Bilimden uzaklaşmanın bedeli çok ağır oluyor.(Özlem Yüzak-Cumhuriyet)
Bilim ve bilimsel düşünmenin toplumlara, bireylere kazandırdığı en önemli şey basit bir sorudur: “Neden?” İnsanlar neden sorusunu sorarak eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı öğrenirler.Bundan 94 yıl önce bağımsızlık ve özgürlük kavramlarını öne çıkararak kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti attığı her adımda “toplumsal yaşamda bilim ve eleştirel akla değer verilmesinin” taşlarını da döşemeye başlamıştı. Klasiklerin Türkçeye çevrilmesi, yurtdışından değerli bilim insanlarının, özellikle de Nazi Almanyası’ndan kaçmak zorunda kalanların Türkiye’deki üniversitelerde ders vermek üzere davet edilmesi, Türkiye’den genç beyinlerin bilimsel donanım elde etmeleri için burs ile yurtdışına gönderilmesi, Köy Enstitüleri’nin kurulması. Atatürk’ün “Eğer bir gün benim sözlerim bilime ters düşerse bilimi seçin” sözü bilimsel düşünmeye verdiği önemi anlatan en iyi sözdü bence... Atatürk Türkiyesi’nin bu vizyonunu üzerine daha fazlasını da koyarak ülkeyi şahlandırabilirdik. Olmadı. Ama ağır aksak da olsa bir ilerleme kaydedildi. En azından bilimden bu kadar uzaklaşılmadı. Aradan 94 yıl geçti, neredeyse bir asır...
Gelelim AKP Türkiyesi’ne... 15 yıllık tek başına iktidarın ülkeye verdiği en büyük zararlardan biri de her alanda bilimsellikten uzaklaşılması oldu. Küçük satırbaşları ile resmin bütününe bakmaya çalışalım:
-Türkiye’nin tek teorik fizik ve matematik araştırma enstitüsü olan “Feza Gürsey Enstitüsü” kapatıldı. Daha doğrusu, Temmuz 2011’de FGE’nin ana misyonu olan teorik fizik ve matematik çalışmalarıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan Gebze yerleşkesindeki Bilişim ve Bilgi Güvenliği İleri Teknolojileri Araştırma Merkezi (BİLGEM) ile birleştirildi. Ki bu kapatılma ile aynı anlama geliyor.
-Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurulu TÜBİTAK artık bu ülkede bilimin üretildiği, öğretildiği ve savunulduğu bir kurum olma misyonundan uzaklaştırılmış durumda. Önce bünyesindeki FETÖ yapılanması ile Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk, Böcek soruşturmasındaki sahte raporların hazırlanmasında rol aldı ardından AKP’leşen kadrosu ile iktidarın bir baskı aracı halini aldı. Kurum bilimsellik dışı projelere desteği ile dikkat çekiyor. Hacı robotlar, Kâbe projesi, Canlıların Gıdası Kuranıkerim Projesi ve diğerleri...
-Akademik kriterlerin giderek aşağıya doğru çekildiği, değeri düşük ve para ödenen dergilerde yayımlanan makalelerle akademik yükseltmeler yapıldığı bir dönemin içindeyiz. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ziya Toprak tarafından yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’de yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal -bilim hırsızlığı” bulunuyor. Bu sayı vakıf üniversitelerinde yüzde 46 seviyesine kadar çıkıyor.
-15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nden sonra aralarında Barış Bildirgesi’ne imza atanlar da olmak üzere yüzlerce akademisyenin görevine son verildi.
-Evrim teorisi eğitim müfredatından çıkarıldı. Üstelik saçma ötesi bir gerekçe ile. n Harran Üniversitesi’nde bir biyoloji profesörü, araştırmaları, makaleleri olan bir botanikçi şöyle bir kongre düzenleyebiliyor: “1. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi”. Ve katıldığı televizyon programında şunları söyleyebiliyor: “Evrimi üniversite öncesi eğitim müfredatından çıkardık. Çocuk okulda evrim okuyacak, eve gelince de seccadeyi rafa kaldıracak, bu çelişkiyi yaşatamayız çocuklara.. Bizim kültürümüzde evrim diye bir şey yok.” Kıtaların ve ülkelerin geleceğini belirleyecek 3 stratejik alan:
1- Gıda - tarım.
2- Enerji - doğal kaynaklar.
3- Bilim - teknoloji. Evet bilim-teknoloji...
***
Dış politika eski çizgiye çekilmelidir.(Osman Korutürk)
Asırlık bir devlet olmasına altı yıl kala,
Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılından beri iktidarda bulunan AKP’nin son
sekiz yıldır uygulamaya koyduğu görünürde iç politikaya odaklı,
maceracı, hayalci ve müdahaleci; arka planda ise din ve mezhep
yönelimli, Osmanlı özentili dış politika yüzünden varlığının en büyük
yalnızlığı içine düşmüş bulunmaktadır.
Bu sakat dış politikanın mimarı Davutoğlu ile başlayarak, uluslararası ilişkiler alanında rol üstlenen hemen bütün AKP siyasetçileri ve onların çizgisindeki medya mensupları her fırsatta Türkiye’nin kendilerinden önce izlediği dış politikanın pasif ve edilgen olduğunu, uluslararası gelişmeler karşısında “bekle-gör” zihniyetiyle ve genel eğilimler doğrultusunda tavır aldığını, Ortadoğu ile İslam dünyasını göz ardı ettiğini, Türk dış siyasetinin Batılı ülkelerce yönlendirildiğini iddia ettiler. Bu siyaseti terk ederek, ülkenin dış politika rotasını “komşularla sıfır sorun”, “stratejik derinlik”, “proaktif dış politika” diye adlandırdıkları; kulağa çekici, göze parlak gelen, ancak aslında puslu ve bir adım ötesini göstermeyen yollara çevirdiler. Müslüman Kardeşler esinli, Sünni Müslümanlardan oluşan hayali bir “ümmet” vehmedip, bu ümmetin liderliğini üstlenmeye giriştiler.
Keskin dönüş
Dış politikanın rotasındaki bu dönüş “eksen kayması” diye izah edilebilecek iradedışı bir sapma değil, bilerek isteyerek yapılan keskin bir dönüştü. Türkiye’nin istikrar odaklı, laik, çağdaş değerlerden güç alan geleneksel barışçı dış politikası, Sünni eksenli İslami bir yapı etrafında öngörülmüş, komşuların rejimlerini değiştirme ve dış müdahale dahil, şimdiye kadar kalkışılmamış yöntemleri dışlamayan müdahaleci bir doktrin doğrultusunda yenilenmek isteniyordu. Peki, hedeflenen bu yeni yaklaşımın başarı şansı var mıydı? Aradan geçen sekiz yıl bu sorunun yanıtını en açık biçimde “Hayır” olarak vermiş bulunuyor.
Yalnızlığa sürüklenme
Bu sekiz yıl içinde Türkiye, bu yeni dış politikanın getirdikleri arasında BOP Eş- Başkanlığı; Irak’da askerlerimizin başına çuval geçirilip bunu yapanlara hesap sorulmayışı; Mavi Marmara gemisinin bile bile tartışmalı bir sefere korumasız gönderilip İsrail komandoları tarafından baskına uğramasını ve insanlarımızın öldürülmesi; Suriye’de bir keşif uçağımızın düşürülüp pilotlarımızın şehit edilmesi; Suriye sınırında düşürülen Rus uçağı olayından sonra devrin başbakanının bunun emrini bizzat verdiğini açıklamasının üzerinden fazla bir zaman geçmeden fail aranmaya başlanışı; Rusya’nın bu olayla ilgili ticari yaptırımları karşısında dize gelinip özür dilenişi; Süleyman Şah Türbesi’nin bir gecede sırtta kaçırılıp vatan toprağının terkedilişi; bu rezaletin bir başarı öyküsü olarak ilan edilişi; önceleri gereğinden de fazla yakınlaşılan Esad’a Esed denmeye başlanıp, sonra yeniden Esad’a dönülüşü; Suriye’nin yakılıp yıkılışıyla milyonlarca sığınmacının ülkemize gelişi; radikal terör örgütlerinin sınırlarımıza yığılması; kendi savaşımız olmayan savaşlar için yurtdışına asker gönderilip şehitler verilmesi, silah ve donanım yitirilmesi; burnumuzun dibindeki 18 adaya Yunanistan’ın yerleşmesini ve buna benzer daha nice, bizim için haysiyet kırıcı ve üzücü, başkaları için traji-komik olay yaşadı.
Bırakın başlangıçta düşünüldüğü gibi, Arap ve İslam ülkelerinden oluşacak bir yeni oluşumun lideri olmayı, Katar dışındaki Araplar ve bir iki istisna hariç tüm diğer ülkelerle arası bozuldu. Dünyadaki dostlarımızın sayısı bir elin parmaklarından aza düştü. Ülkemiz dış dünyanın gözünde güvenilirliğini, inanılırlığını, öngörülebilirliğini yitirdi. Ciddi itibar kaybına uğradı.
Yeni dış politikamızı planlayan ve ülkemizin rotasını bu plan doğrultusunda yeniden çizen, bütün bu olayları yaşamamıza yol açan ve bir ara bugün içinde bulunduğumuz yalnızlığı “değerli yalnızlık” olarak niteleyen amatör “kaptanlar” ne Türkiye’yi, ne Arap âlemini, ne Müslüman dünyasını, ne Ortadoğuyu, ne de Batı’yı, ne de bütün bu değişik yapılara yön veren dinamikleri anlayabildiler. Bu dinamikleri hep yanlış okudular. Onlar, yine yanlış okudukları Osmanlı hülyaları içinde neo-emperyalist hayallere dalmış; bunları gerçekleştirebileceklerini sanan, uygulamayı hiç bilmeyen teorisyenlerdi.
‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’
Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası hiç de onların sandıkları gibi pasif ve edilgen değildi. Türk dış politikasının temel yönelimi Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından “barış” olarak belirlenmiş; yeni devletin dış politika devinimi, bizzat Atatürk tarafından kısa ama öz bir deyişle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diye açıklanmıştı. Bu kısa özdeyiş, aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada asırlar boyunca yaşanan deneyimlerin; Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uzun ve zahmetli yolun birikimi sonucunda edinilmiş kadim bir tarih kültürünün, savaş göç ve çatışmalarla kazanılmış hayale yer bırakmayan bir coğrafya bilgisinin, sahada bire bir yaşanarak öğrenilmiş sosyo-politik gerçeklerin süzgecinden geçmiş bir “beka” (varoluş) felsefesinin ifadesiydi.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan başlayarak, yakın zamana kadar dış siyasetini hep bu felsefenin ekseninde yürütmeye özen gösterdi. Etrafında oluşan istikrarsızlığın kendi istikrarını bozacağının bilinciyle her zaman etrafında istikrar oluşturmaya ve bu istikrar ortamını korumaya çalıştı. Komşularının dinsel, mezhepsel, etnik ve demografik zaaflarını onlara karşı kullanacak tertipler içine girmekten kaçındı. Bu AKP siyasetçilerinin sandıkları gibi bir zaaf değil, Türkiye’ye güvenilirlik ve inanılırlık sağlayan büyük bir güçtü. Keza Türkiye, bölgesindeki başka güçlerin karşı ağırlığı olmaya hiçbir zaman soyunmadı. Bir denge unsuru değil, istikrar unsuru olmayı amaçladı. Bunu da yakın zamana kadar başardı. AKP’den önceki iktidarlar Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen farklı siyasi anlayışlardaki değişik hükümetlerin (ilk dönemlerinde AKP de dahil) tümü, ideolojik dogmalardan soyutlanmış gerçekçi bir vizyonun ürünü olan bu gerçekçi dış politika yaklaşımına bağlı kaldılar. Böyle yaparak, yüz yıla yaklaşan bir süre içinde Cumhuriyeti ve yurttaşlarını kanlı savaşların maddi ve manevi acılarından korudular. Türkiye dış siyasetinde her zaman kendi ulusal çıkarlarına öncelik verdi. Maceralara kalkışmadan bu çıkarlarını diplomasi yoluyla korumayı başardı. Türkiye, AB dışında bir çoğunun kurucusu, diğerlerinin de çok eski üyesi olduğu tüm önemli uluslararası kuruluşlar ile ve NATO dahil ittifaklarda hiçbir zaman suyun akışı yönünde giden, çoğunluğun eğilimine uyan bir ülke olmadı. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, NATO’da, OECD’de, AGİT’de, EKO’da, sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını alan İslam Konferansı ve diğer uluslararası örgütlerde kendi siyaset öncelikleri nedeniyle zaman zaman güçlükler çıkarabileceği bilinen; ancak barışçı ve laik dış siyaseti ile tüm eksikliklerine karşın temelde demokratik yönetimi sayesinde içinde yer aldığı zorlu ve sorunlu bölgelerde istikrar oluşturan saygın ve güvenilir bir güç olarak, her zaman gerçek imkân ve kabiliyetlerinin üstünde bir ağırlığa sahip oldu. O kadar ki Türkiye, zaman zaman onun imkân ve kabiliyetlerini olduğundan fazla sanan büyük Batılı ülkelerce kendilerine rakip addedildi. Türkiye de, kendi ulusal çıkarlarının belirlediği öncelikleri doğrultusunda daima içinde bulunduğu örgüt ve ittifakların siyasetlerini etkilemeye çalıştı ve çoğu zaman bunu başardı. Berlin’de büyükelçi olarak görev yaptığım sırada orada İrlanda Büyükelçisi olan ve daha sonra ülkesini Vaşington’da temsil eden Noel Fahey adında deneyimli ve görmüş geçirmiş bir meslektaşım bana Türkiye’ye büyük bir saygı duyduğunu söylemiş ve bu saygısının nedenini “Çünkü Türkiye dünyada, İran ve Çin ile birlikte kendi ulusal çıkarlarına odaklı özgün politikaları olan ve bu özgün politikaları büyük baskılara rağmen uygulayabilen üç ülkeden biridir” diye açıklamıştı. Büyükelçi Fahey, sözlerini “İran ve Çin bu politikaları hasım baskıları altında yürütürler. Türkiye ise dost baskısına direnir. Dost baskısına karşı koymak hasım baskısına direnmekten her zaman daha zordur” diye tamamlamıştı. Ortadoğu ve Arap dünyası ile İslam âlemiyle ilişkilerimize gelince, yukarıda sözünü ettiğim iddia sahiplerinin sandıklarının aksine bu bölge her zaman geleneksel Türk dış politikasının ana akslarından birini oluşturmuştur. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkeleriyle ikili ilişkilerimize ve bu ülkelerle Cumhuriyet tarihi içinde kurmuş olduğumuz çoklu işbirliklerine bakıldığında bu gerçek açık seçik görülür.
Barışçı ve ulusal çıkarlar
Sonuçta olan olmuş ve bu yazının başında da belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını doldurmasına altı yıl kalmıştır. Türkiye’nin 2023’e bu dış politika ile girmemesi gerektiği, giremeyeceği, halkımızın buna layık olmadığı, açıkça söylemeseler dahi, bugünkü iktidarın yöneticileri tarafından da anlaşılmış gibi gözükmektedir. Ülkemiz yeniden diplomasiyi ve yumuşak güç kullanımını iyi bilen; barışçı, olumlu anlamda uzlaşmacı, Ortadoğu ihtilafı dahil tüm uluslararası anlaşmazlıkların taraflarıyla doğrudan temas olanağına sahip, arabuluculuğu aranan, ciddi ve güvenilir bir ülke olmalıdır. Bunun yolu demokrasi ve dış politikada önce “fabrika ayarlarına” dönülmesidir. Ama iş bununla bitmemektedir. Fabrika ayarlarının üzerine, demokrasi alanında evvelce yaşamış olduğumuz eksikleri giderecek; parlamenter çoğulcu demokrasi çerçevesinde kuvvetler ayrılığını, temel hak ve özgürlüklerin kısıtsız kullanımını, hukukun üstünlüğünü, adaletin bağımsızlığını, yargının tarafsızlığını, cinsiyet eşitliği dahil vatandaşlar arasında her alanda tam eşitliği ve refahın hakça paylaşımını güvence altına alacak çağdaş “uygulamaların” kurulması gerekmektedir. Buna koşut olarak dış politika da yeniden Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” felsefesi ekseninde ve istikrar temelinde, Cumhuriyetin kurucu iradesinin isabetle belirlediği ilkeler doğrultusunda şekillendirilmelidir.
***
Sınırsız muhafazakârlık.(Sinan Tartanoğlu-CUMHURİYET)
AKP iktidarı boyunca topluma dayatılan 'muhafazakârlık' en çok kadınları mağdur etti.
Cumhuriyet ile birlikte özgürlüğe kavuşan kadınlar, AKP iktidarında
yaşam tarzı dayatması ile karşı karşıya... Kadın erkek eşitliğinin
yerini, harem-selamlık uygulamalar alırken, ülkenin Cumhurbaşkanı
“kadınla erkeği eşit konuma getirmenin fıtrata aykırı” olduğunu söyledi.
Tek tipçi muhafazakâr dayatma, sokağa da yansıdı. Kadınlar kıyafetleri
nedeniyle saldırıya uğrar hale geldi. Okullarda, yurtlarda öğrenciler
kadın-erkek diye ayrılarak yeni nesil yaratılmaya çalışıldı. Başta
Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP adına konuşan birçok siyasetçi,
“İslamcılık”, “Müslümandemokrat” gibi tanımları “din eksenli bir parti”
olarak bilinmemek için reddetti. Hüseyin Çelik, Genel Başkan
Yardımcılığı yaptığı dönemde partisi için “Batı basınında, AK Parti
yönetimi isimlendirilirken, bazen maalesef ‘İslamcı’, ‘Ilımlı İslamcı’
ve bunun gibi bir dil kullanılmakta. Bu tanımlamalar gerçeği
yansıtmamakta ve bizi üzmektedir. AK Parti muhafazakâr demokrat bir
partidir. AK Parti’nin muhafazakârlığı ahlaki ve sosyal konular ile
sınırlıdır” açıklamasını yaptı. AKP’nin kurulduğu ve iktidara geldiği
günden bu yana “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığı”,
“Cumhuriyet toplumunun” sınırlarını da zorladı. Sokaklardan, alkol
tüketimine, öğrenci yurtlarından saatlere, kadın politikalarından,
sosyal medyaya kadar “ahlak ve sosyal konularla” sınırlı muhafazakârlığı
birkaç örneği:
-Kırmızı sokaklar: İçkili yer bölgelerinin tespit edilmesine ilşikin ilk talimat, İçişleri Bakanlığı’nın Ekim 2005 genelgesine yansıdı. Genelge, içkili yerlerin belli bir bölgede toplanması ve sürekli kontrol altında bulundurulmasına ilişkin esaslar içerdi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ikinci genelgesi ise 14 Ekim 2005’te hazırlandı. Belediyelerin içkili yer bölgesi tespit edebilmesinin önü açıldı. İlk uygulama Bursa Orhangazi Belediyesi’nden geldi. Ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi, kendisine bağlı parklarda içki yasağı uygulamasını başlattı. Denizli Belediye Meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı.
-Alkol yasağına yasa gücü: Alkol yasaklarının kanun gücüyle korunması 9 Eylül 2013’te başladı. Market, büfe, bakkal ve bayilerin gece saat 22.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında alkollü içki satması yasaklandı. Alkollü içkilerin reklam ve tanıtımı yasaklandı.
-Ekranda alkol yok: Yasa ile televizyonlarda yayımlanan dizi, film ve kliplerde alkollü içkileri özendirici görüntüler yasaklandı. Her türlü şiddetin en gerçekçi hali ile verildiği ekranlarda tütün ve alkol ürünleri “buzlandı.”
-Her evde yasak: RTÜK’ün, sosyal hayatın ayrılmaz parçası olan televizyon üzerindeki sıkı denetimi, hiç gevşemedi. RTÜK, televizyonlara 2002’de 2 bin 921 yayın durdurma cezası verdi. 2003-2005 yıllarında 29 radyo ve televizyon toplam 870 gün “karartıldı.” RTÜK, 2002’den 2008’e kadar toplam 2 bin 22 uyarı, 262 program durdurma, 1 yayın lisans iptal cezası verdi.
-Harem-selamlık yurt: Yurt- Kur, Ağustos 2013’te kız ve erkek öğrenci yurtlarını birbirinden ayırmaya başladı. 16 bin kız öğrenci, erkek öğrencilerle aynı ortamda kalmamaları için yeni binalara “göç ettirildi.” Erkek öğrencilerin ise eski yurtlarında kalması sağlandı. Devlet yurtlarını “kız” ve “erkek” olarak zaten ayıran Milli Eğitim Bakanlığı karma özel öğrenci yurtlarını da kapattı.
-'Kız-erkek aynı evde ters’: Kasım 2013’te başbakanlığı döneminde Erdoğan, toplumsal harem-selamlık uygulamalarını temel politika haline getirecek açıklamayı yaptı. Erdoğan, “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters” dedi.
-Arap saati inadı: Enerji Bakanlığı 2009’da, Türkiye’nin saatini ayarladığı GMT+2 olarak tanımlanan 30. boylamdaki referans meridyeninin, GMT+3 olarak tanımlanan 45. boylama alınmasına ve yaz saati uygulamasının tamamen kaldırılmasına ilişkin yasa tasarı taslağı hazırlıklarına başladı. O dönem muhalefet, “Asıl amaç, Suudi Arabistan saat dilimini kullanarak, namaz saatlerini Mekke ve Medine’ye göre ayarlamak. Bundan sonraki adım da, resmi tatil gününün cumaya alınması olabilir” itirazını seslendirdi. Eylül 2016’da yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı ile kış saati uygulaması kaldırıldı. Yeni hesapla, Iğdır’dan geçen boylamın esas alınacağı ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasında saat farkı kalmayacağı değerlendirmeleri yapıldı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun iptal kararına karşın muhafakâr demokrat AKP, uygulamayı önce OHAL gücüyle çıkarılan KHK’lere koymayı düşünse de, bir yasa taslağı ile geri getirmeyi planladı.
-Kamuya cuma izni: Saatlerde olduğu gibi resmi tatil günlerinin ve mesai saatlerinin dini referanslara uygun olarak belirlenmesi kuşkusu hiç dinmedi. Ancak 2016’da “gerçek oldu.” Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde, Ocak 2016’da kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurlara cuma namazı vakitlerinde izin verilmesinin önü açıldı. Genelgede “Cuma namazı saatinin mesai saatine denk gelmesi halinde, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlardan isteyenlere mesai kaybına neden olmaksızın izin verilir” ifadeleri kullanıldı.
-Medya, yeni yasak alanı: İnternet yasakları kapsamında 2007’de 43, 2008’de 1046, 2009’da 6 bin 131, 2010’da 7 bin 762, 2011’de 14 bin 737, 2012’de ise 19 bin 507 internet sitesi engellendi.
-Twitter'a yasak: Erdoğan, başbakanlığı döneminde, Gezi Parkı eylemleri sürerken “Twitter’ın kökünü kazıyacağız” dedi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını eleştirirken, “Twitter, miviter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der. Hiç beni ilgilendirmiyor” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın talimatı verdiği gün, Twitter’a erişim engeli kararı alındı. Yasak, “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” bir örneği olarak “kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğini ihlal” gerekçesine dayandırıldı.
Kadına boşanma hakkından boşanmada arabulucuğa
Kadına seçme ve seçilme hakkını Fransa, İtalya ve İsviçre’den çok önce yasal güvenceye alan Cumhuriyet, 1926 Türk Medeni Kanunu ile, “erkeğin çokeşliliği” ve “tek taraflı boşanmasına” ilişkin düzenlemeleri kaldırdı. 2017’de ise AKP, önce müftülere nikâh kıyma yetkisi verdi, ardından boşanmalar için “Aile arabuluculuğu” sistemini getirmeye hazırlandığını açıkladı. 2009’da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun kendisinden iş isteyen kadınlara, “Evdeki işler yetmiyor mu” diye sorması, 2009’da Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in “Kadınlar iş aradığı için işsizlik artıyor” demesi, 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Münevver Karabulut cinayeti için “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” ifadelerini kullanması, 2010’da yine Erdoğan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz” açıklaması, 2011’de kadına şiddetin abartıldığını dile getirmesi, 2012’de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” yorumunda bulunması, 2014’te Erdoğan’ın “Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters” demesi; “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” kadına bakışının sadece birkaç örneği... Bu söylemin sonuçları ise şöyle:
-Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 145 ülke arasında 130. sırada yer aldı.
-AKP döneminde kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı.
-2002-2017 yılları arasında 14 binden fazla kadın cinayete kurban gitti.
-Mahkemelerde, erkeğe tahrik indirimi, hukuksal bir norm haline geldi.
-Yapılan araştırmalar, her 10 evlenmiş kadından neredeyse 4’ünün eşi veya birlikte olduğu erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kaldığını gösterdi.
-Türkiye genelinde kadınların yüzde 36’sının fiziksel şiddete, yüzde 12’sinin ise cinsel şiddete maruz kaldığı belirlendi.
-Son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu zorla evlendirildi.
-Son 10 yılda çocuk cinsel istismar davaları yüzde 700 arttı.
-15 yılda çocukların cinsel istismarı yüzde 434, cinsel taciz yüzde 449 arttı.
***
Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924’te toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde öğretmenlere “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdani hür nesiller ister’’ dedi. Sonra devam etti: “Erkek ve kız çocuklarımızın aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Milli ahlakımız uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle artırılmalıdır. Bu çok önemlidir. Özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlak, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.’’ Atatürk’ün bu sözlerinden 93 yıl sonra geldiğimiz noktada, sürekli gericileşen eğitim sistemimizde, bilimden, demokrasiden, katılımcılıktan, yaratıcılıktan, özgür düşünceden söz etmek mümkün değil. Aklı ve bilimi egemen kılan bir sistemde, sorgulama yeteneği gelişmiş, neden-sonuç ilişkisi kurabilen bireyler değil, dine, ezbere, güce, korkuya, tehdide dayalı sistemde; dindar, itaatkâr, ezberci bireyler yetiştirme çabası mevcut.
İlk yasalar
Milli Eğitim Bakanlığı 2 Mayıs 1920’de kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikaları oluşturulurken, uygulamaya konulan temel yasalar şunlar oldu:
-Tevhid-i Tedrisat Kanunu
-Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun
-İlkmektep Muallim ve Vazifeleri Hakkında Kanun
-Köy Eğitmenleri Kanunu
-Köy Enstitüleri Kanunu
-Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun
-Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu
-İlköğretim ve Eğitim Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Yükseköğretim Kanunu
Eğitim alanında yapılan en büyük yeniliklerden olan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı, denetim altına alındı. Dini bir öğretim kurumu olan medreseler daha sonra kapatıldı. Eğitimin dini esaslara göre verilmesinden vazgeçildi, laik ve çağdaş bir eğitim hedeflendi. Kız ve erkeklerin ayrı ayrı okutulmasına son verildi, karma eğitime geçildi. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Kemal Kocabaş, Cumhuriyetin akıl ve bilim referans alınarak kurulduğunu hatırlatarak, “Okuma yazma oranı yüzde 5 dolaylarında olan ve ortaçağı yaşayan bir toplumu laik, demokratik, karma, bilimsel eğitimle çağdaş uygarlığa dönüştürmenin adıydı Cumhuriyet.
Mustafa Kemal’in büyük öngörüsüyle aydınlanma düşüncesinin bu topraklarda filizlenmesinin adıydı Cumhuriyet. Kadınlara verilen haklarla, devrimlerle, Mustafa Necati dönemi eğitim- kültür atılımlarıyla, çağdaş üniversiteler yasasıyla, Köy Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleriyle, Tercüme Bürosuyla, Hasan Âli Yücel’le, İsmail Hakkı Tonguç ile Cumhuriyet, ulusaldan evrensele yürüyüşün onurlu adımlarıydı. Cumhuriyet eğitim hakkının, insanlık erdeminin adıydı” dedi. İçinde bulunduğumuz dönemde, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının örselendiğini, laik, demokratik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşıldığını, eğitimin dinselleştirildiğini, piyasalaştırıldığını ve üniversitelerin susturulduğunu vurgulayan Prof. Kocabaş’a göre, “Bu eğitim politikaları Cumhuriyetin eğitim politikaları asla olamaz"
***
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, tek çatı sistemiyle parasız uygulamaların geldiği Cumhuriyet döneminin dışına çıktı. Yapılan geniş çaplı değişiklikler ile sağlık parçalı, paralı ve muhafazakâr hale geldi. Cumhuriyet dönemindeki kadın ile çocuk başta olmak üzere işçilerin sağlık denetimleri için çıkarılan kanunların yerini, kürtaj tartışmaları, üç çocuk ısrarları, helal ilaç, helal süt tartışmaları aldı. Mustafa Kemal Atatürk ile gelen sağlık politikalarında, devletçilik ilkesi temel alınmıştı. Günümüzdeki özel ve ücretli sağlık politikalarının aksine koruyucu ve tedavi edici hizmetleri, devlet yükleniyordu. Cumhuriyet ile birlikte birinci derecede devletin görevi haline getirilmeye çalışılan sağlık politikaları ile sağlık hizmetlerinde sorumluluk ve yetkiler, devlete aitti. Sağlık hizmetlerinde doğabilecek aksaklıklar için yasal düzenlemeler dışında tüm okullarda haftada en az bir saat sağlığı koruma dersi okutulması zorunlu hale gelmişti. Özellikle kadın ve çocuk başta olmak üzere işçilerin, sağlık ve güvenliklerinin tedbiri için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu. Böylelikle insan haklarının önemli bir unsuru olan sağlık hakkı doğrultusunda ilk fiili hukuki düzenleme hayata geçirilmişti. Sağlık Bakanlığı’nın belirlediği temel görevler doğrultusunda koruyucu sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık müdürlüğü kurulmuş, ücretsiz olarak tedavi öngörülmüştü. Cumhuriyet dönemi sağlık politikalarında sağlık hizmetlerinin planlanması ve programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi en önemli ilkeydi. Günümüzdeki parçalı sistem yerine “tek amaç ve dikey örgütlenme” modeli benimsenmişti.
Paralı sağlık
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, yıllar içinde devletçilik ilkesinin dışına çıktı. AKP hükümetinin gelmesiyle de tamamen tersyüz edilerek parçalı ve ücretli sağlık hayata geçirildi. Geniş çapta gelen değişikliklerin bilimsel niteliği, tıp otoritelerince kabul görmedi. Sağlık politikalarının din etkisi altında kaldığını gösteren bazı örnekler şöyle:
100 yıl geriye
-Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu geldi.
-Sağlık hizmetlerinin önemli bir parçası olan sosyal hizmetler alanı da laiklikten uzaklaştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol ile hastanelerde din psikologları istihdam edildi ve ‘dini terapi’, sağlık hizmetleri sınıfından sayıldı. Aynı protokol ile evlerde ‘manevi bakım hizmeti’ verilmesi için ‘Manevi Bakım Hizmetleri Çalıştayı’ düzenlendi. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile imzaladığı başka bir protokolle sığınma evlerine ‘vaize’ atamalarının önü açıldı.
-Kürtaj tartışmaları ile başlayan kadın bedeni üzerindeki tahakküm kurma girişimleri, en az 3 çocuk ısrarıyla katlanarak devam etti.
-Helal gıdadan sonra helal ilaç ve helal süt kavramları gündeme geldi. Bu kapsamda domuz jelatinin ilaç üretiminde kullanılmamasından hareketle helal ilaç uygulaması ve dini inancı olmayan kadınların sütünün inançsız olacağı düşüncesiyle de helal süt bankası kurma önerisi yer aldı.
-Geleneksel tıp adı altında, “hacamat, sülükle tedavi” bilimsel olarak yararı kanıtlanmamış yöntemler devreye sokuldu. Bu tür uygulamalar, doktor denetiminde yapılmadığı için yanlış uygulamalarda insan yaşamını tehdit edecek kadar tehlikeli olabiliyor.
***
-Kırmızı sokaklar: İçkili yer bölgelerinin tespit edilmesine ilşikin ilk talimat, İçişleri Bakanlığı’nın Ekim 2005 genelgesine yansıdı. Genelge, içkili yerlerin belli bir bölgede toplanması ve sürekli kontrol altında bulundurulmasına ilişkin esaslar içerdi. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ikinci genelgesi ise 14 Ekim 2005’te hazırlandı. Belediyelerin içkili yer bölgesi tespit edebilmesinin önü açıldı. İlk uygulama Bursa Orhangazi Belediyesi’nden geldi. Ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi, kendisine bağlı parklarda içki yasağı uygulamasını başlattı. Denizli Belediye Meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı.
-Alkol yasağına yasa gücü: Alkol yasaklarının kanun gücüyle korunması 9 Eylül 2013’te başladı. Market, büfe, bakkal ve bayilerin gece saat 22.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında alkollü içki satması yasaklandı. Alkollü içkilerin reklam ve tanıtımı yasaklandı.
-Ekranda alkol yok: Yasa ile televizyonlarda yayımlanan dizi, film ve kliplerde alkollü içkileri özendirici görüntüler yasaklandı. Her türlü şiddetin en gerçekçi hali ile verildiği ekranlarda tütün ve alkol ürünleri “buzlandı.”
-Her evde yasak: RTÜK’ün, sosyal hayatın ayrılmaz parçası olan televizyon üzerindeki sıkı denetimi, hiç gevşemedi. RTÜK, televizyonlara 2002’de 2 bin 921 yayın durdurma cezası verdi. 2003-2005 yıllarında 29 radyo ve televizyon toplam 870 gün “karartıldı.” RTÜK, 2002’den 2008’e kadar toplam 2 bin 22 uyarı, 262 program durdurma, 1 yayın lisans iptal cezası verdi.
-Harem-selamlık yurt: Yurt- Kur, Ağustos 2013’te kız ve erkek öğrenci yurtlarını birbirinden ayırmaya başladı. 16 bin kız öğrenci, erkek öğrencilerle aynı ortamda kalmamaları için yeni binalara “göç ettirildi.” Erkek öğrencilerin ise eski yurtlarında kalması sağlandı. Devlet yurtlarını “kız” ve “erkek” olarak zaten ayıran Milli Eğitim Bakanlığı karma özel öğrenci yurtlarını da kapattı.
-'Kız-erkek aynı evde ters’: Kasım 2013’te başbakanlığı döneminde Erdoğan, toplumsal harem-selamlık uygulamalarını temel politika haline getirecek açıklamayı yaptı. Erdoğan, “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters” dedi.
-Arap saati inadı: Enerji Bakanlığı 2009’da, Türkiye’nin saatini ayarladığı GMT+2 olarak tanımlanan 30. boylamdaki referans meridyeninin, GMT+3 olarak tanımlanan 45. boylama alınmasına ve yaz saati uygulamasının tamamen kaldırılmasına ilişkin yasa tasarı taslağı hazırlıklarına başladı. O dönem muhalefet, “Asıl amaç, Suudi Arabistan saat dilimini kullanarak, namaz saatlerini Mekke ve Medine’ye göre ayarlamak. Bundan sonraki adım da, resmi tatil gününün cumaya alınması olabilir” itirazını seslendirdi. Eylül 2016’da yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararı ile kış saati uygulaması kaldırıldı. Yeni hesapla, Iğdır’dan geçen boylamın esas alınacağı ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasında saat farkı kalmayacağı değerlendirmeleri yapıldı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun iptal kararına karşın muhafakâr demokrat AKP, uygulamayı önce OHAL gücüyle çıkarılan KHK’lere koymayı düşünse de, bir yasa taslağı ile geri getirmeyi planladı.
-Kamuya cuma izni: Saatlerde olduğu gibi resmi tatil günlerinin ve mesai saatlerinin dini referanslara uygun olarak belirlenmesi kuşkusu hiç dinmedi. Ancak 2016’da “gerçek oldu.” Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde, Ocak 2016’da kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan memurlara cuma namazı vakitlerinde izin verilmesinin önü açıldı. Genelgede “Cuma namazı saatinin mesai saatine denk gelmesi halinde, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlardan isteyenlere mesai kaybına neden olmaksızın izin verilir” ifadeleri kullanıldı.
-Medya, yeni yasak alanı: İnternet yasakları kapsamında 2007’de 43, 2008’de 1046, 2009’da 6 bin 131, 2010’da 7 bin 762, 2011’de 14 bin 737, 2012’de ise 19 bin 507 internet sitesi engellendi.
-Twitter'a yasak: Erdoğan, başbakanlığı döneminde, Gezi Parkı eylemleri sürerken “Twitter’ın kökünü kazıyacağız” dedi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını eleştirirken, “Twitter, miviter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der. Hiç beni ilgilendirmiyor” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın talimatı verdiği gün, Twitter’a erişim engeli kararı alındı. Yasak, “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” bir örneği olarak “kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğini ihlal” gerekçesine dayandırıldı.
Kadına boşanma hakkından boşanmada arabulucuğa
Kadına seçme ve seçilme hakkını Fransa, İtalya ve İsviçre’den çok önce yasal güvenceye alan Cumhuriyet, 1926 Türk Medeni Kanunu ile, “erkeğin çokeşliliği” ve “tek taraflı boşanmasına” ilişkin düzenlemeleri kaldırdı. 2017’de ise AKP, önce müftülere nikâh kıyma yetkisi verdi, ardından boşanmalar için “Aile arabuluculuğu” sistemini getirmeye hazırlandığını açıkladı. 2009’da Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun kendisinden iş isteyen kadınlara, “Evdeki işler yetmiyor mu” diye sorması, 2009’da Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in “Kadınlar iş aradığı için işsizlik artıyor” demesi, 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Münevver Karabulut cinayeti için “Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” ifadelerini kullanması, 2010’da yine Erdoğan’ın “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz” açıklaması, 2011’de kadına şiddetin abartıldığını dile getirmesi, 2012’de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” yorumunda bulunması, 2014’te Erdoğan’ın “Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters” demesi; “ahlaki ve sosyal konularla sınırlı muhafazakârlığın” kadına bakışının sadece birkaç örneği... Bu söylemin sonuçları ise şöyle:
-Dünya Ekonomik Forumu’nun 2015 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 145 ülke arasında 130. sırada yer aldı.
-AKP döneminde kadına yönelik şiddet yüzde 1400 arttı.
-2002-2017 yılları arasında 14 binden fazla kadın cinayete kurban gitti.
-Mahkemelerde, erkeğe tahrik indirimi, hukuksal bir norm haline geldi.
-Yapılan araştırmalar, her 10 evlenmiş kadından neredeyse 4’ünün eşi veya birlikte olduğu erkeklerin fiziksel şiddetine maruz kaldığını gösterdi.
-Türkiye genelinde kadınların yüzde 36’sının fiziksel şiddete, yüzde 12’sinin ise cinsel şiddete maruz kaldığı belirlendi.
-Son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu zorla evlendirildi.
-Son 10 yılda çocuk cinsel istismar davaları yüzde 700 arttı.
-15 yılda çocukların cinsel istismarı yüzde 434, cinsel taciz yüzde 449 arttı.
***
Tüm kazanımlar örselendi.(Figen Atalay-Cumhuriyet)
Cumhuriyet eğitim alanında büyük atılım
yaptı. Şimdi ise demokratik, laik, bilimsel eğitimden hızla
uzaklaşılıyor. Eğitim, 94 yıl sonra yeniden dinselleşiyor.
Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924’te toplanan Muallimler Birliği Kongresi’nde öğretmenlere “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdani hür nesiller ister’’ dedi. Sonra devam etti: “Erkek ve kız çocuklarımızın aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Milli ahlakımız uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle artırılmalıdır. Bu çok önemlidir. Özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlak, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.’’ Atatürk’ün bu sözlerinden 93 yıl sonra geldiğimiz noktada, sürekli gericileşen eğitim sistemimizde, bilimden, demokrasiden, katılımcılıktan, yaratıcılıktan, özgür düşünceden söz etmek mümkün değil. Aklı ve bilimi egemen kılan bir sistemde, sorgulama yeteneği gelişmiş, neden-sonuç ilişkisi kurabilen bireyler değil, dine, ezbere, güce, korkuya, tehdide dayalı sistemde; dindar, itaatkâr, ezberci bireyler yetiştirme çabası mevcut.
İlk yasalar
Milli Eğitim Bakanlığı 2 Mayıs 1920’de kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim politikaları oluşturulurken, uygulamaya konulan temel yasalar şunlar oldu:
-Tevhid-i Tedrisat Kanunu
-Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun
-İlkmektep Muallim ve Vazifeleri Hakkında Kanun
-Köy Eğitmenleri Kanunu
-Köy Enstitüleri Kanunu
-Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun
-Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu
-İlköğretim ve Eğitim Kanunu
-Milli Eğitim Temel Kanunu
-Yükseköğretim Kanunu
Eğitim alanında yapılan en büyük yeniliklerden olan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı, denetim altına alındı. Dini bir öğretim kurumu olan medreseler daha sonra kapatıldı. Eğitimin dini esaslara göre verilmesinden vazgeçildi, laik ve çağdaş bir eğitim hedeflendi. Kız ve erkeklerin ayrı ayrı okutulmasına son verildi, karma eğitime geçildi. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Kemal Kocabaş, Cumhuriyetin akıl ve bilim referans alınarak kurulduğunu hatırlatarak, “Okuma yazma oranı yüzde 5 dolaylarında olan ve ortaçağı yaşayan bir toplumu laik, demokratik, karma, bilimsel eğitimle çağdaş uygarlığa dönüştürmenin adıydı Cumhuriyet.
Mustafa Kemal’in büyük öngörüsüyle aydınlanma düşüncesinin bu topraklarda filizlenmesinin adıydı Cumhuriyet. Kadınlara verilen haklarla, devrimlerle, Mustafa Necati dönemi eğitim- kültür atılımlarıyla, çağdaş üniversiteler yasasıyla, Köy Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleriyle, Tercüme Bürosuyla, Hasan Âli Yücel’le, İsmail Hakkı Tonguç ile Cumhuriyet, ulusaldan evrensele yürüyüşün onurlu adımlarıydı. Cumhuriyet eğitim hakkının, insanlık erdeminin adıydı” dedi. İçinde bulunduğumuz dönemde, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının örselendiğini, laik, demokratik, bilimsel eğitimden hızla uzaklaşıldığını, eğitimin dinselleştirildiğini, piyasalaştırıldığını ve üniversitelerin susturulduğunu vurgulayan Prof. Kocabaş’a göre, “Bu eğitim politikaları Cumhuriyetin eğitim politikaları asla olamaz"
***
Cumhuriyet dönemi sağlığından eser yok: Sağlık da ‘muhafazakâr’laştı.(Şeyma Paşayiğit-CUMHURİYET)
Cumhuriyet döneminde özellikle kadın, çocuk
ve işçilerin sağlıkları için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu
çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, tek çatı sistemiyle parasız uygulamaların geldiği Cumhuriyet döneminin dışına çıktı. Yapılan geniş çaplı değişiklikler ile sağlık parçalı, paralı ve muhafazakâr hale geldi. Cumhuriyet dönemindeki kadın ile çocuk başta olmak üzere işçilerin sağlık denetimleri için çıkarılan kanunların yerini, kürtaj tartışmaları, üç çocuk ısrarları, helal ilaç, helal süt tartışmaları aldı. Mustafa Kemal Atatürk ile gelen sağlık politikalarında, devletçilik ilkesi temel alınmıştı. Günümüzdeki özel ve ücretli sağlık politikalarının aksine koruyucu ve tedavi edici hizmetleri, devlet yükleniyordu. Cumhuriyet ile birlikte birinci derecede devletin görevi haline getirilmeye çalışılan sağlık politikaları ile sağlık hizmetlerinde sorumluluk ve yetkiler, devlete aitti. Sağlık hizmetlerinde doğabilecek aksaklıklar için yasal düzenlemeler dışında tüm okullarda haftada en az bir saat sağlığı koruma dersi okutulması zorunlu hale gelmişti. Özellikle kadın ve çocuk başta olmak üzere işçilerin, sağlık ve güvenliklerinin tedbiri için 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi kurulmuştu. Böylelikle insan haklarının önemli bir unsuru olan sağlık hakkı doğrultusunda ilk fiili hukuki düzenleme hayata geçirilmişti. Sağlık Bakanlığı’nın belirlediği temel görevler doğrultusunda koruyucu sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık müdürlüğü kurulmuş, ücretsiz olarak tedavi öngörülmüştü. Cumhuriyet dönemi sağlık politikalarında sağlık hizmetlerinin planlanması ve programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi en önemli ilkeydi. Günümüzdeki parçalı sistem yerine “tek amaç ve dikey örgütlenme” modeli benimsenmişti.
Paralı sağlık
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken sağlık politikaları, yıllar içinde devletçilik ilkesinin dışına çıktı. AKP hükümetinin gelmesiyle de tamamen tersyüz edilerek parçalı ve ücretli sağlık hayata geçirildi. Geniş çapta gelen değişikliklerin bilimsel niteliği, tıp otoritelerince kabul görmedi. Sağlık politikalarının din etkisi altında kaldığını gösteren bazı örnekler şöyle:
100 yıl geriye
-Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu geldi.
-Sağlık hizmetlerinin önemli bir parçası olan sosyal hizmetler alanı da laiklikten uzaklaştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol ile hastanelerde din psikologları istihdam edildi ve ‘dini terapi’, sağlık hizmetleri sınıfından sayıldı. Aynı protokol ile evlerde ‘manevi bakım hizmeti’ verilmesi için ‘Manevi Bakım Hizmetleri Çalıştayı’ düzenlendi. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile imzaladığı başka bir protokolle sığınma evlerine ‘vaize’ atamalarının önü açıldı.
-Kürtaj tartışmaları ile başlayan kadın bedeni üzerindeki tahakküm kurma girişimleri, en az 3 çocuk ısrarıyla katlanarak devam etti.
-Helal gıdadan sonra helal ilaç ve helal süt kavramları gündeme geldi. Bu kapsamda domuz jelatinin ilaç üretiminde kullanılmamasından hareketle helal ilaç uygulaması ve dini inancı olmayan kadınların sütünün inançsız olacağı düşüncesiyle de helal süt bankası kurma önerisi yer aldı.
-Geleneksel tıp adı altında, “hacamat, sülükle tedavi” bilimsel olarak yararı kanıtlanmamış yöntemler devreye sokuldu. Bu tür uygulamalar, doktor denetiminde yapılmadığı için yanlış uygulamalarda insan yaşamını tehdit edecek kadar tehlikeli olabiliyor.
***
Atatürk'ün dayanağı TBMM'ye dayanan halk iradesiydi: Asla vazgeçmeyeceğiz.(Miyase İlknur-CUMHURİYET)
Mustafa Kemal 11 Eylül 1923’te bir grup
milletvekili ile sohbet ederken sözü Cumhuriyet’e getirir. Yunus Nadi,
“Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” deyince Atatürk elindeki
kalemi masaya vurarak “En kuvvetli zaman bugündür” dedikten sonra yeni
anayasanın ilk maddesini okur: “Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare
olunur bir halk devletidir.”
Cumhuriyet’in ilanına giden yolların kilometre taşları Lozan
görüşmelerinden itibaren döşenmeye başlamıştı. Görüşmelere Ankara’daki
Meclis temsilcisi ile birlikte İstanbul hükümetinin temsilcilerinin de
çağrılması Ankara hükümetinin tepkisini çekmişti. Ulusal Kurtuluş
Savaşı’na destek vermek bir yana köstek olan İstanbul’un Ankara’daki
meclisle eş değer görülmesi kabul edilecek bir durum değildi. Bu,
saltanatın kaldırılması fikrine öteden beri sahip olan Mustafa Kemal ve
arkadaşları için sağlam bir gerekçe oluşturdu. Zaten 23 Nisan 1920’de
TBMM’nin açılması ile saltanat resmen olmasa da fiilen ilga edilmişti. 1
Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa 18 Kasım 1922 sabahı Sultan Vahidettin’in Malaya adlı İngiliz zırhlısıyla kaçtığını telgrafla bildirdiğinde Ankara, derin bir “oh!” çekti. Zira Ankara’da Sultan Vahidettin hakkında nasıl bir yaptırım uygulanacağı konusunda belirsizlik vardı. Ankara, yargılamayı düşündüğü Sultan’ın mazlum konumuna düşürülme ve bu nedenle bir karışıklık çıkma ihtimali nedeniyle ihtiyatlı davranıyordu. O nedenle Sultan’ın kaçışı bu sorunu da kendiliğinden çözmüş oldu. Saltanat kaldırılmış, halifelik makamı ise boş kalmıştı. Halifeliğin kaldırılması konusunda bir adım atmayı şimdilik erken bulan Mustafa Kemal, bu makama seçim yapmak için Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım 1922 günü yapılan oylamada Şehzade Abdülmecit halife seçildi. Mustafa Kemal, halifeliği de kaldırmak için uygun zaman ve zemini kollayacaktı.
Bu zaman ve zemini yaratmak ancak yeni bir meclisle mümkün olabilirdi. Birinci Meclis vatan savunması amacıyla toplanmıştı. Bu meclis, politika üretme, yeni devlet düzenini inşa etme, devrimleri gerçekleştirme yeteneğinden ve refleksinden yoksundu. O nedenle Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı kurdu ve 1 Nisan 1923’te meclisi yenilemek için karar alındı. İkinci Meclis Halk Fırkası listesinde yer alan isimlerden oluşmuştu ama her konuda görüş birliği içinde olduğu da söylenemezdi. Özellikle devletin rejiminin ne olacağı ve halifelik konusunda Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı düşünenlerin varlığı hiç de az değildi. Halife yanlıları, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçılar, Mustafa Kemal’in güçlenmesine ve onun getirmeyi planladığı yeni rejime muhaliftiler. Meclis’teki tutucu kesim, başında halifenin olacağı meşruti bir yönetim istiyordu. İttihatçılar ise yeniden yönetime gelmenin arzusu ile tutucu ve halife yanlısı gruba karşı açıktan tavır almıyor, harekete geçmek için Mustafa Kemal’in güç kaybedeceği dönemi kolluyordu.
Milli Mücadele döneminde yakın arkadaşları Ali Fuat, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa da muhalefete geçmiş, İstanbul basını ile birlikte halifeye gereken saygınlığın ve dünyevi yetkilerin verilmesi için girişimlerde bulunuyordu. Ağa Han gibi başka Müslüman ülkelerden bazı temsilcilerin de bu girişimlerini sürdürmesi halifelik makamının ömrünü kısaltmasından başka bir işe yaramayacaktı. Halifenin 300 milyon Müslüman’ın dini lideri olduğunu öne sürenler, 1. Dünya Savaşı’nda halifenin ordusuna karşı İngiliz ordusu ile savaşan Müslümanları nedense hatırlamak istemiyordu.
Cumhuriyet’e giden yolun ikinci büyük adımı Ankara’nın başkent olması kararının alınmasıydı. Düşman işgaline karşı direnişin 1919’dan beri merkezi olan Ankara artık resmen hükümetin de merkezi olacaktı. İsmet Paşa ve 14 arkadaşının verdiği önerge 13 Ekim 1923’te TBMM’de oylandı ve Ankara yeni devletin başkenti olarak dünyaya ilan edildi. Bu kararın alınmasında pek çok etken vardı. Bunlardan biri de “saltanat rejimine bir gün yeniden dönülür” hevesiyle hareket edenlerin umudunu kırmaktır.
Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra artık sıra yeni devlet düzenini belirlemeye gelmişti. Mustafa Kemal öteden beri kafasında olan Cumhuriyet fikrini yaşama geçirmek için siyasetin gündemini adım adım belirledi. Usta bir satranç oyuncusu gibi hamle üstüne hamle yaptı ve sonunda başardı.
Cumhuriyet fikrini yakın arkadaşları ile bile paylaşmadan daha 1921’de özel kalem memuru Hasan Rıza Soyak’a notlarının yazılı olduğu müsveddeyi verirken “Bunları al müsvedde halindedirler, beyaza geçireceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunlar şimdilik ikimizin arasında kalsın. Sen ve ben bileceğiz. Amirlerine bile bahsetmene lüzum yoktur” demiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın aldığı notta Kanun-i Esasi’nin devletin şekliyle ilgili maddeleri ile ilgili yapılması düşünülen değişiklikler vardır. Mustafa Kemal’in hazırladığı taslağın ilk maddesinde şunlar yazılıdır:
"Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
Mustafa Kemal 1923’ün Eylül ayından itibaren yeni devletin rejimi meselesini, Çankaya’daki sofrasında ve Meclis’teki odasında kendisine yakın arkadaşlarıyla tartışmaya açmıştır.
Falih Rıfkı anılarında 11 Eyül 1923 günü Mustafa Kemal’in Meclis’teki odasında “Cumhuriyet” ile ilgili açtığı tartışmayı ve gazetemizin kurucusu Muğla Milletvekili Yunus Nadi ile arasındaki diyaloğu şöyle anlatır:
11 Eylül 1923 günü Divandan sonra saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi:
-Bana birde olduğunu söylediler onun için erken geldim, dedi. Orasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir gayr-i kabil-i tecezzi” olduğunu söyleyen cümle idi.
-Dün akşam Fransız İhtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmişim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-u Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım “chose publuque” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bunun manası ne olmalı?
Gazi’nin sözü hangi konu üzerine getirmek istediği belli idi. Kanun-u Esasi’de yeni hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyleyen Sabri Bey:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi, “-Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bulunuruz ve fırkaya getiririz”, dedi.
Yunus Nadi: Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
-En kuvvetli zaman bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-u Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:
“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
Mustafa Kemal, Wiener Neue Freie muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçte tüm dünyaya ilan eder. Bu demecinde “Cumhuriyet” kelimesini kullanması dış dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük yankı uyandırır. Aynı demeç Türkiye’de de İlkadım gazetesinde yayımlanır.
Konuyu tartıştırdıktan sonra sıra artık rejimin adını koymaya gelmişti. Bunun için en güzel fırsat Meclis’in içindeki çıkan krizdi. Ordu müfettişliğine atanan Ali Fuat Paşa, Meclis ikinci başkanlığından istifa etmişti. Ertesi gün ise hem Başbakan hem de İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Fethi Bey, İçişleri bakanlığı görevinden istifa etti. Gerekçe: “İki görevi birden yürütmekte zorlanıyorum.”
O günkü yasalara göre bakanları atama yetkisi Meclis’teydi. O nedenle seçilecek kişileri Meclis belirleyecekti. TBMM’de yapılan seçimde İçişleri Bakanlığı’na Sabit Bey, Meclis ikinci başkanlığına ise Rauf Bey seçilmişti. Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya karşı çıkan ve Mustafa Kemal’le arası bozulan Rauf Bey’in seçilmesi hesapları bozmuştu. Ancak Mustafa Kemal’den ikinci bir hamle geldi. Bu kez kabinedeki bütün bakanlar görevlerinden istifa etti. Başbakan Fethi Bey, kabinenin istifa gerekçesini ise Meclis’e “daha güçlü bir hükümet kurulması için istifa edildi” diyerek açıkladı. Artık ülke hükümetsiz kalmış ve bir kabine krizi doğmuştu. Bu krizi bizzat yönetecek olan kişi de Mustafa Kemal’dir. Kendisine yakın olanlar, yapılan bakanlık teklifini reddediyor, muhalif olanlar ise bir adım atmaya çekiniyordu.
Halk Fırkası grubu derhal toplandı. Mustafa Kemal’in hükümet krizine çözüm bulması isteniyordu. Kemalettin Sami Paşa, bu krizi çözmek için Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi talebinde bulundu. Meclis, Mustafa Kemal’e yetki verdi. Mustafa Kemal, zaten başından beri ustaca yönettiği bu krizde kendisinden yardım isteneceğini hesaplamıştı ve bu daveti bekliyordu. Davet üzerine Meclis’e gelince, “Bana bir gün izin veriniz sorunun çözümünü size arz edeyim” diyerek ayrılır.
Ertesi gün kürsüye çıktığında bu tür krizlerin her zaman çıkabileceğinden söz eder ve sorunun yegâne çözümünün “Cumhuriyet” olduğunu söyler ve tartışmaya açar. Muhalif milletvekilleri, değişiklik tekliflerinden sadece kabine usulüne destek verir gibi görünürler ancak Cumhuriyet fikrine açıkça karşı çıkmasalar da erteleme yönünde fikir beyan ederler. Bu konunun uzun süre müzakere edilmesini söyleyerek zaman kazanmaya çalışırlar. Fakat bir gün önce Çankaya’da toplanıp konuyu müzakere eden İsmet Paşa, Adliye Vekili Seyit Bey, Ragıp Bey, Eyüp Sabi Efendi ile Abdurrahman Şeref Bey Cumhuriyet’in derhal kabul edilmesi gerektiği yönünde konuşurlar. Adliye Vekili Seyit Bey’in konuşmasında dediği gibi teklif edilen şey yeni bir durum değildi. 23 Nisan 1920’den beri egemenlik kayıtsız şartsız milletin vekillerinin görev yaptığı Meclis’teydi. Sadece adı konuyordu. Bu konuda İsmet Paşa’nın yaptığı konuşması önemlidir:
“Parti genel başkanının teklif kabule ihtiyaç katidir. Cihan bizim hükümet şekli konuştuğumuzu biliyor. Bu müzakerelerimizi bir neticeye ulaştırmamak ve açıklayamamak, güçsüzlük ve kargaşayı sürdürmekten başka bir şey değildir. Bir tecrübeden bahsedeyim. Avrupa diplomatları bu hususta beni ikaz ettiler. Devletinizin başı yoktur, dediler. Mevcut durumunuzdaki başkanınız sadece Meclis başkanı sıfatı taşımaktadır. Demek ki, siz bir başka başkan bekliyorsunuz. Avrupa düşüncesi işte budur. Halbuki, biz böyle düşünmüyoruz. Millet, hâkimiyetine, mukadderatına, bilfiil sahip çıkmıştır. O halde, bunun hukuksal ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz? Ortada bir cumhurbaşkanı yokken bir başbakanın seçilmesini teklif etmek anlamsız olur. Bunda şüpheye mahal yoktur. Başbakanın seçimini kanuni ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifini kanuniyet kespetmesi lazımdır.”
İsmet Paşa’nın dediği gibi aslında beklenen bir başka devlet başkanıdır. Halifenin başında olacağı monarşik bir rejim beklentisi vardır. Ancak Mustafa Kemal, ihtilalci mantığıyla başlattığı ve bizzat yönettiği kriz ile buna meydan vermemiştir.
Sonuçta 29 Ekim 1923 günü saat 20.30’da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla Türkiye’nin Cumhuriyet rejimi ile yönetileceği ve ilk cumhurbaşkanının Mustafa Kemal olacağı kabul edildi.
Cumhuriyet karşıtları bugün de açıktan rejime karşı olduklarını söylemek yerine Mustafa Kemal’in bunu oldu bittiye getirmesini ve en yakın arkadaşlarından bile gizlemesini eleştiri konusu yapmayı yeğliyor. Okur yazar oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bir halk ve devletin dini esaslara göre yönetilmesini savunan bir Meclis’le ne halkın egemen olduğu bir rejim getirilebilir ne de devrimler yapılabilirdi.
***
15 yıllık AKP iktidarı döneminde yargı, gündemden hiç düşmedi. İktidara ilk geldiği andan itibaren yargıyı ele geçirmek için çaba harcayan iktidar, bu amaçla bugün “terör örgütü” olarak görülen cemaatle ortaklık yapmaktan geri durmadı. Bu ortaklığın sonucu olarak yargıya, yüzlerce FETÖ üyesi sızdı. Özellikle 2007’de Ergenekon süreci ile bir cadı avı başlatılırken, bunu Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi kumpas soruşturmaları izledi.
Cemaat evlerinde pazarlık
Özellikle istediği kararların çıkmadığı Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’a hâkim olmak isteyen iktidar, 2010’da yine cemaatle işbirliği yapıp, anayasa değişikliğine gitti. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, referandum sonrası bizzat “okyanus ötesine” teşekkür etmeyi ihmal etti. Anayasa değişikliğinin ardından yapılan seçimde cemaatle-Adalet Bakanlığı ortak listesi HSYK’de etkili oldu. Dönemin Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın bilgisi ve talimatı dahilinde 2011’de Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimleri için cemaat evlerinde pazarlık yapıldı. Bu pazarlığa bizzat HSYK üyeleri katıldı. Bu anayasa değişikliği nedeniyle yargıdaki cemaatçi kadrolaşma zirveye ulaştı. Ne zaman ki 17/25 Aralık süreci oldu, iktidar cemaatle ortaklığını bitirip yeni arayışa girdi.
Üçte biri atıldı
Bugün yargının üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi. Meslekten çıkarılan yaklaşık 4 bin hâkim ve savcının 2302’si tutuklu. Yargıda yaşanan boşluk nedeniyle son dönemde çok sayıda hâkim ve savcı alındı. Bu nedenle yargının yarısı, 5 yılın altında tecrübeye sahip. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hâkim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Yargıda cemaat tasfiye edilirken, yerine farklı tarikatlar etkili olmaya başladı. Birçok hâkim ve savcı, cemaatçi olmadığını belirtirken, gençlik yıllarında gittiği tarikatların isimlerini verir oldu. Yargının üst kadrolarına yapılan atamalarda ise imam hatip mezunu olma belirleyici ölçü oldu. Yine hâkim ve savcıların türban takmasına izin de bizzat bu iktidar tarafından verildi.
Çay toplayan başkanlar
Yüksek yargıdaki atamalarda partili Cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yargı başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan çekinmedi. Yargı sistemi, sadece iktidarın ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir kurum haline dönüşürken, muhalifleri ise hedef alan bir silah olarak kullanıldı. Milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler başta olmak üzere toplumun farklı birçok kesimi yargı kararlarıyla içeri atıldı. “Düşman ceza hukuku” uygulandığı bir ortamda kişilerin hukuk güvenliği ortadan kalktı. Bu davalarda bağımsız ve tarafsız karar veren hâkim ve savcılar ise HSK tarafından bizzat görevden el çektirildi. Bir yıldan fazla uygulanan OHAL hukuku ile toplumda büyük bir adalet ihtiyacı doğdu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce Cumhuriyet için “En büyük bayram” dediğini anımsattı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde laik, sosyal hukuk devleti ilkesinin de yer aldığına dikkat çeken Kanadoğlu, “Oysa bugün Türkiye, hukuk devleti ilkesi yönüyle bağdaşmayacak bir duruma geldi. Hukuk devleti yargı bağımsızlığını yanında getirir. Hukuk devleti olmadığı zaman adalet mülkün temelidir diyemeyiz. O temeli ortadan kaldırmış oluyoruz. Bugün durum bu” dedi. Osmanlı’daki şer-i hukuk sistemine geri dönüş özlemi olduğunu söyleyen Kanadoğlu, müftü nikâhı meselesi ile devletin içine dinin sokulduğunu, laiklik ilkesinin ihlal edildiğini vurguladı.
(Derleme:CUMHURİYET(29/10/2017)
Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa 18 Kasım 1922 sabahı Sultan Vahidettin’in Malaya adlı İngiliz zırhlısıyla kaçtığını telgrafla bildirdiğinde Ankara, derin bir “oh!” çekti. Zira Ankara’da Sultan Vahidettin hakkında nasıl bir yaptırım uygulanacağı konusunda belirsizlik vardı. Ankara, yargılamayı düşündüğü Sultan’ın mazlum konumuna düşürülme ve bu nedenle bir karışıklık çıkma ihtimali nedeniyle ihtiyatlı davranıyordu. O nedenle Sultan’ın kaçışı bu sorunu da kendiliğinden çözmüş oldu. Saltanat kaldırılmış, halifelik makamı ise boş kalmıştı. Halifeliğin kaldırılması konusunda bir adım atmayı şimdilik erken bulan Mustafa Kemal, bu makama seçim yapmak için Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım 1922 günü yapılan oylamada Şehzade Abdülmecit halife seçildi. Mustafa Kemal, halifeliği de kaldırmak için uygun zaman ve zemini kollayacaktı.
Bu zaman ve zemini yaratmak ancak yeni bir meclisle mümkün olabilirdi. Birinci Meclis vatan savunması amacıyla toplanmıştı. Bu meclis, politika üretme, yeni devlet düzenini inşa etme, devrimleri gerçekleştirme yeteneğinden ve refleksinden yoksundu. O nedenle Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı kurdu ve 1 Nisan 1923’te meclisi yenilemek için karar alındı. İkinci Meclis Halk Fırkası listesinde yer alan isimlerden oluşmuştu ama her konuda görüş birliği içinde olduğu da söylenemezdi. Özellikle devletin rejiminin ne olacağı ve halifelik konusunda Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı düşünenlerin varlığı hiç de az değildi. Halife yanlıları, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçılar, Mustafa Kemal’in güçlenmesine ve onun getirmeyi planladığı yeni rejime muhaliftiler. Meclis’teki tutucu kesim, başında halifenin olacağı meşruti bir yönetim istiyordu. İttihatçılar ise yeniden yönetime gelmenin arzusu ile tutucu ve halife yanlısı gruba karşı açıktan tavır almıyor, harekete geçmek için Mustafa Kemal’in güç kaybedeceği dönemi kolluyordu.
Milli Mücadele döneminde yakın arkadaşları Ali Fuat, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa da muhalefete geçmiş, İstanbul basını ile birlikte halifeye gereken saygınlığın ve dünyevi yetkilerin verilmesi için girişimlerde bulunuyordu. Ağa Han gibi başka Müslüman ülkelerden bazı temsilcilerin de bu girişimlerini sürdürmesi halifelik makamının ömrünü kısaltmasından başka bir işe yaramayacaktı. Halifenin 300 milyon Müslüman’ın dini lideri olduğunu öne sürenler, 1. Dünya Savaşı’nda halifenin ordusuna karşı İngiliz ordusu ile savaşan Müslümanları nedense hatırlamak istemiyordu.
Cumhuriyet’e giden yolun ikinci büyük adımı Ankara’nın başkent olması kararının alınmasıydı. Düşman işgaline karşı direnişin 1919’dan beri merkezi olan Ankara artık resmen hükümetin de merkezi olacaktı. İsmet Paşa ve 14 arkadaşının verdiği önerge 13 Ekim 1923’te TBMM’de oylandı ve Ankara yeni devletin başkenti olarak dünyaya ilan edildi. Bu kararın alınmasında pek çok etken vardı. Bunlardan biri de “saltanat rejimine bir gün yeniden dönülür” hevesiyle hareket edenlerin umudunu kırmaktır.
Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra artık sıra yeni devlet düzenini belirlemeye gelmişti. Mustafa Kemal öteden beri kafasında olan Cumhuriyet fikrini yaşama geçirmek için siyasetin gündemini adım adım belirledi. Usta bir satranç oyuncusu gibi hamle üstüne hamle yaptı ve sonunda başardı.
Cumhuriyet fikrini yakın arkadaşları ile bile paylaşmadan daha 1921’de özel kalem memuru Hasan Rıza Soyak’a notlarının yazılı olduğu müsveddeyi verirken “Bunları al müsvedde halindedirler, beyaza geçireceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya anlamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunlar şimdilik ikimizin arasında kalsın. Sen ve ben bileceğiz. Amirlerine bile bahsetmene lüzum yoktur” demiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın aldığı notta Kanun-i Esasi’nin devletin şekliyle ilgili maddeleri ile ilgili yapılması düşünülen değişiklikler vardır. Mustafa Kemal’in hazırladığı taslağın ilk maddesinde şunlar yazılıdır:
"Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
Mustafa Kemal 1923’ün Eylül ayından itibaren yeni devletin rejimi meselesini, Çankaya’daki sofrasında ve Meclis’teki odasında kendisine yakın arkadaşlarıyla tartışmaya açmıştır.
Falih Rıfkı anılarında 11 Eyül 1923 günü Mustafa Kemal’in Meclis’teki odasında “Cumhuriyet” ile ilgili açtığı tartışmayı ve gazetemizin kurucusu Muğla Milletvekili Yunus Nadi ile arasındaki diyaloğu şöyle anlatır:
11 Eylül 1923 günü Divandan sonra saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Parti toplantısının kaçta olduğunu sordu. Üçte idi:
-Bana birde olduğunu söylediler onun için erken geldim, dedi. Orasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir gayr-i kabil-i tecezzi” olduğunu söyleyen cümle idi.
-Dün akşam Fransız İhtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmişim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-u Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım “chose publuque” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bunun manası ne olmalı?
Gazi’nin sözü hangi konu üzerine getirmek istediği belli idi. Kanun-u Esasi’de yeni hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini söyleyen Sabri Bey:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi, “-Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bulunuruz ve fırkaya getiririz”, dedi.
Yunus Nadi: Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
-En kuvvetli zaman bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-u Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:
“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
Mustafa Kemal, Wiener Neue Freie muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçte tüm dünyaya ilan eder. Bu demecinde “Cumhuriyet” kelimesini kullanması dış dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük yankı uyandırır. Aynı demeç Türkiye’de de İlkadım gazetesinde yayımlanır.
Konuyu tartıştırdıktan sonra sıra artık rejimin adını koymaya gelmişti. Bunun için en güzel fırsat Meclis’in içindeki çıkan krizdi. Ordu müfettişliğine atanan Ali Fuat Paşa, Meclis ikinci başkanlığından istifa etmişti. Ertesi gün ise hem Başbakan hem de İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Fethi Bey, İçişleri bakanlığı görevinden istifa etti. Gerekçe: “İki görevi birden yürütmekte zorlanıyorum.”
O günkü yasalara göre bakanları atama yetkisi Meclis’teydi. O nedenle seçilecek kişileri Meclis belirleyecekti. TBMM’de yapılan seçimde İçişleri Bakanlığı’na Sabit Bey, Meclis ikinci başkanlığına ise Rauf Bey seçilmişti. Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya karşı çıkan ve Mustafa Kemal’le arası bozulan Rauf Bey’in seçilmesi hesapları bozmuştu. Ancak Mustafa Kemal’den ikinci bir hamle geldi. Bu kez kabinedeki bütün bakanlar görevlerinden istifa etti. Başbakan Fethi Bey, kabinenin istifa gerekçesini ise Meclis’e “daha güçlü bir hükümet kurulması için istifa edildi” diyerek açıkladı. Artık ülke hükümetsiz kalmış ve bir kabine krizi doğmuştu. Bu krizi bizzat yönetecek olan kişi de Mustafa Kemal’dir. Kendisine yakın olanlar, yapılan bakanlık teklifini reddediyor, muhalif olanlar ise bir adım atmaya çekiniyordu.
Halk Fırkası grubu derhal toplandı. Mustafa Kemal’in hükümet krizine çözüm bulması isteniyordu. Kemalettin Sami Paşa, bu krizi çözmek için Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi talebinde bulundu. Meclis, Mustafa Kemal’e yetki verdi. Mustafa Kemal, zaten başından beri ustaca yönettiği bu krizde kendisinden yardım isteneceğini hesaplamıştı ve bu daveti bekliyordu. Davet üzerine Meclis’e gelince, “Bana bir gün izin veriniz sorunun çözümünü size arz edeyim” diyerek ayrılır.
Ertesi gün kürsüye çıktığında bu tür krizlerin her zaman çıkabileceğinden söz eder ve sorunun yegâne çözümünün “Cumhuriyet” olduğunu söyler ve tartışmaya açar. Muhalif milletvekilleri, değişiklik tekliflerinden sadece kabine usulüne destek verir gibi görünürler ancak Cumhuriyet fikrine açıkça karşı çıkmasalar da erteleme yönünde fikir beyan ederler. Bu konunun uzun süre müzakere edilmesini söyleyerek zaman kazanmaya çalışırlar. Fakat bir gün önce Çankaya’da toplanıp konuyu müzakere eden İsmet Paşa, Adliye Vekili Seyit Bey, Ragıp Bey, Eyüp Sabi Efendi ile Abdurrahman Şeref Bey Cumhuriyet’in derhal kabul edilmesi gerektiği yönünde konuşurlar. Adliye Vekili Seyit Bey’in konuşmasında dediği gibi teklif edilen şey yeni bir durum değildi. 23 Nisan 1920’den beri egemenlik kayıtsız şartsız milletin vekillerinin görev yaptığı Meclis’teydi. Sadece adı konuyordu. Bu konuda İsmet Paşa’nın yaptığı konuşması önemlidir:
“Parti genel başkanının teklif kabule ihtiyaç katidir. Cihan bizim hükümet şekli konuştuğumuzu biliyor. Bu müzakerelerimizi bir neticeye ulaştırmamak ve açıklayamamak, güçsüzlük ve kargaşayı sürdürmekten başka bir şey değildir. Bir tecrübeden bahsedeyim. Avrupa diplomatları bu hususta beni ikaz ettiler. Devletinizin başı yoktur, dediler. Mevcut durumunuzdaki başkanınız sadece Meclis başkanı sıfatı taşımaktadır. Demek ki, siz bir başka başkan bekliyorsunuz. Avrupa düşüncesi işte budur. Halbuki, biz böyle düşünmüyoruz. Millet, hâkimiyetine, mukadderatına, bilfiil sahip çıkmıştır. O halde, bunun hukuksal ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz? Ortada bir cumhurbaşkanı yokken bir başbakanın seçilmesini teklif etmek anlamsız olur. Bunda şüpheye mahal yoktur. Başbakanın seçimini kanuni ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifini kanuniyet kespetmesi lazımdır.”
İsmet Paşa’nın dediği gibi aslında beklenen bir başka devlet başkanıdır. Halifenin başında olacağı monarşik bir rejim beklentisi vardır. Ancak Mustafa Kemal, ihtilalci mantığıyla başlattığı ve bizzat yönettiği kriz ile buna meydan vermemiştir.
Sonuçta 29 Ekim 1923 günü saat 20.30’da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla Türkiye’nin Cumhuriyet rejimi ile yönetileceği ve ilk cumhurbaşkanının Mustafa Kemal olacağı kabul edildi.
Cumhuriyet karşıtları bugün de açıktan rejime karşı olduklarını söylemek yerine Mustafa Kemal’in bunu oldu bittiye getirmesini ve en yakın arkadaşlarından bile gizlemesini eleştiri konusu yapmayı yeğliyor. Okur yazar oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bir halk ve devletin dini esaslara göre yönetilmesini savunan bir Meclis’le ne halkın egemen olduğu bir rejim getirilebilir ne de devrimler yapılabilirdi.
***
15 yılda çöken bir adalet sistemi: Partili yargı(Alican Uludağ-CUMHURİYET)
Cumhuriyet’in 94. yıldönümünde Türkiye’nin yargısı ve adalet sistemi çökmüş durumda.
15 yıllık AKP iktidarı döneminde yargı, gündemden hiç düşmedi. İktidara ilk geldiği andan itibaren yargıyı ele geçirmek için çaba harcayan iktidar, bu amaçla bugün “terör örgütü” olarak görülen cemaatle ortaklık yapmaktan geri durmadı. Bu ortaklığın sonucu olarak yargıya, yüzlerce FETÖ üyesi sızdı. Özellikle 2007’de Ergenekon süreci ile bir cadı avı başlatılırken, bunu Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi kumpas soruşturmaları izledi.
Cemaat evlerinde pazarlık
Özellikle istediği kararların çıkmadığı Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’a hâkim olmak isteyen iktidar, 2010’da yine cemaatle işbirliği yapıp, anayasa değişikliğine gitti. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, referandum sonrası bizzat “okyanus ötesine” teşekkür etmeyi ihmal etti. Anayasa değişikliğinin ardından yapılan seçimde cemaatle-Adalet Bakanlığı ortak listesi HSYK’de etkili oldu. Dönemin Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın bilgisi ve talimatı dahilinde 2011’de Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimleri için cemaat evlerinde pazarlık yapıldı. Bu pazarlığa bizzat HSYK üyeleri katıldı. Bu anayasa değişikliği nedeniyle yargıdaki cemaatçi kadrolaşma zirveye ulaştı. Ne zaman ki 17/25 Aralık süreci oldu, iktidar cemaatle ortaklığını bitirip yeni arayışa girdi.
Üçte biri atıldı
Bugün yargının üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi. Meslekten çıkarılan yaklaşık 4 bin hâkim ve savcının 2302’si tutuklu. Yargıda yaşanan boşluk nedeniyle son dönemde çok sayıda hâkim ve savcı alındı. Bu nedenle yargının yarısı, 5 yılın altında tecrübeye sahip. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hâkim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Yargıda cemaat tasfiye edilirken, yerine farklı tarikatlar etkili olmaya başladı. Birçok hâkim ve savcı, cemaatçi olmadığını belirtirken, gençlik yıllarında gittiği tarikatların isimlerini verir oldu. Yargının üst kadrolarına yapılan atamalarda ise imam hatip mezunu olma belirleyici ölçü oldu. Yine hâkim ve savcıların türban takmasına izin de bizzat bu iktidar tarafından verildi.
Çay toplayan başkanlar
Yüksek yargıdaki atamalarda partili Cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yargı başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan çekinmedi. Yargı sistemi, sadece iktidarın ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir kurum haline dönüşürken, muhalifleri ise hedef alan bir silah olarak kullanıldı. Milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler başta olmak üzere toplumun farklı birçok kesimi yargı kararlarıyla içeri atıldı. “Düşman ceza hukuku” uygulandığı bir ortamda kişilerin hukuk güvenliği ortadan kalktı. Bu davalarda bağımsız ve tarafsız karar veren hâkim ve savcılar ise HSK tarafından bizzat görevden el çektirildi. Bir yıldan fazla uygulanan OHAL hukuku ile toplumda büyük bir adalet ihtiyacı doğdu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce Cumhuriyet için “En büyük bayram” dediğini anımsattı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde laik, sosyal hukuk devleti ilkesinin de yer aldığına dikkat çeken Kanadoğlu, “Oysa bugün Türkiye, hukuk devleti ilkesi yönüyle bağdaşmayacak bir duruma geldi. Hukuk devleti yargı bağımsızlığını yanında getirir. Hukuk devleti olmadığı zaman adalet mülkün temelidir diyemeyiz. O temeli ortadan kaldırmış oluyoruz. Bugün durum bu” dedi. Osmanlı’daki şer-i hukuk sistemine geri dönüş özlemi olduğunu söyleyen Kanadoğlu, müftü nikâhı meselesi ile devletin içine dinin sokulduğunu, laiklik ilkesinin ihlal edildiğini vurguladı.
(Derleme:CUMHURİYET(29/10/2017)