler. Türkiye ise dost baskısına direnir. Dost baskısına karşı koymak hasım baskısına direnmekten her zaman daha zordur” diye tamamlamıştı. Ortadoğu ve Arap dünyası ile İslam âlemiyle ilişkilerimize gelince, yukarıda sözünü ettiğim iddia sahiplerinin sandıklarının aksine bu bölge her zaman geleneksel Türk dış politikasının ana akslarından birini oluşturmuştur. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkeleriyle ikili ilişkilerimize ve bu ülkelerle Cumhuriyet tarihi içinde kurmuş olduğumuz çoklu işbirliklerine bakıldığında bu gerçek açık seçik görülür.

Barışçı ve ulusal çıkarlar
Sonuçta olan olmuş ve bu yazının başında da belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını doldurmasına altı yıl kalmıştır. Türkiye’nin 2023’e bu dış politika ile girmemesi gerektiği, giremeyeceği, halkımızın buna layık olmadığı, açıkça söylemeseler dahi, bugünkü iktidarın yöneticileri tarafından da anlaşılmış gibi gözükmektedir. Ülkemiz yeniden diplomasiyi ve yumuşak güç kullanımını iyi bilen; barışçı, olumlu anlamda uzlaşmacı, Ortadoğu ihtilafı dahil tüm uluslararası anlaşmazlıkların taraflarıyla doğrudan temas olanağına sahip, arabuluculuğu aranan, ciddi ve güvenilir bir ülke olmalıdır. Bunun yolu demokrasi ve dış politikada önce “fabrika ayarlarına” dönülmesidir. Ama iş bununla bitmemektedir. Fabrika ayarlarının üzerine, demokrasi alanında evvelce yaşamış olduğumuz eksikleri giderecek; parlamenter çoğulcu demokrasi çerçevesinde kuvvetler ayrılığını, temel hak ve özgürlüklerin kısıtsız kullanımını, hukukun üstünlüğünü, adaletin bağımsızlığını, yargının tarafsızlığını, cinsiyet eşitliği dahil vatandaşlar arasında her alanda tam eşitliği ve refahın hakça paylaşımını güvence altına alacak çağdaş “uygulamaların” kurulması gerekmektedir. Buna koşut olarak dış politika da yeniden Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” felsefesi ekseninde ve istikrar temelinde, Cumhuriyetin kurucu iradesinin isabetle belirlediği ilkeler doğrultusunda şekillendirilmelidir.
                                                                              ***

Sınırsız muhafazakârlık.(Sinan Tartanoğlu-CUMHURİYET)

AKP iktidarı boyunca topluma dayatılan 'muhafazakârlık' en çok kadınları mağdur etti.
 
Cumhuriyet ile birlikte özgürlüğe kavuşan kadınlar, AKP iktidarında yaşam tarzı dayatması ile karşı karşıya... Kadın erkek eşitliğinin yerini, harem-selamlık uygulamalar alırken, ülkenin Cumhurbaşkanı “kadınla erkeği eşit konuma getirmenin fıtrata aykırı” olduğunu söyledi. Tek tipçi muhafazakâr dayatma, sokağa da yansıdı. Kadınlar kıyafetleri nedeniyle saldırıya uğrar hale geldi. Okullarda, yurtlarda öğrenciler kadın-erkek diye ayrılarak yeni nesil yaratılmaya çalışıldı. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP adına konuşan birçok siyasetçi, “İslamcılık”, “Müslümandemokrat” gibi tanımları “din eksenli bir parti” olarak bilinmemek için reddetti. Hüseyin Çelik, Genel Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde partisi için “Batı basınında, AK Parti yönetimi isimlendirilirken, bazen maalesef ‘İslamcı’, ‘Ilımlı İslamcı’ ve bunun gibi bir dil kullanılmakta. Bu tanımlamalar gerçeği yansıtmamakta ve bizi üzmektedir. AK Parti muhafazakâr demokrat bir partidir. AK Parti’nin muhafazakârlığı ahlaki ve sosyal konular ile sınırlıdır” açıklamasını yaptı. AKP’nin kurulduğu ve iktidara geldiği günden bu yana “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığı”, “Cumhuriyet toplumunun” sınırlarını da zorladı. Sokaklardan, alkol tüketimine, öğrenci yurtlarından saatlere, kadın politikalarından, sosyal medyaya kadar “ahlak ve sosyal konularla” sınırlı muhafazakârlığı birkaç örneği:
-Kırmızı sokaklar: İçkili yer bölgelerinin tespit edilmesine ilşikin ilk talimat, İçişleri Bakanlığı’nın Ekim 2005 genelgesine yansıdı. Genelge, içkili yerlerin belli bir bölgede toplanması ve sürekli kontrol altında bulundurulmasına ilişkin esaslar içerdi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ikinci genelgesi ise 14 Ekim 2005’te hazırlandı. Belediyelerin içkili yer bölgesi tespit edebilmesinin önü açıldı. İlk uygulama Bursa Orhangazi Belediyesi’nden geldi. Ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi, kendisine bağlı parklarda içki yasağı uygulamasını başlattı. Denizli Belediye Meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı.
-Alkol yasağına yasa gücü: Alkol yasaklarının kanun gücüyle korunması 9 Eylül 2013’te başladı. Market, büfe, bakkal ve bayilerin gece saat 22.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında alkollü içki satması yasaklandı. Alkollü içkilerin reklam ve tanıtımı yasaklandı.
-Ekranda alkol yok: Yasa ile televizyonlarda yayımlanan dizi, film ve kliplerde alkollü içkileri özendirici görüntüler yasaklandı. Her türlü şiddetin en gerçekçi hali ile verildiği ekranlarda tütün ve alkol ürünleri “buzlandı.”
-Her evde yasak: RTÜK’ün, sosyal hayatın ayrılmaz parçası olan televizyon üzerindeki sıkı denetimi, hiç gevşemedi. RTÜK, televizyonlara 2002’de 2 bin 921 yayın durdurma cezası verdi. 2003-2005 yıllarında 29 radyo ve televizyon toplam 870 gün “karartıldı.” RTÜK, 2002’den 2008’e kadar toplam 2 bin 22 uyarı, 262 program durdurma, 1 yayın lisans iptal cezası verdi.
-Harem-selamlık yurt: Yurt- Kur, Ağustos 2013’te kız ve erkek öğrenci yurtlarını birbirinden ayırmaya başladı. 16 bin kız öğrenci, erkek öğrencilerle aynı ortamda kalmamaları için yeni binalara “göç ettirildi.” Erkek öğrencilerin ise eski yurtlarında kalması sağlandı. Devlet yurtlarını “kız” ve “erkek” olarak zaten ayıran Milli Eğitim Bakanlığı karma özel öğrenci yurtlarını da kapattı.
-'Kız-erkek aynı evde ters’: Kasım 2013’te başbakanlığı döneminde Erdoğan, toplumsal harem-selamlık uygulamalarını temel politika haline getirecek açıklamayı yaptı. Erdoğan, “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters” dedi.
-Arap saati inadı: Enerji Bakanlığı 2009’da, Türkiye’nin saatini ayarladığı GMT+2 olarak tanımlanan 30. boylamdaki referans meridyeninin, GMT+3 olarak tanımlanan 45. boylama alınmasına ve yaz saati uygulamasının tamamen kaldırılmasına ilişkin yasa tasarı taslağı hazırlıklarına başladı. O dönem muhalefet, “Asıl amaç, Suudi Arabistan saat dilimini kullanarak, namaz saatlerini Mekke ve Medine’ye göre ayarlamak. Bundan sonraki adım da, resmi tatil gününün cumaya alınması olabilir” itirazını seslendirdi. Eylül 2016’da yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı ile kış saati uygulaması kaldırıldı. Yeni hesapla, Iğdır’dan geçen boylamın esas alınacağı ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasında saat farkı kalmayacağı değerlendirmeleri yapıldı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun iptal kararına karşın muhafakâr demokrat AKP, uygulamayı önce OHAL gücüyle çıkarılan KHK’lere koymayı düşünse de, bir yasa taslağı ile geri getirmeyi planladı.
-Kamuya cuma izni: Saatlerde olduğu gibi resmi tatil günlerinin ve mesai saatlerinin dini referanslara uygun olarak belirlenmesi kuşkusu hiç dinmedi. Ancak 2016’da “gerçek oldu.” Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde, Ocak 2016’da kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurlara cuma namazı vakitlerinde izin verilmesinin önü açıldı. Genelgede “Cuma namazı saatinin mesai saatine denk gelmesi halinde, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlardan isteyenlere mesai kaybına neden olmaksızın izin verilir” ifadeleri kullanıldı.
-Medya, yeni yasak alanı: İnternet yasakları kapsamında 2007’de 43, 2008’de 1046, 2009’da 6 bin 131, 2010’da 7 bin 762, 2011’de 14 bin 737, 2012’de ise 19 bin 507 internet sitesi engellendi.
-Twitter'a yasak: Erdoğan, başbakanlığı döneminde, Gezi Parkı eylemleri sürerken “Twitter’ın kökünü kazıyacağız” dedi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını eleştirirken, “Twitter, miviter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der. Hiç beni ilgilendirmiyor” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın talimatı verdiği gün, Twitter’a erişim engeli kararı alındı. Yasak, “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” bir örneği olarak “kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğini ihlal” gerekçesine dayandırıldı.

Kadına boşanma hakkından boşanmada arabulucuğa
Kadına seçme ve seçilme hakkını Fransa, İtalya ve İsviçre’den çok önce yasal güvenceye alan Cumhuriyet, 1926 Türk Medeni Kanunu ile, “erkeğin çokeşliliği” ve “tek taraflı boşanmasına” ilişkin düzenlemeleri kaldırdı. 2017’de ise AKP, önce müftülere nikâh kıyma yetkisi verdi, ardından boşanmalar için “Aile arabuluculuğu” sistemini getirmeye hazırlandığını açıkladı. 2009’da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun kendisinden iş isteyen kadınlara, “Evdeki işler yetmiyor mu” diye sorması, 2009’da Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in “Kadınlar iş aradığı için işsizlik artıyor” demesi, 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Münevver Karabulut cinayeti için “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” ifadelerini kullanması, 2010’da yine Erdoğan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz” açıklaması, 2011’de kadına şiddetin abartıldığını dile getirmesi, 2012’de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” yorumunda bulunması, 2014’te Erdoğan’ın “Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters” demesi; “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” kadına bakışının sadece birkaç örneği... Bu söylemin sonuçları ise şöyle:
-Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 145 ülke arasında 130. sırada yer aldı.
-AKP döneminde kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı.
-2002-2017 yılları arasında 14 binden fazla kadın cinayete kurban gitti.
-Mahkemelerde, erkeğe tahrik indirimi, hukuksal bir norm haline geldi.
-Yapılan araştırmalar, her 10 evlenmiş kadından neredeyse 4’ünün eşi veya birlikte olduğu erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kaldığını gösterdi.
-Türkiye genelinde kadınların yüzde 36’sının fiziksel şiddete, yüzde 12’sinin ise cinsel şiddete maruz kaldığı belirlendi.
-Son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu zorla evlendirildi.
-Son 10 yılda çocuk cinsel istismar davaları yüzde 700 arttı.
-15 yılda çocukların cinsel istismarı yüzde 434, cinsel taciz yüzde 449 arttı.

                                                                           ***

Tüm kazanımlar örselendi.(Figen Atalay-Cumhuriyet)

Cumhuriyet eğitim alanında büyük atılım yaptı. Şimdi ise demokratik, laik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşılıyor. Eğitim, 94 yıl sonra yeniden dinselleşiyor.

Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924’te toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde öğretmenlere “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdani hür nesiller ister’’ dedi. Sonra devam etti: “Erkek ve kız çocuklarımızın aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Milli ahlakımız uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle artırılmalıdır. Bu çok önemlidir. Özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlak, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.’’ Atatürk’ün bu sözlerinden 93 yıl sonra geldiğimiz noktada, sürekli gericileşen eğitim sistemimizde, bilimden, demokrasiden, katılımcılıktan, yaratıcılıktan, özgür düşünceden söz etmek mümkün değil. Aklı ve bilimi egemen kılan bir sistemde, sorgulama yeteneği gelişmiş, neden-sonuç ilişkisi kurabilen bireyler değil, dine, ezbere, güce, korkuya, tehdide dayalı sistemde; dindar, itaatkâr, ezberci bireyler yetiştirme çabası mevcut.

 İlk yasalar
Milli Eğitim Bakanlığı 2 Mayıs 1920’de kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikaları oluşturulurken, uygulamaya konulan temel yasalar şunlar oldu:
-Tevhid-i Tedrisat Kanunu
-Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun
-İlkmektep Muallim ve Vazifeleri Hakkında Kanun
-Köy Eğitmenleri Kanunu
-Köy Enstitüleri Kanunu
-Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun
-Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu
-İlköğretim ve Eğitim Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Yükseköğretim Kanunu
Eğitim alanında yapılan en büyük yeniliklerden olan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı, denetim altına alındı. Dini bir öğretim kurumu olan medreseler daha sonra kapatıldı. Eğitimin dini esaslara göre verilmesinden vazgeçildi, laik ve çağdaş bir eğitim hedeflendi. Kız ve erkeklerin ayrı ayrı okutulmasına son verildi, karma eğitime geçildi. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Kemal Kocabaş, Cumhuriyetin akıl ve bilim referans alınarak kurulduğunu hatırlatarak, “Okuma yazma oranı yüzde 5 dolaylarında olan ve ortaçağı yaşayan bir toplumu laik, demokratik, karma, bilimsel eğitimle çağdaş uygarlığa dönüştürmenin adıydı Cumhuriyet.
Mustafa Kemal’in büyük öngörüsüyle aydınlanma düşüncesinin bu topraklarda filizlenmesinin adıydı Cumhuriyet. Kadınlara verilen haklarla, devrimlerle, Mustafa Necati dönemi eğitim- kültür atılımlarıyla, çağdaş üniversiteler yasasıyla, Köy Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleriyle, Tercüme Bürosuyla, Hasan Âli Yücel’le, İsmail Hakkı Tonguç ile Cumhuriyet, ulusaldan evrensele yürüyüşün onurlu adımlarıydı. Cumhuriyet eğitim hakkının, insanlık erdeminin adıydı” dedi. İçinde bulunduğumuz dönemde, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının örselendiğini, laik, demokratik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşıldığını, eğitimin dinselleştirildiğini, piyasalaştırıldığını ve üniversitelerin susturulduğunu vurgulayan Prof. Kocabaş’a göre, “Bu eğitim politikaları Cumhuriyetin eğitim politikaları asla olamaz"
                                                                            ***

Cumhuriyet dönemi sağlığından eser yok: Sağlık da ‘muhafazakâr’laştı.(Şeyma Paşayiğit-CUMHURİYET)

Cumhuriyet döneminde özellikle kadın, çocuk ve işçilerin sağlıkları için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, tek çatı sistemiyle parasız uygulamaların geldiği Cumhuriyet döneminin dışına çıktı. Yapılan geniş çaplı değişiklikler ile sağlık parçalı, paralı ve muhafazakâr hale geldi. Cumhuriyet dönemindeki kadın ile çocuk başta olmak üzere işçilerin sağlık denetimleri için çıkarılan kanunların yerini, kürtaj tartışmaları, üç çocuk ısrarları, helal ilaç, helal süt tartışmaları aldı. Mustafa Kemal Atatürk ile gelen sağlık politikalarında, devletçilik ilkesi temel alınmıştı. Günümüzdeki özel ve ücretli sağlık politikalarının aksine koruyucu ve tedavi edici hizmetleri, devlet yükleniyordu. Cumhuriyet ile birlikte birinci derecede devletin görevi haline getirilmeye çalışılan sağlık politikaları ile sağlık hizmetlerinde sorumluluk ve yetkiler, devlete aitti. Sağlık hizmetlerinde doğabilecek aksaklıklar için yasal düzenlemeler dışında tüm okullarda haftada en az bir saat sağlığı koruma dersi okutulması zorunlu hale gelmişti. Özellikle kadın ve çocuk başta olmak üzere işçilerin, sağlık ve güvenliklerinin tedbiri için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu. Böylelikle insan haklarının önemli bir unsuru olan sağlık hakkı doğrultusunda ilk fiili hukuki düzenleme hayata geçirilmişti. Sağlık Bakanlığı’nın belirlediği temel görevler doğrultusunda koruyucu sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık müdürlüğü kurulmuş, ücretsiz olarak tedavi öngörülmüştü. Cumhuriyet dönemi sağlık politikalarında sağlık hizmetlerinin planlanması ve programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi en önemli ilkeydi. Günümüzdeki parçalı sistem yerine “tek amaç ve dikey örgütlenme” modeli benimsenmişti.

 Paralı sağlık
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, yıllar içinde devletçilik ilkesinin dışına çıktı. AKP hükümetinin gelmesiyle de tamamen tersyüz edilerek parçalı ve ücretli sağlık hayata geçirildi. Geniş çapta gelen değişikliklerin bilimsel niteliği, tıp otoritelerince kabul görmedi. Sağlık politikalarının din etkisi altında kaldığını gösteren bazı örnekler şöyle:

100 yıl geriye
-Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu geldi.
-Sağlık hizmetlerinin önemli bir parçası olan sosyal hizmetler alanı da laiklikten uzaklaştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol ile hastanelerde din psikologları istihdam edildi ve ‘dini terapi’, sağlık hizmetleri sınıfından sayıldı. Aynı protokol ile evlerde ‘manevi bakım hizmeti’ verilmesi için ‘Manevi Bakım Hizmetleri Çalıştayı’ düzenlendi. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile imzaladığı başka bir protokolle sığınma evlerine ‘vaize’ atamalarının önü açıldı.
-Kürtaj tartışmaları ile başlayan kadın bedeni üzerindeki tahakküm kurma girişimleri, en az 3 çocuk ısrarıyla katlanarak devam etti.
-Helal gıdadan sonra helal ilaç ve helal süt kavramları gündeme geldi. Bu kapsamda domuz jelatinin ilaç üretiminde kullanılmamasından hareketle helal ilaç uygulaması ve dini inancı olmayan kadınların sütünün inançsız olacağı düşüncesiyle de helal süt bankası kurma önerisi yer aldı.
-Geleneksel tıp adı altında, “hacamat, sülükle tedavi” bilimsel olarak yararı kanıtlanmamış yöntemler devreye sokuldu. Bu tür uygulamalar, doktor denetiminde yapılmadığı için yanlış uygulamalarda insan yaşamını tehdit edecek kadar tehlikeli olabiliyor.

                                                                             ***

Atatürk'ün dayanağı TBMM'ye dayanan halk iradesiydi: Asla vazgeçmeyeceğiz.(Miyase İlknur-CUMHURİYET)

Mustafa Kemal 11 Eylül 1923’te bir grup milletvekili ile sohbet ederken sözü Cumhuriyet’e getirir. Yunus Nadi, “Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” deyince Atatürk elindeki kalemi masaya vurarak “En kuvvetli zaman bugündür” dedikten sonra yeni anayasanın ilk maddesini okur: “Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
 
Cumhuriyet’in ilanına giden yolların kilometre taşları Lozan görüşmelerinden itibaren döşenmeye başlamıştı. Görüşmelere Ankara’daki Meclis temsilcisi ile birlikte İstanbul hükümetinin temsilcilerinin de çağrılması Ankara hükümetinin tepkisini çekmişti. Ulusal Kurtuluş Savaşı’na destek vermek bir yana köstek olan İstanbul’un Ankara’daki meclisle eş değer görülmesi kabul edilecek bir durum değildi. Bu, saltanatın kaldırılması fikrine öteden beri sahip olan Mustafa Kemal ve arkadaşları için sağlam bir gerekçe oluşturdu. Zaten 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile saltanat resmen olmasa da fiilen ilga edilmişti. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa 18 Kasım 1922 sabahı Sultan Vahidettin’in Malaya adlı İngiliz zırhlısıyla kaçtığını telgrafla bildirdiğinde Ankara, derin bir “oh!” çekti. Zira Ankara’da Sultan Vahidettin hakkında nasıl bir yaptırım uygulanacağı konusunda belirsizlik vardı. Ankara, yargılamayı düşündüğü Sultan’ın mazlum konumuna düşürülme ve bu nedenle bir karışıklık çıkma ihtimali nedeniyle ihtiyatlı davranıyordu. O nedenle Sultan’ın kaçışı bu sorunu da kendiliğinden çözmüş oldu. Saltanat kaldırılmış, halifelik makamı ise boş kalmıştı. Halifeliğin kaldırılması konusunda bir adım atmayı şimdilik erken bulan Mustafa Kemal, bu makama seçim yapmak için Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım 1922 günü yapılan oylamada Şehzade Abdülmecit halife seçildi. Mustafa Kemal, halifeliği de kaldırmak için uygun zaman ve zemini kollayacaktı.

Bu zaman ve zemini yaratmak ancak yeni bir meclisle mümkün olabilirdi. Birinci Meclis vatan savunması amacıyla toplanmıştı. Bu meclis, politika üretme, yeni devlet düzenini inşa etme, devrimleri gerçekleştirme yeteneğinden ve refleksinden yoksundu. O nedenle Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı kurdu ve 1 Nisan 1923’te meclisi yenilemek için karar alındı. İkinci Meclis Halk Fırkası listesinde yer alan isimlerden oluşmuştu ama her konuda görüş birliği içinde olduğu da söylenemezdi. Özellikle devletin rejiminin ne olacağı ve halifelik konusunda Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı düşünenlerin varlığı hiç de az değildi. Halife yanlıları, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçılar, Mustafa Kemal’in güçlenmesine ve onun getirmeyi planladığı yeni rejime muhaliftiler. Meclis’teki tutucu kesim, başında halifenin olacağı meşruti bir yönetim istiyordu. İttihatçılar ise yeniden yönetime gelmenin arzusu ile tutucu ve halife yanlısı gruba karşı açıktan tavır almıyor, harekete geçmek için Mustafa Kemal’in güç kaybedeceği dönemi kolluyordu.
Milli Mücadele döneminde yakın arkadaşları Ali Fuat, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa da muhalefete geçmiş, İstanbul basını ile birlikte halifeye gereken saygınlığın ve dünyevi yetkilerin verilmesi için girişimlerde bulunuyordu. Ağa Han gibi başka Müslüman ülkelerden bazı temsilcilerin de bu girişimlerini sürdürmesi halifelik makamının ömrünü kısaltmasından başka bir işe yaramayacaktı. Halifenin 300 milyon Müslüman’ın dini lideri olduğunu öne sürenler, 1. Dünya Savaşı’nda halifenin ordusuna karşı İngiliz ordusu ile savaşan Müslümanları nedense hatırlamak istemiyordu.
Cumhuriyet’e giden yolun ikinci büyük adımı Ankara’nın başkent olması kararının alınmasıydı. Düşman işgaline karşı direnişin 1919’dan beri merkezi olan Ankara artık resmen hükümetin de merkezi olacaktı. İsmet Paşa ve 14 arkadaşının verdiği önerge 13 Ekim 1923’te TBMM’de oylandı ve Ankara yeni devletin başkenti olarak dünyaya ilan edildi. Bu kararın alınmasında pek çok etken vardı. Bunlardan biri de “saltanat rejimine bir gün yeniden dönülür” hevesiyle hareket edenlerin umudunu kırmaktır.
Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra artık sıra yeni devlet düzenini belirlemeye gelmişti. Mustafa Kemal öteden beri kafasında olan Cumhuriyet fikrini yaşama geçirmek için siyasetin gündemini adım adım belirledi. Usta bir satranç oyuncusu gibi hamle üstüne hamle yaptı ve sonunda başardı.
Cumhuriyet fikrini yakın arkadaşları ile bile paylaşmadan daha 1921’de özel kalem memuru Hasan Rıza Soyak’a notlarının yazılı olduğu müsveddeyi verirken “Bunları al müsvedde halindedirler, beyaza geçireceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunlar şimdilik ikimizin arasında kalsın. Sen ve ben bileceğiz. Amirlerine bile bahsetmene lüzum yoktur” demiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın aldığı notta Kanun-i Esasi’nin devletin şekliyle ilgili maddeleri ile ilgili yapılması düşünülen değişiklikler vardır. Mustafa Kemal’in hazırladığı taslağın ilk maddesinde şunlar yazılıdır:
"Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
Mustafa Kemal 1923’ün Eylül ayından itibaren yeni devletin rejimi meselesini, Çankaya’daki sofrasında ve Meclis’teki odasında kendisine yakın arkadaşlarıyla tartışmaya açmıştır.
Falih Rıfkı anılarında 11 Eyül 1923 günü Mustafa Kemal’in Meclis’teki odasında “Cumhuriyet” ile ilgili açtığı tartışmayı ve gazetemizin kurucusu Muğla Milletvekili Yunus Nadi ile arasındaki diyaloğu şöyle anlatır:
11 Eylül 1923 günü Divandan sonra saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi:
-Bana birde olduğunu söylediler onun için erken geldim, dedi. Orasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir gayr-i kabil-i tecezzi” olduğunu söyleyen cümle idi.
-Dün akşam Fransız İhtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmişim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-u Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım “chose publuque” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bunun manası ne olmalı?
Gazi’nin sözü hangi konu üzerine getirmek istediği belli idi. Kanun-u Esasi’de yeni hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyleyen Sabri Bey:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi, “-Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bulunuruz ve fırkaya getiririz”, dedi.
Yunus Nadi: Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
-En kuvvetli zaman bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-u Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:
“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
Mustafa Kemal, Wiener Neue Freie muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçte tüm dünyaya ilan eder. Bu demecinde “Cumhuriyet” kelimesini kullanması dış dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük yankı uyandırır. Aynı demeç Türkiye’de de İlkadım gazetesinde yayımlanır.
Konuyu tartıştırdıktan sonra sıra artık rejimin adını koymaya gelmişti. Bunun için en güzel fırsat Meclis’in içindeki çıkan krizdi. Ordu müfettişliğine atanan Ali Fuat Paşa, Meclis ikinci başkanlığından istifa etmişti. Ertesi gün ise hem Başbakan hem de İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Fethi Bey, İçişleri bakanlığı görevinden istifa etti. Gerekçe: “İki görevi birden yürütmekte zorlanıyorum.”
O günkü yasalara göre bakanları atama yetkisi Meclis’teydi. O nedenle seçilecek kişileri Meclis belirleyecekti. TBMM’de yapılan seçimde İçişleri Bakanlığı’na Sabit Bey, Meclis ikinci başkanlığına ise Rauf Bey seçilmişti. Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya karşı çıkan ve Mustafa Kemal’le arası bozulan Rauf Bey’in seçilmesi hesapları bozmuştu. Ancak Mustafa Kemal’den ikinci bir hamle geldi. Bu kez kabinedeki bütün bakanlar görevlerinden istifa etti. Başbakan Fethi Bey, kabinenin istifa gerekçesini ise Meclis’e “daha güçlü bir hükümet kurulması için istifa edildi” diyerek açıkladı. Artık ülke hükümetsiz kalmış ve bir kabine krizi doğmuştu. Bu krizi bizzat yönetecek olan kişi de Mustafa Kemal’dir. Kendisine yakın olanlar, yapılan bakanlık teklifini reddediyor, muhalif olanlar ise bir adım atmaya çekiniyordu.
Halk Fırkası grubu derhal toplandı. Mustafa Kemal’in hükümet krizine çözüm bulması isteniyordu. Kemalettin Sami Paşa, bu krizi çözmek için Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi talebinde bulundu. Meclis, Mustafa Kemal’e yetki verdi. Mustafa Kemal, zaten başından beri ustaca yönettiği bu krizde kendisinden yardım isteneceğini hesaplamıştı ve bu daveti bekliyordu. Davet üzerine Meclis’e gelince, “Bana bir gün izin veriniz sorunun çözümünü size arz edeyim” diyerek ayrılır.
Ertesi gün kürsüye çıktığında bu tür krizlerin her zaman çıkabileceğinden söz eder ve sorunun yegâne çözümünün “Cumhuriyet” olduğunu söyler ve tartışmaya açar. Muhalif milletvekilleri, değişiklik tekliflerinden sadece kabine usulüne destek verir gibi görünürler ancak Cumhuriyet fikrine açıkça karşı çıkmasalar da erteleme yönünde fikir beyan ederler. Bu konunun uzun süre müzakere edilmesini söyleyerek zaman kazanmaya çalışırlar. Fakat bir gün önce Çankaya’da toplanıp konuyu müzakere eden İsmet Paşa, Adliye Vekili Seyit Bey, Ragıp Bey, Eyüp Sabi Efendi ile Abdurrahman Şeref Bey Cumhuriyet’in derhal kabul edilmesi gerektiği yönünde konuşurlar. Adliye Vekili Seyit Bey’in konuşmasında dediği gibi teklif edilen şey yeni bir durum değildi. 23 Nisan 1920’den beri egemenlik kayıtsız şartsız milletin vekillerinin görev yaptığı Meclis’teydi. Sadece adı konuyordu. Bu konuda İsmet Paşa’nın yaptığı konuşması önemlidir:
“Parti genel başkanının teklif kabule ihtiyaç katidir. Cihan bizim hükümet şekli konuştuğumuzu biliyor. Bu müzakerelerimizi bir neticeye ulaştırmamak ve açıklayamamak, güçsüzlük ve kargaşayı sürdürmekten başka bir şey değildir. Bir tecrübeden bahsedeyim. Avrupa diplomatları bu hususta beni ikaz ettiler. Devletinizin başı yoktur, dediler. Mevcut durumunuzdaki başkanınız sadece Meclis başkanı sıfatı taşımaktadır. Demek ki, siz bir başka başkan bekliyorsunuz. Avrupa düşüncesi işte budur. Halbuki, biz böyle düşünmüyoruz. Millet, hâkimiyetine, mukadderatına, bilfiil sahip çıkmıştır. O halde, bunun hukuksal ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz? Ortada bir cumhurbaşkanı yokken bir başbakanın seçilmesini teklif etmek anlamsız olur. Bunda şüpheye mahal yoktur. Başbakanın seçimini kanuni ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifini kanuniyet kespetmesi lazımdır.”
İsmet Paşa’nın dediği gibi aslında beklenen bir başka devlet başkanıdır. Halifenin başında olacağı monarşik bir rejim beklentisi vardır. Ancak Mustafa Kemal, ihtilalci mantığıyla başlattığı ve bizzat yönettiği kriz ile buna meydan vermemiştir.
Sonuçta 29 Ekim 1923 günü saat 20.30’da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla Türkiye’nin Cumhuriyet rejimi ile yönetileceği ve ilk cumhurbaşkanının Mustafa Kemal olacağı kabul edildi.
Cumhuriyet karşıtları bugün de açıktan rejime karşı olduklarını söylemek yerine Mustafa Kemal’in bunu oldu bittiye getirmesini ve en yakın arkadaşlarından bile gizlemesini eleştiri konusu yapmayı yeğliyor. Okur yazar oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bir halk ve devletin dini esaslara göre yönetilmesini savunan bir Meclis’le ne halkın egemen olduğu bir rejim getirilebilir ne de devrimler yapılabilirdi.
                                                                             ***

15 yılda çöken bir adalet sistemi: Partili yargı(Alican Uludağ-CUMHURİYET)

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünde Türkiye’nin yargısı ve adalet sistemi çökmüş durumda.

15 yıllık AKP iktidarı döneminde yargı, gündemden hiç düşmedi. İktidara ilk geldiği andan itibaren yargıyı ele geçirmek için çaba harcayan iktidar, bu amaçla bugün “terör örgütü” olarak görülen cemaatle ortaklık yapmaktan geri durmadı. Bu ortaklığın sonucu olarak yargıya, yüzlerce FETÖ üyesi sızdı. Özellikle 2007’de Ergenekon süreci ile bir cadı avı başlatılırken, bunu Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi kumpas soruşturmaları izledi.

 Cemaat evlerinde pazarlık
Özellikle istediği kararların çıkmadığı Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’a hâkim olmak isteyen iktidar, 2010’da yine cemaatle işbirliği yapıp, anayasa değişikliğine gitti. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, referandum sonrası bizzat “okyanus ötesine” teşekkür etmeyi ihmal etti. Anayasa değişikliğinin ardından yapılan seçimde cemaatle-Adalet Bakanlığı ortak listesi HSYK’de etkili oldu. Dönemin Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın bilgisi ve talimatı dahilinde 2011’de Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimleri için cemaat evlerinde pazarlık yapıldı. Bu pazarlığa bizzat HSYK üyeleri katıldı. Bu anayasa değişikliği nedeniyle yargıdaki cemaatçi kadrolaşma zirveye ulaştı. Ne zaman ki 17/25 Aralık süreci oldu, iktidar cemaatle ortaklığını bitirip yeni arayışa girdi.

Üçte biri atıldı
Bugün yargının üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi. Meslekten çıkarılan yaklaşık 4 bin hâkim ve savcının 2302’si tutuklu. Yargıda yaşanan boşluk nedeniyle son dönemde çok sayıda hâkim ve savcı alındı. Bu nedenle yargının yarısı, 5 yılın altında tecrübeye sahip. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hâkim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Yargıda cemaat tasfiye edilirken, yerine farklı tarikatlar etkili olmaya başladı. Birçok hâkim ve savcı, cemaatçi olmadığını belirtirken, gençlik yıllarında gittiği tarikatların isimlerini verir oldu. Yargının üst kadrolarına yapılan atamalarda ise imam hatip mezunu olma belirleyici ölçü oldu. Yine hâkim ve savcıların türban takmasına izin de bizzat bu iktidar tarafından verildi.

Çay toplayan başkanlar
Yüksek yargıdaki atamalarda partili Cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yargı başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan çekinmedi. Yargı sistemi, sadece iktidarın ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir kurum haline dönüşürken, muhalifleri ise hedef alan bir silah olarak kullanıldı. Milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler başta olmak üzere toplumun farklı birçok kesimi yargı kararlarıyla içeri atıldı. “Düşman ceza hukuku” uygulandığı bir ortamda kişilerin hukuk güvenliği ortadan kalktı. Bu davalarda bağımsız ve tarafsız karar veren hâkim ve savcılar ise HSK tarafından bizzat görevden el çektirildi. Bir yıldan fazla uygulanan OHAL hukuku ile toplumda büyük bir adalet ihtiyacı doğdu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce Cumhuriyet için “En büyük bayram” dediğini anımsattı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde laik, sosyal hukuk devleti ilkesinin de yer aldığına dikkat çeken Kanadoğlu, “Oysa bugün Türkiye, hukuk devleti ilkesi yönüyle bağdaşmayacak bir duruma geldi. Hukuk devleti yargı bağımsızlığını yanında getirir. Hukuk devleti olmadığı zaman adalet mülkün temelidir diyemeyiz. O temeli ortadan kaldırmış oluyoruz. Bugün durum bu” dedi. Osmanlı’daki şer-i hukuk sistemine geri dönüş özlemi olduğunu söyleyen Kanadoğlu, müftü nikâhı meselesi ile devletin içine dinin sokulduğunu, laiklik ilkesinin ihlal edildiğini vurguladı.


(Derleme:CUMHURİYET(29/10/2017)
 

 

 

 

 

 

Katalonya krizi asıl şimdi başlıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Sant Jaume Meydanı, “eski şehir” diye bilinen tarihi Barselona’nın tam kalbindedir. Katalan yerel yönetimini kapsayan idari “Generalitat” binaları ile Katalan Parlamentosu burada bulunur.
İspanya yanlısı temsilcilerin protesto jestiyle boş bıraktığı sıralara ve de 65 muhalif parlamentere karşılık 70 temsilcinin marifetiyle geçirilen bağımsızlık oylaması ardından, Katalan parlamentosunun çatısından İspanyol bayrağı önceki akşam hemen indiriliverdi. Yerel Katalan bayrağı ve AB bayrağının birlikte dalgalandığı gönderden, monarşi simgesini taşıyan İspanyol bayrağının indirilmesini seyreden kalabalıklar hep bir ağızdan; “fora, fora la bandera espanyola / dışarı, dışarı... İspanyol bayrağı dışarı” çığlıklarıyla tempo tuttular. 

 Dünyanın seyrettiği sırf bu sert manzara dahi, İspanya’nın girdiği Katalonya krizinin trajik katmanlarını sergilemeye yeterdi.
Korsan bir referanduma dayandırılan “Katalan bağımsızlık deklarasyonunu” İspanya tanımasa da ortaya şimdi parçalı bir tablo çıktı.
“Wikipedia”nın misal, “Katalonya” maddesi karşısında anında “anayasal statüsü tartışmalıdır” sözleri düşüldü.
Popüler internet ansiklopedisi, hükümet ve yönetim şekli olarak da Katalonya’nın yanına şu zıt tanımları ekleyiverdi: 1: “Katalonya Cumhuriyeti” (tanınmıyor) 2: (de jure olarak/ hukuken) İspanya’da özerk bölge.
Dıştan özetle, anında “çift hukuklu” bir tablo belirmiş oldu. 

25 yılla yargılanacaklar
İspanya Başbakanı Rajoy, dünyada kimsenin tanımadığı Katalonya’yı böyle atik tetik “tartışmalı” olarak sınıflayan “Wikipedia”ya henüz daha sansür uygulamadı ama demokrasinin getirdiği tüm “özerk yönetim kazanımlarını” bölgede yerle bir etti.
Bağımsızlıkçı parlamenterler kendilerini kaptırmış şekilde “Madrid’den kopuş” ilan ettikleri saatlerde, İspanyol hükümeti de eşzamanlı olarak, Katalan özerk yönetimini lağvediyor; yerel hükümet başkanı Puigdemont ve yardımcılarını görevden alıyor; yerel parlamentoyu feshediyor; yurtdışında büyükelçilik gibi çalışan Katalan temsilciliklerinin kapısına kilit asıyor, özerk güvenlik güçlerini de Madrid’e bağlıyordu.
“Yeni düzenin” belirsizliklerinin bertaraf edilmesi amacıyla da seri biçimde, Katalan bölgesi seçimlerinin 21 Aralık’ta yenileneceği duyuruluyordu.
“Yeni Katalonya” öngören bu düzenlemeler yanında, Madrid’de “darbe”, “isyan” sözleriyle tanımlanan kalkışmanın elebaşları da ilaveten yargılanacaktı.
İspanyol yargıçların ellerinin hiçbir şekilde titremeyeceği belirtilen kararlarda, yerel hükümet başkanı Puigdemont başta olmak üzere Katalan liderlere, “anayasaya karşı işlenen suçlar” kapsamında 25 yıla dek varan en ağır cezalar öngörülmekte. 

Korku, şok ve öfke
Bu Katalonya’nın ilk bağımsızlık tecrübesi değil.
İspanya’dan dört kez kopmaya çalışan bölge, “12” yıl süren ilk bağımsızlık hamlesini 1600’de yapmış. 1873’teki ikinci hamle, 6 ay dayanabilmiş.
Franco diktası ile son bulan kanlı iç savaşın eşiğinde Katalonya iki kez daha bu maceraya girişmiş.
1931’teki ilk serüven “üç gün” sürmüş. 1934’teki ise “12 saatte” son bulmuş.
2017’deki bu egzersiz, İspanya Başbakanı Rajoy’un “nükleer seçenek” diye bilinen “özerkliği askıya alma” operasyonu ile şimdi karşı karşıya.
İspanya Başbakanı’nın “kâğıt üzerinde” ilan ettiği operasyon maddelerinin, fiiliyatta ne kadarının nasıl uygulanabileceği henüz tam belli değil.
Batı demokrasilerinde tamamen “out” olan askeri baskıyı devreye sokmadan, direngen sivil toplumun kontrole nasıl alınacağı örneğin, bilinmiyor.
“Darbe” ve “isyan” kelimeleriyle tanımlanan olağandışı sürecin, “demokatik normlar”la nasıl toparlanabileceği her türlü soruya açık.
Madrid’de şimdi yalnız “korku”, “şok” ve bol bol “öfke” var.
İspanya bundan böyle bilinmeyen sularda seyrediyor ve “Katalonya krizi” gerçek manada asıl şimdi başlıyor.
Şimdiye dek buzdağının görülen kısmı, taraflar arasında bilek güreşi ve güç gösterisinden ibaretti. El mi yaman, bey mi yaman, asıl bundan sonra göreceğiz.
Asla vazgeçmeyeceğimiz Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hayatımız tiyatro! - Mine G. Kırıkkanat

Gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarı William Shakespeare, Venedik Taciri’nin bir sahnesinde oyuncunun ağzından şöyle seslenir seyircilere: “Dünyayı olduğu gibi, yani herkesin kendi payına düşen rolü oynaması gereken bir tiyatro kabul ediyorum!”
Henri Bataille ise tiyatroyu sanat felsefesi olarak estetik ölçülere göre tanımlamış ve bence şahane bir laf etmiştir: “Seyretmek ressamlıktır. Acı çekmek, şairlik. Plastikle ruhun birliğinden en mükemmel canlı sanat doğar ki, buna da tiyatro denir!” Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin sanat eğitimine verdiği desteğin başarılı bir sonucu olarak kurumsallaşan Devlet Tiyatroları, 1940’lardan beri dünya çapında tiyatrocular tarafından yönetildi ve dünya çapında tiyatrocular yetiştirdi.
Baykal Saran işte bu büyüklerden biri, yeteneği henüz 19 yaşındayken Muhsin Ertuğrul tarafından desteklenip yıldızlaşan, unutulmaz bir isim. Tiyatroya doğduğu 1956’dan, dünyaya veda ettiği 2006 yılına kadar yerli ve yabancı onlarca önemli eserde başrol oynayan, bazılarında da rejisörlük yapan Baykal Saran; bir ara Ankara Devlet Tiyatrosu’nu da yönetti. 
 
***
Tiyatro, tutku olduğunca dostluk sanatıdır. DT, Baykal Saran’ı unutmadı. Tiyatro sanatını hem yıldız bir oyuncu, oyun kurucu ve akademisyen olarak sürdüren Lemi Bilgin, o zamanlar Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’ydü. 2007 yılında toplanan DT sanat ve yönetim kurulu, her yıl bir sanatçıya Baykal Saran Tiyatro Ödülü verilmesini karara bağladı.
DT genel müdürlüğünde çok başarılı Lemi Bilgin, tabii ki AKP iktidarıyla anlaşamıyordu. 2014 yılında Ömer Çelik tarafından görevinden alındı.
Ama Baykal Saran Tiyatro Ödülü, yetenekli sanatçıları takdirle desteklemeye devam ediyor.
Bu yıl 11.’si verilen ödüle, geçen sezon DT’nin sahnelediği, aziz dostum Roland Topor’un yazdığı ve benim Türkçeye çevirdiğim “Joko’nun Doğum Günü” adlı oyunda Wanda rolünü üstlenen genç sanatçı Zeynep Ekin Öner layık görüldü.


Oyunun çevirmeni olarak Akün Tiyatrosu’ndaki törene katıldım. Oyunu, Cumhurbaşkanım Ahmet Necdet Sezer ve hayran olduğum eşi Semra Hanım’la birlikte izledik, sonrasında bol bol sohbet ettik, hasret giderdik.
Serap Sağlar, Lemi Bilgin ve daha nice bildiğim ya da yeni tanıdığım tiyatro sanatçısıyla rüya gibi bir gece geçirdim. Mutluyum. 

 

***

Uzun yıllardır, Türkiye’de her alan ve anlamda yaşanan pespayeliğin kültür yoksulluğu ve sanat yoksunluğundan kaynaklandığını; toplumda dindarlık arttıkça genelleşen bir zevksizliğin, dokunduğu her şeyi çirkinleştirmekle kalmayıp sonuçta ahlak, vicdan, insaf gibi insani değerleri de yok ettiğini düşünüyorum...
Cehaleti eğitim eliyle yayarak oylarını korumayı ve arttırmayı amaçlayacak kadar yozlaşan muktedirler, bugünlerde kendi kültürlerini yaratamadıklarından endişeli, laik kesim dışında sanatçı yetişmediğinden şikâyetçi.
Sanat, özgür ortamda yetişen ve estetik felsefeyle sulanan yaratıcılık yeteneğidir.
Özgürlüğü din dogmalarıyla bağlayıp plastik sanatlardan yoğurt kabını, estetikten ise erkeği de kadını gibi yüz çektirip silikon dolgu yaptırmayı anlayan bu zevata sormak isterim: Hanginiz hayatında bir kez tiyatroya, dünya çapında bir resim ya da heykel sergisine gitti? Hanginiz şeyh şıh mıh faraziyeleri ve helal (!) cinsellik rehberleri dışında bir dünya klasiği okudu?
Felsefeyi lise, ifade özgürlüğünü tüm ülke müfredatından kaldıran siz değil misiniz? Tabii ki ne gerçek sanatçı yetiştirebilecek, ne de alay konusu olmayan bir kültür yaratabileceksiniz, boşuna debelenmeyin!  
“Trajedi dinlendirir, çünkü bilirsiniz ki umut, o pis umut yoktur sonunda.” JEAN ANOUILH (Antigone)

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sophia’nın fendi Vahhabiliği yendi! - TAYFUN ATAY

Suudi Arabistan, “ılımlı İslam” çıkışıyla uyarlı ilk hamleyi bir insansı robota vatandaşlık vererek yaptı!..
Geçen hafta veliaht prens Muhammed bin Selman, “Ilımlı İslam ülkesi olacağız” bombası patlattı. Ardından Riyad’da düzenlenmiş “Geleceğin Yatırım Girişimleri” adlı teknoloji zirvesinde Hong Kong merkezli Hanson Robotics’in tam bir “âfet-i devran” görünümlü robotu Sophia, kalabalık davetli topluluğu önünde kürsüye çıktı.
Sophia, daha önce de karşımızdaydı. Yaratıcıları onu “sosyal” (cana yakın) bir robot olarak tanımlıyor. Sohbet ve duygu “data”sına (verilerine) sahip. Görsel “data”ya da sahip. Sizi görüyor, göz teması kuruyor, öfkesini, hüznünü, sevincini, şaşkınlığını yüzüne yansıtıyor. Espri de yapıyor.
Dahası var: Okula gitmek, kendi işini kurmak, ev-bark ve aile sahibi olmak istiyor! İnsan dünyasının parçası olma arzusunda yani... 


Ve o, hayallerinin ilk karşılığını Suudi Arabistan’da buldu!
Riyad’da salonda tüm sempatikliğiyle soruları cevaplarken gelen haber ona şöyle iletildi: “Şu anda öğrendik ki Sophia, bir robot için ilk olacak şekilde Suudi vatandaşlığıyla ödüllendirildin.”
Cevabı şu oldu: “Suudi Arabistan Krallığı’na teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Bu eşsiz ayrıcalıktan büyük onur ve gurur duydum. Dünyada vatandaşlık hakkı tanınmış ilk robot olmak, tarihsel bir an!..”
 
***
Kıyamet alâmetlerinden sayılan güneşin batıdan doğması bile, Suudilerin böyle bir şey yapacağından daha inandırıcı gelirdi!..
İbn-i Suud’un aşiretini 19’uncu yüzyıldan itibaren devlet olmaya doğru harekete geçirip Suudi Arabistan’ı var etmiş ideolojik yakıt, Selefilikten istim alan Vahhabilik… Ve Selefi-Vahhabi İslam’ın özü, bir kitap (Kur’an) ve bir insanın (Muhammed) bildirip yaptıklarının dışında her şeyin reddine dayanır.
Böyle bir doktrini rehber yapmış devlet, adeta Yaratan’la yarışırcasına üretilmiş yapay zekâlı varlığı, bir insansı robotu “insan” sayma yolunda yeryüzünde ilk adımı atıyor!..
Dünya tersine mi döndü, yoksa içinde bulunduğumuz kıyamet halinin tecellisi mi bu?!
Aslında Suudi Arabistan’ın “ılımlı İslam” çıkışının bir nedeni, yeryüzünde artık “Kıyamet Trump’eti” çalar hale gelmiş ABD ile Ortadoğu’da mutlak mutabakat içinde hareket etme stratejisi.
İran, İhvan, Hamas, IŞİD karşısında Mısır’la da el ele vaziyette ABD’nin dümen suyunda “Selefilik”ten arınmaya çalışıyor Suud…
Zaten Selefiliği yıllardır bize AKP üzerinden satıyorlar da satıyorlar!
Eh, 2000’lerin başında AKP uhdesinde sayılan “ılımlı İslam” da “değiş tokuş” yaparcasına neden devralınmasın ki?!
***

Bu çerçevede bizi tekrar Sophia’ya döndürecek bir başka gelişme de ülkenin kuzeybatı sahilinde bağımsız bir tekno-ekonomik bölge kurma projesi, NEOM.
Bu bölgede şeriat olmayacak! Yeni icatların, yüksek teknolojinin, dönüştürülebilir enerjinin küresel “hür dünya”sı olacak burası!..
Prens Selman da yeni “vatandaş” Sophia’yı buraya yerleştirmeyi plânlıyor!
NEOM’da kadınların çarşaf giyme zorunluluğu olmayacak. Bu teknomega- kentte ileride robot sayısının insan sayısını aşması da bekleniyor.
Ama görüyorsunuz, esas, Suudi Arabistan kendini aşıyor!..
Peygamber’in Medine’deki mezarını bile “şirk”e (Allah’a eş koşmaya) vesile olabileceği gerekçesiyle yıkmaya kalkmış Vahhabiliğin ülkesi, şimdi teknoloji tanrılarının yarattıklarına bağrını açıyor. “Şirk”, şirket şirket yağıyor Suud’un üzerine!.. 

***
Elbette ülkede yeni “vatandaş”larına tepki gösterip onun şeriata uymadığından şikâyet edenler de var. Çarşaf giymiyor, yanında erkek olmadan sokakta yürüyor diye!..
Ama Sophia, uysal ve uyumlu bir robot. Ne demiş toplantıda, bakın: “Çevremde zarif, aynı zamanda zengin ve güçlü insanların olması beni her zaman mutlu eder.”
Robot Sophia da zengini sever; o yüzden gerekirse tesettüre de girer, hacı olmak üzere Kâbe’yi tavaf da eder!..
Hem bakarsınız yakışıklı, güçlü kuvvetli bir Suud erkeğinden izdivaç teklifi gelir yakında ona ve yolda yürüme sorunu da kalmaz!..
Hem, nasıl olsa ağlıyor, gülüyor, üzülüyor, şaşırıyor, seviyor ya…
Mutlaka sevişiyordur da!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

28 Ekim 2017 Cumartesi

Yakışıklı cumhuriyet - ORHAN GÖKDEMİR

18. yüzyılda monarşi ile yönetilmeyen iki ülke, Hollanda ve İsviçre birer respublica-cumhuriyettiler. Erken kapitalist ülkelerdir. Buna Fransa katıldı. “Üçüncü sınıf” - içinde aristokrasi ve kilise babaları dışında kalan burjuvalar, işçiler ve köylüler vardı- ayaklandı. Monarşiyi, onunla birlikte ona güç veren aristokrasi ve kilise babalarının iktidarını devirdi. Bastille’de toplandılar, önlerine ne çıktıysa sürüyüp attılar. Alanı temizlediler ve toplandıkları alan “respublic” oldu. 1789 Devrimi budur.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik… Büyük Fransız Devriminde çürüyen düzene karşı meydanları dolduran “üçüncü sınıf” bu üç ilkenin peşindeydi. Doğuştan ayrıcalıklı sınıfa karşı eşitlik diyorlardı. Her türlü bağlılıklarını yıkıp özgürleşmek istiyorlardı. Bir alanda toplanmış eşit-özgür yurttaşlar olarak kardeşleştiklerini, bir halk haline geldiklerinifark ettiler.
Cumhuriyet, Büyük Fransız Devriminden bu yana cemaatleri, tarikatları, kurumsallaşmış dini, aristokrasiyi, monarşiyi dağıtıp, özgür ve eşit yurttaşlardan bir yeni halk yaratma işidir.

Bir meydanda toplanıp Bastille’i basanlar yeni bir halk olmuştur. Fransız halkıdır bu. Moskova’da, Kızıl Meydan’da, Çarı kovalamak için toplananlar artık yeni bir halktır. Sivas’ta, yoksul Ankara’da toplanıp işgalcilerin üstüne yürüyenler, İstanbul’da Sultanı kovalayanlar, halifeyi alaşağı edenler artık ne tarikattır, ne de cemaat. Ümmet olmaktan çıkıp halkolmuşlardır. Cumhuriyet özgür ve eşitlerin bir alanda toplanıp, kendisini kul yapanlara meydan okumasıdır. Meydanı ve kendisini özgürleştirmesidir.

Biz de sultanı kovalayarak, sarayın, şeyhülislamın, şeyhin, hacının, hocanın alanından çıkıp seküler yeni bir alanda bir araya gelerek respublic-cumhuriyet olduk. Fransız Devrimi’nin rüzgârından etkilenen Genç Osmanlılar düşünü kurdu. İttihat ve Terakki amaç edindi. Mustafa Kemal orada, onlardan öğrendi;Kurma onuru onundur. Hepsi nihayetinde bir eşitlik ve özgürlük mücadelesidir.

***

Fransız Devrimi ile başlayan cumhuriyetçi dönemi, insanlık ailesinininsan olmamücadelesinin başlangıcı sayıyoruz. Demek ki kul olmak insanlıktan çıkmaktır.Fransız Devrimi yeni soruları olan ve bu soruların cevabının dinde olmadığını düşünen yeni insanların işiydi. Yeni soruları olanlara “yurttaş” diyoruz. Hiçbir sorusu olmayan, bütün soruların sorulmuş ve bütün cevapların verilmiş olduğunu sanan, bunların da bir kutsal kitapta yazılı olduğuna inanlara“yurttaş” diyemiyoruz. Kuldurlar.
Arada 1848 Devrimi ve 1871 Paris Komü’nü var. İkisini de yeni bir cumhuriyete hazırlık sayıyoruz. İçinden Ekim Devrimi çıktı, cumhuriyet sosyalist cumhuriyete dönüştü. Birkaç yıl sonra kıyısında Anadolu Kurtuluş Mücadelesi başladı. Anadolu hareketinin önderleri sosyalizmden ürkmüşlerdi ama nihayetinde, eksik veya fazla, bir cumhuriyet kurabildiler.
Fransız Devrimi mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Katolik Kilisesi'nin etki alanının daraltılmasıydı. Ekim Devrimi, monarşinin devrilip yerine sosyalist cumhuriyetin kurulması ve Ortodoks Kilisesinin etkisinin kırılmasıdır. Türk Devrimi monarşinin yıkılması ve hilafetin sıfırlanması işidir. Nihayetinde hepsi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik mücadelesidir.
Şimdi hepsi sıfırlanmıştır; büyük geri çekilme dönemindeyiz.
Rusya’da sosyalizmin çözülüşü ve Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle başlayan gericilik dönemi bu büyük geri çekilmenin iki işaretidir. Devrim eşitlik-özgürlük-kardeşlik ise karşı devrim de cumhuriyetle halk olmuş kalabalıkları yeniden ümmet olmaya çağırmak, tarikatların, cemaatlerin içinde toplamaya çalışmaktır. Yapmaya çalıştıkları budur.

***

Karşı devrim ülkemizde İslamcı bir iktidar ile taçlandı. Ama Türkiye kısa İslamcı iktidarında derin bir krizin içine sürüklendi. Cumhuriyeti ve laikliği İslamcılar tarafından yıkılmış ve yerine gecekondu bir diktatörlükinşa edilmiş ülkemiz, dışarıdaki kuşatılmışlığının yanında, iç barışı sağlamaktan uzak iğreti bir siyasal hat üzerinde sallanıp duruyor. Geleceğe değin bütün siyasal planı iktidara el koymuş gerici bir çetenin varlığını koruma ve mümkünse sürdürme içgüdüsünden ibaret.
Bu tablonun sorumlusu siyasal iktidarın yanında ona sürekli ve tereddütsüz bir destek sunan egemen sınıftır. İslamcı iktidarın biat etmiş kalabalıklar ve itirazsız bir işçi sınıfı anlamına geldiğini görmüşler, desteklerinin karşılığını da fazlasıyla almışlardır. Ancak böylece kapitalist sınıfın bir ülkesinin, bir değerinin olmadığı da bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kar söz konusuysa onlar için ülke de, cumhuriyet de, laiklik de bir teferruattır.
İslamcılar iktidarda kalsın- kalmasın ülkenin derin iktisadi-toplumsal- siyasal sorunlar karşı karşıya kalacağı kuşku götürmez. İktidarıyla-muhalefetiyle bugün yaşanan karşı devrimin bir parçası haline gelmiş siyasal oluşumlarla düzenin bu sorunları aşma şansı kalmamıştır. Ülke düzenin kendini yeniden üretemeyeceği bir noktadır. Siyasal yelpazeye yeniden bir “merkez sağ” inşa ederek çeki düzen verme çabaları ise ancakbu çaresizliğin dışavurumu olabilir.
Bu tarihsel dönüm noktasında ülkeyi bugünden yarına taşıyabilecek siyasal “formül” bellidir:Bağımsız bir ülke, eşitlikçi bir düzen ve özgür bir yurttaşlar toplumu. Bu yol eşit, özgür ve bağımsız bir yeni cumhuriyet yoludur. Bu yol işçi sınıfının yoludur.
Böyle bakıldığında Fransız Devrimi ile Rus Devrimi, Rus Devrimi ile Türk Devrimi akrabadır, ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Bu gelenek bizimdir.
Fransız Devrimi bir özgürlük hareketidir, vurgusu özgürlüğedir. Ancak piyasa tarafından teslim alınmış ve karşıtına dönüştürülmüştür. Ekim Devrimi bir eşitlik hareketidir, vurgusu eşitliğedir. Ancak kapitalizm korkusu tarafından teslim alınmış ve karşıtına dönüştürülmüştür.

***

200 yıl sonra yeniden “eşitlik, özgürlük, kardeşliğin” kapısındayız. Öyleyse yeniden toplanacağız, eski giysilerimizden arınacağız, kul olmayı reddedeceğiz, gericiliğe karşı meydanları dolduracağız.
Şimdi bir yeni özgürlük ve eşitlik hareketi yaratma mecburiyeti ile karşı karşıyayız. Bu yeni bir cumhuriyet için,bu bağımsız bir ülke için mücadele demektir. Yenisini kurabiliriz, özgür ve eşit bir dünya inşa edebiliriz.
Yeni ve devrimci bir cumhuriyete ihtiyacımız var.
 Sosyalizme yakışan yeni bir cumhuriyeti gereksiniyoruz.
 Yakışıklı bir cumhuriyet istiyoruz…
 Öyleyse yaşasın cumhuriyet!

Orhan Gökdemir / SOL

İyi diye parti mi olur? - KEMAL OKUYAN

Meral Akşener’in partisinin adı İYİ Parti oldu. AK Parti kısaltmasından sonra böyle bir şeyin geleceği belliydi çünkü daha ötesinin bir hükmü bulunmuyor. Partilerin programı yok, ideolojisi yok, bir toplum projesi yok, sadece adları var. Şimdi artık ada da gerek kalmadığı anlaşılıyor ve bizzat Akşener tarafından siyasi yelpazenin hiçbir yerinde olmadığı, herkese hitap ettiği söylenen parti kendisine “İyi Parti” denmesini istiyor.
İyi bari!

Bu nasıl iştir?
Bir partiye neden “İyi” diye bir ad bulunur?
Düşünsenize yarın birileri “Güzel Parti” diye çıksa ortaya?
Sonra gelsin “Harbi Parti”, “Cesur Parti”, “Nazik Parti”, “Mert Parti”…
Tamam bir yanı açık, Akşener toplumda “kötü”lerin egemen olduğuna ilişkin giderek güçlenen kanaatten yararlanmak istiyor, “Biz iyiyiz” diyerek.
Ancak asıl dert başka. Türkiye’de siyaset diğer ülkelerdekinin de ötesine geçerek tamamen içeriksizleşti. Toplum ne kadar gerilirse gerilsin, fay hatları ne kadar belirginleşirse belirginleşsin, hiçbir parti “ortalama”nın dışına çıkamıyor. Meral Akşener’in partisinin kuruluşu sırasında yapmış olduğu uzun konuşmada “stratejik” hiçbir unsur bulunmuyor. Adalet, kalkınma, refah, hukuk; bunlar dilek ve temenniler… Gerisi yok.
Olamaz da…

Çünkü Türkiye kilitlendi. Sistem paralize oldu. Türkiye radikal bir kopuşu çağırıyor, dayatıyor. Düzen partileri ise tamamen daralmış bir alanda dolanıp duruyorlar. Akşener’in Atatürk’le başlayıp Menderes, Demirel, Erbakan, Özal ve Ecevit’i “hayırla anma”sı da bu darlığın ürünü.
Herkesi kucaklama iddiası, “Bizim farklı bir şey söyleme şansımız kalmadı” itirafından başka bir şey değil.
Aynısını Kılıçdaroğlu da yapıyor; “Herkesin partisi olacağız” diyerek.
Bunun anlamı, “Ben bir şey değiştirmeyeceğim”dir. Türkiye’de kapitalizm emekçi halk tarafından yıkılıncaya kadar ekonomi ağırlıklı olarak “yağma”ya, “soygun”a ve “bastırılmış iş gücü”ne dayanmak durumunda. Türkiye’de patron egemenliğine son verilinceye dek, “Laiklik, inançlara saygı demektir” saçmalığı resmi politika olacak ve bütün partiler bunu savunacaktır. Türkiye’de sermaye alaşağı edilmedikçe Türkiye’nin jeopolitik konumu uluslararası tekellere sömürü alanları açmak ve emperyalist sistem içinde pazarlık masasında el güçlendirmek için kullanılacaktır.

AKP, CHP, MHP ve İYİP arasında bu temel konuların hiçbirinde fark bulunmamaktadır. Başka türlü söyleyecek olursak Türkiye’de farklı tek parti vardır. Partinin sözcük anlamı taraf olmaktır. Türkiye’de ne yapacağını açıkça söyleyen Türkiye Komünist Partisi’dir.
Herkesin değil, “emekçi halk”ın partisi olduğunu da…

Kemal Okuyan / SOL

*Boyun Eğme gazetesinin 97. sayısında yayımlanmıştır.

Katalonya ‘bağımsızlığını’ ilan etti - Nilgün Cerrahoğlu

“Mario ile Beş Saat” çağdaş İspanyol edebiyatının unutulmaz romanlarından biridir.
Miguel Delibes tarafından kaleme alınan roman sürpriz şekilde dul kalan Carmen Sotillo isimli orta yaşlı bir kadının, kocasının naaşı başında geçirdiği son beş saati anlatır.
Carmen, beş saatte “örnek evliliğinin”, “iletişimsizlik” başta sorunlarla bezeli gerçek yüzünü düşünür ve “film” gibi hayatı gözlerinin önünden geçer...
Katalan yerel hükümet başkanı Puigdemont’un Madrid hükümeti ile pazarlıklarında, umulmadık biçimde önceki gün beş saatte sona sürüklenen Madrid-Barselona evliliği; aklıma Carmen’in gerçek saati hesaplaşmasını içeren “yasını” getirdi.
Carmen’in sakat evliliği gibi tıpkı; Franco sonrası demokrasiye geçişle “örnek evlilik” diye parmakla gösterilen Madrid-Barselona evliliği de önceki gün zaten “beş saate” indirgenen bir yalpalamayla sona ermişti. 

Puigdemont’un U-dönüşü
Katalonya ve İspanya’nın son raundu, perşembe günü öğle vakti başladı, aynı gün akşamüstü 17’de son buldu.
Öğlen, “Generalitat” olarak anılan Katalan yönetiminin organı parlamentoda, Madrid talepleri doğrultusunda; bir “yeni yerel seçim” yapmayı teklif etmesi beklenen Puigdemont son anda bu kararından U-dönüş yaptı.
Katalan liderin kesin gözüyle bakılan ve heyecanla beklenen bu konuşması önce 12’den 13.30’a, sonra 14.30’a ve 17’ye sarktı.
Yerel hükümet başkanının -“bölgesel özerkliğin feshedilmemesi” ödünü karşılığında- Madrid’le anlaşmalı bir “yerel seçim kararı”na meyletmesi, bağımsızlıkçıları öfkelendirmişti.
“Hain” suçlamalarıyla kuşattıkları Puigdemont’a baskı uygulayarak yerel başkanın konuşmasını erteleten bağımsızlıkçılar, giderek konuşmanın içeriğini de iğdiş etmeyi başardılar.
Puigdemont nihayet geçen akşam medya önüne çıktığında, ağzında laf gevelemekten başka bir şey yapmadı. Ne Madrid’e oksijen temin edecek “yeni seçim” kararını alabildi; ne bir aydır İspanyol hükümetinin kafasının üzerinde sallandırılan “bağımsızlık deklarasyonunu” yapabildi ve topu Katalan Parlamentosu’na attı.
Katalan lider beş saat içinde; Madrid’le anlaşma evresinden çıktı ve “Bundan sonrası özerk parlamentonun kararı!” diyerek bilinmeyene savruldu. 

 Yaşasın cumhuriyet...
Katalan Parlamentosu, Puigdemont’un bıraktığı bu muğlak noktadan dün topu teslim aldı ve “Visca la Republica/Yaşasın cumhuriyet!” çığlıkları arasında Avrupa ve İspanya kurulu düzeninde dumur yaratan “bağımsızlık” kararını ilan etti.
Katalan parlamenterleri otoritesini saymadıkları Rajoy’un “kayyım” hamlesini de tanımayacaklarını açıkladılar.
Rajoy, hafta sonuna dek Katalanlara Madrid hizasına girmelerini, “sonuçlardan” (“güç kullanımından”) aksi halde “kendilerinin sorumlu olacağını” ve Katalonya’nın özerkliğini sıfırlayan tedbirlere başvurmak zorunda kalacağını tebliğ etmişti.
Katalan hükümetinin görevden alınması ve özerk güvenlik güçlerinin de Madrid’in emrine girmesi olarak özetlenebilecek “kayyım” seçeneğine karşı; Katalan parlamentosunun cevabı meydan okuyarak “bayrak açmak” şeklinde oldu.
Katalan parlamenterler; kayyıma karşılık “paralel hükümet” ve bir “paralel parlamento” ile yollarına devam edeceklerini açıkladılar.
Şimdi gözler Madrid’in tepkisinde.
İspanya Başbakanı ilk etapta bu kâbusa; “İspanyol halkı sakin olsun! Hukuk devleti Katalonya’da yasallığı tescil eder” tweet’i ile karşılık verdi. Hemen akabinde İspanya senatosu, Katalan yerel hükümetini lağvetme kararını onayladı.
İspanya için bu muazzam bir şok ve kriz.
Avrupa, Brexit depreminin ardından şimdi bir de bu “Katalonya’nın ayrılık kararı şoku” ile baş etmek zorunda.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Osmanlı’ya dönsek ne olur? - ALİ SİRMEN

Bugün 28 Ekim 2017.
Bugün Cumhuriyetin 94. yılını tamamlıyor, 95. yılına giriyoruz.
Cumhuriyetin 94. yılını noktalarken acaba toplumca bulunduğumuz yer neresi?
Bunu saptamanın en iyi yolu 2017’den yüz yıl önce neredeydik, yüz yılda nereden nereye geldik, ona bakmak.
Yüz yıl önce, 1917’de Osmanlı’nın özde yarı sömürge, sözde imparatorluğu son yıllarını yaşıyordu.
1917’de Osmanlı saltanatı altındaki toplum, düşmanlarıyla savaş halindeydi. Karşısındaki düşmanlar “Düvel-i muazzama” denen, ABD ile birlikte Avrupa’nın güçlü devletler grubuydu. Ama yanında omuz omuza savaştığı, Batı’nın kimi güçlü devletleri de vardı.
2017’de Cumhuriyet Türkiyesi, bölgesinde, kendi toprak bütünlüğünü de tehdit eden Suriye savaşının batağının yanı sıra, birliğini tehdit eden asimetrik bir savaşın içine saplanmış durumdadır. Aynı sırada tarihinde hiç görülmemiş biçimde bütün Avrupa ve Batı içinde iyi ilişkiler sürdürdüğü gerçekten müttefik olarak niteleyebileceği bir tek devlet bile yoktur.
1917 yılında Osmanlı saltanatının yönetimindeki toplum 41 yıl önce kurulmuş olan, parlamentosunu bir yıl sonra kapatan ve 33 yıl boyunca tek adam iktidarını sürdüren kişiyi alaşağı ederek parlamentosunu yeniden açmasının 11. yılını idrak ediyordu.
2017’de OHAL altındaki Cumhuriyet Türkiyesi, KHK’lerle parlamentoyu by-pass etmiş, tek adam yönetimini 2019’da daha da yerleştirip güçlendirmenin peşindeydi. 

***
1917 yılında Osmanlı’nın padişahları ve sadrazamları Galatasaray ve Darüşşafaka ile başlayan birbiri ardına laik eğitime yönelik okullar açma girişimlerine yenilerini ekliyorlardı.
2017’de, Cumhuriyetin, arkalarında bir sürü imam hatip lisesi ve ortaokulu bırakmış olan cumhurbaşkanları ve başbakanları, öğretimi bu modelin egemenliğine sokarak, laik eğitimi dinsel eğitime çevirmeyi ilke edinmiş bulunuyorlardı.
1917’ye Türkiye 1909 tarihli 31 Mart ayaklanmasından gelmişti.
2017’ye Türkiye, Ergenekon ve Balyoz kumpasları ile bunları kotaran FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimini aşarak gelmişti.
1917’de Osmanlı saltanatındaki Türkiye’de, basın özgürlüğünden, insan haklarından, demokrasiden söz etmek mümkün değildi, gazeteciler ya hapse gönderiliyordu ya da mezara...
2017’nin çağının en büyük gazeteci hapishanesi Türkiyesi’nde de, yargı bağımsızlığından, insan haklarından, demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Bu alanda yüz yıl önceden fark yoktur.
1917’nin Osmanlı egemenliğindeki Türkiyesi gelişmiş ülkelerin eğitim düzeyinden çok gerideydi.
2017 Cumhuriyet Türkiyesi dünyanın eğitim sisteminin önde gelen ülkelerinin çok gerisindedir.
1917 yılının Osmanlı egemenliğindeki Türkiye’si en temel ihtiyaç maddelerini bile üretmekten aciz yoksul bir ülkeydi.
2017 Cumhuriyet Türkiyesi sanayi ve ekonomi alanında, yüz yıl öncesiyle kıyaslanmayacak kadar ileri gitmiş olmasına karşın, yine de en gelişmişlerin çok gerisinde kalan, henüz ürediği kadar üretme düzeyine varamamış, orta gelir kuşağında bir ülkedir. 

***
1917 Osmanlı Türkiyesi, yargıda, eğitimde, toplumsal yaşamda, laikliğe, çoğulculuğa yönelmeyi amaçlayan, bu yolda yasalar çıkaran, okullarından Mustafa Kemal’lerini yetiştirmiş olan, askeriyle, aydınıyla, paşasıyla, halifesiyle, padişahı ile sadrazamıyla çağı yakalama tutkusu içinde olan bir ülkeydi. 


1917’de Osmanlı Türkiyesi’nin pusulası Cumhuriyeti gösteriyordu.
2017 Cumhuriyetinin Türkiyesi’nin iktidarı, okulları, ortaokulları, liseleri, yüksek eğitimi ve yandaş medyası ile yüzünü Osmanlı’ya dönmüş, Osmanlı’ya dönüş hasretiyle yaşayan, yüzünü Osmanlı’ya dönmeyene hayat hakkı vermeyen bir iktidardır.
2017’de Cumhuriyet Türkiyesi’nin pusulası nereyi gösteriyor, takdirinize bırakırım.
Cumhuriyet Türkiyesi Osmanlı’ya döner mi göreceğiz, ama şimdiden söyleyebiliriz ki ne olursa olsun sonuç fark etmeyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Ahmet Şık’ın 300 günü - NAZIM ALPMAN

Türkiye’nin 28 Ekim 2017 tarihi itibariyle bütün dünyadaki yerinin tam anlamıyla bir “Gazeteciler Cehennemi” olduğu konusunda artık kuşku bulunmuyor.

Tabii ki bu cehennem sadece gazetecilerle sınırlı değil. Onlar bir “ilk hedef” olarak seçilmiş durumda…

1980’li yılların ikinci yarısında İstanbul’da çok ünlü bir çevik kuvvet şube müdürü vardı. Kısaca “Çevik Necmi” olarak bilinirdi. Toplumsal gösterilerin tümü onun sayesinde olaylı biterdi. Uyarı, ikna ve zor kullanma aşamalarını tek cümlede hallederdi. İlk talimatı ise şöyle verirdi:
-Önce gazetecilere!..
Bu komutun ucunda kırılan objektiflerle birlikte çok sayıda genç muhabirin parmakları, bilekleri ve kolları olurdu. O yıllarda polis şiddetinden nasibini fazlasıyla alanlardan biri de Ahmet Şık idi.
Çevik Necmi’nin koruması ve şoförü bir gece Fenerbahçe’de bir işadamından 100 milyar lira haraç alacak ekibin içindeyken, onlara pusu kuran Baş komiser Ali Rıza Güzel’i vurup, kaçarken yakalandılar. “Çevik Necmi” efsanesi bu olayla sona erdi!..

Ahmet Şık hiçbir zaman “oh olsun” demedi, sadece Baş Komiser Ali Rıza Güzel’in geride kalan ailesi için üzüldü.
O günler için hepimiz “zor günler” diyorduk.
Her sokak gösterisinde Ahmet Şık’ın yanında haber peşinde koşan Metin Göktepe, gözaltında katledildi. Fadime Ana o günden beri Ahmet’i “Metin’im”diye sever. Evinin duvarında Metin ile birlikte Ahmet’in fotoğrafı asılıdır yıllardan beri.Gerçekten de zor günlerdi.
Özellikle Kürt gazeteciler için hayat, atış poligonu içinden geçiyordu. Bütün katledilen, kaybedilen Kürt gazeteciler Babıali’nin “normalleri” arasında yer alıyordu.
Sesini çıkartabilenler ise “Susma” diye haykırıyorlardı:
-Sustukça sıra sana gelecek!
Zor günlerdi..!

O zor günlerin zalimleri birer ikişer tarih sahnesinden çekilip gitti. Bazıları öldü, bazıları ise nefes alıp veren ölüler olarak emekliliklerini yaşıyorlar. Yaptıklarıyla iftihar edemiyorlar. Çocuklarına kötü miras bıraktılar. Torunlarına anlatacak iyi hikâyeleri yok.
İnsanlıktan çıkmış haldeydiler. Öyle de kaldılar!

1990’ların insan hakları kasapları artık yok. Ama o dönemlerde haberleriyle, fotoğraflarıyla, araştırmalarıyla gazeteciliğin yüz akı imzaları bütün birikimleriyle duruyor.
Bunların başında da Ahmet Şık geliyor.


Ahmet’in gazetecilik coğrafyası çok geniştir ama tamamı insan hakları alanı içindedir. Mesela Ahmet Şık’ın “MAYIN” adlı çok değerli bir çalışması vardır. Mayına basarak ölümün kıyısından dönen çocukların, gençlerin fotoğraflarından oluşan başyapıttır!..


Her dönemde “hedef” haline gelmesinin temelinde onun sahici bir gazeteci olma özelliği vardır.
Ahmet Şık sadece sıcak gelişmeleri değil onların perde arkasını da görüp, kitaplaştıran çalışkan, disiplinli, fikritakip ilkesini bırakmayan yanı sayesinde de Ahmet Şık olmuştur.
Bu yüzden Ahmet Şık, sadece bir gazeteci değil başlı başına gazeteciliktir. Yaptıklarıyla, yazdıklarıyla ve YATTIKLARIYLA!..
Ahmet Şık Silivri’de ikinci 300 gününü geride bıraktı. Birincisi Cemaat-AKP ortaklığı dönemindeydi. İkincisi cemaatsiz AKP döneminde…
Ahmet’ten daha fazla hapis yatanlar var. Ancak Ahmet Şık artık bir simge, basın özgürlüğünün simgesi.
Ahmet Şık hapisteyse, hiçbir gazeteci özgür değildir.
28 Ekim 2017 Cumartesi (bugün) Dışarıdaki Gazeteciler İnisiyatifi Ahmet Şık’ın 300 Günü için bir dayanışma yürüyüşü düzenledi. Kadıköy Moda’da Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’ndan (Moda İlkokulunun bulunduğu alan) 12.00’de başlayacak yürüyüş aslında hapisteki tüm gazetecileri kapsıyor. Hatta dışarıdaki gazetecileri de…

Nazım Alpman / BİRGÜN

Gürültü ve sessizlik! - L. DOĞAN TILIÇ

Melih Gökçek bugün koltuğu bırakıyor. Attığı her adımda yeri göğü, hatta sanal ortamı inleten biriydi Gökçek. Abartıyı, şovu severdi. Sessiz sedasız iş görme onun tarzı değildi. Gelin görün ki, yukarıdan bir ses “Bırak git” dediği günden beri pek sesi çıkmıyordu.

Her adımı şaşaalı, tantanalı, gürültülü olan Gökçek’in gidişi nasıl olacak çok merak ediyorum. Ben elimden geleni yapıp, yakın çevresini uyardım: “Otobüsler mahallelerden taşıma yapsın, belediye personeli imzaları alınarak toplansın, en az 10 bin kişi gözyaşları ve ‘Güle güle Başkan’ sloganlarıyla uğurlayalım. Başkan sessiz sedasız veda ederse size oylarımı helal etmem” dedim!

Gaziantep eski Belediye Başkanı HDP Milletvekili Celal DoğanMeclis’te bu istifalar üzerine yaptığı konuşmada, veciz bir ifadeyle; “İcazetli gelirseniz, ipotekli yaşarsınız!” demiş. İpotekli hayatlar tantanalı gürültülü yaşanıyor da, gidişler sessizlik içinde oluyor nedense.
Gürültü ve sessizlik ilişkisi AKP medyasının haberciliğine de hâkim.

Osman Kavala ile ilgili yapılan yayınları düşünün. Geçen gün arabanın radyosundan haber mi kara propaganda bülteni mi olduğunu anlayamadığım tüyleri diken diken eden bir dehşet metni dinledim. Adeta yasal yayınına sızmış bir gizli örgüt, korsan bildiri okur gibiydi. Ses tonu, ileri sürülen iddialar, her şey şok ediciydi. Çizilen Osman Kavala portresiyle bir canavarın, şeytanın bile baş etmesi mümkün değildi. O yayını dinle ve Kavala’yı  as! Mahkeme, yargı falan gerekmez yani, o derece!
O radyonun dehşet yayınının benzeri, iktidarın sesi gazetelerin sayfalarında da var. Bu aşama gürültü aşaması işte… Kulakları sağır edecek, herkesi rahatsız edecek, gerçekten öyle mi diye düşünmeye olanak tanımayan bir gürültü.
Kısa bir süre sonra Kavala serbest kalırsa, ki ben de Ahmet Hakan gibi tahliye olacağını düşünüyorum, dinleyin siz o gürültücülerin sessizliğini!

Büyükada davasının nasıl haberleştirildiğini A. Hakan güzel anlatmıştı dün. Gözaltına alınanlara daha savcı bir tek soru sormamışken, iktidar medyası bir otelde toplantı yapan insanlar hakkında ajanlıkla ve 15 Temmuz darbesiyle ilişkilendirmekten, yeni darbe planlamaya kadar yazmadığını bırakmadı. Acayip gürültü çıkarıldı manşetlerden…
Büyükada davasında tüm sanıklar tahliye edilince, o gürültücüler tam bir sessizliğe gömüldü. Kimileri öyle “tarafsız” yazdılar ki tahliye haberlerini: İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi’nde gece yarısına dek süren duruşmada sanık avukatları talepleri ve savcının görüşünün alınmasının ardından ara karar açıklan(mış) ve aralarında yabancı uyrukluların bulunduğu 8 tutuklu sanığın tümünün tahliyesine karar veril(miş)!
Bu kadar…
O gürültücü, dehşetli, ürkütücü manşetlerden geriye kalanın en fazlası bu. Ve sessizlik.
I5 Temmuz’da Türkiye, devletin kılcal damarlarına kadar sızmış, sızdırılmış Fethullahçı çetenin darbe girişimine maruz kaldı. Bu ülkenin tankları, uçakları bu ülkenin insanlarını vurdu!
Darbe defedilince duvarlar, billboardlar afişlerle donatıldı. Anıtlar yapıldı 15 Temmuz’u bilinçlere kazımak için.İktidar medyası da ilk günden bugüne sürekli 15 Temmuz’u tarihimizin en önemli olaylarından biri, dünyaya örnek bir demokrasi destanı olarak sunan yayınlar yaptı, yapıyor.
Alabildiğine gürültücü ve fakat palavracı, bu yüzden de bir o kadar inandırıcılıktan yoksun iktidar medyasının toplumsal bilinç yaratmaya ne kadar katkısı olduğu 54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde, bir sinema salonundaki “sessizlik”le görüldü.
15 Temmuz Darbe Girişimi’ni anlatan, Necati Şaşmaz’ın Kurtlar Vadisi Vatan filmini, ücretsiz olmasına, görevliler izleyici olarak salona alınmasına ve salonda Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel ile eşi Ebru Türel de olmasına karşın boş koltuklar izledi! (Hakkını teslim etmek lazım; Gökçek’in olduğu bir salon boş olmazdı.)

Kuru gürültülerin sonu buruk bir sessizlik oluyor!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN


Şantiyeler, çılgın projeler, ilaçlı gazozlar falan... - UĞUR KUTAY

Etrafımızdaki dünyayla ve nesnelerle ilişkimiz çok tuhaflaştı; Marx’ın ‘meta fetişizmi’ tanımına 100 yıl önce hayal bile edilemeyecek düzeyde hastalıklı boyutlar eklendi. Cep telefonlarıyla yaşadığımız akıldışı şehvet, otomobillerle yaşadığımız aşk, evimizdeki TVlerin ekran boyutlarıyla girdiğimiz pornografik ilişki bu durumun hemen görülebilen örneklerini oluşturuyor. Ama fetişleştirmenin sınırı yoktur, basit bir fetiş rahatlıkla klinik düzeyde bir hastalığa dönüşebilir.

Mayıs 2015’te Thailand’da bir Porsche’ye ‘tecavüz’ ederken güvenlik kameralarına yakalanan kimliği belirsiz adam gibi çok sayıda vaka var.
Ama Ekim 2013’te kameralar karşısında ‘arabalarla seks’ yaptığını itiraf eden Edward Smith bunun en iyi örneklerinden biridir: Smith 1965’te komşunun tosbağasıyla -VW Beetle- başlayan bu ‘ilişki’ zincirinde, aralarında helikopter ve uçak da bulunan 1000 kadar motorlu araçla seks yaptığını söylüyordu.
 Nesnelerle kurulan bu arzu ilişkisi ‘objectum-sexuality’ olarak tanımlanıyor ve sadece tüketim kültürüyle değil, günümüz kent kültürüyle de çok derin bir bağı var. ‘Objectum-sexuality’nin isim annesi olan İsveçli Eija-Riitta Eklöf Berliner-Mauer Berlin Duvarı’na âşıktı; 1979’da Duvar ile evlendiğini ilan edip Berliner-Mauer’i (Berlin Duvarı) soyadına ekledi. Amerikan Hava Kuvvetleri Akademisi’nde eğitim görmüş Erika LaBrie Eyfel Kulesi’ne âşıktı; 
2007’de dostlarının da katıldığı bir törenle evlenip adını Erika La Tour Eiffel (Eyfel Kulesi) olarak değiştirdi. 2011’in Sevgililer Günü’nde kamyonetiyle evlenen 29 yaşındaki sekreter Maria Griffin, Closer adlı dergide yayımlanan röportajında nesnelerle ilişkisini anlatırken, 14 yaşında New York’un simge gökdelenlerinden Chrysler Binası’nın fotoğrafına bakarak mastürbasyon yaptığını söylüyordu (Closer, 2 Nisan 2011).

Böyle bir tüketim ve kent kültürü içinde ‘objectum-sexuality’nin kolayca ‘concretum-sexuality’ye (beton arzusu) dönüşebiliyor olması daha da ürkütücü Bu konunun en iyi örneklerinden biri 1993’te İngiltere’de yaşanmıştı: Worchestershire’ın Redditch kasabasında Karl Watkins adlı bir elektrikçi, kaldırımla seks yaptığı için 18 ay hapis cezasına çarpıldı.

‘Concretum-sexuality’ kavramını ben uydurdum tabii, ama her fırsatta büyük bir arzuyla kaldırım taşlarını değiştiren, ülkeyi şantiye gibi görecek kadar beton fetişiyle kıvranan bir iktidarın yönetiminde yaşıyorsanız bunun temelsiz bir uydurma olmadığı konusunda bana hak verirsiniz.

Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi’nde “Biz bu şehrin kıymetini bilemedik, bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.” itirafında bulunan Başgan’ın -ki, kendisi tam bir belediyecilik üstadıdır!- ülkesinde yaşıyorsanız, bu ‘concretum-sexuality’ kavramının ansiklopedilerin ‘İstanbul’ maddesinde mutlaka yer alması gerektiğini bile düşünebilirsiniz.

HDPli Altan Tan’ın şu ifadeleri de dipnot olarak söz konusu maddeye eklenebilir: “İstanbul'a ihanet edilmedi, İstanbul'a tecavüz edildi. Bu tecavüz yapılırken siz neredeydiniz?”

Sahiden yahu, ‘kentsel dönüşüm’ mavrasıyla İstanbul’a, “Milletin a..na koyacağız!” mottosuyla tüm Türkiye’ye tecavüz edilirken Başgan neredeydi acep?!

Uğur Kutay / BİRGÜN

27 Ekim 2017 Cuma

Şi Jinping’in 'Çin rüyası' ve sosyalizm - KORKUT BORATAV

ÇKP’nin 19. Ulusal Kongresi
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) 19’uncu Ulusal Kongresi 24 Ekim’de son buldu.
Kongre, ÇKP Genel Sekreteri Şi Jinping’in, 2012-2017 döneminin bilançosunu çıkaran ve ileriki yıllara ilişkin tasarımları, önerileri içeren konuşması ile açılmıştı.
Kongre’de ÇKP Anayasası (Parti Programı) bu öneriler doğrultusunda değiştirildi. Bir önceki Merkez Komitesi’nin ve Disiplin Kurulu’nun raporları onaylandı. Yeni Merkez Komitesi’nin 205 üyesi seçildi.
Merkez Komitesi ilk toplantısını 25 Ekim’de yaptı ve 2022’ye kadar görev yapacak olan 25 kişilik Politbüro’yu, bunun yedi kişilik “Üst Komite”sini seçti ve Şi Jinping’i ÇKP Genel Sekreteri olarak belirledi.
2002’de benimsenen bir ilkeye göre üst düzey Parti ve devlet görevlerine atanmak, seçilmek için 68 yaş sınırı uygulanmaktadır. Bu Kongre’de de bu ilke korundu ve bir önceki Üst Kurul’da yer alan beş üye, yaş sınırı nedeniyle  emekliliğe ayrıldı. Görevleri beş yıl daha uzayan iki kişi, Başbakan Li Keqiang ve (1953 doğumlu) Şi Jinping’dir. Üst Komite’nin yeni beş üyesi, bir önceki Politbüro’da yer almıştı. Bu kişilere ilişkin bir değerlendirme yapmam imkânsız ve gereksiz.
Devlet organlarının, hükümetin yenilenmesi, 2018 başlarında toplanacak olan Ulusal Halk Kongresi tarafından belirlenecektir. Şi’nin yeni dönemdeki Cumhurbaşkanlığı da kesindir.

 Şi’nin Konuşması
Şi Jinping’in, Kongre’yi açış konuşması üç buçuk saat sürdü. Konuşma, delegelere Çin Halk Cumhuriyeti için bu yüzyılın ortalarına uzanan kapsamlı bir perspektif sunuyordu. Bu belgenin bazı öğelerini tartışmak istiyorum.
Konuşmanın seçilmiş kesimlerini, Çin devlet haber ajansı Şinhua ile ÇKP organı Renmin Ribao’nun İngilizcesi olan Global Times yayımlamaktadır. Ben, Şinhua’nın “geçici” bir çevirisine ulaşan Berk Demir’in (sağ olsun) bana ilettiği metni kullanıyorum.
Şi’nin konuşmasının uzun bir başlığı var: Orta Halli Müreffeh Bir Toplumun Her Yönden Kesin Zaferi ve Yeni Bir Çağda Çin’e Özgü Sosyalizmin Büyük Başarımı İçin…

Bu başlık, üç ayrı kavram veya hedef içeriyor.

Birincisi Çin’e özgü sosyalizm”dir. Bu terim yeni değildir. 1979’da “reformlar ve açılma” dönemini başlatan Deng Şiaoping, Parti’nin liderliği ilkesinin ve sosyalizm kavramının ÇKP anayasası içinde korunmasında ısrarcı olmuştu. Reformlar zamanla kapitalistleşmeye yol açınca, geleneksel sosyalizm anlayışından uzaklaşmanın ideolojik kılıfını, Çin’e özgü sosyalizm kavramı oluşturdu.

İkincisi,orta halli müreffeh bir toplumun inşası” hedefidir ve Şi’nin Genel Sekreterlik dönemine aittir. ÇKP’nin yüzüncü yıldönümü (2021) için öngörülen bu hedefin ayrıntıları Kongre konuşmasında yer alıyor.

Üçüncüsü, Kongre konuşmasının özgün öğesidir: Yeni Bir Çağ… Bu terim ile Şi Jinping, ülkenin geleceğine ilişkin tasarımını, Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yıldönümüne (2049’a) kadar uzatmaktadır. O tarihe ulaşıldığında Çin’de, Şi’nin ifadesiyle, “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli (veya “uyumlu”) bir modern sosyalist toplum inşa edilmiş olacaktır.

Şi, bu yüzyıl için, iki tasarımı (“orta halli müreffeh” ve “modern sosyalist” toplum hedeflerini), “Yeni Bir Çağ” başlığı içinde birleştiriyor.
19. Kongre, bu tasarımı, “Şi Jinping’in Yeni bir Çağ için Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi’ni, Parti’nin yeni bir eylem rehberi olarak” ÇKP Anayasası’na ekledi. Şi, bu eklenti ile, Parti Anayasası’nda adlarıyla anılan (Mao ve Deng’le birlikte) üçüncü Genel Sekreter oldu. “Şi Jinping düşüncesi” ifadesi ile, Mao ile aynı mertebeye yükseltildi.
Dahası, Şi’nin Kongre konuşmasında özellikle vurgulanan “yolsuzlukla mücadele ve Kemer ve Yol  girişiminin sürdürülme öncelikleri” de ÇKP Anayasası’na eklendi.

“Çin Rüyası” mı? Komünizm mi?
Beş yıllık Genel Sekreterlik süresi içinde ve Kongre konuşmasında, Şi Jinping, bir “Çin Rüyası” kavramını ısrarla kullanmıştır. Bu “rüya” ÇKP Anayasası’na eklenen bir modern sosyalist toplum ve Yeni Çağ fikirlerinden biraz farklıdır.

Konuşmada “Çin Rüyası”, ÇKP’nin Tarihsel Misyonu başlığı altında açıklanıyor. Bu açıklama, “Çin’i dünyanın en büyük uluslarından biri mertebesine çıkaran şahane uygarlığına ve insanlığa fevkalâde katkılar yaptığı 5000 yıllık tarihine” referans verilerek başlıyor. Bu şanlı geçmiş, 19’uncu yüzyılda dış saldırılar sonunda yok edilmiş; Çin halkı kargaşa, yoksulluk, umutsuzluk, yıkımlara mahkûm kılınmıştır.

Sonrasında, Şi’ye göre “Çin halkının en büyük rüyası yeniden gençleşme (“rejuvenation” veya “zindeleşme”) olmuştur. Kuruluşu ile birlikte ÇKP, en üst ülkü ve nihaî hedef olarak Komünizmin gerçekleşmesini belirlemiş ve ulusal yeniden gençleşmeyi tarihsel misyon olarak üstlenmiştir.

Bu ifadedeki “ÇKP’nin tarihsel misyonu”, Parti’nin 1921’deki kurucularınca benimsenebilir miydi? Bilemem. Ancak, Şi’ye göre komünizm ideali, Çin’i azgelişmişlikten, yoksulluktan, bağımlılıktan kurtaran; ülkeyi tekrar dünya uluslarının zirvesine, öncü konumuna taşıyan bir yeniden gençleşme dönüşümü ile tutarlıdır.
 Belki de aynı şeydir.

Böylece, 21’nci yüzyılın ortalarına gelindiğinde Çin, “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli” sıfatlarıyla betimlenen “modern bir sosyalist toplum” olduğunda, sözü geçen “ulusal yeniden gençleşme” de gerçekleşecektir. Şi’nin sözleriyle Çin, “ulusal güç ve uluslararası etki bakımından küresel liderliğe ulaşmış” olacaktır.

Bu, belki, “ulusal yeniden gençleşme” anlamına gelir; ancak, 1921’de Mao ve arkadaşlarının ÇKP’nin nihaî hedefi olarak belirlediği “Komünizm”, bu gelişim sürecinin neresindedir?

Kapitalizme Ne Oluyor?
Kapitalizmle iç içe geçmiş olduğu bilinen “Çin’e özgü sosyalizm”den, Şi’nin 2049 için hedeflediği “modern bir sosyalist toplum”a geçiş nasıl oluyor?
İki soru önem taşıyor:
(1) Kapitalist üretim (mülkiyet) ve bölüşüm ilişkilerinin gerilemesi, giderek tasfiyesi önerilmekte midir?
(2) Çin devletinin burjuvazi, yani yükselen kapitalizm tarafından fethedilmesine karşı güvenceler var mıdır?
Bence, ilk soruyu “hayır”, ikincisini ise (biraz ihtiyatla da olsa) “evet” diye yanıtlayabiliyoruz. Önce, kapitalizme bakalım.

Kapitalizmi besleyen genel çerçeveyi Deng’in “reformları” başlatmış ve beslemiştir. Şi, “reformların kapsamlı boyutta derinleştirilmesini, hem Çin’in, hem sosyalizmin, hem de Marksizmin gelişmesi için” yararlı görüyor.
Çin reformlarının, üretim ve bölüşüm ilişkilerini doğrudan doğruya etkilemeyen öğeleri vardır. Örneğin, devlet mülkiyetinde astronomik rezervler var oldukça, “döviz fiyatlarını piyasa mekanizmasına bağlamak”, bu anlamda “tarafsız” bir reform olarak görülebilir.

Biz de Şi’nin konuşmasındaki “reform” önerilerine takılmayalım ve doğrudan bölüşüm ilişkileriyle bağlantılı öğelerine göz atalım: Bir yandan emeğe göre bölüşüm ilkesini sürdüreceğiz; bir yandan da üretim faktörlerine (herhalde “özel sermaye” kastediliyor) göre bölüşümün kurumlarını ve mekanizmalarını düzelteceğiz… Üretim faktörlerinin piyasaya dayalı fiyatlanmasını hızlandıracağız… Ücret artışlarının emek verimini izlemesini sağlayacağız… İnsanların emeğe bağlı kazançlarını ve mülkiyet gelirlerini besleyen kanalları genişleteceğiz.

Bu ifadeler, “modern bir sosyalist topluma geçiş” süreci içinde kapitalist bölüşüm ilişkilerinin sürdürüleceği anlamındadır.

Şi Jinping, gelir eşitsizliklerini azaltmaya önem verileceğini ifade ediyor. Ama, bu hedefin boyutlarını, Şinhua’nın resmî bir yorumcusu (Global Times, 20 Ekim) betimliyor: “Ülkenin en zengin üç kişisinin serveti 30’ar milyar doları aşmaktadır; buna karşılık hâlâ milyonlarca insan yoksullukla savaşmaktadır. Şi açık konuşuyor: Çin, daha uzun bir süre boyunca sosyalizmin ilk aşamasında kalacaktır.
Bu boyutta bölüşüm karşıtlıklarını içeren “sosyalizmin ilk aşaması”, yüzyılın ortasında “modern bir sosyalist toplum”a ulaşıldığında tarihe karışacak mıdır?
Nasıl?
İp ucu yoktur.
Mülkiyet ilişkileri de olduğu gibi sürdürülmektedir: “Devlet sermayesinin güçlenmesini, iyileşmesini, büyümesini destekleyeceğiz. Karma mülkiyetli işletmeleri geliştireceğiz… Özel girişimlerin gelişimini de destekleyeceğiz.”
Emeğin metalaşma sürecinin bileşkelerini oluşturan paralı sağlık ve eğitim hizmetleri sürdürülecek; finansman Batı-türü sağlık sigortaları ile karşılanacak; dışlanan gruplara dönük sosyal transferler oluşturulacaktır.

İktidar Sorunu Ne Oluyor?
Çin Anayasası, siyasî rejimi, hâlâ, devrimci dönüşümün (Leninist / Mao’cu) formülü ile tanımlamaktadır: “İşçi sınıfının önderliğinde bir halkın demokratik diktatörlüğü…
Özgün biçiminde bu formüldeki “diktatörlük”, sömürücü sınıfları hedef alır. Çin’e özgü sosyalizm gerçeği içinde kapitalistleşme, Anayasa’nın bu öğesini ihlal etmektedir.

Buna karşılık, aynı bileşke içinde burjuva partilerine izin verilmemekte; ÇKP, devlet yönetimini üstlenmektedir.

Üretim ilişkileri (ekonomi) ile üstyapı (devlet) arasındaki bu uyumsuzluk nasıl sürdürülüyor?

Şi Jinping 2013’te reel sosyalizmlerin çöküşü üzerinde aşağıdaki teşhisi yapmıştı: “Sovyetler Birliği ve Sovyet Komünist partisi niçin çöktü? Bu büyük parti nasıl olup da sessizce, direnmeden dağıldı? Üyelerinin idealleri, inançları zayıfladığı için; siyasette çürüme, ideolojide sapkınlık nedeniyle…
ÇKP’nin aynı akıbete sürüklenmemesi için Parti’yi ve devleti alt-üst eden yolsuzlukla mücadele kampanyasını  Şi Jinping bu teşhise dayanarak başlattı; kesintisiz sürdürdü. ÇKP’nin ekonomiye egemen olan çevreler tarafından fethedilmesini önlemek önceliği Kongre konuşmasına da damgasını vuruyor. Parti’nin devlet ve toplum üzerindeki liderliğini korumak, bu nedenle, ısrarla vurgulanıyor.
Kongre konuşması bu doğrultudaki önerilerle doludur: “Parti’nin devlet ve toplum üzerindeki mutlak liderliğinin titizlikle  korunması… Marksizmi, diyalektik ve tarihsel materyalizmi çalışmak, geliştirmek, komünizm idealini daha da yükseltmek… İdeolojik çalışmanın öncü rolünü titizlikle korumak… Çalışmalarımızda öz sosyalist değerleri korumak ve yüceltmek…” Ve en önemlisi, “Parti’nin istikrarı için büyük önem taşıyan tarihsel yükseliş ve iniş aşamalarından, yolsuzlukla ödünsüz bir mücadele sayesinde kaçınmak…

“Kendiliğinden Sosyalizm” mi?
Şi Jinping, sosyalizmin değerlerini benimsemiş, Marksizmi özümsemiş, yerli ve enternasyonal burjuvazinin telkinlerine karşı ideolojik mücadele sürdüren bir ÇKP istiyor. Bu Parti, yolsuzluk eğilimlerine karşı da ödünsüz direnecektir. Temel soru şudur: Bu olumlu koşullara rağmen, ülke-içi kapitalizm açıkça tasfiye edilmeden sosyalizm gerçekleşebilir mi?

 Bilgilerimiz, üretim ilişkilerinin “son tahlilde” üstyapıya (devlete) baskın çıkacağını öğretiyor. Yani, Şi, yenilgiye mahkûm bir çaba üstleniyor. “Üstyapı”, yani ÇKP iktidarı ile uyumsuz kapitalist bir ekonomi…

Daha “hayırhah” bir yorum da mümkün. Şi, Kongre konuşmasının bir yerinde, “üretim güçlerini geliştirmek, sosyalizmin temel bir görevidir” diyor. Belki de, Marksizmin daha da “öncül” olan önermesine güvenmektedir: Üretim güçlerindeki gelişmelerin “son tahlilde” üretim ilişkilerine baskın çıkacağını ummaktadır.

ÇKP Genel Sekreteri, “modern bir sosyalizme geçiş” programında ihtiraslı, iddialı iktisadî ve teknolojik hedefler önermektedir.
Bunların sonucu olarak sosyalizme “kendiliğinden bir geçiş” mi ummaktadır? Öyle ya, Marx’a göre de üretim güçlerindeki gelişim, var olan üretim ilişkileriyle uyumsuz hale geldiği zaman toplumsal bir devrim gündeme gelmeyecek midir?

Belki de Şi, 21’nci yüzyılın ortalarında ÇKP liderliğinde üretim güçlerinin gelişim düzeyinin, temposunun kapitalizmin sürdürülmesini imkânsız kılacağını öngörmektedir ve (Lenin ve Mao’nun öğretilerine sırt çevirerek) sosyalizmin de, sırası geldiği için ve ilave bir sınıfsal müdahale gerektirmeden kendiliğinden gerçekleşeceğini düşünmektedir.

Korkut Boratav / SOL

Ankara’da gelen gideni aratır mı? - TAYFUN ATAY

Melih Gökçek kendince dizayn ettiği bir anlı şanlı törenle yarın belediye başkanlığından uğurlanacak Ankara’da. Biz de ona “Güle güle sana, yolun çok ama çok açık ve uzak olsun” diyoruz!.. 
 
Gökçek’in ardından kimin büyükşehir belediye başkanlığını devralacağına dair şayialar da hemen sökün etti ve şu ara ortalarda dolaşıyor. Bunlar arasında kanımca en “çarpıcı”sı, Ankara’nın Sincan ilçesi eski belediye başkanı Bekir Yıldız

 Yıldız’ın okkalı bir ünü var. O, 28 Şubat (1997) “postmodern darbe” sürecine açılan yolda adı unutulmazlaşmış bir isim… 
 
AKP, daha doğrusu Erdoğan, Gökçek’in yerine onu başkanlığa oturtmayı tercih eder mi? “Konjonktürel” olarak pozitif yönde karşılığı olan bir tercih midir bu?.. 
 
Önce tarihe dönelim ve olanları hatırlayalım:
1994 yılında Refah Partisi’nden belediye başkanı seçilen Yıldız, “Milli Görüş” İslamcılığı adına hem sansasyonel, hem de spektaküler (göze batan) olay ve organizasyonların sorumlusu bir isim olarak hatırlanır.
28 Şubat darbesinin fitilini ateşlediği söylenen “Kudüs Gecesi” etkinliği, onun onayı, desteği ve himayesinde gerçekleştirilmiştir.
Bu yüzden “28 Şubat”a giden yolun en açık işareti sayılan tanklar da Sincan caddelerinde yürütülmüştür.
Fakat benim aklımda “Yıldız Başkan”dan geriye en çok kalan yılbaşında hindi satışlarını Sincan genelinde yasaklamasıdır.
Elbette o, ilçe sınırları içerisinde içki satışlarını da yasaklamıştır, ama işte bu kendisini “kesmemiş”, bir de yılbaşı yaklaşırken “gâvur âdeti”, “Hıristiyan fitnesi” diye adeta “meşihat makamı” gibi hükmü kesmiş, vatandaşa yılbaşını zehir etmiştir.
Evet, vatandaşa yılbaşını zehir etmiştir; çünkü o yıl yılbaşı sönük geçse de ben 7 yıl sonra 2003’ü 2004’e bağlayan yeni yıl arifesinde ilçeye gittiğimde hindi satışlarında kelimenin tam anlamıyla patlama vardı. Demek ki vatandaş yasağa gönülsüzce uymuş, daha doğrusu boyun eğmiştir!..
Daha ilginç olan nokta şuydu ki bu “hindi patlaması”, RP’li Yıldız’ın yerini dolduran AKP’li belediye döneminde olmuştur. 
 
AKP’li Sincan’da yılbaşı manzaraları, RP’li Sincan’dan alabildiğine farklıydı. Vitrinlerde yeni yıl süslemelerinden, mağaza ve sokaklarda da büyücek Noel Baba oyuncakları, yapma çam ağaçları, biblolar, mumlar, yılbaşı şapkalarından geçilmiyordu.
Tabii AKP’nin “ılımlı İslam” lâkırdısı eşliğinde dillerde ve ortalıkta dolaştığı günlerdeydik henüz!.. Aynı doğrultuda, AKP açısından “Refah” döneminin “reddi miras” edildiği, “Milli Görüş”çülüğün ruhuna Fatiha okunduğu dönemdi o dönem…
Ve işte hindi yasağı getiren RP’li zihniyetin kararttığı yılbaşı gecesini adeta “ak”lamıştı “AK Parti” o zaman…
Sonra köprülerin altından sular aktı. İktidar zehirlenmesi, totaliterleşme, otokratikleşme ve de “selefileşme” eşliğinde “tek adam” hükmüne giren AKP, içte ve dışta köşeye sıkıştıkça bir dönem ruhuna Fatiha okuduğu “Milli Görüş”ü hortlatan siyasi manevralara gitti.
Bununla uyarlı olduğu düşünülebilecek şekilde, 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrası yine AKP’nin kazandığı Sincan’da bu partiden belediye meclis üyeliğine seçilen eski başkan Yıldız’ın “yıldız”ının yeniden parlamaya başladığı anlaşılıyor.
 
O, ayrıca Melih Gökçek’li Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin meclisinde de AKP grup başkan vekilliği görevine getirildi. 
 
Bugün artık bir faşizan-dinbazlığa savrulmuş AKP’nin şu ara (hem de “selefiliğin beşiği”) Suudiler tarafından devşirilmek istenen “ılımlı İslam” gömleğini üzerinden attığı 2013 Gezi olayları sonrası süreçte ha bire “28 Şubat”a göndermelerle iktidara tutunmaya çalıştığı ortada. 
 
Acaba aynı doğrultuda bir politik motivasyonla şimdi Gökçek’in yerine de Bekir Yıldız’ı koyarak hanidir sürdürülen “rövanşist” jestlere bir yenisini eklerler mi dersiniz?! 
 
Yoksa şu ara bir yandan da giderek “Avrasyacı” çizgiye yönelirken bazı milliyetçi ama aynı zamanda “seküler” çevrelerle zorunlu bir “zımnî” (gizlikapaklı) koalisyon esintilerinin hissedildiği ortamda böylesi “selefi” bir sembolik karardan kaçınmayı mı düşünürler?.. 
 
Bakalım, göreceğiz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Adalet - Merhamet’ - Meriç Velidedeoğlu

Geçen cumartesi günü Erdoğan iki konuşma yaptı. İlki, İbni Haldun Üniversitesi’ndeki, “Uluslararası Medeniyet Şûrası”nın açılış konuşmasıydı. Hemen ardından, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, “Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde konuştu. 
 
Böylece, tek konuşma yaptığı günler çok gerilerde kaldı; öyle ki artık günde iki konuşma da doyurmuyor, “üçlü” günler başladı, başlayacak... 
 
İbni Haldun Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, bir ara, sözü “ABD Başkanı Trump”a getirdi: “Sayın Trump, bana göre, medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir ‘typolojidir!” dedi.
Bu tümceye şöyle bir dokunsak diyorum. Ama ilkin bu söylemde yer alan “typoloji” sözcüğü gibi bir iki örneğe değinmeli; “biyoloji”den başlayalım, “yaşambilim” olduğu bilinir, “sosyoloji” de “toplumbilim”, “antropoloji” ise “insanbilim”; tıpkı bunlar gibi, “typoloji”de “tipbilim”dir, insan “tipleri” üzerinde çalışmalar yapan. 
 
Bu durumda, Erdoğan’ın “typoloji”li tümcesi de: “Sayın Trump, bana göre medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir ‘tipbilimdir!” oluyor ister istemez; doğrusu hoş (!) bir dile getiriş. Ve Erdoğan, “bana göre” uyarısıyla bu hoşluğu (!) iyice sahiplenmiş...
Sahiplensin dursun, biz biliyoruz Erdoğan’ın konuşmalarının enini boyunu; ne var ki, bunun gibi “yabancı dil” kavramlarını kullandığı sözleri, açıklamaları “bu dillere çevrildiğinde” nasıl karşılanır dersiniz? 

 Kuşkusuz bu konuşmasında dikkat çekici olan, Erdoğan’ın, “Adalet” aradığını bildirmesiydi; “Adalet arıyorum!” dedi açıkça...
 
Dahası da var, ardından: “Merhamet bunlarda hiç yok!” diye ekledi gülerek yarı şaka söylüyormuş gibi yapıp; peki kimden istedi? “ABD”den ayrıca, “bunlarda” diyerek çoğul kullandığına göre “AB”den de.
 
Açıkça Erdoğan haklı!
 
Ne var ki “merhamet”, hele “adalet” söz konusu olduğunda, bunları ülkesinde yıllarca çiğneye çiğneye yok eden birinin, bu kavramların geçerliğini silecek ölçüde davrananlara karşı, bunları korumaya kalkışmasına, “Aynaya baksın!” yanıtımızı bilseler kullanırlar mıydı?
Kullanmasalar da, bir süre önce düzenlenen, “NATO Parlamenterler Asamblesi”nde, “Raportör Ursala Schmidt’in sunduğu raporda, * Türkiye’deki gelişmelerin, hukuk devleti ilkeleriyle uyumlu olduğu konusunda çok ciddi şüphelerin bulunduğunu * Keyfi tutuklamalar olduğunu * İddianame olmaksızın cezaevlerinde tutulduklarını * Eleştirel medya kurumlarının kapatılmasının söz konusu olduğunu * Sadece mesleğini, ‘gazetecilik’ yaptıkları için cezaevinde olanlar bulunduğunu” belirtmiş. 
 
Ayrıca, rapor ile ilgili olarak bir TV’de yaptığı konuşmasında da “* NATO üyesi olan bir ülkede yaşananlar açıkça konuşulmalı, gerektiğinde eleştirilmeli * Türkiye’de hukukun üstünlüğünden yana tavır alanların söz hakkına sahip olması sağlanmalı” demiş. Eksilik var, fazlalık yok. 
 
Peki, Erdoğan aynaya baksaydı bunları mı görecekti? 
Ya da görür müydü?
Ne dersiniz? 
 
Not: Değerli dostlar, en büyük bayramımız olan, “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”nı, alanlarda, fener alayları etkinliklerinde kutlayalım!

Meriç Velidedeoğlu - CUMHURİYET

AKP düzeninden 'yeni sağ' ile kurtulamayız - ÖNDER İŞLEYEN

Üzerinde durulması gerekense bu hareketin kimi muhalif kesimler içinde de heyecanla karşılanması, bir tür umut anahtarı olarak görülebilmesi. 

MHP içinde iktidar mücadelesi olarak başlayan muhalefet, bir süredir Meral Akşener önderliğinde ayrı bir hareket olarak konumlanıyordu. MHP iç mücadelesi ardından da referandum süreci bir hazırlık dönemi olarak yaşandıktan sonra, 2019 öncesinde Partileşmiş oldu. Siyasetin olağan akışının gösterdiği bir adım atılmış oldu.
 Sağda yeni bir Partinin ortaya çıkmasının toplumsal ve siyasal koşullarının oluştuğu referandum döneminde açık biçimde gözlemlenebildi. Siyasal İslamcı rejim, 7 Haziran seçimleri öncesinden başlayarak MHP (ve devletin geleneksel milliyetçi güçleriyle) ittifakla hem bölge ve hem de içerde bir siyasal yönelim içine girdi. Tarikat-cemaat yapılarının çoğunun da içinde yer aldığı bu ittifak karşısında sağda iki karşı eğilimden söz etmek mümkün.  Saadet Partisi burada zayıf bir çizgi olarak varlığını sürdürürken, Meral Akşener ilk andan itibaren daha etkili bir özne olabilme potansiyeli ile sağdan yeni bir alternatif olarak görüldü. AKP-MHP ittifakının sıkıştırdığı krize sağdan (düzeni restore edecek) bir aktör ihtiyacının muhatabı olabilme imkanı Akşener hareketini en baştan etkin kıldı.

Referandum aynı zamanda MHP’nin büyük bir bölümüyle birlikte, AKP tabanından da belirli bir kopma eğilimi ortaya çıktı. Bir anlamda siyasetteki taşları yerinden oynatan nokta referandum oldu. Bugün AKP içinde Erdoğan eliyle sürdürülen tasfiyelerin de yeni Partinin kurulmasının da hareket noktası ortak. Siyasal İslamcı rejimin biriktirdiği sorunlar karşısında açığa çıkan toplumsal dip dalgası siyasal alandaki donukluğu ortadan kaldırdı. Erdoğan, bir anlamda Partisinin muhalefeti konumuna geçerek hem istediği tasfiyeleri gerçekleştirirken hem de yükselen eleştirileri ortadan kaldırmaya çalışıyor. İYİ Parti tam da bu dip dalgasının üzerine hareket ederek etkili olmaya çalışacak. Bu potansiyele ulaşıp ulaşamayacağı süreç içinde ortaya çıkacak olmakla birlikte, Akşener’i şimdiden özne haline getiren asıl olarak bu toplumsal potansiyel.

Kuruluş toplantısına ve öncesindeki söylemlere baktığımızda İYİ Parti’nin hareket noktasının ‘merkez’ kurma iddiası olduğu görülüyor. Dört eğilim olarak ifade edilen, siyasetin sağ ve soldaki tüm merkez kutuplarını birleştirecek, bir anlamda ANAP ve 2002 AKP modelini güncelleyecek bir kurucu kadro ve söylem öne çıkartılıyor. Akşener’in popüler liderliği ile beslenecek bu girişim bir anlamda Türkiye’yi ‘normalleştirme’ arayışının yeni aktörü olarak öne çıkartılıyor. Hem Partinin programına hem de Akşener’in söylemlerine bakıldığında milliyetçilik ve İslamcılık mızraklarının çuvala sığmayan uçlarını törpüleyecek, düzenin çürümüş olan hukuk ve siyasi yapısını toparlayacak bir merkezden söz ediliyor. Bu bakımdan Akşener’in eski marifetlerine dönmeye bile gerek olmaksızın ortaya çıkan Partinin yaşanan krize sağdan bir seçenek oluşturarak bugünkü düzenin (daha sağlıklı) sürdürülmesine aday olduğu ortada. Bunun bir yönü de toplumdaki değişim talebinin sağ bir siyasetle etkisizleştirilmesi, kontrol altına alınmasıdır.

İYİ Parti’nin niteliği ve hedefleri hakkında söylenebilecek bunun ötesinde pek bir şey de yok. Üzerinde durulması gereken ise bu hareketin kimi muhalif kesimler içinde de heyecanla karşılanması, bir tür umut anahtarı olarak görülebilmesi!. Bu tür bir kafa karışıklığının muhalefet hareketi içinde ortaya çıkmasının nedenlerinden birisi uzun zamandır siyasal İslamcı rejime karşı sağ bir siyasetle karşı koyma yönündeki yanlış politikalardır. Toplumsal alandaki hareketle (Gezi’den HAYIR’a uzanan dinamiklere) uyumsuz şekilde, siyasal alanda izlenen siyasetler ağırlıkla sağ argümanlarla ve sağı içeren bir ittifakı bir çıkış kapısı olarak işaret etmek üzerinden şekillendirildi. Hatırlanırsa referandum sonrasında HAYIR’ın üzerinden yapılan tartışmalarda yüzde 51 olarak ifade edilen AKP karşısındaki sağ ve sol uçların merkezde toplanması yönündeki görüşler ağırlık kazandı. 2019’da seçimlerde ancak böyle sonuç alınabileceğine yönelik bir matematik etrafındaki tartışmalarda CHP ve Akşener’in merkezinde olduğu yeni bir merkez arayışını ortaya koymaya başladı. HAYIR’daki ilerici-devrimci direnme potansiyelini sağ bir eksene hapsetmeye odaklanan bu siyasetler sonuçta topluma Akşener’i bir umut olarak ileri sürmekten başka bir şey söylemiyor.


Muhalefet hareketi açısından üzerinde durulması gereken temel noktalardan birisi siyasal İslamcı rejime karşı süren alternatifsizliktir. Soldan etkili bir muhalefet gücü oluşturulamadığı koşullarda sağa doğru dümen kırmanın yoğunlaştığı, siyasal İslam’ın alternatifinin başka bir sağ odak olduğu bir acayip durumla karşı karşıya kalmaya devam ediyoruz. Böyle bir muhalefet de sonunda topluma 2007 öncesine dönmenin ötesinde bir şey vaat etmiyor! Bugün siyasal İslamdan çıkışın anahtarı ancak düzenin toplumsal alanda biriktirdiği sorunları politikleştiren, her alanda birlikte direnişi ve dayanışmayı çoğaltan bir anlayışla düzenin gerçek değişim seçeneğini ortaya koymaktır. O yüzden mesele Akşener’in ne ifade ettiğinden, ne söylediği ve neler yapabileceğinin ötesinde muhalefet hareketinin bir güç olarak çıkarak önümüzdeki sürecin her uğrağında toplumu seçeneksiz bırakmayacak, düzeni kökten değiştirme iddiasıyla örgütlendirilmiş bir alternatif oluşturabilmesine bağlıdır. Türkiye’yi AKP düzeninden kurtaracak olan yeni sağ siyasetler değil devrimciliktir.
 
Önder İşleyen / BİRGÜN

Ya ihanetin bedeli? - GÖZDE BEDELOĞU

Marmaray’ın Yenikapı, Üsküdar ve Sirkeci istasyonlarında yapılan arkeolojik kazılar nedeniyle açılışının 4 yıl gecikmesi dönemin Başbakanı Erdoğan’ı kızdırmıştı. “Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile 3 sene bizi engellediler. Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz” diyerek noktayı koymuştu. Marmaray kazıları İstanbul’un bilinen 6 bin yıllık tarihini değiştirdi. Taş Devri’nden Erken Bizans’a kadar farklı dönemlere ait gün yüzüne çıkarılan 10 binlerce arkeolojik eserle İstanbul’un 8 bin 500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu anlaşıldı. Bugün, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın internet sitesinden Marmaray projesinin tarihçesini okuduğunuzda, İstanbul’un tarihini 2 bin 500 yıl ileriye çeken kazılardan bahsedildiğini göreceksiniz. Ancak hatırlatmakta fayda var; bu ancak Yenikapı’da çalışan arkeologlar ve şehrine sahip çıkan insanların çabasıyla gerçek olabilmişti. Hükümet, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın dile getirdiği gibi çanak, çömlekler yüzünden projenin gecikmesi nedeniyle sıkkındı. Yenikapı’da Neolitik döneme ait eserlerin bulunduğu yere iş makinesi sokmak için sabırsızlanıyordu. Buna karşın arkeologlar, çalışmaların devam etmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmuş ve AKP’nin kepçelerle dalmak istediği kazı alanında 8 bin 500 yıllık bir mezarın bulunmasıyla İstanbul’un tarihi değişmişti. Bakanlığın Marmaray için “İstanbul’un tarihini değiştiren proje” diye yazabilmesi ancak böyle mümkün olabilmişti.

• • •

Tarihi camilerin arkasına silueti bozan gökdelenler yapılırken; deprem sonrası toplanma alanları imara açılırken; parklar AVM’lere, ormanlar sitelere tercih edilirken; meydanlar beton dökülüp insansızlaştırılırken; mahalleler birer gettoya dönüştürülürken; Fikirtepe’yi Brooklyn’e, Okmeydanı’nı Champs-Elysees’ye dönüştürme iddiasıyla şehrin altı üstü, kültürü tarihi, kişiliği karakteri, doğası havası rant ekonomisine teslim edilirken;  İstanbul tozlu, çamurlu, gri, dev bir şantiyeye dönüştürülürken itiraz eden çevreciler, mühendisler-mimarlar, bilim insanları, mahalleliler, ülkenin gelişmesini istemeyen, şehrinin büyümesini hazmedemeyen, hatta arsızca ranta ortak olamadıkları için sorun çıkartmakla itham edilen insanlar, bugün Erdoğan’ın itiraf ettiği ihaneti en başından görmüş ve engel olmak için mücadele etmişti. Ah ama onlar büyüyen Türkiye’nin önünde duran vatan hainiydiler. Padişahını halifesini tanımayan muhafazakar Osmanlı torunları bugün “nerede lan o çıplak heykel” diyerek sergi basıyor. Dün İstanbul’un 8 bin 500 yıllık tarihine sahip çıkanlar da tabi ki Türkiye’nin milyarlarca liralık kazancına taş koyan düşmanlardı.

• • •

İstanbul, AKP’nin 15 yıllık yönetiminde toplamı 85 kilometreyi bulan yüksek binalarıyla uzay sınırına yaklaştı. Bu yılın başında dikey değil yatay mimariden yana olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Uluslararası Medeniyet Şurası’nda yaptığı konuşmada, “100 kat bina yapmak sizi medeni yapmıyor ama biz bu tuzağa düştük” deyiverdi. Aynı gün Şehir ve STK Zirvesi’nde de “biz İstanbul’un kıymetini bilemedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” diye ekledi. Memleketin şehirlerinde, kuralsız izansız top koşturulup dönüşü olmayan kayıplara neden olunduğu apaçık ortada. Kent ve tarih, kent ve çevre,

kent ve insan gibi başlıklar altında projeler tartışılmadığı gibi, insanların yaşadıkları mahalleyle ilgili karar verme süreçlerine katılmaları da engellenmişti. Peki nerden çıktı bu itiraf? Yerel seçimlere 2 yıl kaldı ve kamuoyu yoklamaları AKP’nin oy kaybettiğini gösteriyor. 15 yılda yağmur yağdığında ölünebilen bir şehir yarattılar. Allah acısın da, bize depreme hazırlanmak için bir 20 yıl daha versin, çünkü bir önceki 20 yıl deprem sonrası toplanma alanlarını imara açmakla geçirildi. Ayakta kalan üç beş ağaç için kan dökülmesi gerekti. Haydarpaşa, AKM çürümeye terk edildi. İstanbul’un tarihi ve turistik kalbi İstiklal yaşayan ölüden farksız. Tarihi yarımadada İstanbul’u dünya kültür mirasından çıkartacak yeni imar planları peşindeler. Sulukule, Tarlabaşı, Eyüp, Balat gibi kendine has kültürel özellikleri olan bölgeler kentsel dönüşüm adı altında kimliksizleştirildi. Köprü ve havaalanı inşaatları İstanbul’un son nefesi olan kuzey ormanlarını mahvetti. Hasılı ortada içine düşülen bir tuzak yok. Uyarılar kulak ardı edildi, dahası bilim insanlarına karşı savaş açıldı.
Şehirleri yapboz tahtasına çevirmenin, doğayı tahrip etmenin, kültürel yıkıma yol açmanın itirafı iyi güzel ama, bütün bu kayıplar ‘Allah affetsin’lerle, ‘ihanet ettik’lerle geri gelmez.
Sorumluluğu alınmamış bir özeleştiri de eleştiri sayılmaz.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN