19 Kasım 2017 Pazar

Önce ekmek vardı, bir de söz...- Mine G. Kırıkkanat

Oktay Akbal’ın ilk öykülerinden oluşan başyapıtı, insanın derisini delip yüreğine saplanan Önce Ekmekler Bozuldu başlığıyla 1946 yılında yayımlanan incecik bir kitaptır. Zaten ilk tümcesi, “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey...” ifadesiyle öylesine mutlak bir gerçeği yakalamıştır ki, yüzyıllar geçse Türkiye’nin zayıf toplumsal belleği bile unutamaz. 



Akbal, aynı ustalık ve şiirsel bir güzellikle devamını getirdiği öyküde savaş koşullarıyla açıklar ekmeğin bozulmasını.
Ama o ilk tümcede yakaladığı mutlak gerçeğin ne denli evrensel bir güncellik taşıyacağını kuşkusuz öngörmemiştir: Tüm dünyada önce ekmekler bozuldu, sonra her şey ve savaş zamanında bile değil, en uzun dedikleri barış sürecinde işlendi insanlığa karşı bu cinayet...
Randıman diye entansif tarıma geçip toprağı ve suyu kimyasallarla kirlettiler, hem böcek ilaçlarıyla zehirli, hem de kısır bir buğday türü yaratıp, aşırı oranda içerdiği glüten bağışıklık sistemini altüst eden tek tip, kalitesiz bir una mahkûm ettiler ekmek sanayini.
Son buluşları ne, biliyor musunuz?
Zaten tohumluk vermeyen o kısır buğday türünü, hep randıman gerekçesiyle, biçerdöverlerin boyuna ayarlamak için cüceleştirdiler!
***
Dünyada pek çok insan artık hem sağlığımız, hem de beslenme kültürümüzle oynayan bu gelişmelere isyan ediyor.
Roland Feuillas, işte böyle bir isyandan doğan yepyeni bir ekmek bilincinin dünyadaki zanaatkâr imzası.
Eurocopter, Airbus ve Avrupa Uzay Ajansı’yla çalışan bir bilgisayar şirketinin baş mühendisi ve sahibiyken, 2004 yılında her şeyi bırakıp Fransa’da Kathar Şövalyelerinin yaşadığı topraklarda küçücük Cucugnan köyüne yerleşen Roland Feuillas anlatıyor:
“Topluma sunabileceğim en temel değerin, ekmek olduğunu düşündüm. Çünkü her şeyden önce ekmek ve söz vardı. İnsanlar, iyi ekmekten kötü ekmeğe geçince söz de kötüleşti, öz de... İşte kaybedilen bu temel değeri yeniden bulmaya ve paylaşmaya karar verdim.”
Eşi Valerie’yle birlikte her şeyini satıp savıp Cucugnan’a yerleşen Roland Feuillas, bugün dünyanın en iyi ekmek ustalarından biri.
Gülün Öteki Adı* kitabımı okuyanlarınız, Fransa’nın güneyindeki Kathar topraklarının isyancı ruhunu bilir. İşte o ruha sahip pek çok köylü, artık Roland Feuillas’la sanayi tarımından vazgeçip doğaya saygılı, sağlığa yararlı geleneksel tarıma geçtiler. 

***
Aralarında Siyes buğdayının da bulunduğu, altı çeşit buğday ekiyorlar. O buğdaylar köyün ortaçağdan kalma Kathar değirmeninde öğütülüyor, dağlardan gelen kaynak suyu, Fransa’nın hâlâ elle toplanan ünlü ‘tuz çiçeği’ gri deniz tuzu ile birleşip; bir önceki hamurdan ayrılan yaş mayayla bizzat Roland Feuillas tarafından yoğruluyor. Özellikle de fazla yoğrulmuyor, çünkü hamur ne kadar az ellenirse o kadar iyi oluyor.
Sonra fırıncı Feuillas, üç hilal çizip odun ateşinde pişirdiği ekmekleri internetten tüm dünyaya satıyor. Değirmeni ve fırını tam kapasite çalıştığı için, ancak belli sayıda kurumla çalışıyor, daha fazla sipariş almıyor.
Ama ekmek okulunda 500 fırıncı yetiştiriyor. Barack Obama’yla yazışıyor. Amerikalı şef Dan Barber’a ekmek dersi veriyor. Ekmek üstüne bir kitap yazıyor. Bir de hakkında çevrilen filmler var...
Türkiye’nin sünger ekmek dramı, elbette ki AKP hükümetinin yerli buğday satışını yasaklaması ve ülkeyi iğrenç, ilaçlarla zehirli, aşırı glütenli, sanayi tipi kısır buğday türüne mahkûm etmesiyle başladı.
Ama dramın temelinde, ekmeğe âşık ve buğday kalitesini savunacak zanaatçıların olmaması yatıyor! 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
 
*Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014

18 Kasım 2017 Cumartesi

Brezilya’da siyasi kriz Türkiye ile benzerlikler taşıyor - Erhan Nalçacı

Coğrafi olarak birbirinden uzak ve tarihleri oldukça farklı olan Brezilya ve Türkiye bazı açılardan birbirlerine benziyorlar ve birlikte ele almak ikisini de anlamayı kolaylaştırıyor. Tabi ki benzerlikler üzerinden gitmenin riskleri var ve mekanik bir karşılaştırma işe yaramaz. Bunları göze alıp süreçlere göz atalım.

Her iki ülkeden burjuva iktisadi terminolojisiyle “yükselen ekonomiler” olarak bahsediliyor. Gerçekten Brezilya ulusal gelir açısından dünyada 8. ülke haline gelirken Türkiye 13. sırada yer alıyor. Kendi kavramlarımızla olaya yaklaştığımızda ise her iki ülkenin de ucuz emek gücünü, korunmasız ve kuralsız bir emek piyasasını, doğal kaynaklarını ve mali sistemini uluslararası sermayeye sunarak bir sermeye birikimi sağladığını görüyoruz.

Her iki devletin de sermaye sınıflarının elde ettiği birikimle emperyalist sistemin izin verdiği kadarıyla bölge gücü haline gelmeye ve iktisadi olarak bölgelerine müdahale etmeye çalıştıkları görülüyor.

Yine her iki ülkenin sermaye sınıfının emperyalist hegemonya krizinden akıllarınca kazançlı çıkmaya ve ABD’nin hegemonyası altında yaşamaya alışmışken, Çin ve Rusya’nın yükselişinden pragmatik, ilkesiz ve öngörüsüz bir yararlanma çabası içinde oldukları anlaşılıyor.

Her iki burjuvazi sanki emperyalizmin bir geleceği varmış gibi “yeni bir emperyalist piramit kurulacak ve biz orada orta ölçekli bir çıkar grubu olarak yer alabiliriz”in hesabını yapıyor.
Bunun doğal sonucu olarak emperyalist hegemonya krizinin bütün sarsıntıları, siyasi restorasyon dalgaları, her iki ülkeyi esir alıyor ve daha büyük bir çürümeye ve çöküntüye doğru taşıyor.
Brazilya’da Lula ile başlayan ve Rousseff ile devam eden İşçi Partisi iktidarı tam da böyle bir döneme işaret ediyordu. Brezilya sermayesi adına sermaye birikimini arttırdılar, Çin ile yatırım anlaşmaları yaparak ABD ile bağları azaltmaya çalıştılar, her emperyalist devletin yapmaya çalıştığı gibi işçi sınıfının bazı tabakalarından bir orta sınıf yaratmaya ve ülke içinde sermayenin egemenliğini garanti almaya çabaladılar.

Sonunda ABD’nin ve bazı sermaye çevrelerinin başlattığı siyasi restorasyon geçen yıllarda yükseldi. Yargıyı örtülü bir darbe için kullandılar ve görevi suiistimal ettiği iddiasıyla 2016’da Brezilya devlet başkanı Dilma Rousseeff görevinden azledildi.

Görevini suiistimal edip etmediğinin işçi sınıfı açısından bir önemi olmadığını, sermaye sınıfı adına yapılan her görevin ağır suçlarla yüklü olduğunu zaten biliyorsunuz. Burada suçlamaların ülke siyasetine yön vermek için bahane olarak kullanıldığını hatırlatmış olalım.

Ancak Rousseff’in yerine getirilen Temer, ABD’nin üretmeye çalıştığı siyasi çözümlerin zayıflığının göstergesi olarak zaten öylesine kirli bir adamdı ki, Brezilya bir yıl geçmeden kendini ağır bir siyasi krizin içinde buldu.

Temer’in şirketlerden rüşvet alarak çalıştığı, hırsızın dik alası olduğu kanıtlandı, kamuoyu yoklamalarında desteği %7’lere geriledi. Şimdi ilk kez Brezilya’da nitelikli dolandırıcılıkla bir başkanın yargılanması için meclis oylamalarına başvuruluyor. Ekim sonunda yapılan oylamayı Temer kazandı ve yargılanmasını ertelemiş oldu. Mecliste seçimi kazandı, çünkü Meclis üyelerinin yaklaşık üçte biri ile yarısı oranında kendisi gibi hırsız olduğu söyleniyor.

Temer’in yolsuzluk oylamasında elini güçlendirmek için sermayeye tavizler verdiği biliniyor. Örneğin, kölelikle mücadele yasalarını köle çalıştıran sermaye lehine gevşetmiş.
Evet, yanlış duymadınız, Brezilya’da 160 bin kadar insanın kölelik koşullarında, özellikle sığır çiftliklerinde, boğaz tokluğuna ve dövülerek, tehdit edilerek çalıştırıldığı biliniyor. Yasa bu köle çalıştıran işletmelerin bir listesinin yapılmasını öngörüyormuş, bunu Temer ve yandaşları kaldırmış.
Ayrıca dünyanın soluk alıp vermesi için olağanüstü önemi olan Amazon ormanlarından Danimarka büyüklüğünde bir parça maden şirketlerinin insafına terk edilmiş.

Bu ülkenin daha ne kadar çürüyeceğini, ne zaman devrimiyle buluşacağını göreceğiz.

17 Kasımda başlayan Brezilya Komünist Partisi’nin 14. Kongresine bu anlamda başarılar diliyoruz.
Başka bir yazıda daha genişçe ele almak üzere, Amazon ormanlarının panik içinde gününü kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen sermaye sınıfına bırakılamayacağını, uygarlığın var olması için bütün kaynakların ve zenginliklerin emekçi sınıfların eline geçmesi gerektiğini hatırlatalım.

Erhan Nalçacı / SOL

Sansüre şaşırmalı mı? - AYDEMİR GÜLER

Yapı Kredi Yayınlarının böyle bir şey yapmasına şaşıranlar oldu. Yıl gelmiş 2017’ye. Sen hâlâ kalkmışsın dizelerin içinde komünistlik ayıklıyorsun!
Ne kadar da saçma…
Bu kadar saçmaysa, karşımızda sansürcüler değil de, hataya düşenler var demektir. En fazla kifayetsiz denebilir bunlara. Ama hata insana özgüdür. Üstelik öğreticidir. Yoksa başlarına gelenden ders almalarını mı beklemeliyiz?

Nâzım’ın eserinde komünizm propagandası yapmasından hoşlanılmıyorsa, Nâzım’ı bırakacaksın. Basmayacaksın, satmayacaksın, okumayacaksın. Çünkü ne kadar uğraşsan didinsen, ciltler dolusu eserini siyasal içerikten yalıtamıyorsun. Başkasını bilmem, ama ömründe yalnızca partili bir komünist olmakla övündüğünü söyleyen birinden söz ediyoruz.

Peki Yapı Kredi Yayınları, adını taşıdığı banka ve bankanın arkasındaki, memlekette zenginlerin en köklüsü diyebileceğimiz malum aile…
Bunlar komünizm propagandasından rahatsız olmazlar mı?
Rahatsız olmuş ve sansüre, tahrifata yönelmiş olabilirler mi?

soL portalda konuyla ilgili haberler yapılıyor, ilgililere görüşleri soruluyor… Yukarıdaki sorular Koç ailesine yöneltilse, yalnızca “estağfurullah” demekle kalmayacak, komünizmin çoktan ölüp gittiğini, bir kompleksleri olmadığını anlatacaklardır.

Ne ilginçtir ki, bir yandan komünizm öldü derler, öte yandan da intikam almak için her yolu, yöntemi denerler. Şimdilerde siyasete hem AKP üstünden dönen, hem de CHP tarafından çekiştirilen Tansu Çiller özelleştirmeleri “son komünist devleti yıkmak” hedefiyle birleştirmişti. Karayolu sevdalılarına göre “demiryolu komünistti.” Demokratik Batının yöneticileri, Nazilerin komünistleri ne de iyi ezdiğini neo-nazi gösterilerine bakarken yad etmektedirler muhtemelen.

Nâzım’a gelince… Nâzım’ın çok okunması, çok etkili olması durumuna denk düşen en iyi okur görüşü “komünist ama yine de iyi şair” olsaydı, komünizm yine ölmüş olmazdı, ama sermayenin rahatsız olmasını gerektiren bir şey de kalmazdı.


Durum böyle değildir.
Kimse “tuhaf tuhaf devrimci şeyler yazmış, onlar saçma tabii. Ama asıl aşk şiirleri muhteşem” der mi Nâzım için?
Okur “tabii ki adam hayalci, komünizm falan olacak şey değil, ama memleket hasretini ondan okuman lazım” diye arkadaşına tavsiye eder mi Nâzım’ı?
Durum böyle değildir ve Nâzım şiiri komünizm adına en ikna edici mesajların, devrim çağrısının, işçi sınıfının saflarına katılma övgüsünün adresi olmaya devam etmektedir. Nâzım’ın bir kitabı doğum günü hediyesi olmuşsa eğer, hediyeyi veren diğerine komünizm propagandası yapmaktadır aslında.
Bu mesajlara tepesi atanın Nâzım’ı sevmesi mümkün değildir. Ama bizim şair o kadar güçlüdür ki, “ben beğenmiyorum” diyenin şiirden anlamaz bir hödük, insanlık düşmanı aşağılık bir burjuva sayılması olasılığı çok yüksektir. Anti-komünistlerin Nâzım Hikmet’in eserini beğenmediklerini söylemeleri cesaret ister.

Özetle şairimiz komünizm propagandası yapmaya ve etkili olmaya devam etmektedir! Yayınevi, banka ve zengin ailenin “kim korkar Nâzım’dan” repliği gece karanlığında mezarlıkta ıslık çalmaya benzer…

Buna eşlik eden, daha doğrusu goygoyculuğa soyunan entelektüeller de yok değil. Bunlar YKY’nin Nâzım’ı sansürlemek için nedeni olmadığını, çok kaliteli bir yayınevi olduğunu ve zaten komünizmin de geçmişte kaldığını açık veya örtük olarak yayarken, Koçlara yaranma güdülerini, piyasa düzeninin hizmetkarı olduklarını sergilemiş oluyorlar.

Kapitalistleri ve sermayenin sanat-kültür alanına müdahalesini aklamak için yapılan “işin kalitesine” işaret etmek… Bu da ilk kez olmuyor. Ekonominin geneli söz konusu olduğunda “işin kalitesinin” altındaki gerçek, sömürüdür. Sanata ve kültüre yatırımı zenginler hayır için mi yapar?
Bunun yanıtı açık.
Ama varsayalım ki, holdingler sanat ve kültür alanında kâr amacıyla iş görüyor olmasınlar. Yatırdıkları para nereden geliyor peki?
Koç holding bu yılın üçüncü çeyreğinde kârını yüzde 31,5 artırmış. İşçilerine ne olmuş bu arada?
O işçiler korkunç gelir adaletsizliğine boyun eğsin diye, işsiz bırakılan milyonlar peki?
Ya ülkeyi boğan otomotiv sektörü? Yükselen militarizmden kimler para kazanmış?
Uzatmayayım; işin aslı bir taşla sayısız kuştur.
Kültür sanat alanında boy göstermek, kelimenin gerçek anlamıyla kanlı sömürünün üstüne narin bir örtü serilmesidir. Üstelik birkaç satır yukarıda geçen varsayımın geçersiz olduğu da bellidir; bunlar kitap basıp, konser düzenlerken de kâr ederler.
Ve bir kuş da, devrimci sanatçıların eserleri üzerine konan tekeldir. Bu sonuncusu benzersiz bir yüzsüzlüktür. Sermaye, kendisine yönelik eleştiriyi de metalaştırmaktadır!
Olay budur.
Olay belirli bir yayınevinin Nâzım’a sansür uygulamasında, eserlerini tahrif etmesinde somutlanmış, acı bir yansısını bulmuştur. İşin özü kapitalizmin önüne gelen her şeyi alınıp satılır bir mal sayması, o hale getirmesidir.
Sorun bu yaklaşımdadır. Bu yaklaşım egemense, temel dürtü kârsa, maksat sömürücü bir sınıfın ve düzenin aklanmasıysa, hangi satırda hangi kelime tahrif edilmiş, bunun belirleyici bir önemi yoktur. Kapitalizm defolu mal ürettiği için değil, derdi toplumsal yarar olmadığı için tarihsel olarak yanlış ve gayrimeşru bir sistemdir. Toplumsal yarar değil, kâr peşinde koşan bir sistemin defolu ürün çıkartması ise talihsizlik değil, normal durumdur.

Artık sansürü, tahrifatı sürdüremeyecekler. Hatta kapağı gıcırdayan buzdolabını, içindeki programlardan ikisi tutukluk yapan çamaşır makinesini nasıl piyasadan çekmek zorundalarsa, şimdi de sansürledikleri eserleri tıpış tıpış düzgünüyle değiştirecekler. Komünist Nâzım’a direnemeyecekler daha fazla.

Ama asıl önemlisi, hem kültür ve sanattan hem de bu dünyadan silinmeyi çoktan hak etmiş bir düzeni temsil ettikleridir.

Özetle yıl gelmiş 2017’ye. Nâzım Hikmet kalkmış mezarından sömürü düzeniyle mücadele ediyor hâlâ!

Aydemir Güler / SOL

IŞİD sonrası Ortadoğu - Nilgün Cerrahoğlu

TV’de defalarca izlediğimiz “Baba” filminden hatırlarsınız. Güç, “Baba” Vita Corleone’den genç ve hırslı oğlu Michael Corleone’ye geçerken, “rakip baba”lar bir otel odasında toplu halde taranarak yok edilir.
Corleone ailesi böylece Amerikan mafyasının “rakipsiz başı” olmuştur. Marlon Brando’nun oynadığı yaşlı “Don Vito”dan bin kat acımasız çıkan gözü kara Michael Corleone, artık “Babaların Baba”sıdır.
Ne zaman Suudi Arabistan’ın 32 yaşındaki genç velihatı “MbSMuhammed bin Selman’ı görsem, şimdi aklıma hep Michael Corleone geliyor. 
 
82 yaşındaki yaşlı ve bunadığı söylenen “baba Selman”dan tahtı bugün yarın devralması beklenen MbS haberleriyle her karşılaşışımda, gözümün önünde beş yıldızlı bir otelin özel toplantı salonunda birlikte katledilen “rakip babalar”ın akıbeti canlanıyor.
MbS de Michael Corleone gibi sonuçta Ortadoğu’da rakipsiz “babaların babası” olmak istiyor...
En az oğul Corleone denli hırslı olduğu anlaşılan Suudi velihat prens de, rakip gördüğü prensleri “tarihi bir ilk”le toplattı. Henüz onları imha etmese de, Riyad Ritz Carlton’da rehin ve tutsak aldı. Sonra “mafya raconuyla” rehinlerin mallarına, finans kaynaklarına ve banka hesaplarına el koydu.
 

Riyad-Paris-Beyrut üçgeni
Yetmedi.
Lübnan Başbakanı Saad Hariri, ardından apar topar Beyrut’tan “uçuruldu”.
MbS’nin özel isteği/emri ile… hokus pokus Riyad’a uçan Lübnan Başbakanı, Suudi Arabistan’ın başkentinde yaban ellerden kimseyi ikna etmeyen bir biçimde “istifasını sundu”. Sonra bu ülkede günlerce ev hapsinde tutuldu.
Her ne kadar Lübnanlı lider “Ben aslında serbestim” dese de, uluslararası bilmece nihayet Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un diplomatik atağı ile çözüldü.
MbS’yle arabuluculuk yaparak devreye giren ve Lübnan Başbakanı’nı Fransa’ya davet eden Macron, her şeye rağmen kendisini, “bunun gerçekte bir sürgün olmadığını” söylemek mecburiyetinde hissetti.
Fransa Cumhurbaşkanı’nın “sürgün” lafını sarf etmesi dahi, koşulların ne kerte olağanüstü olduğunu kanıtlamaya yetti.
Macron-MbS anlaşmasının bir engelle karşılaşmadan gerçekleşmesi durumunda, Hariri’nin bugün Paris’e uçtuğunu göreceğiz.
Bu da bir film sahnesi gibi.
Bir Hollywood filminin mesela “memleketini zor altında terk edip” bir bölge gücü ülkede istifaya zorlanan bir Ortadoğu liderinin ev hapsiyle dava açılmasına kolaylıkla tanık olabiliriz. Sonra bir Batılı güç devreye girer ve “rehin alınan piyon ülke lideri” pırr… bir Avrupa başkentine uçar.
Ortadoğu senaryoları artık Hollywood senaryolarına rahmet okutuyor. Bölgede hep palmiye kadar çok diktatör oldu. Diktatör görmeye çoktan alışığız.
Ama artık bu “babalar raconu” ile işleyen bir başka eşik. Bu yeni “babalar siyaseti” döneminde, Ortadoğu’da IŞİD sonrası etabın ittifakları şekilleniyor. Post IŞİD dönemde mesela yepyeni bir Riyad-Paris-Beyrut üçgeni boy veriyor.
Bitmedi. İsrail Genelkurmay Başkanı General Gadi Eisenkot, gene bir ilke imza atarak Suudi medyasına konuşuyor ve verdiği demeçte “İran Şii hilaline karşı Suudilerle bir büyük ortak strateji oluşturmanın öneminden” bahsediyor.
Bu amaçla Tel Aviv’in “Suudi Arabistan’la her türlü istihbarat paylaşımına hazır olduğunu” duyuruyor.
 
Kara deliğe emanet
Dahası var…
Yeni ortamın mimarisini inşa eden ismin Trump’ın damadı Jared Kushner olduğu anlaşılıyor.
İsrail Başbakanı Netanyahu ile yakın ve özel ilişkileri olan “Yahudi damat” Kushner Suudi tahtına çıkacak MbS’yle de aynı zamanda “kanka”.
New York Times”, komşu kapısı yaptığı Suudi Arabistan’ı en son ekim sonu ziyaret eden Kushner’in Washington diplomasisini Ortadoğu girişimlerinden hiç haberdar etmediği için “kara delik” diye anıldığını yazıyor.
Ortadoğu’da dengeler özetle “kara deliğe” emanet.
Bölgede IŞİD bitse bu defa bir “kara delik” beliriyor ve velhasıl bela bitmiyor. Çok uzun süre de bitmeyecek.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

İlhan Selçuk nasıl öldü? - Ayşenur Arslan

Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman, 17-25 Aralık için “FETÖ soruşturmalarında toptan bir kriter değil” demiş. Yani, 17-25 Aralık’ın MİLAT olmadığını söylemiş. Sorumluluk, bu tarihten öncesine uzanır diye yorum getirmiş.
Peki, nedir bu tarihin öncesi?
FETÖ, bu tarihten önce nerede / kiminle / neler yapıyordu?
Başlık, yanıtlardan birini veriyor elbette. Ergenekon, Poyraz, OdaTV derken.. 17-25 Aralık’tan çok çok önce Türkiye kumpaslarla altüst oluyordu. Aralarında İlhan Selçuk’un olduğu çok sayıda sivil, asker, gazeteci akıldışı iddialarla içeri atılıyordu.

Bütün bu kumpasların arkasında FETÖ olduğunu bilmeyen var mıydı acaba? Ya da o sırada AKP iktidarının, bizzat Erdoğan’ın desteğinden kuşku duyan var mıydı?

Yazmaya başladığım anılarımda, o yıllar... Mehmet Ali Birand yönetimindeki Kanal D Haber’de başıma gelenler... FETÖ kumpasına sessiz kalmadığım için (çıkış kapısı zannettikleri CNN TÜRK ve Medya Mahallesi programına) Kanal D Haber’den sürülmem.. Oynanan oyunun ta o zamanlardan ne kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteriyor.
Yazdığım zaman görülüyor.
Anlayacağınız, kimsenin “biz anlamamıştık, bilmiyorduk” deme hakkı yok.
Olayın sadece FETÖ ile bağlantılı olduğunu, iktidarın “kandığını / kandırıldığını” düşünmenin deme hakkı ise hiç hiç hiç yok!
Ben, en azından dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner’in bu meseleyi Erdoğan’a rapor ettiğini biliyorum.
Yazdım da..

•••

Sadece Başsavcının sözleri değil..
Gezi’deki FETÖ provokasyonunu bile bile, Osman Kavala’yı “organizatör” falan ilan etmeleri.. Hiçbir mantığa sığmayan, zaten delili olmayan iddialarla içeri atmaları da değil..
Bu yazının nedeni, hepsi ve bir fotoğraf.

Yerli otomobil için Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya gelip poz veren BABAYİĞİTLER!!!
Sermayenin iktidarı desteklemesinden daha doğal bir şey olamaz elbette. Hele, gelir dağılımı yoksullar aleyhine tamir edilmesi güç biçimde bozulurken sermaye kârına kâr katmışken..
Sermayenin dini, ahlâkı da olmaz.

Peki!

Yine de, o fotoğrafta yer alan bir isim, İnan Kıraç için iki çift laf etmek istiyorum.

Zira kendileri sadece işadamı, holding sahibi, Koç’un damadı değildir. Bir zamanlar Cumhuriyet (Gazetesi) Vakfı yöneticiliği de yapmış.. Yani, mesleğimize şu ya da bu biçimde katkı sunmuş bir kişidir. Vakıf’taki yönetici dostlarından biri, Ergenekon davasında Silivri’ye tıkılmış, tecrite mahkûm edilmiş Mustafa Balbay’dır.
Kendisi de o sıralarda hedefte değil miydi, hatırlasanıza!
Hatta Fehmi Koru ve Avni Özgürel “EJDER” kod adıyla anıp, üzerine yazılar yazmamış mıydı! Küresel düzeyde vahim suçlamalar getirmemişler miydi! Yaylım ateşine tutmamışlar mıydı!
O sırada İnan Kıraç, damadı olduğu Koçlar sayesinde mi kurtuldu, bilmiyorum.
Kurtulmuş.
FETÖ / AKP ortak prodüksiyonu kumpasların odak noktasındaki Cumhuriyet’teki görevine de devam etmiş.
Sevgili dostu Mustafa Balbay Silivri’de yatarken..
İlhan Selçuk hastanede ölmeye yatmışken..

•••

Gözaltındayken kalp rahatsızlığı geçirip hastaneye kaldırılmıştı. By Pass ameliyatı oldu.. Daha sonra felç geçirdi.. Yoğun bakıma alındı.. Aylarca orada kaldı.
Ölümünden bir süre önce telefonda konuşmuştuk. Medya Mahallesi programına telefonla katılıp katılamayacağını sormuştum. “Olabilir” demişti, “durumum elverirse..”
Akla, bırakın ölümü, hastaneyi getirmeyen son derece kibar, sağlıklı bir konuşma gibiydi.
Oysa daha sonra bilenlerden, özellikle sevgili Miyase İlknur’dan dinlediklerim bambaşkaydı.
İlhan Selçuk öleceğini biliyordu. Daha doğrusu bunu “diliyordu”. Mahkemede kendisini savunamadan, hakkındaki hem temelsiz hem de “aşağılık” iddialar hakkında iki söz söyleyemeden de öldü! Hakkında “Ergenekon Terör Örgütü yöneticiliği” iddiasıyla hazırlanan dosya da dürülüp kaldırıldı.

•••

Cumhuriyet Gazetesi şimdi bir başka kumpasın odak noktasında.
Bu kez Cumhuriyetçiler FETÖ yandaşlığı, hatta daha da ileri gidip “FETÖ Terör Örgütü yöneticileri” olmakla falan suçlanıyor.
Haklarını pek çok kişi teslim etti.
Ben de edeyim.
Yandaş kimi kalemler bile gidilip mahkemede “Bu arkadaşlarımızın terör örgütü ile ilgisi olduğuna inanmıyorum” diye ifade verdi.

Ya İnan Kıraç Bey ne yaptı?

Mahkemeye gitti. “Artık Cumhuriyet okumadığını” beyan etti. Yayın politikasını doğru bulmadığını kimbilir kaçıncı kez açıkladı.
Hakkıdır, olabilir.
Ama..
Tutuklu tutuksuz Cumhuriyet yöneticileri ve yazarlarına bakıp da “Evet, biz Cumhuriyet Vakfı’nda bir anlaşmazlık yaşadık. Ama bu insanları ‘terör örgütü’ suçlamasıyla yargılayamazsınız, hapse atamazsınız” demedi, diyemedi.

Çok değil, sadece iki ay sonra İnan Kıraç’ı Erdoğan’la birlikte poz verirken gördük. Yerli otomobili yapacak babayiğitlerden biri olarak.

Geçmiş belli ki çoktan geçip gitmişti.

Erdoğan o geçmişin üzerine çektiği karanlık süngerle belli ki her şeyi unutturmuştu.
Kumpaslardaki payını... Ya da hadi kendi deyimiyle söyleyelim “aldanışını”... İlhan Selçuk’un kendisini savunamadan ölmesini... Çekilen onca acıyı... Bugün yaşananları...
Osman Kavala’nın cezaevinde sessizliğe / unutulmuşluğa / çürümeye terk edilmek istenmesi...
Marx’ın sözleriyle, “burjuvazi pek çok değeri bencil hesapların buzlu sularında boğar, boğmuştur”.

Dolayısıyla şaşıracak bir şey yok.

İnan Kıraç’ın tutumuna ve RTE ile hizalanmasına da..
Aydın Doğan’ın “gazeteci değil işadamı olduğunu keşfetmesine” de...
Daha birçok şeye de şaşacak değiliz.

Yine de, ERDOĞAN VE BABAYİĞİTLERİ fotoğrafına bakınca iki kelam etmek istedim.

Görüşlerine yakın olmasam da İlhan Selçuk’u yâd etmek istedim. Yine, kimilerinin görüşlerine yakın olmasam da Cumhuriyet Gazetesi’nin tutuklu / tutuksuz sanıklarına bir selam göndermek istedim.

Tarih sizi de yazacak.

İnan Kıraçları.. Sarraf davasından neden / nasıl korktukları artık apaçık ortaya çıkan iktidar ortaklarını da...

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Baro Başkanı suç işledi - ERK ACARER

Soma davasının avukatları tutuklu,
Berkin Elvan davasını savunanlar da öyle.
IŞİD canilerinin Suruç’ta gerçekleştirdiği ve 33 kişinin can verdiği katliam dosyasının müdafileri de cezaevinde.
Soma davası sona gelmişken sürüncemede bırakılmak isteniyor.
Berkin Elvan davasında ilerleme yok. Görüntülerin çözülmemesi için devletin resmi kurumları adeta elinden geleni yapıyor. TRT, başından savıyor. TÜBİTAK, bir adım daha ileri gidip verileri çözmek yerine bozuyor, delilleri karartıyor.
IŞİD’in Atatürk Havalimanı saldırısında 6 IŞİD’ci tahliye edilirken Suruç Katliamı’ndan yaralı olarak kurtulanlar soruşturmaya uğruyor, fişleniyor, gözaltına alınıp tutuklanıyor.
Patlamadan birkaç saniye ile kurtulan İsmail Denli’nin engelli maaşı kesildi.
Amara Kültür Merkezi’nde yaralanan, felç olan ve tedavisi İsviçre’de devam eden Güneş Erzurumluoğlu, henüz olayın ilk günlerinde, kendinde değilken soruşturmaya uğradı. Hakkında yeni bir soruşturma açılan Erzurumluoğlu’nun babası gözaltına alındı.
Aynı katliamda yaşamını yitiren Süleyman Aksu’nun çatışmalı dönem nedeniyle 2 yıl sonra yaptırılabilen mezarı kar maskeli kişilerce tahrip edildi.
Elazığ T Tipi Kadın Cezaevi’ndeki şiddet uygulamalarının son kurbanı İlke Başak Baydar oldu. Cezaevindeki hak ihlalleri rapora dönüştürüldü. Bu raporda, Baydar’ın kan kusmasına yol açıncaya kadar darp edildiği, revire de götürülmediği yer aldı.
Baro Başkanı’nın sözleri…
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça… Onların avukatları da diğer toplumsal davaların müdafileri gibi tutuklu…
Son kurban Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı (ÇHD) Selçuk Kozağaçlı.

‘Böyle bir ortamda’ ve ‘darbe ile hiç ilişkisi olmadıkları halde işlerinden atılan, açlık grevine başlayan, tutuklanan ev hapsinde tutulan, Gülmen ve Özakça’nın son duruşması öncesinde’ Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu konuştu…


Her geçen gün yıldızı daha da parlayan Yavuz Oğhan’ın RS FM’deki ‘Bidebunudinle’ programına konuk olan Feyzioğlu; “Kimse benden Nuriye ve Semih’i evlat edinecek bir sempati içinde olmamı beklemesin” dedi. TBB Başkanı; “Nuriye ile Semih adlı açlık grevi yapan kişilerin tutuklanan avukatlarının tutuklanma gerekçesinde Nuriye ile Semih’in avukatı olma gerekçeleri yoktu.
Polisin öldürdüğü DHKP-C teröristinin üzerinden çıkan listede tutuklu bazı avukatlarının adının geçtiği söyleniyor. Ben bu listenin değersiz olduğunu söyleyemem” şeklinde görüş bildirdi.
‘Terörle’ mücadele konusuna da değinen Feyzioğlu; “Silahsa silah” ifadelerini kullandı.
Hukuku bırak silahlara bak!

Fotoğraf açık… Feyzioğlu, söyledikleri ve söyleyemedikleriyle; sadece Nuriye ve Semih’i değil aynı zamanda Soma’da ihmal ve kirli işbirliği içinde öldürülen madenci çocuğunu da, polisin gözünü kırpmadan katlettiği Berkin Elvan’ı da, Suruç’ta parça parça edilen genci de üvey evlat saydı.
Bu anlaşılır; “Baro Başkanı mesleğini layıkıyla yerine getiremiyor” denir, bir sonraki seçime bakılır.
Aynı şekilde bir hukukçunun, geçmişte bir caniyi savunmuş olması da vaka-i adliyeden denilebilir. Bir genç kadını, Münevver Karabulut’u vahşice katleden ünlü ailenin oğlu Cem Gariboğlu’nu savunmak tercihtir.

Feyzioğlu’nun zor durumdaki arkadaşlarının müdafiliğini üstlenmesi için trilyonlar istemesi de yine seçim olarak kabul edilebilir. Herkesin paraya meyli ve onunla ile ilişkileri farklı olabilir.

Sonuçta avukatlık profesyonel bir meslektir.

TBB Başkanı’nın, avukatlar tutuklanırken, diğer meslektaşlarına özel yazışma ortamlarından tatil organizasyonları göndermesi de ‘hobisi’ olarak değerlendirilebilir. Yine Selçuk Kozağaçlı’nın gözaltına alındığı gün, ‘Karartek, Bürotek’ gibi ‘çok önemli, işlevsel’ hukukla ilişkili sitelerin tanıtımını yapması da öyle.
Benzer biçimde gözaltılar sürerken, eski Milli Sporcu Naim Süleymanoğlu’nun durumu ile bizzat ilgilenmesi de haltere olan ‘sempatisi’ ile açıklanabilir.

Mahkemeyi etkiledi!

Gerçekte bunlarda hiçbir problem olmadığını yinelemek mümkündür.
Ancak TBB Başkanı; ‘Nuriye-Semih konuşmasının pek çok yerinde suç işlemiştir. Davadan bir gün önce yaptığı konuşma, ‘bağımsız mahkemeyi’ etki altında bırakmaya ve negatif etkilemeye yöneliktir.

Açlık grevindeki eğitimcilerin tutuklu avukatları hakkında görüş bildirirken de, “DHKP-C teröristlerinin üzerinden çıkan listede adlarının geçtiği söyleniyor” gibi yandaş medya ile kendini eşitleyen ‘muğlak’, ‘temelsiz’ ifadeler kullanmakla kalmamış, yine süren bir davayı etkilemeye yönelik de adım atmıştır.

Bu suçlara, hukuk yerine şiddeti ve silahları temel alan tarzdaki söylemlerini de eklemiştir.

Alt tarafı…

Aynı konuşma içinde bir hukuk duayeni Turgut Kazan’ın kendisine ‘Baro Başkanlığına hazırlandığı için eleştiriler getirdiğini’ dile getirmesi ise sadece nezaketten uzak bir tavır değil aynı zamanda bir niyet okumadır. Üstelik Feyzioğlu bunu yaparken, ‘iktidar kaynaklı korkularını ve kendisinin ‘nelere hazırlandığını’ bildiğimizi unutmuştur.

Yine de biz suça yönelik ifadelere bir kez daha dönelim. Evet, Feyzioğlu suç işledi.

Fakat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘yargıya talimat verdiği’, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ‘temelsiz’, ‘ispata muhtaç’ iddialarla mahkemeleri etki altında bıraktığı yerde bu da önemli değildir!
Alt tarafı Baro Başkanı der geçersin.
İlla bir son söz gerekliyse, ÇHD’nin ‘Feyzioğlu tepkisi’ olarak ‘bir krala’ ithafta bulunduğu paylaşımla bitirelim:
“Saray’a topuk selamı veren Milli Baro Başkanına en güzel cevabı Yılmaz Güney vermiş: Kralın sofrasında soytarı olacağıma, halkın sofrasında eşkıya olurun!”

Erk Acarer / BİRGÜN

17 Kasım 2017 Cuma

Bankerlerden devrim çağrısı - KORKUT BORATAV

Bank of International Settlements (BIS), dünyanın  önde gelen altmış merkez bankasının üye olduğu uluslararası bir kuruluştur. “Merkez bankalarının bankası” diye bilinir; üyelerine akıl verir; bankaların izlemesi gereken standartları oluşturur; finansal konularda araştırma yapar.
Herve Hannoun ve Peter Dittus, geçen yıla kadar bu bankada Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreter  olarak görev yapmışlar ve bu yakınlarda Devrim Gerekiyor (Revolution Rquired) başlıklı bir “manifesto” yayımlamışlar. Bankacılardan “devrim çağrısı” beklenmez. 114 sayfalık manifestoyu bu nedenle merakla okudum.

Karşıtlıklardan oluşan ilginç bir bileşke ortaya çıkıyor: Bir anlamda tutucu bir dünya görüşü: Kapitalizmin temellerinin aşınmasından tedirginlik ve  borçlanarak büyüyen devletlere muhalefet...
Öte yandan, Batı’daki  devlet borçlanmasının NATO’nun saldırgan politikalarından kaynaklandığını vurgulayan bir eleştiri.. Büyük merkez bankalarını teslim alan finans çevrelerinin yol açtığı toplumsal yıkımların teşhisi… Bunlara, iklim değişikliklerine karşı duyarsızlık eleştirileri de ekleniyor.
Tespitler, Manifesto’nun ilk sayfasında özetleniyor:
“İklim değişikliği hızlanıyor. Dijitalleşme ve küreselleşme ücretleri aşındırıyor. Gelir eşitsizlikleri  artıyor. Jeopolitik kargaşa yaygınlaşıyor. Yalanlar, gerçek gibi sunuluyor. Gerçekler susturuluyor... Savaş fitili ateşleniyor… Halk kızgındır. Karl Marx’a göre kapitalizm, kendisini yok edecek bir devrimin tohumlarını ekmekteydi. Biz ise G7 ülkelerindeki modelin bir piyasa ekonomisinin temellerini aşındırdığını; …bir sonraki finansal çöküntüye yol açacağını [ve]… kapitalist sistemin dayandığı pek çok inancı sorgulatan bir sistem krizi doğuracağını düşünüyoruz.”
Bankerler, eleştirdikleri “G7 modelinin”, aslında “Batı toplumlarının ABD öncülüğünde biçimlenen  neoliberal örgütlenmesi” olduğunu belirtiyorlar. Neoliberalizm, “bütün varlıkların özel mülkiyet haklarının güvencesi altında olmasına ve ekonomik aktörlerin  kendi çıkarlarını  izlemesine” dayanır (s.83).
İki bankere göre neoliberalizm, sistemi tehdit eden bir saatli bombadır ve patlamaması için bir “düşünce devrimi” gereklidir. Bu devrim, “sürdürülebilir, az karbon kullanan, askerî tırmanmayı durduran; azınlığın çıkarlarına değil, ortak  çıkarlara öncelik veren; ekonominin meyvelerini daha adil dağıtan; … yıllardan beri ekonomik ve finansal çıkarları hizmetkârı olan devletin tekrar daha geniş bir rol üstleneceği” bir ekonomiyi hedeflemelidir.
Hannoun ve Dittus, böylece, tırmanan askerî harcamalardan kaynaklanan borçların, finansal ve ekonomik çıkarların hizmetkârı bir devlet yarattığını düşünmektedir: Finans kapitale borçlanarak dev savaş sanayiini besleyen ve insanlığı tehdit eden devletler…
Alternatif, olsa olsa, bu iki sermaye grubunu vergileyerek (yani borçlanmadan)  toplumun ortak çıkarları için harcama yapan dengeli bir devlettir.
Gerektiğinde kamu açıklarını savunan Keynes’gil maliye politikalarına göre elbette “tutucu” bir seçenek ima ediliyor… Son tahlilde “piyasa ekonomisinin temellerini, kapitalist sistemin dayanaklarını korumak” hedeflendiği için de tutucu… Ancak, bu tutucu öz, bugünkü kapitalizme dönük sert bir eleştiriyi önlememiştir.

“Çizmeden Yukarı” Eleştiriler
İki bankerin bugünkü kapitalizme dönük eleştirilerinin bir bölümü, yakın geçmişin (özellikle 2008 krizi sonrasındaki) iktisat politikaları ile ilgilidir. Bir bölümü ise Batı’nın dış politikalarına odaklanıyor; daha eskiye, SSCB’nin yıkılışına ve sonrasına  taşınıyor. Önce bunlara bakalım.
Manifesto’nun 4. Bölümü, Savaşa Doğru Uyurgezerlik başlığını taşıyor ve 1989 sonrasındaki Batı, NATO ve AB dış politikaları sert eleştirilere hedef  oluyor.
Bankerlere göre, Rusya ile Batı arasında askerî bir çatışma olasılığı bugün zirveye çıkmıştır ve NATO’yu ve AB’yi Doğu’ya doğru genişletme politikalarından kaynaklanmıştır.
Manifesto, SSCB’nin dağılmasının, Sovyet anayasası çiğnenerek ve  halk muhalefetine rağmen gerçekleştiğine işaret ediyor. Benzer bir dağılma Yugoslavya’da gerçekleşmiştir. Batı devletlerinin katkıları ima ediliyor.   
Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya katılımı, Almanya’nın birleşmesi sırasında Sovyetlere verilen güvence çiğnenerek gerçekleşmiştir. Rusya sınırlarında milyonluk orduların manevraları, (bankerlere göre) Rus halkına 1941’deki Nazi güçlerinin SSCB sınırındaki yığılmasını hatırlatmakta; Rus milliyetçiliğini kışkırtmaktadır.
SSCB’nin son bulmasıyla oluşan barış primi, yani astronomik savaş harcamalarını aşağı çekme fırsatı Batı devletlerince kullanılmamıştır. Tam aksine askerî / sınaî lobi çeşitli (Gürcistan, Ukrayna, Kırım) yapay “kriz vesileleri” keşfederek bu harcamaları tırmandırmaktadır.
Hannoun ve Dittus, Batı’nın Suriye politikalarını da suçluyor. Bunlar terörü tırmandırmış; göçmen krizine yol açan felaketlerle sonuçlanmıştır.
Bankerler, anti-emperyalist öz taşıyan bu eleştirilerle, “çizmeden yukarı çıkmış” oluyorlar. Ama istikrarsızlık yaratan iktisadî sonuçlarına değinerek “hizaya geliyorlar”: Bu saldırgan politikalar Batı devlet borçlarını tırmandırmaktadır ve savaş riskleri finansal piyasalarda “fiyatlanmamaktadır”.

Merkez Bankaları Üzerinde Finansal Tahakküm
Hannoun ve Dittus’un iktisadî eleştirileri, büyük ölçüde 2008 krizi sonrasında merkez bankalarının uyguladığı astronomik likidite genişlemeleri ile bağlantılıdır.
Bankerlere göre, bu politikalarla büyüme hedeflenemez. Para yaratarak servet ve gelir yaratılamaz. Batı’nın büyüme hızı, nüfusun yaşlanması, verim artışlarının yavaşlaması ve borç yükü nedeniyle düşüktür. Üçüncü dünyanın emek depoları, Batı ücretlerini aşağı çekmekte; emek verimini yükseltecek yatırımları frenlemektedir.
Parasal genişlemenin gerekçesi olarak gösterilen deflasyon (düşen fiyatlar) ise, abartılmaktadır; pek çok ülkede geçersizdir. Para arzını pompalayarak enflasyonu yükseltme çabası bu nedenle de yanlıştır.
Manifesto hatırlatıyor: Batı merkez bankalarının bilançoları on yılda 3 trilyon dolardan 15 trilyona (on yedi bin milyara) çıkmış; negatif faiz oranları yaygınlaşmıştır. 7 trilyon (yedi bin milyar) dolarlık tahvil, fiilen negatif getiri içermektedir. Faiz oranlarında yüzde 1’lik bir  artış, 40 trilyon dolarlık ABD tahvillerinin 2,4 trilyon servet kaybına uğraması anlamına gelir. Tahvil sahiplerinin bu boyuttaki kayıplarını önleme çabası, likidite pompalamasını kalıcı hale getirebilir. Yüksek getiri arayışları ile, servet (varlık) değerlerini artırmak isteyen çevreler arasındaki karşıtlık, büyük bir finansal çöküntü olasılığını artırmıştır.
Bankalar negatif (eksi) faizleri mevduata taşıdığı ölçüde, nakit paraya (banknotlara) talep artacaktır. Bu olasılığı önlemek için tamamen banknotsuz bir ekonomi tasarımları başladı. Nakitsiz / banknotsuz günlük hayat, yoksullar için çekilmez olacaktır.
Hannoun ve Dittus’a göre, Batı ülkelerinde''merkez bankaları, finansal piyasaların tahakkümü altına” girmekte; yani “para politikaları finansal piyasalarca tutsak alınmaktadır” (ss.33-34).
İki banker, finans kapital kavramı yerine finansal piyasalar terimini yeğlemektedir. Bu piyasaları yönlendiren güçlü aktörlere ilişkin örnekleri ise, büyük finans sermayesini işaret etmekte; suçlamaktadır.

İnsanlar Kızgın ve Endişeli
Manifesto’da Bölüm 7, finansal politikaların Batı halk sınıfları üzerindeki etkilerini gözden geçiriyor. İlk tespit şudur: “Sıradan yurttaşlar endişeli ve kızgındır, …çünkü kendilerini ekonomik olguların tehdidi altında hissediyorlar; iktisat politikalarında haksızlığa uğradıklarını ve bunları değiştirecek güçlerinin olmadığını düşünüyorlar.”  Tehditkâr ekonomik olgular, “artan eşitsizlikler, pahalılık, işsizlik, güvencesiz istihdam ve emeklilik sorunları” olarak sıralanıyor (s.74).
Tepkiler yaygındır; siyasete taşınmaktadır. Bankerler, Wall Street’i işgal ve Podemos gibi “sol”dan veya Brexit ve seçimlerde güçlenen popülist akımlar gibi “sağ”dan yansımalara işaret ediyor.
Manifesto, bu “kızgınlık ve endişelerin” nicel boyutlarını, finansal politikalara bağlayarak inceliyor.
Ayrıntıları aktarmak gereksizdir. Sadece iki alandaki tespitlere değineceğim.
Batı Merkez bankaları deflasyon (“düşen fiyatlar”) “efsanesi”nde ısrar ederken tüketiciler “yüksek ve artan hayat pahalılığından”  yakınmaktadır. Hannoun ve Dittus, tüketicilerin haklı olduğunu, örneğin Batı Avrupa tüketici fiyat hareketlerinin, AMB’nin resmî fiyat istatistiklerini yüzde 6-7 oranında aştığını ileri sürüyor. Ücretlerin aşınma temposu, bu nedenle de hızlanmaktadır.
Gevşek para (düşük faiz) politikalarında ısrar, Manifesto’ya göre, borsalara emanet edilen emekli fonlarına büyük riskler taşımıştır. Fonları yöneten finansal kuruluşların cari gelirleri aşınmakta; yükümlülükleri tırmanmaktadır.  İflaslar ve emekli tasarruflarının “buharlaşma” riski gündemdedir.
Öte yandan, faizlerdeki düşme, çalışan nüfusa belli bir emekli aylığını sağlayabilecek prim yüklerini tırmandırmaktadır. Özel sigortalara dayalı emeklilik sistemlerinin ücretlilerin katkılarıyla sürdürülmesi güçleşmektedir. Manifesto bu açmazı sayısal örneklerle açıklamaktadır. Bu durum, tüketim harcamalarında durgunluğa katkı yapan etkenlerden biridir.

***

İki kıdemli bankerin Devrim Gerekiyor  manifestosu, emperyalist devletlerin (G7’nin) dünya halklarını dört nala savaş ve yıkıma sürüklemekte olduğunu tespit ediyor. Finans kapitalin devletleri tutsak aldığını, halk sınıflarını çaresiz bıraktığını nicel kanıtlarla ifşa ediyor.  Bu olguları emperyalizm ve finans kapital kavramlarını kullanmadan, açıkça ortaya koyuyor. Çizdikleri tablo da bana, Haiti folklorunun ünlü “Zombiler” efsanesini hatırlatıyor: “Zombiler” gibi kapitalizm de ölmüştür; ama farkında değildir: Çevresine yıkım getirmekte; yaşayanları gerçekten öldürmektedir…

Korkut Boratav / SOL

Cihatçıları öven “laik”ler, El Kaide güzelleyen “solcu”lar - TAYLAN KARA

Kendisini solcu, sosyalist, cumhuriyetçi ya da ilerici olarak tanımlayan bir kişi El Kaide’yi övebilir mi? Normal zamanlarda yaşasaydık bu sorunun yanıtı elbette “hayır” olurdu.
Ama Türkiye’de bu pekâlâ mümkündür.
Türkiye’de kendini solcu/sosyalist/cumhuriyetçi olarak tanımlayan kişiler cihatçılar karşısında duygulanabilir. Hatta batılı hükümetlerin desteklediği iç savaş aygıtı bir örgüt karşısında gözyaşlarını bile tutamayabilir.
Yer Türkiye ise, kendini solcu, sosyalist ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan biri cihat propagandacılarından sevimli çocuklardan söz eder gibi söz edebilir.
Bu türden bir solcu, sosyalist ya da cumhuriyetçi her halde dünyada sadece bu ülkede yaşamaktadır.
Şaka mı yapıyorum?
Kendi gözlerimle görmeseydim bu yazdıklarıma kendim bile inanmazdım.

*

Suriye’de “sivil yardım kuruluşu” adı altında kurulan “White Helmets (Beyaz Baretliler)” adlı bir grup var.
Beyaz Baretliler adlı grubun Suriye’deki cihatçı iç savaş örgütleriyle doğrudan ilişki içinde olduğu, üyelerinin elde silah cihatçı çetelerle birlikte savaştığı, batılı hükümetlerin amaçlarına uygun askeri müdahalelere gerekçe olması için sahte filmler çektiği ve üyelerinin kafa kesme görüntüleri “herkesin bildiği sırlar”dır (1-6).
Beyaz Baretliler, 2014 yılında eski bir İngiliz istihbarat subayı olan James Lee Meijer tarafından kuruldu. ABD Kalkınma Ajansı’nın raporlarında Beyaz Kasklılar adlı bu “sivil savunma örgütüne” 2015 yılında 18 milyon dolardan fazla para yardımı yapıldığından söz edilmekteydi.
Danimarka dışişleri bakanı, Beyaz Baretliler’e 2017 ve 2018 yıllarında 20’şer milyon kron para yardımı yapacaklarını açıklamıştı (7). Bu gruba ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda gibi birçok batılı ülke milyonlarca dolar para aktarmıştı (8).
Bu yazılanlar gizli saklı bilgiler değil bizzat bu hükümetlerin açıkladığı aleni bilgilerdir.
NATO güçlerinin istedikleri zamanda, istedikleri yerde olabilen, Soros vakıfları ve batılı hükümetlerin milyonlarca dolar yardım ettiği bu Beyaz Baretliler adlı “sivil toplum” örgütü, Avustralyalı gazeteci John Pilger’in sözleriyle “tamamen bir propaganda aygıtı” işlevini görmektedir (9).
Böyle bir kuruluş için Batının bütün propaganda aygıtları seferber olmuş durumdadır.
Beyaz Baretliler yakın zamanda Times dergisine kapak oldu (10).
Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi, Hollywood yıldızları bu ödülün onlara verilmesi için kampanya başlattı (11).
Beyaz Baretliler hakkında çekilen belgesel Oscar ve Emmy ödüllerini aldı.
Milyonlarca insan katledildiğinde kılını kıpırdatmayan bu “kültür kuruluşları”nın Beyaz Baretliler üzerinden gösterdiği “sivil hassasiyet” gerçekten göz yaşartıcıydı.
O kadar göz yaşartıcıydı ki Cumhuriyet gazetesi yazarı Zeynep Oral’ın da gözlerini yaşartmıştı.
Cumhuriyet gazetesi yazarı ve Türkiye PEN başkanı Zeynep Oral 27 Kasım 2016 tarihli yazısında “Beyaz Kasklılar”ı övüyordu (12).
Zeynep Oral köşe yazısında bu grup için şunları yazmıştı:
“…Suriye’de bugüne dek 60 bin hayatı kurtaran ama bu arada 150 arkadaşlarının öldürülmesine engel olamayan “Beyaz Kasklılar” (The White Helmets) olarak bilinen Suriyeli sivil savunma örgütü başkanı Raed Al Saleh’i dinlerken gözyaşlarımı tutamadım…”
Bir başka yazısında
“Laikliğin erdemini anlatan her kitaba yeryüzünün tüm ödüllerini verirdim(13)”
diye yazan Zeynep Oral, cihatçı iç savaş aygıtı Beyaz Baretliler’in başkanı karşısında göz yaşlarını tutamıyor!

**

Gazeteci Engin Baş, Suriyeli bir ailenin Almanya yolculuğunu konu alan belgeseliyle Emmy ödülü aldı. Engin Baş, ödül sonrası sosyal medya hesabından şunları yazdı (imlâ hataları yazara aittir) (14):
“White Helmets geceye damgasını vurdu. Bir kategoride onlara yenildik ama olsun hakkıfır çocukların”
“Kaderde oskar törenlerini öncesinde aday yönetmenle beklemek de varmış. Dileğimiz tabii ki Whitehelmets’ın oskarı”
Sonrasında bu paylaşımlarının altında sayısız tebrik mesajları yazıldı. Tebrik edenler arasında kimler yoktu ki?
CHP milletvekili Melda Onur’dan HDP milletvekilleri Filiz Kerestecioğlu ve Ziya Pir’den İYİ parti yöneticisine, sosyalist Hakan Gülseven’den gazeteci İsmail Saymaz, Kadri Gürsel, İrfan Değirmenci, sanatçı Suavi’ye kadar yüzden fazla tebrik eden kişi…
Elbette tebrik edenler belgeselin aldığı ödülü tebrik ediyorlardı. Ancak içlerinden birisi bile ilgili yönetmene:
“Çocuklar” diye hitap ettiğiniz kişilerin kimin propagandasını yaptığının farkında mısınız?” diye sormuyordu. Oysa bu kişilere doğrudan sorsanız istisnasız cihatçılara ve El Kaide’ye şiddetle karşı olduklarını söylerlerdi.
Beyaz Baretliler’in nasıl bir grup olduğu hatırlatıldığında ise bu konuda CHP milletvekili İlhan Cihaner dışında hiç kimse duyarlılık göstermemişti.
Cihat övücülerine “çocuklar” diye hitap eden gazeteci Engin Baş ise bu duruma bir açıklama getirmek yerine kendine bu gerçeği kendisine hatırlatan herkesi engelledi.
Böylece Beyaz Baretliler’in cihatçılarla ilişkisi, kafa kesme görüntüleri, Batılı devletlerle olan kirli ilişkileri tertemiz oldu!

*

Türkiye’de böyle bir sol, sosyalist, ilerici ya da cumhuriyetçi anlayış varken sol/sosyalist/ilerici/cumhuriyetçilerin başka bir düşmana ihtiyacı yoktur.

*

Bütün bunların tuhaf bir şakadan ibaret olmasını çok isterdim. Mizah ile gerçekliğin sınırı ülkemizde çoktan belirsizleşmiştir. Her gün, aslında sadece şaka olması gereken onlarca olay olmaktadır. Artık bir haberin gerçek mi şaka mı olduğunu ayırt edecek akıl düzeneklerimiz tahrip edilmiştir.
Bu akıl düzeneklerini yeniden oluşturmak görevimizdir. Bunun için öncelikle aklımızı tahrip edenlerin yükünü sırtımızdan atmak ve aklımızı, onların kuşatmasından kurtarmak gerekir.

Taylan Kara/SOL

taylankara111@gmail.com
Kaynaklar
1.http://www.ronpaulforums.com/showthread.php?501639-Soros-White-Helmet-by...
2.https://www.youtube.com/watch?v=8aAaReVn2I4&feature=youtu.be 3.https://www.birgun.net/haber-detay/oscar-goooooes-to-al-qaida-148732.html
4.http://odatv.com/kim-bu-beyaz-kasklilar-0103171200.html
5.https://www.youtube.com/watch?v=FDsrpNywJVk
6.https://www.youtube.com/watch?v=XVIb9bVShoQ
7.http://aa.com.tr/tr/dunya/danimarka-dan-beyaz-kasklilara-destek/698208
8.https://en.0wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3...
9.https://www.youtube.com/watch?v=X27B0yuazGo
10.http://time.com/magazine/us/4520901/october-17th-2016-vol-188-no-15-u-s/
11.http://www.dw.com/tr/bar%C4%B1%C5%9F-nobelinin-suriyeli-%C3%B6rg%C3%BCte...
12.http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/636525/Heeey_icerdekiler__Sesimi...
13.http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/847897/Su_Frankfurt_Kitap_Fuari....
14.https://twitter.com/denizsapsikyan/status/916206521427660800

Bir vatan ve uygarlık düşmanı Mustafa Sabri - BİRGÜN

Mustafa Sabri Efendi adının Tokat’ta bir imam hatip lisesine verilmesi toplumda haklı bir tepkiyle karşılandı. İmam hatip lisesine adı verilen Mustafa Sabri yalnız bir uygarlık düşmanı değil, Vahdettin. Damat Ferit Paşa, Ali Kemal gibi İngiliz işbirlikçileriyle kaderini birleştirmiş biridir. Hatta bu ekibin en ileri gidenidir.
Zeki Sarıhan - Tarihçi-Yazar

Damat Ferit Hükümetlerinde şeyhülislamlık yapan Mustafa Sabri Efendi adının Tokat’ta bir imam hatip lisesine verilmesi toplumda haklı bir tepkiyle karşılandı. Yakın tarihimizde Tanzimat’tan beri süregelen kaçınılmaz modernleşme hareketine karşı çıkmış birçok din adamı ve siyasetçi var. Fakat bunların çoğunluğu bağımsız bir vatan düşüncesine uzak değillerdir, hatta çoğu Millî Kurtuluş Savaşı’na canla başla katılmışlardır. İmam Hatip Lisesine adı verilen Mustafa Sabri ise yalnız bir uygarlık düşmanı değil, Vahdettin. Damat Ferit Paşa, Ali Kemal gibi İngiliz işbirlikçileriyle kaderini birleştirmiş biridir. Hatta bu ekibin en ileri gidenidir.

  Aşağıda onun hayat hikâyesinden satırbaşları sunacağız. Din ve dünya görüşleriyle ilgili olarak Yard. Doç Dr. Ahmet Akbulut’un “Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Görüşleri” (www.islamiaraştırmalar.com) makalesinden, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki siyasi faaliyetleri ile ilgili olarak da Kurtuluş Savaşı Günlüğü C.1-4 (Türk Tarih Kurumu) adlı kitabımdan yararlandım. 
1890’da Tokat’ta doğan Mustafa Sabri Efendi, müderris sıfatıyla 22 yaşında Fatih Medresesinde görevlendirildi. İkinci Meşrutiyet’in ilk seçimlerinde Tokat’tan mebus oldu. Aynı zamanda siyasi bir örgüt olan Cemiyet-i İttihad-ı İslamiye’yi kurdu.

Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne girdi. Beytan-ül Hak dergisinin başyazarı oldu. Sosyal hayatın dine göre düzenlenmesini istiyordu.

İttihat ve Terakki yönetiminin tutuklama girişiminden kurtularak Romanya’ya kaçtı ve Ateşkes Anlaşması’ndan sonra İstanbul’a döndü. İngiliz yanlısı Sabah gazetesi 17 Kasım 1918 tarihli sayısında “Muhterem Mücahit Tokat Eski Mebusu Mutafa Sabri Efendi”nin demecini yayımladı: “Hürriyet ve İtilaf ölmemiştir. Genel Merkezi ile, şubeleri ile, sürgünlerden ve yabancı devletlerden dönen, peş peşe dönmekte olan eski mebuslarıyla mevcut ve birlik halinde faaliyettedir.”

13 Ocak 1919 günü Hürriyet ve İtilaf’ın yöneticileri olarak Damat Ferit’le birlikte sadrazam Tevfik Paşa’yı ziyaret ederek hükümetin hangi partiye dayanacağını sordular. Tevfik Paşa Hürriyet ve İtilaf’a dayanacaklarını söyleyince hükümeti destekleme kararı aldılar.

19 Şubat’ta kurulan Cemiyet-i Müderrisîn’in de İsklipii Atıf Hoca, Saidi Kürdî gibi kurucuları arasındaydı.

Yönetimdeki İttihatçılar tasfiye ediliyor, yerlerine İtilafçılar yerleşiyordu. Onu da o zamanın Şeyhülislamlığa bağlı olan fetva kurumu Dar-ül Hkmet-ül İslamiye Dairessine üye yaptılar, aynı zamanda Süleymaniye Medresesi hadis müderrisliğime atadılar. 16 Mart 1919’da Senato üyeleri arasında yapılan tasfiyeler üzerine boşalan bir üyeliğe getirildi.

Mustafa Sabri Efendi’nin ikbal yolları Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paia’nın sayesinde sonuna kadar açıldı. 4 Mart 1919’da kurulan ilk Damat Ferit Paşa kabinesinde Şeyhülislam oldu. Yunanlıların 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesi üzerine güç durumda kalan hükümet istifa etti. 19 Mayıs 1919’da kurulan İkinci Damat Ferit Hükümetinde Mustafa Sabri Efendi tekrar yerini aldı.

Müttefikler, Türkiye’nin tezlerini usulen dinlemek üzere Damat Ferit Paşa’yı Paris Barış Konferansı’na çağırınca Mustafa Sabri Efendi 6 Haziran 1919’dan başlayarak 15 Temmuz’a kadar ona vekâlet etmeye başladı. Bu sürse içinde Hürriyet ve İtilaf Partisi de hükümete muhalefet etmeye başladı ve partili bakanların istifasını istedi. Mustafa Sabri bu istifa isteğine uymadı. Damat Ferit 20 Temmuz 1919’da istifa ederek bu kabineyi tasfiye etti. O artık Padişah’ın ve İngilizlerin desteğini yeterli görüyordu. 21 Temmuz’da üçüncü hükümetini kurunca Mustafa Sabri Efendi gene Şeyhülislam koltuğuna oturtuldu. Sivas Kongresine bağlı kuvvetlerin zorlamasıyla 30 Eylül 1919’da bu hükümet de istifa edinceye kadar yerini korudu. İngiliz Yüksek Komiseri Caltrop, 18 Haziran 1919’da verdiği bir raporda onu “namuslu, fakat kuvvetli değil” diye anlattı. Namusun ölçüsü belli ki İngiliz çıkarlarına sadık olmaktı.

22 Haziran’da da İngiliz Yüksek Komiserliği memurları Ryan ve Deedes, Mustafa Sabri Efendi’yle Mustafa Kemal’in İstanbul’a dönme konusunu görüştüler. Sadrazam Vekili onlara “Dönmesine çalışıyoruz. Ancak dönerse tutuklanacağından endişe ediyor. Bunu yapmayacağınıza söz verebilir misiniz?” dedi. Memurların yanıtı “Talimat almadan söz veremeyiz!” oldu.

6 Temmuz 1919’da onun başkanlık ettiği hükümet, Padişahın iradesi olmadan asker toplayan kumandanların görevden alınması ve yargılanmalarını, bağış toplamanın önüne geçilmesi kararını aldı. 7/8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın görevden alınması kararını Padişah ve Harbiye Nazırı ile imzalayan üçüncü kişi Mustafa Sabri’dir. 30 Ağustos 1919’da da Elazığ Valisi Ali Galip Bey’den Sivas kongresini dağıtmak ve Mustafa Kemal’le arkadaşlarını tutuklamak için Sivas Valiliği ve Üçüncü Kolordu Komutanlığını kabul etmesini özellikle istedi. Bu hizmetlerinden ötürü Padişah tarafından 4 Eylül 1919 günü birinci rütbe Osmanlı nişanı verdi.

İngiliz Yüksek Komiserinin 8 Temmuz 1919 tarihli raporuna göre Padişah Mustafa Sabri’yi Yüksek Komiserliğe göndererek Ege’de Yunan işgalinin sınırlanmasını ve Yunan kıtalarının yanında İngiliz kıtalarının da bulunmasını istemişti. Onun bu dönemde Sureti haktan görünerek İtilaf Devletlerinden Yunan zulmünden şikâyet eden ve İzmir’in boşaltılmasını isteyen bazı talepleri de oldu.

12 Eylül 1919’da Padişah adına Damat Ferit’le İngiliz ajanları arasında yapılan ve İngiltere’nin Türkiye’nin bütünlüğünü korumasına karşılık halifelik nüfuzunun İngiltere lehine kullanılacağı gibi maddeler içeren bir gizli anlaşmadan Mustafa Sabri Efendi’nin haberdar olmaması mümkün görünmüyor.

Hürriyet ve İtilaf’la hükümetin arası açılmıştı, hükümet dağılmak üzereydi. Parti üyesi olan Mustafa Sabri, hükümetten ayrılma yerine Hürriyet ve İtilafftan ayrılmayı tercih ederek Milli Muhafazakâr bir parti kurulması için 7 Ağustos’ta Şeyhülislamlık’ta Refik Halit, Zeynelabidin, Vasfi Efendiyle bir toplantı yaptı. Anadolu hareketine karşı Hürriyet ve İtilafı yeterince sert bulmuyordu.
Anadolu’da gelişen millî hareket gitgide alevlenirken Hükümet 11 Temmuz’da seçim yasasını görüştü. Bir çıkmazda olduklarını anlayan hükümet üyelerinin çoğu seçim isterken Mustafa Sabri seçim yapılmasına karşı çıktı. Ancak hükümetteki çatlak büyüyordu. Bunun üzerine Padişah, 29 Eylül’de Dahiliye Nazırı ile birlikte Mustafa Sabri Efendi’yi saraya çağırarak onlara danıştı. Ertesi gün Damat Ferit istifa etmek zorunda kaldı. Böylece Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislamlığı efendisi olan İngilizlerin Anadolu ile uzlaşan bir hükümet istemeleri nedeniyle sona erdi.

Ancak Mustafa Sabri Efendi’nin bundan sonra da boş durmadığı görünüyor. 21 Şubat 1920’de Alemdar gazetesinde yayımlanan demecinde Bolşevizm aleyhinde bulunarak İttihatçıların Bolşeviklerle anlaşmak istediklerini yazdı. 22 Mart’ta aynı gazetede mebusların subayların gücüne dayandığını yazarak “Ey zabitler size yazıklar olsun! Muazzam bir devlet ve milleti beş on dinsiz ve vatansız çapulcunun yoluna feda ettiniz” diyordu. 10 Şubat’ta da şunları yazıyordu: “Hilafet ve saltanatı parçalamak isteyen aklı ve nesli gibi mezhebi ve meşrebi belli olmayan bir serderge… Ankara’daki eşkıyalık yuvasından sesini yükseltiyor. Sultan Osmanoğlunun makamına geçmek istiyor. Padişah’ı da tehdit etmek istiyor!” Mustafa Sabri görüşlerine en yakın Alemdar gazetesine postu sermiş bulunuyordu. Vahdet gazetesi, 29 Mart 1921’de onun sözlerini Beyoğlu’nda çıkan azınlık gazetelerinin yazdıklarına benzetti.

Memleket için miting ve gösteriyi hep vatanseverler yapacak değildi ya! İngiliz yanlısı muhafazakârlar da memleket için bir şey söylemeliydiler. Sevr Anlaşmasının hazırlandığı tarihlerde Hürriyet ve İtilaf Partisi öncülüğünde Sultanahmet’te adına “miting” denen bir toplantı yapıldı. Burada bir konuşma yapan eski şeyhülislam, bu şartların kabul edilemeyeceğini söyledi. Ancak Padişahın Sevr anlaşmasını görüşmek için topladığı Saltanat Şûrası’nda anlaşmanın kabul edilmesi doğrultusunda görüş bildirdi Sadık Bey’in Hürriyet ve İtilaf’ı bir çiftlik gibi kullandığını ileri süren İngilizciler yeni bir parti kurmaya karar verdiler. 30 Haziran 1920’de Anadolu hareketine azılı düşmanlıklarıyla tanınan kişilerden bazıları başta Mustafa Sabri olmak üzere Alemdar Gazetesi sahibi Refi Cevat’ın yönetiminde toplanarak yeni partinin adını ve programını tartıştılar. 6 Temmuz’da Mutedil Hürriyet ve İtilaf Partisi kuruldu. Merkez yöneticileri arasında Mustafa Sabri Efendi’nin adı başta geliyordu. Hürriyet ve İtilaf’taki bu parçalanma İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni de parçaladı. Mustafa Sabri Efendi, İngiliz Casusu Sait Molla ile birlikte 6 Ekim 1921’de yeni bir yönetim kurulu oluşturacaktır. Kendisi cemiyetin başına geçecektir.

1922 yaz ortalarında Hürriyet İtilafçılarla Mutedil Hürriyet ve İtirafçılar Serl Doryan Kulübünde Mustafa Sabri’nin de katıldığı Damat Ferit’i onurlandırdıkları bir toplantı yaptılar. Dört gün sürecek toplantının Konusu savaşın bitiminde İtilaf Devletlerinin ülkeyi kendilerine teslim etmesiydi.
Ordu İzmir’e yürürken Padişah’tan sadrazamlık ve TBMM ordularına karşı bir ordu kurma isteğinde bulundu.
Büyük Zafer’den sonra ne yapacağını şaşıran Padişah’ın 3 Kasım 1922’de saraya çağırıp danıştığı kişilerden biri de Mustafa Sabri Efendi’ydi.

Padişah’ın kaçtığı günlerde İstanbul’dan firar ettiği anlaşılıyor. 18 Kasım’da Mısır’a vardı. 19 Kasım 1922’de Hindistan’a giderken  Padişah’ın el yazısıyla bir mektup götürdüler. 20 Kasım 1922 günü Hint Hilafet Komitesi başkanı Chotani, Bombay’dan Ankara’nın Roma Temsilcisi Celalettin Arif Bey’e gönderdiği telgrafta, Vahdettin’in Mustafa Sabri ve Rıza Tevfik’in İngilizler tarafından Hindistan’a getirtilip propaganda için kullanılmasına Hint Müslümanlarının izin vermeyeceğini, İslamiyet’e ve Vatanseverliğe aykırı davranan bu kişilerin bir saygınlığının bulunmadığını anlattı ve Hint Müslümanlarının TBMM’ne tam saygıları bulunduğunu bildirdi.

El Ezher’de müderrislik yaptı. 1924’te 150’likler listesine alındı. 1938’de af çıktığı halde yurda dönmedi. 5 Türkçe, 6 Arapça eseri bulunan Mustafa Sabri Efendi’nin bazı görüşleri şunlardır:

“Arap milleti Türk milletinden daha faziletlidir.”
“Din ile siyaset ayrılamaz.”
Müzik dinlemek yerine Kur’an okunmalıdır.”
“Resim yapmak, fotoğraf çektirmek İslam’a aykırıdır.”
“Şapka giyilmesi dinî ve millî bir küfürdür.”
Arapça Müslümanların ortak dili olmalıdır.”
“Erkek kadından üstündür. Hâkimiyet erkeğin hakkıdır.”
“Çok kadınla evlenmek meşrudur.”

Zeki Sarıhan - Tarihçi-Yazar

BİRGÜN

Hakikaten ‘dünya ahmak değil’ - Ceyda Karan

IŞİD bir toprak parçasındaki fiziki varlığıyla tarihin çöplüğüne atılmak üzereyken, ABD yönetimi Suriye’deki varlığının devamlılığı için Şam yönetimi ile tam savaş pozisyonuna geçme alametleri sergiliyor. Amerikalıların Rusya Federasyonu’nun (RF) sunduğu ‘yenilgisiz çıkış’ fırsatları yerine vekil güçleri Kürtler ve Arap aşiretler üzerinden yaptıkları hamleler ortada. Bu durumun Astana üçlüsü RF, Türkiye ve İran’ı daha da yakınlaştırdığı, üç ülkenin Soçi’de 22 Kasım’da ani üçlü zirve kararıyla ortaya serildi.
***

Suriye’de savaşın boyut değiştirmesini sağlamaya aday son gelişmelere bakalım. İki cephe öne çıkıyor. İsrail sınırı için tampon bölge pazarlığının sürdüğü güney hattını kenara bırakarak bizi ilgilendiren kuzeye bakalım:
- Trump ile Putin geçen hafta Asya-Pasifik zirvesinde, ABD’nin Suriye politikaların gömüp üzerine mezar taşını dikmeye aday ‘siyasi çözüm’ ve ‘terörle ortak mücadele’ vurgulu ortak bildiriye imza koydu.

- Bu bildiri ABD-Rusya ortaklaşmasına yorulurken Pentagon Şefi James Mattis sahne aldı. Mattis, Suriye’deki varlıklarının IŞİD’in peşinden gitmelerini mümkün kılan BM kararına dayandığını savunup “Cenevre görüşmeleri müspet sonuçlanana dek ABD ordusunun Suriye’de kalacağını” söyledi. Hatta ‘polislik misyonu’ bahanesiyle varlıklarının devamını açık bıraktı.
- Yanıt RF Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’dan geldi. Lavrov, Matis’in sözlerinin Cenevre anlaşmalarına aykırı olduğunu söyledi. Amerikan varlığı, askeri faaliyetleri ve muhalefet gruplarına desteğinin gayri meşru olduğunu belirtip ABD ordusunun sonuncusu Elbu Kemal olmak üzere IŞİD’i defalarca koruduğunu anımsattı.
ABD’yi Suriye’de askeri eylemle yetkilendirmiş bir BM kararı yok. RF ve İran’a açık davetin aksine Suriye’yi BM’de temsil eden hükümetin de talebi yok. Cenevre bildirisini yetkilendiren BMGK’nin 2254 sayılı Aralık 2015 tarihli kararı ateşkes ve siyasi çözüm çağrısı yapmakla yetinirken, IŞİD ve el Kaide’yi sürecin dışında tutmuştu.
***

Peki, bu gelişme ve demeçler ne manaya geliyor?
ABD yitirmekte olduğu savaştan gevşek bir Suriye devleti çıkartmaya çalışıyor. Bunun için Suriye ordusunun IŞİD’i yenip topraklarının kontrolünü sağlamasının önüne engeller çıkarıyor.
- Kuzeyde düne kadar IŞİD’le çalışmış Arap aşiretler büyük ölçüde satın alınarak petrol sahalarının kolayca SDG’nin eline geçmesi sağlandı. Ülkenin üç büyük barajı, Fırat havzasındaki değerli tarım arazileri ile petrol sahalarının 90’ı ele geçirildi. Bunlar ayrıca siyasi müzakerelerde koz olacak.
- SDG’nin Elbu Kemal’e uzanan sınırı alması ve Irak-Suriye sınırının bölünmesi için uğraşılıyor.
- Son olarak BBC’nin ‘kirli anlaşma’ başlıklı haberine -ki ekim ortalarında görüntüleri dahil alternatif medyaya yansımıştı- konu olan Rakka’dan aralarında önde gelen militanlar dahil yabancı savaşçıların da bulunduğu IŞİD unsurlarının ne buldularsa, ağır silahlar ve tonlarca mühimmat ile çıkmaları sağlandı. Bunların bir kısmı da Suriye ordusunun önüne sürüldü. 

***
Bugün ABD’nin Suriye’de 10’dan fazla askeri üs tesis ederek sürdürdüğü işgalciliğinin garantörü Kürtler. İroniktir, şimdiden ABD’nin 2015 sonunda Türkiye’yle YPG sorununu aşmak üzere tesis ettiği SDG’yi yeni süreç uyarınca dönüştürerek istediği biçimi vereceği iddiaları uçuşmakta.
Tüm bunlara karşın dikkat çeken şu: Suriye hükümeti de RF de Suriye Kürtlerinin siyasi çözüm masasında yer almalarına dair en baştan beri ilkesel tutumlarını değiştirmiyor. Moskova’nın Suriye Ulusal Diyalog Kongresi girişimiyle kapsamlı çözüm çabaları da sürüyor. 

***
ABD’nin rejim değişikliği ajandasının cihatçı gruplar eşliğinde yıllarca parçası olduktan sonra şimdi ıslık çalarak gökyüzüne bakmaya çalışan Ankara’daki siyasal İslamcı yönetime gelince… Her şeyin tek sebebi evdeki hesapların bir türlü çarşıya uymamasından. Yoksa Suriye Kürtleri hariç tutulabilse, Ankara bugün Astana değil çoktan Mattis’in Cenevre sürecinin parçası olurdu. Şimdi ne yöne gidileceğini 22 Kasım’da Soçi’den sonra göreceğiz.
Kıssadan hisse de son dönemin en mühim saptamasından gelsin: Hakikaten ‘dünya ahmak değil’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Erdoğan ve Suudi Veliaht Prens - Meriç Velidedeoğlu

Şu günlerde “Ilımlı İslam” yine gündemimizin ön sıralarında; geride bıraktığımız “10 Kasım” günü, Erdoğan tarafından gündeme oturtuldu.
Bu kez “Saray”ında değil, “Haliç Kongre Merkezi”nde yapılan bir “sertifika” töreninde.
Erdoğan, törende yaptığı konuşmada, “Suudi Arabistan” yönetiminin başına getirilen genç veliaht Prens Muhammed bin Selman’a, oldukça kızgın bir yüzle ve dille seslendi, doğrudan doğruya olmasa da.

Anımsanacağı gibi, Prens Muhammed bin Selman (MbS) göreve başlarken yaptığı konuşmada, “Ilımlı İslam ülkesi olacağız!” demişti (24.10.2017) 
 
Bu hiç de beklenmeyen bir dile getiriş değil mi? 
 
Çünkü geçen yıllarda, kadınların da katıldığı sınırlı bir yerel seçim yapılmıştı Suudi Arabistan’da; sanırım ilk kez.
Ülkenin Müftüsü Abdurrahman Barrak, seçim biter bitmez bir “fetva” verdi: “Seçim, kadınla erkeği eşitlediğinden dolayı ‘haram’dır!” diyerek.
Haklı; “İslam Şeriatı”na göre öyle; bu durumun “Nisa Suresi”nde, “Erkekler kadınlardan üstündür” ayetiyle (34) bildirildiği hiç unutulmamalıdır.
Ayrıca yine bu Suudi Müftüsü’nün, “Altı yaşındaki bir kız çocuğu ile evlenmenin mubah olduğunu” bildiren “fetva”sının, henüz kokusu bitmeden, Prens’in bu “ılımlı İslam ülkesi olacağız!” açıklaması oldukça “cesur” bir söylem değil mi?
Kuşkusuz; ne ki, “Suudi Arabistan” ve “Ilımlı İslam”ı bir araya getirmenin olağanüstü “şaşırtıcı” olduğu da unutulmamalıdır. 
 
Nitekim anında ses verdi Erdoğan:
“İslam’ın ılımlısı, ılımsızı olamaz. İslam tektir. Kimse İslam’ı çeşitlendirme gayreti içine giremez!” diyerek yanıtladı taşkın bir kızgınlıkla.
Yine haklı. Haklı olmasına haklı da, “İslam Bankası” gündeme geldiğinde, bankaların ana işlemi olan “faiz”in, İslam’da “yasak” oluşuna hemen bir çözüm üretilmişti, “yorum” yöntemi kullanılarak.
Kuran’da, bu yasaklamayı içeren ayette yer alan “faiz”e, “kâr payı” diyerek bir anlam kaydırılmasıyla -bir bakıma-“İslam Faizi” yaratılıp, İstanbul’da, bir “Kuveyt İslam Bankası”nın açılmasının sağlandığı bilinir...
Peki böylece, İslam’ın, “faiz” konusundaki kesin, “sert” tutumu yumuşatılmış, “ılımlı duruma” getirilmiş olmuyor muydu? 
 
Ya günümüzdeki durum... Bu “İslam Faizi” söyleminin kullanılması bir yana, koskoca bir “Faiz Lobisi” yaratılmadı mı ülkede?
“Hedefimiz ‘İslam Devleti’dir!” diyen Erdoğan tarafından...
“Bu ne perhiz, bu ne... !” dememeli, koskoca bir “Takıyye Kurumu” varken... Nitekim, Suudi Prens’e yüklenirken “takıyye”yi ölçüsüzce kullanmadı mı: “Ilımlı, ılımsız İslam olamaz!” diyerek. Öte yanda, Suudi Prens’in dile getirdiği, “ılımlı İslam” kavramının içini nasıl dolduracağını beklemek gerekmez miydi?
Daha dün bir, bugün iki; bu denli acelecilik neden?
Arap ülkelerinden de, bir kıpırdama, dolu dolu bir ses duyulmadı henüz...
Yoksa, “Ortadoğu’nun lideri olma” isteği sürüyor mu hâlâ?
Oysa bunun için bile olsa, pek erken değil mi?

Biraz sabır... Ne dersiniz sayın danışmanlar?

Meriç Velidedeoğlu/CUMHURİYET

16 Kasım 2017 Perşembe

‘Atatürk’ü silemedik bari bize uyduralım - ALİ SİRMEN

AKP’nin 2002 yılında iktidara geldiği zaman ilan ettiği hedefi şuydu:
İslam ile kapitalizmi bağdaştırarak, ülkede bölgede ve dünyada kapitalizmin ve onun son aşaması küreselleşmenin genel gidişine eklemlenmek, bu amacın gerektirdiği piyasanın güvenini sağlayacak denetim mekanizmalarını koruyarak, Türkiye’yi İslam inancı ile kapitalizmi uzlaştırmış egemen dünya düzeninin gerekleri doğrultusunda davranır yola sokmak.

 
Formülü CIA’nın laboratuvarlarında geliştirilmiş olan model, ılımlı İslam olarak yazılıyor, uyumlu İslam olarak okunuyordu. 
 
Model yalnız Türkiye’ye özgü olmayıp evrenseldi ve Türkiye’deki aygıtının başındaki kişi de başlangıçta bu evrensel misyonun gerekli kıldığı ağırlıkla siyasal çekicilik gücüne sahip görünüyordu. 
 
AKP’nin 2002’de iktidara geldiği zaman, açıkça ilan etmediği bir amacı daha vardı.
O da laik Cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmak, Türkiye’yi mezheplerin tarikatların egemenliğinde, laiklik karşıtı, yalnız rejime ve onun egemenlerine biat edenlerin yaşama, çalışma, kazanma, her türlü denetimden azade olarak ceplerini doldurma özgürlüğüne sahip oldukları yeni bir yönetimin sultası altına sokmak.
***
Laik Cumhuriyet karşıtlığı, onun kurucusu ve simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığını da kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyordu.
Gizli gündem, AKP’nin liderine İslam dünyasının önderi olarak içte ve dışta destek sağlayarak, güçlendirmeyi de öngörürken, aynı zamanda amacın gerçekleşmesine elverişli yeni dengeleri de zorunlu kılmaktaydı. 
 
Başlangıçta, açık gündem ile gizli gündeme yönelik dengelerin oluşturulması uyum içinde yürütüldüyse de, zaman içinde gizli gündem doğrultusunda atılan adımlar, istenen yürüyüşle uygun adımı sağlayamamaya başlamıştı.
Ama bu arada dengeler, laik Cumhuriyetin kazanımları ve dolayısıyla Atatürk ile hesaplaşma doğrultusunda iktidara büyük olanaklar sağlayacak şekilde değişmişti.
Dengelerin değişmesinde, emperyalizmin, Fethullah Gülen grubunun, çeşitli gerekçelerle Kemalizmin tasfiyesini “yetmez ama evet” diye destekleyen kendini garip bir biçimde sol olarak ifade eden grubun da etkisi olmuştu. 
 
15 yıllık iktidar döneminde, AKP yurttaşın yaşamının her yönünü, beşikten mezara her anını denetleyerek, Milli Eğitim’i, üniversiteleri, basını, yasamayı, yargıyı bütünüyle sultası altına almasıyla, muhaliflerini, bulundukları yerden orası velev ki parlamento olsun, çıkarıp hapse tıkmasına karşın, ilan edilmiş amacında da, gizli gündeminde de başarı kazanamadı.
Dış dayanaklar, sağladıkları desteğin kendi amaçları dışında kullanılmasını kabullenmediler, ılımlı İslamın yapısı gereği yeterince uyumlu olamayacağını gördüler, evrensel model çöktü.
İçeride laik Cumhuriyetin kurum ve kazanımlarına karşı girişilen amansız savaşta Atatürk’ü silme yolundaki girişimler bir türlü istenen sonucu vermedi. Toplumun tepkisi arttı.
Bunun üzerine şu kurnaz formül geliştirildi:
- Atatürk’ü ne yapsak silemiyoruz, bari kendimize uyduralım. 
 
Yöntem yeni değildi. Daha önce Washington’ın “bizim çocuklar” olarak niteledikleri 12 Eylül generalleri tarafından uygulanmış, her türlü zulüm ve baskı İslamcılıkla birlikte, yüksek milliyetçilik sosuna bandırılmış bir Kemalizm olarak kamuoyuna yutturulmaya çalışılmıştı. 
 
12 Eylül zulmünün gerçek sorumlularıyla, laik Cumhuriyetin kurum ve kazanımlarının toplumun belirli bir kesimi tarafından birbirine karıştırılmasının, siyasal ekolojik dengesi bozulan ülkeyi getirdiği nokta da göz önünde bulundurulduğunda, yöntemin amacına ulaştığı söylenebilir.
Ancak aynı suda iki defa yıkanılmayacağı gibi aynı yöntemin bu kez de başarı ile uygulanamayacağı görülüyor. 
 
Bir türlü silemedikleri Atatürk’ü kendilerine benzetme girişimlerine payanda olan tabanını yitirmiş Devlet Bahçeli’nin şaşkın haline bakarak da bu gerçeği kestirmek mümkün.

Ali Sirmen/CUMHURİYET

‘Kanarya’ olarak AKP Türkiye’si - ERGİN YILDIZOĞLU

Bir zamanlar, AKP Türkiye’sine, “ılımlı-demokratik bir siyasal İslam olabilir” umuduyla bakanlar, bugünlerde, onun “küresel risk madeninde bir kanarya” (Wall Street Journal) olduğunu düşünüyorlar. Bu bakışa göre, risk değerlendirme kuruluşu Standart and Poor’un “Kırılgan Beşli” listesinin başına koyduğu AKP Türkiye’si, gelişmekte olan piyasalardan başlayacak bir küresel mali krizin ilk habercisi olabilir...

Kanarya’nın mali portresi
Türkiye kapitalizminin önümüzdeki 12 ay içinde, 170 milyar dolar dış borcu yenilemesi gerekiyor. Cari açığın gayri safi hasılaya oranı bu yıl yüzde 3’ten yüzde 5.4’e yükselmiş: Toplam dış borcun oranı da yüzde 52’ye. Türk Lirası’nın bir yıl içinde dolara karşı yüzde 17’den fazla değer kaybettiği, aynı dönemde, İstanbul borsası BIST100’ün dolar bazında, eylülden bu yana yaklaşık yüzde 12 gerilediği görülüyor. Tüketici ve Üretici fiyat indekslerinde yıllık artış hızı (enflasyon) sırasıyla yüzde 11.9 ve yüzde 11.6 ile son dokuz yılın en yüksek düzeyine ulaştı.
Türkiye kapitalizminin dış kaynak gereksiniminin, gelecekte bir borç ödeme/ döviz krizi riskini büyütmeden karşılanabilmesi için siyasi istikrar bir yana, Türk Lirası’nın gerileme eğiliminin, döviz rezervleri tüketilmeden durdurulması ve tersine çevrilmesi gerekiyor. Bunun için de (egemen neoliberal paradigmaya göre) faizlerin (aslında reel faizlerin) yükselmesi, iç talebin sınırlandırılması (ekonomik büyüme oranını artık ciddiye alamadığımdan bu konuya değinmiyorum) gerekiyor. Seçmene “kemer sıktırmak” anlamına gelen bu önlemler, seçim dönemine girmekte olan bir hükümet için son derecede zor.


Dün gelişmiş kapitalist ülkelerde hükümetler “kemer sıkmak” önlemlerini “başka seçenek yok” diyerek seçmene dayatıyorlardı. Bugün, karşılarında, “kemer sıkmayı” bir kenara koyarak, farklı bir modelle, neoliberal paradigmadan çıkmayı savunan ve seçmende de yankı bulan öneriler şekilleniyor.
Siyaseti gittikçe kutuplaşan, toplumsal dokusu çözülen AKP Türkiye’sinde, Türkiye kapitalizmi için bu seçeneklerin ikisi de gündemde değil. Zar zor inşa edilmiş eğitim sistemini yıkmakta, toplumu dincileştirmekte, kadınların çocukların geleceğini hocaların eline bırakmakta olan, ilaçları - tıbbı bile helal - haram kategorileriyle tartışmaya çalışan siyasal İslamın AKP rejiminin ne neoliberal reçeteyi uygulama ne de alternatif bir paradigma geliştirme kapasitesi var.

Derinleşen çelişki...
Bu “portre”, uluslararası piyasalarda risk algısının düşük, kredilerin göreli olarak ucuz ve bol olduğu, AKP liderliğine ilişkin kaygıların daha yeni belirmeye başladığı bir dönemde şekillenmişti. Şimdi, faizlerin yukarı doğru hareketlenmesi, kredi maliyetlerinin artması bekleniyor. Uluslararası piyasalarda gelişmekte olan piyasalara yönelik risk algısı değişiyor, risk hesaplarında siyasetin payı artıyor.
Bu ortamda, “madendeki kanarya” durumunun oluşmasının arkasındaysa, Türkiye kapitalizminin orta ve uzun dönemli gereksinimleriyle, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın kısa döneme saplanmış siyasi ihtirası arasında, giderek keskinleşen çelişkinin dikkat çekmeye başlamış olması var.
AKP liderliği, genel ve yerel seçimlere doğru giderken, ne pahasına olursa olsun kısa dönemde, ekonominin dinamizmini korumak, kredi hacminin daralmasını önlemek için TL’nin aşınmasına karşı faizleri yükseltmek yerine rezervlerini kullanarak direnmeye çalışıyor; enflasyonun iki haneli rakamlara ulaşmasına aldırmaz görünüyor.
Kısacası, AKP liderliğindeki siyasal İslam, kısa dönemde ülkenin gündemindeki seçimleri, yükselmekte olan muhalefet karşısında, büyük tepki çekecek aşırı hilelere gerek kalmadan kazanabilmek için, orta ve uzun dönemde Türkiye kapitalizminin üzerine büyük mali riskler yüklemekten çekinmiyor. AKP liderliğinin bu yaklaşımı, uluslararası yatırımcıların dikkatinden kaçmıyor; ABD ve Avrupa ülkeleriyle, hatta NATO ile diplomatik sorunları, Rıza Sarraf davasından çıkması olası sonuçları da ekleyince bu “kanarya yakında zehirlenir” diye düşünmeden edemiyorlar.


Ergin Yıldızoğlu/ CUMHURİYET

Bir zamanlar futbol vardı-Nilgün Cerrahoğlu

İtalyan futbolunun krizini, bundan birkaç yıl önce bir maç esnasında Roma’nın büyük olimpiyat stadyumunun önünden bir taksiyle geçerken fark ettim.
“Nasıl ya” dedim şoföre; “Yollar bomboş. Eskiden stadyumun önü adam almazdı. Seyyar satıcılar, arabalar, bayraklar vs… Şimdi terk edilmiş bir görünümü var. Ne oluyor?”
Adam bana aydan gelmişim gibi baktı ve “Yeni mi fark ediyorsunuz” dedi:
“2010’lardan bu yana futbol artık bizde boş stadyumlarda oynanıyor. En son stadyumda ben ne zaman futbol izlediğimi hatırlamıyorum. Statlar çok eski ve altyapısız, biletler oysa çok pahalı. İki çocuklu bir ailenin stadyumda futbol izlemesi bir lüks. Hele de kriz ortamında. Statlardaki şiddeti ve radikal İslam terörü korkusunu bunlara ekleyin. Herkes maçları artık evde büyük ekran TV’lerden ya da tabletten izliyor.”
Bu sözler futbolla hiç arası olmayan beni dahi hüzünlendirdi. Düşündüm de… Değil stadyum, pub’larda bir arada futbol izleyen kalabalıklar bile tenhalaşmıştı. Eskiden İtalyan sokaklarında önemli maç zamanlarında kahvelerden yükselen “Goool!” çığlıkları eksik olmazdı.
“Stadyum futbolu”yla beraber bu toplu ritüelin de nicedir eski canlılığını, coşkusunu, keyfini kısaca folklorunu yitirdiğini düşündüm. “Kahve futbolu” bile vazgeçilmez sosyalliğini kaybetmişti. 

Savaş yenilgisi gibi
Pazartesi gecesi 0-0 sonuçlanan İsveç karşılaşmasında İtalya’nın Dünya Kupası macerası sona erince, “sokak” düzeyinde nicedir hissedilen bu değişimi düşündüm.
Geçmişten bugüne 20 Dünya Kupası’nda 4 şampiyonluk alan, olmadı… ya yarıfinale, çeyrek finale kalan ya da 2’nciliklere, 3’üncülüklere yükselen bir “futbol gücü”, Dünya Kupası’nın eşiğine dahi yanaşamadan elenmişti.

Bu ezikliği geçmişinde sadece 1958’de yaşayan ülke bu nedenle hâlâ şokta.
“Hezimet”, “Ulusal utanç”, “Hoşça kal Dünya Kupası: Gök mavililer için kıyamet” başlıkları ile çıkan siyasi gazeteler bile yenilgiye 5-6-7 sayfalık yer ayırıyor. “Milli takım”ın 40 yaşındaki duayen kalecisi Buffon’un sel gibi gözyaşlarına, tüm gazeteler 1. sayfada yer veriyor.
İtalyan medyasındaki yaygın yorumlara göre, yenilgi sırf futbolun yenilgisinden ibaret değil. İtalya’nın özgüven ve inancını yitirdiği vurgulanıyor ve ilişkiler ağından oluşan bir sistemin çöküşünden bahsediliyor. “La Stampa” bu bağlamda Winston Churchill’in tarihe geçen bir cümlesini aktarıyor:
“İtalyanlar savaşları maç gibi kaybederler. Maçları da savaş gibi…”
Çizme’nin bu yenilgisi de gerçekten maç değil bir savaş yenilgisini andırıyor.
Yenilginin başlıca nedeni olarak, futbolun ülkede zaman içinde aşırı derecede sanayileşmesi ve ticarileşmesi gösteriliyor.
Paolo Rossi, Totti, Del Piero, Pirlo gibi yıldız futbolcuların hiçbiri yok artık. Zira genç İtalyan futbolcuları artık yetişmiyor. Kulüpler, İtalyan gençlere yatırım yapmak yerine, Güney Amerika ve Afrika’dan ucuz yetenek kapatmayı yeğliyorlar… 

Yeni milat arayışı
Eskiden sokakta tutkuyla gece gündüz top koşturarak futbola çekirdekten başlayan çocuklar, bugün bu spora yüklü meblağlar karşılığında emekli futbolcuların işlettiği kurslarla adım atıyor. Para tuzağından ibaret olan bu kurslar ise yaratıcılığı öldürüyor.
“Milli Takım” ayrıca İtalyan futbolunun önceliği olmaktan çoktan çıkmış durumda. Juventus ve yakın dönemde Çinlilerin satın aldığı Milan, Inter gibi kulüplerin öncelikleri milli takım antremanlarının önüne geçiyor. Kulüpler öncelikli olarak kendi markalarını “pazarlamaya” ve televizyonla servetlerine servet katmaya bakıyorlar.
Dünya Kupası dışında kalmak, İtalya’da bir dönemin sonu.
Sırf bir oyunun değil, bir ülkenin ufkunu, önceliklerini yitirmesi ve kimlik kaybı olarak yaşanan hezimet “top yuvarlaktır” safsatasıyla bu sebeple geçiştirilemiyor...
35 yaşındaki genç spor bakanı Luca Lotti bu yüzden “Futbolda her şeyi sıfırdan baştan sona elden geçirmeliyiz” diyerek moral vermeye çalışıyor. Ama belki de artık çok geç.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET