11 Kasım 2017 Cumartesi

‘Ticarinin’ gönül yolculuğu - ERK ACARER

Maksat ötekileştirme, berikileştirme değil bir ‘fenomenle’ birlikte sosyolojiye dayalı bir gözlem ortaya koymak. Doblo sürücüsü, dönemi itibarı ile bir sembol. Tıpkı BMW’li kadın ya da Mercedes’li adam gibi.
•••
Doblo bir İtalyan markası. Fiat’ın ürettiği ‘ticari’ otomobil. 25 Temmuz 2000 tarihinde ilk duyurusu yapıldı. 28 Kasım 2000’de Avrupa pazarına sunuldu. Birkaç yıl içinde Türkiye’de yayıldı.
•••
O birkaç yıl... AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 16 yıllık serüvenin de başlangıcıydı. Ortada, liberal aklın süzdüğü, “Aslında gerici de değillermiş” gibi laflar dolaşıyordu. Doblo, bu iklime de AKP’nin neoliberal politikalarına da uygundu. Atası ‘Fiat Kartal’ gözden düştü. Arka camına yapıştırılmış, ‘Huzur İslam’da’ yazısı ile birlikte kayboldu.
•••
‘Ekmeğinde, çorbasında’ orta sınıf, tarikat-ticaret-siyaset ruhuna uygun bir yola getirilecekti. Doblo daha çok mal taşımak, daha çok para kazanmak demekti. ‘Üretme-sat, ticaretle köşe dön’ ayarının basit şartları vardı: “Cuma’yı kaçırma” en önemlilerinden biriydi.
•••
Malını indiren ‘aracını’, müsait caminin önüne çekiyordu. Bir toplum, bir araç ve onun arka camına yazılan slogan üzerinden politikleşecekti. AKP’nin ilk yılları, “Biz böyle değiliz” takiyesine ayrıldığı için Doblo’nun ilk yıllarında arka cam yazısız kaldı.•••
Doblo yolunu yavaş yavaş buluyordu. Elite kafa tutuyordu. Her şeyi, herkesi elit sanıyordu. AKP’nin ilk 10 yıllık serüveninde tuhaf diziler, tuhaf replikler ortaya çıkıyordu. Isıtılıp ısıtılıp sunulan zengin kız-fakir oğlan paradoksunun anlatıldığı dizilerden birinde genç adam, arabasını tamir etmiş, kirli elleriyle gelip sofraya oturmak istemişti. Kız onu uyarınca karşılık verdi: “Bunlar benim emeğim.” Kimsenin aklına; “Ulan herkes eliyle ve alnının teriyle çalışıyor ama kimse yemeğe böyle oturmuyor” demek gelmedi. Yozlaşma alkışlanıyordu.
•••
AKP, “Dur kıçıma yer edeyim, sonra sana neler edeceğim” nobranlığıyla yol almaya başlamıştı. ‘Yol arkadaşları’ vardı. Doblo’nun arka tarafında birikmiş Zaman gazetesi bırakmak adetti.
•••
Gezi’deki mağlubiyet üzerinden kutuplaşmanın ilk büyük kırılması yaşandığı vakit, Doblo’nun arkasına da bir Erdoğan resmi asılıp, altına ‘Dik dur eğilme’ çıkartması yapıştırılıverdi.
Artık AKP’nin ‘öyle olmadığı’, takiyenin kitabını yazdığı anlaşılmıştı. Doblo da rahat bir nefes aldı. Çözüm süreci bittiği gibi arka cam kendini buldu: ‘Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan.’ Suriye iç çatışmasına odun taşınırken, bir yandan da Mısır’daki İhvan’cılar için ağlanıyordu. Tek dörtlü, ‘Müslüman Kardeşlere’ uydu. Doblo’nun arka camından ‘Rabia’ el sallıyordu.
•••
2013 yılında Suruç’ta bir Doblo içinde üç IŞİD’ci tesadüfen yakalandı. Çok önemli isimlerdi. Ahmet Güneş, Ökkeş Durmaz ve Mustafa Delibaşlar. Türkiye’deki katliamlarda izleri vardı. Güneş’in, IŞİD Türkiye’nin akıl hocası olduğu söyleniyordu. Yola attıkları harddisk içinde infaz görüntüleri bulundu. 5 ay yatıp çıktılar. Cezaevinden çıkmalarında MİT’ten yollanan bir yazının etkili olduğu belgelendi. Musul takası pazarlığında kullanıldıkları ileri sürüldü. Arabada IŞİD sticker’ları vardı. Bu da önemli değildi tabii. Her sakallının IŞİD’ci olmadığı günlerdi! Belediyeler, IŞİD mühürlü davetiyeler gönderip, “Bu Peygamber Efendimizin mührü, IŞİD kullanmasın” takiyesi yapıyorlardı. Epey Doblo arkası IŞİD fotoğrafı çektik o zamanlarda.
•••
15 Temmuz’da... Ee hani zaman vardı arkada? Yenikapı mutabakatıyla ülkede bir ‘bütünlük’ sağlanınca... Gezi zamanında yasaklanan bayrak Doblo’nun arkasına şanla şerefle asıldı.
•••
Atleti egzoza tıkamak suretiyle tank durduran, plaza camında uçak kovalayan nesil, Doblo’yu da bir özel harekât timine dönüştürüverdi. Arka cama HÖH yazıdı: Halk Özel Harekât. Onu da belgeledik. Nedir bu ‘özel Doblo’ sorusunun cevabı Meclis’te verilmedi. Fakat Doblo’cu tarafımıza iki satır yazdı: “Neyse ne, vatana ihanet eden kurşunu da yer işte!”
•••
İki yazı eksik kaldı arka camda. Biri, ‘barış sürecindeydi.’ Muhtemelen arka cama; ‘Yaşasın halkların kardeşliği’ çıkartması düşünüldü. Ama herhalde bu kadarı ağır geldi. Eksik kalan diğer şey, iktidarın Avrupa, Amerika kışkırtmasında, ‘portakal pıçaklama mevsiminde’ yazılabilirdi: ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye!’ Bu da genlerde yoktu.
•••
Sonunda... Doblo’nun arkasındaki ‘ümmet bilinci’ ve Osmanlı tuğrası bir kenara bırakıldı, Atatürk imzası atıldı: ‘İzindeyiz, rahat uyu Atam.’
Bu arada AKP’nin neden Atatürkçülük yoluna girdiği tartışmasına da bir parantez açarak kısaca değinmek gerekir. Meselenin, 2019’a giderken ‘sanıldığının aksine’ Atatürkçülerden oy almanın ötesinde bir anlamı var. Amaç onları da “Bu ruha bile biz sahip çıkarız” mantığı ile dışarıda bırakmak, tüm muhalefetin önünü kesmek. Topluma karşı, ‘daha ne istiyor, neden tatsızlık çıkarıyorsunuz’ algısı yaratmak. Daha çok bir el kol bağlama taktiği. Parantezi kapayıp sürdürelim.
•••
Doblo bir semboldür. Şüphesiz buradan, AKP’lilere özgü bir araçtır ve hedef kitlesi söz konusu seçmendir genellemesi çıkmaz. Görünenin basit örneklerle anlatımıdır. Bir kez daha yinelemekte yarar var, bu bir ‘ötekileştirme’ yazısı değildir.
Dönüştürülen ve yolunu bulamayan bir toplum yaratan zihniyet! Acı olan ve anlatılmak istenen budur... “Ben ne dersem o olacaksın” diyen iktidar aklıyla uyumlu tuhaf bir yolculuk, tuhaf bir fanatizm. Sen ne dersen o olacak ama… İyi de sen kimsin?
Cevap açıktır: “Ben her koşulda seçim kazanmak için, her yola gelen, her yol üzerinde seyredenim!” Bugün Türk milliyetçisi, yarın liberal, öteki gün Atatürkçü, sonra...
Sadece Doblo değil elbette...
Türkiye siyasetini arka camdan izliyoruz. AKP’nin topluma vaadi nedir? Resmi ideolojisi ikiyüzlülük olan siyasi bir ‘iradesizliğin’ vaadi olamaz. AKP, biten yolda kalmış araçtaki karmaşık bir ‘arka cam yazısıdır.’
Belki de artık tarihin tamamen o cama siyah film çekerek, yüksek sesle haykırma zamanı gelmiştir: “Ticari sağa çek canım!”

Erk Acarer / BİRGÜN

Yağma yok RTE! - Ayşenur Arslan

Atatürk için isim vermeden “ayyaş” diyenleri duymazdan geleceksin...
Cumhuriyet’e “reklam arası” denmesine göz yumacaksın…
Her fırsatta Cumhuriyet’i ve onun üzerinden kurucusu Atatürk’ü hedef alacak, itibarsızlaştırmaya çalışacaksın...
Memleketin her köşesinde Atatürk adını silecek, sildirteceksin...
“Keşke Yunan kazansaydı” diyecek kadar gözü dönmüş “cisimleri” saray sofranda ağırlayacaksın...
Ve elbette en önemlisi; Atatürk mirasının vazgeçilmezi laikliği ayaklarının altına alacak, bu ülkenin çocuklarını imam hatiplere mecbur bırakacaksın…

Sonra da Atatürk’ü hatırlayacak, partililerini Anıtkabir’e çağıracak (hatta otobüslerle taşıyacak) ve Cumhuriyet’e övgüler düzeceksin.

Medyadan siyasete, sanat dünyasından sokağa bu YEPİSYENİ VİZYONUN alıcısı çıkmaz mı!
Çıkar kuşkusuz.
Nasıl ki bir vakitler, birileri, AKP / RTE’nin Avrupa Birliği konusunda, Kürt açılımı konusunda “samimi” olduğunu zannetmişlerdi. Aksini söyleyenleri “niyet okuma” ile suçluyorlardı. Bugün de eleştirileri aynı biçimde “niyet okuma” diye niteleyecekler. “Fena mı Atatürk’e sarıldı işte, Cumhuriyet’i kucaklıyor…” diyecekler.
Yok öyle yağma.

Aydının, siyasetçinin, sanatçının işi niyeti / geleceği / bagajlardakileri / karanlık zihinlerin arkasını okumaktır. Sadece Türkiye’de değil, dünyada bu böyledir.
Aksi zaten, her algıya açık sünger beyin olmaktan ibarettir.
Nasıl ki, bir vakitler, iktidarın “kendisine ait olmayan bir proje ve niyet” ile Kürt açılımı yapamayacağını iddia etmiştim, etmiştik... Bugün de RTE ve iktidarının Atatürk’ü / Cumhuriyet’i kucaklayamayacağını apaçık görüyorum, görüyoruz.
Ayrıca, çok uzağa gitmeye ya da örneğe gerek yok. Anıtkabir’deki törenden sonra Beştepe’de yaptığı konuşma her şeyi apaçık sergiledi. Shakespeare’in Sezar’ın ölümünden sonra Antonius’a attırdığı tiradı (tersinden) hatırlatan bir nutukla Atatürk’ü önce övdü, ardından gömdü! Düşünmeye bile dayanamadığı açık Cumhuriyet ilkelerine saldırdı. Yetmedi, Misak-ı Milli’ye sahip çıkma adına, neredeyse bölgede savaş ilan etti.

•••

Muhtemelen gayet yakından izleyip farkında olduğunuz verilere girmeyeceğim. Birkaç başlıkla yetineceğim.
»RTE, yeni bir Soğuk Savaş dönemini hatırlatan cepheleşmede sıkışmış durumda. Ne ABD eksenli cepheye yaranabiliyor veya o bloktan kopabiliyor ne de çok çeşitli nedenlerle Rusya’dan vazgeçebiliyor… İki tarafa birden yaranmaya çalışıp, füze ticaretiyle gönül almaya uğraşıyor...
»Dış politikada ayağının altından çekilen halı, etkisini en çok elbette ekonomik anlamda gösteriyor. Ülkenin de tek tek bizlerin de borcu ayyuka çıkıyor... İşsizlik, enflasyon, döviz kuru büyürken özellikle gençlerin umutları azalıyor.
»Bütün bunların üzerine, 16 Nisan referandumunun sonuçları, RTE’nin canını pek bir sıkıyor. Öyle ya, onca orantısız kampanya, baskı, rüşvet gibi sadaka ya da sadaka gibi rüşvet... Yanı sıra mühürsüz pusulalar... Yüzde 50 zor geçilebildi. Başta Melih Gökçek ve Kadir Topbaş gibi ağır başkanlar da bu yüzden gitti.
»RTE, şimdi daha büyük bir seçimin / sınavın eşiğinde. Ve görüyor ki, kendi tabanı bile Cumhuriyet’ten, laiklikten kopma konusunda rahatsız. Söylenecek slogan, sarılacak ip de kalmadı! AB hayalleri mi?
Kürt / Alevi vs açılımları mı?
Bölgenin abiliği mi?
Hepsi tarihin çöplüğünde...
»Üstelik... Üstelik şimdi çok ciddi bir tehlike kapıda. Sarraf dosyası 27 Kasım günü açılacak. Sarraf hâkim karşısına çıkacak. Batı medyasının haftalardır iddia ettiği üzere, belki de “TÜRKİYE ÇOK UTANACAK”.
»İktidar, işte bütün bu başlıkların toplamı ve yarattığı korku yüzünden ülkede “dışarıya karşı tek yumruk” olmanın yolunu arıyor. İçerdeki düşmanlığı erteleyip, dünyaya ve özellikle Batı eksenli cepheye düşmanlığı körüklüyor. Kirli çamaşırlar ortaya serilirse kokusu buralara kadar ulaşmasın diye!
»Bu (tehlikeli) çıkışın yolunu da, Atatürk ismi ile harekete geçirebileceği kitlelerde arıyor. Atatürk’e sığınıyor.
Dedim ya, elbette alıcısı çıkacaktır, hatta çoktan çıkmıştır bu politikanın. AKP karşıtlığı ile bilinen kalemlerin döktürdüklerine bakın: “Kızarız ama, Cumhurbaşkanımızı dünyaya yedirmeyiz” tadındalar.
Yok öyle yağma!
Ahmet Şık ve nice gazeteci içerde.
Osman Kavala akla ziyan iddialarla içerde.
Selahattin Demirtaş içerde.
Nuriye, hâlâ ömründen yiyerek içerde.
Berkin ve sevgili çocuklarımız yıllardır toprak altında.
Binali Bey’in çocukları tanker filoları ile vergi cennetlerinde servete servet kapma peşinde. Yoksul vatandaşın çocukları ise cenneti ölümden sonraya erteleyip imam hatip sürgününde.
Yok öyle yağma!
Atatürk deyince aklınıza balolar falan gelmesin yalnızca. Atatürk Cumhuriyet’ti. Cumhuriyet ise, bu ülkeyi yaratan güç / zenginlikti. Kadınla erkeğin birlikte var olabilmesinin adıydı. Akıldı, bilimdi. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyebilmekti. Bütün bunları bir arada tutabilen LAİKLİKTİ.

 Dün, erkek yaşıtlarından ve çağdaş eğitimden / bilimden kopartıldıkları okulda, koreografiyle Atatürk adını yazdırdıkları genç kızların tablosu değil!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

4 Kasım 2017 Cumartesi

Nurofil! - ORHAN GÖKDEMİR

Pedofile pedofil demek yasak. Bir mahkeme pedofile pedofil demenin suç olduğuna karar verdi çünkü.
Mahkûm olduk pedofile pedofil dediğimiz için.
Pedofil, “paid-pedo” çocuk ve “düşkünlük-sapma” philia-fil sözcüklerinin birleşmesinden oluşuyor. Ergen veya henüz ergen olmamış çocuklara duyulan cinsel eğilim demek. Halk diliyle sübyancılık. 18 yaşın altındaki çocuklara duyulan cinsel eğilime dikkat çekiyor bilim. Dünya üzerinde bilinen en ağır ve kabul edilemez suçtan söz ediyor hukuk.

Ama dinin arkasına saklanan bir takım sapıklar 5-6 yaşa indirdi çocuklara dadanma sınırını. Sonra aralarından çıkan bir başka sapık bir yaş da olabilir dedi. Olabilir tabii; bir kez ölçü, akıl, izan kalktı mı ana rahmine düşmüşse tamam. İşte bu sapıklığı “düşünce özgürlüğü” sayan mahkemeler “pedofil”i ağır hakaret saydı.

Dillendirmiyoruz öyleyse bundan böyle o yasak kelimeyi. E ama sapıklık devam ediyor, mecburuz durumu karşılamaya, anlatacak bir kelime bulmaya. “Nurofil”i öneriyorum ben pedofil yerine. “Nuro” bildiğiniz Nuro, “fil” düşkünlük, sapma. Yobaz söyledi yargı onayladı. Sonuç ortada; pedofile pedofil diyemeyeceğiz artık.
                                                                              ***

Ne diyor Nurofiller? “Altı yaşında çocukla evlenilebilir”, “Çalışan kadınlar fuhşa hazırlık yapan sürece destek oluyor”, “3 yaşında kız çocukları amcalarının yanına külotla çıkmamalı”, "Kadınlar dayak yedikleri için sabaha kadar şükretmeli”… Nedir Nurofilin böylesine ağır sapkınlıkları böyle uluorta zikretmesindeki dayanağı. Kutsal kitabı bu sapkınlıkları yasaklamamış. O halde? Her şey mümkün, her şey serbest!

Yobaz bunu söyledikten sonra nasıl toparlayacaksın? Sapkına dini bir gerekçe sağlıyorsun. İmam kılığında dolaşan sapkın da o tarikatta, bu yurtta, şu kursta kendisine teslim edilen çocuğa dadanıyor haliyle. Yasak yok nasıl olsa.
Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı böyle sapkınlaşırsın. Bakın insanlık tarihine, bu sapkınlığı önleme mücadelelerinin de tarihidir aynı zamanda.
Çocuk istismarı konusunda ülkemiz dünyada üçüncü sırada. Türkiye Psikiyatri Derneği, ülkemizde istismara uğramış çocuk oranını yüzde 33 olarak tespit etti. Bu rakam her 3 çocuktan 1'i demek. Tablo bu kadar ağır.
O zaman yapılması gereken ne?
Nurofili konuşturmayacaksın, Nurofillere engel olacaksın.
Görev devletin, yargının, toplumun. Hiçbiri üstlenmiyorsa bizim. Sapıklığı meşrulaştıran otorite mi olur?
Sapkınlığa cevaz veren kutsallık mı olur?
Nereden ve nasıl gelirse gelsin, hangi otoriteden feyz alırsa alsın sapığa engel olacaksın, karşı duracaksın, hesap soracaksın.
Diyelim ki bu sapıklığa kutsal metinleri cevaz veriyor, yırtıp atacaksın o metni. İnsanlığın gereği ve insanlığın görevidir bu.
Çocuklarımızı koruyacağız, çocuklarınızı koruyacaksınız. Yobaza geçit vermeyeceksiniz, vermeyeceğiz.
Pedofil davasının esası budur.

                                                                         ***

Yüce göğe çok şükür, bu konuda çalışanlar sapkın Nurofillerden ibaret değil. Bu karanlıkta yolunu bulan araştırmacılar da var. Eski imam, yazar Arif Keskin bunlardan biri. Çalışmalarını ağırlıklı olarak kutsal kitap tarihçesi üzerine. Elimizdeki son çalışması “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni” adını taşıyor. Söylediği özetle şu; Elimizde bu konuda ne varsa bir söylentiler derlemesinden ibaret. Birbirinden pek de farklı olmayan söylentilerin bir kısmı ayet olarak kaydedilmiş, bir kısmı hadis. Çoğunun kaynağı belirsiz. 20’ye yakın versiyonu olan kitabı teke indirenlerin kimliği de tartışmalı. Nurofiller işte bu söylentileri emir telakki ediyor, cahil kalabalıkları tanrı kelamı diye aktarıyor. Olan çoluk çocuğa oluyor. Altıncı yüzyılın çöl ahlakına 21. yüzyılın 80 milyonluk ülkesine sığdırmaya çalışmak gibi beyhude bir çabadan söz ediyoruz.
Özeti şu; laikliği tepeledin mi geride bir tarikatlar, yobazlar cehennemi kalır. Kimi çocuğa dadanır, kimi üflenmiş terlik satar. Hayır, şaka değil; bu Nurofillerden biri “Nal-ı Şerif” adını verdiği okunmuş terlikleri satışa çıkarmış, hatırı sayılır bir fiyatla pazarlamıştı. Terliği ederi karşılığı alıp giyen peygamberi rüyasında görüyordu.
Terliği alıp hazreti göremedin ve biraz da günah işledin diyelim, tuttun cehennemin yolunu. Kolayı var onun da. Veriyorsun parayı bir yanmayan kefen ediniyorsun. Cehennem ateşi ne kadar harlansa boşuna. Ayrıca kabirde azap yok, sorgu meleklerinin bütün soruları kefende şifreli. Nereden buldularsa peygamberin yıkandığı suyu paketleyip satmak üzere paketleme tesisi bile açmıştı hazret. Akıbetini bilemiyoruz. Çocuklara dadanan sapkınlığın bir başka hali bu. Şarlatanlığın bini bir para koca ülkede. Devlet destekli çünkü.
Bilim diyor ki çocuğa cinsel eğilim duyuyorsun, bu konuda yazıp çiziyorsan, video izliyorsan, paylaşıyorsan, çocuğu bir cinsel obje olarak gösteriyorsun pedofilsin, sapıksın. Aklı evvel Nurofil diyor ki “bana 6. yüzyıldan mesaj geldi. Çocuklarla yaşı ne olursa olsun evlenebilirsin. Ancak sen istersen aldığın çocukla yatma, büyümesini bekle.” Bekleyeceği ne? Çocuğun dokuz yaşına ulaşması. E bilimi göre hala sapıksın.
Yıkılmış cumhuriyetin, tepelenmiş laikliğin toplumda yarattığı travmalardır bunlar. Cumhuriyet yoksa, yargı yobazın eline geçmişse Nurofil kural koymaya, yasa yapmaya kalkar. Bugün çoluk çocuğa dadanır, yarın kadını aşağılar, öbür gün saçına sakalına karışır. Beceremezse namaz kılmadı, oruç tutmadı diye boğazlamaya gelir sıra.

                                                                            ***

Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı böyle sapkınlaşırsın.
Laikliği tepeledin mi geride bir tarikatlar cehennemi kalır.
Kimi çocuğa dadanır, kimi üflenmiş terlik satar.
Ya izleyeceksin, ya mücadele edeceksin bu sapkınlığı. Çocuklarımızı koruyacağız, çocuklarınızı koruyacaksınız.
Yobaza geçit vermeyeceksiniz.
Pedofil davasının esası budur.

Orhan Gökdemir / SOL

Japonya ABD’nin “yalnız”lığını giderebilecek mi? - ERHAN NALÇACI

Geçen gün Küba’ya ABD tarafından uygulanan insanlık dışı ablukanın kaldırılması için Birleşmiş Milletler genel kurulunda bir kez daha oylama yapıldı. Geçen sene 57 yıldır acımasızca sürdürülen ablukanın kaldırılmasında ilk defa ABD çekimser oy kullanmıştı. Bu yıl ise dünyadaki bütün devletlerin temsilcileri ablukanın kaldırılmasından yana oy verirlerken sadece ABD ve İsrail ret oyu verdi. ABD’nin önceki yıllarda satın aldığı birkaç yoksul ada ülkesi bile buna tenezzül etmedi.
Oturum esnasında ABD'nin temsilcisi yaptığı konuşmada, "Küba halkı insan hakları ve temel özgürlüklerinden mahrum bırakıldığı sürece, ABD bu platformda ya da nerede olursa olsun yalnız kalmaktan korkmuyor. İlkelerimiz bir oy için satılık değil" dedi.

Bir yandan öyle bir şey söylemiş ki Sol Portal okuyucusun düzeyi göz önünde bulundurulmasa insan ağzından her şeyi kaçırabilir. Ama kendimizi tutup çok komik ama gülemediğimiz bu lafın, yüzyıldan fazladır dünya emekçi halklarına karşı işlemediği suç kalmayan ABD burjuvazisinin salakça bir hezeyanı olduğunu söylemekle yetinelim.

Öte yandan da Temsilci gerçeği söylüyor ve emperyalist dünyada ABD’nin yalnızlaştığını itiraf ediyor. Birçok ülke emperyalist sistem içinde taraf değiştirirken ABD’yi en çok yalnızlaştıran Almanya’nın geliştirdiği dış politika gibi gözüküyor. Almanya İran ile varılan nükleer enerjinin kullanımına ilişkin anlaşmanın tek taraflı olarak ABD tarafından bozulamayacağını ve kendilerini bağlamadığını bildirdi. Hemen bundan önce de ABD’nin Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne karşı açacağı bir savaşa katılmayacağını açıklamıştı.

Ve yılların yalnız devleti İran’ın dini lideri Hamaney Putin’e “Bizim işbirliğimiz ABD’yi yalınız bırakır” deyiverdi.

Şaşırtıcı ama gerçek, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri, mali ve iktisadi gücüyle emperyalist sistemde bütün devletleri arkasına toplamış olan ABD’nin yalnızlığından bahsediliyor.
Trump 3 Kasım’da dünyanın emperyalist sistemdeki çelişkiler açısından en sıcak bölgesi haline gelen Çin Denizi etrafındaki ülkelere, Japonya, Güney Kore, Vietnam, Filipinler ve Çin’i kapsayan gezisine başladı. İmparatorun geldiğini duyuran borazanlar gibi, ziyaretten önce nükleer silah taşıyabilen hayalet uçaklar ve B-1 bombardıman uçakları bölge üzerinde uçarak gövde gösterisi yaptılar.
ABD’nin bu bölgede Çin’e karşı anlamlı bir ittifak yapabileceği tek ülke dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip olan Japonya olabilir.

Ancak sorunlar var:
Japonya 2008 krizinden sonra toparlanamamış ve durgunluktan çıkamamış gözüküyor. Örneğin büyüme oranı 0,6 gibi seyrediyor. Kapitalist dünyada krizin göstergelerinden olan borcun ulusal gelire oranı aşağı yukarı %100 gibi bir değere yaklaşırken, bu parametrede %250 ile Japonya adeta şampiyon haline geldi.

Diğer bir sorun ise Japonya’nın sanayi gücü göz önüne alındığında askeri gücünün çok zayıf olması. İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen Japonya, Anayasa’sına koyduğu 9. Madde ile silahlanmayacağı ve diğer ülkelere savaş açmayacağını garanti etmişti.

2012’den bu yana iktidarda olan Shinzo Abe Anayasa’nın bu maddesini değişmesi ve Japonya’nın tepeden tırnağa silahlanmasının gerektiğini savunuyor. Bunun için hem ülkenin zor durumda olan ekonomisine silah üretmenin iyi geleceğini iddia ediyor, hem de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin kendisini korumak için geliştirdiği füze sistemlerini medya aracılığı ile abartarak bir korku furyası yaratıyor.

Son yapılan seçimlerde Shinzo Abe tekrar seçildi ve Meclis’te Anayasa’yı değiştirmeye dönük girişim için çoğunluğu elde etti. 2020’ye kadar bu değişikliğin yapılabileceği söyleniyor.
Japonya bir yandan da genç emekçilerin tükenene kadar çalışıp öldüğü “Karoşi” hastalığına isim vermiş bir ülke. Bugüne kadar milliyetçilik ve yüksek tüketim standartları arasında işçi sınıfını kontrol edebilmişlerdi.
Japon emekçileri arasında yükselen silahlanma karşıtlığı bu yakıcı kriz esnasında işçi sınıfı siyasetinin yükselmesine yol açabilir. Japon burjuvazisi bu süreçte ülkesini “eskisi gibi yönetememeye” aday gözüküyor.

Erhan Nalçacı /SOL

Devlet intikam alınca..- Nilgün Cerrahoğlu

Barselona Belediye Başkanı Ada Colau, Katalonya’nın seçilmiş temsilcileri hapiste. Bu kara bir gündür” diyor ve devam ediyor: “Katalan kurumlarına ve demokrasinin temeline yapılmış bir saldırı bu ve İspanyol devletinin intikamı!”
  Avrupa’da kaygıya yol açan sabık (azledilmiş) 8 Katalan hükümet üyesinin Madrid tarafından cezaevine yollanmasını, Katalonya’da -Ada Colau gibi bağımsızlıkçı cepheden olmayanlar bile- bu şekilde “intikam” diye yorumluyor. 
 
Olay henüz sıcak. Ama Eski Kıta’da on yıllardır unutulan “siyasi tutuklu” kavramının yeniden gündeme girmesi bile, Katalonya’nın sınırlarının ötesinde, Avrupa’da çok geniş tedirginlik yaratıyor.
Tarafların keskin biçimde bilendiği İspanya’nın dışındaki yorumlarda bile bariz bir “yön” ve “pusula kaybı” olduğu fark ediliyor. Eski Kıta’nın büyük siyasi tartışmalarını tanımlayan referansların muğlaklaştığı ve kafaların karıştığı görülüyor. 

Yangın yayılır mı?
Avrupa başkentleri, Katalonya krizinde her gün yeni bir dönemeç alan sıra dışı gelişmeler karşısında suskunluklarını korumayı yeğliyor; konuya özellikle girmek istemiyorlar.
Herkesin dolabında zira iskeletler var. Kimse içindeki Flaman, Korsika, İskoç, Tirol ayrılıkçılarının ellerine koz vermek ve onları yeni argümanlarla tahkim etmek istemiyor.
AB liderleri bu sebeple… “Katalonya’nın siyasi tutukluları” manzarasından hazzetmeseler de… Madrid’e açık demokrasi vaazı vermekten kaçınıyorlar.
Beri yanda kendi ayrılıkçılarını tahrik etmemek için, Madrid’le ortak cephe görüntüsü yaratmaktan da çekiniyorlar. “İspanya’nın demir yumruğu” ile beraberlik fotoğrafı vermekten imtina ediyorlar.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık… Özetle Tarzan zor durumda. Tarzan burada AB oluyor…
Ama bu, AB liderlerinin kapalı kapılar ardında Madrid hükümetini hiç uyarmadıkları anlamına gelmiyor.
Geçen ay başındaki “korsan bağımsızlık referandumunda” oy kullanan Katalanlara şiddet uygulayan Madrid’e o günlerde de yaptıkları gibi bu defa da, “Bu çağda hapishaneye siyasetçi göndermek de ne” diye soruyorlar: “Bu siyasi bir sorun ve yargıyla değil, siyasetle çözülür. Aman dikkatli olun, yangını Avrupa’ya yaymayın!
Katalan özerkliğinin askıya alınması ardından kodesi boylamamak için soluğu Brüksel’de alan yerel hükümetin “sabık” başkanı Carles Puigdemont’un yapmaya çalıştığı tam da bu aslında: Avrupa’nın diğer ayrılıkçılarını da yanına alarak Katalan meselesini İspanya’nın iç sorunu olmaktan çıkarıp Avrupa geneline taşımak…
Ancak Puigdemont’a şimdiye dek yalnız Belçika’nın Flaman ulusalcıları destek çıkıyor ve kendisinin Belçika da onlar tarafından ağırlandığı yaygın bir dedikodu olarak dolaşıyor. İskoçlar ve İrlandalılar da geri planda Katalan lidere çiçek atmaktan kaçınmıyorlar… 

‘Mandelacılığa soyunacaklar’
İspanya’nın hissiyatını öte yanda en iyi “El Pais”in dünkü başyazısı özetliyor: “Eski Katalan hükümetinin yarısının hapse gönderilmesinin endişe yaratması normal” diyor merkeziyetçi basının amiral gazetesi ve özetle ekliyor:
Ancak bu liderler fikirleri nedeniyle değil, anayasa mahkemesi kararlarını defalarca ihlal ettikleri ve siyasi-ekonomik istikrarsızlık yaratarak devleti ayrılıkçılık pazarlığına oturtmaya teşebbüs ettikleri için orada bulunuyorlar. Siyasi sorunlar evet… politikayla çözülür ama adalet ve yasaya saygının olmadığı yerde de demokrasi ve politika yapmak imkânı ortadan kalkar…. Bizi zor günler bekliyor.”
Başyazının yamacındaki bir diğer yorum da hapisteki kadronun “zulüm yapan İspanya devleti” imajını işleyerek Mandelacılığa soyunacağını teslim edip arkadan, “Ne var ki” diyor, “güçler ayrılığı ilkesi ve adalet, siyasi faydacılığa feda edilemez.
 
Madrid basını özetle İspanyol yargısının arkasında.Dijital basında da “İsyancılar şimdi artık Madrid hapishanelerinde ‘Viva España/ Yaşasın İspanya’ türküsü çığırırlar!” coşkusu esiyor. 
İntikam duygusu bir kez azmaya görsün. 
Medeniyet cilası hızla böyle dökülebiliyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Osman Aga - L. DOĞAN TILIÇ

Yazının başlığının içeriğiyle bir ilişkisi var mı, bilmiyorum. Belki siz bir ilişki kurarsınız. Her yazıya bir başlık olacak ya, ben de Erdoğan’ın Sırbistan ziyareti sırasında, Sırbistan Dışişleri Bakanı İvica Dacic’den dinlediğimden beri dilimden düşüremediğim oynak Balkan türküsünü başlık yaptım.

Hatırlarsınız, Belgrad’da Erdoğan onuruna verilen yemekte, büyük bir sürpriz yaparak eline mikrofonu almış ve Türkçe olarak Osman Aga’yı söylemişti Dacic:
Ne de güzel kaşların var / 
Rastık sürmek ister Osman Aga / 
Sabah olsun çarşıya gidelim / 
Sabahlara dayanamam Osman Aga / 
Yalancısın inanamam Osman Aga.

Dacic işini bilen bir politikacı; bir Türkçe türküyle bizde ve kendi medyasında cumhurbaşkanı Aleksandr Vuçiç’ten rol çalıp başköşeye oturdu.

Dacic’in işini bilen bir politikacı olması sadece şarkı türkü söylemesi ile ilgili değil. Miloşeviç’ten beri Sırbistan politikasında ayakta kalmayı becermekle kalmadı, sürekli de yükseldi.
Yugoslavya’da seçimlerin iptal edilmesinin ardından 5 Ekim 2000’de Belgrad’da insanlar sokaklara dökülmüş, on binler parlamentoyu basmış, devrilmez gibi görünen Miloşeviç devrilmişti. Dacic daha sonra kurulan “geçiş hükümeti”nde Enformasyon Bakanı olmuş, 2006 yılında da Sırbistan Sosyalist Partisi’nin liderliğine seçilmişti. 2008’den bu yana da Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı olarak sürekli Sırp  siyasetinin en önemli aktörlerinden biri oldu.

Bizim Osman Aga türküsü ile tanıdığımız Dacic’in sporcu yönü de var. Partizan basketbol kulübünün başkanı ve Yugoslav Olimpiyat Komitesi’nin başkan yardımcısı olarak da görev yaptı.

Erdoğan’a Osman Aga’yı söylemesi bayağı olay olunca, bir Sırp gazetesine konuşup; “Evet, söyledim ve söylemeye devam edeceğim. Merkel’e söyledim, Lavrov’a, Ashton’a, Rama’ya, Erdoğan’a ve Putin’e söyledim. Eğer gerekirse Trump’a da söyleyeceğim. 
Diplomatik zaferler için bazen şarkılar, çekicilik ve iyi bir espri anlayışı gerekir. Sadece ültimatomlarla, mütekabiliyetlerle ve güçle olmaz” dedi.

Dacic’ten Osman Aga’yı dinleyen Erdoğan ve Türk heyeti keşke onun bu son sözlerini de duysaydı!

1966’da Kosova’da Prizren’de doğan Dacic çocuk yaşta ailesiyle birlikte göçüp 1877’ye kadar Osmanlı toprağı olan Niş yakınlarındaki Zitoredje köyüne yerleşmiş. Zitoradje, havasından mı suyundan mıdır, önemli şarkıcılar çıkaran bir köy. Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna’da pek ünlü bir kadın şarkıcı olan Ceca Raznatovic de Zitoredjeli ve Dacic’le iyi arkadaşlar.
Dacic’in öğrenciliği de başarılı. Belgrad’da Siyaset Bilimi Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden en yüksek not 10’la mezun olmuş.

Che Guevara ile ilgili bir sergiden çıkarken “Komünizm tarihteki en insani sistemdi” dediği için olsa gerek, “nostaljik komünist” gibi bir sıfatla da anılıyor.
Nostaljik, şarkıcı, sporcu falan ama yeri geldiğinde de diş gösterebiliyor!
Son üç gündür, Osman Aga ile değil, ABD’ye koyduğu posta ile konuşuluyor Dacic. ABD Dışişleri’nin Avrupa ve Avrasya İşleri sorumlusu Hoyt Brian Yee,Sırbistan’a, Rusya ve Batı arasında bir tercih yapmasını, “aynı zamanda iki sandalyede birden oturamayacağını” söyleyince Dacic’in cevabı bir türküden epey fazlası oldu.

Belgrad’ın Batı, Rusya ve Çin arasındaki denge politikasını sürdüreceğini söyleyip; “Kabul edemeyeceğimiz şey birinin bizim altımızdan sandalyemizi çekmesidir… Önemli olan neyin en çok çıkarımıza olduğunu görmektir” diye yanıtladı Yee’yi.

Bağımsızlığı 115 ülke tarafından tanınan Kosova’nın BM üyeliğini veto eden, MİG 29’lar hediye ederek Sırbistan’a askeri alanda destek olan Rusya, Belgrad için vazgeçilir bir ortak değil.

Katalonya’nın bağımsızlık hamlesi de çoğu üyesi Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan AB’ye karşı bir koz verdi Dacic’e. Kosova’nın Katalonya’dan ne farkı var; “İspanyollar Katalonya için savaşıyorsa, biz Sırplar da kendi ülkemiz için savaşabiliriz” demeye başladı.
Şimdi, Katalonya İspanya’da kalsın diyen Avrupa’ya; “Bunu Kosova’ya neden söylemiyorsunuz” diyor.
Osman Aga’dan girip nerelere geldik!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Aç kurt sürüleri gibi - NAZIM ALPMAN

Gazeteciliğin en şerefli günleriyle; en itibarsız, en pespaye, en hırlı-hırsız dönemi iç içe geçmiş halde birlikte yaşanıyor.
 Bir yanda yazdıkları haberleri “suç” diye iddianamelere geçirilen gazeteciler var. Açılan davaları uluslararası hukuk kurumlarına karşı savunmayan iddia sahiplerinin aczini “başkaldırı” olarak takdim eden, gazeteci kılıklı palyaçolar diğer yanda öylece sırıtarak duruyorlar.

Birinciler –yani gerçek gazeteciler- yaptıkları her şeyi üstlenip, duruşmalarda iddia makamlarını darmadağın ediyorlar:
-Burada yazılanların tümü haberdir! Gazeteciler haber yaparlar. Sonuçlarına da katlanırlar. Siz de katlanmalısınız. Çünkü söz konusu olan ülkemizdir, Türkiye’dir. İktidarlar gelir geçer, ama ülke gelip geçici değildir. Biz özgürlüğümüzden vazgeçeriz ama ülkemizden asla!
Tıpkı Nazım Hikmet’in ünlü “Vatan Haini” şiirindeki çizgiden yürüyorlar:
“Vatan sizin çiftliklerinizse/
Kasalarınız, çek defterlerinizse/
Vatan şose boylarında gebermekse açlıktan…”
Şiirin sonu “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” diye bitiyor.
Hapisteki gazeteler de tıpkı büyük usta gibi inatla haykırıyorlar:
“Biz gazeteciyiz, haber yapmaya devam edeceğiz. Sizin kişisel çıkarlarınız ülkenin çıkarları değildir! Tam tersine itibar kaybettiriyor.”

• • •

İktidarda bulunanlar dünyanın her ülkesinde gazetecilerden hazzetmezler. Bu gazeteciliğin temelini oluşturur. İktidarların dümen suyundaki yayın organlarından geriye utanç belgeleri kalır ancak… Siz hiç okudunuz mu, “o yıllarda iktidarın tam desteğiyle halka karşı her türlü yalanı yazıp, basan gazetelerin kahramanca mücadelesi…” diye düşülen tarih notları. Boşuna tarih diye yazmıyoruz. Çok fazla telaffuz edilir “gazeteci tarihin tanığıdır” diye…

Nasıl tanıksınız siz?

Hiçbir şeyi görmeyerek, halkın haber alma hakkını hiçe sayarak, devleti yönetenlerin belirlediği doğruları temel alarak, gazetecilik mi yapılır?
Yaz dedin mi yazıyorsunuz, çiz dedin mi çiziyorsunuz.
Şimdi üzeri çizilme sırası işadamı Osman Kavala’da…
Daha ortada polis fezlekesi bile yokken “Kızıl Soroz” diye birinci sayfa manşetleriyle, Düzce Belediyesi’nin gübre kamyonunu geride bırakıyorsunuz.
Kavala hakkındaki iddialar 2013’te Gülen Cemaati, polis, istihbarat birimleri ve savcıları tarafından dosyalanmış, zamanı gelince kullanılmak üzere rafa kaldırılmış bekleyen evraklar. Dinbaz çetenin ömrü yetmediği için uygulayamamışlar.

• • •

Kültürleri böyle… Düşene vuracaksın! Bunun için ayrım gözetmiyorlar. Karşılarında olanları geçiyoruz, kendi içlerinden bile olsa durum değişmiyor. Bir gün önce omuzlarda taşıdıkları şahsiyetleri TEK işaretle anında götürüp lağım çukuruna atıyorlar.
Bu bir kültür…! Eğilme, bükülme, itaat etme, boyun eğme, güce tapma kültürü. Katiyen direnme refleksleri yok. Onun yerine altta kalanın canını çıkartmak için var güçleriyle çullanıyorlar.
En güçlü olanları için de bu geleneksel tavır geçerlidir.

Jack London’ın kuzey hikâyelerinde anlattığı kurtlar, onların yarı evcilleşmiş kardeşleri kızak köpekleri de böyle davranırlar. Aralarında bir liderlik kavgası çıktı mı, bütün sürü çember olup iştah kabartan hırıltılarla sonucu beklerler. Alta düşüp de kalkacak mecali kalmayan sadece birkaç dakikada tüy ve kemik yığını haline gelir, getirilir.

Daha düne kadar neredeyse modern zamanların peygamberi mertebesine çıkartılan Fethullah Gülen’e karşı yapılanları izliyoruz. “Fethullah Gülen Hoca Efendi Hazretleri” alta düşünce anında “FETÖ” haline getirildi. Artık bundan sonrası serbestti. Gülen’in elinden törenle aldıkları kalemleri onun kanına batırıp jilet dilimlerine ayırdılar.

O seviyede (şimdilik) tahrip edilmeseler de, Ankara-Bursa-Balıkesir belediye başkanlarının üzerlerindeki diş izleri yakın gelecekte ne hale gelecekleri bakımından açık örnekler oluşturdular.
Daha geri örnekleri de var. Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi… Kimi “vefasızlık” diyor.
Katiyen öyle değil. Genel kural olan “Kurt Kanunları” işliyor:
-Altta kalan bir anda paramparça o.

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

3 Kasım 2017 Cuma

Kul hakkı: adaletsizliğin meşrulaştırılması- ALİ RIZA AYDIN

Geçen hafta, bir Anayasa Mahkemesi kararında karşıoyda yer verilen “kul hakkı” sözcükleri üzerine yaptığımız haberde sözcüklerin hukuksal olmadığını, aynı zamanda da emekçilerin mücadelesini baltalamaya yönelik olduğunu belirtmiştik.
Bugün, Aydınlanma’nın düşmanı ve yurttaşlık hakkının karşıtı olan kul hakkı konusunu biraz daha derinleştireceğiz.
Anayasa Mahkemesi üyesi Celal Mümtaz Akıncı’nın bir karşıoy yazısında yer vermesiyle kalmıyor konu. Kul hakkının Anayasa’ya girmesi de istendi çeşitli kişi ve kuruluşlar tarafından.  Bunlardan biri de 2010 yılında emekli olan bir başka Anayasa Mahkemesi üyesi Sacit Adalı idi.
Emekliliğinden sonra Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı yapan Prof. Dr. Sacit Adalı, 2011 yılında Risâle-i Nur Enstitüsü’nün düzenlediği “Demokratik Anayasa Arayışları” seminerinde; “Anayasanın bireye tanıdığı en büyük hak yaşama hakkıdır. Dinimizin ‘kul hakkı’ tanımlaması bütün hakları içinde barındırır. İlerleyen zamanlarda kul hakkı tabirinin de anayasamıza girmesini ümit ediyorum” diyerek hem talebini dile getiriyor hem de kul hakkının bütün hakları içinde barındırdığını söyleyerek dünyeviliği dinselliğe bağlıyordu.
Kul hakkının, tapılanın kullarına bahşettiğine inanılan bir inanç olması nedeniyle maddi yaşamda yeri yok. Kul, maddi yaşamın insanını değil, tapılana göre insanı ifade eder. Dinselliği ağır basan bu sözcüğün dünyevileşmiş karşılığı “köle”.
Sözcük anlamı üzerinden yürürsek “kul hakkı” köleliğin, sömürünün maske takmış halini, diğer deyişle “köle hakkı”nı tanımlıyor aynı zamanda. “Dinsel doğma biçimindeki kör inancı” devreye sokarak, bireyin egemen karşısındaki boyun eğişini meşrulaştırmaya yönelerek ve boyun eğişi cemaatleştirerek yapıyor bunu.
Kul hakkının bütün hakları içinde barındırdığını söylemek, yaşamı ve gerçeği dogmalaştırma içinde eritmek demektir. Kulun yaşamı başkasının lütuf ve inayetine terkedildiğinde kör inanç da egemenliğini ilan eder. Kul yönünden bu, hak değil teslimiyettir, bağımlılıktır; eşitsizliği ve adaletsizliği olağanlaştırmaktır. Akıl, tapılana ya da sahibe devredildiğinde aklın ürünü olan haklardan da söz edilemez, onlar da teslim edilmiş olur. Artık bütün haklar, kul hakkı ile tanımlanmaya başlar; akıl da bütün haklar da tapılanın/sahibindir.

Kulluğun temeli, tıpkı kapitalizmde olduğu gibi, eşitsizliktir, adaletsizliktir. Kulluk, çocuğun, gencin, yetişkinin yalnızca bireysel değil her türlü toplumsal olgusunun tapılana/sahibe bağlılığını gerekli kılar ve böylece bireyi teslim alırken toplumu da teslim almaya yönelir.
Kul hakkı yaşamı sürüleştirir. Kul, diğer kulun taklitçisi olur.
Kulluk, insanı “insan olarak biçimlendirmez”; tapan, biat eden olarak yetiştirir.  Kulun emeğinin karşılığı sefalettir.
Kul, Hitler Almanyasında komutanlığın askere çağrısındaki, “sabahleyin, gündüz, gece sürekli olarak führeri” düşünen; dinci simsarların cemaate çağrısındaki, “sürekli olarak tapılanı” düşünen; sermayenin işçiye çağrısındaki, “sürekli olarak patronu” düşünen sözde insandır.
Kul, inanır… buyurulanı yapar, verileni alır, haline rıza gösterir… inanır… Yeteneğini kullanmasına ancak egemenin çıkarı için, onun çıkar çizgisini geçmeyecek kadar izin verilir.
İnsanın değil, insanı sömürmek için sürüleştirilenlerin yaşam tarzına verilen addır kul hakkı. “Sınıfsal”dır, hep “egemen sınıfın çıkarlarını” haklı gösterir.
Dinsel inanç özgürlüğü ile dinselin -insanlık niteliklerini körelterek- insanı köleleştirmesi aynı şey değil. Birincisi ses çıkartabilir ama ikincisi ses çıkarmadan boyun eğdirir. Tapılana boyun eğiş, sahibe yani sermayeye ve düzenine boyun eğiştir.
Kul hakkı: adaletsizliği meşrulaştırma hakkıdır. Sömürüyü, ezmeyi, eşitsizliği, köleliği; sermayenin hak ve özgürlüğünü ve de cinayetlerini, yalanlarını, talanlarını meşrulaştırma hakkıdır. Yobazın zenginliğini, tecavüzlerini, çocuk istismarlarını; bağnazlığın yaşam tarzı yapılmasını meşrulaştırma hakkıdır.
Şeriatın kestiği parmak acımamalı ki iş kazaları, iş cinayetleri de acıtmasın…
Tapılan rızk verirken kimilerini diğerlerine üstün tutmalı ki zenginlik saygın olsun…
Kimileri kimilerine üstün kılınsın ki kimileri kimilerine hizmet etmekle dünya düzen bulsun…
Zenginlerin mallarında yoksun ve yoksullar için hak olduğuna inanılsın ki emeğin değeri ve ürettiği zenginin olsun…
Dinsel davranışlar hukuka yerleştirilmeli ki adalet yalnızca sömürenin olsun, hukuk da eşitsiz ve adaletsiz düzene hizmet etsin…
Dinsel davranışlar yargıya sinmeli ki Nurettin Yıldız'ın ve onun gibilerin, “hem de çocukların, kadınların acı çektiği, intihara zorlandığı, Auschwitz'e rahmet okutan bir travmayı ölene kadar yaşadıkları bir konuda” işledikleri büyük insanlık suçu örtülebilsin…
Bilim ve gerçek yerine inanılan anlatılmalı ki çocuklara, bilim yalnızca sermaye birikimine ve kâra hizmet etsin…
Herşey tapılanın rızası için olsun ki sermaye mülküne mülk katsın…
Dinsel değerler benimsensin ki kulluğun, köleliğin varlığına inanılsın…
Dogmatizmin egemen olduğu eğitim ve öğretim bilimsel olmaz. Türban ve diğer dinsel simgelerle görüntü verirken aklı teslim alınan yargı adaletli olmaz. Kul, köle olan yurttaş olmaz; haklarını, üretimini, akılını ve iradesini piyasaya ve tapılana, efendiye teslim eder; düşünmeyi, sorgulamayı, hak mücadelelerini unutur.
İnsanın insan tarafından sömürülmesine karşı mücadelenin yolu, tapılanı zaman ve mekana göre “bir konumdan ötekine aktarma”yla değil, kulluğa/köleliğe/sömürüye dayanan ilişkileri, hem “düşünce alanında” hem de “gerçek alanda”  kökten değiştirmekle temizlenir.

Ali Rıza Aydın / SOL

YÖK’ün sonu - RIFAT OKÇABOL

6 Kasım’da YÖK 36 yaşını dolduruyor.

Anayasa’nın 131’inci maddesine göre YÖK, “ Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim - öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı”yla oluşturulan bir kurumdur. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 7’inci maddesine göre de YÖK, yükseköğretimle ilgili akla gelen hemen her şeyden sorumludur.

Ancak bu yasal yetkilerine karşın, 36 yıllık uygulamalarına ve bugün geldiğimiz noktaya bakarak YÖK’e, “üniversite kavramı ve işlevi” açısından kayıp bir kuruluş demek mümkündür.
YÖK’e verilen onlarca görev içinde hemen her konu vardır ama “Cumhurbaşkanının dediklerini yapar” gibilerinden bir görev yoktur. Anayasada ve 2547 sayılı yasada, YÖK’ün görevlerini, cumhurbaşkanlarının istek ve eğilimleri doğrultusunda yürüteceğine dair bir ifade de yoktur, ima da. Hatta Anayasada ve 2547’de, YÖK’ün bir yerlere hesap vereceğine dair bir ifade de yoktur. Çünkü YÖK özerk ve bilimsel bir kurumdur. Yasal düzlemde cumhurbaşkanlarıyla ilişkisi, cumhurbaşkanının YÖK başkanını seçip atamasıyla sınırlıdır. Bu atama ilişkisinin YÖK başkanı ile onu atayan cumhurbaşkanı arasında bir sevgi bağı oluşturması, insani ve anlaşılabilir bir durumdur. YÖK başkanları ile cumhurbaşkanları arasında, makamın gerektirdiği saygı ilişkisi de hem doğal ve hem de gerekli olan bir durumdur. Ancak bu ilişki, YÖK başkanının, kendisini atayan cumhurbaşkanının emrine girmesini ya da emrinde hissetmesini gerektiren bir ilişki değildir.

Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in atadığı YÖK başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, Evren’in görevi bittiğinde Özal’ın cumhurbaşkanlığında da başkanlığını sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Özal’ın atadığı YÖK başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam, Özal ölünce Cumhurbaşkanı olan Demirel zamanında da başkanlığını sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Demirel’in YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Kemal Gürüz, Demirel sonrasında Cumhurbaşkanı olan A. N. Sezer’in Cumhurbaşkanlığında da YÖK başkanlığını sürdürmüştür. Sezer’in YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Erdoğan Teziç de (çok kısa bir sürede de olsa) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında da başkanlığını sürdürmüştür. Bu örnekler, YÖK başkanlığının atamayı yapan cumhurbaşkanıyla özdeşleşmediğinin, kendilerini atayan cumhurbaşkanlarının değil de, YÖK’ün başkanı olduklarının göstergesidir.

Kuruluşundan itibaren baskıcı, piyasacı ve gerici bir kurum olan YÖK’ün, (AKP’li bir cumhurbaşkanının seçilmesinden sonra) 2008 yılından itibaren AKP’lileştiğini söylemek mümkünken, önceki yılların YÖK’ü için, DSP’lileşmiş, DYP’lileşmiş ya da ANAP’lılaşmış demek kolay değildir. YÖK’ün AKP’lileşmesi, akademik ve bilimsel anlamda zaten yetersiz olan kurumsal kimliği iyice yıpratmıştır.

Geçmiş yıllarda, cumhurbaşkanları, göreve geldiklerinde, görevdeki YÖK başkanını değiştirmemiş, atama döneminin sonuna kadar onlara dokunmamışlardır. Cumhurbaşkanı Sezer, Gürüz ile açıkça anlaşamamış olsa da, selefine ve kurumlara saygısından, dönemi bitmeden Gürüz’ü görevden alıp onun yerine bir başkasını atamamıştır.

Kamuoyunca bilinen hiçbir yasal gerekçe yokken şimdiki Cumhurbaşkanı’nın ilk iş olarak YÖK başkanını dönemini tamamlamadan görevden alması, kurumun kimliğine vurulan bir darbe olmuştur. Yasal olmayan bir şekilde görevden alınan kişinin yerine o görevi kabullenmek de, hem kabullenen kişiye hem de bir kez daha kurumsal kimliğe zarar vermiştir.

Geçmiş yıllarda, cumhurbaşkanlarının kamuoyu önünde YÖK’ten belirgin bir şeyler istemesi ve de YÖK başkanlarının bu isteği anında yerine getirmesi gibi durumlar pek yaşanmamıştır. Cumhurbaşkanlarından gelen ve YÖK tarafından yerine getirilen istekler olmuşsa bile, bunlar yolu-yordamına uygun olarak gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanlarının kamuoyuna açık ortamlarda YÖK’ten uzun vadeli isteklerde bulunması başka şeydir, kısa dönemde olmasını beklediği isteklerde bulunması ve bu isteklerin anında YÖK tarafından yerine getirilmesi faklı şeylerdir. İkinci durumda kalınması YÖK’ün özerk ve bilimsel kimliğini yok eden bir durum olmaktadır.

Çok yakın zamanlarda gerçekleşen olayların bir bölümü şöyledir: Bir bölüm başkanı, uygulamalar dersinden kalan öğrencilerine, 15 Temmuz şehitlerine, gaziler vakfına ya da Kızılay’a 100 lira bağışladıklarını belgelediklerinde 100 puan vereceğini açıklamıştır. Bir tıp fakültesi, by-pass ameliyatlarıyla ilgili bir makaleyi,  “Evrim teorisi ve evrimsel argüman çok fazla kullanılmış, sıkıntı yaşarız” gerekçesiyle reddetmiştir. Aynı zamanda Biyoloji Bölüm başkanı olan bir dekan, “'Biyoloji kitaplarında ateizm öğretiliyor” diyerek açıklama yapmıştır. Bir rektörün açıklaması da,  “En iyi tedavi ruhi tedavi ve namazdır” şeklindedir. Bu tür hezeyanlar hemen her gün ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanı istedi diye, barış bildirisini imzalayan akademisyenlere karşı anında aslan kesilen YÖK başkanı, bu tür açıklamaları ise görmezden gelmektedir.

Artık YÖK, AKP Genel Başkanı, “Yardımcı doçentlik” deyince o konuya, “Seçme sınavı” deyince bu konuya el atmakta, özerklik, laiklik, bilimsellik ve demokratiklik gibi konulardan da uzak durmaya çalışmaktadır.

Bu durum, YÖK,’ün AKP’lileşme sürecini tamamlayıp AKPYÖK’e dönüştüğünü göstermektedir.  

Rıfat Okçabol / SOL

İzlanda 1’inci, Ruanda 4’üncü, Türkiye 131’inci - ÖZLEM YÜZAK

Bildiğimiz gerçekler.. 
Ama uluslararası veriler açıklanıp cinsiyet eşitliğinde daha da gerilediğimiz ortaya çıktığında yine de tokat yemiş gibi oluyoruz. Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl açıkladığı Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 144 ülke arasında bir sıra daha geriledik ve 131. olduk. 
Yıllardır listenin son sıraları şaşmaz şekilde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindir. Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Etiyopya bizden daha iyi durumda olan ülkeler. Biz Pakistan, Yemen, Suriye, Çad, İran, Suudi Arabistan, Lübna, Fas ve Mısır’dan halliceyiz. 
Küresel Cinsiyet Eşitliği Endeksi 4 alanda ölçümleniyor: Kadınların sağlık ve eğitime erişimleri, siyasete katılımları ve ekonomik yaşamda aldıkları rol. Türkiye’nin bu dört alandaki yeri ise sırasıyla sağlıkta 59’uncu, eğitimde 101’inci, siyasette 118’inci, ekonomide 128’inci. Bunların içerisindeki ayrıntılara girmeye gerek yok. 2017 raporunun önemli bir özelliği var. O da, 2006 yılından bugüne kadar yavaş da olsa kaydedilen kazanımların 2017 yılında durması hatta gerilemesi... 
 
En başarılı 10 ülke sıralaması ise hayli ilginç. Birincilik 0.87 skorla İzlanda’nın. Norveç 0.83 ile ikinci, Finlandiye 0.823 ile üçüncü. Dördüncülük 0.822 ile bir Afrika ülkesinin, Ruanda’nın. Beşinci İsveç. İsveç’i 0.81 ile Nikaragua izliyor. 
 
Yedinci sırada Slovenya, sekizinci İrlanda, 9. Yeni Zelanda ve 10. Filipinler. Rapor cinsiyet uçurumunun ülkelerin gelir seviyeleri ile doğrudan bağlantılı olmadığını ortaya koyuyor. Göreceli olarak çok daha yoksul olan Ruanda ve Nikaragua’nın kaynakları ve fırsatları kadın ve erkekler arasında eşit şekilde dağıttıklarını gösteriyor. Hatırlatalım, Ruanda dünyada en yüksek kadın milletvekili oranına sahip ülke. 1994’teki soykırımda 500 bine yakın kadının tecavüze uğradığı, 400 binden fazlasının da dul kaldığı ülkede, acılarını geride bırakarak önemli görevler yürütmeye karar veren kadınların, küllerinden doğduğunu söyleyebiliriz. Tabii kadınların siyaset dünyasında bulunmasının, ülkedeki kadın toplumuna farklı bir bakış açısı kazandırdığını da...
9 yıl üst üste birinciliği kaptırmayan İzlanda’nın başarısının arkasındaki sır ise yer darlığından bir sonraki yazının konusu. 
 
Cinsiyet eşitsizliğinde uçurumun azaltılmasının ülkelere ekonomik getirileri de hayli çarpıcı. Rapora göre İngiltere’nin ekonomisine 250 milyar dolar, ABD ekonomisine 1.750 milyar dolar, Çin ekonomisine 2.5 milyar dolar ek katkı sağlıyor. Yine rapor bu aksak ilerleme hızı ile uçurumun azaltılması hedefine ulaşılmasının daha yüzlerce yıl alacağını söylüyor, “kendiliğinden olsun diye bırakılırsa asla ilerleme sağlanamayacağını” vurguluyor. 
 
Türkiye bu vurguyu en haklı çıkaran ülkelerden biri. 2017 yılı, kadınlar açısından kazarımların gerilediği bir yıl oldu. Aylar boyu “Bu Yasalar Böyle Geçmez” kampanyasıyla kadın örgütlerinin karşı çıktığı Nüfus Hizmetlerinde Değişiklik Tasarısı, her zamanki gibi bir gece yarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Kadına karşı şiddetin rakamları da gerilemedi.


 2017’nin ilk dokuz ayında erkekler 211 kadın ve kız çocuğunu öldürdü, 64 kadına tecavüz etti, 190 kadını taciz etti, 258 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 306 kadına şiddet uyguladı.
İşin en çarpıcı olanı, şiddet uygulayan erkeklerin ileri sürdükleri ipe sapa gelmez gerekçelerin hâkimler tarafından kabulü, indirimler vs. almaları. 

Bilmem başka söze gerek var mı?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Öğretmene güven çok, din adamına güven yok! - ÜNAL ÖZMEN

Henüz Türkçeleştirilmeyen UNESCO Küresel Eğitim İzleme Raporu 2017, 21 ülke halkının öğretmene ve eğitim sistemine güven duygusunu yansıtan bir araştırmaya yer veriyor. Türkiye de öğretmene güven 10 üzerinden 6,5, eğitim sistemine güven 4,5! Türkiye halkı eğitim sistemine güvenmiyor, öğretmene ise kısman güven duyuyor.

Önce şunu not edelim: Raporda kullanılan veriler 2013 yılında yapılmış “halkın öğretmenlere ve eğitim sistemine olan güveni” araştırmasına dayanıyor. Aynı araştırma Türkiye’de bugün yapılsa, öğretmene duyulan güven oranı pek bir değişikliğe uğramaz. Buna karşın eğitim sistemine duyulan güvenin mevcut oranı koruması olanaksız. Çünkü geçen dört yılda iki kez sınav, üç kez öğretim programları değişti. Ayrıca 4+4+4’ün halkın canını sıkan sonuçları bu sürede ortaya çıktı; binlerce okul din eğitimi veren imam hatiplere dönüştürüldü. Bu sürede halkın sisteme güvenmesine vesile olacak hiçbir olumlu gelişme olmadı.

Daha yakın bir tarihte, 2015’te BAREM Araştırmanın Gallup için Türkiye’de yaptığı “Kime Güveniyoruz” araştırmasında öğretmenlere güven yüzde 86 çıkmıştı. O araştırmada halkımıza on meslek grubundan hangisine güvenip/güvenmediği sorulmuş; halkın yüzde 17’sinin güven duyduğu politikacıları meslek erbabı saymazsak, en az güven duyulan meslek mensubu yüzde 43’le din adamları (bankacılar yüzde 62 ile din adamlarının  çok üstünde güvene sahip! (Performans sistemi din adamlarına uygulansa cami cemaati onlara not verse sonuç ne çıkar acaba?)

Öğretmenin din adamlarından daha güvenilir bulunması anlaşılır, normal bir durum. Aksi düşünülemezdi. Fakat öğretmenin, bir yandan parçası olduğu eğitim sisteminin sorgulanmasına öte yandan sistemin otoritesinin öğretmen olduğu algısına yol açan oranda güven unsuru olması normal değil!Eğitim sistemi dediğiniz şey, sonuçta ideolojisi olan bir irade; bu irade, kendine güven duymayanların güvenini kazanmak için ideolojisini değiştirmez. Aksine, otoritesini sarsan güven duyulan unsurları değersizleştirerek kendine itate dayanan güven(!) inşa eder.

Öğretmenin öğrenci, veli, zümre arkadaşı, okul ve il-ilçe eğitim yöneticisi tarafından değerlendirilmesini öngören Performans Yönetim Sisteminin uygulamaya sokulması, sisteme karşı direnç gösterme ihtimaline karşı öğretmenleri baskı altına alma çabasının sonucudur.
AKP’nin, neoliberalizmin meta üretiminde ücretlendirme ve emekçileri standartlaştırma amacıyla geliştirdiği performansa göre değerlendirmeyi eğitimde uygulamaya geçmesi, demonte müfredatına uymum sağlamayan öğretmeni cezalandırmayı amaçlamaktadır. Amaç öğretmeni, merkezden belirlenen standarta çekmek; bir milyon öğretmeni performans değerlendirme kriterlerine uymaya zorlamak!

Peki, öğretmen yeterliğini test edecek performans kriterlerini kim belirliyor? Tabii ki eğitim sistemi dediğimiz şeye etki eden bürokrat ve politikacılar; halkın yüzde 55’inin güvenilmez bulduğu çoğu din adamı olan sistemin üstüne çökmüş bir avuç düşünce yoksunu!

Öğretmenlere tavsiyem: Performans Değerlendirme Sistemi, elbette iş güvencenize yönelik ciddi bir saldırıyala karşı karşıya kalmanıza yol açacak. Fakat en az bunun kadar tehlikeli sonucu, mesleğinizin ve kişisel itibarınızın sarsılması; arkadaşlarınız, öğrencileriniz ve velilerle olan sosyal bağınızın kırılganlaşması olacak. Halk, sisteme rağmen size güveniyor; kendi özverinizle elde ettiğiniz saygınlığınıza yönelik bu uygulamaya katılmayın. Reddedin… Eğitim Bakanlığı, 2012’de pilot uygulamasını gerçekleştirdiği performans değerlendirme sistemini 2014’te objektif bulmadığı için kaldırdı. Hakkınızda işlem yapmaya kalkışırsa onlara bu gerekçeyi anımsatın.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

NOT: PYS’yi anlamak için Eğitimde Standart ve Performans (Eğitim Sen Nisan 2012, Kemal İnal - Ünal Özmen) kitapçığı yararlı bir kaynak. http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/03/E%C4%9Fitimde-Standart-ve-Performans.pdf


2 Kasım 2017 Perşembe

Adaletin tarihi, tarihin adaleti - TAYFUN ATAY

Cumhuriyet davasında yeni bir şey yok. Eksik tanıklar, eksik bilirkişiler, eksik raporlar ve bir de mahkeme devam ederken heyetin önüne “son anda” gelen, esareti sürdürmeye bahane “yeni” belgeler; hepsi aynı...

Daha önceki duruşmalarda ne yaşadıysak aynısını yaşattılar.
Kısaca, siyasetin adaleti katli devam ediyor hâlâ!.. 

***
Yine de önceki günkü duruşmada benim hisseme yeni olarak düşen bir şeyler yok muydu, vardı.
Birincisi, Emre’nin (İper), “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna “İnsan olacağım” cevabıyla, “İnsanlığımızın ana vatanı çocukluğumuzdur” deyişini doğrulamış kızı, güzellikle bilgeliğin eşsiz buluşması Yağmur’la tanışma onuruna ermek!..
Onu bir sonraki yazımda da burada misafir etmeyi hedefliyorum. 

***
Bir diğeri, Emre’nin başına gelen fecaatin nedeni: Müzik dinlemek için “Freezy” adlı bir müzik programını cep telefonunuza yüklüyorsunuz; o sizi otomatik olarak ByLock’a yönlendiriyor; böylece ByLock kullanmış oluyorsunuz!..
Dehşete ve kâbusa bakar mısınız?! Telefonunuzda ByLock yok, kurulu değil, ama siz ByLock “kullanıcısı” sayılmaktasınız!..
Konuyu neredeyse bir ilkokul öğrencisi düzeyinde anlaşılır kılarak anlatan bilirkişi, bu usulle herkes ByLock kullanıcısı tespit edilebilir dese de heyeti ikna edemedi! Bize “kırın cep telefonlarını, dönün taş devrine” dedirten hadisenin, daha “net” söylemek gerekirse, Tarkan’ın “Kuzu Kuzu” şarkısının Emre’ye bedeli, tutukluluğa devam!.. 
 
                                                                               ***
Son olarak da şu fani dünyada kendisini tanımış olmaktan büyük onur ve gurur duyduğum canım kardeşim Murat Sabuncu’nun söyledikleri var.
Mahkeme heyetine, ara karar aynı, savcı mütalaası aynı, son anda elinize ulaştırılan ve bize Silivri yolu tutturmanın fermanı olan “yeni” belgeler aynı dedikten sonra söyledikleri…
Şu:
Sokrates, savunmasının son bölümünde ‘ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz’ der… Aynısını tekrarlıyorum! Bu duruşma sonrasında ben Silivri’ye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu ise tarih yazacak!..”
O halde biz de bakalım tarih ne yazar; yazarsa nasıl yazar?.. 

***
Nazi Almanyasının kanun adamları
Hitler kanundur!” diye övünüyorlardı.
Göering 12 Temmuz 1934’te Prusya savcılarına şunu söyledi: “Kanun ve Führer’in iradesi aynı şeydir.” (…)
Adalet Müşaviri ve Alman Hukuk Lideri Dr. Hans Frank bu noktayı daha da iyi belirtmek için 1936’da hukukçulara şunları söyledi: “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana kanunların temelidir; bu ideoloji özellikle parti programında ve Führer’in konuşmalarında açıklanmıştır.”
Dr. Frank sonra bunun ne demek olduğunu da açıkladı:


“Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi? Her kararda şunu söyleyiniz: Bu karar Alman halkının Nasyonal Sosyalist vicdanıyla uyuşuyor mu? İşte o zaman, Nasyonal Sosyalist halk devletinin birliğine karışmış ve Adolf Hitler iradesinin ölümsüzlüğünü tanımış olarak Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak bir temel buldunuz demektir.” (...)
“Bazı yargıçlar yine de parti politikasına hemen boyun eğmediler. Hiç olmazsa birkaçı verdiği kararı kanuna dayamaya çalıştı. 1934 Mart’ında duruşmaları yapılan ‘Reichstag’ yangınının dört komünist sanığından üçünü ‘Reichsgericht’in (Alman Yüksek Mahkemesi’nin) beraat ettirmesi, Naziler bakımından bu şekildeki davranışların en kötü örneği idi. Hitler’le Göering bu karara o kadar kızdılar ki, hemen bir ay içinde, 24 Nisan 1934’te, o zamana kadar yalnızca Yüksek Mahkemenin kaza yetkisi alanına giren vatana ihanet dâvâları bu yüksek kurumdan alındı ve ‘Volksgerichtshof’, yani Halk Mahkemesi denilen yeni bir mahkemeye verildi. Bu yeni mahkeme az sonra ülkenin en korkunç mahkemesi oldu.”
(William L. Shirer, “Nazi Almanyasında Adalet”, “Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü, Cilt: 1” içinde, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 424-428.)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İstanbul’a ihanetin yolları - ORHAN BURSALI

Bir zamanlar “Rüşvetin belgesi olur mu” sözü meşhurdu. Bugün “İhanetin belgesi olur mu” diye sorulsa “Evet, binlercesi var” denilebilir. İşte yasalar dolanarak ya da çiğnenerek yapılan 
“İhanetin Yolları”:
 
1- • Belediye, Hazine ya da TMSF arsaları satışa çıkarılır.
• Arsayı birileri alır ve mevcut imarın artırılmasını belediye veya bakanlıktan ister.
• Gelen yeni imar isteği, misli ile kabul edilir.
• Yapılan işleme itiraz edenler; “İstanbul’un gelişmesine karşı” olmakla suçlanır.
• Yapılan imar değişikliğinin sonuçları İstanbul’da yükselirken, bazı binaların gölgesi Sultanahmet Camisi üzerine düşerek, “ihanetin görünen belgesi” oluverir.
 
2- • Yükselen yüzlerce binayı görüp; “Benim imarımı da artırın” diye İBB’ye başvuran sade vatandaşın talebi, meclis kararı ile birkaç kez reddedilir.
• Umudunu kesen vatandaş, yerini ya satar ya da “birileri” ile anlaşmak zorunda kalır.
• Önce reddedilen imar isteği, bu operasyondan sonra yeni muhataba fazlası ile verilir. 
 
3- *Koruma Kurulu yetki alanlarında imar artışını kabul etmiyorsa, geri adım atılmaz.
• Hemen kanun çıkarılır, koruma kurullarının yapısı ve yetkileri değiştirilir.
• İtirazı olan kurul üyeleri görevden alınıp yerlerine yenileri atanarak iş bitirilir.

 4- *Kamuya ait yeşil alanların tapusu yoktur. Yeşil alanlar önce “cami alanı, belediye hizmet alanı, sosyal kültürel tesis alanı” yapılıp parsele çevrilir, tapuları alınır. Senaryoyu bilenler karşı çıktığında; “Din düşmanı, gelişme düşmanı” ilan edilir.
• Bir süre sonra bürokrasiden; “Burada belediye hizmet alanına, ya da kültür tesisine ihtiyaç yoktur” diye bir yazı alınır.
•“Belediyenin kaynağa ihtiyacı var” gerekçesi ile sosyal tesis alanları yeni bir plan tadilatı ile “Akaryakıt-Turizm Ticaret- Konut” alanına çevirip satılır.
 
5- • İmar planları yapılırken sosyal donatı alanları (açık-kapalı otoparklar, spor alanları, okullar, yeşil alanlar, sosyal kültürel tesis alanları) istimlak gideri olmasın diye belediye ve Hazine mülklerine konulmuştur.
• Kent yaşamının “konforu” olacak donatı alanları, plan değişikliği ile “Turizm- Ticaret-Konut-Akaryakıt İstasyonu” alanına çevrilir ve satılır. (2004-2012 arası 81 Katlı otopark alanı ve 71 kapalı spor alanında plan değişikliği yapılarak birçoğu “akaryakıt-turizm ticaret ya da konut” alanı yapıldı.) 
 
6- •“Dindar gençlik” söylemi ile İstanbul’daki kamu malı “sosyal kültürel tesis” alanları plan değişikliği ile “özel sosyal kültürel tesis alanı” yapılır. Bu arsalar belli vakıflara tahsis edilip paylaştırılır. 
 
7- • Boğaziçi Kanunu’na aykırı olsa da tarihi mesire alanları turizm tesis alanı yapılabilir. Boğaz koruları istediğine kiralanır, istediğine tahsis edilir. 
 
8- • Bu “ihanetlere” rağmen seçimleri her seferinde kazanıyorsan kendini İstanbul’un sahibi zannedersin. Belediyeyi “babanın malı” gibi kullanır, ihaleleri istediğine, istediğin fiyatla dağıtabilirsin.
• Bu özgüvenle, büyük kamu arazilerini; “üniversite, özel hastane kurma” koşulu ile kurucusu olduğun ya da kendine yakın vakıflara “üç otuz paraya” tahsis edersin.
• Nazım Plan İlkeleri “İstanbul’da mevcut üniversitelerin lisansüstü üniversiteye çevrilmesine, sadece teknoloji ağırlıklı yeni üniversitelere izin verileceğini” öngörmesine rağmen, bu ilkeye uymaz, onlarca lisans üniversitesine izin verirsin. 
 
9- • İstanbul’a yapılan “ihanetin” sonuçları İstanbul semalarında beton bloklar olarak yükselip tepkiler çoğalınca yeni çıkış yolları bulursun. “Yüksek yapılar yanlıştır, yaygın yapılaşma olmalı” söylemi ile Kuzey Ormanlarının inşaata açılmasına zemin hazırlarsın. 
 
10- • İstanbul, deprem riski açısından 1999 yılından daha güvenli değil. Deprem toplanma alanlarına rezidans ve AVM yapıldı. İstanbul bir depremden bin felaket üretecek bir kente dönüştürüldü.
• Kentsel dönüşüm; önceliği olan bölgelerde, doğru uygulanma yerine, önceliği olmayan, satış değeri yüksek bölgelerde müteahhitlerin eline bırakıldı. 
 
İstanbul’a bu ve benzeri kötülükleri yapanlar, günah çıkarıp “İHANETİN” sorumluluğundan kaçmaya, kurtulmaya çalışıyor. 

Bu mümkün mü?”
 
Yazının sahibi: Mehmet Yıldız, CHP İst. İl Bşk. Yrd.; Eski İBB İm. Planlama Da. Bşk.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Diktatöre diktatör denir mi? - ÖZGÜR MUMCU

“Şayet diktatör olsaydı, ona diktatör diyemezdiniz” mantıklı bir tespit. 
Peki, bu tespiti yaptıktan sonra diktatör diyen hakkında Cumhurbaşkanı’na hakaretten suç duyurusunda bulunmak çelişkili değil mi? 
Neticede suç duyurusunun hedefi muhatabının diktatör demesini cezalandırmak, bir daha aynı ifadeyi kullanmasını engelleyerek buna niyet edenlere gözdağı vermek.
Bu durumda “şayet diktatör olsaydı, ona diktatör diyemezdiniz” cümlesi tamamen anlamsızlaşmakla kalmıyor aynı zamanda ister istemez dolaylı olarak sayın Cumhurbaşkanı’nı diktatör olmakla itham etmiyor mu?
Dünyada kendine diktatör dendiği için son senelerde kimler dava açmış bakalım.
Nijer Devlet Başkanı Mainassara.
Zimbabve Başkanı Mugabe.
Angola Başkanı Eduardo dos Santos.
Çad Başkanı İdris Déby.
Gabon Başkanı Ali Bongo.
Ekvador Başkanı Rafael Correa.
Beyaz Rusya Başkanı Aleksandr Lukaşenko


Bunlar benim ilk aramada bulduklarım. Elbette sayıları artabilir. Ancak dikkat çeken mesele, diktatör diyene dava açanların demokrasileriyle meşhur devletlerin başkanları olmamaları. Ayrıca bu devletlerin hepsinin başkanlık rejimiyle yönetildiğinin de altını çizmeli.
Başka devletlerde kimse devlet yöneticilerine diktatör demiyor mu?
Efendim diktatör de diyorlar, katil de, hırsız da. Demokrasilerde siyasetçilere yönelik eleştiri sınırlarının sıradan vatandaşlara göre daha geniş olduğu kabul edilir. Nasıl olduysa hâlâ üyesi bulunduğumuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadı da bunu defalarca tekrar etmiştir.
Kaldı ki sayın Erdoğan’a diktatör imasında bulunan ilk kişi kendi danışmanı Yiğit Bulut’tur. Cumhurbaşkanı’nı Sezar’a benzetmiştir. Sezar’ın tarihe geçmesine sebep olan ise Roma Cumhuriyeti’ni yıkarak kendini “Dictator in perpetuum” yani “daimi diktatör” ilan etmesidir. Bildiğimiz kadarıyla Yiğit Bulut hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan hakkında suç duyurusunda bulunan cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Hüseyin Aydın’ın amacı uluslararası camiada Türkiye’yi Çad, Zimbabve, Angola, Nijer benzeri bir rejim olarak gösterip sayın Cumhurbaşkanı hakkında “diktatör algısı” yaratmak mıdır?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu avukatın fiilinden haberi var mıdır?
Gelişmiş demokrasilerde liderler kendilerine “diktatör” denmesini umursamaz ve kendilerine diktatör diyene dava açmaz.
Diktatörlüklerde ise liderler kendilerine “diktatör” diyene dava açarlar ki örnekler de bunu gösteriyor.
Sayın Cumhurbaşkanı’nı kendisi hakkında “diktatör algısı” oluşturmaya çalışanlara karşı uyarmak herhalde en doğal vatandaşlık görevimizdir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Bölgede parlayan lider: İbadi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) gerçekleştirilen Bağımsızlık Referandumu sonrası gelişmeler sadece Mesut Barzani’nin politik yaşamına son vermekle kalmadı, bölgede en güçlü figürün Irak merkezi hükümetinin başkanı Haydar el İbadi olduğunu da gösterdi. Barzani’nin referandum macerasından önce de İbadi’nin gittikçe güçlenen bir figür olduğunun işaretleri vardı elbette ama referendum öncesinde/sırasında/sonrasında aldığı tutum bu politikacının hiç de yabana atılacak biri olmadığını kanıtladı iyice.

AKP Genel Başkanı’nın İbadi’yi çok değil bir kaç ay önce “kendi karatı”nda görmediğini söylerken gerçekte vurgulamak istediği neydi acaba?
Bu sütunda daha önce de belirtmiştim; İbadi iyi eğitimli biri herşeyden önce. Bağdat Teknoloji Üniversitesi mezunu bir elektrik mühendisi. Manchester Üniversitesi’nden hem yüksek lisan hem doktora derecesi var. Bu önemli elbette.
İİbadi’nin hiç de yabana atılmayacak bir diplomasi becerisi var. Bir kere kararlı bir politikacı. Bir lafı diğerini tutuyor. Duruma göre politika değiştirse bile bunu genel ilkelerini çiğneyerek yapmıyor. Büyük konuşup, sonra tükürdüğünü yalar yutar konumlara düşmüyor. Hem merkezi hükümete destek veren hem IKBY ile sıkı fıkı olan ABD’ye tavır alırken bunu lafta bırakmıyor. ABD’ye karşı kullanacak bir kozu yok ama bölgesindeki diğer güçlerle kurduğu ilişkiler üzerinden ABD’ye ciddi “ayar” çektiğini bilmeyen yok.

Irak, anayasası bile ABD tarafından yazılan bir ülke, malum. ABD, askerlerini çektikten sonra Irak’a özel güvenlik şirketlerini doldurdu, bunların bu talihsiz ülkede yedikleri haltları bilmeyenimiz yok. İbadi, bunların ülkedeki faaliyetlerini kontrol altına almayı başardı.

Son bir kaç yıldır hem merkezi hükümetin tüm ülkede kontrolü sağlamasına çaba gösterirken bir yandan da IŞİD’e karşı mücadele sürdürüyordu. Bu mücadelede uzun süre yalnız bırakıldığı biliniyor. Bölgesinde çıkan petrolü merkezi hükümete danışmadan Türkiye’nin desteği, ABD’nin de göz yummasıyla dünya pazarlarına satan IKBY’nin peşmerge desteği vermemesi, ABD’nin IŞİD’e karşı uzun süre güç göndermemesi İbadi’yi Şii milis gücü Haşdi Şabi’nin oluşturulmasına yöneltti. Bunun ne kadar isabetli olduğunu söylemeye gerek yok. İran’ın da desteğiyle, aralarında çok sayıda Sünni Türkmen grubun yer aldığı Haşdi Şabi milis güçleri IŞİD’i büyük bir yenilgiye uğrattı. Bu ABD tarafından da kabul edilen bir gerçektir.

ABD’nin, İran ile Haşdi Şabi’yi kast ederek “IŞİD yenildi artık yabancı güçler Irak’ı terk etsin” çıkışına İbadi’nin nasıl karşılık verdiği unutulur gibi değil. “Bu bizim iç işimiz ABD karışamaz” demişti İbadi ki, ABD bu tavrını sürdüremedi daha sonra. İbadi bununla kalmadı, inat edercesine İran’a bir ziyaret de gerçekleştirdi.

Komplekssiz, politikada heyecanın ya da hamasetin değil, olgunluğun geçerli olduğunu bildiğinden daha bir kaç ay önce kendisine “kalitemde, karatımda değilsin” diyen AKP Genel Başkanı’nı da ziyaret etti. Genel Başkan, “karatı”nda görmediği İbadi’nin elini Kürt Bağımsızlık referandumunu önlediği için herhalde, minnettarlığından sıkmak zorunda kaldı. “Bükemediği eli sıkmak” böyle bir şey demek ki.

AKP Genel Başkanı şimdi IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’ye bir süreden beri randevu vermiyor. Gerekçe olarak da mevki olarak denk olmayışını gösteriyor söylenenlere göre. Malum, AKP Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurbaşkanı, Neçirvan Barzani ise Başbakan. Oysa AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı, B aşbakan Barzani’yi, Irak merkezi hükümetini ciddiye almadığı zamanlarda da, İbadi’yi kendi “karatında, kapasitesinde” görmediği  zamanlarda da kabul edip görüşmüştü. Benim anımsadığım 28 Agustos 2014’de, 11 Nisan 2016’da, 23 Kasım 2016’da görüştüğüdür.

Haydar el İbadi, ileride geri alacağı sözler eden bir lider değil. Duruma göre kelam eden, tavır değiştiren biri de değil. ABD’ye yeri gelince diklenen, örneğin ABD kızacak diye İran’a gitmekten vazgeçen biri hiç değil.

Çin’den ABD’yi kızdırmamak için füze almaktan vazgeçen Türkiye’yi düşünürseniz İbadi’ninki büyük cesaret doğrusu.

Yaptığı ile ettiği bir olan lidere hayranlık duyuyor doğrusu insan.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İslamcılar Atatürkçü olur mu, Atatürkçüler İslamcılara destek verir mi? - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin ulusal gün ve bayramları bilinçli bir şekilde önemsizleştirip itibarsızlaştırma çabasının en önemli sonucu bu günlerde yapılan anma ve kutlamaların devlet merkezli olmaktan çıkması ve halk tarafından sahiplenilmesi oldu. Artık stadyumlara, çelenk bırakma törenlerine, devlet protokolüne sıkışmış günler ve bayramlar yok, sokakta, şenlik havasında, cumhuriyet kavramına daha uygun anmalar, kutlamalar var, iyidir.

İyidir, olumludur ama işin bir de diğer yanı var.

O diğer yan ise bu anma ve kutlamaların çoğu kez politik bir bilinçle gerçekleştirilmekten uzak oluşu ve bir tür romantizme ve nostaljiye hapsedilmiş olması, politik bir tutumu ortaya koymaktan ziyade, “şu kadar kişi bir araya gelip Atatürk yazdı” ya da “şu kadar metre uzunluğunda bayrak taşındı” örneklerinde olduğu gibi içerikten yoksun bir tür gösteri performansı sergilemeye dayanması.
Bunun gerisinde ise “hakikatten kaçış” ve buna bağlı bir apolitizm var. İmam-hatipleştirme nedeniyle, mahallelerinde çocuklarını gönderecekleri normal okul kalmayan, bu gerici müfredata maruz kalmasınlar diye her türlü yolu deneyen insanlar, daha geçen hafta müftü nikâhı yasalaşmamış ve Medeni Kanun fiilen ilga edilmemişçesine, “Cumhuriyet dimdik ayakta” gibi bir fanteziyi dillendirebiliyor, hiçbir şey yokmuşçasına, sanki ülkede fiili bir şeriat rejimi yürürlükte değilmişçesine davranabiliyorlar.

Velhasıl, Cumhuriyet Bayramı’nda ya da ulusal günlerde romantizm var, nostalji var ama politika yok, gelişmiş bir politik bilinç yok, çünkü bu kitlelere bir doğrultu, bir yön çizebilecek, politize edebilecek bir örgütlülük ve politik önderlik yok.

İşte iktidar partisi tam olarak bu politik bilinç zayıflığına ve politik önderlik yoksunluğuna güvendiği için bu kadar rahat, bu zayıflık ve yokluk nedeniyle yandaş medyada “Erdoğan Atatürkçü seçmene yönelecek, AKP Atatürkçülük yapacak” yazıları böylesine rahat ve pervasızca yazılabiliyor, iktidar böyle politik manevralara kolaylıkla girişebiliyor.

Hayır, Erdoğan da AKP de, kendisine Atatürkçü diyen insanların politik bilincindeki zayıflığına ve politik önderlikten yoksunluğuna rağmen, akın akın sandığa gidip kendilerine oy vermeyeceğini biliyor, böyle bir şey yok, böyle bir şey olmadığının onlar da farkında ve bu nedenle dert de, niyet de, iddia edildiğinin aksine doğrudan sandıkla ilgili değil, seçimler bunun bir çıktısı olabilir ancak.

Ne demek istiyoruz peki tam olarak?

Anlatalım: Buradaki esas mesele, Atatürkçü, cumhuriyetçi kitlelerin sandığa gidip kendilerine oy vermesini sağlamak değil, bunun olmayacağını zaten biliyorlar. Mesele dışarıdan gelecek basınç arttıkça, örneğin Sarraf davası üzerinden hükümet daha çok sıkıştırıldıkça, ekonomik kriz derinleştikçe, Kürt sorununda güvenlikçi politikalar devam ettikçe ve birtakım askeri maceralara girişildikçe, Atatürkçü ve cumhuriyetçi kitlelerin tüm bunlar üzerinden yükselecek bir hoşnutsuzluk dalgasının merkezine yerleşmesini engellemeye çalışmak.

Yani toplumun en az yarısını oluşturan, çoğunluğu eğitimli ve büyük şehirlerle bu şehirlerin merkezlerinde yaşayan, dünyayı takip eden insanların sandığa gittiklerinde kendilerine oy verip vermemeleri değil esas mesele iktidar açısından. İçeride ve dışarıda sıkışma ivme kazandıkça, bu sıkışmanın iktidarın değil Türkiye’nin sorunu olduğuna, iktidara yönelik basıncın Türkiye’ye yönelik basınç olduğuna, meselenin bir kişinin ya da bir partinin meselesi değil tüm Türkiye’nin meselesi olduğuna bu kitleleri ikna etmek ve sesli ya da sessiz onaylarını almak, en azından tarafsız kalmalarını sağlamak.

Bugün ortada MHP ve BBP’nin, yani Türk milliyetçiliğinin iki partisinin de dâhil olduğu bir “Milliyetçi Cephe” koalisyonu var, buna Perinçek çizgisindeki ulusalcıları da ekleyebiliriz. Bu koalisyonun söylemi Türkiye’nin emperyalizmin saldırısı altında olduğu, dışarıdan ve içeriden Türkiye’nin parçalanmaya çalışıldığı, bu saldırı ve parçalanma sürecine karşı iktidarın yanında saf tutmanın milli bir görev anlamına geldiği üzerine kurulmuş durumda. Atatürkçüler ve cumhuriyetçiler ise hem koalisyonun hem de bu söylemin dışındalar evet ama yine de bu, örneğin 15 Temmuz sürecinin ya da El Bab operasyonunun ortaya koymuş olduğu gibi, bu söylemden etkilenmeyecekleri ve iktidara aktif bir destek sunmasalar da, pasif bir tutum almayı seçmeyecekleri ve bu anlamda iktidara bir kredi açmış olmayacakları anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla ortada doğrudan sandığa yansıması beklenen bir stratejiden ziyade, söz konusu kitleye yönelik bir pasifikasyon ve “tarafsızlaştırma” siyaseti bulunduğunu ve esas meselenin bu kitleyi politize olmaktan ve örneğin Gezi’deki gibi sokağa yönelmekten uzaklaştırmakla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için ise daha çok Atatürk vurgusuna, daha çok Cumhuriyet demeye, Cumhuriyet’in değerleriyle kavga etmekten kaçınmaya ihtiyaçları var, zaten yapmaya çalıştıkları şey de bu.

Peki bu mümkün mü?
Bir yere kadar evet, apolitizm ve politik önderlik yoksunluğu bunu bir yere kadar olanaklı kılıyor ama yine de bunun sınırları var. Örneğin “diktatörlük” tartışması başladığında, iktidardakiler refleksif olarak CHP’ye dönüp “diktatör arayanlar geçmişlerine baksınlar” dediklerinde, insanlar kimin kastedildiğini gayet iyi biliyor, görüyorlar. Ya da dinselleşme politikalarının gündelik hayatları üzerindeki etkisini, özellikle çocukları ve eğitim sistemi üzerinden, doğrudan gözlemleyebiliyorlar.
Peki bu yeterli mi? Hayır. Bu kitle hızla politize olmadan, bu kitle bir politik program ve doğrultuda hareket etmeden, siyasetin sandıktan ibaret olduğu fikrinden vazgeçmeden, fiili şeriat rejiminden kendisinin de, ülkenin de kurtulması mümkün olmayacak. Tam da bu nedenle hem kendisine Atatürkçü diyenlerin hem de solun kitleselleşmesi ve toplumsallaşmasının öncelikli görev  olduğuna inananların, bu politikleşme süreci üzerine düşünmeleri kaçınılmaz bir zorunluluk taşıyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

1 Kasım 2017 Çarşamba

Tehdit iddiası - ÖZGÜR MUMCU

Gelişmeleri iktidar medyasından takip edenlerin büyük çoğunluğu Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur’un istifa ettiğini öğrenemedi. Ancak gazeteleri satır satır okumaya meraklılar, istifa haberine gazetelerinin kıyısında köşesinde rastlamış olabilir. Ana akım adı verilen medya da Uğur’un sert bir açıklama yapacağını öğrenmiş olsalar gerek ki, istifa açıklamasını canlı yayımlamaya cesaret edemediler. 
 
Oysa Balıkesir Belediye Başkanı, bir demokraside asla duyulamayacak bir meseleyi dile getirdi. Açık bir şekilde, ailesine kadar varan baskı ve tehditlere dayanamadığı için istifa ettiğini açıkladı. Bir dönem AKP’nin mali ve idari işlerden sorumlu genel başkanlığı görevini de sürdürmüş olan Uğur, yeni bir AKP’li siyasetçi değil. Dolayısıyla 15 Temmuz’dan sonra çok konuşulan görevlendirmelerde “liyakat”ın gereği tartışmalarını da hatırlatan “sadakat liyakatin önüne geçmiş gibi görülmüyor mu” isyanının da altı çizilmeli.

 Saray Rejimi” kitabıyla tanınan akademisyen Deniz Yıldırım’ın görevden alınan AKP teşkilat yöneticileri ve belediye başkanları hakkındaki tespiti önemli. Yıldırım’a göre görevden almalar ya da istifaya zorlamalar, çoğu durumda, referandumda MHP oylarını Evet blokuna çekemeyen yerlerde gerçekleşiyor. 
 
Hakikaten de mesela Balıkesir’de kasım seçiminde AKP ve MHP’nin toplam oyu yüzde 60’larda seyrederken, referandumda Evet oyu AKP’nin oyu olan yüzde 45’i aşamamış. 
 
Erdoğan’ın Başkanlık rejiminde MHP olmazsa olmaz bir unsur. Erdoğan, iktidarını sürdürmek için, özellikle başkanlık seçiminde milliyetçi oyları cepte görmek zorunda. 
 
Oysa Balıkesir örneği gibi örneklerde net bir şekilde AKP-MHP ittifakının eridiği gözlemlenmekte. Bu da ilerisi için müthiş önemli bir tehlike sinyali. Aynı zamanda hem AKP hem CHP ve doğal olarak MHP tabanından oy almayı hedefleyen Meral Akşener’in partisinin etkin bir performans sergilemesi durumunda bu erime daha da hızlanacaktır. 
 
Elbette istifaya zorlama konusunda başka sebepler de vardır, ancak Deniz Yıldırım’ın dikkat çektiği husus da değerlendirmeye alınmalı. 
 
İşin bu yanı böyle. Gelgelelim işin bir de diğer yanı var ki insana bu siyasi iklimde nasıl seçime gidilecek sorusunu sordurtmuyor değil. 
 
Zamanında genel başkan yardımcılığı da yapmış bir belediye başkanına istifa et deniyor. O belediye başkanı bu talebe direnebildiği müddetçe direniyor. Diğer belediye başkanlarının gönülsüz istifaları sonucunda dayanamayıp o da istifa ediyor ve kameralara bunu ailesine yönelik tehditler nedeniyle yaptığını ifade ediyor. 
 
Kimdir belediye başkanını tehdit edenler?
 
Nedir bu tehditlerin içeriği?   

İktidar medyası neden bu tehdit iddialarının üzerini örtmektedir?
 
Kendisi de hukukçu olan hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ, resen soruşturulması gereken tehdit iddialarını neden yasal yollar açık diye geçiştirmektedir?
 
Kendi partisini bu yöntemlerle yönetenlerin ülkeyi böyle yönetmesine şaşmalı mı?
 
Muhalefet hukuk devletinin önemini ısrarla savunurken seslerini çıkarmayan hatta dalga geçenler, bugün hukuk devletinin kendilerine de lazım olduğunu en çarpıcı biçimde fark etmektedirler. 
 
Oh olsun diyecek halimiz yok. Hukuk devletinin bir lüks değil bütün vatandaşların insanca yaşaması için bir önşart olduğunu ne kadar çok kesim anlar ve savunursa demokrasinin geleceği için umutlar o kadar artar.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET