17 Ocak 2018 Çarşamba

Afrin’in gösterdiği acıklı hal - CEYDA KARAN

Suriye’de savaş çıkarıp ‘İhvan projesi’ devşireceğini düşünenlerin tasarımlarının hiçbirisi tutmadı. ABD’nin Ortadoğu’da nüfuzundaki azalma en bariz örnek. Son tahlilde ABD küresel bir güç ve kayıplarını tersine çevirme kapasitesi baki. Türkiye’nin durumu ise giderek içler acısı hal almakta.

 Eli kulağındaki Afrin operasyonu son örnek. Ankara, Afrin için yaratılmasına bizzat ön ayak olduğu ulusal güvenlik tehdidinden hareket ediyor. En başta düşündüğü operasyonun yeri de zamanlaması da düşündürücü.

***

Ankara, Afrin operasyonuna girişeceğini, ABD’nin SDG üzerinden 30 bin kişilik ‘Sınır Koruma Gücü’ kurma kararı üzerine açıkladı. Oysa Washington epeydir göstere göstere asli unsuru YPG/PKK olan SDG’yi silahlandırıyor. Şimdi bu sınır gücü, YPG üzerinden kuzeydoğuda Türkiye sınırında yaklaşık 500 km’lik alanda; kısa süre önceye dek IŞİD’le aynı yatağa girmiş Arap aşiretler üzerinden de Irak sınırında tesis edilecek. 
Sorun şu ki Afrin buralarda değil. ABD’nin değil, kuzeybatıda Rusya’nın operasyon alanında. Afrin’in YPG/ PKK’nin militan devşirdiği yer olduğu ise kâfi yanıt değil. Üstelik İncirlik’in Amerikan uçaklarına açık tutulması da tutarsız. 
İkincisi zamanlama... Afrin operasyonu tam da Rusya ile Suriye ordusunun İdlib’deki ‘el Kaideistan’a operasyona başlamasıyla gündeme geldi. 27 Aralık’ta Rusya IŞİD sonrası hedefini ‘El Kaidenin Suriye kolu Heyet Tahrir Şam’ı (Nusra) yok etmek’ olarak koydu. Türkiye Astana garantörü olarak İdlib’deki çatışmasızlık bölgesinin ‘temizlenmesi’ misyonunda başarı kaydetmemişken, toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarını tanıdığı Suriye’nin ordusunun Rusya desteğinde hızlı ilerlemesinden rahatsız oldu. 
İronik olanı İdlib operasyonunun Ankara’da iki reflekse yol açması. İlki Esad’ın yine ‘terörist’ ilan edilmesi. İkincisi ise ABD’ye yine ‘bölgede aslında sizinle iş tutmak istiyoruz’ mesajıydı. ABD dikkate almadı. Tıpkı yıllardır ‘Rakkada sizinle çalışmak istiyoruz’ mesajlarını almadığı gibi.
***

Yani ortada bir trajedi var. Rusya ve ABD’nin Afrin ile ilgili soğukkanlı yaklaşımlarıyla iyice göze batıyor. 
Bu yazı yazılırken ABD’nin IŞİD ile mücadele temsilcisi Albay Dillon’un “Afrinbizim operasyon alanımızda değil” tepkisi yansıtıldı. Bu ‘Afrin’den bize ne’ demek. 
Türkiye, Rusya’dan yeşil ışık almadan Afrin’e giremez. Dolayısıyla operasyon başlarsa bu Moskova’nın YPG’nin ABD ile iş tutması karşısında ders verme ve Kürtleri Şam ile uzlaştırma hamlesine yorulabilir. Ama o zaman operasyonu sınırlı tutulmasının tercih edileceği açık. Zira Moskova’nın derdi Soçi’de kurulacak Ulusal Diyalog Kongresi.

***

ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği tutmadı ama Suriye’ye Kürtlerle ele geçirilen zengin tarım arazileri ve petrol yatakları üzerinden gevşek siyasi yapı hedefiyle tutundu. Suriye’nin kuzeydoğusundaki alanda uzun vadede ‘sıkışmışlık’ içinde. Rusya ile hem alan paylaşımı, hem Rus üslerine son saldırılarda görülen türden ve Washington’da cihatçı temsilcilerini ağırlamak gibi oyun bozucu hamle yapabiliyor. 
Rusya askeri başarısını siyasete tedavül peşinde. İdlib’de üslerinin dibinde el Kaideistan’ın sökülmesi vazgeçilmez hedefi. Bunu Batı medyasının ‘Halep tipi insani temalı’ saldırılarına yer bırakmadan Türkiye üzerinden çözümünü tercih ediyor. TSK’nin vekil güçlerle Afrin’e dalması Suriye ordusunun İdlib’de ilerlemesine katkı bile yapabilir. Şam şu aşamada ABD’yi daha tehlikeli bulurken, sabırlı davrandığı YPG’ye destek sunabilecek esneklikte.
***

Ankara, Rusya ile ABD’nin bilek güreşinde kendine hep alan açabildi. Ama stratejik hedefleri mütemadiyen çiğnendi. ABD ile bırakın Rakka’ya gitmeyi, güneyinde Lübnan büyüklüğünde YPG alanı buldu. Fırat Kalkanı ancak bu alanın Rusya ve Şam’ın işine gelecek şekilde denize çıkışını tutabildi. Neyi ne kadar tutabileceği meçhul. 
Sorun şu ki, bizim memleket için ‘tuzak’ gördüğümüz yerde diplomatik zekâdan yoksun birileri fırsat görüyor. Çünkü süreklileşmiş savaş üzerinden yapılabilen en iyi şey, iç siyasette güç konsolidasyonu.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Devlet binalara sığamıyor - ÇİĞDEM TOKER

Maliye, aralık ayı bütçe rakamlarını duyurdu. Böylece ocak-aralık dönemini içeren 2017 yılının tamamına ilişkin bütçe gerçekleşmeleri de değerlendirilebilir hale geldi. 
Yıl içinde Kamu İhale Kanunu’nun 21/b, yani davet yöntemli ihaleleri dolayısıyla sık sık gündeme taşıdığımız müteahhitlik harcamalarına bakalım. 

2017 yılının tamamında bütçeden müteahhitlere 38 milyar 180 milyon TL aktarıldı. (Bu tutar, 2016 yılında 33 milyar 687 milyon TL’ydi. ) 

Bir yıl öncesine göre yüzde 13.5 oranında bir artış bir yıl öncesine göre 4.5 milyar TL artmış. Bu kalem bütçede değişik alt başlıklarda listeleniyor. 
Kamunun müteahhitlik harcamasında ilk sırayı düzenli olarak “diğer giderler”alıyor. En yüksek tutarı bu başlık oluşturmasına karşın bu “diğer”in hangi işlere harcandığına dair bir açıklık yok. 

Yol yapım giderleri bile ikinci sırada geliyor. 
Geçen yıl, bütçeden yol projeleri için 15.1 milyar TL çıktı. Bu tutar 2016 yılında 13.3 milyar TL olduğunu dikkate alırsak, müteahhit şirketlere aktarılan kaynak 1.8 milyar TL arttı. Bu tutarın büyük kısmının davetli ihaleler yoluyla seçilmiş müteahhitlere ilişkin olduğu muhtemeldir.

Binalara sığamamak 
Müteahhitlik harcamalarında yol yapımından sonra ikinci sırayı hizmetbinaları alıyor. Ve bu kaleme yapılan harcamalar dikkat çekici biçimde son üç yıldır birbirine yakın bir tutarda gerçekleşiyor. Geçen yıl kamunun hizmet verdiği her türlü bina için müteahhitlere 9 milyar 170 milyon TL aktarıldı. Bu tutar, sırasıyla 2016’da 9 milyar 158, 2015’te de 9 milyar 225 milyon TL’ydi. Böylece son üç yılda hizmet binaları için müteahhitlerebütçeden aktarılan kaynak da 27.5 milyar TL’yi geçti.

Özel güvenlik 2 milyara koşuyor 
Hizmet binaları yapılması için son üç yılda aktarılan kaynak 9.2 milyar TL dedik. Doğal olarak bu binaların temizlik ve özel güvenlik işleri oluyor!.. 
Daha önce AKP iktidarının taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi konusundaki yaklaşımıyla bağlantı kurduğumuz hizmet alımlarında, binalara paralel olarak büyük artış var. 
2016’da 2.7 milyar TL olan temizlik hizmeti alım giderleri 600 milyon TL artmış. 
Yani kamu binalarının temizliğini yapan müteahhit şirketlere bir yılda 3.3 milyar TL ödendiğinden söz ediyoruz. 
İlk kez 2009 yılında başlayan özel güvenlik hizmet alımındaki yıllık artış trendi sürüyor. Başlangıç yılında bütçeden aktarılan kaynak 169.5 milyon TL’ydi. Bu tutar 2017 bütçesinde 1.9 milyar TL’ye yükseldi. Özel güvenlik hizmetleri için, bütçeden 2015’te 1.1 milyar, 2016’da 1.5 milyar TL aktarılmıştı. Böylece devletin, şiddet tekelini, kaynak transferi yoluyla paylaştığı özel güvenlik sektörüne, son üç yılda aktarılan ödenek de 4.5 milyar TL’ye ulaşmış oldu. 
Bu alımın başladığı 2009 yılından itibaren yapılan toplam aktarım ise yaklaşık 7.4 milyar TL’ye ulaştı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Dünyanın ilk büyük portre fotoğrafçısı’ - METİN CELAL

Jules Verne’in Aya Seyahati’nin kahramanı Michel Ardan’ın adı Fransız fotoğrafçı Nadar’dan esinlenilmiş. Nadar’la Jules Verne’in birlikte balon yolculuğu yaptığı da biliniyor. Aslı adı Gaspard-Félix Tournachon olan Nadar karikatürist, roman yazarı, gazeteci ve baloncu olarak biliniyor ama esas ünü ve kalıcı eserleri fotoğrafta vermiş. 

1820’de doğan Nadar çok meraklı, maceracı, kâşif ruhlu biri. İlk fotoğraflarını 1853 yılında çekmiş. 1858’de havadan fotoğraf çeken ilk insan olmuş. Yeraltı fotoğrafçılığının da öncüsü. Fotoğrafçılıkta ışık tekniklerini ilk deneyen de Nadar. 
1874’te, fotoğraf stüdyosunu kurmuş. Portre fotoğrafları çekmeye başlamış. Çağının tanınmış bütün isimleri stüdyosunda ona poz vermiş. Claude Monet, Charles Baudelaire, Sarah Bernhardt, George Sand, Gérard de Nerval,Louis Pasteur, Théophile Gautier, Jules Verne, Franz Liszt, Peter Kropotkin, Alexandre Dumas Père, Gustave Doré, Gustave Courbet...Victor Hugo’nun ölüm döşeğinde çekilmiş unutulmaz fotoğrafını çeken de Nadar. 

40 fotoğraftan oluşan “Nadar’ın Büyük Portreleri” sergisi 15 Kasım 2017 - 15 Ocak 2018 tarihleri arasında İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde sergilendikten sonra 24 Ocak’tan itibaren Cer Modern’de Ankaralı sanatseverlerle buluşacak. Sergi, Paris’teki Jeu de Paume tarafından, Mimari ve Miras Medyateği, Kültür ve İletişim Bakanlığı işbirliği ve Türkiye Fransız Kültür Merkezi desteğiyle gerçekleştiriliyor. Sergi küratörü Engin Özendes

Nadar çok değişik merakları ve işleri olan biri. Fotoğrafçılık mesleğine başlamadan önce genç yaşta tıp eğitiminin masraflarını karşılamak için gazetelerde çalışmaya başlamış, tiyatro eleştirileri yazmış. Tıp eğitiminden vazgeçip yazar olmuş, tefrika romanlar yazmış, editörlük yapmış. Kendine has mizah anlayışı ile yüzlerce karikatür çizmiş. Büyük gazetelerde yayımlanan politik karikatürleriyle ünlenmiş. 
Fotoğrafla ilgisi de “Le Pantehon Nadar” (Nadar Tapınağı) adlı albümü hazırlarken başlamış. Amacı Paris’in önde gelen 1000 aydınını dört taş baskı resimle tasvir etmekmiş. 250 yazar ve gazetecinin resmedildiği ilk levha yayımlandıktan sonra büyük ün kazanmış (bkz. “Fotoğraf Sanatının İlk Yıldız İsmi”, Serdar Darendeliler, İstanbul Art News, Aralık 2017). 

İlk levhayı hazırlarken tanıştığı yeni icat fotoğraf onu projesinden vazgeçirmiş ve ünlülerin portrelerini fotoğrafla kaydetmeye karar vermiş. Yaptığı her işe ciddiyetle sarıldığı, en iyisini yapmaya çalıştığı belirtiliyor. Fotoğrafa merak sarınca da hem teknik hem de estetik olarak araştırmalara giriştiği, farklılaşmaya çalıştığı biliniyor.
“Dünyanın ilk büyük portre fotoğrafçısı” unvanını kazandıran ve birçoğunu anımsadığımız portre çalışmalarında Nadar’ın “içten bir benzerlik arayışında” olduğunu belirtiyor Pierre Bonhomme sergi salonunda dağıtılan yazısında. Fotoğraf makinesini kullanımındaki ustalık ve psikolojik algılama becerisi sayesinde de amacına ulaştığını ekliyor Bonhomme.

Kendi alanlarının en büyük adları olmuş bu portrelerin sahiplerini biz hep bu fotoğraflardaki halleriyle anımsıyoruz. 1800’lerden günümüze gelen önemli belgeler bu fotoğraflar aynı zamanda. Sanat ve belge buluşuyor ve fotoğraf esas amacına ulaşıyor. 
Kuratör Engin Özendes iyi bir seçme yapmış. Yeterli sayıda fotoğrafla etkileyici bir sergi çıkmış ortaya. Serginin tek eksiği basılı belge eksikliği ve geriye bir şey kalmayacak olması. Pierre Bonhomme sözünü ettiğim bir dosya kâğıdına basılmış yazısından başka basılı malzeme yok. Oysa sergiyi gezdikten sonra bu fotoğrafları edinmek, tekrar tekrar bakmak istiyor insan. Küçük bir kitapçık basılabilirdi ya da Nadar’ın 80 yaşındayken gerçekleştirdiği retrospektifi için yayımlattığı “Ben Fotoğrafçıyken” kitabının son baskısı satışa sunulabilirdi. 

“Nadar’ın Büyük Portreleri” sergisi Cer Modern’de 21 Şubat’a kadar sürecek.

Metin Celal / CUMHURİYET

Sıtkı, Dilek ve bizim büyük çaresizliğimiz - FATİH YAŞLI

İnşaat işçisi Sıtkı Aydın, bundan beş yıl önce, çalıştığı Sinpaş Altınoran inşaatının 3. katından düştü. Firma, beyin travması geçiren ve yedi kaburgası kırılan Aydın’ı kendi deyimiyle “köpek ölüsü gibi kapıya bırakıp çekip gitti” ve 300 lira dışında tek kuruş ödeme yapmadı. Aydın Sinpaş’a dava açtı ve avukat masraflarını karşılamak için iki kere kredi çekti, beş yıldır devam eden davada herhangi bir gelişme sağlanamadığı için ise kredileri geri ödeyemedi.

Derdini anlatmak için Saray’a iki kere faks çekti, herhangi bir geri dönüş olmadı. Kadir Topbaş’la bir gün Gebze’de karşılaştı ve ona derdini anlattı, Topbaş “halledeceğiz” dedi ama bir sonuç çıkmadı. Aydın bunalıma girdi, olanca çaresizliğiyle elinde bir su şişesine doldurduğu benzinle Meclis’in önüne gitti ve kendini tutuşturdu.

Trakya Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü öğrencisi Dilek Özçelik, lenf kanseriyle mücadele ederken, 15 Nisan 2013’te Edirne’de ilacının temini için dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanından yardım istedi. Bakan ise Dilek’i dilenci sanarak ona para vermeye ve başından savmaya çalıştı. Dilek’in o gün Bakana verdiği yanıt upuzun bir çığlık ve kısacık bir insanlık dersiydi: 
“Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda.”


2013 aslında Bakan Erdoğan Bayraktar için de bir “kader yılı”ydı. 17-25 Aralık Operasyonu sonrası istifa etmek zorunda kaldı. Ancak daha da önemli olan canlı yayında söylediği şu sözlerdi: “Rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı.”
Sonrasında Bakan bu sözleri hiç sarf etmemiş gibi yaptı ve kaybolup gitti, ta ki birkaç gün öncesinde Trabzon’a yaptıracağı cami haberiyle gündem olana kadar. 

Evet, Dilek’in öldüğü günlerde Bayraktar, gazetelere düşen “30 milyon liraya cami yaptıracak” haberlerini yalanlıyor ve caminin maliyetinin 65 milyon lira olduğunu övünerek anlatıyordu. Elbette ki yine kimse “bir Bakan bu parayı nereden buluyor” diye sormayacak, elbette ki yine kimse “bu camide namaz kılınır mı” diye düşünmeyecekti.
Sadece 2016 yılında, tam 2006 iş cinayeti gerçekleşti, tam 2006 işçi, çalışırken yaşamını yitirdi. Bu ölümlerden 453’ü inşaat sektöründe gerçekleşti, tüm ölümlerin % 23’üne tekabül eden bu sayı, iktidarın ekonomideki lokomotifi inşaatı ölümlerin şampiyonu yapıyor ve aslında betonlar binaların temeline değil, işçilerin mezarına dökülüyordu. Bu yüzden işçi Sıtkı Aydın’ın yaşadıkları tam da “anlatılan senin hikâyendir” dedirten cinstendi, çünkü Aydın’ın yaşadıkları memleketin özeti gibiydi.

Sağlığa gelince… Bunu en iyi artık yoksullar biliyor. “Katkı payı” diye başlayan uygulamalara, röntgenden, ultrasondan, MR çekiminden, tahlilden istenen paralar eklendikçe kamu hastaneleri ile özel hastaneler arasındaki makas daralıyor, sağlık bütünüyle piyasanın insafına terk ediliyor, “paran kadar sağlık” temel ilke haline geliyor.
Peki millet aç ve yoksulken, millet inşaatlarda ve hastane kapılarında ölürken, yerli ve milli olma iddiasındakiler, kendilerine “milletin adamı” diyenler ne yapıyor? Saraylarda oturuyor, filolarına yeni gemiler, şirketlerine yeni şirketler, paralarına yeni paralar ekliyor, kaynağı meçhul paralarla cami yaptırıp kefaret ödemeye çalışıyorlar, tüm bunları yaparken de bunca açlığın, yoksulluğun, sefaletin üzerine dini ve milliyetçiliği örtüyorlar. Minarelerin ve bayrak direklerinin yükselişi ülkenin çöküşünü gizlemeye yarıyor, hamaset büyüdükçe uçurum derinleşiyor. Onlar “millet”ten olurken, milyonlarca insan sırf onlar gibi düşünmüyor diye, sırf kitap okuyor, tiyatroya, sinemaya gidiyor, medeni bir ülke, hukukla yönetilen bir ülke, bilimle yönetilen bir ülke, eşit ve adil bir ülke istiyor diye “elit” oluyorlar.

“Bizim büyük çaresizliğimiz” evet en çok da bu sahte ayrımdan, işçinin, emekçinin, yoksulun kendilerini sömürenleri “milletin adamı”, bu sömürüye hayır diyenleri ise “tuzu kuru elitler” olarak görmesinden kaynaklanıyor. 
Bu sahte ayrımın deşifre edilmesi, anlatılması, ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu ise daha fazla “sınıf” demekten, sömürüden ve sömürü düzeninden daha fazla bahsetmekten, siyaseti emeğiyle geçinen insanların lehine ve onlarla birlikte yapmaktan geçiyor. Sıtkı Aydın’ın, Dilek Özçelik’in ve bizim çaresizliğimizi yenmemizin başka bir yolu bulunmuyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

16 Ocak 2018 Salı

Çağ yangını - ORHAN GÖKDEMİR

AKP iktidarını çatlatan 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunun önde gelen kahramanlarından Erdoğan Bayraktar memleketi Trabzon’da devasa bir cami yaptırıyor. Kariyerine baktım, inşaat kokuyor. Kooperatifçilikle başlamış, oradan TOKİ’ye zıplamış. Dağa taşa yeterince zarar verdiğinden olacak Çevre ve Şehircilik Bakanlığına terfi ettirilmiş. Bugünkü çevresizliğimizde ve şehirsizliğimizde katkıları büyük.

Büyüklük hastalığı var zaten. İnşaatın büyüğünü makbul sayan bir siyasi geleneğin ahfadı. 20 bin kişilik olacakmış cami… Şöyle anlatayım oransızlığı: Şehrin ilçelerinden Araklı 47 bin, Arsin 27 bin, Beşikdüzü 21 bin, Çarşıbaşı 15 bin, Çaykara 12 bin, Düzköy 14 bin, Maçka 23 bin, Merkez ilçe 23 bin, Sürmene 25 bin nüfusa sahip. Yani irice Araklı’nın yarısı aynı anda namaz kılacak inşaat bitince. Çaykara ilçesi eksiksiz cem olsa yarısını anca dolduracak. Gören de sanır ki Trabzon’da namaz kılma krizi var, millet cami kuyruğunda. Allah zeval vermesin Erdoğan Bayraktar “açılın ben inşaatçıyım” nidalarıyla imdada yetişiyor.

Cami deyip geçmeyin. Yukarıda bir kubbe aşağıda üç beş halı değil mesele. AKP döneminde lüks inşaat gelenek oldu. Açık ve kapalı otopark olacak camide. Piknik ve spor alanları, kaykay pisti, trafik eğitim parkuru, go-kart pisti, çocuk oyun alanları, zemin satranç alanı, alışveriş alanı, süs havuzları, saat kulesi, çay bahçeleri, restoran ve kafeterya da lazım. Müzesiz olur mu? Dediklerine göre Erdoğan Bey'in camisinde “1461 Şehitleri Müzesi” de yer alacak. 1461’de şehit verildiği tartışmalı ama ne gam. Yani aslında bir AVM yapıyor büyüğümüz. Neden doğrudan AVM’de tapınmıyorlar muamma!
Bu büyüklükteki bir inşaatın maliyetinin 30 milyon lira olacağı söylenmişti daha önce. Erdoğan Bey çıktı, düzeltti; 65 milyon liraya mâl olacakmış. Sudan ucuz. Suyun kaynağı ne diye soramıyor tabii kimse. Ülkede para ve beton gani, bir tek mimaride ve sanatta eksiği var müminlerin. Sinan Genim örnek, birkaç mimar iltihak etti AKP’ye gerçi, onların da işleri başlarından aşkın. Kolayı var ama. Kopyala gitsin. Zaten Erdoğan Bayraktar Camisi de Tac Mahal’e benzeyecekmiş.

                                                                  ***

Babürlü hükümdarı Şah Cihan, Erdoğan Bayraktar’a ilham veren Tac Mahal’i genç yaşta ölen karısı Mümtaz Mahal için yaptırmış. O da mimar bulmakta sıkıntı çekmiş Erdoğan Bayraktar gibi. O zamanlar kopyalamak ayıp. Söylentilere göre Şah Cihan İstanbul’dan Mimar Sinan’ın talebelerini davet etmiş Hindistan’a. 20 yıl sürmüş inşaat, 20 bin işçi çalışmış. Sonunda bir camiden çok bir “aşk” anıtı ortaya çıkmış. E adam şah, aşk meşk de bir yere kadar. Gaddarlığı tutmuş inşaat sürerken. Söylenti o ki bu eserin bir benzeri yapılmasın diye yapı tamamlanınca inşaatta çalışan işçilerin kollarını kestirmiş.
Hindistan’dan döndük Trabzon’a. 17-25 Aralık fırtınasına oğluyla birlikte yakalanınca, “Ne yaptıysam Başbakan Tayyip Erdoğan’ın emriyle yaptım” deyip istifa eden, kısa bir süre sonra, “Bu ifademden dolayı liderimden ve dava arkadaşlarımdan özür diliyorum. Sayın başbakanımız 40 yıldır benim davamın lideridir” diyerek çark eden adam Tac Mahal’in çakmasını yaptırıyor şehrine. “Tamam da birader sen Şah Cihan mısın?” diyen yok. İşsizlikten, aşsızlıktan kıvranan bir şehirde oluyor bütün bu tuhaf işler. 20 bin kişiye iş bulmuyor mesela, 20 bin kişilik cami yaptırıyor. Düzenin temel formülüdür bu. Böyledir, günahlar arttıkça, düzen çürüdükçe mabetler büyür.

                                                                ***

Öğrenciliği sırasında yakalandığı kanserle boğuşuyordu Dilek Özçelik. Birkaç yıl önce dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ı Edirne gezisi sırasında görmüş, karaborsaya düşen kanser ilaçlarının temini için yardım istemişti. Bayraktar soruna çözüm bulmak yerine bir miktar parayı Dilek’in cebine koyup başından savmaya kalkışınca tepkisi çok sert olmuştu. "Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda" demişti yüzüne karşı. Geçen hafta çakma camisi konuşulurken Dilek’in ölüm haberi geldi.
Böylesine harlı bir yangına rağmen zifiri bir karanlık hüküm sürüyor, çok acı günlerden geçiyor ülke. Dilek hayata tutunmaya çalışırken Sıdkı Ayan adında bir başka yurttaş Meclis önünde geçim sıkıntısı nedeniyle kendisini ateşe verdi. Şans eseri ağır yanıklarla kurtuldu. Sordular, “Meclis önünde sesimi duyurmaya çalıştım. Benzini aldım, kendimi yakmak değildi amacım” dedi. Kim kendini yakmayı amaçlar ki zaten. Yoksulluğun gözü kör olsun…

Çakma Tac Mahal gibi albenili değil, basında kendine yer bulamıyor bu haberler. Şükür muhalefet partilerimiz var. Birinin lideri Meclis gündemine de getirdi konuyu. Şöyle dedi: “Dün TBMM'de bir kişi üzerine gaz yağı döktü ve ateşe verdi. Niye? Geçinemiyorum diye. Bir gencecik vatandaşımız üzerine akaryakıtı döküyor kibriti vuruyor. Gazetelerin birinci sayfasında bile yer almadı. O işçi kardeşime söyleyeyim Meclis'e niye geldin? Git Saray'ın önünde yak.”

Saraya nasıl ulaşsın da önünde kendini yaksın? Yenikapı Mutabakatına dâhil değil ki Sıdkı! Muhtar bile değil. Sıradan, yoksul, aç açık bir emekçi. “Müslüman mısın?” diye sormadılar bile yandıktan sonra, konuşmasın diye kapısına polis diktiler. Eyyy emekçiler, düzenin size sunduğu seçenek belli. Hiç çıkmayın evinizden, orada yakın kendinizi…
Sıdkı yandı. O kadar şaşkın ki, uygun yer bile seçemedi kendini ateşe vermek için. İktidar kızgın, muhalefet şaşkın. Dilek'in ağlamaklı sesi yankılanıyor her yanımızda. Efendiler, görüyorum çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda…

                                                                  ***

Ölen öldü yanan yandı ama Erdoğan Bey turp gibi, maşallahı var. Kader mi diyelim şimdi?
Bunları araştırırken soL’da Akif Akalın’ın “Kolesterolü düşürünce sorunlar bitiyor mu?” başlıklı yazısı geldi aklıma. Akalın’ın dediklerini özetleyeyim: Kapitalist ülkelerde tıp eğitimi almış hekimler, hastalarına kalp ve damar hastalıklarına karşı korunmaları için tansiyonlarına ve kolesterollerine dikkat etmelerini, sigarayı bırakmalarını söyler. Fakat bunlar o hastaları o hastalıklardan korumaz. Neden? Çünkü o hastalıkları belirleyen faktörler arasında eğitim düzeyi de vardır mesela. Yani kolesterol ilacı almanız yeterli değil, bir diplomanız da olmalı. Varsayalım eğitim sorunu da bir şekilde çözülmüş olsun. Üniversite diploması ile iş bulabilmelisiniz. Araştırmalara göre, eğer iş bulamazsanız, kalp hastalıklarından “ölme riskiniz” iş bulabilmiş olanlara nazaran “yüzde 63” daha yüksek. Özetle, hastaya ilaç verip göndermek çözüm değil, sosyal destek de lazım.
Kim verecek hastaya sosyal desteği, hekim mi? Hem evet, hem hayır. Akalın, bir zamanlar Sağlık Bakanlığı’nın adının “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” olduğunu hatırlatıyor. Demek ki “sosyal yardım”ın sağlık sisteminin zorunlu bir parçası olması gerek. Peki, bakanlığın adından “sosyal yardım”ı kim çıkardı? Akalın’ın sorusu…
Bakın, araştırın, o bakanlığın adından sosyal yardımı kim çıkardıysa Dilek’in katili o. Kim asgari ücreti 1600 lira olarak belirledi ve bunu da bir lütuf olarak sunduysa Sıdkı’yı yakan o. Sabah akşam sigarayı bırakın, içki içmeyin kampanyası yapıp, işsizliğe değinmeyen toplum düşmanları, halk düşmanları Dilek’i öldürenler, Sıdkı’yı yakanlar. Bu alçaklığı saklamanın tek yolu daha büyük daha büyük camiler yapmak, utanmaz piyasa düzeninin insanlara ettiğini kader diye yutturmak.

                                                                  ***

Dilek öldü, Sıdkı yandı. İkisinin de cehennemi bu ülke. O sırada 20 bin kişilik cami yükseliyor Trabzon’da Karadeniz’e karşı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizliğin anıtı gibi. Ülkenin her yanında hep bu görüntü. Günahlar büyüdükçe ibadethaneler büyüyor evet. Ahlak azaldıkça din çoğalıyor. Eşitsizliğin, açlığın, yoksunluğun ve yoksulluğun hüküm sürdüğü sefil mahallelerde Ortaçağ kaçkını tarikatlar cirit atıyor, camiye davet ediyor cehennemde yananları.

İlçe büyüklüğünde ibadethane neye yarayacak peki? Aptal avuntusuna... O kadar suç işlediler ki, iç huzurları sadece tanrıyı kandırabilme ihtimallerine bağlı. Akılları sıra, huzura vardıklarında, “çaldık, yağmaladık, hak yedik, adam kayırdık, çoluk çocuğu sapıklara teslim ettik ama bak senin için büyük mabet yaptık diyecekler” ve cennete gidecekler.

Peki ya siz, cehennemdekiler, çaresizliği yeterince tatmadınız mı hâlâ? 
Çakma Tac Mahal avlusundaki go-kart pistinde “la havle” çekerek daha ne kadar bu yüzsüzlüğü izleyeceksiniz? 
Neyiniz var zenginin tanrısına sunacak? 
Birbirinize tutunmaktan başka çıkar yol mu kaldı sanıyorsunuz?

Erdoğan Bayraktar 20 bin kişilik cami yaptırıyor memleketine. Bakmayın öyle, su sizindir, deniz sizsiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

Dünya Bankası’nda Şili skandalı - HAYRİ KOZANOĞLU

Hatırlayanlar vardır, Dünya Bankası baş ekonomisti Joseph Stiglitz, 90’ların sonunda IMF’ye sert eleştirileriyle gündeme gelmişti. Fon’un ülkelerin ekonomik ve sosyal koşullarını göz önüne almadan, adeta kurabiye kalıbı gibi bir örnek reçeteleri dağıttığını öne sürünce, hemencecik görevine son verilmişti.

O günden sonra baş ekonomistlik mevkiine, “kokmaz, bulaşmaz”, teknisyen yönü ağır basan isimlerin getirilmesi için özel bir gayret sarf edildi. “Düşük profilli” figürlerin ardından, 2016’da “içsel büyüme teorisiyle” tanınan Paul Romer baş ekonomistlik koltuğuna oturdu. Romer’in temel tezi, teknolojik atılımların dışsal bir olgu olmayıp, kurumsallaşma ve Ar-Ge’ye önem verilmesiyle dinamizm kazanan “içsel” bir nitelik taşıdığıydı.

Paul Romer iş başında
Romer göreve atanmasının üzerinden fazla geçmeden, “huysuz kişiliğiyle” varlığını hissettirmeye başladı. Önce, Dünya Bankası’nca hazırlanan raporlarda ekonomistlerin, “soyut, toplumsal yaşamdan kopuk, çok teknik ve anlaşılmaz bir dil kullandıkları” eleştirisini gündeme getirdi.


“İkinci perde” ise geçen hafta açıldı. 12 Ocak tarihli Wall Street Journal gazetesinde, dün Odatv’nin de yer verdiği ilginç bir haber yayımlandı. Paul Romer, bir “düdük çalan” (whistle blower) olarak Dünya Bankası’nın ülke sıralamalarında usulsüzlük yaptığını ifşa etti. Literatürde, “düdük çalan”, çalıştığı kurumun yaptığı yolsuzlukları, usulsüzlükleri, kanunsuzlukları kamuoyuyla paylaşan kişi anlamına geliyor. Bu zatın “baş ekonomist” gibi üst düzey bir mevkide yer alması ise, açıkça pek rastlanan bir durum değil.
Dünya Bankası’nın “İş Yapma Kolaylığı” (Doing Business) endeksi bir ülkeye yatırım yapacakların karşılaştığı güçlükleri, değerlendirme süreçlerinin uzunluğunu, formalitelerin çokluğunu vs yansıtıyor. Böylelikle, bir ülkenin sermayedarlar açısından ne ölçüde tercih edilebilir bir ortam sunduğu saptanmaya çalışılıyor. İşte bu ölçütle, Şili’nin sıralaması 2006’dan 2016’ya, 25’ten 56’ya düşüyor. Romer’e göre bunun nedeni, Şili’de yatırım yapmanın zorlaşması değil, metodolojinin sürekli değiştirilerek koşulların ülkenin aleyhine olacak biçimde değiştirilmesi.
Dünya Bankası alelacele yayımladığı bir açıklamayla, tüm ülkelerin eşit değerlendirildiğini, adil ve şeffaf bir süreç izlendiğini iddia ediyor. Ama Romer’in iddialarının “dış denetim” yoluyla gözden geçirileceğini belirtiyor. Bu düzeyde bir kurumun kendi baş ekonomistiyle kamuoyunun önünde polemiğe girmesi de muhtemelen ilk defa yaşanıyor.

Lopez-Claros Kim?
İşin en ilginç yönü ise, Dünya Bankası adına değerlendirmeleri yapan çalışma grubunun başında, Şili Üniversitesi’nden gelen Augusto Lopez-Claros’un bulunması. Hatırlanacağı gibi, Salvador Allende’nin seçimle gelmiş sol hükümetine, general Augusto Pinochet’in yaptığı darbe sonrası Şili neoliberalizmin laboratuvarı haline getirilmişti. Chicago Üniversitesi’nden Milton Friedman’ın “Chicago Oğlanları”(Chicago Boys) diye adlandırılan Şilili öğrencileri aşırı piyasacı, emek karşıtı-sermaye yanlışı politikaları uygulamaya sokmuştu.


Lopez-Claros, 2011-16 arasında Dünya Bankası Küresel Göstergeler Bölümü’nün başında bulundu. Sık sık Davos forumunun davetli konuşmacıları arasında yer alan, sermaye çevrelerinde prestiji yüksek Şilili profesörün kariyerinde dikkat çekici bir nokta daha var. 1992-95 döneminde, Rusya’da kamu mallarının talan edildiği, servetin “oligarklar” elinde toplandığı dağılma sürecinde IMF’nin Moskova temsilcisi sıfatıyla neoliberal “acı reçetenin” uygulanmasında baş sorumluluk sahibi yine Lopez-Claros’du.

2017 Şili Seçimleri
Şili’de 2017 Aralık seçimlerinde ülkenin en zengin üçüncü kişisi, aşırı sağ Chile Vamos koalisyonu tarafından desteklenen Sebastian Pinera tekrar başkanlık koltuğuna oturdu. Önceki başkan Michelle Bachelet’in Sosyal Demokrat partisinden gazeteci Alejandro Guillier ise yenilgiye uğradı. Bachelet yönetimine piyasacı eksenden çıkmadığı, emekçi taleplerine cevap vermediği için ciddi bir tepki söz konusuydu. Şili’de parasız eğitimi savunan güçlü bir öğrenci hareketi bulunuyor. Bachelet’in bakır işçileri grevini bastırmak, öğrenci mücadelesini zayıflatmak yolundaki sert uygulamaları da “soldan” tepkilere neden oldu.

Nitekim seçimlerin ilk turunda, Guillier oyların yüzde 22,6’sını alırken, radikal sol Geniş Cephe (Frento Amplio) büyük başarı göstererek yüzde 20,3 oranına ulaştı. Sonra Pinera’ya destek verecek olan, açıkça Pinochet diktatörlüğünü savunan faşist Antonio Kast da yüzde 8 oy topladı.
Seçime giderken Şili ekonomisi yüzde 2,2 büyüme, yüzde 6,5 işsizlikle vasat denebilecek bir performans sergiliyordu. Bachelet’in politikaları yetersiz de bulunsa, eğitim ve sağlık standartlarının Latin Amerika ölçüsünde tatminkâr düzeyde olduğu açıktı. Hepsinden önemlisi, “sol” etiketli bir hükümet, uluslararası sermaye çevrelerinin, emperyalist stratejilerin hedefi olmaya devam ediyordu.
Dünya Bankası’nın bir endeksinde Şili’nin kasıtlı olarak dibe çekilmesinin, tek başına seçimlerde fazlaca etki yapması beklenemez. Ama sadece Şili’yle sınırlı kalmayan; Brezilya ve Arjantin’den başlamak üzere, tüm Latin Amerika’daki sol iktidarlara karşı sürdürülen ABD kaynaklı bir kampanyanın parçası olarak düşünüldüğünde, “Dünya Bankası skandalı” sembolik öneme sahip.

Pembe dalganın sonu mu?
Latin Amerika’da “pembe dalga” diye nitelenen sol-popülist iktidarların geri çekilme aşamasında bulunduğu açık. Genel anlamda bu yönetimleri, emtia piyasalarının yükselme döneminde bütçeden sosyal programları desteklemekle yetinip, mülkiyet ilişkilerine de uzanan radikal programlar uygulamadıkları için eleştirebiliriz. Ama sağ dalgaya, acımasız neoliberal politikalar uygulamaya dönük manipülasyonlar karşısında da, onlara sahip çıkmak bütün solun görevi.

Bu anlamda Dünya Bankası’ndaki tartışmalar, “bu pilav daha çok su kaldırır”izlenimini veriyor. Açıkçası Paul Romer sol radikal biri sayılmaz. Gelgelelim kolayca pes etmeyecek, “doğrucu Davut”, “çetin ceviz” bir kişilik olarak dikkat çekiyor…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Ordular kurulurken, Suriye’de üçüncü aşama!- İBRAHİM VARLI

IŞİD bahanesiyle Suriye’nin doğusuna yerleşen ABD’nin YPG liderliğindeki SDG’den otuz bin kişilik Sınır Muhafız Gücü (Kuzey Ordusu) kuracağını açıklaması, Türkiye’nin öncülüğünde ÖSO yerine cihatçılardan oluşturulan “Milli Suriye Ordusu”, El Nusra’nın kontrolündeki İdlib’ten Rus askeri üslerine yapılan İHA’lı saldırılar, Afrin’deki gelişmeler, Erdoğan’ın “bir gece ansızın vurabiliriz” tehditleri… Birbiriyle bağlantılı, peşi sıra gelen bütün bu gelişmeler Suriye Savaşı’nda yeni bir aşamaya geçildiğinin işaretleri.
Mart ayında yedinci yılını geride bırakacak Suriye’deki savaşı üç aşamaya ayırabiliriz.

Birinci aşama: Cihatçıların ‘demokrasi havarisi’ olarak sunulması
Savaşın ilk aşaması radikal İslamcıların ve de bölge ülkeleri üzerinden Suriye’ye taşınan cihatçıların “demokrasi” ve “özgürlük” havarisi olarak sunulmasıydı. Dünyanın dört bir tarafından Suriye’ye doldurulan radikal İslamcı unsurlar üzerinden rejim yıkılmak istendi. Bu süre zarfında yapılan saldırı ve eylemler demokratik eylemler kategorisinde pazarlandı. Büyük bir medya propagandasıyla, mühendislik ve algı çalışmalarıyla cihatçılardan “diktatörlüğe karşı savaşan kahramanlar” yaratılmak istendi. Ancak bu algı operasyonu başarıya ulaşmadı. Suriyeliler “insancıl emperyalizm”in cihatçılar üzerinden gerçekleştirdiği saldırıyı bertaraf etti.

İkinci aşama: Taşeronların sahaya sürülmesi, ‘Vekalet Savaşı’
Radikal İslamcı gruplar üzerinden başlatılan çatışmalar kısa sürede vekalet savaşına dönüştü. Savaş, ABD’nin liderliğindeki Türkiye-Katar-Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerin de yer aldığı ittifak ile Rusya-İran-Hizbullah arasında açık bir çatışmaya evrildi. Sahaya sürülen vekillerin başarıya ulaşamaması, Rusya’nın Şam’dan yana fiili müdahalesi, ABD’nin IŞİD bahanesiyle ülkenin doğusuna yerleşmesi üzerine savaşın seyri de tamamen değişti.

Üçüncü aşama: SGD’li “Kuzey Ordusu”ndan cihatçıların “milli ordusu”na
Suriye devletinin ülkenin büyük bölümünde denetimi sağlaması, IŞİD’in yenilgiye uğratılması, El Nusra benzeri cihatçıların küçük ceplere sıkıştırılması üzerine yeni strateji devreye sokuldu. Türkiye’nin yeni yılın ilk günlerinde otuzdan fazla cihatçı yapıyı bir araya getirerek ÖSO yerine “milli ordu” kurması sonrasında, ABD de SDG üzerinden bir “Sınır Güvenlik Gücü” yani “Kuzey Ordusu” kurdu. Yeni sınır gücü kuzeyde Türkiye sınırında, güneydoğuda Irak sınırında ve Fırat Nehri Vadisi boyunca görev yapacak. ABD yeni ordu üzerinden varlığını sürdürme niyetinde. Benzer şekilde Ankara da “milli ordu” vasıtasıyla sahada var olma arayışında. Rusya ve Şam, ABD’ye yeni ordunun Suriye’nin parçalanmasına yol açacağı uyarısında bulunarak sert tepki verdi.

ABD emperyalizmi Suriye’den çıkma niyetinde değil
Doğu Suriye’de zengin enerji kaynaklarının yer aldığı Fırat havzasına yerleşen ABD, kuzey Suriye dahil bölgede irili ufaklı birçok askeri üs inşa ederken, bölgede kalıcılaşma derdinde. Bunu da “bölgenin bize ihtiyacı var” argümanıyla temellendirme arayışında. Görünen o ki Suriye’de savaşın da oyunun da kuralları yeniden değişmeye başladı. ABD uzun bir süredir SDG üzerinden bölgeye yığınak yaparken, varlığını meşrulaştıracak hamlelerde bulunuyordu. Bunun için de yeni kriz dinamikleri devreye sokulmuştu. Bölgedeki varlığını ya Kürt-Arap çatışması ya da Kürtlerle Suriye devleti arasındaki kriz üzerinden sürdürecekti. Görünen o ki şimdilik ikinci seçeneğe yatırım yapılmış.

İdlib, Afrin, Rus üslerine İHA’lı saldırılar
Suriye’nin kuzeydoğusundaki bu gelişmelerin paralelinde kuzeybatısında da taşlar yerinden oynamak üzere. El Nusra’nın kontrolündeki beklenen İdlib harekâtı başladı. Öncesinde cihatçılar 5 Ocak gecesi Lazkiye’deki Hmeymim ve Tartus üslerine 13 silahlı İHA ile saldırı girişiminde bulundu. Rus gazeteleri en az yedi savaş uçağının kullanılamaz hale geldiğini yazdı. Rusya saldırıyı doğruladı, ancak bu girişimin hava savunma araçlarıyla başarısızlığa uğratıldığını açıkladı. Putin, “Rus üslerine yapılan saldırıların arkasında kimin olduğunu biliyoruz” diyerek ABD’yi işaret etti. Rusya’nin imalarına Pentagon’dan “ABD Rus üssüne İHA saldırısına hiçbir şekilde karışmadı” yanıtı geldi. Rusya doğal korumasındaki Afrin’de ise TSK’nın YPG mevzilerine yönelik top atışı ve Erdoğan’ın “gireriz” tehditleri tam gaz devam ediyor.

Astana, Soçi, Cenevre... Müzakere masası devrildi mi?
Astana, Soçi, Cenevre’de siyasi müzakereler sürerken, ardı ardına gelen askeri hamleler “masa”yı devirmek üzere. Ay sonundaki Soçi zirvesine büyük önem veren Rusya masanın dağılmaması için büyük çaba sarf ediyor. İnisiyatifi Moskova’ya kaptıran Washington ise İdlib’in temizlenmesiyle sahadaki üstünlüğü tamamen ele geçirecek olan Rusya’nın planlarını bozmak, Soçi ve Astana görüşmelerinin başarısızlığa uğraması için bastırıyor.
“Üç günde Şam’da namaz kılma” hevesine kapılan yeni Osmanlıcılar yeni denklemde de boşa düştü. Bir tarafta “Rusya kayığı”na binerken öte yandan “Bölgesel politikalarımızı ABD ile belirleyeceğiz” diyerek Washington vapuruna selam çakanlar, bundan sonraki yolu da yay yürümek zorunda kalacaklar.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Saman Sarısı - ALİ MURAT İRAT

Ahmet Şık’a

Sanırım çocukken en çok okuduğum şiirdi Nâzım’ın Saman Sarısı. 
“Seher vakti habersizce girdi gara ekspres/ Kar içindeydi…” 
Uzun bir dönem, hemen her gece, bu dizelerle başlayan şiiri okuyup uykuya dalmıştım. Hatırlıyorum. Henüz dünyayı bilecek kadar büyümemiş, bir şiirin kendinden başka her şeyi anlattığını çözecek kadar dünyanın farkına varmamıştım. Bir sözün söylediğiyle değil, söylemediğiyle önemli olduğunu; bir sevginin bir deniz kabuğundaki o sese sıkıştırılabileceğini; her aşkın biraz eksilmek olduğunu; bacadan tütenin duman değil koskoca bir yaşanmışlık olduğunu henüz bilmiyordum… Çocukluk işte. Aşkın ve bütün bir hayatın bir çocukluk hastalığı olduğunuysa daha geç öğrenecektim. Öğrenmenin olanaksızlığını da belki hiç öğrenemeden göçüp gidecektim.


Nâzım’ın Vera’ya aşkıyla başlayıp, 
“Varıp gölgesinde yatsak isterdim/ Bu kitabın kağıdını yapanlar, yazısını dizenler, nakışını basanlar/ Bu kitabı dükkanında satanlar, para verip alanlar, alıp da seyredenler/ Bir de Abidin, bir de ben, bir de saman sarısı, belası başımın…” diye biterdi şiir. -Her iyi şey gibi, o da biterdi. O biterdi ben uyurdum. Ben uyurken o biterdi. Ve sonra yine başlardı. “Seher vakti habersizce girdi gara ekspres…” Her iyi şey gibi, yeniden tutkuyla başlardı…-

Dünya ancak gördüğünü bilebilen insanların dünyasıydı. Bilmek için görmeyi şart koyan bir dünya bu şiirin büyüsünü anlayamazdı. Hayallerin, umutların ve sezerek ulaştığımız her şeyin büyüsünü elimizden alan dünya aylarca okuyarak uykuya daldığım o şiire iyi gözle bakamazdı… Oysa görmeden de bilebileceğimiz ve uğruna mücadele edebileceğimiz bir dünya vardı. Hepimizin dışında, herkesin ötesinde, hepimizin bir parçası olabileceği. Bak! Yine Nâzım cevap vermişti buna -bilmeden belki, belki bilerek-. Ama söyledikleri tam da buna denk düşercesine: 
“Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var/ Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık/ Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz/ Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar/ Kanlarına susamışım/ Benim kuvvetim: Bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.”

Yalnız değildik. Yalnız hissetmemiz istense de, en karanlık günlerde, göz gözü görmüyorken bile, asla yalnız değildik.

Bildiğin ve gördüğünden ziyade hayatla sınadığındır tanıdığın. Her gece uykuya dalmadan önce dünyayı seninle birlikte dolaşan her neyse ve kimse, bildiğin, tanıdığın odur. Saman Sarısı, hayatla sınanmıştı benim için. Yüzünü bile görmediğim çoğu dostlar da öyle. O şiir binlerce yıllık yollardan geçip, bugüne kadar, evime, yatağıma kadar gelen, bildiğim, gördüğüm, dokunduğum her şey oluvermişti. Öyle olurdu. Bazen bir şiir, bazen bir hayal dokunurdu insana. “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter” diyen Mandela her gün görüp, yüzlerine güldüğüm binlerce insandan daha yakındı bana. Sanki her gün sohbet ettiğim, sanki her gün bir demli çayını içtiğimdi. Çünkü o şiir, o söz ve o adam ve daha binlercesi, benim için hayatla sınanmıştı. Ve hayatla sınanmamış diğer hiçbir şey sevmenin sınırları içerisinde değildi.

Bilginin değil sezginin gücüydü bu. Ve büyük yanılgılar, büyük zaferler, büyük sevmeler, büyük aldanışlar ve büyük yenilgiler –yani dünyaya renk veren, insana can veren ne varsa hepsi- hepsi seziyor olmanın çocuklarıydı. İnsana yalnızca kendisini değil, yaşadığı dünyayı anlatan, tanıtan, öğreten sezginin… Acıyı bal eylemeyi, kışı bahar, azı çok eylemeyi, mahsus mahallerde kalmayı, dostların arasında, güneşin sofrasında umut tazelemeyi öğrendik dünyadan. Bir şiirle uyumayı, bir dostun darda kalışına koşmayı öğrettik. Yalnızca bildiğimiz için değil, daha çok sezdiğimiz ve inandığımız için, tıpkı Attila İlhan’ın dediği gibiydi yaşam: 
“Biz dünyalılar yemin içtik imanımız var /Hürriyet için hürriyet aşkına /Savulacak dönem/ Savulacak düşman /Dehrin cefasını çektik /Sefasını süreceğiz.”

İşte bizi şu tarih denilen celladın içerisinden çekip çıkaran; işte bizi geçmişle yarın arasında, ekilsek ekin, ezilsek un, bir gitsek bin yapan da budur. Yalnız olmamaklığımız ve insanlığın o büyük düşüne olan büyük inancımız.


ALİ MURAT İRAT  / BİRGÜN

Bibi ile Modi ‘fobi’de buluştu - MUSTAFA K. ERDEMOL

İsrail ile Hindistan arasındaki ilişkiler gözle görülür bir şekilde gelişiyor. Geçtiğimiz Aralık’ta Hindistan’ın İsrail’den almayı planladığı 500 milyon dolarlık taşınabilir güdümlü anti-tank füzesi anlaşmasını imzalamaktan vazgeçmesi ilişkilerde bir kırılma olduğu anlamına gelmez. Bunun birçok nedeni olabilir ama Hindistan Savunma Bakanlığı kaynakları yerli savunma sanayinin geliştirilmesi için böyle bir karar aldıklarını açıklamışlardı. Vazgeçme kararının tek gerekçesi bu olamaz kuşkusuz, Hindistan, kendi sınırlarındaki Müslümanların da, Arap dünyasındaki “dostlar”ının da tepkisini, yine de hesaba katmış olmalı. Bu dengeyi gözetecek kadar hassas olmasına rağmen Hindistan İsrail ile ilişkilerini geliştirme fırsatını hiç kaçırmadı.


Modi, malum, bir Hindu milliyetçisi. İsrail’i ziyaret eden ilk Hint Başbakanı olarak tarihe de geçti. Önceki gün de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu iade-i ziyarette bulunmak için Yeni Delhi’ye geldi. O da Ariel Şaron’un ardından on beş yıl sonra Hindistan’ı ziyaret eden ilk İsrail Babakanı oldu böylelikle.

İki ülke arasında bir bahar havası estiği söylenebilir. Oysa iki ülke arasındaki “ilişki” böyle başlamadı. Hindistan, İsrail’i kuruluşundan iki yıl sonra, 1950’de tanımıştır ancak. İsrail tanımıştı ama yine de diplomatik ilişki kurmamıştı Hindistan. 1952’de iki kez diplomatik ilişki kurma girişimleri olduysa da gerçekleşemedi bu. Söz konusu yılın Mart ayında İsrail Dışişleri Bakanlığı’ndan Walter Eytan’ın Hindistan ziyareti bu girişimlerden biriydi. Bu tarihi iki ülke arasındaki iplomatik ilişkilerin başlangıcı olarak sayarlar. Bu ziyaret sonucu, Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de değil Bombay’da bir İsrail konsolosluğu açılmıştır. İsrail Başkonsolosu’nun Yeni Delhi ile herhangi bir temas kurmasına izin verilmiyordu.

1992’ye kadar iki ülke arasında diplomatik bir ilişki yoktu. Birkaç nedeni var; ilki Soğuk Savaş döneminde Hindistan Bağlantısızlar Hareketi’nin lideriydi. Sovyetler Birliği’ne yakın bir politikası vardı. Doğal olarak karşı kampta olan İsrail’le, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) varlığı boyunca ilişki kurmadı. Filistin kurtuluş hareketine de destek verdi. İkinci bir neden de Hindistan’daki Müslüman nüfus. Ülkede 200 milyona yakın Müslüman yaşıyor. Bu İsrail ile ilişki kurulmasında engellerden biriydi. Bunu 2000 yılında İsrail’i ziyaret eden Hindistan’ın BJP’li Savunma Bakanı Jaswant Singh açıkça dile getirmişti de: “Ülkemizdeki Müslümanların tepkisinden çekindiğimiz için İsrail’le ilişkileri geliştiremedik Sovyetler’in dağılmasının ardından, Soğuk Savaş’ta taraf olma siyaseti kalktığında Hindistan İsrail’le yakınlaşmaya başladı. Müslüman nüfus bu sefer bir engel oluşturmuyor muydu sorusu akla geliyor. Tam tersine bu kez “Müslüman nüfus” nedeniyle İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği düşünülüyordu Hindistan’ın sağcı yönetimi içinde. Hindistan Çin ve Pakistan’la kötü ilişkileri nedeniyle “güvenlik endişesi” içinde olan bir ülke. Son yıllarda İslamcı radikalizmin yükselişi de buna eklendiğinde endişenin boyutu katlanıyor. Keşmir sorununda Arap ülkelerinin tepkisini çekmesi de Hindistan’ı İsrail’le yakınlaşmaya zorladı. Bu nedenlerden ötürü Hindistan’ın İsrail silah sanayine ihtiyaç duyması anlaşılabilir. O kadar çok silah aldı ki İsrail’den Hindistan, İsrail, Rusya ve ABD’den sonra üçüncü silah aldığı ülkedir.

1980’lerin sonuna kadar Hindistan’a silah desteği Rusya’dan geliyordu. 88’den sonra durum tabii ki değişti. Bu tarihten sonra İsrail, Hindistan’ın savunmasına katkıda bulabileceğini açıkladı.
Tabii tek taraflı değil bu ilişki. İsrail’in Hindistan’la ilişkilerini geliştirmesinin nedenlerinden başlıcası “Asya Açılımı” ile ilgili. Japonya, Güney Kore, Vietnam ve Singapur’u kapsayan bir açılım bu.
Diplomatik ilişkilerin başladığı 1992 yılında, İsrail ve Hindistan arasındaki yıllık ticaret sadece 180 milyon dolar civarındaydı. Bu rakam otuz kat büyüyerek 2011’de 5 milyar doların üzerine ulaşmıştı. Tarım konusunda da Hint çiftçisi İsrail teknolojisinden yararlandı. İki ülke ortak tarım Araştırma ve Geliştirme projeleri yürüttü. Hindistan’ın 7 eyaletinde, çeşitli alanlarda 27 proje gerçekleştirildi.

1989’da Rajiv Gandhi’nin iktidardan düşmesi İsrail ile Hindistan arasındaki ilişkilerin gelişme hızını daha arttırdı. Yeni Janata Dal hükümeti özellikle Keşmir konusunda ABD’de Yahudi Lobisi ile işbirliğinin yararına inanmaya başladı. Sadece bu değil, yıllarca özenle koruduğu tarafsızlık politikasından uzaklaşan Hindistan, 1991 Körfez Krizi sırasında Amerikan savaş uçaklarının yakıt ikmaline Hint topraklarında izin verdi. İki ülke arasındaki ilişkilerde asıl sıçrama 2014’de Hindistan’da aşırı sağın iktidara gelmesi ile oldu. 23 Aralık 2014 tarihli sayısında Hindistan’da yayınlanan Hindu gazetesi Hindistan’ın resmi BM politikasını İsrail lehine değiştirmeyi düşündüğünü yazdı. İsrail basını da Narenda Mondi hükümetinin “zaten var olan olumlu ilişkileri” daha da ileri bir aşamaya götürdüğünü yazdı.


İsrail’in “Asya Açılımı”nın en önemli ayağı olan Hindistan, Çin-Pakistan karşısında ABD-İsrail ekseninin yanında duruyor. Çünkü Hindistan Çin’i “önemli bir rakip”, Pakistan’ı ise “nükleer bir düşman” olarak görüyor. İsrail ile Hindistan’ın başında iki “milliyetçi”nin bulunması da başlı başına bir talihsizlik. Ancak her ikisinin de “milliyetçilik”leri dini milliyetçi özellik taşıyor, dolayısıyla Netanyahu ile Modi’nin ortak noktası İslam karşıtlığı. Modi’nin, üyesi olduğu Bharatiya Janata Party BJP (Hindistan Halk Partisi) Hindu milliyetçisi, ırkçı bir parti. BJP Müslüman düşmanlığını hiç saklamış da değil.

Bakalım iki ülkenin arasındaki ilişki bundan sonra nasıl bir seyir izleyecek. Ama bu işbirliği bölge yararına bir işbirliği değil elbette.


MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN